1967...1968...1969....AKEVLER 44 YILDIR ÇALIŞIYOR....2009...2010...2011
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 597
“ADİL DÜNYA DÜZENİ III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
Haftalık Seminer Dergisi; 597. Hafta 05 Şubat 2011 Fiyatı: www.akevler.biz’e tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR.. ÇOĞALTABİLİR.. DAĞITABİLİRSİNİZ...
“ADİL DÜZEN” UYGULAMALARI YAPMAK İÇİN BİZLERE DANIŞABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 597. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Tefsir Seminer Notları Yenibosna’da Cumartesi akşamları okunup tartışılmaktadır.
GAYEMİZ: Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada “OKUNMASI, ANLAŞILMASI VE UYGULANMASI”DIR. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
FAİZLİ SİSTEM VE SÖMÜRÜ SERMAYESİ
2011 SEÇİMİ VE YAPILMASI GEREKENLER
***
*ÜSKÜDAR SEMİNERLERİ; 147. SEMİNER
Her Hafta ÇARŞAMBA akşamı; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SOHBET… SEMİNER… SORULAR-CEVAPLAR…
***
Kapitalizm halkı futbolla uyutuyor
Kapitalizm, futbol, statlar, mabet ve;
“Futbol sen bizim her şeyimizsin!!!”
Futbol seyret, başka şey görme!
Bakkallar Kanunu ve kooperatif
Türkiye nasıl dünya ekonomi merkezi olacak?-1
Türkiye nasıl dünya ekonomi merkezi olacak?-2
Pendik Siyaset Okulu ve Adil (Ekonomik) Düzen
Reşat Nuri EROL
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 5
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَوْفُوا بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُمْ بَهِيمَةُ الْأَنْعَامِ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ (1) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُحِلُّوا شَعَائِرَ اللَّهِ وَلَا الشَّهْرَ الْحَرَامَ وَلَا الْهَدْيَ وَلَا الْقَلَائِدَ وَلَا آمِّينَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنْ رَبِّهِمْ وَرِضْوَانًا وَإِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُوا وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَنْ صَدُّوكُمْ عَنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَنْ تَعْتَدُوا وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ(2) حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْأَزْلَامِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ دِينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمْ الْإِسْلَامَ دِينًا فَمَنْ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِإِثْمٍ فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (3)
يَسْأَلُونَكَ مَاذَا أُحِلَّ لَهُمْ قُلْ أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ وَمَا عَلَّمْتُمْ مِنْ الْجَوَارِحِ مُكَلِّبِينَ تُعَلِّمُونَهُنَّ مِمَّا عَلَّمَكُمْ اللَّهُ فَكُلُوا مِمَّا أَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ وَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (4)
يَسْأَلُونَكَ
(YaSEaLUNaKa)
“Senden sual ederler.”
Senden soracaklar... Senden sorarlar... Araplar Türkçede olduğu gibi geniş zaman ve şimdiki zaman sıygalarını ayrı ayrı kullanmaz. Mazi yani geçmiş zaman ve muzari yani geniş zamanı kullanırlar. Geniş zamanda üçünü yani geniş, hâl ve geleceğini kastederler. Senden sordular demiyor, sorarlar veya soruyorlar veya soracaklar diyor.
Buradaki “sen” kimdir, kime soruyorlar?
Elbette sadece Medine halkı değildir. Hazreti Muhammed’in hayatında ona sordukları gibi onun gönderdikleri dailere (davetçilere) de sormuşlardır. Kıyamete kadar da resulün veya nebinin halifelerine soracaklardır.
Demek ki burada sual edilen Kur’an ehlinin âlimidir, yahut bucak başkanıdır.
Soranlar kimlerdir?
Dini dayanışma başkanlarıdır, yahut bucak başkanlarıdır.
Emir ve nehiy bucak başkanını ilgilendiren husustur.
Helal veya haram ise müçtehitleri ilgilendirir.
Burada sorulan kimdir, müçtehit mi yoksa başkan mı?
Bu âyetler baştan “ey iman edenler” diye başlamıştır, yani mü’minlere hitap edilmiştir.
Burada ise “sen” denmiştir. Mü’minleri temsil eden kimse olmalıdır. İşte bu kimse bucak başkanıdır. Demek ki hitap edilen kişi bucak başkanıdır. Bucak başkanı istişareden sonra bucakta yasaklar koyan demektir. Hazreti Muhammed’in, “Mekke’yi İbrahim harem yaptı, Medine’yi de ben harem yapıyorum” ifadesi bunu gösterir. Başkanların haramları vazetme yetkileri vardır demektir.
Sorulanı tesbit ettikten sonra soranları da tesbit etmeliyiz.
Kim soruyor?
Bunlar Cuma namazı kılan bucak cemaatidir. Onlar soruyor. Çoğul getirilmiş.
Çoğul nasıl soracaktır?
Bir topluluktan biri soruyor ve cevabını kendileri vermiyorsa hepsi sana sormuş olurlar. O halde burada sual eden bucak halkıdır. Fiili muzari ile getirilmiştir. Çünkü bir defa sorulup cevap verilecek bir şey değildir. Kıyamete kadar yeni bucaklar oluşacak, bucakların yeni sorunları olacak ve sorunların çözümü için istişareler yapılıp haramlar tesbit edilecektir. Burada soranların mânâsı sorunları olacaktır demektir. İlle ağızları ile sormaları gerekir. Sorun ortaya çıkar ve sorun için haramların gelmesi gerekir.
Her toplulukta, yalnız bucak topluluğunda değil ocaklarda da her gün yeni sorunlar çıkar ve yeni çözümler gerekir. İnsanla hayvan arasındaki fark budur. İnsan evrim yapan varlık olarak yaratılmıştır. Canlılarda türden türe evrim olmuş, canlılarda yenilik yapılması gerektiğinde melekler onların genetiğinde DNA’ları değiştirdiler ve yeni canlıları meydana getirdiler, böylece canlıların bugünkü evrimi meydana geldi. Yalnız ılık sularda yaşayacak şekilde yaratılan ilk canlılar bugün karalara çıkmış, kutuplarda bile hayat sürer olmuşlardır. İnsan en son ve en çok evrimleşmiş bir varlık olarak yaratıldı. Biyolojik evrim durdu. Onun yerine sosyal evrim başladı. Çıplak olarak yaratılan insan bugün aya gidecek kadar evrimleşmiştir. İşte bu evrime ulaşması her gün yeniliklerle karşılaşması demektir. Yani insan hayatında her gün evrimleşme var, yeni sorunlar var, bu sorunların çözümü vardır.
Sual etmek, sorunlar karşısında kalmak anlamındadır.
Lisanı hâl ile sual ediyorlar mânâsı da çıkar.
Şimdi şöyle bir varsayıma gidilebilir. Emir ve nehiyler, yasaklar ve vecibeler icma yoluyla tesbit edilir. Emir ve nehiyle yönetimin zorlama yetkisi vardır. Yasakların cezaları vardır. Emirleri yapmayanların da yaptırımları vardır. Helal ve haramın yaptırımları yoktur. Ancak haramları yargı korumaz. Bir bucakta yasak olanı yapanların hukukunu yönetim korumaz. Mesela yasak yerde park edilen bir arabayı herkes, yalnız yönetim değil herkes alır ve başka yere koyabilir. Araba sahibi bunu yapanı dava edemez. Haram yere konan arabanın sadece yerini değiştirme hakkınız vardır. Keffaret cezaları vardır. Yani bir kimse kırmızı ışıkta geçerse cezasını kendi isteği ile götürüp trafik vakfına verir.
مَاذَا
(MAvZAv)
“Nedir bu?”
(Onlara ne helal edilmiştir?)
Burada “onlar” dendiği zaman bucak halkı demek olur. İnsanlara değil, yalnız mü’minlere değil, tüm bucak halkına ne helal edilmiştir? Onu soruyorlar.
Burada bir husus önemlidir. “Ne haram edildi” denmiyor da “ne helal edildi” deniyor. Yani yukarıda haramlar sayılmıştı. Haram aylarında, haram zamanlarda asıl olan haramdır. Helaller sayılmıştır, haramlar sayılmamıştır. Oysa diğer yerlerde ve diğer zamanlarda ise her şey helaldir. Orada da haramlar sayılmıştır. Onun için burada bize haram aylarda veya haram yerlerde ne helal edilmiştir diye soruyorlar. “Za”nın mânâsı da budur. İsmi işarettir. Bu helal olanları göster anlamındadır. Yani sorulmuş olan fiil değil helal olan varlıktır.
Burada başka bir husus daha ortaya çıkmaktadır. Yiyeceklerde beslenme zinciri olduğu, midelerimiz öyle yaratıldığı için bize her şey haramdır. Ancak bize uygun besinler helal edilmiştir. Demek ki hayatta bir şey yaparken asıl olan ibahadır. Eğer haramlığa delil bulamazsak onu helal sayarız. Oysa besinlerde, kıyasen giyimlerde ise asıl olanı haram kabul ederiz. Hazreti Muhammed helal delilledir, haram delilledir diyor. Bu genel kuraldır. Usule ait olduğu için de bizi bağlar.
Ne var ki bu genel ifadenin teferruatına indiğimizde bu âyetten çıkardığımız kural vardır. Her helal ve haramda delil aramamız gerekir. Bulamazsak haram aylarda, haram yerlerde, yiyeceklerde ve giyeceklerde asıl olanı haram kabul ederiz. Delil bulamadığımız için onu haram sayarız. Diğer zamanlarda ve diğer yerlerde ise diğer işleri helal sayarız.
أُحِلَّ لَهُمْ
(EuXılLa LaHuM)
“Onlara ne helal edildi?”
Sûrede “akitleri yerine getirin” dendikten sonra, “size memelilerden geviş getirenler helal edildi” denmiştir. Yani her türlü akit yapılmasının da meşru olduğunu ifade etmiştir. Serbest sözleşme ilkesi getirilmiştir. Sözleşmeleri ve helalleri koruma görevini mü’minlere vermiştir. Bundan önceki âyette ise haramlardan bahsedilmiştir. Şimdi de haramlar içinde helallerden bahsetmektedir. Helalin genel kuralı getirilmiştir. Kendilerine helal edilenleri soruyorlar.
Her bucak ayrı bir topluluktur. İnsanlar hayatlarını bucaklarında geçirirler.
Aşiret birlikte yaşama yeridir, kabile ise birlikte çalışma yeridir.
İnsanların yaşarken ömürleri aşiret içinde geçer. Uykuları ve yemekleri evlerde olur. Ama diğer zamanlarını birlikte geçirirler. Günde beş defa bir araya gelirler, sohbet ederler, bir şeyler öğrenirler.
Çalışma saatlerini ise bucaklarında yaşarlar. Her bucağın kendine göre şeriatı vardır. Ona göre yaşarlar. Şeriatları farklıdır. Bucakta haram olan bir şey diğer bucakta haram olmayabilir. Bu bucakta memurun bih olan şey başka bucakta olmayabilir. Onun için kendilerine neyin helal edildiğini sormaktadırlar.
Bu ne demektir, neden her bucağın şeriatı ayrıdır?
Çünkü sosyal evrim demek şartlara uyma demektir. Diğer canlılar ancak kendilerine uygun yerlerde ve iklimlerde yaşarlar. Yeni yerlerde yeni canlılar üretilir. Yahut seleksiyon yoluyla intibak ederler. Oysa insanlar kendileri değişmeden çevreyi kendilerine uydururlar, çevreyi değiştirirler. Bu sebepledir ki dünyanın her yerinde yaşamaktadırlar. Hattâ uzaya gitmektedirler. Böylece yeni yerlerde yeni zamanlarda yeni kurallar yani helaller ve haramlar ortaya çıkar. Bugünkü insanlar uzaya çıkmışlardır. Aylarca kalabiliyorlar. Aya inmişlerdir. İnsanların araçları bugünkü şartlarda bile güneşin gezegenlerine ulaşmaktadır. Ayda seralar yaparak kentler kurulabilecektir.
İşte bu yeni durum her bucağın ayrı şeriatı olması ile mümkün olmaktadır.
Kur’an’dan önce peygamberler geliyor, her bucağa ayrı şeriat getiriyorlardı. Kitap getiren peygamberler daha geniş toplulukları oluşturuyordu. Kur’an’dan sonra yeni kitap gelmeyecek, tüm insanlara tek kitap hükmedecek; yeni peygamberler de gelmeyecek ama her bucak kendi içtihat ve icmaları ile sorunları çözecektir.
İşte burada sorulan şudur: Onlara ne helal kılındı?
Bucağımızın düzenini bozmamak için neler yapabiliriz diye soruyorlar.
Yani sorulan soru sorunları nasıl çözeriz anlamındadır.
قُلْ
(QuL)
“Kavlet)
Burada sorulan başkan veya âlim, hayatta olan başkan veya âlimdir. Ölülere sorulamaz. “Sana sorarlar” ifadesi yaşayan kimseye sorarlar anlamındadır. 1400 sene önce ölmüş resule sorarlar denmiş olamaz. Demek ki bu âyetteki “sana sorarlar” ifadesiyle anlıyoruz ki sorulan yaşayan başkandır veya yaşayan âlimdir.
Şimdi burada da “sen söyle” denmektedir. Ölü olan bize söyleyemez. Emret, tavsiye et, bildir gibi ifadeler kullansaydı o zaman o kimse Hazreti Muhammed olabilirdi. Ama “söyle” dediğine göre yaşayan başkan olacaktır. Bu ifadeden şunu da anlıyoruz ki istişare ile alınan karar istişare ile değişebilir. Halk devamlı sorunlarla karşılaşacak, başkan da istişare ettikten sonra kararını verecektir. O karar o bucak için şeriat olacaktır.
Burada istişareyi de yeniden hatırlamamız gerekir. Bir bucakta halk kendilerine ilmî danışmanlar seçer. Bilmediklerini onlara sorar, onlardan fetva alırlar. İlmî ehliyet yedi yaşında başlar. Demek ki yedi yaşında olanlar dahil herkes ilmî danışman seçmelidir. Bucaklarındaki bir âlime tâbi olurlar. Bir kimse bucak halkının yirmide birinin tâbi olunanı oldu mu, o kimse bucağın âlimidir, müçtehididir. Bunların o bucaktaki sayısı beşten az olmayacak, yirmiden fazla da olmayacak. Bunlar aynı zamanda bucağın ilmî şurasını oluştururlar. Bucakta ayrıca onbeş yaşını doldurmuş halk vardır, bunlar bucak meclisini oluştururlar, her cuma toplantılarını yaparlar.
İşte, bucak başkanı bu ilmî şura tarafından seçilir. İstişareyi yapacak olan meclis budur. Bucak başkanı şura üyeleri yani âlimlerle istişare yapar. O haftanın istişare konularını ortaya koyar, görüşmeyi gelecek haftaya bırakır. Şura üyeleri olan bucak âlimleri hafta içinde kendilerine tâbi olanlarla görüşür ve gerekli görüşleri elde ederler. Hafta gelince başkan bunları sıra ile dinler, gerekirse birkaç defa sıraları yeniler. Böylece başkan bütün halkı ile istiare etmiş olur, “Veşavirhum” daki “Hum” emrine uymuş olur.
Başkan istişarelerini tamamlamakla kararını beyan eder. Bu karar o hafta yürürlüğe girmez. Bir hafta bekler. Hafta içinde karara itiraz eden şura üyeleri olabilir. Bu itiraz yetkisi yalnız ilmî şuraların değildir; diğer meslekî, siyasî ve dinî şura üyelerinin de hakemlere gitme yetkisi vardır. Hafta içinde hakemlere giden olursa o hafta sonu yapılacak muhakeme sonunda hakemler bucak başkanının kararını iptal edebilirler. İptal etmezlerse karar kesinleşir. İtiraz eden olmazsa o hafta, itiraz eden olursa öbür hafta kesinleşir. Başkan cuma günü hutbede kararını ilan eder. İşte o saatten sonra karar yürürlüğe girer.
Buradaki “Kul/söyle” emri başkanadır. Cuma günü başkanın hutbede ilan etmesi demektir. Yaşayan başkan bunu yapacaktır.
İslâm’da mezhepler vardır.
İslâm tarihinde üç mezhep revaç bulmuştur.
1. Bunlardan biri olarak, zahiri mezhepler vardır. Bunlar sadece Kur’an ve hadisteki ifadeleri esas alırlar, içtihadı kabul etmezler. Nass ne diyorsa o bizim kabulümüzdür derler. Bunlar iki kola ayrılır. İbahiyeciler nassta bulunmayan her şeyi helal kabul ederler, diğerleri ise nassta bulunanları haram diğerlerini helal kabul ederler. Bu mezhepler yaşamamış, kısa zamanda inkıraz etmişlerdir.
2. Diğer mezhepler ise batıni mezheplerdir. Bunlara göre de Kur’an’ı okuduğunuz zaman bizim aklımıza ne gelirse o hüküm ona göredir. İlham yeterlidir. Ayrıca usul ve kurala göre istidlal gerekmez. Tarikat ehli böyledir. Bunlar da iki gruba ayrılır. Rabıta vardır. İlhamın şeriat olması için Hazreti Peygamber’den beri gelen şeyhlerden el almış olmak gerekir. Beytiler vardır. Bunlara göre kişi ehli beytten gelmesi gerekir kanaatindedirler.
3. Üçüncü mezhepte olanlar ise içtihat mezhebindedirler. Bunlara göre usule dayanarak nasslardan içtihatlar istinbat edilmektedir. Helal ve haramlar ne yalnız nassla tesbit edilir, ne de ilhamla tesbit edilir; kurallara göre nasslara dayanarak içtihatlarla tesbit edilir.
İcma ilim ve amelde, kıyas ise amelde kesin delildir.
Bunlar da iki gruptur.
Şiiler ehli beytin icma ve kıyaslarını kabul ederler.
Sünniler ise bütün âlimlerin icma ve kıyasını kabul ederler. Âlim olma hususunda ise hükümdarlara takdir yetkisini verirler, halka da kendi mezheplerini seçme yetkisini tanırlar.
Biz Sünni mezhebini benimsiyoruz. Yalnız âlimlerin oluşmasında hükümdarların atama yetkisini kabul etmiyoruz. Halkın onları kendilerine âlim kabul etmesi ile âlimlik ehliyetini tanıyoruz. Bir toplulukta halkın belli nisbette birileri onu kendilerine müçtehit kabul ediyorsa o âlimdir. Başkan da ancak onlardan birisini kendisine müçtehit kabul eder. Onların icmaları geçerli olur.
أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ
(EuXılLa LaKuMu elOayYıBaTu)
“Size tayyibat helal edilmiştir.”
“Size” diyerek muhataplara diyor, yani bucak halkına diyor. Her bucak halkının ayrı helalleri ve haramları vardır. Bucak halkına kendi başkanları helal ve haramları bildirecektir.
Haramı tef'îl bâbı ile getirmiştir, “Hurrimet” denmiştir. Helal ise if’al bâbı ile getirilmiştir. Haramda teksir vardır. Yani helal kılma ibahadır. Helali istimal edip etmemekte insanlar serbesttir. Bir şey helaldir diye onu mutlaka yapmamız gerekmez. Oysa haramda tekit vardır. Haram kılınan artık yapılmamalıdır. Bu sebepledir ki helalde insan iradesi vardır. Haramlıkta artık irade kalkmıştır. Bundan dolayı Allah helali if'âl bâbı ile getirmiştir, haramı ise tef'îl bâbı ile getirmiştir. Size helal edilmiştir anlamı sadece günah ve sevap bakımından helal edilmiştir anlamını taşımaz, sizin onu midenizde eritebileceğiniz, sindirebileceğiniz mânâsı da vardır.
Canlıların besinleri diğer canlılardır.
Şöyle ki, kâinat hidrojen atomunun birleşmesi sonucu atomlardan oluşur. Teorik olarak 118 atom çeşidinden oluşur. Bunlardan bazıları ancak suni olarak elde edilmiştir. Ömürleri çok kısadır. Saniyeden de küçüktür. Gönderdiği ışıkla varlığını bilebiliriz. Yüze yakın element vardır, basit cisim vardır.
Bu 100’e yakın elementler birleşerek cansız madde oluştururlar. Bunların birleşmesi yan yana gelmekle kendiliğinden olmaktadır. Bunlara “cansız cisimler” diyoruz. Bunun dışında sadece karbon yani kömür dört değerlidir ve dördü de eşit bağa sahiptir. Dolayısıyla birbirleriyle birleşip zincir oluştururlar. Bunlar özel şekilde dizilerek canlıların kullanacağı molekülleri oluştururlar. Bu yan yana gelerek kendiliğinden olmaz. Canlı bu maddeleri dizme gücüne sahiptir. Bitkiler güneşten aldıkları enerjiyi kullanırlar. Havadan yanmış kömür olan karbon dioksiti kullanırlar. Su ve diğer maddeleri de kullanarak çeşitli yapıları oluştururlar. Sonra bu yapı parçalanır ama moleküller yine kalmış oluyor. Yani canlı yaratılmadan canlılara ait moleküller yoktur. Canlı molekülleri olmadan da canlıyı oluşturmak mümkün değildir. Camdan bir fabrika düşünelim. Cam üretsin. Başka da cam olmasın. Şimdi fabrikamız olmadığı için camı üretemeyiz. Fabrikamız olmadan da camımız olmaz. Yumurta olmadan tavuk olmaz, tavuk olmadan yumurta olmaz. O halde birisi bize ya tavuk vermeli ya da yumurta. İşte canlılar şimdi kendi kendilerini oluşturuyorlar ama birisi baştan icat etmek zorundadır. İşte o icat edenlere “melek” adını veriyoruz.
Midemize aldığımız herhangi bir canlı parçası bir şeye yaramaz, onu parçalamalıyız, en uygun moleküllere indirmeliyiz. Sonra bedenimize yani kanımıza karıştırmalıyız. Bedenimiz bunu kullanarak canlı hücreleri oluştursun veya hücrelerin işine yarasın.
İşte, canlı parçasını parçalayıp bize yarayacak hâle getirmek ihlal demektir. Allah size helal etti derken sizin için mide ve bağırsaklara öyle mekanizmalar koydu ki onları çözerler ve size yarayışlı hâle getirirler. İhlal etmenin bir mânâsı budur. Haram ise bu sefer onlara karşı da onları bağırsaklardan içeri sokmama mekanizmaları koydu.
“Tayyibat”: “Tabe” hoşa giden lezzetli anlamına gelir. “Lezzet” yalnız yiyecek anlamındadır. “Zevk” ise diğer duyu organları da zevktir. Kaşındığınızda zevk alırsınız. “Tayyib” ise tüm hayat için insanın hoşuna giden şeydir.
Canlıların uygun olmayan hallerinde onları rahatsız eden duygular verilmiştir. Zehirli bir gaz varsa kötü kokar, rahatsız oluruz. Bunlar bizim için habis olmuştur. Yani uygun olmayan her şey habistir. Bize zararlı olan, bize zarar veren habistir. Habisin zıttı tayyibdir. Zehirli olan şey habistir. Zehrin tesirini yok eden de tayyibdir. Açlığımızı giderme tayyibdir. İnsan bedeni dört şeye muhtaç olur. İnsanların yiyeceklere, giyeceklere, barınacak yerlere ve yer değiştirmeye ihtiyaçları vardır. Bunları gerçekleştiren tayyibattır.
Burada tayyibatın helal edildiğini bildirmiştir.
“Tayyib” kelimesi dişi kurallı çoğul getirilmiştir. Birbirlerini bütünleme özelliği vardır. Mesela bir insan ben yalnız ekmekle yaşayacağım dese ve başka bir şey yemese yaşayamaz. İnsan birbirini tamamlayan besinler almak zorundadır. “Tayyibat” kelimesi bunu ifade etmektedir. Yemek pişirdiğimizde içine değişik malzemeler koyarız. Böylece besinimizde bütünlük sağlarız. “Tayyibat”ın dişi kurallı çoğul gelmesi tüm hayatımızın bir bütünlük içinde olması gerektiğini ifade eder. Ceket, pantolon, ayakkabı, gömlek, çamaşır hepsi bir bütünlük içinde “tayyibat”tır.
Demek ki yararlı olanlar helal edilmiştir.
Ne var ki onun yararlı olup olmadığını nasıl bileceğiz?
Yararlılık sonuçtur. Tayyib olma bir vasıftır ama belirsiz bir vasıftır. İşte onları belirleyen vasıfları taşıyanlar helal edilmiştir. Sigara gibi zararlı olduğunu bildiğimiz madde haramdır. Ama nasıl zarar ettiğini bilemediğimiz takdirde ona başka maddeleri kıyas edemeyiz. Ancak deneriz. Zarar veriyorsa haram olur. Eğer zarar veren nikotin maddesini tesbit edersek o artık illet olur, o illetin bulunduğu maddeler haram olmuş olur.
“Tayyibat” için yemeden önce gözle görürüz. Göze hoş gelir veya hoş gelmez. Gözümüz onu reddetmemişse burnumuza yaklaştırırız. Kokusu kötü gelebilir veya hoşumuza gider. Hoşumuza gittikten sonra ağzımıza alırız. Tatlı ve acı gelir. Tatlı gelirse onu yutarız. Bu sefer midemiz onu kontrol eder, zararlı ise kusarız. Hattâ bağırsaklara geçer, bir kontrol da orada yapılır. Eğer zararlı ise ishal oluruz. Bazen bütün bu barajları geçer, kana karışır. Bu sefer hastalık alametleri ortaya çıkar. Nefesle, terimizle, böbreklerle, bazen de kaşıntı veya yaralarla dışarıya atarız. İşte bu mekanizmalarla biz bize zararlı olan şeyi tesbit ederiz. Ondan sonra bu zararın o maddede hangi cüzünden geldiğini ararız. Tıp ilmi bunu yapar. Çeşitli ilmî araştırmalarla bunları tesbit eder, zararlıların illetlerini keşfeder.
وَمَا عَلَّمْتُمْ
(Va MAv GalLeMTuM)
“Talim ettiğiniz.”
Canlılar arasında uyum vardır. Ayrı türden canlılar birbirlerine dayanarak birlikte yaşarlar. Örnek olarak karıncaları verebiliriz.
“Yaprak kesen karıncaların yuvaları 5 metre derinlikte ve 7 metre genişliğinde olabilir. Karıncalar yuvanın içerisine yüzlerce tünel inşa ederler. Yaklaşık 40 ton toprak kazılır ve dışarıya atılır. Yuvanın yapısı ayrı bir mucizedir. Karıncalar ağaçtan kestikleri bu yaprakları yemezler. Çünkü karıncalar özel bir mantar türü ile beslenirler. Peki karıncalar yemedikleri bu yapraklar ile neler yapacaklardır. Cevap çok ilginçtir. Karıncalar bu yaprakları tarım yapmak için kullanacaklar ve bu hammadde sayesinde mantar yetiştireceklerdir. Bu nedenle yuvanın içerisine binlerce mantar çiftliği kurarlar.”
Demek ki canlılar başka canlıları ehlileştirip onlardan yararlanırlar. İnsanlar için bu çok daha önemlidir. Birçok hayvanları ve bitkileri ehlileştirip onlardan yararlanırız. Bizden kaçmaz bizimle beraber olurlar. Hayvanların öğrenme kabiliyetleri vardır. Biz onlara öğretebilmekteyiz. Ehlileşen hayvanlar yavrularını bizim için eğitmektedirler. Mesela at bizim aramızda doğar, bizim aramızda yaşar. Sonra at yetiştiricileri onu eğitirler. At insanı sırtında en süratli şekilde götürebilir. Bu âyette bu eğitim konusu anlatılmaktadır. Bu eğitimde kuşlar da ehlileştirilmektedir. Hazreti İbrahim bunu yapmıştır.
Papağanlar konuşmaktadırlar. Maymunlara bir çok şey yaptırılabilmektedir. Bu sûrede anlatılan öğretme, köpeklere ve şahin gibi kuşlara öğretilen avlanmadır. Hayvan avını yakalar, kendisi yemez, sahibine getirip teslim eder. Sahibi sonra onu keser ve ona payını verir. Burada şu kural getirilmiş olmaktadır. Eğer av köpeği veya av şahini yakaladığını öldürmez, ondan bir parça yemezse, onu siz yakalamış ve kesmiş olursunuz. Buradan şunu öğreniyoruz ki, bizim yaptığımızı bir makine bir iş olarak yapacak olsa biz yapmış oluruz. Biri robota bir adamı öldürtürse kendisi öldürmüş olur. Müsebbibi değil faili olur. Kısas yaparız.
Bu ifade bize şunu öğretiyor ki hayvanlarda da ilim vardır. Bizim ilmimiz var. Bizim ilmimiz geniştir ama ilim bizde de hayvanlarda da vardır. İçtihat yapmak insana mahsustur. İçtihatla amel etmek insana mahsustur. Zannî delilleri değerlendirme insana mahsustur. Bu sayede amel yaparız. Farklı amel yaparız. Yanlış da amel ederiz. Zamanla yanlışımızı görüp düzeltiriz. İlimde ise yanlış olmaz. Kesindir ve doğrudur. Bu bizde icma ile sabit olmaktadır.
مِنْ الْجَوَارِحِ
(MiNa ELCaVARiXi)
“Carihlerden talim ettikleriniz.”
“Carih” yaralayarak öldüren demek, canlıları boğazlayan demektir. Etobur hayvanların çoğu memelileri veya kuşları yakalar. Önce yaralayarak öldürür. Bunlara “carih” veya “cariha” denir.
Demek ki yırtıcı hayvana av öğretilecek ve o hayvanı bizim için yakalayacaktır. “Carih” vasfını kullandığına göre hayvanı yakalar ve yaralarsa, yaralaması zibh şeklinde ise, bizim zibh yaptığımız kabul edilir. Besmele ile salmak besmele ile zibh gibidir. Makinede hayvanı kesersek biz kesmiş oluruz, düğmeye bastığımızda besmele çekmemiz gerekir. Mermiyi attığımızda yaraladığımız hayvanın kanı akarsa o da zibh edilmiş olur. Ehli hayvanlarda zehirlenme yabanilerden daha fazladır. Çünkü onlar daha sert hareket etmekte, daha temiz havada yaşamaktadır. Dolayısıyla o hayvanların zibhe olan ihtiyaçları daha azdır.
Buradan şu soruya da cevap bulabiliriz: Evcil hayvanları, mesela firar eden danayı bir ayıya yakalatsak ve o da yaralasa caiz midir? Yahut kurşun sıktık ama ölmedi, sonra onu kestik. Yukarda sayılan hayvanlara kıyas ederek bunların etlerinin yenmesi caiz olmayabilir.
مُكَلِّبِينَ
(MuKalLiBiYNa)
“Mükellibin olarak.”
“Kelb” kelimesi fiil olarak getirilmiştir. “Teklib etmek” köpekleştirmek anlamındadır. Burada teklib edenler kurallı çoğul getirilmiştir. O halde av köpeklerini eğitme topluluğun işidir. Özel eğitim yerleri tesis edilecek ve onlar eğitilecektir. Onlara diploma verilecektir. Bugün av köpekleri çok önemli hizmetlerde istihdam edilmektedir, polisiye ve deprem hizmetlerinde kullanılmaktadır. Kuvvetli koku alma hassaları nedeniyle esrar veya afyonu keşfetmektedirler. Demek ki ehliyetsiz eğiticilik yeterli değildir.
Genel eğitimin bir kuralını burada da buluyoruz. İnsanlar köpeklerini istedikleri gibi eğitebilirler. Ancak onun av köpeği olduğu ve ne gibi işler başardığı ile ilgili bir imtihan merkezi olacak. Orada imtihan edilecekler, ondan sonra onlara ehliyet verilecektir. Bu yalnız köpekler için değil tüm eşya için de geçerlidir. İmtihan veya kontrol sayesinde topluluğun damgasını alacaklardır.
Şimdi bu imtihanlar nasıl olacak, kim yapacak sorusu ortaya çıkar. Soruları kim hazırlayacak? Genel olarak iki türlü imtihan sistemi vardır.
Birincisi, bir dayanışma ortaklığının ehliyet verdiği ve kefil olduğu biri tarafından imtihan edilir ve ehliyet verilir. Sonra eğer zarar verse, ona ehliyet veren tarafından tazmin edilir. İmal edilmiş olan eşyalar da böyledir. Dayanışma ortaklığının kefil olduğu kimse kontrol eder, eğer bozuk çıkarsa o onun dayanışma ortaklığı tarafından tazmin edilir.
Dayanışma ortaklığının oluşması için o toplulukta ona belli sayıda kimsenin, en az oradakilerin yirmide birinin ortak olması gerekir. Böylece o topluluğun bir parçasını teşkil ettiği için onun verdiği ehliyet hepsinin verdiği ehliyet kabul edilebilir. Bu zayıf bir kabuldür.
İkinci imtihan şeklinde ise jüri tarafından imtihan edilir. Dayanışma ortaklıkları birer üye gönderir. Beşten az olmamak, yirmiden de fazla olmamak üzere uzman gönderirler. Bunlar imtihan ederler. Geçer-geçmez oylarını kullanırlar. Geçer oyu kullananlar bir tarafı, geçmez diyenler bir tarafı tutarlar. Geçer diyenler bir hakemi sıralama usulü ile seçerler, geçmez diyenler de bir hakemi sıralama usulü ile seçerler. Hakemler baş hakemi seçer. Hakemler gerekli soruları tevcih eder. Sonunda baş hakem kararını verir.
Bununla beraber bu imtihan da yeterli olmaz, bir dayanışma ortaklığı yetkilisinin buna kefil olması ve garanti vermesi gerekir. Bir av köpeği için böyle bir topluluğu görevlendirenler, insanlar için de elbette bunu isteyeceklerdir.
Demek ki imtihanda bir genel imtihan vardır. Orada taraflar ortaya çıkar. Hakemlere gidilir. Son olarak diplomayı veren yine bir dayanışma ortaklığı olmalıdır.
تُعَلِّمُونَهُنَّ
(TuGalLıMuNaHunNa)
“Onlara talim edersiniz.”
“Mükellibin” "allemtüm"deki “tüm”ün hâlidir. “Tuallimunehunne” ise hâlin sıfatıdır. Cümle hâle sıfat olmuştur. Topluluk talim edecektir. Topluluk neyi talim edecektir?
Ehliyet icma veya istişare ile sabit olacaktır. Köpeğin neleri bilmesi gerektiği toplulukça belirtilecektir. Bu talim edilecek şey hakkında internetten aldığım bir bilgiyi aktarıyorum. Öğretim yöntemlerini anlatmaya başlamadan önce, özellikle tekrar vurgulamak istediğim bir konu var. "Köpek eğitimine başlamadan önce, eğitmeyi düşündüğünüz köpeğinizin ırk, karakter ve cinsiyet özelliklerini iyi bilmeniz ve bu bilginizi, köpek eğitim bilginiz ile sabır, hoşgörü ve çare buluculuk yetenekleriniz ile birleştirerek köpeğinize eğitimi sistemli bir şekilde yüklemeniz gerekmektedir. Bu konulara azami dikkat gösterdiğiniz takdirde, mükemmel derecede eğitilmiş bir köpeğiniz olacaktır.
1. Sözlü Ödül: Köpeğimizin doğru yaptığı hareketler karşısında onun anlayacağı yumuşak ve teşvik edici söylenecek söz (Ör: aferin oğlum, güzel, good girl... gibi). 2. Fiziki Ödül: Yine köpeğimizin yaptığı doğru bir hareket veya verilen komuta uyması durumunda, köpeğimizin sevilmesinden hoşlanacağı bir bölgesine elimizle kısa süreli sevmek (Ör: Boyun altı...). 3. Yiyecek Ödülü: Köpeğimizin doğru bir hareketi yapması durumunda verilebilecek bir yiyecek maddesi. Bu ödül programı ihtisas eğitimlerinde (ağır görev köpekleri eğitimi) yaşlı ve inatçı köpeklerin eğitiminde kullanılmalıdır. Köpeğimizin ileriye dönük yemeğe olan hassasiyetini artıracağından ve dilenme huyunu alışkanlık haline getirebileceğinden normal eğitimlerde kesinlikle uygulanmamalıdır. Ödül programlarının doğru zamanda uygulanması, köpeğin eğitimindeki başarısında hayati önem taşır. Köpeklerimizin ırk ve karakter özelliklerine göre uygulamamız gereken ödül programlarının zamanlaması ile ilgili uygulanacak ödül zamanlamalarının (değişken aralıklı, sabit aralıklı... gibi), mantıklı bir şekilde ayarlamamız gerekir."
مِمَّا عَلَّمَكُمْ اللَّهُ
(MinMAv GalLaMaKuMu elLAHu)
“Allah’ın size öğrettiğinden talim edersiniz.”
Demek ki köpeklere ne öğretileceğinin icma veya istişare ile tesbit edilmesi gerekmektedir. Size talim ettiklerinden onlara öğreteceksiniz.
Eğitimde çok önemli husus vardır. Temel, ilk, orta, yüksek ve üstün eğitimler vardır. Burada öğrencilerin neler bileceği toplulukça icma ile sabit olmalıdır. Biz bunlara metin diyoruz. Yani matematik öğrenen bir lise öğrencisi ne öğrenmek durumunda olduğunu bilmelidir. Bunun için tek kitap hazırlanmalıdır. İmtihanların o kitaplardan yapılması gerekir. Bu icma ile sabit olan bilgileri içerdiği için hem kesindir hem de birleştiricidir. Yalnız icmaları öğretirsek bu da duraklatıcıdır. İlerletici, yeni bilgileri artırıcı değildir. İcmanın olması için önce içtihatlara gerek vardır. O halde içtihatlara da yer verilmelidir. Onların da öğrenilmesi gerekir.
Örnek olarak, test imtihanlarında icma ile sabit olan ve tek metinde yer alan bilgiler bütün talebelere sorulmalıdır. Onlardan tek cevap istenmelidir. Ayrıca seçecekleri mezhebe göre de kendi mezheplerinden sorular sorulmalı, onlara da oradan not verilmelidir. Bundan rasihler istisna edilirler. Rasihlere bütün mezheplerden soru sorulacaktır. Çünkü rasihler her söze kulak verip en iyisine uyma ilkesi dolayısıyla bütün mezhepleri bilmek durumundadır. Mezhep olabilmek için nüfusun yirmide birinin kabul ettiği bir görüş olmalıdır.
Burada “min” harfinin getirilmesinden anlaşılıyor ki, her köpeğe her şey öğretilmeyecek, farklı konularda ihtisas yaptırılabildiği gibi farklı derecelerle de imtihan edilebilirler. Yani derece ve ihtisas söz konusudur. İnsanlarda ehliyeti başlangıç, temel, ilk, orta, yüksek ve üstün olarak ayırıyoruz. Sonra da bunlar ihtisaslara göre meslekî dereceler alırlar. Köpekler ve diğerleri için üç mertebe olmalıdır. Başlangıç, temel ve ilk mertebelere kadar çıkabilirler. Bunlar ameli kısımdır. Ama orta, yüksek ve üstün mertebeler onlar için söz konusu olmamalıdır.
KÖPEK | İNSAN |
| 7 Başlangıç |
| 10 Temel |
0,5 | 12 |
1 | 15 İlk |
| 20 Orta |
2 | 24 |
| 25 Yüksek |
3 | 28 |
| 30 Üstün |
4 | 32 |
5 | 36 |
6 | 40 |
7 | 44 |
8 | 48 |
9 | 52 |
10 | 56 |
11 | 60 |
12 | 64 |
| 63 EMEKLİLİK |
13 | 68 |
14 | 72 |
15 | 76 |
16 | 80 |
İnsan yaşı ile köpek yaşı karşılaştırılmıştır
فَكُلُوا
(FaKuLUv)
“Eklediniz.”
Yukarıda “helal edildi” denmiş, burada “Fa” harfinden sonra “eklediniz” diye emir sigası getirilmiştir. Helal vücubu ifade etmediği halde, bir daha burada emir sigası ile eklediniz denmesi neyi ifade eder?
Bu helali haram etmeyinizi vurgulamaktır. İnce eleyip sık dokuyanlar şüphe vardır diye helali haram yapmağa kalkışırlar. Kur’an bu tür anlayışı reddetmektedir. Haramı helal yapmak veya helali haram yapmak caiz değildir. Bu sebepledir ki insanlığın icmalarına aykırı içtihatlar geçersizdir. Bir ülke içinde de o ülkenin rasihleri tarafından yapılan içtihatlar geçersizdir. İlde de o ilin fakihleri tarafından yapılan icmalara aykırı içtihatlar geçersizdir. Sonunda bir bucakta da o bucağın zakirleri tarafından yapılan icmalara aykırı içtihatlar geçersizdir.
Bununla beraber yukarıda talim ettiğiniz de helaldir demiştir. Tayyibata atfetmiştir. Tayyibat olmasa da habis olmadığı için av hayvanlarına veya makinelere yaptırılan şeyler helaldir.
مِمَّا أَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ
(MinMAv EaMSaKNa GaLaYKuM)
“Sizin aleyhinize imsak ettiklerinden.”
“Sizin aleyhinize imsak ettiklerinden” diyor. “Leküm” denmeyip “aleyküm” denmesinin sebebi, avlaması yeterli değildir, alıp getirmesi gerekmektedir. Sizin üzerinizde imsak etmesi gerekir denmektedir. Avı yakalayıp getirmeden kaçırsa ve o hayvan sonra ölü bulunsa, kan akmış olsa da yenmez. Ağzından kaçırmadan size ulaşması gerekir. Size getirip yanınızda bırakması yeterlidir. İmsak etmenin mânâsı budur.
“Min” teb’iz içindir. Av hayvanının da her tarafı yenmez, ancak helal olan kısımları yenir. Evcil hayvanlara kıyas edilerek onda ne yenirse avlanan hayvanda da o yenir.
Kur’an’da avlanmadan bu kadar uzun olarak bahsetmesi, bütün makinelerin ve otomatik araçların kullanılmasındaki meşruiyeti ifade etmek içindir. Makinelere ne yaptırsak meşru olur, bunun sınırını belirlemiş olmaktadır. Çağımızın fıkıh kitapları yazılırken bunların üzerinde durmak gerekmektedir. Kur’an’da zikredilen esaslar tasnif edilmeli ve oradaki hükümlere kıyas yapılmalıdır.
وَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهِ
(Va uÜKüRuv iSMa elLAHi GaLaYHi)
“Ve üzerine Allah’ın ismini zikrediniz.”
“Fa” harfinden sonra gelen “Ve” ondan sonrakine atfeder kabul ediyoruz. Yani parantez “Ve”lerde değil de “Fe”lerde açılır. Buna göre Allah’ın ismini zikretme kestikten sonra da caizdir demektir. Yani biri Allah’ın adını unutup bir hayvanı kesse, sonra yerken besmele söylese yine helal olur. Kesildikten sonra söylenen besmele de yeterlidir demektir.
Allah’ın ismini zikretmek, standartlara göre piyasaya sürmek demektir. Bugün bir yerde üretilen mal sonra dünyaya yayılmaktadır. Burada üretilen belki de Afrika’nın ortasında, Sibirya’nın kuzeyinde, Brezilya’nın güneyinde yenmektedir. Artık gelişigüzel mallar piyasaya sürülmeyecek, standartlaşacak, etiketlenecektir.
Bu nasıl sağlanacaktır.
Buradaki emir neyi ifade eder?
Cemaate emrediyor. Yüz hanelik semtlerde üretilen mallar torbalara konmakta ve ilçe laboratuarlarına gönderilmektedir. Orada genel hizmet kontrolörleri malların vasıflarını tesbit etmektedir. Yani torbalara konup üstünde içeriği yazılı etiketler yapıştırılır. Ondan sonra bölge merkezlerine gider, fabrikalarda tasnif edilir, birleştirilir, ambalajlanır, etiketlenir. Ondan sonra dünyaya pazarlanır.
Üzerine Allah’ın ismini zikredinin mânâsı böyle etiketlemektir.
Bugün hâlâ eti kesip canlı et olarak yemekteyiz. Kesimler kontrolle yapılacak. Din adamlarının besmelesi ile kesilecek. Sonra bunlar parçalanacak. Bozulmayacak hâle getirilip pazarlanacaktır. Et kurutulmaktadır. Pastırma veya sucuk yapılmaktadır. Kıyma yapılarak kavrulmakta yahut buzhanelere konmaktadır. Böylece standart hâle getirilecektir.
İşte, üzerinde Allah’ın ismini zikredin demek, topluluğun garantili etiketini yapıştırın demektir. “Fa” harfinden sonra bunun getirilmesi bu anlamı taşımaktadır. “Adil Düzen Anayasası” hazırlanırken bütün bunların yerine gelmesini sağlama amacı güdülmüştür.
وَاتَّقُوا اللَّهَ
(Va itTaQuv elLAHa)
“Ve Allah’a ittika ediniz.”
“Allah’a ittika ediniz” ifadesinde içtihat var demektir. Bütün bunlar yapılırken ittika ediniz, yani Allah’ın ismini zikretme şekli sizin içtihadınıza bırakılmıştır. En uygun etiketleme sistemi ne ise onu yapınız demektir. Burada Allah’tan haşyet edeceksiniz, yani vicdanınıza uygun davranacaksınız. Kurallar ona göre konacaktır, kurallar ona göre uygulanacaktır.
Kur’an’ın emirlerine dayanarak önce dayanışma ortaklıkları oluşturuyoruz. Sonra dayanışma ortaklıkları kooperatifler kuruyor. Genel hizmet ortaklıkları oluşuyor. Ortak nakliye ortaya çıkıyor. Kontrolörler ortaya çıkıyor. Kredileşme ortaya çıkıyor. Sonunda imalathanelerin ürettikleri mallar üzerine etiketler konuyor. Bu etiketlere dayanışma ortaklıkları kefil oluyor. Bütün bunlar yapılırken topluluğun hukuku korunuyor, sermaye değil de topluluk düşünülüyor. Üzerine Allah’ın ismini zikredin yani "yazın"ın mânâsı budur.
Bunlar kime emirdir, bunları kim yapacak?
Siz Adil Düden Çalışanları, bu satırları okuyanlar; nelerle görevli olduğunuzu hissediyorsunuz, değil mi? Gücümüz yettiğince buralara doğru adım atmaya çalışıyoruz.
Allah’a ittika ediniz, âlemlerin rabbi olan Allah’a ittika ediniz de hak ne ise ona göre amel ediniz demek olur.
إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (4)
(EinNA elLAHa SaRIyGu eLXıSABı)
“Allah hesabi süratli olandır.”
Harfi atıfsız getirilmiştir. İttikanın beyanıdır. Harfi atıfla gelmediğine göre âlemlerin rabbi Allah zikredilmektedir. Neden izhar edilmiş de izmar edilmemiştir?
İttika ediniz, O’nun şeriat kurallarına uyunuz anlamındadır. Burada ise daha geniş mânâ verilmiştir. Oradaki sorumluluğumuz uhrevi sorumluluktur. Buradaki hesap ise doğa kanunlarının sorumluluğudur. İttika ettiğimiz halde de dünyadaki sorumluluktan kurtulamayız. Bir kimse buğday ekeceğine hata ile arpa ekse tarlada buğday bitmez. Ama bu hatasından dolayı Allah’ın huzurunda sorumlu olmaz.
Buradaki “Allah” dünya ve âhiretin Allah’ıdır. Yukarıdaki “Allah” âhiretin Allah’ı olarak zikredilmektedir. Bu sebeple izhar edilmiştir.
Kur’an’ı çağımızın sorunlarını çözecek şekilde anlayabilmemiz için nerede olduğumuzu bilmeliyiz. İnsanlık Hazreti Adem’den başlayıp bugünkü uygarlığa ulaştı. Bu ulaşmada önce çoğaldı, yayıldı, dünyayı kapladı. Sonra birleşmeye başladı. Bucaklar oluşturdu, iller oluşturdu, ülkeler oluşturdu. Şimdi de insanlığı oluşturuyor. Tüm insanlık bir beden oluyor, tek canlı oluyor. Ülkeler, iller, bucaklar birer hücre mesabesinde.
İşte, Kur’an tüm insanları birleştiren ve tek ümmet yapan hükümleri getirmiştir. Ne var ki bundan 1400 sene evvel bugünkü teknoloji olmadığı için hukuken birlik sağlansa da coğrafi olarak sağlanamamıştır. Ancak bugün bu imkanlara ulaşmış bulunuyoruz. Kur’an’ın uygulama mânâsı bugün anlaşılır hâle gelmiştir.
İkinci nokta da şudur. Eskiden insanlar kendileri üretiyor kendileri tüketiyordu. 60 bin yıldır uygarlaşa uygarlaşa bugünkü seviyeye ulaşmıştır. Artık kimse kendi ürettiğini tüketmiyor. Ürettiğini satıyor, kendisine lazım olanı alıyor. Bunu artık tüm dünya pazarında yapıyor. Bunun başarılması için de bugünkü ulaşım ve haberleşmeye gerek vardır. Kur’an 1400 sene evvel nâzil oldu. 400 sene içinde yorumlandı, o günkü sorunlar çözüldü. Bin sene o günkü içtihatlarla yönetildi. Batı’ya tesir etti ve Batı uygarlığının oluşmasını sağladı. Batı’da gelişen teknoloji bugün Kur’an’ın uygulanmasına imkan sağladı.
Şimdi Kur’an yeni uygarlığı kuracaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-597/ADİL DÜZEN DERSLERİ-427 05 Şubat 2010
FAİZLİ SİSTEM VE SÖMÜRÜ SERMAYESİ
1980’lerde Almanya’da ilmî toplantılar yapılmıştı. Erbakan dünyanın en tanınmış ilim adamlarını davet etmiş ve onlara “Adil (Ekonomik) Düzen”i tebliğ etmişti. Almanya’da bulunan Ekonomi Enstitüsü yöneticisi Ninhaus da davetliler arasında idi: “Birinci gün konuşmalarında ben şimdiye kadarki bilgilerimle dinin bir ekonomik doktrini olacağını hiç zannetmezdim. Bugünkü konuşmanızda şöyle bir şeyi hissettim. Sosyalizmde faiz de kar da yasak, kapitalizmde ikisi de serbest. Sizin sisteminizde faiz yasak kâr serbest ilkesini getiriyorsunuz. Bu bir sistem olabilir.” Böylece İslâmiyet’in 1400 sene önce tarif ettiği sistemi daha ilk konuşmalarımızdan anlamış bulunuyordu. Bu zeki ve Almanların meşhur âlimi ile akşam üstü otele geldik. Arif Ersoy tercümanlık yapıyordu, görüşmemizi sürdürdük...
Onunla tartıştığımız konu şu idi.
Bir ülke düşünelim. Bu ülke gelişmiş, tam istihdamı sağlayan bir ülke. Fabrikaları var. Tarım alanları var. Teknolojisi var. Sağlam parası var. Ne var ki 1930’lar Almanya’sı gibidir. Dünyada başka ülkelerde yatırım imkanı yok. Çünkü ya bırakmıyorlar yahut onlar da gelişmiş ülke. Bu ülke hâlâ faizli ekonomiye devam ediyor...
Zenginler, parası olanlar bankalara yatırıyor, bankalar da girişimcilere kredi veriyor. Bankada sermaye sahiplerinin parası var. Yeni faizler de durmadan geliyor. Eğer ülkede hâlâ işsiz varsa, hâlâ yeter fabrika yoksa iş kolaydır. Bu gelen faizle yeni yatırımlar yaparsınız. Eğer dışarıda sermaye isteyen ülke varsa oraya yatırım yaparsınız. Ama ülkede herkes işe sahipse ne yapacaksınız?
Fabrika kuramazsınız, çünkü yeni fabrikaya işçi bulamazsınız. Ancak başka fabrikaların işçisine fazla para verir kendi fabrikanız katarsınız. O fabrika kapanır. Demek ki işçiniz olmadığı için yeni yatırım yapmazsınız. O halde ne olacak? Faiz sıfır olacaktır. Demek ki faizli sistem bir gün faize ortak bulamadığı için iflas eder.
Oysa sistem faiz üzerinde oturmuştu. Yani faizsiz kimse kimseye kredi vermiyordu. Bunun sonucunda yatırımlar duracak, üretim duracaktır.
Faizli sistem kendi kendisini ölüme götüren sistemdir.
Oysa faizsiz sistemde sermaye ekonomiye hakim değildir. Sermaye ekonominin aracıdır. Alettir. Ekonominin asıl hakimi Marks’ın dediği gibi emektir. Bunu Marks dememiştir. Kur’an’da çok açık şekilde ortaya konmuştur: “İnsan için emeğinden başka bir şey yoktur.”
Para/kredi emeğe verilmelidir. Emek varsa para da vardır, faizsizdir. Emek yoksa faiz de yoktur. Zengin olan, parayı kazanan bankada depolamaz, taşınmaz alır. Böylece üretime katkıda bulunmuş olur.
Merkez Bankası ne yapıyor? Kredi açıyor. Faiz alıyor. Piyasadan para çekilmesin diye daha fazla kredi açıyor. Enflasyon oluyor. Halkın elindeki paralar eriyor. Zenginlerin ise paraları artıyor. Sonuçta bugünkü işsizliğin kaynağı faizdir.
Ben bunu Ninhaus’a şema ile izah ettim.
Saat 11’lere doğru geliyordu... Baktı baktı... Söylediklerimi hemen anladı. Cevap vermeyince yorgunum dedi, sonra tartışalım dedi. Ondan sonra da görüşemedik.
*
Batı bu çıkmazlara girince yeni alanlar açmaya çalıştı. Önce Türkiye, İran, Pakistan gibi ülkelere sermayesini kaydırdı. Oralara yatırım yaptı. Japonya, Kore, Endonezya, Malezya gibi ülkeler bu sebeple gelişti. Ne var ki perde arkasında sömürü sermayesi var, bu sistemin geleceği karanlıktır.
Gelişmekte olan ülkeler bitince sermaye otlak bulmak için Sovyetleri yıktı. Kısa bir zamanda nefes aldılar ama sonra eski Sovyetler halkı toparlandı, yeniden canlanmaktadır. Sömürü sermayesi, sermayesine tutunacak dal bulamamaktadır. Deneme iyi sonuç vermedi. Bu sefer Çin’e başka türlü yaklaştılar. Fabrikaları Çin’e kaydıracaklar, ucuz işçilere ürettirecekler. Çin malı olarak kendisi dünyaya pazarlayacaktır. Dünyanın o malları alabilmesi için dolara ihtiyacı vardı. Bunu sağlamak için de sermaye mortgage (morgıç) kredileri vermeye başladı.
Bu sömürü düzeninde dünyadaki fabrikalar kapanacak, tarlalar orman olacak. Böylece sermaye tek işveren olarak dünyayı sömürmeye devam edecektir.
Türkiye’de tarım ve hayvancılık alanındaki gelişmeleri bir de bir de böyle değerlendirin…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-597/ADİL DÜZEN DERSLERİ-427 05 Şubat 2010
2011 SEÇİMİ VE YAPILMASI GEREKENLER
Önce dünya nereye gidiyor, ona bakmalıyız.
a) Avrupa’da iki büyük değişiklik vardır. Avrupa dinsiz uygarlığı kuracağını iddia etmiş ve laik bir düzen içinde gelişmeyi hedeflemiştir. Ancak demokrasi gereği Avrupa papalığa sahip çıkmış, ister istemez Avrupa Birliği dini birliğe dönüşmeye başlamıştır. Avrupa’daki ikinci büyük değişiklik sermayenin fitnesiyle İslâm düşmanlığı üzerine oturan Avrupa bugün İslâmiyet’le işbirliğine başlamıştır. Böylece Avrupa değişmektedir.
b) Eski Sovyetler çökmüştür. Gorbaçov din düşmanlığına dayanan Sovyetleri laik ülkeye dönüştürmeye çalışmıştır. Bugün eski Sovyet ülkeleri kapitalizme karşı ama İslâmiyet’e dost bir ülke hâline gelmiştir.
c) Çin eski baskı rejimini bıraktı, ABD’ye karşı Rusya ve Avrupa Birliği’nin yanında yer alıyor.
d) ABD de halk sermayeye karşı kafa tutmuş ve Müslüman bir zencinin oğlu Obama’yı seçmiştir.
Yani Türkiye’de “Adil Düzen” girişimi için dış dünya hazırdır.
*
Türkiye’de ise;
a) Halk AK Parti’yi iktidara getirirken eski Milî Görüşçü ve Adil Düzencidirler diye getirmiştir.
b) Türk ordusu Milli Görüşsüz işlerin yürüyemeyeceğini anlamış ve Millî Görüş Hareketi’nin ikinci kadrosunu iktidar etmiştir.
c) TÜSİAD yöneticileri seçimden sonra ABD’ye gitmiş, orada umduğunu bulamayınca Millî Görüş ikinci kadrosuna teslim olmuştur.
d) Üniversite adım adım yola gelmektedir. Yargı seçimde “Adil Düzen”in yanında yer almıştır.
*
Biz İstanbul Akevler olarak kesintisiz “Adil Düzen” için hazırlık yapmaktayız. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” hazırlanmıştır. “Adil Düzene Göre İşsizliğin Çözümü” üzerinde çalışılıyor. Yakında ortaya konacaktır. Bu arada bir uygulama örneğini de verme ümidindeyiz. İzmir Akevler de yeniden hareketlenmiştir.
Bütün bunlar “Adil Düzen”in yurt çapında uygulamaya başlama zamanının gelmiş olduğunu göstermektedir. “Kad cae eşratuha” âyetini okuyabiliriz.
Bizim varsayımımız doğru ise yani günü gelmişse bu seçimde sürpriz olacaktır.
AK Parti yüzde elliden daha fazla oy alacaktır, Saadet Partisi de barajı geçecektir.
Saadet Partisi mensupları Erbakan’la heyecan bulmuşlardır. Her kapıyı çalacaklarmış. Ellerinde neleri var da götürecekler. Oy dilenmek için değil, anlatmak için “Adil Düzen”i anlatmak için her kapıyı çalmalıdırlar. Olsun, çalarlarsa varlıklarını göstermiş olurlar. Onlar “Adil Düzen”den bahsetmeseler de halk başka bir şey anlamaz.
*
Millî Görüş hiçbir engel kalmadan Meclis’e gelmiş olacaktır.
Ondan sonra ne olacaktır?
İki yol var.
Her iki parti anlaşır, Akevler ile işbirliği yaparak “Adil Düzen”i getirmek için çalışırlar. Akevler’siz “Adil Düzen”i getirmeye uğraşmak Cebrail’siz İslâmiyet’i yayma demektir, Kur’an’sız İslâmiyet’i yayma demektir. Ne yazık ki bugün dünyada Akevler’den başka Kur’an üzerinde günümüzün sorunlarını çözmekle kimse meşgul değildir. Okumadan allame olmak isteyenler var. Bu belki dinde olur, onu bilemem ama dünyada alın teri dökmeden bir şey elde edilemez. Akevler’den uzak kalmak demek Kur’an’dan uzak kalarak laik kafa ile dünyayı idare etmeye kalkışmak demektir. Akevler dışında dünyada İslâm düzeni üzerinde çalışan varsa biz oraya hicrete hazırız. Yoksa biz varız, çalışmak isteyenler bize hicret etmelidirler.
Akevler mensupları milletvekili olmak istemiyor, bakan olmak istemiyor. Sadece hazırlamış olduğu Anayasa ve işsizlik yasalarının AK Parti ile Saadet Partisi’nin dinlemesini istiyor. Anlamalarını istiyor. Sonra devlet olarak iktidardan bir şey istemiyor.
*
Evet, yarın Meclis’te Millî Görüş iki parti ile temsil edilecek. Bunlara “Adil Düzen”i artık uygulayın denecektir. MHP ve Halk Partisi (CHP) oylarını kaybetmiş çıkacaklar. Meclislerde onların da yer almalarını isteriz. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a mektup yazdım. Halk Partisi (CHP) cevab olarak Baykal’a iftiralar atarak uzaklaştırdı. Şimdi MHP’ye de mektup yazıp gönderdim. O da olmayacak ama...
Eğer AK Parti ve Saadet Partisi Meclis’te iken hâlâ Kur’an’ı sırt üstü eder de heva ve hevesleri ile devleti yönetmeye kalkışırlarsa, akıbetleri DP’dekilerin akıbetlerinden beter olacaktır. DP üç şehit vererek postunu kurtardı. Bunların kökleri kazınacaktır. Ben bunu kendiliğimden söylemiyorum, Kur’an’dan öğrenmiş olarak söylüyorum.
Bana Cebrail gelmiyor, içtihadımla söylüyorum. Hata etmem ve yanılmam her zaman mümkündür. Nitekim AK Parti için iki yıllık ömür takdir etmiş gibi yazdım, yanıldım. Ama 1970’lede bütün liderlere mektuplar yazarak 1960 benzeri müdahaleyi bekleyin dedim, 1980 müdahalesi aynen ortaya çıktı.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
Kapitalizm halkı futbolla uyutuyor
Reşat Nuri EROL
Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla yarım milyar lira veya dolardan (600 milyon) fazla para harcanmış; Galatasaraylılar çalışmasınlar, eğlensinler-eğlendirsinler, uyusunlar-uyutsunlar diye kocaman bir “stadyum” yapılmış… Sonra Başbakan stadın açılışına gitmiş ve ıslıklanıp yuhalanmış!.. Yuhalamışlar çünkü insanlar aç ve işsiz, sağlıksız ve hasta, mutsuz ve huzursuz... Başbakan Erdoğan da bu yuhalamalar, ıslıklar, protestolar karşısında stadyumu terk etmiş ve; “Balık bilmezse Halik bilir” demiş!..
Bize göre -yani başta Üstadıma, bendenize ve hepimize göre- de; her şeyi Halik bilir, elbette Halik bilir… Çünkü seni/sizi yani AKP zihniyetini orada yuhalatan Halik’tır, Allah’tır... Allah, bu yaptığın/ız/la yanlış yapıyorsun/uz demek istiyor; halkın parasını yanlış yere yatırıyorsun/uz demek istiyor...
İslâmiyet’te spor yapmak sevaptır, hattâ farzdır bile denebilir. Ama spor seyretmenin, futbol seyretmenin mânâsı yoktur; stadyumun sporla alakası yoktur. Spor stadyumda yapılmaz. Çıkarsın birlikte yürürsün, spor olur... Yüzersin, spor olur... Seyahat edersin, spor olur... Hattâ camiye gidip namaz kılarsın, ibadetin yanında spor da olur...
KİTLELER NASIL UYUTULUP SOYULUYOR? Peki, bugünkü futbol, stadyum ve seyir nerden gelmedir? Stadyum seyirciliği Yunanistan’daki çok tanrılı dinlerde vardır. Onlar arasında kavgalar, çatışmalar, savaşlar vardı. Tanrılar adına kulüpler oluşur, onlar kendi aralarında yarışmalar yapar; kendileri/kulüpleri yenince veya yenilince, güya tanrıları da yenmiş veya yenilmiş olurdu! Bugünkü bu futbolu, sporları ve bunların seyirciliğini kim icat etti? Kapitalizm yani tekel sömürü sermayesinin “iki” ama aslında “tek” hedefi vardır: İnsanları kendi kölesi gibi çalıştırmak ve eğlendirmek, böylece sömürerek yönetmek. İçki, kumar, eğlence vs ile insanları uyuşturur, onları da para ile yapar. Akşama kadar insanları işçi/köle gibi çalıştırır, sonra da her türlü uyuşturucu afyonu, eğlenceyi, seyri (stadyum seyirciliğini) en pahalı şekilde satar, sana verdiği parayı senin elinden alır! Stadyumlardaki futbol seyirciliği de işte bu uyuşturuculardan biridir.
AKILLI BİR BAŞBAKAN NELER YAPMALI? İşte; Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP zihniyeti, sömürü sermayesinin halkı uyutup ondan sonra aç bırakarak ve en sonunda onları sömürecek mekanizmalara milyarları harcamaktadır! Üniversitelerimiz ilim yapmıyor, sadece sömürü sermayesinin çözümlerine malzeme topluyor; yani insanları daha iyi sömürebilmek için tesbitler yapıyor, sonra onların sömürüsü için çözümler öğretiyor. Çare ve çözüm yok, sadece “aktarma” var. Akıllı bir başbakan bunu görür ve üniversiteler dışında ülkemizi muasır medeniyetin fevkine/üzerine çıkaracak ilim adamlarını toplar, bir “Bilginler Sitesi” kurar. Bin haneden oluşacak bu “bilginler sitesi” yüzer dairelik on apartmandan oluşur. Apartmanın alt katlarında işyerleri bulunur, bunları o bilginler işletir. Buranın üretimi ile gerekli gelir sağlanır. Her âlim için 50 bin lira ev, işyeri de bir ev kabul edilirse toplam 100 bin lira eder. 1000 âlim için 100 milyon eder. Görülüyor ki, stadyuma giden paranın beşte biri bile böyle bir ilim merkezini kurar.
ÇEKİLEN YUHALAR YANLIŞLARIN İKAZIDIR! Sayın Başbakanın dediği gibi “Halik bilir” tamam da… Siz “ilim” yerine eğlenceye, seyirciliğe, uyutmaya bu imkanları aktarırsanız… Halkı aç bilaç, sersefil, perişan, işsiz bırakırsanız… Açlıktan soygun yapan eşkıyaları üretirsiniz… Açlıktan ölen bebekleri üretirsiniz… Halik bunları yapan biri için; “Tayyip kulum, çok iyi yaptın, buyurun firdevs cennetine!” mi diyecek?!. İşte; -anlayanlara- stadyum açılışında çekilen yuh/ıslık bu yanlışların ikazı içindir. Sen yuhalayanlara değil, yuhalatana yani Allah’a bak ve ne demek istediğini anla! Mustafa Kemal ne diyor? “Elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir” diyor. Bu meşale başımızın üstündeki müsbet ilim meşalesi mi olacak? Yoksa, futbol mabedi(!) denilen stadyumda seyredilen ayak topu mu olacak? Karar sizin ama sonuçları da maalesef hepimizin! “Hak sillesinin sedası yoktur! / Bir vurdu mu devası yoktur!” (Devamı Var)
Kapitalizm, futbol, statlar, mabet ve;
“Futbol sen bizim her şeyimizsin!!!”
Reşat Nuri EROL
Mesele sadece bir stadyumla bitse biz de bir makaleyle bitireceğiz ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Beşiktaş stadı için izin bekleniyor, Trabzon stadı için deniz doldurulmaya başlandı bile; sonra diğer iller sıraya girecek… Galatasaray’a 600 milyon dolarımız gitti ya; Beşiktaş+Trabzon’a da 500+500 milyon diyelim, sonra diğer illere gidecek milyonlar!!! “İlim yuvalarına”, işsizliği bitirecek “işyerlerine” değil; ayda sadece bir-iki maçın bir-iki saat süreyle yapıldığı vahşi kapitalizmin afyonlarından futbol mabetleri stadyumlara!!!
İki minik haber/bilgi ile devam edelim…
Eyvah! Bir arena/stadyum/futbol mabedi(!) daha geliyor! Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Nafiz Özak anlatıyor: “Arena’yı Galatasaray ve Beşiktaş ortak kullansın” önerimize Başbakan şöyle yanıt vermiş: “Beşiktaş buna yanaşmaz. İnönü Stadyumu’na hep birlikte çözüm bulacağız!” 600 milyon dolarlık stadyum iki haftada bir boş kalacak!
Ben ‘HASTANE’ diye tutturdum, Başbakan ‘STAT OLACAK’ dedi!
Galatasaray stadının üzerinde bulunduğu arsaya hastane (Şişli Etfal Hastanesi) yapmak istediklerini, fakat Başbakan Erdoğan’ın stattan yana tavır koyduğunu anlatan Sağlık Bakanı Recep Akdağ, “Ben hastane konusunda çok direndim, ancak Başbakanımız, ‘TAMAMDIR, ORAYA STADYUM YAPACAĞIZ!’ dedi!”
“SAĞLIK TESİSİ” yerine “STADYUM” yani “FUTBOL MABEDİ”!!!
***
Galatasaray Ali Sami Yen Stadyumu’nun E5 karayoluna bakan yüzünde onlarca büyük panonun üzerinde tek bir cümle yazılmış: “FUTBOL SEN BİZİM HER ŞEYİMİZSİN!” Önceki yazımın başlığı “Kapitalizm halkı futbolla uyutuyor” şeklindeydi ve orada yazdıklarım ile bugün yazacaklarımı aslında bu bir tek cümle özetliyor: “FUTBOL SEN BİZİM HER ŞEYİMİZSİN!”
“Futbol cemaati ya da kapitalizmin muhteşem gölü” bu vesileyle geçen gün yazan Hüseyin Akın’ın yazısının başlığı. Yazının ilk paragrafı aynen şöyle: “Eğer bir takım için taraftarları o kadar iltifat cümlesi varken tutup da “SEN BİZİM HER ŞEYİMİZSİN” diyebiliyorsa ve eğer yöneticileri stada stat değil “MABET” demekte hiçbir sakınca görmüyorsa, tribünlerdeki cezbeye bir mantık aramaya kalkmak da beyhudedir.”
Yazıda çarpıcı gerçekler var: “Gölgede ve Güneşte Futbol” kitabının Latin Amerikalı yazarı Eduardo Galeano futbolun sadece futbol olmadığını yüksek sesle söyleme cesareti gösterenlerden, lafı hiç eğip bükmeden söylüyor: “Futbol ateisti olmayan tek dindir.”
Siyasiler belki de bu yüzden milyonlarca mensubu bulunan bu cemaate karşı ilgisiz kalmıyorlar. Şu sözü kim söylemişse gerçeğe tam doksandan isabet etmiş: “Futbol tarihin bize fırlattığı muhteşem bir şut değil, kapitalist anlayışın attığı bir goldür.”
***
Kapitalizmin halkı uyutma mabedi stadın yapımıyla sömürü bitmiyor, her maçta ve her yıl halkın milyonlarca lirası sömürülmeye devam ediyor. TT Arena’daki ilk maç ve genel sömürü rakamları şöyle: 43 bin 910 seyirci 1 milyon 142 bin TL hasılat! Yani maçı toplam 44 bin kişi izlemiş, toplamda seyirci geliri sadece tribünden 1 milyon lirayı aşmış, Ali Sami Yen Stadı’na nisbetle 7’ye katlanmış; bu rakamın derbi maçlarında 2.5 milyon lirayı bulması bekleniyormuş... Peki, gelir yani halkı sömürme sadece bu kadar mı? Elbette hayır!
Galatasaray işletmeciye verdiği kiralık yerlerden de önemli gelir sağlamış, Sivas maçının cirosu 1.5 milyon TL’ye ulaşmış. Galatasaray’ın toplamda 60 milyon dolar sömürdüğü 157 loca ve 4 bin 500 VIP koltuğun bedeli dahil değilmiş!.. Stattaki sömürü fiyatları şöyle: Sandviç 16 TL, Kola 8 TL, Çay 4 TL, Tavuk-Ayran: 15 TL, Sosisli 16 TL!!!
Bu sömürüye “sosyolojik ve bilimsel bir bakış” yapsak ne dersiniz? Gelecek yazıda…
Futbol seyret, başka şey görme!
Reşat Nuri EROL
Ne dedik? “Kapitalizm halkı futbolla uyutuyor” dedik... “Kapitalizm, futbol, statlar, mabet ve…” dedik... Aslında dünkü yazının başlığında “ve”den sonra “Futbol sen bizim her şeyimizsin!” cümlesi de vardı, uzunluğu sebebiyle çıkarıldı. Mantık şu: Kitleleri yani halkı uyutmak için “futbol, spor seyri, toplu müzik” vs kapitalizmin sömürü araçları olarak “her şey” hâline getirilmeye çalışılıyor. Simon Kuper’in dediği gibi “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir”. Öyleyse ne olduğunu bilimsel ve sosyolojik olarak anlayalım.
Bu satırların yazarı bendeniz, gençliğimde Türkiye, Almanya ve Arabistan’da öğrenci olduğum lise ve üniversite yıllarımda -futbol ve voleybol dahil- bazı takım sporlarını yaptım. Yapmakla kalmayıp takımlar kurdum; kaptan, antrenör ve amatör kulüp yöneticisi bile oldum, kulüp Türkiye şampiyonalarına katıldı. Sporun psikoloji ve sosyolojisini bilirim! Bildiklerim ve yaşadıklarım bir yana; bir akademisyenin bu alandaki çalışma ve görüşlerine bakalım.
Ege Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Yrd. Doçenti ve spor sosyologu Ahmet Talimciler, yüksek lisansını “Türkiye’de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi”, doktorasını ise “Türkiye’de Futbol ve İdeoloji İlişkisi” üzerine yapmış. “Türkiye’de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi” ve “Sporun Sosyolojisi, Sosyolojinin Sporu” isimli iki kitabı var. Spor Sosyologu Ahmet Talimciler’e göre; Türkiye’de futbol Cumhuriyet’in kuruluşundan beri ideolojik hedefler için kullanıldı, bu alanda en başarılısı da Turgut Özal’dı... Ahmet Talimciler, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın o ekolü devam ettirdiği görüşünde…
Spor Sosyologu Ahmet Talimciler’in görüşlerine bakalım: Türkiye’de insanlar hep şunu söylüyorlar, üç yere siyaset sokmayın: Camiye, kışlaya ve spora... Ama siyasetle spor iç içe geçen iki kurum, Türkiye’de daha başından itibaren bu böyle kurulmuş… Son olaya baktığımız zaman, ‘sadece bir spor tesisi yapmak istedik’ gibi bir şey söz konusu değil. Bunun altında bir takım siyasi amaçlar da söz konusu. Türkiye’de özellikle Turgut Özal’a kadar politikacıların futbola ilgisi alt düzeydeydi. Özal ile birlikte bu değişmeye başladı... Özal, Türkiye’de değil, yurtdışındaki maçlara da gitti, Türkiye’de ‘politik lig’ olan üçüncü ligin kurulmasını da sağladı... Futbolla siyaset ilişkisi öyle bir kökleşmeye başladı ki, o dönemde ANAP politikalarındaki ‘adam kayırmacılık’ ve ‘benim memurum işini bilir’ anlayışı futbola da sirayet etti. Türkiye’de olup bitenleri, Türkiye’yi futbol sahaları üzerinden okuyabilirsiniz... Özal’ın neo-liberal politikalarının en net uygulandığı alanlar içinde futbol en başta gelir ve Türkiye’de futbol başka bir yöne doğru kanalize edilmiştir…Amatörlükten profesyonelliğe, endüstriyel futbola geçişin ilk adımı Turgut Özal zamanında atılmıştır. Tayyip Erdoğan’ın o ekolü takip ettiğini, hattâ daha da ileri götürdüğünü görürsünüz... Çünkü Erdoğan’ın kendisi de futboldan gelen ‘futbolcu’ bir kişi...
Özellikle son dönemlerde bazı takımların bir hayli mesafe kat ettiğini görüyorsunuz. Kayseri, Kasımpaşa, Sivas... Bu takımların hepsi AKP’nin üst düzeyi ile çok yakından ilişkili olan takımlar... Eğer 30 yıl boyunca insanlara ‘al futbol sahalarıyla ilgilen başka şeylerle ilgilenme’ dediyseniz… Dünya futboluna bakınca İtalya, İngiltere ve Arjantin’de sınıfsal, İskoçya’da dinsel temelde bir ayrışma görürsünüz. İspanya’da Kral ve Katalanların takımı vardır ve Kral, protesto edileceğini bildiği için Barcelona stadına gidemiyor...
Siyaset mi futbolu, futbol mu siyaseti belirliyor? Türkiye’de 1980’lerden itibaren siyaset futbolu domine etmeye, kendi istediği şekilde döndürmeye başladı. 90’larda işin içine “medya” girmeye başladığında ise futbolun siyaset üzerindeki etkisi artmaya başladı. Yani önceleri siyaset futbolu kontrol eder haldeyken, bugün futbol siyaseti daha fazla belirlemeye başladı. Bu nedenle eskiden ‘Ben millî takımı tutuyorum’ diyen siyasiler, artık tuttukları takımları açıklıyor. Çünkü futbol taraftarı aynı zamanda seçmen ve böylece onlara mesaj veriyorlar...
Meselenin özü: Futbol seyret, başka şey görme, başka şeylerle ilgilenme! ‘Dizi seyret, başka şeylerle ilgilenme!’ gibi bir şey. Evet, “Futbol Asla Sadece Futbol Değil”.
Bakkallar Kanunu ve kooperatif
Canlılar hücrelerden oluşur. Topluluklar da birer canlıdır. Ekonomilerin hücreleri yüz hane civarındaki “semt toplulukları”dır. Bir semtin kalbi ise “bakkal”dır. Bakkalları ortadan kaldırdığımızda topluluğun hücrelerini öldürmüş oluruz. Halk ekonomisini tesis edeceksek, yani sosyalizm/komünizm ve kapitalizmin dışında bir hayat süreceksek, bu ancak bakkalları yaşatmakla mümkündür. Ne var ki bakkallarımız can çekişiyor, onlara acil destek vermemiz gerekiyor, derhal bir kanun çıkarıp bakkallarımızın kurtarılması gerekiyor. Çıkarılacak kanunda şunlar yer almalıdır.
1. 50 ile 100 hane arasındaki toplulukların birer bakkalları olacak. Köyde, kasabada ve kentte bu çaptaki her topluluk için bir bakkala ruhsat verilecek, ikinci bakkalın açılmasına izin verilmeyecektir.
2. Bir bölgede bulunan 100’e yakın bakkal bir kooperatif kuracak. On bakkalı bir yönetim kurulu üyesi temsil edecek. Bunlar sıralama usulü ile başkanlık yapacak. Sırasını devretmek caizdir. Kararlar ekseriyetle değil, istişareden sonra başkanlar tarafından alınacak ve yönetim kurulu üyelerinin başkanların kararlarına karşı hakemlere gitme yetkisi olacaktır.
3. Bakkal yeri ve bakkal yerinin üstünde bir daire/lojman/ev devlet tarafından yapılacak, bunlar bakkala ciro ile kiraya verilecek. Bakkalın kapısına zil konacak, müşteri (acil bir durum sebebiyle) gelip zili basıp bir şey istediği zaman gece yarısı da olsa açacak. Bakkal ailece işletilecek, sabah 06’da açılacak, akşam 24’te kapanacaktır.
4. O semtte bakkallık yapmak isteyenleri o semtin halkı sıralama usulü ile bizzat kendileri seçecekler. Herkes talip olanları sıralayacak, bir talibin aldığı sıranın tersleri toplanarak dereceleri bulunacak. Bakkal ve lojman ona yani ilk sırayı alana kiralanmış olacak, kira cirodan bir pay olacaktır.
5. Bakkalın denetimi ciro ile yapılacak. O çevredeki bakkalların orta ciroları bulunacak. Bir bakkalın cirosu orta cironun altına düşerse o bakkaldan o işletme alınacak, başkasına devredilecek. Yeniden sıralama yapılacak yahut eski bakkala verilecektir.
6. Kooperatif bir ortak dağıtım ambarı kuracak ve ortak nakliye oluşturacaktır. Bakkallarda malının satılmasını isteyen konsinye olarak bu ambar/mağazaya koyar, fiyatını o belirler. Bakkallara bilgi verilir. İsteyen bakkal istediği malları sipariş verir. Mallar konsinye satılır. Satıldıkça parayı mağazaya öder. Mağaza da mal satacaklara öder.
7. Semt sakinlerine onlardan gerekli teminatı alarak kredi açar, bakkallar ancak bunlara veresiye verebilirler, kendileri veresiye vermezler. Bakkallarda yalnız konsinye mallar satılır. Bakkal satılan mallardan % 4 kira alır, % 4 bakkalın olur, % 2 de kooperatif geliri olur; böylece % 10 ile satışlar yapılır.
8. Vergi mükellefi yalnız kooperatiftir. Bakkallar, nakliyeciler ve merkez mağazada çalışanlar kooperatif tarafından asgari sigortalanırlar. Mal satanlar kooperatife mal satmış olurlar. Kooperatif onlara fatura keser. Konsinye koyanlarla pazarlık yapılarak belli yüzde ile mal satılır. Mağaza/ambar kasa bulundurur.
9. Vergi kooperatifin cirosundan bir yüzde olarak alınır, KDV ve kurumlar vergisi bu yüzdeye dahil edilir. Bütün vergiler merkez mağazası tarafından ödenir. Bakkallar, nakliye, mağazada çalışanlar ve halk ayrıca herhangi bir vergi ödemez. Bunlar defter tutmak ve vergi beyanında bulunmak zorunda değildirler.
10. Mağazaya mal satan tüccarlar, mağazada ve nakliyede çalışanlar, bakkallar ve müşteriler arasında çıkacak her türlü ihtilaflar kooperatif hakemlerince çözülür.
Kooperatif bir bankada hesap açar. Mal satan tüccarlar, bakkallar, çalışanlar, müşteriler kooperatifin ortak hesabına paralarını yatırıp çekerler. Banka kooperatiflere mevduatları nisbetinde kredi açar. Bu krediler ve mevduat faizsizdir. Böyle bir kanunla kurulacak kooperatifler sayesinde yalnız bakkallar kurtulmayacak; kayıtsız ekonomi, veresiye, pazar, aşırı kâr sorunları da çözülmüş olacaktır. Bu hususta daha fazla bilgi edinmek isteyenler bizimle özel irtibat kurabilirler...
Türkiye nasıl dünya ekonomi merkezi olacak?-1
Reşat Nuri EROL
Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu!!! Mısır, Tunus, Cezayir, Fas, Moritanya, Sudan, Ürdün, Umman, Yemen, Suudi Arabistan, Arnavutluk’ta gelişme ve ayaklanmalar; insanlar açlıktan, işsizlikten, yokluktan, yoksulluktan bunalıp kendini yakıyor!!! MISIR’da onlarca ölü, binlerce yaralı!!! İnsanlar ve ülkeler yanıyor, insanlık “zalim” dünya düzenine “adil” bir alternatif arıyorken; “Adil (Ekonomik) Düzen”e ne dersiniz?
***
Takriben on bin sene evvelinde insanlar avcılık ve çobanlık dönemlerinden tarım dönemine geçtiklerinde önce tek çeşit ürün ekmeye başladılar... Sonra birileri değişik ürünler ekmeye başladı...Sonra bunlardan bazıları bazı yeni ürünleri üretti...
Sonra çapa gibi kara saban gibi şeyleri herkes üretemediği için meslekler farklılaşmaya başladı... Bu farklılıkları ve farklı üretimleri paylaşmak için pazarlar kuruldu... Sonraları ticaret daha da gelişti...
Çağımız dünyasında hâlâ bu tarım dönemi gelişmesi ve uygarlaşması yani o dönemdeki üretim anlayışı devam etmektedir. Biri bir malın pahalı olduğunu görünce onu üretmektedir. Ne var ki bu işi ancak büyük sermaye başardığı için “üretim tekelleri” oluştu.
Eskiden kimin ne üreteceğine, kimin ne tüketeceğine piyasa karar veriyordu, fiyat karar veriyordu.
Şimdi ise “serbest piyasa” oluşmadığı için “tekel sermayeler” (kapitalizm) veya “devlet” (komünizm, sosyalizm) karar veriyor. Ancak bu merkezler halkın ihtiyaçlarını tam olarak bilemedikleri için neyin üretileceğine, neyin üretilmesi gerektiğine doğru planlayıp karar veremiyorlar. Merkezdekiler çalışanların ve üreticilerin imkanlarını bilinmesi gerektiği şekilde bilemedikleri için de kimin neyi üreteceğine karar veremiyorlar.
Çağımızın en önemli sorunlarından işsizliğin asıl kaynağı ve sebebi de işte budur.
İşsizlik çok önemli bir sorun olarak var olmaya devam ettiğine göre, bu sorunun çözümü üzerinde durmalıyız. “Adil Ekonomik Düzen” bu sorunu nasıl çözmektedir?
Çağımız planlama ve düzenleme yapma, düzen/sistem kurma çağıdır. Önce planlama yapılarak işyerleri inşa edilmektedir. Tarım alanındaki tarım arazileri parsellenip bir aileye yetecek parseller hâline getirilmeli, her türlü üretim sektöründe imalathaneler inşa edilmelidir. İkinci kademede imalat yapmak isteyenlere “dayanışma ortaklıkları” tarafından “teminatlı belge” verilmeli, ‘bu adam şu işi yapabilir’ denen belge/sertifika verilmelidir. Eğer o iş tek başına yapılamıyorsa, o işi yapanlar bir araya geliyor ve “ortaklık” kuruyorlar, “üretim kooperatifi” kuruyorlar.
Bu sorunun çözümü için “ambarlar/depolar” yapıyoruz. Gerek “ham madde”, gerek “ara madde” ve gerek “mamul madde ambarları/depoları” tesis ediyoruz...
Ambarcılık/depoculuk yapana burasını ciro üzerinden kiralıyoruz...
Gelen malları alacak, isteyenlere satacak. Sermayesi faizsiz, bizden...
Bilgisayar ve programı var; fiyatı o koyuyor, değiştiriyor, ayarlıyor...
İnternette fiyatları yayınlıyor. Üretici akşam üstü bakıyor; ham maddesini kaça alacağına, hangi tezgahta ne imal ederse ve hangi ambara verirse en karlı iş yapmış olacağına akşamdan karar veriyor, ertesi günü onun üretimini yapıyor.
Ambardaki fiyatları bilgisayar stok durumuna göre hesaplayacağından az olan mallar pahalıdır, o mallar öncelikle imal edilir; çok olan mallar ucuzdur, o mallar imal edilmez, aksine fiyatları ucuzlatılarak çok tüketilir.
Böylece ambarlar daima yarıya kadar dolu kalır.
Mallar doluluk oranına bakılarak ona göre imal edilir.
Üretim-tüketim planlaması ve dengesi bu şekilde sağlanır.
Malı ürettik, depoladık, sattık; bundan sonrasında nakliye sorunu önümüze gelir. Gelecek yazıda bu sorun üzerinde duralım ve “Adil (Ekonomik) Düzen”i tamama erdirelim.
Türkiye nasıl dünya ekonomi merkezi olacak?-2
Reşat Nuri EROL
Üretim için “dayanışma ortaklıkları” kurduk, “teminatlı belge” verdik, “bu adam şu işi yapabilir” denen “belgeyi/sertifikayı” verdik. O iş tek başına yapılamıyorsa, o işi yapanlar bir araya geliyor ve “ortak üretim işletmesi” kuruyor, “üretim kooperatifi” kuruyorlar. Depolama sorununun çözümü için “ambarlar/depolar” yaptık; “ham madde”, “ara madde” ve “mamul madde ambarları/depoları” tesis ettik. Depoda bilgisayar ve programı var; fiyatı o koyuyor, değiştiriyor, ayarlıyor... Ambardaki fiyatları bilgisayar stok durumuna göre hesaplayacağından az olan mallar pahalıdır, o mallar öncelikle imal edilir; çok olan mallar ucuzdur, o mallar imal edilmez, aksine fiyatları ucuzlatılarak çok tüketilir. Üretim-tüketim planlaması ve dengesi bu şekilde sağlanır. Malı ürettik, depoladık, sattık; bundan sonrasında ulaşım/nakliye sorunu önümüze geliyor. Bugün de bu sorun üzerinde duralım…
Evet, üretimi gerçekleştirdik ve depoladık.
Şimdi ikinci sorun çıkıyor: -Üretilen mal tüketim yerine nasıl ulaşacak?
Bunun için “merkezî büyük ambarlar/depolar” oluşturulur. Örnek olarak semtte bir malın ambarı varsa, ilçede de aynı malların ambarı vardır. İlçedeki ambarda mal azalırsa pahalanır, tüccarlar ilçe ambarlarına götürürler, çoğalırsa onun üretimi durur. İlçelerdeki ambarlar bölge ambarlarına bağlıdır. Bölgedeki ambarlar dünyadaki bütün ambarlarla irtibatlıdır. O halde nerede bir mala ihtiyaç varsa dünyanın diğer yerlerinde imal edilir.
***
Bu sistemde tüccarlar ortadan kalkmıyor, sadece kârlı gördükleri yeri belirliyor ve alıp satıyorlar. Bilgisayar ve internet aracılığıyla haberleşme ve anlaşmalar yapılmış oluyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, bir ambarda mal azalmışsa orada fiyat yükselmiştir, hangi ambarda çoğalmışsa orada da fiyat düşmüştür. Mal oradan oraya hareket edecektir.
Azalma azsa uzaktan gelmez, komşu ambarlardan alınarak ihtiyaç karşılanır. Yani bir ambardaki ihtiyaç komşu ambarlardan bölüşülerek karşılanır. Eğer toptan bir azalma veya artma varsa ona göre ithalat veya ihracat yapılır.
Bu şekilde ilçelerde, illerde, bölgelerde, ülkelerde, kıtalarda oluşturulmuş “Kooperatif Ambarları/Depoları” sayesinde dünya hem tek pazar hâline gelmiş, hem de herkese aş ve iş bulunmuş olacaktır.
Üretim sektöründen artan emekler ise inşaat sektörüne aktarılacaktır.
Bir örnek verelim: Diyelim ki Doğu Karadeniz bölgemizdeki bir ilimizin bucağında fazla emek vardır. Burada inşaat yapılacaktır. Ne var ki inşaat yapmak için inşaat malzemesini almak zorundadır. Buradakiler bal üretir satar. Diyelim ki dünyanın uygun bir ülkesine bal gider, oradan da gerekli inşaat malzemeleri gelebilir. Bütün mesele karşılıklı olarak fiyatların uygun olması, ulaşımın sağlanması ve karşılıklı alış-verişin gerçekleşmesidir.
***
Bu sistemde tamamen “serbest ekonomi düzeni” sağlanmıştır. İşçiler patronların emrinde değil, doğrudan bilgisayarların emrinde olurlar. Tüccarlar da tekel oluşturmazlar ama ticaretlerini oturdukları yerden yapabilirler.
Bu sistemin uygulamasını nasıl yapacağız?
İstanbul’da, diğer illerimizde, ilçelerimizde, bucaklarımızda, köy ve kasabalarımızda “kooperatifler” kuracağız. Önce “bakkalları” (daha önce bu konuda yazdığımız yazılara bakınız) ortak edeceğiz, bakkallarımıza yeterince mal temin edeceğiz, onlar satacaklar. Buralarda mal satmamız için üreticilere sipariş vereceğiz, “Kooperatif Ambarları/Depoları” üretilen mallarla dolacak. Böylece önce İstanbul’da ve diğer illerimizde bu sorunu çözeceğiz... Sonra ilçelerimizde, bucaklarımızda, köy ve kasabalarımızda çözeceğiz… Böylece bütün Türkiye’de bu sorunu çözeceğiz… Sonra dünyada çözeceğiz… “Adil (Ekonomik) Düzen” mucizesi işte budur… İstanbul ve Türkiye, işte bu şekilde dünyanın ekonomi merkezi olacaktır… Ve’s-selâm…
Pendik Siyaset Okulu ve Adil (Ekonomik) Düzen
Reşat Nuri EROL
Ortadoğu diktatörlük ve baskı rejimlerinin oluşturduğu yokluk, yoksulluk, açlık, işsizlik ve adaletsizlik sonunda “sosyal patlama ve depremlere” sebebiyet verdi... Bu depremler ülkeden ülkeye sirayet etmeye devam edecek... Aslında bu deprem, bu köşede hep hatırlattığım “sosyal tufan”ın küçük bir parçası... Sadece Türkiye ve Ortadoğu değil, bütün dünya ülkeleri “sosyal tufan” ile iç içe yaşıyor ama körelmiş gözler görmüyor, sağırlaşmış kulaklar duymuyor, basiretleri bağlanmış beyinler algılayıp anlamıyor...
Sosyal tufana karşı yapılması gereken belli: Önce “sosyal gemi”yi inşa ederek hazırlık yapılmalı… Bilahare, tufan sonrası için “III. Milenyumun Medeniyet Projesi” hazırlanmalı… İşte, bütün mesele, kırk yıldan beri hazırlamakta olduğumuz bu “Adil (Ekonomik) Düzen Medeniyet Projesini” görmek, anlamak, kavramak ve uygulamak…
“Oku!” emrinin muhatabı olan bir inancın mensuplarıyız, hem de sadece okul dönemlerinde değil, beşikten mezara kadar. Dolayısıyla bunun gereğini hayatımızın her devresinde yerine getirmekle mükellef bulunuyoruz. Hayatımızın ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî bütün alanlarında okumayı ve çok yönlü okullaşmayı ihmal etmememiz “farz”dır.
***
Seçim atmosferine girmiş bulunuyoruz. Zaman kısıtlı. Bir taraftan sürekli okuyup çalışarak yeniden şuurlaşmak ve çelikleşmek, diğer taraftan öğrenilenleri ve bilinenleri halka ulaştırmak için çalışmak gerekiyor. Saadet Partisi Pendik Teşkilatı bu amaçla İlçe Başkanlığı olarak, Siyasi İşler Sorumlusu Mahmut Kılıç’ın koordinatörlüğünde, on haftalık -örnek alınası- bir “Siyaset Okulu” açmış. Geçtiğimiz iki haftanın iki gününde, işte bu okulda “Adil (Ekonomik) Düzen Dersleri” verdim. Toplam olarak dört dersimizde, genel olarak “Adil Düzen” ve özel olarak “Adil Ekonomik Düzen” üzerinde durduk. Koordinatör Mahmut Kılıç dokuz soru hazırlamıştı, o soruların cevaplarını vermeye çalıştık.
1. Genel Anlamda “Adil Düzen” nedir? 2. “Adil (Ekonomik) Düzen”de devlet ekonomik sistemin neresindedir ve gelirlerini nasıl elde eder? 3. “Adil Düzen”de vergi sistemi nasıldır? 4. “Adil Düzen”de işsizliğe çözüm nasıl gerçekleşir? 5. “Adil Düzen”de devletin üretim için müteşebbise kredi ve imkan sağlama sistemi nasıldır? 6. “Adil Düzen”de enflasyon nasıl seyreder? 7. “Adil Düzen”de ihracat ve ithalat dengesi nasıldır? 8. “Adil Düzen”e geçilirse, mevcut iç ve dış borçlar nasıl ödenecek? 9. “Adil Düzen”e geçilirse, ekonomik anlamda tahmini ne kadar sürede “Yaşanabilir Bir Türkiye” oluşturulabilir?
Bu cevapların bir kısmını sizlerle paylaşabiliriz.
***
Yazımın başında, Türkiye dahil, Ortadoğu ve dünya ülkelerindeki genel “sosyal sıkıntılardan” ve zaman zaman bunların oluşturduğu “sosyal patlama ve depremlerden” söz ettim. Bunların asıl kaynağının bütün dünyada var olan “zalim düzenlerin sebebiyet verdiği sosyal tufan” olduğunu, -bu köşede hep yaptığım üzere- bir defa daha hatırlattım. Kapitalizm ve liberalizm can çekişiyorken, komünizm ve sosyalizm zaten tarihe gömülmedi mi? Bu durumda biricik çare ve çözüm “Adil (Ekonomik) Düzen” değil mi? Bugünlük, yukarıdaki sorulara iki kısa cevap. Dokuzuncu sorunun cevabında, gerekçeleri açıkladıktan sonra diyoruz ki: Bu uygulama örneği gerçekleştirilerek, on yılda Türkiye “Adil Düzen”e geçmiş olur, yüz yılda da dünyada “Adil Düzen”e geçmeyen ülke kalmaz kanaatindeyiz. Herkes, “Ben Adil Düzen’in gelmesi için ne yapıyorum?” diye sormalı...
“Adil Düzen’de enflasyon nasıl seyreder?” sorusunun cevabı: “Adil (Ekonomik) Düzen”de enflasyon diye bir şey yoktur. Çünkü “Adil (Ekonomik) Düzen”de karşılıksız para çıkmaz. Para olarak karşılığı olmayan arz edilmiş bir değer de yoktur. Normal arz ve talep kanunları eksiksiz çalışır. Zaten “Adil (Ekonomik) Düzen”in asıl üstünlüğü de buradadır.
İşsizliğe çözüm başta olmak üzere, diğer bazı cevaplar üzerinde de duracağım…