1967...1968...1969....AKEVLER 44 YILDIR ÇALIŞIYOR....2008...2009...2010
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 590
“ADİL DÜNYA DÜZENİ III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
Haftalık Seminer Dergisi; 590. Hafta 18 Aralık 2010 Fiyatı: www.akevler.biz’e tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
“ADİL DÜZEN” UYGULAMALARI YAPMAK İÇİN BİZLERE DANIŞABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 590. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz: Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
FAİZSİZ KREDİLEŞME
“TARIM DÖNEMİ”NDEN “SANAYİ DÖNEMİ”NE;
“ADİL DÜZEN” SORUNLARI NASIL ÇÖZECEK?..
ÜÇ UYGARLIĞIN MERKEZİNDEKİ “TÜRKİYE”
VE YENİ UYGARLIK
***
*ÜSKÜDAR SEMİNERLERİ; 140. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamı; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SOHBET… SEMİNER… SORULAR-CEVAPLAR…
***
Ortak üretim ve tüketim
İstanbul Mala-Mal Mağazaları
Sonuç ortada!
Daima dikkat!
Korkun ve sevinin
Çare ve çözüm belli
Reşat Nuri EROL
***
MUHAMMED SÛRESİ TEFSİRİ - 10
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ أَضَلَّ أَعْمَالَهُمْ (1) وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَآمَنُوا بِمَا نُزِّلَ عَلَى مُحَمَّدٍ وَهُوَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ كَفَّرَ عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَأَصْلَحَ بَالَهُمْ (2) ذَلِكَ بِأَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا اتَّبَعُوا الْبَاطِلَ وَأَنَّ الَّذِينَ آمَنُوا اتَّبَعُوا الْحَقَّ مِنْ رَبِّهِمْ كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللَّهُ لِلنَّاسِ أَمْثَالَهُمْ (3) فَإِذا لَقِيتُمْ الَّذِينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتَّى إِذَا أَثْخَنتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَإِمَّا فِدَاءً حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا ذَلِكَ وَلَوْ يَشَاءُ اللَّهُ لَانتَصَرَ مِنْهُمْ وَلَكِنْ لِيَبْلُوَ بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍ وَالَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَلَنْ يُضِلَّ أَعْمَالَهُمْ (4) سَيَهْدِيهِمْ وَيُصْلِحُ بَالَهُمْ (5) وَيُدْخِلُهُمْ الْجَنَّةَ عَرَّفَهَا لَهُمْ (6) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ (7) وَالَّذِينَ كَفَرُوا فَتَعْسًا لَهُمْ وَأَضَلَّ أَعْمَالَهُمْ (8) ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَرِهُوا مَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأَحْبَطَ أَعْمَالَهُمْ (9) أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ دَمَّرَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَلِلْكَافِرِينَ أَمْثَالُهَا (10) ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ مَوْلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَأَنَّ الْكَافِرِينَ لَا مَوْلَى لَهُمْ (11) إِنَّ اللَّهَ يُدْخِلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَالَّذِينَ كَفَرُوا يَتَمَتَّعُونَ وَيَأْكُلُونَ كَمَا تَأْكُلُ الْأَنْعَامُ وَالنَّارُ مَثْوًى لَهُمْ (12) وَكَأَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ هِيَ أَشَدُّ قُوَّةً مِنْ قَرْيَتِكَ الَّتِي أَخْرَجَتْكَ أَهْلَكْنَاهُمْ فَلَا نَاصِرَ لَهُمْ (13) أَفَمَنْ كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّهِ كَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهِ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ (14) مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ فِيهَا أَنْهَارٌ مِنْ مَاءٍ غَيْرِ آسِنٍ وَأَنْهَارٌ مِنْ لَبَنٍ لَمْ يَتَغَيَّرْ طَعْمُهُ وَأَنْهَارٌ مِنْ خَمْرٍ لَذَّةٍ لِلشَّارِبِينَ وَأَنْهَارٌ مِنْ عَسَلٍ مُصَفًّى وَلَهُمْ فِيهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَمَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ كَمَنْ هُوَ خَالِدٌ فِي النَّارِ وَسُقُوا مَاءً حَمِيمًا فَقَطَّعَ أَمْعَاءَهُمْ(15) وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ حَتَّى إِذَا خَرَجُوا مِنْ عِنْدِكَ قَالُوا لِلَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ مَاذَا قَالَ آنِفًا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ(16) وَالَّذِينَ اهْتَدَوْا زَادَهُمْ هُدًى وَآتَاهُمْ تَقْواهُمْ(17) فَهَلْ يَنْظُرُونَ إِلَّا السَّاعَةَ أَنْ تَأْتِيَهُمْ بَغْتَةً فَقَدْ جَاءَ أَشْرَاطُهَا فَأَنَّى لَهُمْ إِذَا جَاءَتْهُمْ ذِكْرَاهُمْ(18) فَاعْلَمْ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مُتَقَلَّبَكُمْ وَمَثْوَاكُمْ(19) وَيَقُولُ الَّذِينَ آمَنُوا لَوْلَا نُزِّلَتْ سُورَةٌ فَإِذَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ مُحْكَمَةٌ وَذُكِرَ فِيهَا الْقِتَالُ رَأَيْتَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ يَنظُرُونَ إِلَيْكَ نَظَرَ الْمَغْشِيِّ عَلَيْهِ مِنْ الْمَوْتِ فَأَوْلَى لَهُمْ (20) طَاعَةٌ وَقَوْلٌ مَعْرُوفٌ فَإِذَا عَزَمَ الْأَمْرُ فَلَوْ صَدَقُوا اللَّهَ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ (21) فَهَلْ عَسَيْتُمْ إِنْ تَوَلَّيْتُمْ أَنْ تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ وَتُقَطِّعُوا أَرْحَامَكُمْ (22) أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَعَنَهُمْ اللَّهُ فَأَصَمَّهُمْ وَأَعْمَى أَبْصَارَهُمْ (23) أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا (24) إِنَّ الَّذِينَ ارْتَدُّوا عَلَى أَدْبَارِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ الْهُدَى الشَّيْطَانُ سَوَّلَ لَهُمْ وَأَمْلَى لَهُمْ (25) ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا لِلَّذِينَ كَرِهُوا مَا نَزَّلَ اللَّهُ سَنُطِيعُكُمْ فِي بَعْضِ الْأَمْرِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِسْرَارَهُمْ (26) فَكَيْفَ إِذَا تَوَفَّتْهُمْ الْمَلَائِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَأَدْبَارَهُمْ (27) ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ اتَّبَعُوا مَا أَسْخَطَ اللَّهَ وَكَرِهُوا رِضْوَانَهُ فَأَحْبَطَ أَعْمَالَهُمْ (28) أَمْ حَسِبَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ أَنْ لَنْ يُخْرِجَ اللَّهُ أَضْغَانَهُمْ (29) وَلَوْ نَشَاءُ لَأَرَيْنَاكَهُمْ فَلَعَرَفْتَهُمْ بِسِيمَاهُمْ وَلَتَعْرِفَنَّهُمْ فِي لَحْنِ الْقَوْلِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ أَعْمَالَكُمْ (30) وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ (31) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَشَاقُّوا الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ الهُدَى لَنْ يَضُرُّوا اللَّهَ شَيْئًا وَسَيُحْبِطُ أَعْمَالَهُمْ (32)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُوا أَعْمَالَكُمْ (33) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ ثُمَّ مَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَنْ يَغْفِرَ اللَّهُ لَهُمْ (34) فَلَا تَهِنُوا وَتَدْعُوا إِلَى السَّلْمِ وَأَنْتُمْ الْأَعْلَوْنَ وَاللَّهُ مَعَكُمْ وَلَنْ يَتِرَكُمْ أَعْمَالَكُمْ (35)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAvEayYuHa elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
“Ey iman etmiş olanlar” bu sûrede 10 defa geçmektedir.
“EMN” kökü bu surede 11 defa geçmektedir. Bunun ikisi ism-i fail, biri de fiil olarak geçmektedir.
Başta iki âyette “iman etmiş olan ve salih amel işleyenler” denmekte, sonra aynı âyette “Muhammed’e inzâl olunana iman edenler” olarak ifade etmektedir “Bi” harfi ile getirilmektedir.
Birinci iman etmiş olanlar, dayanışma ortaklıkları kurup güvence içinde salih amel işleyenlerdir.
İkincisi ise Kur’an’la işlerini güvenceye alanlar anlamındadır.
Üçüncü âyette iman etmiş olanların hakka tâbi olduklarını beyan etmektedir.
Dördüncü zikredişte “ey iman etmiş olanlar” diyerek dayanışma ortaklıkları kuranları yani devleti oluşturan yöneticileri muhatap almaktadır. Topluluğa yardım ederseniz o topluluk da size yardım eder mânâsında, Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder denmektedir.
Beşincisinde, Allah’ın iman etmiş olanların Mevlası olduğu, oysa cizye vermeyen kâfirlerin ise dayanışma ortaklıklarının olmadığını beyan etmektedir.
Altıncısı, Allah’ın âhirete iman etmiş olanları cennete koyacağını beyan etmektedir.
Yedincisinde iman etmiş olanlar demiyor da, iman etmiş erkeklerle kadınları ayırarak kadınların askeri mükellef olmadıkları, her ikisi için başkanın istiğfar etmesini istemektedir. İman etmiş olarak değil de, mü’minler olarak zikretmektedir.
Dokuzuncu olarak kalblerinde hastalık olan iman etmiş kimseleri zikretmektedir.
Onuncuda ise “ey iman etmiş olanları” ikinci defa zikretmektedir, “Allah ve resule itaat edin” denmektedir.
Onbirinci olarak da “iman ederseniz” denmektedir.
Surede “ey iman etmiş olanlar” iki defa geçmektedir. Birincide Allah’ın (topluluğun) yardımını istihkak etmek için topluluğa yardım etmek gerekir şeklinde ifade edilmiştir. Burada ise bu yardımın nasıl yapılacağını anlatmaktadır.
“Adil Düzen”i kurmamız için topluluğun işlerini yapmalıyız. “Adil Düzen”i öğrenmeliyiz, uygulamalıyız, anlatmalıyız; birleşerek “Adil Düzen” yönetimini kurmalıyız. Allah’a yardım budur. Bunlar ilmî çalışmalarla olur.
İlmî çalışmalar yaparken askeri disipline gerek yoktur.
Yukarıda anlatılanlar Mekke dönemi idi. Mekke dönemi mü’minlerinden bahsedilmiştir. Cihat var, iman var ama askeri düzen, üst-ast ilişkileri yoktur.
Medine’de ise artık örgütlenme var. Artık düzen kurulmuştur. İkinci iman etmiş olanlar bunlardandır.
Biz henüz “Adil Düzen” iktidarı olmuş değiliz. Cihat edeceğiz ama böyle yek vücut olarak değil, her birimiz ayrı ayrı kendi içtihadımızla cihat edeceğiz.
İlmî ve dinî çalışmalar böyledir.
Siyasî ve ekonomik çalışmalarda durum farklıdır.
İşte bu ikinci iman etmiş olan kimselerde ise Medine döneminden bahsetmektedir. Bu iki çeşit iman sistemini Kur’anda daha önce bulmuştuk. Burası şimdi teyit etmektedir.
أَطِيعُوا اللَّهَ
(EaOıGUv elLAHa)
“Allah’a itaat ediniz.”
Kur’an’da tek başına “Allah’a itaat ediniz” ifadesi yoktur.
“Allah’a itaat ediniz ve resule itaat ediniz. / Allah ve resule itaat ediniz. / Resule itaat ediniz. / Allah ve resulüne itaat ediniz” şekilleri ile geçmektedir.
Niçin tek başına “Allah’a itaat ediniz” denmemiştir?
İttibada o yapar siz onun yaptığını yaparsınız, onun sizin yaptıklarınızdan haberi olmayabilir. İmam namaz kılar, siz de ona ittiba edersiniz. O (imam) kıbleye taraftır, yüzünü kıbleye dönmüştür, sizi görmez bile, kimlerin kendisine cemaat olduğunu bilmez bile.
İtaat da ittiba gibidir. Farkı; o size emreder, siz onun dediğini yaparsınız. Onun yapması gerekmez. Oysa ittibada o yapar siz uyarsınız.
İşte, Allah’ı görmediğimiz için O’na ittiba etmemiz mümkün değildir. Resule ittiba Allah’a ittibadır. Yine Allah’ı görmediğimiz için O’na itaat etmemiz mümkün değildir. Çünkü kuralları ve emirleri yerine getirmek ne ittibadır, ne de itaattir. Doğrudan size emretmelidir. Onun için Kur’an’da sadece “Allah’a itaat ediniz” ifadesi yoktur, burada olduğu gibi “Allah’a itaat ediniz ve resule itaat ediniz” emri vardır.
Bu durum bize açıkça gösteriyor ki; Kur’an’da geçen “Resule itaat ediniz” ifadesi “Hazreti Muhammed’e itaat ediniz” değil, “başkanınıza itaat ediniz” demektir; bu da “emir sahiplerine itaat ediniz” demektir.
“Allah’a itaat etmek” demek, kurallara uymak demektir. Bu da doğrudan ve sadece tek başına kurallara uyma demek değildir, birlikte kurallara uyma demektir. Başkan namazı kurallar içinde kılacak, cemaat da başkana tâbi olacaktır. Burada başkana itaat yoktur, topluluğa itaat vardır. Başkanlık sadece birliği sağlamak için icma ile sabit olan hususlarda ona uymaktan ibarettir. İşte “Allah’a itaat” budur.
Şeriatın koyduğu hükümlere birlikte uyacağız. Mesela atölyemizde dolap/mobilya imalatı yapıyorsak, işbölümü yapacağız, herkes işin bir kısmını yapacaktır. Bu yapılanlar plana ve projeye uygun olacaktır. Ne var ki herkes ayrı ayrı değil, bir makinenin parçaları gibi organize olarak birlikte iş yapacağız. Herkes kendi işini yapacaktır; kurallara göre, şeriata göre yapacaktır ama birlikte yapacaktır. Örnek olarak birisi matkapla delik delerken diğeri de onları kalıplara yerleştirecektir. Üçüncü kişi ise vidalayacaktır. Bunlar birlikte yapılacaktır. Herkes farklı iş yaptığı için burada ittiba yoktur. Hepsi bir arada çalıştığı için itaat vardır.
O halde işbölümünde herkes bir iş yaparken bir taraftan diğer ortağına emretmektedir, diğer taraftan birinden emir almaktadır. Yahut bazen kendisi emretmekte, bazen de kendisi emir almaktadır. İşte bu itaat Allah’a itaattir. Bu ahenkli çalışma ancak ekip başının komutası ile olmaktadır.
وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ
(Va EaOIyGuv eLRaSUvLa)
“Ve resule itaat ediniz.”
“Ve” harfi ile gelmiştir ve emir tekrar edilmiştir. O halde bu itaat diğer itaatten farklıdır. Bu itaat ekip başına itaattir. Allah’a itaat yapılacak işler bellidir. Plana bağlanmıştır. Herkes ancak o plana göre hareket eder. Orada birbirine emrederken ya sırf hatırlatmak için emreder, yahut ne zaman o işi yapacağını bildirmek için emreder. Emretmez, kurallar emreder. Ekip başına itaat ise doğrudan başkanın takdirleri ile verdiği kararlardır.
İleri topluluklarda ekip başının yaptığı işler çok azdır. Ekip başı sadece nezaret eder, yanlış yapanlar varsa onlara müdahale eder. Bazen yardım gerekirse onlara yardım eder. Bazen da planda veya kuralda belirsiz işler olur. Planlama yaparken tamamen yeniden kabuller yapmak gerekir. İşte bunların sağlanması için başkan kural koyar veya plana ilave yapar yahut özel emirler verir. Burada ona da itaat etmek gerekir. İşte bu ikinci itaat da ekip başına kurala aykırı olmamak üzere kuralı aşmış konularda itaattir.
وَلَا تُبْطِلُوا أَعْمَالَكُمْ (33)
(Va Lav TuBOiLUv EaGMAvLaKuM)
“Amellerinizi iptal etmeyiniz.”
İnsan topluca üretip ayrı ayrı tüketecek şekilde yaratılmıştır. İnsandan başka böyle bir varlık yoktur. İnsan diğer hayvanlardan dört özelliği ile ayrılır.
a) İnsan hem topluluk içinde yaşar hem kişiliğini korur. Oysa diğer canlılar ya topluluk içinde yaşarlar kişilikleri kalmaz, ya da ayrı ayrı yaşar toplulukları olmaz. Topluluk içinde hür olan yalnız insandır. Bu da ancak kurallara uymakla sağlanır. Kuralların bozulacağı yerlerde yöneticilere uymakla olur.
b) İnsanın diğer özelliği; insanlar ortak çalışarak birlik oluştururlar. Sonra bölüşerek ayrı ayrı tüketirler. Bu da yalnız insana mahsus bir olaydır. Diğer canlılar ortak çalışırlarsa ortak tüketirler.
c) İnsanın başka bir özelliği de iç içe teşkilatlanmadır. Bu sayede tüm insanlar tek ümmet olmuşlardır. Başka canlılarda iç içe organizasyon yoktur. Bu da ancak kurallara uyarak hareket etmekle sağlanır, yöneticileri dinlemekle sağlanır.
d) Nihayet insanlar birbirleri ile ayrılırlar veya savaşırlar. Oysa başka canlılar ya savaşırlar yahut uyum içindedirler.
Burada işaret edilen husus; eğer kurallara uygun hareket edilmezse, yetkililerin kararlarına uyulmazsa, yapılan işlerde uyum olmaz, birinin yaptığı diğerine uymaz, hattâ bozar ve ameller bâtıl olur.
Bugün Avrupalılar bu şekilde planlı, projeli, kurallı ve uyumlu işler yaptıkları için hakimdirler. Bizden zahiren kat kat ileridedirler. Müslümanlar ise yaşlanmanın sonunda eski kurallar uygulanamadığı için kuralsız yaşamaya başlamışlardır.
“Adil Düzen” kurmaya çalışanların en çok karşılaştıkları zorluk; kuralsız hareket etmeye, disiplinsiz hareket etmeye alışmış mü’minleri kurallı ve disiplinli şekle getirmektir.
Basit bir üretim uygulamasında da bu böyledir. İstişare ile kurallar konmalı, kurallar ittifakla oluşmalı ama sonra herkes kurala uymalı, yahut herkes kendi koyduğu kurala uymalıdır. Akevler denemelerindeki başarısızlığımızın sırrı budur.
Herkes kendi kurallarına başkalarının uymasını istemektedir. Başaramayınca da terk edip ayrılmaktadır. Ben dahi kuralsız hareket ettiklerini gördüğüm arkadaşları terk edip yeni arkadaşlar aramağa başladım; belki de hata ettim.
Savaşlar da böyle kazanılır. Kurallı hareket ve uyumlu hareket. Yani Allah’a itaat etme ve yetkiliye itaat etme.
Tekrar söyleyelim ki, ilmî çalışmalarda ne kurallar vardır ne de itaat vardır. Herkes kendi bildiğini savunur. Başkasına itaat haramdır. Kural içine gömülmek de hatadır. Yeni delil yeni ilmî sonuca götürür. Dinde ise kurallar vardır, itaat yoktur. İnsanlar içtihatlarına uyuyorsa itaat ederler. Herkes kendi içtihadı ile hareket eder. İtaat askerlikte ve işte vardır. Askerlikte yöneticiler öndedir, sonra kurallara uyulur. Ekonomide ise kurallar öndedir, yöneticilere kurallar çerçevesinde uyulur.
Ekonomide Allah’a itaat hakimdir, askerlikte ise resule itaat hakimdir.
***
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ
(Einna elLaÜIyNa KaFaRUv VeSadDUv GaN SaBiLilLAHi)
“Küfretmiş ve Allah’ın sebilinden saddetmiş olanlar.”
Muhammed Sûresi’nde “KFR” kökü 11 defa geçmektedir. Biri başka mânâdadır, onu küfretmekle ilgilidir. İkisi “kafirûn” olarak geçmekte, üçü “küfretmiş ve saddetmiş” olarak geçmektedir. Kur’an’da farklı kelimeler farklı mânâlar ifade eder.
İnsanlar dört gruba ayrılmaktadır.
a) Mü’minler cihada bedenen katılanlardır. Mekke döneminde savaş cihadı yoktur, tebliğ cihadı vardır. Medine döneminde silahlı cihad vardır.
b) Kâfirler ise tebliğe karşı çıkanlar, tebliğ edenlere eziyet edenlerdir. Mekke döneminde bunlar vardır. Medine döneminde bunlar yargı kararlarını kabul eden ama cihada katılmayan kimselerdir. Biz onlara dokunmayız ama onları korumayız da.
c) Müslimler Medine döneminde ortaya çıkarlar, bunlar askerlik bedelini verirler ve bedenen askerlik yapmazlar.
d) Müşrikler, ne mâlen ne de bedenen savunmaya iştirak etmeyen kâfirler gibidirler. Kâfirlerden farkları yargı kararlarını kabul etmemeleridir. Bunların bizim topraklarda yaşama hakları yoktur.
“Allah’ın yolundan saddetmek” demek, Allah’ın yoluna karşı savaş açıp zulmedenler demektir. Yirminci yüzyıl böyle bir yüzyıl olmuştur. Din ayıp hâle getirilmiş, ilkellik kabul edilmiş, gericilik kabul edilmiş.
Oysa insanlar devlet öncesi dönemi yaşarken Mezopotamya’da Hazreti Nuh gelmiş ve ilk uygarlığı kurmuştur. Mısır bu uygarlığın kuvvete dönüşmüş şeklidir. Sonra Hazreti İbrahim gelmiş, onun doğuya giden oğulları Brahmanizm ve Budizm’i kurmuşlardır. Batıda Hazreti İshak’ın oğulları Yahudiliği ve Hıristiyanlığı oluşturmuştur. Hazreti İsmail de İslâmiyet’i getirmiştir. Bugün yeryüzünde milyarlarca müntesibi bulunan dört büyük din vardır. Geçmişteki bütün medeniyetler bu dinler tarafından kurulmuştur.
Bugünkü Batı medeniyeti, İslâm medeniyeti ile Hıristiyanlığın sentezinden oluşmuştur. Kuvvet medeniyetidir, İslâmiyet’in bozulmuş şeklidir.
Dinsiz bir uygarlığın nasıl olacağını merak ettiğim için Kırgızistan’a gittim. Beş sene orada kaldım ve ne gibi yenilikleri var, ne gibi farklılıkları var, görmek istedim. Dinsizlik modası dışında kapitalistlerden hiçbir farkı yoktu. Kapitalistlerin “para babaları” yerine sosyalizmde/komünizmde o makama “parti babaları” oturmuş; tüm yenilik ondan ibaretti. Daha başka gülünç bir şey söyleyeyim. Eskiden halkı sömüren “toprak ağaları” şimdi “parti yöneticisi” olmuş, halkı öyle sömürüyorlardı.
O halde sol diye bir şey yoktur, sadece fitnedir. Din gericilik imiş!
Uygarlıklar yaşlanınca içlerinde tutucu olanlar ortaya çıkar. Dindarlar onları yenerler. Uygarlaşma olur. En çetin dinsiz saldırı yirminci yüzyılda olmuştur. Artık dinsizleri yenmeye başlamış bulunuyoruz. Sovyetlerin yıkılması, AK Parti’nin anayasa ekseriyeti ile iktidar olması, Avrupa’da Papa’nın etkin hâle gelmesi ve nihayet ABD’de Obama’nın başkan seçilmesi zaferimizin adım adım ilerleyişidir.
“Adil Düzen” dünyada duyulmuştur, Akevler de çalışmaya devam etmektedir.
“Adil Düzen”e karşı gelen küfretmiş ve engel olmaya çalışanların sonlarını belirtmektedir. Bundan önce amellerinin iptal olunacağı bildirilmiş, sonra mü’minlerin durumları anlatılmıştır. Bir yerde ihbat etmekten bahsetmektedir. Bir yerde ibtal etmektedir. Kâfirlerin amellerini Allah ihbat edecektir. Mü’minler ise kendi amellerini ibtal etmesinler diyor. Demek ki bir işlemin, bir akdin yerine gelmemesi iptal olabilir, ihbat olabilir.
Şimdi bu iki kelime üzerinde durmamız gerekir.
“Habata” ishal olmak demektir; yani yediği şeyler bir işe yaramayıp boşa gitmek anlamındadır. “Bâtıl” ise “batın” kelimesine akrabadır. Amellerin işe yaramaz hâle gelmesidir. Dışarıya atmıyorsun ama içerde de işe yaramaz hâle gelmesidir.
Mü’minlerin ameli bâtıl, kâfirlerin ameli ise hubut etmiş olur. Kâfirlerin amelini Allah ihbat eder, mü’minler ise kendi amellerini kendileri ibtal ederler.
Kâfirlerin amellerini yakında ihbat edecektir.
ثُمَّ مَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ
(ÇümMa MAvTUv VaHuM KufFAvRun)
“Sonra onlar küffar iken mevt ettiler.”
Burada “Sümme/sonra” getirilmiştir.
Bir kimse bir günah işler de hemen ölürse, âhirette mazereti olacaktır; ‘beni yaşatsaydın ben tevbe edecektim’ der. Onun için kötülük işlemiş olanlara Allah tevbe etmeleri için mühlet verir.
Çalışmalarımızda bu tür hatalar yaptık da hâlâ varlığımızı sürdürüyorsak, Allah bize mühlet veriyor; tevbelerinizi yapın, hatalarınızı düzeltin.
Bunun için “sümme/sonra” kelimesi getirilmiştir.
“Mevt edenler” burada küfretmiş olan kimselerdir.
Birden mevt de söz konusu olabilir. Zelzele, tabiî âfetler veya savaşı kaybetme gibi olaylarla birden ölebilirler. “Sümme”nin başka mânâsı da budur. Topluluk birden helâk olur. Ama buradaki “mevt/ölüm” mânâsı yenilmeleri, teslim olmaları demektir.
Mücadeleye devam eder, “Adil Düzen” başarıya ulaştığı halde hakka karşı direnmeye devam ederlerse, artık onlara göç imkanı tanınır, ülkemizi terk imkanı tanınır. Ama artık onlar bağışlanıp tekrar vatandaş yapılmazlar. Onlar nefy olunurlar.
“Küffar” “kâfir”in çoğuludur. İsm-i faillerin değişik çoğul kalıpları vardır. “Kavafir, Küffar, Kafiret, Kafirun” topluluğu ifade ettiği gibi, “ellezî” veya “men” mânâsına da gelebilir. Marifeli “kafirun”da fail belli ama fiil belli değildir. Nekredir. Bu sebeple harfi tarifli olarak muzaf olabilir. “Kafir” kelimesi müfret, “kafirun” çoğuldur. “Kavafir” de çoğuldur. “Küffar”da mübalağa vardır.
İrtidat edenlerin katledileceği söylenmektedir. Oysa burada “Sümme” getirilmesinden kâfir olanların da yaşama hakları anlaşılmaktadır. Baştan kâfir değil de küfretmiş olanlar denmektedir. Yani sonradan kâfir olanlardan bahsetmektedir.
O halde mürted katledilmez. Askerlik görevi ihtiyaridir. Ancak seçtikten sonra o ülkeyi terk etmedikçe yaşama hakkını kaybedersin. Baştan kabul etmeyeceksin.
“Adil Düzen”i kooperatif olarak kurmalıyız. İsteyenler “Adil Düzen Siteleri”ne taşınsınlar. Orada kalabilmeleri için küfredip Allah’ın yolundan ayrılmamalıdırlar.
Bâtılda yapılan akit yok sayılır ama başka ceza verilmez. Mesela bir işçi sıva yaptı. Sıva bâtıl ise sıva parası verilmez ama ondan malzeme parası, yıkma parası da alınmaz.
Biz hazine arazisini kooperatif olarak açtık. Biz Akevler’de bir çalılığı temizleyip kullanılır hâle getirdik. İhya ettiğimiz için yerin bize verilmesi gerekirken, hiç olmazsa yaptığımız emeğin değerlendirilmesi gerekirken, hakim bize tazminat ödetti.
İşte bu hüküm ihmal değil ihbattır. İhbatta hep Allah ihbat etti deniyor. Çünkü ihbat ancak mahkeme kararı ile olur. Ceza davası usulü ile olur. Dört şahit gerekir. Oysa ibtal hukuk davaları ile olur ve iki şahit yeterlidir.
فَلَنْ يَغْفِرَ اللَّهُ لَهُمْ (34)
(FaLaN YaĞFıRalLAHu LaHuM)
“Allah onları mağfiret etmeyecektir.”
Yani topluluk onların yaptıklarını bağışlamayacaktır. “Adil Düzen” iktidar olduktan sonra hâlâ direnenlere en küçük müsamaha gösterilmeyecektir. Hazreti Muhammed’in Yahudilere yaptığı acımasız uygulama iktidar olduktan sonra karşı gelenlere uygulanacaktır. İktidar olmadan önce yaptıklarına ancak doğal hukukta suç olan ceza verilebilecektir.
Bir gerçeği iyice öğrenmemiz gerekir.
“İslâm dini” (takvası) vardır, “İslâm düzeni” vardır.
İslâm dininde zorlama yoktur; isteyen inanır, isteyen inkâr eder, isteyen cennete isteyen cehenneme gider. İslâm düzeni, barış düzeni dünyaya hakim olacaktır. Sadece hakem kararlarına uymayanlarla savaşılacaktır. Bu hususta dünyaya tek düzen gelecektir.
“Adil Düzen”e karşı çıkacaklar kıyamete kadar olacaktır. Ancak karşı çıkanların başları ezilecektir. Allah’ın Kur’an düzeni tüm dünyaya hakim olacaktır. Her yerde İlâhi adalet var olacaktır. Bunun bekçileri de mü’minler olacaklardır.
“Din” ile “düzen”i ayıramayanlar burada gaflete düşmektedirler. Ya “din”in de her yere hakim olacağını iddia ediyorlar, yahut “düzen”in de hakim olamayacağını sanıyorlar.
Topluluğun genel af ile suçları bağışlaması caizdir. Bu iki şekilde olur. Yasama organı genel af çıkarabilir. Bu ne zaman mümkün olur?
Belvi umumi varsa, suçu işleyenlerin sayısı yüzde onu geçmişse, artık diğerlerinin o suçu işlememesi zorlaşır. Zorlaşmasa bile, bir topluluktakilerin onda birinden fazlasının üstüne yürürseniz, onların tarafları eksilmez, artmaya başlar. Dolayısıyla ceza hukuku ile onları kaldırmanız mümkün değildir.
Bugünkü “vergi ve KDV kaçakçılığı” böyledir. Bugün “hile” böyledir. Bugün “rüşvet” böyledir. Bugün “iftira” böyledir.
İşte bu takdirde fertlere ceza verme yerine, “hicret” müessesesini çalıştırmak gerekir. Bunun için ülke bucaklara ayrılır, her bucağın yönetimi bağımsız olur. Kendi yasalarını kendileri yapar. Henüz belvi umumi yayılmayan bucaklarda veya yeni kurulan bucaklarda o suç girmez. Halk isterlerse eski sitelerde kalır, cehennem hayatına katlanır; istemeyen ise oradan ayrılır, belvi umumi olmayan sitelere geçer.
Ceza vermeyeceğimiz başka bir husus ise zulüm düzeninde işlenen suçlardır. “Adil Düzen”i getirmeden önce işlenmiş suçlar böyledir.
Doğu illerimizin güvenliği artık hukuk sistemi ile çözülememektedir. Çünkü PKK orada hakim duruma gelmiştir. İnsanlar korkuları ile onlara katılmışlardır.
Ne yapacağız?
Yine bucak sistemini getireceğiz, her bucak kendi güvenliğini sağlayacaktır. Sağlayamazsa, sıkıyönetim ilan edilecek ve askeri metotla eşkıya bertaraf edilecek, güvenlik tesis edilecektir. Ondan sonra “Adil Düzen” gelmeden önce işlenmiş fiiller affedilecektir. Ama güvenlik sağlandıktan sonra suç işlemeye devam eden olursa asla müsamaha gösterilmeyecektir. Bu merhaleden sonra onların hicret etmelerine izin verebiliriz ama ülkemizde yaşamalarına asla izin vermeyiz.
Ceza vermediğimiz üçüncü konu ise; ispat edemediğimiz takdirde tahmini yollarla kimseye ceza veremememizdir. Şüpheler ukubatı idra eder. İspattan sonra da artık kamu suçlarında afv yoktur. Cinayetlerde yani kişilere yapılmış saldırılarda vâris olmayan en yakın akrabanın affı ile “kısas” düşer, onun yerine “diyet” alınır. Diyetin bağışlanması sözkonusu değildir. Hatalarda diyet bağışlanabilir.
İşte burada Allah’ın onları mağfiret etmesi sözkonusu değildir ifadesi ile hırsızlık yapanın kolu kesilir, kimse bağışlayamaz. Zina yapana cezası verilir, bağışlama mümkün değildir. Zina iftirası da böyledir.
***
فَلَا تَهِنُوا
(Fa LAv TaHiNUv)
“Vehn etmeyin.”
“Hına” bir tür katrandır. Katran sert olur. Asfalt gibi bir de sulu olur, ona “hına” denir. Balmumu başta şedit iken biraz ısıtınca gevşer. Biraz sonra da sıvı olur. Cam da böyle vehn eden maddedir.
Savaşta birden mağlup olup çekilme vardır. Hına ise zamanla direnci kaybetme şeklinde olur.
“Annesi onu vehn yoluyla hamletti ve vehn yoluyla vaz’ etti.” Bu âyet sıkıntı yoluyla hamile kaldı, sıkıntı yoluyla doğurdu şeklinde ifade edilmektedir. Bu mânâ da doğru olabilir. Ancak “haml”de ve “vaz’”da karın kaslarının gevşemesi, kalça kemiklerinin gevşeyerek ayrılıp çocuğun doğum sırasında geçmesine müsait hale gelmesi anlamındadır. Hamile kalma ve doğurma olayları bu âyete göre incelenmelidir.
Topluluk gevşeyip çöktüğü zaman teslim olur. Oysa direndiği zaman bir gün gelir yener. Osmanlı İmparatorluğu yenildiği zaman Türk halkı vehn etmemiş, direnmişti. Sonunda galip geldi. İnkılaplarla Türkiye’yi dinsizleştirmek istemişler ama Türk milleti direnmiş ve sonunda galip gelmiştir. Saadet Partisi (Millî Görüş partileri), Milliyetçi Hareket Partisi defalarca büyük sıkıntılara girmişler ama gevşememişler ve varlıklarını devam ettirmektedirler. Oysa Demokrat Partililer (DP, AP, DYP) gevşemiş, şimdi yok olmuşlardır. Biz parti kurduğumuz zaman eski meclis başkanı ve DP’li Ferruh Bozbeyli Demokratik Parti’yi kurmuştu. Onlar bize karşı elden ele ve el üstünde dolaştırılıyordu. Şimdi onların adını anan var mıdır? Ama biz şimdi anayasa ekseriyeti ile iktidardayız.
Bu gevşeme olayı her yerde mevcuttur.
İzmir’deki Akevler büyük sıkıntılar sonunda gevşemiştir, varlığını korumaktadır ama son zamanlarda bir güç gösterememektedir. Bununla beraber sabır dönemini yaşamaktadır. Gelecekte yeniden canlanması her zaman mümkündür.
İstanbul Akevler’de (Etiler atölyesi, Sapanca atölyesi, Çatalca/Kabakça Köyü atölyesi, İzmir Akevler Çelik Döküm Fabrika atölyesi çalışmalarıyla) biz “Ahşap Evler” yapmaya başladık, yaptık, kısmen başarıya ulaştık; zamanla gevşenildi, şimdi yapamıyoruz... Çatalca ve Pendik/Kaynarca’daki market teşebbüslerinden sonra, Yenibosna’da “Akevler Milad Market”i açtık; bir müddet işletildikten sonra zamanla gevşenildi, başaramadık ama varlığımız devam ediyor... Şimdi elbiselik/ayakkabılık (mobilya) imalatını kendimiz yapıyoruz ve pazarlıyoruz; gevşemezsek başarırız...
Gevşeme başarısızlığın ana kaynağıdır. Başarı azmin sonucudur.
Erbakan’daki azmi görmemiz gerekir. Herkes gevşemiş gitmiş, sömürenlere teslim olmuş ve iktidar olunmuş ama ne yapılıyor; karşı tarafa hizmet ediliyor. Numan Kurtulmuş da aynı gevşeklik içinde ama Erbakan o azmi ile şimdi yeniden “Adil Düzen”i canlandırıyor. İlk bakışta bir sonuç alamayacak gibi görünür. Oy alamayabilir. Ama “Adil Düzen”e inanmış insanları harekete geçirebilir. Yeniden harekete geçen Millî Görüşçüler eskide olduğu gibi İzmir Akevler’le, İstanbul Akevler’le irtibata geçebilirler.
Biz 1967’de kurulduk, Erbakan “Adil Düzen”e 1980’lerde sahip çıktı; yani yirmi sene sonra sahip çıktı.
İstanbul çalışmalarına da 1996-97’de (1991-92’de ilk çalışmalara ve hazırlıklara/RNE) başladık. 2016’da yirmi yılını (veya 2011-12’de/RNE) doldurmuş olacaktır. O yıllarda “Adil Düzen”e sahip çıkan birisi ortaya çıkabilir.
Cihat dört alanda yapılır; ilimde, dinde, ekonomide ve siyasette.
Acaba hangi sıra takip edilecektir?
İslâmiyet’i ele alalım. Önce bütün dinler insanları ilme davet ettiler, imana davet ettiler. İman demek, onun için canını vermeye hazır olmak demektir. Mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmak demektir. Böyle iman sahibi olma temel noktadır. Mekkeliler böyle iman sahibi oldular. Biz de öyle başlamalıyız.
Sonra imanlarını artırmak için ilim yaptılar. İbadet cemaatlerini oluşturmadılar, Kur’an okudular. Bugün de onu yapmalıyız.
İşte sizinle bu seminerleri yapıyoruz...
Her gün üç kişi, beş kişi bir araya gelerek okumalısınız; aynı zamanda yazmalısınız.
Bundan sonra siyasi oluş ortaya çıktı. Henüz daha ruhbaniyet yoktu. Kur’an’dan başka ve sosyal ibadetlerden başka özel dualar ve ibadetler yoktu.
-Namaz toplantılar düzenidir, okuldur; ibadet değildir.
-Zekat devlet bütçesidir; tasadduk değildir.
-Oruç bedenî eğitimdir.
-Hac büyük kongredir.
Devlet oluştu.
Sonra ne oldu?
Sonraki tarihî gelişme yine iki sistem üzerinde olmuştur. Önce medreseler ve ilim gelişti. Sonra ordular (yönetim/siyaset) oluştu. Sonra tekkeler (din) gelişti. En sonunda loncalar (ekonomi) kuruldu.
Biz bugün önce ilimle başlamalıyız. Bunda ihtilaf yoktur.
Sonra ne yapmalıyız?
F. Gülen gibi dinî cemaat mı oluşturacağız. Cemaat büyüdü ama başarılı olamadı; var olan dünya düzenine uydu, dünyaya yeni düzen getiremedi.
Erbakan gibi siyaset mi yapacağız?
Onun talebeleri bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardalar ama başarılı olamadılar.
“Adil Düzen”e göre kurulan İzmir Akevler ise gevşedi ve şimdi uyuyor.
O halde bundan sonra ne yapacağız?
Hatalarımızı bilmeliyiz.
“Adil Düzen”e göre yeniden başladığımız Yenibosna hareketine devam etmeliyiz.
1- Önce bilmeden yapmaya kalkışmayacağız. Öğreneceğiz, ondan sonra harekete geçeceğiz.
2- İkincisi, sorunu halkla çözmeliyiz. Siyasetle işe başlarsak, başımıza gelen yine gelir. İşe ekonomi ile başlayacağız. Önce ekonomide uygulayacağız, kendi işimizde uygulayacağız. Para kazanma amacımız olmamalıdır, amacımız işsizlere iş bulma olmalıdır.
3- Ondan sonra insanlara “Adil Düzen”de kendilerinin işler kurmasını sağlayacağız. Bunu ancak inanmış insanlar yapar. Tarikatlar yapar. Onları ikna etmeliyiz. Yahut içimizden Kur’an’a laiklik içinde değil, şeriat içinde inanmış insanlar bulmalıyız.
Bugünkü ehli tarik için şeriat diye bir şey yoktur; faiz helaldir, hile helaldir, işbirlikçilik helaldir.
Akevler dışında zekat için çalışan yoktur. Zengin olup halkı sömürerek İslâmiyet’e hizmet etmeyi düşünmektedirler. Sonra zengin olunca görürler! Şeriat onların bu sistem içinde zengin olmasına mânidir. O zaman da bilinç altında “Adil Düzen”e düşman olurlar.
Yeni ekonomi sistemine neden ihtiyaç vardır?
Sanayi düzenine geçilince kimse kendi ürettiğini tüketmiyor. Başkasının işinde çalışıyor. Bunun sonucunda sömürü ortaya çıkmıştır, işsizlik ortaya çıkmıştır. Kur’an bu sorunu, işsizlik sorununu çözecek ve mucizesini gösterecek. Bu işsizlik içinde halkın Kur’an şeriatına gelmesi beklenemez.
Mekke’de sahte mabut putlardı. Her kabilenin putu vardı ve kabile mensupları bu putlara ibadet ediyorlardı. Dünün tanrısı put idi. Bugünün tanrısı ise karşılıksız paradır; faiz parasıdır. Bugünün putunu ancak ekonomik kuruluşlarla yenebiliriz.
Bugün insanlar paraları olursa her sorununu çözeceklerini sanırlar. Paraları varsa tedavi olacaklardır. Oysa paraları varsa tedavi olmaz, hastalıkları uzatılır.
Sizlere azmin örneği bir olayı anlatacağım. Seksenlerde Erbakan’la “Adil Düzen Çalışmaları” yapıyorduk. Doksan bir seçimi (Kasım 1991) yapıldığında Adil Düzen Çalışanları listelerin başlarına konacaklardı. Süleyman Akdemir İstanbul Pendik-Kartal’da adaylığını koyuyordu; genel merkez müdahale etti ve en az oy olan Kadıköy’e koydular. Kadıköy’de RP İlçe Başkanı Gürsoy Erol başkanlığında çalışan ekip vardı. Ahmet Uzun, Hasan Uzun ve Ahmet Sadıkoğlu bunlardandı; Hasan Hacıbektaşoğlu, Selahattin Öztürk, Salim Sadıkoğlu onlardandı. Süleyman Akdemir’i dinleyince “Adil Düzen”i kurmak istediler. Akdemir onları Kırgızistan’a davet etti. Hasan Hacıbektaşoğlu, Ahmet Uzun ve Hasan Uzun orada kaldılar. “Adil Düzen” denemesini yaptık, başaramadık, yirmi bin dolardan fazla mal varlığı orada kaldı; hâlâ duruyor. Önce onlar Türkiye’ye döndüler, sonra ben döndüm. Bu arada ahşap evler projesini İzmir’dekilere anlattım; duymadılar... Yalova’da anlattım, ilgilenmediler... Sapanca’da Nurettin Sarı ise ilgilendi; sonunda “Ahşap Evler Ortaklığı”nı kurduk. Kadıköy grubunu davet etmedim; çünkü onları Kırgızistan’daki ortaklıktan zarar ettirmiştim. Onlar bana geldiler ve ‘bizi niçin ortak etmedin’ dediler. Ben de ‘daha önce size zarar ettirdim, şimdi nasıl ortak edeyim’ dedim. ‘Olsun, biz katılmak istiyoruz’ dediler ve ortak oldular. Bu arada Gürsel Kartal ve ortağı Çetin Öztekin de katıldı. Çalışmaya başladık. Para verenlerin değil, çalışanların hazımsızlığı sonucu başaramadık. Sonra İstanbul’da Yenibosna’da yeni çalışmalarımızla faaliyete geçtik.
Bugün bizi destekleyenlerin başında yine Kadıköy grubu vardır. İşte azim budur, gevşememe budur. Onların azmi bizi başarıya ulaştıracaktır.
وَتَدْعُوا إِلَى السَّلْمِ
(Va TaDGUv EiLa elSaLaMı)
“Ve selme davet etmeyiniz.”
“La” harfi burada tekrar edilmemiştir. Ancak kelimenin sonundaki “nun” harfi hazf olmuştur. O halde bu “tehinu”ya atfedilmiştir Baştaki “La” ikisini içine alır. Gevşeyip barış istemek yasaklanmıştır. Nehyedilen, gevşeme nedeniyle selm talep etmedir, yoksa yasaklanan barış değildir.
“Adil Düzen”i kuracaklar ile “Adil Düzen”e karşı olanlar aynı kefede eşitlik içinde değildir. Adil Düzenciler karşı olanların üzerindedirler. Dolayısıyla “zalim düzen”le “Adil Düzen”in uzlaşması sözkonusu değildir. Uzlaşma “Adil Düzen” üzerinde olmalıdır. O da herkesin kendi içtihatlarını ve icmalarını yaşamasıdır.
Demokrasiden, laiklikten, sosyallikten, liberallikten sapmadan bir düzen gelecektir. Buna karşı çıkanlar hezimete uğrayacak ve tarih olacaklardır.
“A'leyne” denmiyor, “ve entumu-l a'levne” deniyor. Siz yücesiniz, onlara taviz veremezsiniz. İşte, burada asıl işaret edilen budur. Yücelik silahta güçlülük değildir. Yücelik sistemde üstünlüktür. İşte bu yücelik bizi Avrupa Birliği’ne katılmaktan men ediyor. Evet, Avrupa Birliği bizim sistemden daha üstünse katılalım, ama bizim düzenimiz daha üstünse onlar bize katılırlarsa o zaman beraber olabiliriz.
Taviz vererek barış istemek, barışmak için taviz vermek yoktur. Bununla beraber Cumhuriyet döneminde verilen tavizleri de içerebilir. Çünkü biz o zaman yüce değildik. Henüz “Adil Düzen” gelmemişti. Bin sene evvelki durum böyle idi. Şimdi ise biz dünyaya “Adil Düzen”i duyurduk. Belki de anlayamadılar. Çünkü inanmayanların beyinlerini Allah kapatır, anlayamazlar.
Bizim üstünlüklerimiz nelerdir?
-Biz “ekseriyet sistemi”ni değil, “hicret demokrasisi”ni öneriyoruz.
-Biz dini dışlayan laikliği değil, uygarlık yolculuğunda dinlerin birlikte yürümeleri şeklinde anlıyoruz.
-Aramızda çıkan ihtilafları hakemler yoluyla çözmeyi öneriyoruz.
-Tekelin korunduğu liberalizmi değil, Genel Hizmetlerle desteklenen liberalizmi istiyoruz.
-Nihayet, paralı sosyal sigorta yerine, tüm insanların yeryüzündeki arazi payları ile güvenceye alınmalarını istiyoruz.
Onlar nerde, biz nerdeyiz?
Biz saadetin tepelerinde geziyor, onlar zulmün çukurlarında inliyorlar.
Biz onlara nasıl teslim olur da uzlaşırız. Biz uzlaşırız ama hakta uzlaşırız. Hakkın ne olduğuna da hakemler karar verir.
وَأَنْتُمْ الْأَعْلَوْنَ
(Va EaNTuMu eLEaGLavNa.
“Oysa siz a’lâsınız.”
Türkçede hal, iken sözü ile ifade edilir. Şart manası da vardır. Arapçada hal sıfat gibi kaydi olur veya tesbiti olabilir. Yani siz üstün iseniz barış isteyiniz demek olur, yahut siz üstünsünüz barış isteyiniz mânâsı çıkar. Başka yerde “onlar barış isterlerse siz barışın” emri vardır. Burada ise “barışa davet etmeyiniz” denmektedir. Selme davet etmeyiniz denmektedir.
“Selm” barış demektir.
Kur’an’da “selem, selm, silm” kelimeleri geçmektedir.
“Selm” kelimesinin biri burada;
Biri de وَإِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (61) Enfal Suresi’nde geçmektedir.
“Selm, silm, selem” kelimelerinin anlamları yakındır, değişik söyleniş şekilleridir.
Bilhassa burada “onları selme davet etmeyiniz” diyor. Bir de “sizden barış isterlerse barışın” âyetinde aynı kelime kullanılmaktadır. Böylece burada ve arada söylenen uzlaşmadır. Bizimle uzlaşmak istedikleri takdirde biz uzlaşacağız. Enfal’deki emir odur. Burada ise biz onları uzlaşmaya çağırmayacağız. Hangi konularda? Biz haklı olduğumuz konularda uzlaşmaya davet etmeyeceğiz.
Avrupa Birliği’yle zina yasağının kaldırılması hususunda uzlaşmaya gitmeyeceğiz. Tezkereyi (1 Mart 2003) geçirmeyeceğiz. İran’ı vurmak için yaptığı hazırlıklara katılmayacağız. Ama haksızlık olmaması şartı ile elbette her türlü anlaşmaları yapacağız. Gümrükleri kaldıracağız ama başka ülkelere onlar için gümrük uygulamayacağız.
“Siz üstün iken” denmektedir. Buradan iki mânâ çıkar; siz haklı iken veya siz güçlü iken anlamı çıkmaktadır. Eğer biz haksızken yanlışsak derhal onların dediklerini kabul edeceğiz. Hak üzerinde herkesle uzlaştığımız gibi Avrupalılarla da uzlaşırız. Diğer taraftan eğer zor durumda isek uzlaşabiliriz.
Lozan’da kabul edilen gizli maddeler bu sebeple mazur görülür. Hâlâ onları sürdürmenin anlamı yoktur. Bugün de yine zaman kazanmak amacıyla onlarla haksız konularda dahi uzlaşmak meşru görülebilir.
Saadet ve AK Parti’nin yaptıkları hata onlarla uzlaşma değildir, “Adil Düzen”i unutmadır. Erbakan bile “Adil Düzen”i yeniden söylem yapıyor ama “Adil Düzen”in sisteminden artık hiç bahsetmiyor. Sanki o şu mesajı veriyor. Ben de Numan gibi yapıyorum. AK Parti ile iyi geçineceğim. “Adil Düzen”in sistemini geçmişte yaptığım gibi uygulamayacağım.
Oysa bize düşen görev “Adil Düzen”in kendisini anlatmaktır. Kabul edip etmemeleri bizi ilgilendirmez. Herkesin bir görevi vardır, onu yapar. Biz görevimize bakmalıyız.
وَاللَّهُ مَعَكُمْ
(Va elLAHu MaGaKuM)
“Allah sizinle beraber iken.”
Burada da ya siz haklısınız ve Allah sizinle beraberdir, bu durumda onlarla uzlaşmayın anlamı çıkar. Yahut durumunuz böyle ise uzlaşmayınız mânâsı çıkar. Bu ikinci mânâ şart mânâsını verecektir ki uzak mânâdır. Siz üstün iseniz uzlaşmayın, korkmayın, Allah sizinle beraberdir mânâsı da çıkar.
Her halükarda bizim haksızlıkta uzlaşmamız men edilmiştir.
Demek ki yapacağımız nedir?
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”na son şeklini verecek ve dünyaya duyuracağız. Ondan sonra yanlışlığımız varsa gelin tartışalım diyeceğiz. Onlar da evet diyecekler. Onlardan kimler evet diyecek, insaf sahibi evet diyecek, kilise evet diyecek. Ondan sonra korkmadan Allah ne diyorsa onu yapacağız.
Bu Adil Düzen çalışanlarının işidir. Henüz sayılarımız çok az, vaktimiz de yok. Yeteri kadar hazırlık yapmış da değiliz. Ama bir gün, yakın bir gün sayılarımız artacaktır. Yeter zaman geçtiği için vaktimiz de olacak. O gün gelecek, siz bu tebliği devlet adamlarına değil, zenginlere değil, cahil din adamlarına değil; insaf sahibi ilim adamlarına ve Allah’a inanıp teslim olanlara anlatacaksınız. O gün çoğalayım deyip tavizler vermeyeceksiniz. Hakta birleşeceksiniz. Haklılığın tesbitinde hakemlere gidebilirsiniz. Hakem kararlarına karşı hakemlere gidebilirsiniz ama hakem kararları varken ona uyacaksınız.
Bunları yapacak olan sizsiniz diyorum, çünkü bunların çoğu benden sonra olacaktır.
وَلَنْ يَتِرَكُمْ أَعْمَالَكُمْ (35)
(Va LaN YaTıRaKuM EaGMAvLaKuM)
“Ve amellerinizi vetr etmeyecektir.”
Amellerinizi tek bırakmayacaktır.
Biz İzmir’de İslâm düzeni için çalışmaya başladık. Tavizler vermeden devam ettik. Allah amellerimizi tek bırakmadı. Yalnız başımıza kalmadık. Erbakan katıldı ve bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardayız.
Hiç şüpheniz olmasın ki bugünkü tek başına kenarda basit bir şekilde çalışmanız böyle tek kalmayacaktır. Mutlaka sizin amellerinizi değerlendirecek kimseleri Allah çıkaracak ve bizim amellerimiz meyvelerini verecektir.
Yeryüzünde tek başına işler yapılamıyor. Her şey çift yaratılmıştır. Bu çalışmalar da birilerinin benimsemesi ile meyve verecektir.
Sûrede “amel” kökü 12 defa geçmektedir. 6’sı onların amelleri şeklindedir. 3’ü sizin amelleriniz şeklindedir. Diğer 3’ü de başka sigalarla gelmiştir.
Birinci Kur’an uygarlığında muhacirlerini ensar destekledi. Sonra Arapları Türkler ve İranlılar destekledi. İslâm uygarlığı tek başına gelişmedi. İkinci Kur’an uygarlığına da Batı uygarlığı Hıristiyanlaşarak katılacaktır. Ameller karşılıksız boş bırakılmayacaktır.
Bundan önce geçen âyette “Allah sizin amellerinizi bilir” denmişti. Burada da “amelleriniz yalnız bırakılmayacak” denmektedir. Arada “amellerinizi iptal etmeyin” emri verilmiştir. Bu iptal nasıl olacak? Eğer taviz verirseniz iptal olacak. Başkalarının söylediklerine göre faaliyetlerinizi değiştirirseniz o zaman iptal edilmiş olur.
Bize “Adil Düzen” sözünü bırakınız diyorlar.
“Adil Düzen” kelimesini bırakıp “zalim düzen”i mi alacağız?
Eğer kelimede, söylemde bir şey varsa derhal "Ama o Erbakan’ın sözüdür" diyorlar!
Biz Erbakan’ı bırakmadık, bırakmayacağız. F. Gülen’i de bırakmadık, bırakmayacağız. Çünkü onlar yirminci yüzyılın hâdileridir. Biz silsile-i musaddikiniz, mükezzibin değiliz. Biz onların yaptıklarını silmeyiz; tamamlarız, daha da geliştiririz.
O halde “Adil Düzen” ne onların ne de bizim sözümüzdür, Allah’ın bizlere ihsan ettiği sözdür. Rabbimizin nimetini tahdis ederiz. Hak yolunda bir adım atanları dua ile anarız.
Şeytan daima sizin içinize girer, ‘bu olmazsa siz iyi olacaksınız’ der. Siz o şeytanı derhal kovun. Kişi ne kadar kötü olursa olsun biz onu uzaklaştırmayız. Ona sabreder, düzelmesi için ona yardımcı oluruz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-590/ADİL DÜZEN DERSLERİ-420 18 Aralık 2010
FAİZSİZ KREDİLEŞME
“TARIM DÖNEMİ”NDEN “SANAYİ DÖNEMİ”NE;
“ADİL DÜZEN” SORUNLARI NASIL ÇÖZECEK?..
Bir komşunuz var.. Arazisi çok.. Sıkıntısı var, arazisini satmak istiyor... Siz de arazi bakımından dardasınız, araziyi satın almak istiyorsunuz... O ‘60’ diyor, siz ‘40’ veriyorsunuz... O daha darda kalıyor, daha da aşağılara düşüyor...
Siz de artık o araziyi alacağınızın hayalini kuruyorsunuz, biraz da bir yerden para gelmiştir. Ziyaret ediyor ‘45’e çıkıyorsunuz. O da ‘55’e iniyor. Zaman geçiyor, durum devam ediyor. Diyelim ki, sonunda ‘52’de anlaşıyorsunuz.
İşte buna ‘serbest pazarlık’ diyoruz.
İnsanlar ilk yaratıldığı günden beri serbest pazarlık yapmaktadırlar.
Tarım döneminde insanlar dar bir çevrede alışveriş yapıyorlardı. Birbirlerini tanıyor, varlıklarını ve sıkıntılarını biliyorlardı. Pazarlık usulü o günkü sorunları çözüyordu.
*
Ne var ki sanayi döneminde artık dünya tek pazar hâline geldi. Üretici ile tüketici karşılaşmıyor. Pazarlık usulü geçersiz olmuştur. İhale sistemi geliştirilmiştir.
Pazara gidersiniz, tezgah açarsınız; bir ton patatesiniz var. 50 kuruş diye etiket koyarsınız. Beklersiniz. Müşteriler gelir, dolaşır, hangi satıcı daha ucuz satıyorsa ondan istediği malı alır. Bu da tek taraflı ihaledir. Bu sistem yarım pazarlık sistemidir. Tek taraflı arz olduğu gibi tek taraflı talep olabilir. Satın alan ben buna alıyorum diye etiket yapıştırabilir.
Pazara mal getiren kimse sabahleyin malı satıp gitmek ister. Satamayınca fiyatları düşürmeye başlar. Alıcı da bir an önce alıp eve dönmek ister, fiyatları düşürmeye başlar, sonunda satış ve alış hızlanır. Bu da artırıp eksiltme yoluyla satıştır.
Batılıların geliştirdikleri sistem vardır; maliyetle satın almak.
Erzurum’da bir kilo üzüm bir liraya (100 kuruş) mâl olur, alan onu bir lira ile alır; İzmir’de bir kilo üzüm 50 kuruşa mâl edilir, alan elli kuruşa alır. Tüketiciye 100 kuruşa satar.
Bu sistem kapitalistlerin sistemidir. Aradaki büyük fark sermayeye kalır.
Sosyalistler bunu doğru bulmaz, kârsız olarak tüketicilere maliyet fiyatı ile intikal ettirirler. Denge bozulur. Yasaklarla düzen sağlamaya çalışırlar.
***
“ADİL DÜZEN”DE SORUNLAR NASIL ÇÖZÜLECEK?
Satıcıya ve alıcıya kolaylık sağlanır ve zorunlu satış veya alış önlenir.
Bu nasıl sağlanır?
Bunun çözümü kredileşmedir.
Kişi malını isterse pazarda satar, isterse ambara teslim eder; para ettiği zaman satar. Alıcı da isterse malı şimdi pazardan alır, isterse borç alır, ileride ucuzladığı zaman alır. Satıcıyı hemen satmaya zorlamadan, alıcıyı da hemen almaya zorlamadan yaşama imkanı sağlanır.
Bunu şöyle anlatabiliriz. Komşulardan birinde 100 kilo patates var. Şimdi lazım değil ama saklanması zor; ambar gerek, korumak gerek. Satmak istemiyor, çünkü gelecek sene patates ekmeyecek, pamuk ekecek. Ona ihtiyacı var. Komşusu da bu sene patates ekmemiş. Onun da yüz kilo patatese ihtiyacı var. İşte ona patatesi borç veriyor. Gelecek sene komşusu patates ekiyor ve buna veriyor. Buna “kredileşme” diyoruz. İki taraf da kârlı; çünkü biri saklama masrafından kurtuldu, diğeri şimdilik ihtiyacını giderdi.
*
Bunu satarak da yapabilirlerdi.
Ne var ki satan kişi gelecek sene patatesi bulamayabilirdi. Satın alan gelecek sene artık patates ekmektense daha kârlı gördüğü şeyleri ekerdi.
Şimdi bu iki komşu arasındaki kredileşmeyi büyütmek istiyoruz. Bir ambar yapıyoruz; patates ambarı. Patatesi olanlar bu ambara bırakıyorlar. Patatesi olmayan ambara gidiyor, gelecek sene getirmek üzere patatesi alıyor. Komşudan aldığı gibi gelecek sene ekip teslim ediyor. Yani iki kişinin birbirlerine borç verdiği gibi şimdi bütün komşulara, hattâ yabancılara öneride bulunuyor demektir.
Buradaki ortak ambar malların birlikte kolayca saklanmasının yanında kredileşme imkanını da sağlıyor. Yani nasıl bugün “para bankaları” varsa, gelecekte “mal bankaları” olacaktır. Malınızı ambara parayı bankaya koyduğunuz gibi koyacaksınız, sonra alabileceksiniz. Bunun için ortak ambara gerek vardır.
Ortak ambara malını koyana kalitesini de gösteren bir belge verilir. Kişi artık malını pazara götürüp satmaz. İsterse borsaya gider, senedi satar. Senedi alan gidip ambardan malı çeker. İsterse bankaya götürüp mevduat olarak senedi koyar. İhtiyacı olan bankadan gidip belgeyi kredi olarak alır. Sonra ya eker, yetiştirir, ambara teslim eder, belgeyi/senedi iade eder, yahut patates ucuzladığı zaman senedi piyasadan alır, iade eder.
İşte, “ortak ambar ve mal belgesi” ne yapıyor?
Üreticiyi hemen satmak zorunda bırakmıyor, tüketici de hemen almak zorunda kalmıyor. Faizsiz olarak kredileşme suretiyle satıcı pahalılaşmayı, alıcı da ucuzlamayı beklemektedir. Fiyatlar denkleşince satış olmaktadır.
Bu sistem sömürü sermayesinin hiç işine gelmez.
Sömürü sermayesinin “Adil Düzen” düşmanlığı bundandır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-590/ADİL DÜZEN DERSLERİ-420 18 Aralık 2010
ÜÇ UYGARLIĞIN MERKEZİNDEKİ “TÜRKİYE”
VE YENİ UYGARLIK
İnsanlık, toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık aşamalarını geçtikten sonra Mezopotamya Uygarlığı ile kentleşmeye başladı. Beş bin yıllık uygarlaşma çabası ancak yirminci yüzyılın ikinci yarısında tamamlandı.
Uygarlık demek, insanların kendisinin üretip kendilerinin tüketmesi yerine birlikte üretip ayrı ayrı tüketmesine geçiş demektir.
Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık ve İslâm uygarlıkları biner yıllık ömürleri ile varolmuşlardır. Hazreti Muhammed’den sonra nebi gelmeyecektir. Beşinci uygarlık peygambersiz ilim uygarlığı olacaktır.
*
Biz bu uygarlığı başlatmakla emrolunmuş bulunuyoruz. Bize bu emri Cebrail getirmedi, Kur’an getirdi. Her Kur’an’la ilgilenen kimse bu uygarlığı kurmakla yükümlüdür ve bunlar mutlaka birlikte çalışmalıdırlar.
Hazreti Nuh’un üç oğlu vardı.
-Biri (Sam) Mezopotamya’da kaldı, Sami uygarlığını kurdu.
-Bir (Yafes) doğuya gitti, oralarda Yafes uygarlığını kurdu.
-Biri (Ham) batıya gitti, Hint-Avrupa uygarlığını kurdu.
Biz bu üç uygarlığın merkezindeyiz. Bugünkü Anadolu halkı her üç uygarlığın karışımıdır. Binlerce yıldır birlikte yaşadılar, evlendiler, anlaştılar, bugünkü ulusu oluşturdular. Irk olarak Türk ırkı hakimdir. Din olarak Arap ırkı hakimdir. Uygarlık olarak Hint-Avrupa ırkı hakimdir. Artık biz merkezdeyiz, ahlâk olarak da merkezdeyiz.
*
İstanbul Amerika’nın batısı ile Japonya’dan eşit uzaklıktadır.
İstanbul Afrika’nın güney ucu ile Rusya’nın kuzeyine eşit uzaklıktadır.
Karadeniz’i Akdeniz’e Türkiye boğazları (İstanbul ve Çanakkale) bağlamaktadır.
Asya ile Avrupa’nın köprüsü Türkiye’dir. O halde biz tarih olarak insanlığın merkezindeyiz, ayrıca coğrafya olarak da dünyanın merkezindeyiz.
Uygarlıkların doğuş merkezi Mekke’dir, yaşam merkezi İstanbul’dur. İnsanda nasıl iki merkez varsa (biri beyinde biri göğüste); gelecekte insanlığın beyni Mekke olacaktır, İstanbul’da halk olarak kuracağımız “Adil Düzen İşletmeleri” İstanbul’u dünyanın ekonomik merkezi hâline getirecektir. Siz bunun bilincinde olarak İstanbul belediye yönetimlerine talip olacaksınız. Buralarda uygulayacağımız “Adil Düzen” yarın tüm insanlığa hayat verecektir.
*
Türkiye yakın tarihi ile de uygarlık merkezidir. Uygarlıklar iki ayrı uygarlığın sentezi ile doğarlar. Geleceğin üçüncü bin yıl uygarlığı, İslâm uygarlığı ile Batı uygarlığının sentezinden doğacaktır. Bunu yapacak ulus ve ülke de Türk ulusu ile Türkiye’dir. Türk halkıdır. Çünkü üç asırdır bunun hazırlığını yapmaktadır. Allah bu görevi bunlara vermiştir.
Bugünkü Avrupa uygarlığı nasıl doğdu? Önce İbrani uygarlığı Batı Anadolu’ya geldi ve yerleşti. Sonra Avrupa’dan gelen Dorlar Yunanlıları Yunanistan’dan kovdular. Batı Anadolu’ya gelen Yunanlılar oradaki Yahudilerden ve doğudaki Sasanilerden uygarlığı öğrendiler, Yunanistan’a döndüklerinde yeni uygarlık kurdular.
Bu arada Kıbrıslı Zenon Tevrat’ı laikleştirerek Romalılara hukuku öğretti. Roma hukuku ve imparatorluğu böyle doğdu. Hazreti İsa geldi, insanlığa lâikliği öğretti. Büyük zulüm gören Hıristiyanlar sabrettiler. Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı kabul etti. Sonra ikiye ayrıldı. Germenler Batı Roma İmparatorluğu’nu yıktılar ama Hıristiyanlığı kabul ettiler. Bugün de en güçlü olanlar onlardır.
*
İslâmiyet burada ortaya çıkmış ve Endülüs’e kadar daha ilk senelerde ulaşmıştır. Buradan İslâmiyet’in hayatını bizzat gördüler. Ne var ki savaşlarda yenilmediler. Osmanlılar Viyana’ya kadar dayanınca Avrupa uyanmak zorunda kaldı ve bugünkü uygarlık doğdu.
Şimdi nerdeyiz?
Şimdi üçüncü bin yıl uygarlığını kurmak üzereyiz.
Evet, merkezi Ortadoğu olmak üzere, yani Roma ve İstanbul olmak üzere yeni uygarlık kurulacaktır. Fethullah Gülen’in Papa ile görüşmesi bu birliğin alametidir. Papa’nın gelip Sultan Ahmet Camii’nde dua etmesi bu birliğin alametidir. Avrupa’ya işçi olarak giden halkımız İslâmiyet’i onlara ulaştırmıştır.
Avrupa Müslüman olmayacaktır ama Avrupa Hıristiyanlığa dönecektir, hem de Pavlus’tan önceki Hıristiyanlığa dönecektir.
Türkiye de İslâmiyet’e dönecektir, hem de Emeviler’den önceki İslâmiyet’e.
İşte yeni uygarlık bu iki doğuşun birlikte yeniden doğması ile oluşacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
Ortak üretim ve tüketim
Reşat Nuri EROL
İnsan birlikte üretip ayrı ayrı tüketen varlıktır.
Birlikte çalışmak demek “işbölümü” yapmak demektir.
Herkes ayrı ayrı iş yapar, birleştirilir ve “ortak ürün” ortaya çıkar.
İnsan bu faaliyetleri yaparken bazı sorunlarla karşılaşmaktadır.
-Birinci sorun emekleri birleştirme sorunudur; bu sorun “ücret” ile çözülür.
-İkinci sorun ürünün bölüşülmesi sorunudur; bu da “fiyat” müessesesi ile çözülür.
*
Ücret birim emeğin ürettiği mal miktarıdır. Herkes en çok ücreti hak etmek ve almak için çalışır. Bu yapılırken de bir işi en az emekle kim üretebiliyorsa o işi o yapar.
Böylece “işbölümü” olur.
Kim neyi en az ücretle üretiyorsa o iş ona verilmiş olur.
Ücretlere yapılan müdahaleler daima bu çözümü ortadan kaldırır.
Bu konuda bundan başka çözüm de şimdiye kadar bulunamamıştır; bulunamayacaktır.
*
Fiyat birim malın doğurduğu insan sayısıdır, yani birim malın ürettiği emek demektir.
Bir mal en çok kimin işine yarıyorsa fiyat o kadar yüksek olur. Bu da “serbest fiyat” ile sağlanır. Müdahale ile fiyatın bu fonksiyonunu ortadan kalkar. Bu konuda da bundan başka çözüm şimdiye kadar bulunamamıştır, bundan sonra da bulunamayacaktır.
***
Ekonomik çevre: Birlikte üretimin yapıldığı alana “çevre” denir. Farklı çevrede farklı fiyatlar ve ücretler oluşur. Çevre büyüdükçe iletişim ve ulaşım zorlaşır, çevre küçüldükçe ücretler düşer, fiyatlar yükselir. Her mal için ayrı uygun çevre vardır.
Nakliyesi daha kolay olan “altın” gibi mallar insanlık çevresinde üretilip tüketilir.
Nakliyesi daha kolay olan “emek” gibi değerler ülke içinde değerlendirilir.
Nakliyesi zor olan “inşaat malzemesi” gibi değerler il içinde üretilir.
Zorunlu ihtiyaç malları ise genel olarak bucaklarda üretilir ve üretildikten sonra nakliye durumuna göre bucakta, ilde, ülkede ve insanlıkta tüketilir.
*
Gelişmişlik: Ücret kg/gün dür. Fiyat ise gün/kg dır.
Biz insan olarak ücretin ve fiyatın daima büyük olmasını isteriz.
O halde gelişmişlik “ücret” ile “fiyat”ın çarpımıdır.
Gelişmişlik=Ücret*Fiyat.
Gelişmişlik konusuna basit biri örnek verelim: Mesela Artvin’in Camili bucağında bir kişi günde 36 kilo mısır değerinde iş yapıyor. 4 kilo mısır da bir kişinin günlük giderini karşılıyor. Mısırın fiyatı kişi/kilogram olduğuna göre; gelişmişlik derecesi 9’dur.
Küçük piyasalarda daha az farklı imkan ve ihtiyaç olduğundan gelişmişlik küçüktür. Piyasanın büyümesi onun gelişmişliğini artırır. Mal bir çevreden diğer çevreye giderken iletişim ve ulaşım masrafları artar.
***
Değerli mallar büyük çevrede, değersiz ağır mallar küçük piyasalarda üretilir.
Senet: İşletmeye giren mal karşılığı verilen belgedir.
Böylece; Senet=Fiyat*Mal’dır.
Para: Borsaya verilen senet karşılığı alınan belgedir.
Böylece; Para=Kur*Senet’tir.
Bu şekilde karşılıksız para çıkmamış olur.
*
EKONOMİ ağırlıklı yazılarımıza yeniden başladık.
Gelecek yazının konusu: “İstanbul Mala-Mal Mağazaları”.
İstanbul Mala-Mal Mağazaları
Reşat Nuri EROL
Önce minik bir hatırlatma: Çaresiz, dünden beri, dünkü (Ortak üretim ve tüketim) yazımızla yine sıkıcı ‘ekonomi’ konularımıza döndük.
Oysa, ne de güzel; -‘Adil Düzen Medeniyeti’ diyorduk (yedi yazı)… -‘Üçüncü Şahlanış: Erbakan diyor ki’ diyorduk (beş yazı)… Ve şevkle, heyecanla, dikkatle yazıp okuyorduk...
SEÇİM aylarında ve seçim atmosferindeyiz ya, Haziran 2011’de seçim var ya; anketlerde seçmene ‘oy verirken neye dikkat ediyor, neye öncelik veriyorsunuz’ diye sorulduğunda, verilen cevap şöyle: % 70 (yüzde yetmiş) “EKONOMİ”!
-Demek ki neymiş?
“EKONOMİ” seçmenin bir numaralı sorunu, derdi ve önceliğiymiş...
Yani; “EKONOMİ” önemli, hem de çok önemliymiş...
O halde “EKONOMİ” konularına devam…
***
İstanbul dünyanın merkezidir.
İstanbul’da bir “Kardeşler Kenti” kurulmalıdır.
Dünyada bin bölge vardır. Her bölgede bir “Türkiye’de Satılacak Malların Alış Mağazası” kurulacak; bir de “Türkiye’den gelen Malların Satış Mağazası” kurulacaktır.
Ayrıca İstanbul’da bin dönümlük bir yer ayrılacak ve her dönümde iki mağaza oluşturulacaktır. Dünyadaki bölgelerden gelen malları Türkiye’de satan mağazalar da kurulur.
Bu mağazalarda “para” kullanılmaz, “İstanbul Kardeş Mağazalar Senedi” kullanılır. Buralara mal satacak olanlar bu senetle satarlar, mal alanlar da bu senetle alırlar. Böylece Türkiye’den mal almak isteyenler aynı zamanda mutlaka mal satmak zorundadır.
Her ülke ile olması gereken “ihracat ve ithalat dengesi” bu şekilde sağlanır.
Dolayısıyla dünyadaki krizler “İstanbul Mala-Mal Mağazaları”na tesir etmez.
Bu mağazaların işleyebilmesi için dövize gerek kalmayacaktır. Senet mal karşılığı çıkacağı için “senedin değeri değişmez” yani “enflasyon” olmaz. Senetleri “FAİZSİZ” olarak mağazalara koyduğunuz için “faizin pahalandırma etkileri” ortadan kalkar.
Bunları yapmak için mutlaka iktidar olmak gerekmez. İktidarın cari düzende yürüyen işleri vardır, buna ayıracak vakti yoktur. Olsa dahi, böyle reformlara giriştiği zaman iç ve dış darbelerle iktidardan olur. Oysa geçmişteki Millî Görüş partilerinin (Millî Selâmet Partisi ve Refah Partisi) yaptığı gibi yılmadan uğraş verilirse, bu iş başarıya ulaşır.
***
NELER YAPILACAK?
1- Her söze kulak verilecek ve en iyisine uyulacak... Söyleyene değil söylenene kulak verilecek... Böyle yapılırsa; o zaman bizim sesimizi de duymuş olur, bizim çözüm önerilerimize de kulak vermiş olurlar...
2- İyilikte yardımlaşacak, kötülükte yardımlaşmayacak... İyilerle yardımlaşacak değil, iyilikte yardımlaşacak... Kim iyilik yapıyorsa, bu kimse başka bir partili veya ayrı görüşte de olsa, onun yanında olacak...
3- Onlar onu sevmese de o herkesi sevecek, herkesin iyiliğini isteyecek... Karşı tarafı çökertmekle değil, onu düzeltmekle meşgul olacak... AK Parti veya benzer zihniyette olanların iktidarına değil, “Adil Düzen”in iktidarına, “Adil Ekonomik Düzen”in iktidara gelmesine gayret edilecek...
4- Beyanlarında “adil” olacak; haklıya haklı, haksıza haksız diyecek; iki taraf arasında hükmettiğinde adaletle hükmedecek... Bu bendendir, ne yaparsa doğrudur; bu karşıdandır, ne yaparsa kötüdür mantığından kurtulacak...
***
Böyle yapan biri varsa, -ki “SAADET” var;- hiç endişelenmeyin, zafer onundur.
Sonuç ortada!
Reşat Nuri EROL
İnsanlar bir şey yapmalarına müsaade edilmediği zaman ‘Niye müsade yok?!’ derler.
‘Peki, buyurun yapın bakalım!’ denilip müsade edildiğinde, iş başlarına kaldığında da sıkıntıya düşerler, yapılması gerekenleri yapamazlar ve en sonunda başarısız olurlar.
Hayatta daima böyle olaylarla karşılaşırsınız. Uzaktan baktığınız zaman kolayca başaracağınızı zannettiğiniz iş sonunda başarısızlığa uğrar.
Sözü “kapitalist anlayışa” yani “kapitalizm düzenine” getirmek istiyorum. Genel olarak kapitalizm düzeninde “para” olursa, “parayla her işin halledileceği” zannedilir. Hani Napolyon başarı için “para, para, para” demiş ya; işte aynen onun gibi her şeyin para ile halledileceğini zannedenler vardır. Bizdeki söz gibi; “dini imanı para” olanlar vardır. O paralar bir şekilde ele geçtiğinde de iş başarılamaz, zarar edilir; borçlar, faizler, icralar, iflaslar, intiharlar, yok olan aileler işte böyle olmakta ve oluşmaktadır.
Faizli kapitalist düzende birileri kaybediyorken elbette birileri kazanmaktadır.
Peki, bu düzende birileri hep kaybederken, kim kazanmakta, kim kâr etmektedir?
Birileri, birkaç kişi, eskiden beri tanımladığımız şekliyle “mutlu bir azınlık” ve “onların işbirlikçileri” kazanmakta; vatandaş, halk, garibanlar ise kaybetmektedir.
***
Ülkeyi en basitinden “kapitalizm”e karşı “alternatif bir sistem/düzen” hazırlıkları olmaksızın yönetme sevdasında olan birilerine, bir şekilde müsade edildi, ülke yönetimi kendilerine teslim edildi, ‘buyurun yapın bakalım’ dendi; sonuç ortada!
Seçimler, şartlar, gelişmeler, müdahaleler bir yana; sade bir vatandaş olarak beni/bizi en sonunda olanlar yani “sonuç” ilgilendiriyor ve “sonuç” apaçık ortada!
Bundan önce bu köşede yayımlanan “Erbakan diyor ki” yazılarımda bu “sonuç” yeri geldikçe net olarak ortaya kondu ve bu sonuç karşsında “yapılması gerekenler” de yazıldı.
Açıkça yazayım; “alternatif bir sistem/düzen” derken, elbette “zalim faizli kapitalist sistem/düzen”e karşı kırk yılda geliştirdiğimiz “Millî Görüş” gömleğini ve “Adil Düzen” ceketini kastediyorum. “Adil Düzen” ceketini hiç giymeyenler ve bir müddet önce ‘başından beri “Adil Düzen”e karşı olduklarını itiraf eden’ler; sekiz-dokuz yıl önce de zaten işe “Millî Görüş” gömleğini çıkararak başlamışlardı...
Sekiz yıl sonra “sonuç” ortada!
***
Sonuç: Türkiye 80 senede 80 milyar dolar borçlanmıştı…
‘Buyurun yapın bakalım’ denenler ne yaptı?
8 yılda ülkeyi, milleti, halkı, özel sektörü 580 milyar dolar borçlandırdılar… Bu arada 80 yılda oluşturulan birikimleri yani KİT’leri de sekiz yılda “ÖZELLEŞTİRME” adı altında birilerine sattılar… Halbuki “ÖZERKLEŞTİRİP” halka devredebilirlerdi.
Artık satacak bir şey de kalmadı; yollar, köprüler, barajlar vs satılacakmış!..
Erbakan’ın deyimiyle: “BORÇ”la, “FAİZ”le bu işi yapmaya kalktılar... Her şey “FAİZ”E gidiyor, millete bir şey kalmıyor; bu böyle gitmez, bu böyle gitmez...
Erbakan’ın tesbitleri devam ediyor: Türkiye gibi tarihin en büyük devleti ve coğrafyanın merkezindeki bir devleti idare etmek yedi tane Allah vergisi ister: BİLGİ, TECRÜBE, HİDAYET, FERASET, DİRAYET, ŞUUR ve VİZYON.
‘Efendim, ben Türkiye’yi idare etmek istiyorum’ diyebilirsin. Ama bu iş istekle olmaz. Allah bu özellikleri verdiyse yapabilirsin. Yoksa bir an için iktidara gelsen dahi, arkadan gitmeye mecbur kalırsın.”
***
Evet; ‘denenmesi gerekenler denendi’: Sekiz yıl sonra “SONUÇ” ORTADA!
O halde seçmen olarak yedi ay sonra ne yapacağınızı biliyorsunuz…
Kur’an diyor ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
Daima dikkat!
Reşat Nuri EROL
Sadece parayla, sadece güçle, sadece kuvvet ile olmayacağını bundan önceki yazımda hatırlatmıştım. Parayı harcayan şunu öğrenmişse, kazanmaktadır. Her şeyden önce şu temel esas ve prensip iyi bilinmeli ve iyi kavranmalıdır: Elbette “para” da gereklidir ama kazanç sadece “parayla” ilgili değildir, kazanç sadece parayla elde edilmemektedir; kazanç aynı zamanda “azmetmekle” ilgilidir. Başarısızlığa uğradığınız zaman eğer vazgeçmişseniz, ilk başarısızlıkta pes etmişseniz, biliniz ki; siz mutlaka başarırsıznız ve bu anlayışla hep başarısız olacaksınız. Peki, başarmak için ne yapmak gerekir? Başarmak için değişik yollar denersiniz ama sonunda istediğinize ulaşırsınız, sonunda istediğiniz bir şekilde olmaktadır.
Bir işte başarılı olmak için orada ısrar etmek gerekmektedir.
Sabır, sebat ve ısrar, ısrar, ısrar…
Uykularda bile o işi, yapılan işi düşünmekle başarılı olunmaktadır. Allah bunları yani böyle yapanları başarılı kılar; iyilikte de kötülükte de bunlar yani azmedenler, sabredenler, sebat edenler ve ısrar edenler başarılı olurlar. Hayatın bu temel prensipleri ile ilgilenmeyenler her zaman kaybetmeye ve kazananlar tarafından sömürülmeye mahkumdurlar.
***
Yukarıdaki girizgâhı, sözü bugün asıl anlatmak istediğim konuya getirmek için yazdım. Sadece paraya, sadece güce, sadece kuvvete inanan (neredeyse ‘tapan’) hasta kalpliler iyi günlerde inanır görünürler, sıkıntı olunca kaçarlar. Biz bunun böyle olduğunu hayatımızda hep gördük ve yaşadık. Başarı bizde iken bizim yanımızda olurlar, hem de samimileri iterek yanımızda olurlar, kendileri en önde yer alırlar; ama sıkıntı gelince de ortada yoklar! Bunları nasıl anlarız? Mücadele, mücahede, çile, sıkıntı olmadığı zaman sizinle beraberdirler ve atıp tutarlar; hapishaneyi, zoru, sıkıntıyı, yokluğu görünce de bir yerlere kaçarlar! Siz cihada devam eder, cihad yapar ve zamanla sıkıntıları atlatırsınız; onlar o zaman yine gelirler ve baş köşede otururlar! İşte, bir mü’min bunları anlamalıdır.
Önemle hatırlatıyorum: Sabikûnu, evvelûnu, mukarrabûnu unutmamalısınız. Yarın başarıya ulaştığınızda, o güne kadar sizinle beraber olanları itip onlar öne geçmek isterler. Dikkat edip onları tesbit etmeniz gerekir. Muhasebe tam tutulmalıdır. Herkese öneride bulunacak, davet edecek, muhasebeye geçecek ama dikkat edeceksiniz.
Onlar iki gruptur.
Onların bir kısmı alenen karşı çıkar, tartışırsınız. Onlar ileride sizin yanınızda yer alabilirler. Onlar baştan bilmedikleri ve anlamadıkları için karşı çıkmışlardır. Anlayarak, idrak ederek, inanarak size geldiklerinde onların sizden bir farkları olmaz.
Onların bir kısmı da; ileride ne olur ne olmaz diye sizi destekler görünürler ama onlardan bir fedakarlık istediğinizde dünya başlarına çöker.
Siz nice sıkıntılardan sonra başardığınızda ise onlar sizden önde olurlar.
İşte bunlara çok dikkat edeceksiniz. Sadece bugün değil, o iktidar günü geldiğinde daha çok dikkat edeceksiniz. Dikkat edilmediğinde neler olduğunu birkaç defa hep beraber yaşadık. Bundan sonra aynı şeyleri yaşamamak için şimdiden dikkat!
***
Dikkat edilmezse ne olur?
Ne yazık ki, onlar iktidar olunca ya baştan beri birlikte yürüdükleri arkadaşlarını unuturlar, ya da yaşamakta olduğumuz dönem gibi en kritik bir merhalede, basit bir bahaneyle gemiyi terk edip giderler. Siz böyle olmamalısınız, yoksa onların durumuna düşersiniz.
Madem bu kadarını yazdım, merak edilen bundan sonraki merhaleyi de yazayım. Elbet vadesi dolunca, günü gelince devran döner, iktidarları sona erer ve sırasıyla önce halka, sonra Hakka hesap verme dönemi başlar. Yaşanan pek çok örnekte görüldüğü üzere; kimilerinin hiç iktidarları da olmaz, sadece yollarını şaşırmış olduklarıyla kalırlar.
Bundan dolayı ömür boyu ve hayatın her merhalesinde DAİMA DİKKAT!
Korkun ve sevinin
Reşat Nuri EROL
Siz onlara “Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen”i anlattığınız zaman insanlar ikiye ayrılırlar. Bir kısmı “Adil Düzen”e daha baştan karşı olurlar. Mesela S. Demirel ve benzerlerinin durumu budur; “din”e evet ama “düzen”e geçit yok! Bir kısmı ise “Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen”i kabul eder, hattâ heyecanla onu savunmaya çalışırlar; uygulamaya gelince, işte o zaman, ‘sen ne söylüyorsun, hiç bu çağda böyle şey uygulanır mı’ derler!
İşte bunlar kalblerinde, inançlarında maraz/hastalık olanlardır.
Zamanı gelmeden elbette uygulama olmaz, olamaz. Onun için her şey gibi uygulamanın da gününü beklemek gerekir. Elbette ‘hemen uygulanamaz’ denebilir ancak ‘bu çağda bu nasıl uygulanır’ demek hatalıdır, hastalık alametidir.
Biz hiç kimseye “Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen”i hemen uygulayın demiyoruz; uygulama yapmak üzere araştırma ve hazırlık yapın diyoruz, her an uygulamaya başlayabilmek için de yol arayın diyoruz. Şu gerçeği hiç unutmayalım: Allah bizden akıllıdır; O bize bir şeyi emrediyorsa, biz mutlaka onu uygulama imkanını bir gün bulacağız demektir.
***
Kimi insanların kalplerinde (gönüllerinde ve beyinlerinde) bir korku var. Bu korkuyu Allah onların kalblerine düşürdü, bu marazı Allah onların kalplerine koydu. Kalpleri hasta olanlar “Adil Düzen”den bahsedemezler, onu söyleyemezler. Biz var olan “zalim düzen”e karşı onları “adaletli alternatif bir düzen” sahibi yapıyoruz ama onlar kabul edemiyorlar!
Ne oluyor? “Adil Düzen” sonunda yine bizim omuzlarımıza kalıyor. Oysa “Adil Düzen”i getirmek hepimize farzdır. Başkaları getirmeyince bize kalıyor; gelmedikçe de onu getirmek farz-ı ayn oluyor. Her ne olursa olsun, biz bu işi yüklemiş bulunuyoruz. ‘Şunlara bakın şunlara;’ diyorlar, ‘dünyaya hükmeden zalim güçlere karşı bu aciz kişiler dünyayı kurtaracaklarını sanıyorlar, bu zavallı halleri ile dünyaya nizamat veriyorlar!’ Bunları söyleyenlerin yanıldıkları nokta şudur. Biz “Adil Düzen”i getirmeyeceğiz, biz sadece haber veriyoruz, Allah’ın Kur’an’daki müjdesini iletiyoruz; getirecek olan Allah.
“Sosyal Tufan” var; dinî, ilmî, iktisadî, siyasî olmak üzere hayatın her alanında sadece “kriz” ölçeğinde değil, “tufan” seviyesinde büyük sorunlar var, “korkun” diyoruz...
“Adil Düzen” gelecek, “Adil Ekonomik Düzen” gelecek ve hayatın dinî, ilmî, iktisadî, siyasî alanlarındaki bütün sorunlarınız bitecek, “sevinin” diyoruz...
***
Bunları biz yapacağız demiyoruz. Onu kalbinde maraz/hastalık olan zavallılar söylüyor. Kendilerini bir şey zannediyorlar. Evet, bir gün gelecek, bugün çok güçlü gibi görünüp caka satanların o gün hayret ve hayranlıktan gözleri fal taşı gibi açılacak...
Amerika’da ikiz kuleler yıkıldı. Kuleleri yıktıranlar bunu bahane ederek dünyaya savaş ilan ettiler; ‘ya bizdensiniz ya da karşımızdasınız’ dediler. Birinci ve İkinci Cihan Savaşları gibi küresel çapta savaş çıkarmak istediler. Böylece emperyalist sömürü sermayesi savaşları finanse edecek, sonunda yeni bir dünya kurulacaktı. Yem olarak da Türkiye seçilmişti. İlk savaş İran ile Türkiye arasında başlayacaktı. Allah korudu, tezkere (1 Mart 2003) TBMM’den geçmedi. Hatırlayın; o günlerde kendilerini süper yazar kabul eden zavallılar, ABD ile birlikte hareket etmezsek Türkiye’nin ve İslâm âleminin soykırımına uğrayacağını yazdılar!!!
Evet, işte buraya yazıyoruz; birkaç on yıl sonra bu korkakların, bu kalplerinde maraz/hastalık olanların soyları tükenecek, artık hiç kimse dünyanın “zalimler” tarafından “zulüm düzeni” ile yönetileceğini söyleyemeyecektir.
Son bir hatırlatma daha: İnsanlığın Hz. Adem ile başlayan mücadelesi Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed, Hulefa-i Raşidin, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar ve Cumhuriyet dönemiyle birlikte devam ediyor… Zulme ve zalimlere karşı barış bayrağı, adalet bayrağı daima dalgalanacaktır... Hakka, barışa ve adalete inanıp uygulayanlar varlıklarını kıyamete kadar sürdüreceklerdir... Vesselâm…
Çare ve çözüm belli
Reşat Nuri EROL
Zaman zaman bu köşede “özelleştirme-özerkleştirme” üzerine de yazılar yazıyorum. İktidardakiler sekiz yılda, -eski maliye bakanının ifadesiyle- satabileceklerini “babalar gibi sattı”, elde satılabilecek az şey kaldı. Şimdi sıra onlarda; köprüler, yollar, barajlar, kalan KİT’ler… (Mesela EBK gerekli ama!) Yine bu köşede ülkede “millî medya” olmadığını da defalarca yazdım. Her iki konu da “devletin bekası” seviyesinde çok önemlidir.
Bu açıdan bakıldığında televizyon, telefon, internet ve medya çok önemlidir. Bunlar birilerinin elinde veya kontrolünde olunca ihtilaller çok kolay gerçekleştirilmektedir. Geçmişte yapılan müdahaleler, ihtilaller, darbeler hep bu araçlar kullanılarak gerçekleştirildi.
Bu sebeple bunların özelleştirilmesi son derece sakıncalı ve yanlıştır. Bir ülkeyi, bir devleti, bir memleketi, bir milleti savaşsız teslim almak isteyenler bunları “özelleştiriyor” ve birilerinin emrine veya kontrolüne teslim ediyor, ülke mefluç hâle getiriliyor. Erbakan’ın son günlerde hatırlattığı üzere; sadece 28 Şubat müdahalesi ülkeye 14-15 yıl kaybettirdi.
***
Bize göre bunların hepsinin çare ve çözümü var, çare ve çözüm belli.
Her şeyden önce “özelleştirme” değil “özerkleştirme” yapılmalı.
Biz iktidar olduğumuzda bunların hepsini özerkleştireceğiz; özelleştirilenleri de özerkleştireceğiz... Bütçeden pay vereceğiz… Halka belli oranda bedava kullandıracağız...
Yani;
-“Adil Ekonomik Düzen”de birisiyle cep telefonu ile konuşurken para ödemeyeceksin.
-“Adil Ekonomik Düzen”de bir yerden bir yere giderken para ödemeyeceksin.
-“Adil Ekonomik Düzen”de tedavi olurken de para ödemeyeceksin.
-“Adil Ekonomik Düzen”de, asgari kullanım oranında olmak şartıyla, ana ihtiyaç araçları ve maddeleri başta olmak üzere, pek çok şeye para ödemeyeceksin.
Bunları bizden önce sosyalistler vaat ettiler ama nasıl yapacaklarını bilemediler, mekanizmasını getiremediler. Biz ise onların o vaatlerinin yanında ne yapacağımızı bilerek önerilerimizi getiriyoruz; hem de “sosyal tufan” seviyesinde var olan bütün ilmî, iktisadî, siyasî ve ahlâkî bütün sorunlara çare ve çözümler sunarak önerilerimizi getiriyoruz. Gerçek inkılâp, gerçek çare ve çözüm işte böyle olur.
***
Madem sosyalistlerden yani “sosyalizm”den söz ettik, “komünizm” ve “kapitalizm”i de katarak konuyu biraz daha açalım. Bugün bu “izm”lerin zulümleri ve yaptıkları sebebiyle insanlığın çıkmazda olduğunu herkes görmektedir. 20. yüzyılda bu çıkmaz çok açık bir şekilde ortaya çıkmış ve tek çare “sosyalizm/komünizm” denmiştir. 1917’de iktidara gelen sosyalist yönetim Sovyetler’de 70 sene içinde kırk milyon insanı öldürmüş ama çare bulamamıştır. Sonra Faşizm, Nazizm ve ülkemizde Kemalizm gibi millî yönetimler denenmiştir. Bunlar Sovyetler yani komünistler kadar hunharca kan akıtmamışlar ama onların yapıp ettikleriyle de sonuç elde edilememiştir. Faşizm ve Nazizm zamanla ortadan kaybolup gitmiştir. Kemalizm ise yumuşak iniş yaparak bugünkü Türkiye’ye gelinmiştir. Ne var ki ilmî, iktisadî, siyasî ve ahlâkî bütün sorunlar çözülmemiş; çözüm bir yana, bu sorunlar zamanla iyice yerleşmiş ve artmış, “sosyal tufan” seviyesine çıkmıştır. Batı’da ırkçı emperyalizm, sömürü sermayesi, yani “vahşi kapitalizm” ise ABD’yi arkasına alarak 1850’den beri yeni rejim ve zulüm mekanizması uygulamaktadır.
SONUÇ olarak bugün gelinen noktada, tek sermaye devleti oluşturma hayaliyle yapılan uygulamalar ve zulümler sorunları çözememiştir. “Kriz” üstüne “kriz/ler” olmaktadır. “Sosyalizm/komünizm” gibi artık “kapitalizm” de ömrünü doldurmaktadır. On sene sonra artık herkes kapitalizmin çare ve çözüm olmadığını iyice anlayıp kavrayacaktır.
‘O halde çözüm nedir?’ diye soranlardansanız ve bu köşenin dikkatli okuyucuysanız; çare ve çözümü biliyorsunuz, çare ve çözüm belli: “Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen”.