1967...1968...1969....AKEVLER 44 YILDIR ÇALIŞIYOR....2009...2010...2011
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 593
“ADİL DÜNYA DÜZENİ III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
Haftalık Seminer Dergisi; 593. Hafta 08 Ocak 2011 Fiyatı: www.akevler.biz’e tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
“ADİL DÜZEN” UYGULAMALARI YAPMAK İÇİN BİZLERE DANIŞABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 593. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz: Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
MERKEZ BANKASI-2
Başbakan (İŞSİZLİĞE ÇÖZÜMÜ) görüşmüyor!!!
FEHMİ KORU
***
*ÜSKÜDAR SEMİNERLERİ; 143. SEMİNER
Her Hafta ÇARŞAMBA akşamı; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SOHBET… SEMİNER… SORULAR-CEVAPLAR…
***
İşsizliğe Çözüm(1): Vakıflar Bankası
İşsizliğe Çözüm(2): Adil Ekonomik Düzen’in yararları
İşsizliğe Çözüm(3): Adil Ekonomik Düzen’in diğer yararları
İşsizliğe Çözüm(4): Bir banka, grup, cemaat sorunu çözer
“Adil Ekonomik Düzen” işte budur
Tarım, kapitalizm, sosyalizm ve karma ekonomi
Reşat Nuri EROL
***
MAİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 1
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَوْفُوا بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُمْ بَهِيمَةُ الْأَنْعَامِ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ (1)
Maide Sûresi Medine sûrelerindendir.
Kur’an’daki sûreler şu şekilde tasnif edilmiştir.
Fatiha ayrı sûredir, Kur’an’ın fihristidir, 112 harf vardır. Ayrıca “ihdi”deki “y” harfi hazf olunmuştur. Onunla 113’tür, tevbeye tekabül eder. “Elhamdü”deki “elif” sûrenin başı olduğu için o da okunan vasıl hemzesidir, Fatiha’nın kendisine tekabül eder.
1- Büyük Kur’an 112 Besmeleli ve bir Besmelesiz sûreden oluşur. 112 sayısı 7*16’dir. 16 sayısı dört dörtlük bir sayıdır.
2- Büyük Kur’an’ın içindeki sûreler üç gruba ayrılır. İlkin 64 (Tevbe ile 65) uzun sûreler gelir. Sonra onun yarısı 32 orta sûreler gelir. Sonra onun yarısı 16 kısa sûreler gelir.
3- Uzun sûreler de dörde ayrılır.
a) 4 adet 2’li sûreler,
b) 4 adet 3’lü sûreler,
c) 4 adet 7’li sûreler,
d) 1 adet 10’lu sûre; bunlar 58 sûre eder.
Üçlü yediler arasında bir 3+4 sûre var, toplam tevbe ile 65 sûre eder.
Tevbe’yi çıkarırsanız 64 eder.
1+[(4*2+4*2+7+4*7+10-1)+32+16]=114-1-1=112=7*16
Maide Sûresi ilk sekizli grup içindedir.
Sekizli grup da şöyle tasnif edilir.
A- Şeriatın hükümlerini ortaya koyar. İkiye ayrılır.
1- Eskilerle ortak olan şeriatı ortaya koyar.
a) Bakara; Tevrat’a, Hazreti Musa’ya ve İsrail oğullarına ağırlık verir. “ELM” ile başlar, Medine sûresidir.
b) Âli İmrân; İncil’e, Hazreti İsa’ya ve Hıristiyanlığa ağırlık verir. “ELM” ile başlar. Medine sûresidir.
2- Yeni şeriatı ortaya koyar.
c) Nisa Sûresi. Tüm insanlara hitap eder. “Ey nâs” diye başlar. Medenîdir (Medine).
d) Maide Sûresi; “Ey iman edenler” diye başlar. Mü’minlere hitap eder. Medenîdir.
B- İslâm düzeninin, barış düzeninin nasıl geleceğini anlatır. İkiye ayrılır.
1- Devlet aşaması öncesinde yapılacaklar.
a) En’âm Sûresi. Davetin şeklini anlatır.
b) Âraf Sûresi. Katılanların dayanışmasını anlatır.
2- Devlet aşaması sonrasını anlatır.
a) Enfal Sûresi. Savaş durumundan bahseder.
b) Tevbe suresi. Savaş sonrası cihattan bahseder.
Şimdi Maide Sûresi’nin Kur’an’daki yerini daha net görüyoruz. Siyasi organizasyondan bahsetmektedir. Yani nasıl teşkilatlanacağız? Konusu “anayasa”dır.
Bakara Sûresi’nde uzun uzun anlatılan hususa burada işaret ederek âyetlere geçelim.
İnsanlık Hazreti Nuh’tan önce şeriatla değil kişi yönetimleriyle yönetildi, bir kabile seviyesinde yönetildi. Bin hane civarındaki halk kendilerini tanıyan başkanın takdirleri ile yönetiliyordu. Mezopotamya’da sulama barajları yapıldı, tarımda çok yüksek verim elde edildi, halk oralara göç etmeye başladı, kentler oluştu. Artık “kabile başkanlarının yönetimi” yerine “kurallarla yaşama” zorunluluğu doğdu.
Bu döneme “şeriat dönemi” diyoruz.
Başlangıçta şeriatı peygamberler ve krallar kendileri koyuyordu.
Şeriat Allah’ın kitabı olarak Tevrat’la gelmeye başladı.
Devleti kurma ve insanlığa uygarlığı getirme görevi İsrail oğullarına verildi.
Kur’an’dan sonra bu görev bir ulusa, bir hanedana değil de, asker olmak isteyen gönüllülere verildi. Kur’an bunlara “mü’min” demekte, “Ey iman edenler” diye hitap etmektedir. Bu hitap Mekke sûrelerinde yoktur. Bu hitap yalnız Medine sûrelerinde vardır.
İşte bu sûre insanlığa güven getirecek teşkilatın nasıl oluşacağını anlatan sûredir.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EyYuHa elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
“Ya” hitap harfidir. Sözün kime söylendiğini ifade eder. “Ya Ahmedü” dersen, “Ahmet sana söylüyorum” denmiş olur. Muhatap harfi tarifle geliyorsa o zaman araya bir de “Eyyüha” getirilir. Bu tahsisli ifade ‘sana söylüyorum, yalnız sana söylüyorum’ demek olur. Buradaki el ahd veya istiğrak içindir. Bütün mü’min gruplara söylemiş olmaktadır. “Eyyüha” ile de tahsisi ifade etmiş olmaktadır. Yani yeryüzünün güvenini sağlamak bunların, yalnız bunların görevidir; artık İsrail oğullarının görevi değildir.
“Ellezîne” ismi mevsuldür. İsmi mevsuller, isimler sıfat olurlar veya kendileri isim olurlar. “Dün gelen adam bugün gitti” cümlesi doğrudur. “Gelen gider” derseniz buradaki gelen isimdir ve isim yerine geçen sıfat değildir. Bu ismi faillerin ortak özelliğidir. Hem sıfat hem de isim olurlar. Dört çeşidi vardır.
1) Alim veya alime, alimûn veya alimâtun şeklinde söylenen ismi failler nekredir. Burada hem fail nekredir, yani herhangi iş yapan demektir, hem de fiil nekredir.
2) El-alim, el-alime, el-alimûne el-alimâtu, burada fail yani işi yapan marifedir. Bildiğimiz kişi iş yapmıştır. Ama yaptığı iş belirsizdir. Yani yarı marifedir. Bu sebepledir ki “el-alimu-l arabi” denebilir. Yani lamlı iken izafet yapılabilir (Lafzi izafet).
3) “Men” veya “Mâ” ile gelen fiillerde fail nekredir. Yani belli kimse değil de kim yaparsa yapsın demektir. Ama fiil marifedir. Yani bilinen bir fiili yapan demektir.
4) “Ellezî Feale” veya “Elletî Feale” veya “Ellezîne Fealû” veya “Ellâti Fealne” dediğimiz zaman hem fail hem de fiil bellidir, bilinmektedir demektir.
İşte burada dördüncüsü gelmiştir. Yani burada hem iman eden kimseler bellidir hem de iman etme bellidir. Lugat mânâsıyla “ey iman edenler” değil de Kur’an’ın tarif ettiği “ey iman edenler”dir ve onların imanları gibi imandır. Şimdi bize düşen bunların kim olduğunu ortaya koymak ve bunların ne tür imanlarının söz konusu olduğunu araştırmaktır.
Kur’an bize şimdi nâzil olmaktadır. O halde bugün bu iman edenler kimlerdir ve bunlar ne şekilde, nasıl iman edeceklerdir? Bunu araştırmamız gerekmektedir.
İnekler ve benzeri hayvan sürüleri dinlenecekleri zaman kuyruklarını birbirlerine verir, başlarını dış tarafa koyarlar. Herkes kendi önünü gözetler. Düşman yani kaplan, aslan, kurt ve benzeri vahşi hayvanlar görünürse haber verilir, ona göre savunurlar veya kaçarlar.
İnsanlar da başlangıçta kapılarını ortak alana açar, pencerelerini dışarıya doğru çevirir, kendilerini bu şekilde savunurlardı. Böylece oluşturdukları bir güvenli ortak alanları vardı. Burası tehlikeden korunmuş yer olurdu.
İşte bu yere “mena” denmektedir.
Sonra sonundaki “y” düştü veya başa geldi, fiil “emine” oldu, buraya girip emniyet içinde olma anlamında kullanmaya başlandı. Şimdi if’al bâbında bir eşyayı menaya koyma veya birini oraya sokma anlamındadır.
“Emine” kendisi güvende oldu.
“Âmene” başkasını güven altına aldı demektir.
“Âmene” fiili mutlak olarak kullanıldığında müteaddidir ve güven altına aldı demektir. “Âmene” fiili “Bi” ile kullanıldığında onunla kendisini güven altına aldı demektir. “Âmene Billahi” ve “Âmene bi’l-âhireti” demek, onunla kendimizi güven altına almak olur. “Âmene” dendiği zaman ise başkasını güven altına almak demektir.
Bugün bu iki söyleniş karıştırılmaktadır. “Allah ile iman etmek” başkadır, “İman etmek” başkadır. “İman etmek” demek, başkalarını güven altına almaktır. “Allah ile iman etmek” ise Allah’a dayanarak güven altına almak demektir.
“Âmenû” if’al bâbındandır. O takdirde başkalarını güven altına almak anlamındadır. Yahut mufaale bâbındandır. O zaman da birbirini güven altına almak demektir. Biz burada bunu mufaale bâbından alıyoruz. Yani birbirine dayanışma içinde olanlar anlamında mânâ veriyoruz. Dolayısıyla “mü’minûn” da farklı mânâdadır. “Mü’minûn” Mekke dönemini de içerir, bu ise yalnız Medine dönemini içerir, devlet aşaması dönemini içerir.
Biz bu mânâyı neye dayanarak vereceğiz?
Kur’an’da marife olarak gelmiş bir şeyi önce Kur’an’ın içinden öğreneceğiz.
Sonra peygamberin bu husustaki açıklamalarına veya uygulamalarına bakacağız.
Çok açık ve net açıklamalar vardır.
Resule “Müslim nedir?” diye soruyorlar.
“Bütün müslimlerin elinden ve dilinden salim olduğu yani zarara uğramadığı kimsedir.” demiştir. Yani barışçı kimsedir. Hakemlerin kararlarını kabul eden kimsedir anlamında anlıyoruz.
Yine Resule “Mümin nedir?” diye soruyorlar.
“Bütün insanların canlarını ve mallarını kendisine emanet ettiği kimsedir.” diyor.
Burada dikkat edilecek husus daha önce “müslimlerin” dediği halde burada “mü’minlerin” dememiştir, “bütün insanların” demiştir.
Resulün uygulamasına bakarsak bunu çok daha iyi ve kolay anlarız. Resul ve Mekke’deki mü’minler 13 sene cihat ettikten sonra Medineliler tarafından davet edildiler. Oraya göç eder etmez Hazreti Muhammed Muhacirler ile Ensar arasında ilk “Medine Sözleşmesi”ni hazırladı. Bu anayasa insanlığın ilk anayasasıdır. Uzlaşarak hazırlanmış anayasadır. Burada birbirini güven altına alanlar Muhacir ile Ensardır, gruplardır.
Bu anayasanın kabul ettiği temel ilke şu idi.
Kabileler arası savaşlar sona erecek, insanlar barış içinde yaşayacaklar.
Çıkan ihtilafları resul/başkan çözecektir.
Biri kasden bir cinayet işlerse kısas yapılacak, affedilirse diyeti ödenecek. Hata ile yapılan cinayetlerde ise diyet ödenecek ve diyeti kabilesi ödeyecek. Saldırıya uğradıklarında tüm Medineliler birlikte karşı koyacaklar. Muhacir ve Ensar, Medine dışında savaşa çıkarlarsa Medineliler uymak zorunda değildirler.
Medine’deki kabilelerin adları sayılmış ve onların da bu sözleşmeye dahil olmaları istenmiştir. İşte “Medine Sözleşmesi” Medine kent devletinin kurulması sözleşmesidir. Muhacir ve Ensar bu devleti birlikte kurmuşlardır. Diğerlerini de sadece barışçı olmak üzere davet etmişlerdir. Sonra Medinelilerin tamamı bu sözleşmeye katılmışlardır.
İşte, Medine Sözleşmesi’nde Hz. Muhammed’in başkanlığını kabul edenler “müslim”, Hz. Muhammed’in hem başkan hem de peygamber olduğunu kabul edenler “mü’min”dir. Bu anlaşmayı yapan ve Medine’nin güvenini sağlamayı tekeffül eden Ensar ve Muhacirlere “iman etmiş olan kimseler” denmektedir.
Şimdi günümüze gelelim.
Önce “Medine dönemi”nde miyiz, “Mekke dönemi”nde miyiz tartışması içindeyiz.
Türkiye eski uygarlığın Medine dönemindedir. Devlet var. Ordu var. Mahkeme var. Kanunlar var. Biz bu düzeni bozmuyoruz. Nitekim Mekke’deki mü’minler de o günkü Mekke yönetimine karşı gelmemişler, onların yaptıkları zulme tahammül etmişlerdir.
Ne var ki bugünkü devlet, bugünkü ordu, bugünkü kanunlar ülke dışı savunmayı yapıyorlar. Ordu bu hususta eksiksizdir. Ama yöneticiler ülkemizi her gün borca sokuyor ve bu gidişle artık yaşayamayacak hâle geleceğiz demektir. Uçuruma doğru gidiyoruz.
Yargıdaki davalar 40 yılda bitmiyor...
Terör olaylarına mâni olunamıyor...
Ülkede çalışacakların yarısı işsiz...
Tanımadığım bir kız çocuğu var, okula giderken simit alacağım diye bana uğrar, ben de ona bir lira veririm. Bu durum beni ağlayacak hâle getiriyor. Başka çocuklar da gelmeye başladı. Onlara bir şey vermedim. Vermedim, çünkü o çocukları sigaraya alıştırabilirim.
Bu durumları göz önüne getirdiğiniz zaman da Mekke döneminden daha kötü durumdayız. İyi tarafımız şudur. Ülkemizde demokrasi vardır. Biz çalışır “Adil Düzen”i ortaya koyarsak, partimizi kurarsak; halkımızın Mekkelilerin yaptıklarını yapmayacağını, ordumuzun Ebu Cehil ordusu olmadığını biliyoruz. Nitekim parti kurduk, halkımız anayasa ekseriyetiyle bize oy verdi. Ordumuz da bizi destekledi. İktidardayız ama serap içindeyiz.
İşte, şimdiki bu durumda biz ne yapacağız?
Bu sûrenin bize öğreteceği “dayanışma ortaklıkları” kuracağız. O sayede halkımıza ve ordumuza dayanarak Medine döneminde olduğu gibi yeni devletimizi kuracağız. Halkımız Medine halkı gibidir; bize katılmaktadır ama biz şimdi “Adil Düzen”i uygulayacak durumda değiliz. Olmadığımızı Saadet Partisi ve AK Parti açıkça göstermektedir. Saadet Partisi’ndeki oyunlar “Adil Düzen”in Saadet Partisi içinde de olmadığını göstermiştir.
Şimdi biz Medine’ye göç etmiş ve Medinelilerden bir iki kabile ile anlaşmış durumdayız kabul edin. Daha masaya oturup sözleşmeyi yapmadık ama masaya oturacak durumdayız. Seçime kadar bizi dinleyecek durumları yoktur. Ama biz “Adil Düzen Anayasası”nı seçime kadar hazırlayıp o günkü meclise ve ordumuza sunmak zorundayız. Bunu yaptığımızda meclis ilgilenmezse ordumuza sen ilgilen demek durumundayız. O da ilgilenmezse ülkemizi terk edip gitmeliyiz. Çünkü bu durumda ülkemizi “büyük sosyal tufan” beklemektedir demektir.
O halde “Ey iman etmiş olanlar”daki muhatap şimdilik biz “Adil Düzen Çalışanları”dır. Sonra “Adil Düzen”i kabul eden bir parti çıkarsa, onlardır. Diğer partiler müslimdir. Türk ordusunda “Adil Düzen”i kabul edenler iman etmiş olanlardır.
Bu seçim devresinden sonra bunların netleşeceğini sanıyorum. Saat yaklaşmıştır. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın bu zulüm dünyasına tahammülü bitmek üzeredir sanıyorum.
أَوْفُوا بِالْعُقُودِ
(EaVFUv Bi eLGuQUVDı)
“Akitleri ifa ediniz.”
“Ukde” düğüm demektir. İki şeyi iple birbirine bağladığınız zaman iki ipi ukde ile yani düğümle düğümlersiniz. İki kişi bir sözleşme ile birbirine bağlandığı zaman bu sözleşme bir düğüm olur. Bu anlamda akit sözleşme demektir. Burada çoğul getirilmiş, bununla ukdeler ifade edilmiştir.
Bir toplulukta iki türlü bağ vardır.
Bunlardan birisi ikili anlaşmalardır. Bunlara “akit” denmektedir.
Bir de toplulukta karşılıklı birlikte yapılan anlaşmalar vardır. Yani merkeze herkes bağlanmaktadır. Mesela başkanla ahitleşmektedir. Buna “ahit” denir.
Devlet akitle değil ahitle kurulur.
Barış ise akitlerle oluşur.
Kur’an mü’minlere akitleri yerine getirin demekle önce siz de müslim olun demektedir. Yani sizin mü’min olmakla başkalarından farklı bir imtiyazınız yoktur. Siz hakim değil hadimsiniz demektir. Özel hukukta insanların tamamen eşit olduklarını ifade etmektedir. Devletin görevi güvenliği sağlama olduğu gibi sözleşmelerin yerine gelmesi için de dayanışma gerekir. Yani taraflardan biri sözünü tutmazsa müslim hakemlere başvurur ve hakemler karar alırlar. Hakemlerin bu kararlarına uymayanları yola getirmek de iman etmiş olanların görevidir.
“Vefa” kelimesine Akevler Sözlüğü’nden bakalım: “Vefyü” düzlük yerde oluşan tümsek yer veya tepecikler arasında oluşan en tümsek yer, tepedir.” Ölçerken veya tartarken fazla fazla yapmak demektir. Tepeleme doldurmak anlamında kullanılmaktadır.”
Lisanü’l-Arap’ta da “vefa” kelimesi ile “evfa” kelimesi aynı anlamda getirilmektedir.
Kur’an’da akitlerin ifasından ve ahitlerin ifasından bahsedilmektedir.
Bize göre ise sülasi mânâda anlamı verdiğin sözü yerine getirmedir.
“İfa etme” if’al bâbında ise sözün yerine getirilmesini sağlamadır. Burada emredilen müslimlerin sözlerini yerine getirmeleri değil de, devletin akitleri güvence altına almasıdır.
Birisiyle sözleşme yapıyorsunuz. Kişi sözünde durmuyor. Siz mahkemeye gidiyorsunuz. Devlet onu o sözü yerine getirmesi için zorluyor.
İşte buradaki “ifa ediniz”deki emir budur.
“Akitleri ifa ediniz” demek yerine gelmesini sağlayınız demektir.
Bu zorlama aslında şöyle olmaktadır. Biri size söz verdi de yerine getirmedi mi siz dayanışma ortaklığına baş vuruyorsunuz. O size verilen sözü yerine getiriyor.
İşte burada emredilen budur.
Bu şekilde anladığımız zaman Lisanü’l-Arap’taki eşit mânâ verilmesini şöyle açıklayabiliriz. Sözü söz veren yerine getirirse bu “vefa”dır. Sözü veren değil de dayanışma ortaklığı sözü yerine getirirse bu “ifa”dır.
Buradan hemen anlıyoruz ki devletin yani kamunun iki görevi vardır.
Biri iç ve dış güvenliği sağlamak, diğeri de sözleşmeleri güvence altına almak.
Kamu hukukunda güvenlik, özel hukukta garanti sigorta.
Burada emredilen sözleşmelerde de dayanışma ortaklıklarının tesisidir.
“El-Ukûd” burada cem/çoğul ve marife gelmiştir. Cem için olanları biz istiğrak olarak kabul etmiyoruz. O halde malum akitler demektir ki bu da hâlâ olan akitler demektir. Devlet, kent devleti haram olan akitlerin ifasını yerine getirmez, sadece helal olan akitlerin yerine getirilmesini sağlar.
أُحِلَّتْ لَكُمْ
(EuXılLaT LaKuM)
“Size helal kılınmıştır.”
“Akitleri ifa edin” dendikten sonra aralarında “Ve” harfini getirmeden helal ve haramdan bahsetmeye başlaması bize hangi akitleri yerine getirmemiz gerektiğini öğretmek içindir. Helal olan akitleri yerine getirin demektedir.
Helal olan akitler içinde mesela hayvanları alıp satmayı devlet güvence altına alır. Eğer senin helal olan koyununu çalarlarsa devlet onu tazmin eder. Dayanışma yerine getirir. Kasame budur. Yani zararları bölüşme demektir. Dayanışma ortaklığı içinde yapılır. Ama eğer domuz etini sattığından dolayı alacağın varsa onu dayanışma ortaklığı ödemez. Yahut senin domuzunu, senin rakını, senin sigaranı birisi çalsa devlet o davalara bakmaz.
Bu husus İslâm fıkhında tamamen belirlenmiştir.
Bu, bugünkü ceza kanunlarında da yer almıştır.
Ama Kur’an’daki ifadesini burada buluyoruz.
بَهِيمَةُ الْأَنْعَامِ
(BaHiMaTu eLEaNGAMı)
“En’amın behimesi helal kılınmıştır.”
“En’am” etleri bize helal kılınmış hayvanlardır. Bunlar ot obur hayvanlardır. Ot yiyen, et yemeyen hayvanlardır. Mideleri otları sindirmeye göre ayarlanmıştır. Gündüzleri gidip otlar ve otları işkembelerine doldururlar, adeta depolarlar. Sonra istirahata çekilince onları ağızlarına getirir, iyice çiğner ve midelerine gönderirler. Kuşların da böyle keseleri vardır. Bunun dışında at gibi bazı memeliler vardır ki bunlar et yemezler ama işkembeleri yoktur, geviş getirmezler.
Kur’an’da bizim gibi meyvecil olan domuz gibi hayvanların etleri haram kılınmıştır. Besin zincirinde bizimle aynı seviyededirler. Aynı seviyede olanların birbirlerini yemeleri, akrabaların evliliğinde benzer dejenerasyon başlar. Üretilen vitaminlerin ve enzimlerin tüm canlılar tarafından kullanılabilmesi, bunların üretiminde işbölümünün sağlanabilmesi için besinde aynı türde olan canlılar birbirlerini yemezler. Meyve yiyenler meyve yiyenlerin etlerini ve sütlerini yemezler.Arada geviş getirmemekle beraber meyvecil değil de otçul olan hayvanlar vardır. Bunların hükmü kıyasla tesbit edilecektir. Eğer o kavmin yiyeceği ise helal olur, değilse helal olmaz.
Bu sorunlar böylece çözülmüş olmaktadır. Hazreti Peygamber’in de bu hususta uygulaması vardır. Kur’an’da da, onlara kendilerinin haram ettikleri haram kılınmıştır denmektedir. Yani eğer yemiyorlarsa o onlara haramdır.
“En’amın behimesi” denmektedir. Hayvanların otlayanları anlamına geldiği gibi hayvanların sütleri anlamında da izafet olabilir
“Behime” ne demektir? Hangi tür izafettir? Takyid eden izafet mi, yoksa tahsis eden izafet mi? “Behime” deyince ne kastedilmiştir?
Alusi’ye göre “behm” dört ayaklı hayvanlardır. Keçinin oğlaktan büyüğüne “behm” denir. Orta parmağın adı da behmdir. Arpa benzeri bir otun çayırdaki adıdır. Tek renkli olma şeklinde anlatılmıştır. Biz bunu şu şekilde yorumluyoruz.
“Behm” otlar arasında sivrilen ve kendisini gösteren hayvanların yemesine elverişli bir ottur. Keçilerden oğlaklar ayrılarak ayrı götürüldükleri zaman onların içinde belirgin olan yani büyük olan da o ota benzetildiği için “behm” denir. Parmaklar arasında en uzun olandır.
Bu mütalaadan sonra “Behime” demek, otlayan hayvan demek, çayırda büyük otları otlayan hayvan demektir. Bunlar geviş getiren çift parmaklı hayvanlardır. Bunlar kaba otları da yiyip sindirebilirler. Halbuki atlar ancak daha yumuşak otları sindirebilirler. Lahana, ıspanak, marul gibi otları biz de yiyoruz.
“En’amın behimesi” demek, en’amın geviş getireninin etini yeyin demek olur. Otçul hayvanı yeyin demektir.
“En’am” kelimesi hayvanların adıdır. “Naim” semiz demektir, yani yediğinin karşılığını veren anlamındadır.
“Behimetü’l-en’am” en’amın otçul olanını yeyin demektir.
“En’am” ise dört ayaklı memelilerin adıdır. Biz en’amı geviş getiren hayvanlar olarak anlıyorduk. Şimdiki anlayışım değişmiştir. Çünkü “İllâ” ile istisna ederek haram kılınanları yani domuzu da en’am saymıştır. Dolayısıyla en’amı genişletip memeli hayvanlar olarak kabul edebiliriz. O takdirde memeli hayvanlardan otçul olanları yeyin anlamına gelir. Bu takdirde at da helal olanlar arasına girer. Eğer “behim”den murat geviş getiren hayvanlar ise o zaman at hariç kalır. Ne var ki at haramlar arasına girmez. “Behime”den maksat genel olarak otçul demektir, yahut dar mânâda geviş getirenler demektir. Biz geviş getiren hayvan olarak anlıyor, at gibi otçul olanları kavmin yiyeceği illeti ile ta'lil ediyoruz.
İçtihat yaparken kesin mânâlar vermek mümkün değildir. Tercihler yapılabilir. Kimi otçul olma ile ta'lil eder, kimi ise geviş getirme ile ta'lil eder. Birisine karar verip içtihat yapmayanlara her müçtehit tercihini bildirmek zorundadır.
إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ
(EilLAv MAV YuTLAy GaLaYKuM)
“Size tilavet edilen hariç.”
“Allah’ın size tilavet ettiği hariç” denmektedir. En’amdan haram edilenler var, helal edilenler var demektir. En’amın behimesinden de haram edilenler var, helal edilenler var demektir. Demek ki domuz gibi meyvecil olanlar haramdır. Onun dışında otçul olanlardan da kavmin yiyeceği değilse haramdır demektir.
“Size tilavet olunanlar” denmektedir, “Size tilavet ettiğimiz” denmemektedir. Yani size kıyas yoluyla haram olduğu bildirilen demektir.
“Tilavet” burada kıyas yoluyla sabit olan demektir. “Tilavet” demek aktarmak demektir; duyduğunu, bildiğini başkasına söylemektir. Kur’an’da bildirilenlerden istihraç edilenler Kur’an’dan tilavet edilenlerdir. Yahut o topluluğun haram saydığı anlamına gelir. Yani kavminin yiyeceği değilse o topluluk onun haramlığını tilavet etmiş olmaktadır.
Fiil burada marifedir. Tilavetin şekli bellidir. Tilavet edilenler nekredir. O halde buradaki tilavet bir bucakta icma ile alınan karar demektir. Bunu da şöyle açıklarız.
Meyvecil olan hayvanların haramlığı nassla sabit olmuş olur. Geviş getiren hayvanların helalliği de nassla sabit olmuş oluyor. Ama at, eşek, tavşan gibi otçul olup geviş getirmeyen hayvanlar ise bucak meclisi kararları ile haramlığı sabit olacak demektir, helalliği değil. O içtihada kalmış olur. Buradaki istisna bize haramların ve yasakların icma ile sabit olacağını ifade etmiş olmaktadır.
غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ
(ĞayRa MuXılLIy elÖaYDi)
“Sayd etmeyi muhillin olmamak şartıyla.”
Yukarıda “İllâ” ile istisna etmiştir. Burada “Gayr” ile istisna etmiştir. “Raeytü ihvetî illâ Ahmede” veya “Raeytü ihvetî gayre Ahmede”, Ahmet hariç kardeşlerimi gördüm. Ahmet’in dışındaki kardeşlerimi gördüm dediğimizde birinde “İllâ”da tahsis etmektedir, “Gayr”da ise takyid etmektedir. “İlla”da ayrılanın cinsini göstermekte, “Gayr”da ise hâlini göstermektedir. “İlla”da devamlı istisna vardır, “Gayr”da ise arızi istisna vardır. Burada iki vasfı bir araya getirerek haramun liaynihi ile haramın ligayrihi anlatılmaktadır. Domuz eti veya başkası liaynihi haramdır. Ama av avlamak ihramda olduğu için haramdır. Konuşmak haram değildir. Namazda olduğunda namaza zarar verdiği için haramdır.
Demek ki iman etmiş olanlar liaynihi yasaklar koyabilirler, ligayrihi yasak koyabilirler. Kurallı erkek çoğulla getirilmesi buna işarettir. Kur’an’ın getirdiği düzenin temeli bir taraftan birliğin sağlanması, diğer taraftan insanın sonuna kadar hür olmasını sağlamaktır. Bir defa her aşirete Allah günde beş vakit namaz kılmasını emretmiştir.
Namaz demek imam demektir, cemaat demektir. Ondan sonra da haftada bir Cuma namazını kılmalarını emrettiği kabile seviyesidir. Onlu sistemi teşri etmiş olan Kur’an kabilesinin büyüklüğü bin aileden oluşacaktır. Aşiret on karye, yüz kabile, bin aileden oluşacaktır. Kabile demek günlük hayatta birbirleri ile karşılaşan kimseler demektir.
Aşirette insanlar yaşarlar; aşiret başkanının yönetimi ile yaşarlar. Aşiret başkanının yönetimini kabul etmeyenler aşiretlerini bırakır, başka aşirete geçebilirler. Aşiret hayatı tamamen insanların ilişkilerine bağlı bir hayattır. Herkesin orada özel bir yeri vardır. Ortak kurallara göre değil de özel kurallara göre hareket ederiz. Diyelim ki Yenibosna’da kadın erkek namazlara gelenlerin sayısı on kişi civarındadır. Bunlardan her birinin durumu farklıdır. Herkes ayrı kişiliği ile katılmaktadır. Herkes kendisine göre kurallar koyar ve o kurallarla buraya gelir. Biz kural koymayız. Kişi kendisi kural koyar, o kurallara diğerleri de uyar, böylece herkesin ayrı kişiliği vardır. Hepimiz birbirimize saygılıyız.
Çocuklar doğdukları zaman önce anne babaları ile olan ilişkilerde, kardeşleri ile olan ilişkilerde hep ikili ilişkiler içindedir. Mesela, bir çocuk için anne başka baba başkadır. Büyüdükçe arkadaşlarıyla ilişkide her biri ayrı ayrı kişiliklere sahip olur. Aşiret böylece ahitlerle değil akitlerle oluşur. Herkes başka arkadaşları ile ayrı ilişkiler kurar.
Bucağa geldiğimizde, kabileye geldiğimizde artık “özel ilişkiler” yerine “kurallı ilişkiler” vardır. Herkes birbirini tanımakla beraber ilişkiler “özel” değildir, “genel” kurallar içinde ilişki kurarlar. İşte bu ilişkiler şeriat ilişkileridir. Başkalarının dayatması şeriat yerine; kendi örflerimizle, içtihatlarımızla, icmalarımızla oluşmuş şeriatla yönetilecektir.
Topluluğunuz küçük olursa ikili ilişkiler hakim olur, şeriat oluşmaz.
Topluluk büyük olursa ilişkiler kurulamaz, yine topluluk oluşamaz.
Topluluğun oluşabilmesi, kurallı bir topluluğun oluşması için, şeriat topluluğu için nüfusun 3000’den az olmaması ve 10 000’den de çok olmaması gerekir.
İşte, bir topluluk “dayanışma ortaklıkları” kurar ve bir yönetim oluşturur. Bunlar her Cuma günü toplanarak görüşürler ve kararlar alırlar. Bunlara kabile diyoruz.
İşte, “Ey iman edenler”in muhatabı bunlardır.
Bu toplulukta kurallar vardır. Kuralları kendileri koyarlar.
İşte o kurallar nelerdir?
Biri hakları icma ile tesbit eder, kalanı içtihada bırakır. Bazılarının haramlarını icma ile tesbit edip kalanları halka bırakır. Bu âyet bize bunu anlatmaktadır.
Kur’an’da daima örneklerle hükümler konur. Avlamak için hükümler konur. Sonra o hükümler diğer bütün sahalarda uygulanır. Seçilirken en zayıfı seçilir. Mesela domuz seçilirken böyle sınırda olan hayvan seçilmiştir. Üzüm şarabı seçilirken içkilerin en hafifi alınmıştır. Av hususundaki yasak emirler böyle en zayıftır.
Değişik üretim şekilleri vardır. Toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve çiftçilik üretim şekilleri vardır. Ticaretle geçinme şekilleri vardır. En az şeriat hükümleri isteyen üretim şekli avcılıktır. Kur’an buradaki kuralları örnek olarak anlatmaktadır. Diğer bütün helal ve haramlar ona göre kıyas yapılacaktır.
Burada bir bucak yönetiminin hangi kuralları ve yasakları koyacağını anlatmaktadır.
Kıyas müessesesini kabul ettiğimiz zaman basit, sade bir emrin ne kadar derin mânâsının olduğunu anlarsınız.
Sitemizi nasıl oluşturacağız?
Önce aşiretimizi oluşturacağız. Aşiret kurallarla değil ikili anlaşmalarla oluşacaktır. Böyle oluşan aşiretler arası “Medine Sözleşmesi” benzeri sözleşme yapacağız. Sözleşme iki aşiret arasında akdedilecektir. Sonra bu sözleşmeye katılacaklar olacaktır. Böylece bir kabile, bir bucak oluşacaktır. Bu bucağın önemi ilk iki aşiretin yaptığı sözleşmenin güçlü olmasına bağlıdır.
Biz Akevler’de bir aşiret olarak sözleşme yaptık.
Sonra F. Gülenle, N. Erbakan’la anlaştık.
Ondan sonra ortaya çıktık.
Bunlarla yaptığımız şifahi sözleşmeler sayesinde beklediğimiz sonuçlardan daha fazla sonuçlara vardık. Ne var ki Akevler olarak bu iki dev grubun beraber olmasına çok uğraştık ama başaramadık. Sonunda AK Parti’de birleşir gibi bir durum ortaya çıktı.
Biz şimdi “Adil Düzen”i çok iyi hazırlamalıyız.
Bu hazırlıklar daha çok ekonomiyle ilgili olmalıdır.
Kur’an güvenle söze başlamıyor, avlanma meselesiyle işe başlıyor. Avlanma gibi küçük işleri çözemeyenler büyüğünü hiç çözemezler.
Biz şimdi İstanbul Yenibosna’da mobilya üretim işletmesini yapmaya çalışıyoruz. Bunu yani bu küçük işletmeyi başardığımız, ayrıca bakkalı/marketi çalıştırdığımız zaman, işte ondan sonra anlaşacağımız diğer aşiretlerle “Adil Düzen”i getirmiş olacağız.
Geçmişe bakıp ah vah etmek yoktur. Bizim nesil giriştiği mücadelede beklenmedik büyük başarıya ulaştı. Şimdi sıra sizlere gelmiştir. Bizim yaptıklarımızı iyi öğrenmeniz gerekir. Bizden kimse hayatını anlatmadı. Ben de anlatmadım. Çünkü bizim hayatımızı anlatacak vaktimiz yoktur. Bizimle çalışarak, bizim başlattığımızı omuzlayarak daha ileri imkanlara ulaşırsınız.
Numan Kurtulmuş’un düştüğü gaflete düşmeyiniz. Numan Kurtulmuş’un samimi olmadığını bilsem onun adını ağzıma almam. Merak ettiğim şey şudur. Onu bu duruma düşürenler onun gibi samimi ve saf mı yoksa hain midirler; işte bunu bilemiyorum. Şimdi partileri vardır. Ne gibi bir partileri vardır? Erbakan’ı yenme partisi mi? Numan Kurtulmuş’tan beklerdim ki, parti kurarken beni davet etsin. Yaptıklarımız yanlışmış ama şimdi ne yapalım, şeriata göre ne yapmak gerekir desin ve bizim de fikrimizi alsın. Selahattin Öztürk samimi ve fedakar kardeşimizdir; bakıyorum o da hâlâ o partidedir! AK Parti onlar gibi bölücülük yapmadı, tarihî gelişme onu oraya getirdi.
Şimdi bizim gibi siyaset dışı kalmış olanlar, Numan Kurtulmuş gibi kardeşlerimizin çalışmalarını “Adil Düzen”e getirmeleri gerekir.
Nasıl avlanacağımızı öğrenmeliyiz.
Yani bakkalımızı nasıl çalıştıracağımızı öğrenmeliyiz.
İzmir’dekiler, Ankara’dakiler, Üsküdar’dakiler, Ümraniye’dekiler ve İstanbul Esenler’de olanlar bu sözlerimi akıldan çıkarmasınlar. Nasıl avlanacağımızı öğrenmeden devletimizi kuramayız.
وَأَنْتُمْ حُرُمٌ
(Va EanTuM XuRuMun)
“Siz hurumda iken”
Buradaki “Ve” hal vavıdır. Helal kılmayınız. Siz “hurum”da iken helal kılmayınız.
“Haram” yasak demektir. Siz yasaklı iken avlanmayı helal kılmayınız demektir.
Şimdi haram aylar ne demektir, bu konuya açıklama getirelim.
Genel olarak yeryüzünde ne varsa hepsi bizim içindir ve bize helaldir. Roma’dan gelen Batı hukuku helalleri sayar, onun dışındakileri haram kabul eder. Çünkü onlara göre devlet sözleşme ile oluşturulmuştur. Devlet neye söz vermişse onları korur. Eğer kanunda yazılı değilse o helal değildir. Buna Hazeriye mezhebi denmektedir. İslâmiyet’te ise aslında her şey mübahtır, helaldir. Ancak topluluğun oluşması için gerekli bazı kurallar vardır. Onlara uyulması gerekir.
Hukukun kaynağı dörttür.
-Biri komşuluk hukukudur.
-Biri akrabalık hukukudur.
-Diğeri de, herkesin emeği ile elde ettiği şey onundur. Başkasının emeğine saygılı olma zorunluluğu vardır.
-Dördüncüsü ise akitlerdir. İşte bu sûre onunla başlamıştır. Diğerleri tabiî haklardır.
Hayvanlarda da o haklar mevcuttur. Hayvanlarda olmayan diğer bir hak çeşidi vardır. O da insanların kendi kendilerine ürettikleri kurallardır. Sözleşme kurallarıdır.
İnsan kendi şeriatını kendisi yapar. Sonra ona uyar. Demokrasi bu demektir. Halkın kendi kendisini yönetmesi şeklinde anlamışlardır.
Halbuki Kur’an insanlara kendi içtihatları ile amel etmelerini emreder.
a) Kendin için kendin kuralları koy ve ona uy der.
b) Sözleşme yap, ortaklık oluştur, dayanışma oluştur ve ona uy der.
c) Kendi başkanını kendin seç, onun kabilesine katıl ama sonra ona uy der.
d) Nihayet hakemleri kendiniz seçin ve onların kararlarına da mutlaka uyun der.
İşte bu âyet gösteriyor ki, asıl olan helallerdir; haramlar sayılmıştır.
Haram olma ne demektir?
1) Haram aylar var, o zamanlarda o haramlara uyulur. Avlanmak bazı mevsimlerde yasaklanır. İşte buna burada işaret etmektedir.
2) Haram yerler vardır. Bazı yerlerde o işler yapılmaz.
3) Kişiler için yasaklanmış işler vardır. Onların onu yapması haram kılınmıştır. Mesela başkanın kadınlarına süslenip püslenip sokaklara çıkıp yeni kocalar araması haram kılınmıştır.
4) Bazı durumlar vardır, o zamanlarda o işi yapmak haram kılınmıştır.
Buradaki hurum genel anlamda hurumdur. Zararlı olanlar helal edilmemektedir.
Mesela ormanların tahribine izin verilmemektedir. Çünkü ormanlar atmosfere oksijen salmaktadırlar. Ortadan kaldırıldıklarında yeryüzü yaşanmaz hâle gelir.
Bununla beraber onları tahrip etmeyelim diye vatandaşların oraya girmesi yasaklanmaz. Çünkü ormanlar insanlar içindir.
Siz kabilenizin kanunlarını yaparken helal olanların helal olduğunu bilin, onları haram etmeye kalkışmayın. Asıl olan mübahlıktır. Bununla beraber zararlı olan şeyleri de helal hâle getirmeyin. Örnek olarak avlanmayı alabiliriz.
Belli zamanlarda avlanmanın yasak olması makul olabilir. Belli yerlerde de avlanma makul olabilir. Belli kişilere haram kılınmasının hikmeti nedir?
Kur’an bir taraftan topluluk düzeni kurarken diğer taraftan her insanın ayrı ayrı eğitilmesini ve çıkarlarını düzenler. Bu yolla da kişilerin davranışlarında helal ve harama uymaları gerektiğini hatırlatır. Onun eğitimini yaptırmaktadır.
Burada bir şeye işaret etmek gerekir. O da Kur’an’da örnek olarak gösterdiği haram yeri Mekke’nin içidir. Aylar olarak dört ay gösterilir. Bu sadece bir örnektir. Hazreti Peygamber demiştir ki; Mekke’yi Hz. İbrahim harem yaptı, ben de Medine’yi harem yapıyorum. Demek ki her bucağın kurucusu vardır. Onun yasalarını o koyar. Türkiye Cumhuriyeti’ni Mustafa Kemal kurdu. Çankaya’nın yasaları onun olmalıdır. Beğenmeyen devlet başkanı devlet merkezini başka yere nakleder. Bu da başka kuraldır. Hazreti Muhammed Mekke’de doğdu. Orası merkez yapıldı ama onun haremini değiştirmedi. Biz de merkezi işgal edip oradan Türkiye’yi değiştirmekle meşgul olmamalıyız. Kendi bucağımızı kurmalıyız. Herkes öyle yapmalıdır. Sonra başarılı olanlar merkez bucağı hâline gelir.
إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ (1)
(EinNa elLAHa YaXKuMu MAv YUvRIyDu)
“Allah murad ettiğine hükmeder.”
“Allah neyi isterse ona hükmeder” denmektedir. Fiil-i muzari ile getirilmiştir. İsim cümlesi yapılmış haber marife değildir. Demek ki Allah’tan başka mürid vardır. Biz bunu bucak şurası ne isterse onu yapar şeklinde anlıyoruz. Yani bucak âlimleri içtihat yaparlar, neyin yasaklanacağına, neyin haram olduğuna, neyin farz olduğuna onlar karar verirler. Onların hükümleri koyma yetkileri vardır demektir.
Neden bucak yönetimini esas alıyoruz?
“Ey iman edenler” dendiği zaman, “ey Cuma namazını birlikte kılanlar” şeklinde anlayacağız. Ey mü’minler, Cuma namazına davet olunduğunuzda oraya yürüyün denmektedir. Demek ki iman etmiş olanlara Cuma namazı farzdır. Bir yere çağrılacak ve oraya varılacak. Burada da “Ey iman etmiş olanlar” ile başladı. Öyleyse burada kastedilen topluluk kabiledir, bucaktır.
Bucak, birbirlerini tanıyan, günlük çalışmalarında birbirleriyle karşılaşan kimselerin oluşturduğu bin hanelik kuruluştur. En az nüfusu 3 bin, en çok nüfusu 10 bin olarak belirlenir. Normal aile 3 ile 10 kişi arasındadır. Cemi kıllet ve cemi kesret arasındaki orandır. Ailenin tüzel kişiliği olmadığına göre on kişiden azdır. Tüzel kişiliği yoktur, çünkü ehl-i beyt diyor. Aşiret 10 misli, karye 100 misli, kabile 1000 misli olur.
Yeter sayıda olan kabileler kendi yaşama ve çalışma kurallarını kendileri koyar. Bağlanma (biat) yoluyla 20’ye yakın ehl-i zikr ilim adamı seçilir. Bunlar icma ile veya istişare ile oluşturdukları şeriatı bucaklarında uygularlar. Allah bize bunu emretmektedir. Özel hukukta ise mezheplerin rasihlerinin içtihatları geçerlidir. Bucak bu içtihatlara göre yargılar ve bu içtihatlara göre uygular.
Merkez bucaklar da birer bucaktır. Vilayet taşra bucaklara emredemez, onlara hakim değildir. Sadece onlara hizmet verir. İlçelerde kurduğu hizmet ortaklıkları ile bucaklara hizmet verir. Kişilikte ise il merkez bucağı ile taşra bucakları arasında herhangi fark yoktur. Hakemler karşısında tarak dişleri gibi hepsi birbirine müsavidir.
İl merkez bucağı iç güvenliği sağlar. Bucağın gücü yetmediği yerde bucağın talep ettiği hizmeti görür. Ülke merkez bucağı ise ülkenin savunmasını yapar. İnsanlık merkez bucağı, yani Mekke bucağı da uygarlaşmayı sağlar.
Allah insanı kendi iradesi ile hareket edecek şekilde yaratmıştır. Kendisi Allah’ın halifesi olarak içtihat yapar ve kul olarak hareket eder. Kişi şeriat içinde hürdür. Günah da işleyebilir, sevapta başkaları ona karışmaz. Ancak çevreye ve başkalarına zarar vermeğe başladığı zaman hakemlere gidilir ve hakem kararı ile belirlenen sınıra çekilir.
İşte, insanın bu düzen içinde hür olması, suç işledikten sonra cezalandırılması, suç işlemeden kimsenin zor yaptırıma tâbi tutulamayışı, dinde zorlama yoktur demektir. Çünkü bu zorlama değil zararın tazminidir.
Ocaklar da bucaklar içinde aynı şekilde hürdürler. Herkes serbestçe karar alır ve yaşar. Ancak başkalarına veya başka bucaklara zarar verdikleri zaman hakemler kararı ile tazmin ettirilir. İller de devlet içinde böyledir. Devletler de yeryüzünde böyledir. Hakemler karşısında eşit kişilik içinde herkesin yaşama ve çalışma sınırı bildirilmiştir.
Merkez bucaklarının taşra bucaklarından farkı, merkez bucakları ilçe bucakları ile birlikte kişiliğe sahiptir. İlçe bucaklarının meclisleri ve seçilmiş başkanları yoktur.
Sûremiz yeniden “Ey iman edenler” âyetiyle başlayacaktır.
Bu âyet daha evvel düşünmediğimiz birçok hususları bize düşündürdü.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-593/ADİL DÜZEN DERSLERİ-423 08 Ocak 2010
MERKEZ BANKASI-2
Başbakan (İŞSİZLİĞE ÇÖZÜMÜ) görüşmüyor!!!
Topluluktaki para insandaki kan gibidir. Merkez Bankası kalbdir. Bankalar damardır. Dövizi büroları kılcal damardır. İşletmeler hücrelerdir.
Merkez Bankası olmayan topluluk ilkel topluluktur. Bugün artık yaşayamaz.
Batı’nın Merkez Bankaları sermayenin faizini sağlamak için para işlemlerini yaparlar. Sermayenin faizini sağlamakla maksimum kâr ilkesine göre ekonomiyi düzenlerler. İşletmeler yarış içinde maksimum kâr sağlarlar. Böylece faizlerini rahatça öderler. Tekeller oluşturulur, kârlar garanti edilir. Maksimum kâr sağlamak için üretimi yarıya düşürmek gerekir.
Bunun anlamı ülkede yüzde elli işsiz vardır. Demek ki Türkiye’deki ve dünyadaki işsizliğin kaynağı Merkez Bankalarının siyasetidir.
Başbakan ile (RTE ile) işsizlik hakkında (daha önceki bir görüşmeye istinaden ve o görüşmenin devamı olarak) İzmir Akevler’deki arkadaşlarımız görüşecekti!..
Ancak RTE köprüyü geçti(!), artık patronları/sermayeyi ürkütmenin anlamı yoktur!!!
Başbakan görüşmüyor!!!
O halde biz size Merkez Bankası’nın işsizliği nasıl çözeceğini anlatmaya çalışacağız.
*
Merkez Bankası’nın çözeceği problemler nelerdir?
Ülkemiz 75 milyondur. Her ailede iki kişi çalışsa, 30 milyon insan çalışanımız vardır. Bunlara iş temin etme görevi Merkez Bankası’na aittir.
TCMB bunu nasıl sağlayacaktır?
Herkese resmi yevmiyesi kadar “faizsiz çalışma kredisi” verecektir.
Faizsiz ve icrasız bu kredi ile işçiler işverene gidecekler ve onun yanında çalışacaklardır. İşverenler borçlanacaklardır. Ayrıca işverene denecek ki; işçiyi çalıştırmak için gerekli ham maddeyi al parasını biz ödeyelim (ham madde kredisi).
Merkez Bankası, bankalara faizsiz olarak verdiği nakdi bankalar çalışanlara (emek sahiplerine) böylece dağıtacaklardır. İşletmeler de faizsiz ham madde kredisini alacaklardır.
Bankalar faiz gelirleri ile değil, kredi temin ettikleri işletmelerin ciroları üzerinden bir pay alacaklardır.
İşsiz insan kalmayacaktır.
Bu para asla enflasyon yapmayacaktır. Çünkü dışarıya ne kadar para çıkarsa o kadar mal da ambara girmiştir, satılığa hazırdır. Para artmış ama mal da artmıştır; fiyatlar değişmez. Faiz olmadığı için de zamanla artmaz.
*
Sorun bu kadarla çözülmüş olmaz.
Merkez Bankası’nın daha yapacağı işler vardır.
1- Çalışma kredisi yalnız üretici olanlara verilir, diğer hizmetlilere verilmez. Devlet memuruna verilmez, öğretmen ve öğrencilere verilmez. Bakım yapanlara verilmez. Serbest meslek sahiplerine verilmez. Böylece üretilmeyen mal karşılığı para piyasaya çıkmaz.
2- Merkez Bankası’nın yapacağı ikinci iş de tarım üreticilerine yeteri kadar kredi vermektir. Ne kadara ihtiyacımız varsa o kadar üretiriz. Ne çok üretir israf ederiz, ne de az üretir aç kalırız. Bunu sağlamak için de halka “sipariş kredisi” verir. Sipariş alan tarım sektörü bedelini yılbaşında aldığı için o da almış olur.
3- Merkez Bankasının üçüncü işi ise dayanışma kredisidir. Depo edilen mala karşılık kredi verilir. Mal satıldığı zaman kredi kapatılır. İşçi çalıştıran çalıştırdığı zaman mamul mal olmadan da avans alacak ve işçiye ödeyecektir.
4- Merkez Bankası artan emeğe iş bulmak zorundadır. Bunun için de müteahhitlere diyor ki; işçiyi resmi ücretle (asgari ücretle) çalıştır, ücretini ben ödeyeyim. İnşaat malzemesini resmi fiyatla bedelini ben ödeyeyim. Böylece artan emek ile inşaat yapılır.
Batı’da bu inşaat işlerini para babalarına vermektedirler.
Oysa “Adil (Ekonomik) Düzen”de bu yapılar hisse senetleriyle halka satılmaktadır. Halk çalışarak kazandığı gibi halk artırdıkları değerleri yapılar koyarak kiradan yararlanırlar.
Bunu sağlamak için kredi sermaye sahiplerine değil de çalışana vermek gerekir.
Bunları dengelemek için dört çeşit para çıkarılır:
Altın, Buğday, Demir ve Toprak paraları.
(Bk. Daha önceki yazılarımız.)
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
Şu an ortada sorun yok sonrası için de tedbir aldık
MB Başkanı Yılmaz, kredi genişlemesi ve cari açıktaki genişlemenin ilerisi için risk oluşturabiliceğini söyledi. Bu riskleri ortadan kaldırmak için şimdiden tedbirler aldıklarını söyleyen Başkan Yılmaz, bundan sonraki süreçte gerektiği takdirde faiz artırımı yapabileceklerinin işaretini verdi
Durmuş Yılmaz
Beş yıllık görev süresini Nisan ayında dolduracak olan Merkez Bankası (MB) Başkanı Durmuş Yılmaz, dün katıldığı bir televizyon programında, kredi genişlemesi ve cari açıktaki genişlemenin ilerisi için risk oluşturduğunu vurguladı. Bu riskleri ortadan kaldırmak için tedbirler aldıklarını vurgulayan Yılmaz, "İhtiyatlı ve dikkatli olmakta fayda var. Büyüyelim ama istikrarlı gidelim, yapmaya çalıştığımız bu. Aldığımız önlemler olası gelişmelere karşı tedbir niteliğinde. Biz ne yaptığımızı biliyorsak da muhatabımızın da ne yaptığımızı anlaması lazım. Kamuoyuyla temasın bir nedeni de bu" diye konuştu.
FAİZ ARTIRIMI OPSİYONU MASADA
Bundan sonraki dönemde eğer fiyat istikrarı açısından faiz artırmasını gerektiren ortam olursa faizi artıracaklarını söyleyen Yılmaz, "Faiz artırımı opsiyonunu masadan kaldırmadık. Biz elimizdeki verilere göre ne yapacağımıza karar vereceğiz. Ona göre bir değerlendirme yapacağız" dedi. Yılmaz, rezervlerle ilgili olarak ise şunları söyledi: "Rezerv biriktirmenin maliyeti ve ekonomideki toplam likiditeyi bir arada düşünerek, gidebileceğimiz bir yer var. Döviz rezervlerimizi artıracak alanlarımız var."
2011'DE İHTİYATLI OLUNMALI
AB'deki karar alma mekanizmalarının çalışmasına bakıldığında ise 2011'de ihtiyatlı olmakta fayda gördüğünü söyleyen Yılmaz, "Kararlar ivedilikle alınmıyor, çok tartışılıyor. Avrupa'da sorunlar var ve bankacılık sistemi göründüğü karar güçlü değil. 2011 için söyleyeceğim şu; herkes ihtiyatlı olsun, olanı biteni çok yakından takip etsin. 2011, 2010'dan daha iyi olacak mı derseniz, ben herhangi bir rakam vermek istemiyorum. Bizim aldığımız tedbirlerin belirleyicisi Avrupa'daki borç dinamikleri. Eğer borç krizi çözülmezse sermaye bizim gibi ülkelere gelmeye devam edecek. Bu da kur açısından bizim için olumsuz etkileri olabilir" diye konuştu.
BAŞKANLIK İÇİN 5 YIL YETERSİZ
MB Başkanı, görev süresinin dolması ve yeni gelecek başkan için ise şunları söyledi: "Başkanlık için herhangi bir isim telaffuz etmem spekülasyon olur. Bu işi burada bırakayım diyorum. Herkes gibi benim de bazı isimler üzerinde etkilerim var. 5 yıllık süre yeterli değil. Ya iki dönem olmalı, ya 7-8 yıl olmalı. Göreve gelmem biraz sancılı oldu. Herkesin zihninde soru işaretleri vardı. Benim açımdan bu 2-2.5 yıl zaman aldı. Ben TCMB Başkanı olarak uluslararası merkez bankacıları arasında kendime yer edindiğimi düşünüyorum. Benden sonra gelecek arkadaşın iki dönem ya da 7-8 yıl görev süresi olması daha iyi olur."
EVİMİ GÜL'E BIRAKTIM
Okul yıllarındaki anılarını da anlatan Yılmaz, Cumhurbaşkanı Gül'le aynı okulda okumadığını ama bir çeteden söz edildiği 1976 yılında üniversiteyi bitirip Türkiye'ye dönmeye karar verdiğinde Londra'da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile tanıştığını söyledi. Durmuş Yılmaz, "Onları orada evime davet ettim. Bulunduğum evi cumhurbaşkanına bıraktım ve Türkiye'ye döndüm" dedi
Gösterge tahvilde yeni rekor
İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Tahvil ve Bono Piyasası Kesin Alım Satım Pazarında işlem gören 8 Ağustos 2012 vadeli gösterge tahvilin bileşik faizi, yüzde 7,11 ile tüm zamanların en düşük seviyesine geriledi. Gösterge tahvilde önceki gün yüzde 7,16'dan kapanan bileşik faiz, güne yüzde 7,15 seviyesinde başladı. Yüzde 7,11'e kadar gerileyen bileşik faizin yanında önceki gün kapanışta yüzde 7,32 olan basit faizi de dün sabah açılışta yüzde 7,26'ya düştü. Gösterge tahvilin bileşik faizi önceki gün 7,12'ye kadar düşerek tarihi rekor kırmıştı.
YAYIN TARİHİ: 31.12.2010
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-593/ADİL DÜZEN DERSLERİ-423 08 Ocak 2010
FEHMİ KORU
Fehmi Koru yayıncılığa Akevler’de başlamıştır. “İslâmiyet ve Ekonomik Doktrinler” ile “İslâmiyet ve Günümüzün Meseleleri” kitaplarımızı yayımladı. Fethullah Gülen’in “Yaradılış ve Darwinizm” kitabını yayımladı.
Gazete başyazarlığına Millî Gazete’de başladı ve orada tanındı. Sonra Zaman Gazetesi’nde yazar oldu. Dışarıdan gelen baskı sonucunda oradan ayrıldı. Yeni Şafak’ta senelerden beri yazdı.
Fehmi Koru korkak değildir. Yaptığını ve söylediğini inkar etmez.
Yeni Şafak Gazetesi’nde patronları ile herhangi bir sorunu olduğunu sanmam. Yıllarca önceki bir olay dile getiriliyor ve bir yazar ona ima yoluyla ithamda bulunuyor, öbür gazeteciler imayı deşifre ediyor ve Fehmi Koru rahatsız ediliyor. Patronları da devreye girmiyor. İstifa etmediği halde gazeteden çıkarılıyor.
F. Koru, Adil Düzen çalışmaları içinde yetişmiştir. Ne var ki mesleği gereği bir ideolojiyi savunmaz, hattâ bir partiyi de savunmaz; kendisine göre gazetecilik yapar.
Dolayısıyla benim yakınım olduğu için değil, olayı tahkik edip gelecekte olacakları bilmek için yazıyorum.
Bu olay D. Baykal’ın olayına benzer. Doğru veya yanlış olması önemli değildir. Birileri bir yerde karar veriyor. Basını harekete geçiriyor ve sonuç alınıyor. Olayın vahameti bundadır. Bu sebepledir ki ben bu durumlarda hep komplo hazırlayanlara karşı oldum. Gerçek olsalar da Ergenekon ve Balyoz davalarına karşıyım. D. Baykal’a yapılanı iftira kabul ediyorum. Kendisi ikrar etse de öyle kabul ederim. Aynı şekilde Susurluk Olayı da öyle olmuştur. Paralı artistlere oynatılan aşk oyunlarıyla 28 Şubat olayları olmuştur. Başbakan Adnan Menderes’in asılması da bundan farksızdı.
İbrahim Karagül’ü tanımıyorum. Bu olayda durup dururken rol oynuyor. Onu tanıyanlar bu olayı daha kolay tahlil ederler.
Bence olayda iki ihtimal vardır.
1- AK Parti’yi parçalamak için devamlı olarak Gül ile Erdoğan’ın arasını açma çabaları vardır. AK Parti kurulduğu günden beri bu çekişme vardır. Gül ve Erdoğan’ın haberi bile olmayan bu oyunda taraftarlarının oyunu sürmektedir. Biz Akevler olarak tarafsızız. Gül Akevler’e daha yakındır diye bizi oradan saydıkları için bizden uzak durdular. Gül’e de bir ayrıcalık tanımadığımızdan onlar da uzak durdular. Öylece iki dostumuzdan da olmuş bulunuyoruz. Önemli değildir. Koru Gül’e Erdoğan’dan daha çok yakındır. Gazete ise Erdoğan’a yakındır. Patronlarının haberi bile olmadan gazetedeki ajanlar bu olayı tezgahlamışlardır. Benim tahminim Gül taraftarları partide ikilik çıkaracak ve Gülenciler ile işbirliği yaparak bir partiyi destekleyerek AK Parti’yi parçalama gayretlerindedirler. Fehmi de yazı yazmamakla bunların oyununa gelmiştir. Fehmi Zaman Gazetesi’nden teklif alırsa bu tahminimiz doğru olur.
2- İkinci önemli tahmin ise Fehmi’nin kendi tahminine uymaktadır.
a) 1 Mart Tezkeresi’nin çıkarılmasında baş rolde Cumhuriyet Halk Partisi olmuştur. Akıbeti bellidir. Partiyi barajın altına düşürecek bir genel başkan getirilmiştir.
b) 1 Mart Tezkeresi’nde baş rolü oynayan D. Baykal de malum durumlara düşürülmüştür.
c) Tezkere’nin çıkışında kritik karar veren Bülent Arınç olmuştur. İsteseydi öbür türlü karar verebilirdi. Bu kararı sebebiyle Meclis Başkanlığı’ndan olmuştur.
d) Akevler’in iki milletvekili vardı. Biri beklenmedik ölümle ölmüş, diğeri ise milletvekilliğinden elenmiştir.
e) Sezer ise kenara itilmiştir.
O günün acısını çıkarma hareketi olabilir.
Gerçek olsa bile, bu tür oyunlara millet ve yöneticiler gelmemelidir. Bu tür yayınlar etki etmemelidir. Sorunu çözmek ise yazarların kendilerinin çıkaracağı ortak olduğu yayını çıkarmakla mümkündür.
F. Koru Akevler’de kalıp yayıncılığa devam etseydi, şimdi Millî Görüş gibi, F. Gülen gibi dev bir basınımız olurdu. M. Şevket Eygi de F. Koru da bu işi başaramadılar.
Türkiye’de ve dünyada gazeteciler patronların esiridirler. Onlar da ABD’deki sermayenin esiridirler. Çatışma içinde hayatları geçmektedir.
Ben Adil Düzen Çalışanlarına bir dergi çıkarmalarını tavsiye ederim. Bağımsız, milyonlarca satan bir dergi. Bir gün cesaret edip bu işi başaracaklarına inanıyorum.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
İşsizliğe Çözüm(1): Vakıflar Bankası
Reşat Nuri EROL
Türkiye’nin bir numaralı sorunu İŞSİZLİK...
Bundan önce “işsizlik sorunu ve çözümleri” ile ilgili pek çok yazı yazdığım gibi; “Erbakan” yazıları öncesindeki son iki yazım da yine işsizlik sorunu ve çözümü ile ilgiliydi. Ben ve çalışma arkadaşlarım, halkımızın bu en önemli sorunu üzerine düşünüyor ve çalışıyor, bu arada çare ve çözümlerimizi yazmasına yazıyoruz da; -Allah onları bir an önce ıslah etsin,- ilgilenmesi gereken ilgililer, yöneticiler, hükümettekiler, bakanlar ısrar ve inatla bu çözümlere bakmıyor, bakamıyorlar; kör ve sağırları oynamaya devam ediyorlar...
Biz her şeye rağmen “tesbit ve teşhislerimizle” bir taraftan tarihe not düşmeye, diğer taraftan özellikle “İŞSİZLİK” gibi “ana sorunlarımızın çare ve çözümlerini” kapsayacak şekilde en önemli görevimiz olan “tebliğ ve hatırlatmalarımıza” devam ediyoruz…
Bugün ve sonraki bir-iki gün işte bu konu üzerinde duracağım…
Halkımızın, ilgilenenlerin ve “ilgililerin” dikkatine!..
***
Bir an için şöyle bir hayal kuralım: Hükümettekiler, özellikle ilgili ‘bakanlar’ bir gün akıllanıyor, akıllarını başlarına topluyor ve IMF veya diğerlerine değil de, bize baş vuruyor; işsizliğin “Adil Düzen ve Adil Ekonomik Düzen”e göre nasıl çözüleceğini soruyorlar...
Biz de onlara çok basit ve kısa bir çözüm yolu gösteriyoruz: “İşin en başında ve başlangıcında Vakıflar Bankası’na “Adil Ekonomik Düzen”i bilen ve ona inanmış bir ‘Genel Müdür’ atayacaksınız” diyoruz...
İşte o Genel Müdür ilk icraat olarak bir ilçedeki Vakıflar Bankası Şubesi’ne “Adil Ekonomik Düzen”i bilen ve ona inanmış bir “Şube Müdürü” atayacak...
Bu şube müdürü, pilot uygulama yapmak üzere ilçedeki bir bucağı örnek bucak olarak seçecek ve burada oranın halkına bir “kooperatif” kurduracak...
Kooperatif bucağın on kadar köyüne birer “semt işletmesi” kuracak...
Bu köy/semt işletmesinin “bakkalı/marketi” olacak; o semtin ihtiyaçları bu bakkalda satılacak... Bir de o semtte üretilen ürünleri alıp depolayacak bir “ambarları” olacak...
Kooperatif ayrıca bucak içi nakliye yapan “arabalar” alacak, üretilen ürünlerin nakliyesini sağlamak üzere “nakliye ortaklığını” kuracak...
***
Kooperatif bucakta on kadar “tüccar” belirleyecek... Bu tüccarları oradaki siyasi partiler aldıkları oy nisbetinde atayacaklar... Bucakta bulunan bakkallar bu tüccarlardan mal satın almak zorunda olacak, bucakta halkın ürettiği mallar da bu tüccarlara satılacak... Bu tüccarların dışındaki tüccarlarla yapılan alışverişlere kooperatif karışmaz, yani kefil olmaz.
Kooperatif bucaktaki ortaklarına birer “Hesap Kartı” verecek, bu hesap kartları yalnız bucak içinde geçerli olacak; bir de ilçe merkezinde “Vakıflar Bankası Şubesi”nde geçerli olacaktır. Bucak içinde bu kartla mal alınır, mal satılır, yahut iş yapılır, ücret ödenir. Bu kartlara para ödenmez, para kabul edilmez. Her semtin merkezinde kartı okuma ve doldurma merkezi vardır. Herkes kasadan çekmiş, kasaya yatırmış olur.
Halk, ürettikleri malları “bucak tüccarları” ile pazarlık ederek onlara satar, sattıktan sonra ambara teslim ederler. Hesap kartlarına para şarj edilmiş olur. Sonra onunla bakkala/markete gidip istedikleri malları satın alırlar.
Tüccar aldığı malı götürür, piyasada satar, elde ettiği para ile bakkalda/markette satılacak malları satın alıp getirir. Dolayısıyla Türk Lirasına gerek kalmadan bucak halkı ürettikleri her türlü mallarını satmış ve istedikleri malları almış olur. Hesaplar Türk Lirası üzerinden yapılmış ancak Türk Lirasına el sürülmemiş olur. Böylece bizim banka şubesi herhangi bir para kullandırmak zorunda kalmaz.
***
Devamı var, gelecek yazı; ‘bu sistemin çok yönlü yararları’ üzerine olacaktır.
İşsizliğe Çözüm(2): Adil Ekonomik Düzen’in yararları
Reşat Nuri EROL
İşsizlik sorununu nasıl çözeceğimizi, bazı detayları ile birlikte, “mekanizmasının” nasıl olacağını/olabileceğini, “bir pilot uygulama örneği” üzerinden önceki yazımızda anlattık.
‘Bu sistemin yararları/faydaları’ nelerdir?
Bugünkü yazımızda önce bunun üzerinde duralım.
BİRİNCİ FAYDA…
Halk malını malla değiştiği için (takas, barter) işsizlik söz konusu değildir.
Halk;
-Kriz zamanlarında çok çalışarak yaşar.
-Bolluk zamanında az çalışarak yaşar.
İşsiz insan kalmaz.
İKİNCİ FAYDA…
Nakit vermeden sadece hesabî olarak nakit alıp verdiğimizden, uygun yerlere faizsiz istediğimiz kadar kredi verebiliriz.
Böylece sermaye sorunu ortadan kalkar.
ÜÇÜNCÜ FAYDA…
Bu sayede bucağımızı krizlere karşı koruyabildiğimiz gibi, bucaktaki her türlü çalışmalara kredi yoluyla yönlendirme yapabiliriz.
Ekonomiyi planlarız.
DÖRDÜNCÜ FAYDA…
Fiyatlara ve ücretlere müdahale etmediğimiz, bu arada tekeli de önlediğimiz için “ideal piyasa”yı kurmuş oluruz.
Bundan ötesi can sağlığı…
***
Bir sorun var. Köylerde açtığımız kooperatif bakkalları ile köylerde açtığımız köy ürünlerini satın alma ambarları çalışmazsa, halk bizden alışveriş yapacağına başka yerlerden yapmayı tercih edecektir; bizde çalışacağına başka yerlerde çalışmayı tercih edecektir.
Bunu önlemek için ekonominin temel gücü olan “FİYAT” ve “ÜCRET” mekanizmalarını harekete geçirmemiz gerekir.
Yani;
-Biz daha fazla “ÜCRET” ödemeliyiz…
-Biz ürettiğimiz malları “daha ucuz” satabilmeliyiz...
-Bizim “FİYATLARIMIZ” her zaman diğerlerine göre daha uygun olmalı…
-Bunu da “müdahalesiz ideal serbest piyasada” yapmalıyız...
***
İşte; bizim, bizim sistemin, bizim ekonomik düzenimizin üstünlüğü buradadır.
“Adil Ekonomik Düzen” bunun sırlarını bulmuştur.
-Bizde mallar dışarıdan ucuzdur…
-Bizde ücretler dışarıdan yüksektir...
Dolayısıyla;
-Halkımız dışarıdan mal almayacak…
-Ürettiği ürünleri dışarıya satmayacaktır...
Bundan ötesi sadece can sağlığı…
***
Bitmedi, Devamı Var; Gelecek Yazı: “Adil Ekonomik Düzen’de ücretler neden yüksek, mallar neden ucuzdur?” konusu, yani “İşsizliğe Çözüm: Adil Ekonomik Düzen’in diğer yararları” üzerinde olacaktır.
İşsizliğe Çözüm(3): Adil Ekonomik Düzen’in diğer yararları
Reşat Nuri EROL
“Adil Ekonomik Düzen”de ücretler neden yüksektir?
“Adil Ekonomik Düzen”de mallar/fiyatlar neden ucuzdur?
BİRİNCİSİ…
“Adil Ekonomik Düzen”de “FAİZ” yoktur!
Dolayısıyla raflarda duran mallara “FAİZ MASRAFLARI” binmemektedir. İstediğimiz kadar stok yapabiliyoruz. Oysa faizli sistemde her gün mal pahalılaşmaktadır.
Bizde, bizim sistemde ise mallar ucuzdur. Halk tarafından üretilen malları alıp depolayabiliyoruz. FAİZ YÜKÜ BİNMİYOR. O sebeple halktan malları pahalı alabiliyoruz, yani ücretler (halkın kazancı) yüksektir, dolayısıyla üretim gücü de yüksektir.
***
İKİNCİSİ…
“Adil Ekonomik Düzen”de “depolama masrafları” asgaridedir!
Biz üretilen malları ambara koyuyoruz. Ambar masrafları zamanla artmıyor. Yani mal bir gün de ambarda kalsa, bir sene de kalsa aynı kirayı veriyoruz. Üreticiye ambardaki malın “belgesini” veriyoruz. Belgede malın evsafı yazılıdır. Bu belge alınıp satılıyor. Herkes bunun ticaretini yapıyor. Satış gerçekleşince, en sonunda belge nakliyeye veriliyor. Mal oradan oraya dolaşmıyor, birkaç defa nakledilmiyor. Üreticiden tüketiciye kısa yoldan mal ulaşıyor.
-Bu sistem malların uzun yollardan dolaşmasını önlüyor...
-Bu sistem taşınmada/nakliyede doluluğu sağlıyor...
-Bu sistem ticareti ise kolaylaştırıyor...
-Bu sistem hem rekabeti sağlandığı hem de masrafsız olduğu için aracı masrafları asgariye iniyor; bu sayede bizde mallar pahalı alınabiliyor, ucuz satılabiliyor...
***
ÜÇÜNCÜSÜ…
Kooperatif tüccarlara “FAİZSİZ” olarak sınırlı kredi açıyor. Tüccarların sayısını on civarında tutuyor. Aralarındaki rekabeti her zaman koruyor. Tekel oluşmuyor. Çünkü sermaye faizsizdir. Ticaret senetler üzerinden yapılmaktadır. Ticaret kolaylaşmıştır.
Bizim sistemde tüccar cirodan kazanmaktadır. Bugünkü kapitalist sistemde ise tüccar kârın yüksekliğinden kazanmaktadır. Yüksek kârlar halkın tükettiği malların fiyatlarını pahalılaştırmakta, halkın ürettiği malları ise ucuzlatmaktadır. Bizde ise kâr asgariye inmiştir. Dolayısıyla bizim tüccarlarımız en pahalı şekilde almakta, en ucuz şekilde satmaktadırlar.
***
DÖRDÜNCÜSÜ…
Bugünkü faizli kapitalist sistemde kredi tüccara verilmektedir. Tüccar malları en ucuz alıp en pahalı satıyor. Planlamayı da o yapıyor. Halk ürettiği malları satamıyor, halk ihtiyacı olan malları satın alamıyor. Halk ürettiklerini çok ucuza satmak zorunda kalıyor, tükettiklerini ise çok pahalı satın almak zorunda kalıyor.
Biz ise “Adil Ekonomik Düzen”de krediyi halka “sipariş kredisi” olarak veriyoruz. Halk peşin para ödeyerek yıllık siparişini veriyor. Bucak tüccarı aldığı paraları bucağın içindeki iş yerlerine vererek malları sipariş ediyor. Sonra sipariş verdiği malları alıp piyasaya götürüyor ve satıyor. Elde ettiği para ile sipariş aldığı malları satın alıyor.
Görüyorsunuz ki hiç TL kullanmadık, hiç “FAİZ” ödemdik. Bu sayede halk mallarını yılbaşında alıyor, üretici de siparişlerini yılbaşında alıyor. Ne fazla üretildiği için mallar ziyan zebil oluyor, ne de eksik üretildiği için pahalılık oluyor.
***
Devamı Var; Gelecek Yazı:
-Bir BANKA, bir CEMAAT, bir GRUP/DERNEK/VAKIF bu sorunu çözer.
İşsizliğe Çözüm(4): Bir banka, grup, cemaat sorunu çözer
Reşat Nuri EROL
İşte, önceki yazılarımızda anlattığımız üzere; biz malları üretici olan halktan pahalı aldığımızdan, yine bu malları tüketici olan halka ucuz sattığımızdan, “üreticiler” bizde yani bizim sistemde üretim yapacak, “tüketiciler” de bizden satın alacaktır.
İlk yazımızda sözünü ettiğimiz “Vakıflar Bankası Şube Müdürlüğü” ilçenin “bir bucağında” yaptığı/yapacağı bu “örnek pilot uygulamada” bilgi edinmiştir, eksikliklerini gidermiştir, kendisinden emin olmuştur. “Bucak”taki bu pilot ve örnek uygulamanın başarısından sonra, ilçenin tüm bucaklarına yani “il”e bu düzenlemeyi yapacaktır/yayacaktır.
Bankanın bir “ilçe” şubesi başarılı oldu mu; ondan sonra Vakıflar Bankası tüm “ülke” için bu uygulamaya girecek ve ülke içindeki ekonomi “faizsiz sistem” ile dönmeye başlayacaktır. Daha sonra ister istemez bütün bankalar bu sistemle çalışacaklardır.
***
Burada şöyle bir soru gelebilir:
-Vakıflar Bankası nasıl yaşayacak, masraflarını nasıl karşılayacak?
Bankanın giderlerini kooperatif karşılayacak. Örnek olarak, kooperatifin gelirinin beşte biri bankanın olacak, banka hizmetlerini karşılıksız yapacaktır.
Buna bağlı olarak şöyle bir soru gelebilir:
-Kooperatifin geliri ne/nasıl olacaktır?
Kooperatif halka sipariş kredisini vermektedir. Tüccar bu kredi ile semt işletmelerine sipariş vermektedir. Üretici ürettiği malları sipariş verenlere verilmek üzere ambara teslim etmekte, ambardan belge almaktadır. İşte bu belgede yazılan mallar teslim edilenden azdır.
Diyelim ki “yüz kasa domates” teslim edilmiş ama kendisine “seksen kasanın belgesi” verilmiştir. Kalan “yirmi kasa domates” ise “kiraya” ve “genel hizmete” verilmiştir.
Banka hizmetleri de genel hizmettir, banka oradan (yani üretimden) payını alır.
***
Burada bir hususa daha işaret ederek şimdilik bu konuya son verelim.
Bugün “fiyatlar” tekeller tarafından tesbit edilmektedir; istedikleri fiyatla almakta, istedikleri fiyatla satmaktadırlar. Bugün “ücretler” de işveren tarafından tesbit edilmekte, devlet müdahale etmektedir. “Adil Ekonomik Düzen”de ne ücretler ne de fiyatlar tekeller tarafından tesbit edilmez, serbest piyasada halk tarafından oluşturulur.
Bunun için uygun fiyat tesbit sistemleri geliştirilir.
1- Serbest pazarlıkla fiyat ve ücret oluşturulur. Kredi faizsiz ve icarsız olarak halka verilir. Dolayısıyla halk sermayesi ile işverene ve mağazaya gittiği için güçlüdür, serbestçe pazarlık yapabilmektedir.
2- Stoklarla fiyat tesbiti yapılır. Mallar çoğalmışsa fiyatlar düşürülür, mallar azalmışsa fiyatlar yükseltilir. Bununla satış fiyatları yükseltilip düşürüldüğü gibi kredilendirme değerleri de artırılıp eksiltilir.
3- Satılmayan malların fiyatı zamanla düşürülür. Gelmeyen malların fiyatları zamanla yükseltilir.
4- Tüm arz ve talep karşılanmak şartı ile alış ve satış fiyatları sabit tutulur veya kâr sabit tutulur.
-Bir “BANKA”nın (‘Vakıflar Bankası’ olabilir) bir bucaktaki “Adil Düzen Kooperatifi”ne “faizsiz kredi” açmasıyla tüm insanlığın işsizlik sorunu çözülebilir.
-Bir “SERMAYE GRUBU” da bunu yapabilir. (Anadolu Aslanları, nerdesiniz?!.)
-Bir “CEMAAT/TOPLULUK” de bu işi yapabilir, bu sorunu çözebilir.
Bize bu konuda düşen sadece ve sadece açık tebliğdir... Biz, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da çalışmalarımızı yapıyor ve herkesle açıkça paylaşıyoruz… Halkımızın, ilgilenenlerin ve “özellikle ilgililerin, yetkililerin, yöneticilerin dikkatine” sunuyoruz!..
“Adil Ekonomik Düzen” işte budur
İnsan her zaman fakirdir. İnsanın zenginliği o topluluğun varlığına ve varlıklı olmasına bağlıdır. Ben para kazanıyorum diye komşusu açken yatıp uyumak ne büyük gaflettir. Öyle bir gaflettir ki; o topluluk yok olduğunda geriye hiçbir şey kalmaz. ‘Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar’ sözü işte bu durumu ifade eder. Bir topluluğun kıyameti yani yok oluşu işte bu gibi bir açlıklar, fakirlikler, dengesizlikler ve adaletsizlikler sebebiyle gerçekleşir.
Ne dersiniz?
Bugün yaşadığımız ülkemizde yani Türkiye’de ve bütün dünya ülkelerinde “adalet” başta olmak üzere, “adil gelir dağılımı” hangi seviyelerde?.. Açlık, yokluk, yoksulluk, asgari geçim seviyesi hangi seviyelerde?.. “Hak” ile “bâtıl”, “iyi” ile “kötü”, “varlık” ile “yokluk”, “zenginlik” ile “fakirlik”, “adalet” ile “zulüm” hangi seviyelerde?!.
Biz her vesileyle ve her zaman “Adil Düzen” diyorsak sebebi var; çünkü “Adil (Ekonomik) Düzen” demek, aç ve işsiz kimseyi bırakmamak demektir. Bir ülkede “aç ve işsizler” ne kadar çoğalıyorsa, o ülkede o kadar “ev ve aile” dağılıyor demektir. Son zamanlarda gazetemiz Millî Gazete de dahil olmak üzere, bütün medyada dağılan, parçalanan, yok olan “işyeri, ev ve aile” haberlerini her gün okuyup izlemiyor musunuz?..
***
Türkçede “fakir” parası olmayan mânâsındadır. Oysa Arapçada bu kelimenin karşılığı “muhtaç” demektir. Bir eksikliğin varsa fakirsin. Serveti olanlar da fakirdirler. Servetiniz var ama muhtaçsınız; çünkü “Adil (Ekonomik) Düzen”e muhtaçsınız...
Allah “Adil Düzen”i yalnız fakirler için emretmiyor. Zenginlerin zenginliklerini koruyabilmeleri için, halkın yaşaması için, devletin ve hükümetin/hükmetmenin var olması için her yöndeki adalete, adil gelir dağılımına, “Adil (Ekonomik) Düzen”e muhtaçsınız...
Bu ülke Malazgirt 1071’den itibaren kolay kurulmadı…
Bu ülke kurtarılması gerektiğinde kolay kurtulmadı…
Bu ülke akıtılan şehit kanlar üzerinde oturmakta...
Şimdi aklınız ve zenginliğiniz var, ülkeniz ve devletiniz var; her türlü iktisadî ve siyasî varlığınız var; ve bütün bu varlıklarınız olduğu halde “Adil Düzen” için harcamıyorsunuz!!!
***
Madem “Adil Düzen” dedik; “Adil (Ekonomik) Düzen” nedir? Tekrar hatırlayalım.
Bugünkü “faizli kapitalist düzende/sistemde” krediler sadece zengin/ler/e verilmekte, zengin/ler daha da zengin edilmekte... Halk ise işsiz ve aşsız, fakir ve muhtaç kalmakta... Zengin zaten zengin, onu bir daha zengin etmenin manası yoktur.
Biz “Adil (Ekonomik) Düzen”de ne yapacağız?
-Halka faizsiz icrasız sipariş kredisini vereceğiz...
-Onlar da mağazalara sipariş verecekler…
-Onlar da tüccarlara sipariş verecekler…
-Onlar da işyerlerine sipariş verecekler...
-İşyerleri işçileri çalıştıracak, üretim yapacak ve kredilerini kapatacaklar.
Bakınız, biz “halk”a kredi verince “mağaza”ya, “tüccar”a ve “işveren”e de kredi vermiş oluruz. Yeter ki halktan sipariş alsın. Çalışana kredi verelim, işvereni borçlandıralım. Yani krediyi yine müteşebbise, işverene veya zengine vermiş oluruz; hem de faizsiz, hem de icrasız kredi vermiş oluruz. Önce üretimini yapsın, deposuna koysun; sonra mal ne zaman satılırsa o zaman kredisini ödesin. Bunun sonucu nedir? Bu sefer de işsiz kimse kalmaz.
İşte “ADİL DÜZEN” budur, “ADİL EKONOMİK DÜZEN” budur.
İşi bilen ve işçi bulan müteşebbis sermaye sıkıntısında olmasın diyoruz. Biz ne veriyoruz ki; boyalı bir kâğıt. Siz ey zenginler, işçi bulamazsanız nasıl üreteceksiniz, nasıl ticaret yapacaksınız? Siz halkı bulamazsanız ürettiğiniz malları kime satacaksınız? “Adil (Ekonomik) Düzen” size imkanlar hazırlıyor, size son model araba yani sistem satın alıyor...
Şimdiden o arabanın şoförlüğünü öğrenmek için Adil Düzen Çalışmalarına katılın...
Tarım, kapitalizm, sosyalizm ve karma ekonomi
Reşat Nuri EROL
Bir Karadeniz köyler birliğini düşünün; eskiden bunlar birer “bucak”tı. Şimdi bunlardan kimi “ilçe” oldu, kimi birliğini yitirdi ama yine de varlıklarını koruyorlar.
On köy bir “bucak”tır.
Bir köy de ortalama “100 hane”dir.
Düşünün; bin hanelik bir “bucak”tasınız...
Önce her ailenin tarlası yani tarım arazisi vardır. İlkbaharda yıllık ihtiyaçlarını eker, sonbaharda ektiklerinin karşılığını alır, bir sene onunla geçinirler.
Bu topluluk binlerce yıllık “tarım topluluğu”dur.
İnsanlar belki on bin senedir böyle yaşadılar; hâlen böyle yaşamakta olanlar vardır.
***
Bu şekildeki “tarım toplumları”nda geçinmenin zorlukları vardır.
Birinci Zorluk: Herkesin eşit şekilde ekip biçecek tarlası yani yeterli tarım arazisi yoktur. Kimilerinin ekip biçmeye gücü yetişemediği için tarlaları boş durur, kimileri de tarlası olmadığı için kendileri boş dururlar!
İkinci Zorluk: Herkesin tarlası aynı mahsulü vermez, aynı derecede verimli de olmaz. Kimisinde patates iyi olur, kimsinde fasulye. Herkes kendisi için ektiğinden dolayı ister istemez verimsiz olarak herkes çalışmak zorundadır.
Üçüncü Zorluk: Herkes her işi yapamaz. Kimi domates yetiştirmesini bilir, kimi mısır. Ama herkes kendi ihtiyacı için çalışacağından bilmediği işleri de yapmak zorunda kalmaktadır. Böylece tarım toplumunda yapılan üretim başarısız bir üretim olmaktadır.
Dördüncü Zorluk: Tarım toplumundaki aile reislerinden birisinin hasta olduğunu düşünelim. Hastalığı sebebiyle o kişinin tarlası ekilememiştir. Komşular da fazla ürün ekmemişlerdir. Dolayısıyla o aile komşuları ve akrabaları tarafından yeterince desteklenmezse açlıktan ölür. Tarım dönemi tarihinde böyle binlerce olay olmuştur.
***
Tarım topluluklarındaki bu sorunları çözmek için köylüler çok eskiden “pazarcılığı” geliştirdiler. Herkes her ihtiyacını kendi ektiği tarladan giderme yerine, en kolay ve en iyi şekilde üretebildiğini üretiyor, sonra “pazarda” satıyor, ihtiyaçlarını oradan yani “pazardan” alıyordu. Tarlası olmayanlar da başkalarının tarlasında çalışıyor, bu sayede ne işsiz insanlar kalıyor ne de ekilmemiş tarla kalıyordu.
İşte bu uygulama “FİYAT” ve “ÜCRET” sorununu getirdi.
Küçük topluluklarda bu sorunlar çözülmüştür. Ahmet domatesi ekmişse, Mehmet patatesi ekiyordu. Pazarda bulunan mal miktarına göre “fiyat” alıyor, “ücret” de örfle teessüs ediyordu. Sonraları pazar genişledi, insanlar artık serbest pazarla sorunlarını çözemediler.
Bu durumdaki sorunları çözmek için iki yol denendi:
1. Kapitalistlerde tüccarlar oluştu. Tüccar köylüye sene başında para verdi, sipariş yaptı, sonra üretilen ürünleri pazarlarda sattı. Artık halk birbirleri ile alışveriş yapmadı, aracı tüccarla alışveriş yaptı. Zamanla bu uygulamanın sorunları çözmediği görüldü.
2. Sosyalistler (komünistler) planlama yaptılar. İnsanların ihtiyaçlarını tesbit ettiler. Sonra onları işyerlerine sipariş verdiler. Yani tüccarın yaptığını devlet planlaması yaptı. Bu uygulama da başarılı olmadı, sosyalizm/komünizm çöktü, yıkılıp gitti.
Tek başına sermaye (kapitalizm) sorunları çözemedi. Tek başına devlet (sosyalizm) de sorunları çözemedi. Kapitalistler ve sözde sosyalistler işbirliği yaptılar (karma ekonomi), birlikte sorunları çözmeye karar verdiler; aksak topal şimdi bu düzen yürüyor... Ancak bu sistem de sorunları çözememiştir.
“Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen” işte “kapitalizm”in, “sosyalizm”in ve son olarak “karma ekonomi”nin çözemediği sorunları çözdüğünü iddia eden bir “düzen”dir.
(Devamı Var; Gelecek Yazı: “Adil Ekonomik Düzen”in çözümleri ve gücü)