1967...1968...1969....AKEVLER 44 YILDIR ÇALIŞIYOR....2008...2009...2010
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 587
“ADİL DÜNYA DÜZENİ III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
Haftalık Seminer Dergisi; 587. Hafta 27 Kasım 2010 Fiyatı: www.akevler.biz’e tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
“ADİL DÜZEN” UYGULAMALARI YAPMAK İÇİN BİZLERE DANIŞABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 587. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz: Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
‘İŞ’ VE ‘AŞ’ BULMA
S İ S T E M İ
FETHULLAH GÜLEN
BU FİTNEYİ DURDURMAK İÇİN NELER YAPACAKSINIZ?
***
*ÜSKÜDAR SEMİNERLERİ; 137. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamı; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SOHBET… SEMİNER… SORULAR-CEVAPLAR…
***
KURBAN(1): Mücadele devam ediyor…
KURBAN(2): Ben senin kurbânınam…
KURBAN(3): Zalim düzene kurban…
Gafillere hatırlatmalar
Reşat Nuri EROL
***
MUHAMMED SÛRESİ TEFSİRİ - 7
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ أَضَلَّ أَعْمَالَهُمْ (1) وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَآمَنُوا بِمَا نُزِّلَ عَلَى مُحَمَّدٍ وَهُوَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ كَفَّرَ عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَأَصْلَحَ بَالَهُمْ (2) ذَلِكَ بِأَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا اتَّبَعُوا الْبَاطِلَ وَأَنَّ الَّذِينَ آمَنُوا اتَّبَعُوا الْحَقَّ مِنْ رَبِّهِمْ كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللَّهُ لِلنَّاسِ أَمْثَالَهُمْ (3) فَإِذا لَقِيتُمْ الَّذِينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتَّى إِذَا أَثْخَنتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَإِمَّا فِدَاءً حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا ذَلِكَ وَلَوْ يَشَاءُ اللَّهُ لَانتَصَرَ مِنْهُمْ وَلَكِنْ لِيَبْلُوَ بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍ وَالَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَلَنْ يُضِلَّ أَعْمَالَهُمْ (4) سَيَهْدِيهِمْ وَيُصْلِحُ بَالَهُمْ (5) وَيُدْخِلُهُمْ الْجَنَّةَ عَرَّفَهَا لَهُمْ (6) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ (7) وَالَّذِينَ كَفَرُوا فَتَعْسًا لَهُمْ وَأَضَلَّ أَعْمَالَهُمْ (8) ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَرِهُوا مَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأَحْبَطَ أَعْمَالَهُمْ (9) أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ دَمَّرَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَلِلْكَافِرِينَ أَمْثَالُهَا (10) ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ مَوْلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَأَنَّ الْكَافِرِينَ لَا مَوْلَى لَهُمْ (11) إِنَّ اللَّهَ يُدْخِلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَالَّذِينَ كَفَرُوا يَتَمَتَّعُونَ وَيَأْكُلُونَ كَمَا تَأْكُلُ الْأَنْعَامُ وَالنَّارُ مَثْوًى لَهُمْ (12) وَكَأَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ هِيَ أَشَدُّ قُوَّةً مِنْ قَرْيَتِكَ الَّتِي أَخْرَجَتْكَ أَهْلَكْنَاهُمْ فَلَا نَاصِرَ لَهُمْ (13) أَفَمَنْ كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّهِ كَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهِ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ (14) مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ فِيهَا أَنْهَارٌ مِنْ مَاءٍ غَيْرِ آسِنٍ وَأَنْهَارٌ مِنْ لَبَنٍ لَمْ يَتَغَيَّرْ طَعْمُهُ وَأَنْهَارٌ مِنْ خَمْرٍ لَذَّةٍ لِلشَّارِبِينَ وَأَنْهَارٌ مِنْ عَسَلٍ مُصَفًّى وَلَهُمْ فِيهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَمَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ كَمَنْ هُوَ خَالِدٌ فِي النَّارِ وَسُقُوا مَاءً حَمِيمًا فَقَطَّعَ أَمْعَاءَهُمْ(15) وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ حَتَّى إِذَا خَرَجُوا مِنْ عِنْدِكَ قَالُوا لِلَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ مَاذَا قَالَ آنِفًا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ(16) وَالَّذِينَ اهْتَدَوْا زَادَهُمْ هُدًى وَآتَاهُمْ تَقْواهُمْ(17) فَهَلْ يَنْظُرُونَ إِلَّا السَّاعَةَ أَنْ تَأْتِيَهُمْ بَغْتَةً فَقَدْ جَاءَ أَشْرَاطُهَا فَأَنَّى لَهُمْ إِذَا جَاءَتْهُمْ ذِكْرَاهُمْ(18) فَاعْلَمْ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مُتَقَلَّبَكُمْ وَمَثْوَاكُمْ(19)
وَيَقُولُ الَّذِينَ آمَنُوا لَوْلَا نُزِّلَتْ سُورَةٌ فَإِذَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ مُحْكَمَةٌ وَذُكِرَ فِيهَا الْقِتَالُ رَأَيْتَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ يَنظُرُونَ إِلَيْكَ نَظَرَ الْمَغْشِيِّ عَلَيْهِ مِنْ الْمَوْتِ فَأَوْلَى لَهُمْ (20) طَاعَةٌ وَقَوْلٌ مَعْرُوفٌ فَإِذَا عَزَمَ الْأَمْرُ فَلَوْ صَدَقُوا اللَّهَ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ (21) فَهَلْ عَسَيْتُمْ إِنْ تَوَلَّيْتُمْ أَنْ تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ وَتُقَطِّعُوا أَرْحَامَكُمْ (22) أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَعَنَهُمْ اللَّهُ فَأَصَمَّهُمْ وَأَعْمَى أَبْصَارَهُمْ (23)
وَيَقُولُ الَّذِينَ آمَنُوا
(Va YaQUvLu elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ve iman etmiş olanlar söylerler.”
Burada iman etmiş olanların söylediklerinden bahsetmektedir. Buradaki harfi tarif cins için değil, ahd içindir. Yani bütün mü’minler söyler değil de, mü’minlerin içinden bazıları söylerler demektir.
Burada hepsi söylerler gibi ifade edilmiştir.
Neden?
Bir toplulukta bir şey söylenir, diğerleri sükut eder ses çıkarmazsa, hepsi söylemiş olmaktadır.
Bir de burada “söylediler” demiyor da “söylerler” diyor. Genel olarak mü’minler imanın kendilerine verdiği güçle zayıf oldukları zaman da savaşmak istediklerini söylerler. İnsan tabiatında bu vardır.
Kur’an mü’minlere nâsın mallarını ve canlarını korumayı emretmiştir. Ne var ki bunu güçlü oldukları zaman yapacaklardır. Güçlenmeden böyle bir şey yapmaya Allah izin vermemiştir.
Hazreti İsa savaşı men etmiştir. Hıristiyanların savaşmalarını yasaklamıştır. Çünkü o zaman o güçsüz halleriyle savaşa girseydiler yok olacaklardı ve şimdi adları bile olmayacaktı. Sonra Pavlus dinde reform yapmış, imparatorluğu tanımış, imparatorun emrinde savaşmaya izin vermiştir. Bugün yeryüzünde en çok savaşçı olan din mensupları onlardır.
Savaşın meşruluğunda iki şart vardır.
Bunlardan biri, düşmanı yenecek seviyede güçlü olmak gerekir. Güçlü değilseniz zulme sabredecek, savaşmayacaksınız.
İkinci şart da savaşmanın cevazına hakemler karar vermelidir.
Osmanlılar bunun için Şeyhülislam’dan fetva almadan savaşmazlardı.
Hakemlerin bu kararı verebilmeleri için de iki sebep sözkonusudur.
Biri, onların bize saldırmaları gerekir. Yahut onlara tebliğ ulaştığı halde lâikliği kabul etmemiş olmaları ve halkına zulmetmeleridir.
Evet, İslâmiyet’te ancak din hürriyeti gelinceye ve din/düzen Allah için oluncaya kadar savaşılır.
İslâmiyet’in başlangıcında Müslümanların savaşmaları men edilmiştir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlete karşı çıkıp savaşma da haram idi. 1960’a kadar Türkiye’deki mü’minler devlete karşı gelemedikleri için devlete karşı değildiler. Akevler, Millî Görüş ve Gülen cemaati de savaşmayı meşru görmemiş, sabırla cihat etmeyi tercih etmişlerdir. Hicretten sonra savaş meşru olur.
لَوْلَا نُزِّلَتْ سُورَةٌ
(LaV LAv NuzZiLaT SUvRaTün)
“Bir sûre inzal olunsa.”
“Levlâ” kelimesi için gramerciler geçmişte olmayacak bir şeyin olması tanımlamasını yaparlar ve kullanırlar. Bu manâda kabul ettiğimiz zaman, inzâl olunacağından ümitsiz bir şekilde bunu söylerler demektir. Bu manâ o zamanki mü’minler için geçerlidir. Zaten inzâl denmiş olması o zamanla ilgilidir. Çünkü şimdi sûre inzâl olunmuyor, şimdi sûrelerin manâları vahyediliyor.
Bu sûre, -Kur’an’ın Hazreti Musa’yı başka sûrelerde anlatması gibi- burada Hazreti Muhammed’i anlatıyor. Bu sûrede Hazreti Muhammed bizim için örnektir, bu sûre işte bunu anlatan sûredir.
O zamanki mü’minler ‘bir sûre inmeliydi, savaş meşru olmazsa biz nasıl yaşayacağız, varlığımızı nasıl koruyacağız’ demişlerdir.
Bugün biz böyle bir sûrenin varlığını biliyoruz.
Yukarıda “Yekûlu” muzari sigası ile getirildi. Burada da “Ünzilet” değil de “Nüzzilet” şeklinde getirildi. Teşdit anlamında getirilmiştir.
Sûre indirilmeliydi ve orada kıtal şiddetle emredilmeliydi.
Burada tef’il bâbı teksir için değil teşdit içindir, tedriç için de değildir. Mutlaka yapmalısın anlamında da tef’il bâbının getirildiğine delâlet etmektedir.
“Sûre” kelimesi Kur’an’ın bölümleri için getirilmektedir.
“Âyet” de sûredeki âyetler için getirilmektedir.
Kur’an’ın dört adı vardır: Kitap, Kur’an, Zikir ve Furkan.
- Kitap yazılandır,
- Kur’an okunandır,
- Zikir onun manâsıdır,
- Furkan ise ondan istinbat edilen hükümlerdir.
Kitap ve Kur’an bir defa inmiştir, kıyamete kadar aynı kalacaktır.
Zikir okuduğumuz manâlardır, bize geçmişi anlatır.
Furkan ise ondan çıkardığımız hükümlerdir, geleceğimiz hakkında bilgi verir.
Kur’an kitap olarak 600 sahifedir. Yani 30 cüzdür. Ramazan ayında okunsun diye otuz cüze bölünmüştür. Her cüz 20 sahifedir. Her sahife 20 satırdır. Bunun Allah tarafından bu şekilde tertip edildiğini anlıyoruz. Her sahifenin sonunda âyetler bitmektedir. Ayrıca “Allah” kelimesi belli yerlere gelmektedir. Oysa Kur’an’ı nâzil olduğu zaman deri parçalarına, kemiklere, tahtalara ve papirüslere yazıyorlardı.
Kur’an sonra Mushaf hâline getirildi ve ancak Osmanlıların son asırlarında bugünkü şeklini, yazı şeklini aldı. Mucizeli Kur’an ise 20’inci yüzyılda keşfedilmiştir.
“Sûre” kale demektir. Her sûrenin yapısı öyledir ki, siz ona bir harf ilave edemez ve bir harf da çıkaramazsınız.
Biz Fatiha Sûresi için bunu yapmış ve bilgisayara geçirmiştik. Sûreler kadar harf vardı ve harfler ikili sisteme göre yer almıştı. Tüm Kur’an böyledir. İleride bütün Kur’an üzerinde de böyle çalışmalar yapılacaktır. Sûrenin içinde bulunan kelimeler ve harfler de böyle maruf sayılara göredir. Dolayısıyla kimse onlara dokunamaz.
Başka bir manâsı da kimsenin onu tahrif edemeyeceği anlamındadır. Gerçekten Hazreti Osman zamanında cem edilmiş Kur’an sonra 7 veya 10 kıraat üzerinden icma ile kesinleşmiştir. Ses nüansları ile bugün bu kıraatlerin hepsi mevcuttur. Bundan sonra gelecek olan “ünzilet” kelimesinin kıraati Alusi’de şöyle anlatılıyor.
وقرىء { نَزَلَتْ سورة } بالبناء للفاعل من نزل الثلاثي المجرد ورفع { سُورةٌ } على الفاعل. وقرأ زيد بن علي { نَزَلَتْ } كذلك إلا أنه نصب { سورةً محكمةً } ? وخرج ذلك على كون الفاعل ضمير السورة? و { سورةً محكمةً } نصب على الحال. وقرأ هو وابن عمير { وَذَكَرَ } مبنياً للفاعل وهو ضميره تعالى / { القتالَ } بالنصب على أنه مفعول به
Fail üzerine bina edilmiş olarak mücerret sülasi bâbından “nezelet sûretün” diye de kıraat edilmiştir. “Sûretün” fail üzerinde olunmuştur. Ali’nin oğlu Zeyd ise yine böyle “nezelet” olarak okumuştur. Sûreyi ref etmemiş, nasb ile “sûreten muhkemeten” diye okumuştur. Buna göre “nezele”nin failini sûrenin zamiri olmaktan çıkarmıştır. Muhkem sûre hâl üzerinde nasb edilmiştir. O ve İbni Amir, “zekere”yi fail üzerine bina ederek okumuştur. Fail Allah Teladır. “el-Kıtale”yi de ona meful olarak nasb ile okumuştur.
Burada da görüldüğü üzere Kur’an’ın farklı kıraatleri vardır. Ancak bu kıraatlerin hepsi mütevatirdir ve icma ile sabit olmuştur. Yani bu kıraatler üzerinde icma edilmiştir.
Sûrenin başka bir özelliği de, manâ itibariyle her sûre bir bütündür. Sûre içinde zamir çok gerilere gidebilir, atıflar çok gerilere gidebilir. Ama bir sûreden başka sûreye zamir gitmez. Bu sûreden öbür sûredekilere atıf yapılmaz. Her sûre ayrı konumdadır. Mânâlandırırken de sûre bir bütün olarak ele alınmalıdır.
Mesela bu Muhammed Sûresi’dir. Bu sebeple diyoruz ki, burada bize hitaptan ziyade Hazreti Muhammed anlatılmaktadır. Diğer peygamberler gibi anlatılmaktadır. Hazreti Muhammed’in yerine bir başkasını koyamayız. Yani âlimleri ve başkanları koyamayız. Sadece onun halefi olmaları neticesinde bizi bağlar. Genel olarak Kur’an’ın tamamını böyle anlayanlar vardır. O hatalıdır. Kur’an’ın birçok âyetleri bize doğrudan hitap etmektedir. Bu sûredeki bu hüküm başka sûreye intikal etmez. Her sûre kendi kalesi içindedir.
“Âyet” kelimesine gelinirse, o da yol gösteren kesin işarettir. Her cümle grubu bir âyettir. Kesin delaleti olduğu gibi harf ve kelime olarak da bir bütündür.
Örnek olarak okuduğumuz âyet üzerinde duralım.
نَظَر | الْمَوْتِ الْقِتَالُ قُلُوبِهِمْ الْمَغْشِيِّ | سُورَةٌ سُورَةٌ مُحْكَمَةٌ مَرَضٌ | نُزِّلَتْ آمَنُوا أَوْلَى أُنزِلَت | ذُكِرَ رَأَيْتَ ْ يَقُولُ يَنظُرُون |
| وَ و فَ فَ | فِي مِنْ | إِلَيْكَ فِيهَا عَلَيْهِ لَهُمْ | الَّذِينَ الَّذِينَ إِذَا لَوْلَا |
Âyette sekiz fiil vardır. Dördü sülasi dördü mezid bablarındadır.
Âyette sekiz isim vardır. Dördü marife dördü nekre.
Toplam 16 eder.
Bir de masdar vardır. Ne fiildir ne isimdir.
Toplam 17 eder.
17 atomlardaki çekirdeklerin en küçük parçadaki elektron sayısıdır. Sekiz yüzlüde ikişer yerleşmiştir. Bir de merkezde fazlası vardır. Bunlardan 6’sı bir grup oluşturur. 102 eder.
Altı tanesi 612 eder. Üçü birleştiğinde 1836 eder. Merkezde bir fazla konur.
Atomdaki en küçük parçacık sayısı 1837’dir.
Dört adet mebni isim vardır.
Dört adet zamire muzaf harficer vardır.
İki adet harficer vardır.
Toplam 10 etmektedir. 4 adet de harfi atıf vardır.
Toplam 14 eder. Bu da 7’nin iki katıdır.
Şimdi de harfleri sayalım.
| Med Harfi | | Beyyine harfi | | Sert sürekli | | Yumuşak sürekli | | Yumuşak süreksiz | | Sert süreksiz | |
| | | | 0 | ع | 1 | ح | 7 | ه | 5 | ء | 14 |
| | | | 1 | غ | 0 | خ | 3 | ك | 3 | ق | 6 |
4 | ى | | | 6 | ي | | | | | 0 | ج | 10 |
| | 36 | | 1 | ض | 1 | ش | | | | | 17 |
| | 6 | ر | 2 | ظ | | ص | | | 0 | ط | 36 |
| | 18 | ل | 3 | ز | 1 | س | 5 | ت | 0 | د | 5 |
5 | ا | 12 | ن | 4 | ذ | 0 | ث | | | | | |
6 | | 8 | م | 5 | و | 4 | ف | | | 1 | ب | 24 |
13 | | 44 | | 22 | | 7 | | 15 | | 9 | | 112 |
Âyette 112 harf vardır. Bu sayı Fatiha Sûresi’nin dışındaki sûrelerin sayısıdır.
Bu âyette iki defa “sûre” kelimesi geçmektedir. İkisi de nekredir. Medine Mekke sûrelerinden bahsetmektedir.
Onlar Mekke sûrelerinde kıtale dair sûre inmeliydi dediler.
Allah ise Medine sûrelerinde kıtali teşri etti.
Kur’an’da başka hiçbir ayette “sûre” kelimesi iki defa geçmemektedir.
İşte bu sebepledir ki âyetteki harflerin sayısı sûre sayısı kadardır.
Âyet içinde de hadisler vardır, yani cümleler vardır. O cümlelerde “icaz” vardır.
فَإِذَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ مُحْكَمَةٌ
(Fa EiÜAv EuNZiLaT SUvRaTun MuXKaMaTun)
“Muhkem sûre inzâl oldukta.”
Yukarıda “derler” denmişti.
Burada da “sûre inzâl olunduğunda” diyerek yine geniş zamanı getirdi.
Yukarıda muzariydi, burada ise “izâ” ile muzari olmuştur.
“Fa” harfi getirilmiştir. Muzari “izâ” ile atıf yapılmıştır. Çünkü “izâ” istikbal içindi. Geniş zaman içinde anlatılmaktadır.
İnsanlar müsaade edilmediği zaman ‘niye müsaade yok’ derler. İş başa gelince de sıkıntıya düşerler.
Hayatta daima böyle olaylarla karşılaşırsınız. Uzaktan baktığınız zaman kolayca başaracağınızı zannettiğiniz iş sonunda başarısızlığa uğrar.
Genel olarak kapitalizm düzeninde para olursa her iş halledilecektir zannedilir. O paralar ele geçtiğinde zarar edilir.
Kim kâr eder?
Parayı harcayan şunu öğrenmişse o kâr eder.
Kazanç parayla ilgili değildir. Kazanç azmetmekle ilgilidir.
Başarısızlığa uğradığınız zaman eğer vazgeçmemişseniz siz mutlaka başarırsınız.
Başarmak için değişik yollar denersiniz ama sonunda istediğinize ulaşırsınız, sonunda istediğiniz bir şekilde olmaktadır.
Bir işte başarılı olmak için orada ısrar etmek gerekmektedir. Uykularda bile o işi düşünmekle başarılı olunmaktadır. Allah bunları yani böyle yapanları başarılı kılar; iyilikte de kötülükte de bunlar başarılı olurlar. Bunlarla yani hayatın bu temel prensipleri ile ilgilenmeyenler sömürülmeye mahkumdurlar.
Bu sûre savaş karşısındaki tutumu anlatıyor.
“Fe” harfinin getirilmesi ile böyle söyleyip dururken sûre gelmiş olur anlamındadır. Yani söylerken vazgeçerler daha sonra gelir anlamında değildir. Cümle onun için muzari fiil üzerine kurulmuştur. Yoksa “dediler” olsa hemen sûre geldi anlamı çıkardı.
“İnzâl etti” diyor. Halbuki yukarıda “tenzil edilse” demişlerdi. Onların istediğini tenzil etmiş değildir. Allah kendi istediğini tenzil etmiştir. Diğer sûrelerden farksız olarak inzâl ettiği için inzâl kelimesini getirmiştir.
“Sûre” kelimesi nekredir. Yani onların istediğini değil başka bir sûreyi inzâl etmiştir.
Yukarıda “inzâl olunmalıydı” deniyor, burada ise “inzâl olununca” deniyor.
وَذُكِرَ فِيهَا الْقِتَالُ
(Va ÜuKiRa FıyHav eL QıTAvLu)
“Ve orada kıtal zikredildi.”
“Katletme” demek, yaralayarak öldürmektir.
Savaş iki şekilde olmaktadır. Biri uzaktan mermi atmak. Kur’an’da oklarla yapılan savaş tasvip edilmiştir. Böyle olunca tabanca veya tüfek ile savaş meşru sayılmıştır. Kur’an tanklardan ve bombalardan bahsetmektedir. Demek ki bu savaşlar da meşrudur. Bununla beraber karşı taraf ne silah kullanıyorsa biz de ancak o silahı kullanırız. Karşı taraf atom bombası atarsa biz de ona atarız. Karşı tarafın saldırısı üstünde saldırı meşru değildir.
Sûrenin başında harpten bahsetmiş, burada ise kıtalden söz etmektedir.
Harb siyasi ilişkileri kesmek ve karşılıklı güveni kaldırmaktır. Artık savaşanların mallarını almak helaldir.
Hazreti Muhammed’in Medine’den (Medine sınırlarından) müşrikleri (Şam’a gidip gelen Mekke kervanlarını) geçirmemesi bu hükme dayanıyordu. Madem ki Mekkelilerle harb hâlinde idiler, onlar Müslümanları Mekke’ye bırakmıyorlardı, Hazreti Muhammed de kısas uygulayarak müşriklerin Medine civarından geçmelerini yasaklamıştı. Onlar daha önceleri Şam’a kolayca gitmek için Medine’den geçiyordu. Hazreti Muhammed artık onların mallarına el koyacaktır. Eğer Medinelilerin Mekke’ye girmelerine karşı çıkmasaydılar onlara dokunmayacaklardı. Mekkeliler Şam’a giden kervanlarını deniz kenarından götürdüler, kendileri savaşmak üzere Medine’ye geldiler. Böylece Bedir Savaşı oldu. Mekkelilerle harp hâli Hudeybiye barışına kadar devam etti.
Kıtal durumu ise bizzat silahları çekip birbirlerini öldürmeye başlamalarıdır.
Savaş hâlinde karşılıklı öldürme meşrudur. Ama sonra esirler yalnız özel suçları varsa öldürülürler.
Askerlikte suç kollektiftir. Biri suç işledi mi hepsi işlemiş olur. Ne var ki emir komuta zinciri içinde değil de kendi kararı ile kural dışı savaş yapılmışsa, bundan birlik veya komutan değil, doğrudan o kişi/asker suçlu ve sorumludur. Kural içi ve emir üzerine yapılandan birlik sorumludur.
Sûrede kıtalden bahsedildi diyor. Kıtal emredildi deniyor. Yani artık kıtale izin verildi diyor.
Evet, her devlet kendi devletini korumak için askeri birlikler oluşturur. Bunlar başlangıçta gönüllü olanlardan seçilir. Diğerlerinden bedel yani cizye alınır. Bedel yüksek tutularak yeteri kadar asker alınır. Bedel düşük tutularak fazlası alınmaz.
Ganimet için savaş meşru değildir. Ama savunma savaşı sonunda ganimet helaldir. Yeryüzünde savaş şöyle başlar. Biri şeriat dışı insanların hak ve hukukuna saldırırsa mağdur olan kimse hakemlere gider ve karar alınır. O devletle savaş meşru olur ve galip gelindiğinde malları yağma edilir, kendileri de köleleştirilir.
رَأَيْتَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ
(RaEaYTa elLaÜIyNa FIy QuLUvBıHıM MaRaWun)
“Kalblerinde maraz olan kimseleri rey edersin.”
Sûre baştan beri küfretmiş olanlardan bahsetmektedir.
Burada da kalblerinde maraz olanlardan bahsetmektedir.
Bunlar yani hasta kalpliler iyi günlerde inanırlar, sıkıntı olunca kaçarlar.
Biz bunun böyle olduğunu hayatımızda hep gördük ve yaşadık. Başarı bizde iken bizim yanımızda olurlar. Hem de samimileri iterler, kendileri önde yer alırlar, ama sıkıntı gelince de ortada yoklar!
Bunları nasıl anlarız?
Savaş olmadığı zaman sizinle beraberdirler ve atıp tutarlar, hapishaneyi ve zoru görünce de Avrupa’ya kaçarlar. Siz cihada devam eder, cihad yapar ve zamanla sıkıntıları atlatırsınız, onlar sonra yine gelirler ve baş köşede otururlar!
Ülkeyi terk edip gitmeye bir şey demiyorum. Hicret farzdır. Türkiye’de yapacakları bir şey kalmamışsa elbet kalkıp giderler, orada “Adil Düzen”i kurarlar, sonra burasını fethederler.
Oysa onlar öyle yapmıyor, ülkedeki cihadı bırakarak kaçıyorlar, sonra da tekrar dönüyorlar ve en ön safta yer alıyorlar!
İşte, bir mü’min bunları anlamalıdır. Sabikûnu, evvelûnu unutmamalısınız. Yarın başarıya ulaştığınızda o gün sizinle beraber olanları itip onlar öne geçmek isterler. Şimdiden onları tesbit etmemiz gerekir. Muhasebe tam tutulmalıdır. Herkese öneride bulunacaksınız. Davet edeceksiniz. Davet muhasebeye geçecektir.
Onlar iki gruptur.
Onların bir kısmı alenen karşı çıkar, tartışırsınız. Onlar ileride sizin yanınızda yer alabilirler. Onlar baştan bilmedikleri anlamadıkları için karşı çıkmışlardır. Onlar size geldiklerinde sizden bir farkları olmaz.
Onların bir kısmı da; ileride ne olur ne olmaz diye sizi destekler görünürler. Ama onlardan bir fedakarlık istediğinizde dünya başlarına çöker. İşte, sonra siz başardığınızda onlar sizden önde olurlar.
İşte bunlara çok dikkat edeceksiniz. Bugün değil, o gün geldiğinde dikkat edeceksiniz. Siz onlara iktidarı teslim ederseniz onlar gerisin geriye çevirirler.
Bugünkü AK Parti ve Saadetlilerin durumu budur. Baştan yoklar. Ama şimdi onlar var ve “Adil Düzen”i bu hâle getirmişlerdir. Erbakan ve Erdoğan baştan beri samimi cihad veren kardeşlerimizdir. Ne yazık ki, iktidar olunca baştan beri birlikte yürüdükleri arkadaşlarını unutmaktadırlar.
Siz böyle olmamalısınız, yoksa onların durumuna düşersiniz.
Onlar gibi yaparsanız sonunda ne olur?
-Ya iktidarınız gider…
-Ya da yolunuzu şaşırırsınız...
يَنظُرُونَ إِلَيْكَ
(YaNJuRUvNa EiLaYKa)
“Sana nazar ederler.”
Canlılar birbirleriyle çeşitli şekillerde anlaşırlar. Bunların başında sesle anlaşma vardır, ışıkla anlaşma vardır, koku ile anlaşma vardır. Ağaçlar köklerinden saldıkları sıvı ile anlaşırlar. Bu tatla anlaşmadır. Işıkla anlaşmada birbirine bakarak anlaşırlar.
Mesela ben el kaldırırım siz görürsünüz, siz el kaldırırsınız ben görürüm. Bu suretle selamlaşırız veya söz isteriz. Çok önemli bir anlaşma aracı da göz göze gelmedir. Gözler birbirine geldiklerinde karşılıklı ışık gönderme ve ışık alma haberleşmesi başlar. Bizim farkına varmadığımız göz renginin değişmesi ile birbirimize etki ederiz. Kur’an’ın gözlerini gaddedmeleri manâsı budur. Gözlerini kapatırlar değil, özel haberleşme ilişkisi ile birbirine bakmazlar demektir.
Bir kadın ve bir erkek öyle birbirine bakarlar ki, hiçbir şey söylemedikleri ve hareket etmedikleri halde, o bakıştan dolayı bedenlerinde elektrikî ve hormonal salgılar olmaktadır. İşte haram edilen ve göz zinası denilen budur.
İnsanlar hoşlanmadıkları veya farklı bir olay karşısında kalınca ya da farklı söz duyunca birine öyle bakarlar ki, onlara söz söylemeden istediklerini sormuş olurlar. O sormayı karşı taraf da anlar ve ona göre ona tavır takınır.
Burada savaştan bahsedilen âyetler nâzil olunca kalblerinde hastalık olanlar sana bakarak ‘bu nasıl olacak’ derler. Siz de onların ne dediklerini anlarsınız.
Siz onlara “Adil Düzen”i anlattığınız zaman insanlar ikiye ayrılırlar.
Bir kısmı “Adil Düzen”e karşı olurlar.
Mesela S. Demirel’in durumu budur; dine evet ama şeriat yok!
Bir kısmı ise “Adil Düzen”i kabul eder, hattâ heyecanla onu savunmaya çalışırlar. Uygulamaya gelince, işte o zaman, ‘sen ne söylüyorsun, hiç bu çağda böyle şey olur mu’ derler!
İşte bunlar kalblerinde hastalık olanlardır.
Zamanı gelmeden elbette uygulama olamaz. Onun için gününü beklemek gerekir. Elbette ‘hemen uygulanamaz’ denebilir ancak ‘bu nasıl uygulanır’ demek hatalıdır.
Necmettin Erbakan uygulamayı erteledi.
R. Tayyip Erdoğan “Adil Düzen”i terk etti.
İşte aralarındaki fark budur.
Biz kimseye hemen “Adil Düzen”i uygulayın demiyoruz. Uygulamak için yol arayın diyoruz. Allah bizden akıllıdır. O bize bir şeyi emrediyorsa, biz mutlaka onu uygulama imkanını bir gün bulacağız demektir.
Sûre nâzil olup içinde kıtali zikredince sana ölüm mağşiyyi ile nazar ederler.
“İnzâl mazi, “nazar” ise muzari getirilmiştir.
‘Geldiğinde veririm’ dersen, geldikten sonra veririm demiş olursun. ‘Gelince vermiş olacağım’ dediğiniz zaman, gelme gelecekle ilgilidir ama şartın cevabı şarttan önce yapılmış olacaktır. Türk dilinde bu hususta başka dillerde mevcut olmayan ifade şekilleri vardır.
Arapçada da bunlar değişik şekillerde ifade edilmiştir.
Bütün dünya dillerini tetkik etmemiz ve oralardaki ifade özelliklerinin Kur’an’da nasıl anlatıldığını tesbit etmemiz gerekmektedir.
“Bin Dil Sitesi”ne bunun için ihtiyacımız vardır.
Yüz adet yüz dairelik apartman yapacağız. Her apartman 5 dönüm arazi üzerinde oturacak. Beş bin dönümlük yere ihtiyacımız vardır. Beş bin dönüm de galliyelik (gelir getiren yerler) olacak. On bin dönüm de sokak, cadde, park vesaire. Demek ki 20 bin dönümlük bir yer gerekmektedir. Bir apartmandaki her katta on daire olacak ve her katta ayrı dil konuşulacaktır. Bunlar Kur’an üzerinde çalışacaklar, kendi dilleri ile Kur’an Arapçası arasındaki ifade paralelliğini bulacaklardır.
Arsa hariç daireyi ve dükkanları 100 bin liraya mâl edersek, bin daire yüz milyona mâl olacaktır. Yüz dairelik arsada daire başına 50 bin lira alabiliriz. Demek ki 50 bin buradan temin edilecektir. İstanbul’da “Bin Dil Kur’an Vakfı”nı kurabiliriz. Devletten de 20 bin dönüm yer alırız. İşte orada bütün bu incelemeler başlamış olur.
Bugünkü lâik dünya üniversiteleri Nizamü’l-Mülk’ün kurduğu klasik medreselerin gelişmiş şekilleridir. Daha önce Abbasilerde tercüme ekolleri vardı. Ama klasik fen ilimlerinin tedrisatı Nizamü’l-Mülk Medreseleri ile başlamıştır.
Bu tesbitim hatalı olabilir. Araştırınız ve doğrusunu ortaya koyunuz.
Bizim “BİN DİL ÜNİVERSİTE SİTEMİZ” de geleceğin ilim dünyasının ve “ADİL DÜZEN MEDENİYETİ”nin bel kemiğini teşkil edecektir.
نَظَرَ الْمَغْشِيِّ عَلَيْهِ مِنْ الْمَوْتِ
(NaJaRa eLMaĞŞıyYı GaLaYHi MiNa eLMaVTı)
“Üzerine mevtten meğşiyyin nazarı ile nazar ederler.”
“Üzerine ölüm toprağı serpilmiş” tâbiri vardır. Siz insanları uyarırsınız, onları uyandırmaya çalışırsınız, harekete geçsinler diye uğraşırsınız. Onlar uykuda değil de sanki ölü imişler gibi hareketsiz kalırlar. Cümleye baktığınızda ölüm korkusu manâsı çıkar.
“Meğşiyyi” kelimesi korkuyu ifade etmez. “Ğişave” perde demek, örtü demektir. “Meğşâ” masdar-ı mimidir. Kaplanma zamanı, kaplanma yeri veya kaplanma anlamına gelir. Sonundaki “Ye” nisbet “Ye”sidir. Ölümün yeri, ölümün zamanı veya ölümün kendisi onları örtmüş de ne yapalım anlamında sana nazar ederler.
İnsanlar mücadelelerini sürdürürken sonuca varacaklarını ümit ederler. Bir gün gelir, ümitleri biter, artık kazanamayacaklarına karar verirler ve o zaman teslim olurlar. Öleceği zaman insanın ağrıları artık yavaşlar, insan iyileşiyormuş gibi olur. Vücut artık direnmekten vazgeçmiş, sinirler kapanmış, insan adeta uyuşturucu almış gibi olur. Savaşlarda da böyledir. Yenildiğini hisseden ordu kaçmaya başlar, kaçamayınca da teslim olur.
Topluluk yeniliğe karşı direnir. Bir gün gelir, direncini kaybeder ve birden teslim oluverir. Nasr Sûresi’ndeki fetih ayeti bu durumu anlatmaktadır.
Marife üzerine “mevt” kelimesi gelirse, külden cüz’ün teb’izi olur. Yani ölümlerden biri gelmiş değil, ölümden bir parça gelmiş gibi olur.
فَأَوْلَى لَهُمْ (20)
(Fa EaVLAv LaHuM)
“Onlara ilâ edecektir.”
Burada hazf edilmiş cümle var. “Fa” harfi onları takip ediyor veya hazf edilmiş şart cümlesinin cevabıdır. Onlar sana üzerlerine ölü toprağı dökülmüş gibi bakıyorlar. Baksınlar, baktıkları için onları sarmıştır.
“Evlâ”nın faili Allah olabilir. Mef’ulü de bu korkuları olur.
Bu korkuyu Allah onların kalblerine düşürdü. Marazı kalplere Allah koydu.
Kalpleri hasta olanlar “Adil Düzen”den bahsedemezler, onu söyleyemezler.
Biz Akevler olarak başkalarını “Adil Düzen” sahibi yapıyoruz ama onlar kabul edemiyorlar! “Adil Düzen” sonunda yine bizim omuzlarımıza kalıyor.
“Adil Düzen”i getirmek farz-ı kifayedir.
Başkaları getirmeyince bize kalıyor.
O zaman bize farz-ı ayn oluyor.
Çok az kişi olarak, çok zayıf olarak bu işi yüklenmiş bulunuyoruz. ‘Şunlara bakın şunlara;’ diyorlar, ‘evlerine ekmek götürmekten aciz bu kişiler dünyayı kurtaracaklarını sanıyorlar, bu zavallı halleri ile dünyaya nizamat veriyorlar!’
Bunları söyleyenlerin yanıldıkları nokta şudur. Biz “Adil Düzen”i getirmeyeceğiz. Biz sadece haber veriyoruz, Allah’ın Kur’an’daki müjdesini iletiyoruz.
“Adil Düzen” gelecek, sevinin diyoruz...
“Sosyal Tufan” olacak, korkun diyoruz...
Bunları biz yapacağız demiyoruz. Onu zavallı partililer söylüyor. Kendilerini bir şey zannediyorlar. Evet, bir gün gelecek, bize de savaş emri verilecek, savaş izni verilecek. Bugün çok güçlü olup caka satanların o gün korkularından gözleri dönecek.
Amerika’da ikiz kuleler yıkıldı. Kuleleri yıktıranlar bunu bahane ederek dünyaya savaş ilan ettiler; ‘ya bizden ya da karşımızdan olacaksınız’ dediler. Birinci ve ikinci cihan savaşları gibi savaş çıkarmak istediler. Böylece sömürü sermayesi savaşları finanse edecek, sonunda yeni bir dünya kurulacaktı. Yem olarak da Türkiye seçilmişti. İlk savaş İran ile Türkiye arasında başlayacaktı. Allah korudu, tezkere (1 Mart 2003) TBMM’den geçmedi. Kendilerini süper yazar kabul eden zavallılar, Türkiye’nin ve İslâm âleminin soykırımına uğrayacağını yazdılar!
Evet, bu âyet diyor ki; onların soykırımı olacaktır. Birkaç on yıl sonra bu korkakların soyları tükenecek, artık kimse şeriatın kalktığını, Tanrı’nın öldüğünü söyleyemeyecektir. Evet, küfür bitmeyecek, sonra yeni kâfirler ortaya çıkacak ama şimdiki kâfirlerden kimse kalmayacak.
Oysa Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed, Hulefa-i Raşidin, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar ve Cumhuriyet dönemindekiler İslâm bayrağını, barış bayrağını, şeriat bayrağını sürdürüp devam ettireceklerdir. Hak dinler milyarlarca müntesipleri ile varlıklarını kıyamete kadar sürdüreceklerdir.
“Evlâ”nın failinin Allah olacağı korkuları da olabilir. O korkuları onları ölüme götürdü, korktukları için öldüler demektir. Burada da “Evlâ” mâzi sigası ile getirilmiştir. “Fe” harfinden sonra gelmiştir. O halde yukarıdaki “İzâ” ve muzari fiillerin delaletiyle anlıyoruz ki, buradaki mâzi sigası geçmişi anlatmak için değil, geleceği tahkik içindir. ‘Ben o parayı sana ödedim, bunu bil, yani kesindir’ anlamındadır. Burada da fiil-i mâzi bu anlamdadır. “Evlâ” kelimesi ism-i tafdil olabilir. Öncelik onlarındır anlamı çıkar.
***
طَاعَةٌ وَقَوْلٌ مَعْرُوفٌ
(OAvGaTün Va QaVLün MaGRUvFun)
“Taat ve maruf kavl vardır.”
Tekrar edelim ve soralım: Bize savaş izni veya emri ne zaman verilecektir?
Önce “Adil Düzen”i biz öğreniriz, bunun için pilot uygulamalar yaparız, ilmen “Adil Düzen”i insanlığa arz etmiş oluruz.
Sonra ekonomide örnek uygulamalar yaparız.
Böylece milletimize ve insanlığa “Adil Düzen”in olduğunu gösteririz.
Sonra “Adil Düzen Partisi”ni kurarız. Halk bize oy verir, yani “Adil Düzen”e oy verir. İktidar oluruz. Ama meclisi bize teslim etmez, hükümeti bize kurdurmazlarsa; işte o zaman Allah savaş müsaadesini vermiş olabilir.
İşte o zaman, o zamanın imamı kim ise ortaya çıkar, Humeyni gibi emir verir, halk da ona itaat eder. Belki de kan dökülmeden iktidarı almış olur.
O gün yapılacak iş nedir?
Taattır; yani itaat etmektir.
“Taat” burada nekre ve sülasi gelmiştir. Emredilen bir başkana itaat yerine birlikte direnmedir. Herkes itaat içinde olacaktır. Bunu şöyle açıklayabiliriz.
Bir örgütlü itaat vardır. Onbaşılar, yüzbaşılar, binbaşılar vardır. Tüm ordu mensupları ve komutanları vardır. Sonunda hepsi başkomutana bağlıdır. Burada emir-komuta zinciri vardır. Üstler astlara emrederler, sonunda hepsi başkomutana itaat etmiş olur. Buna “itaat” diyoruz.
Bir de başkan, muhasarada olmayan başkan, baskı içinde olmayan başkan genel emir verir. Mesela bir sıkıyönetim komutanı sokağa çıkma yasağı koyar, herkes ona taat eder. Bu da itaattir.
“İtaat”te emir-komuta zinciri vardır.
“Taat”te ise herkes o anda aldığı emri yerine getirir.
Bundan dolayı televizyon, cep telefonu, internet ve medya çok önemlidir. Bunlar olunca ihtilaller çok kolay gerçekleştirilmektedir.
Bu sebepledir ki bunların özelleştirilmesi son derece yanlıştır. Bunlar ordunun elinde olmalıdır. Ordular bunların hem bakım ve onarımını yapacaklar, hem de işleteceklerdir. Bunların maliyeti çok ucuzdur. Ordu bunları bedavaya mâl eder.
Bir ülkeyi, bir memleketi savaşsız teslim almak isteyenler bunları özelleştiriyor ve ordu mefluç hâle getiriliyor.
Buna karşı ne yapılacak?
Ordu bunları kendisi için kuracaktır.
Biz iktidar olduğumuzda bunların hepsini orduya teslim edeceğiz... Bütçeden pay vereceğiz… Halka bedava kullandıracağız...
Yani;
“Adil Düzen”de birisiyle cep telefonu ile konuşurken para ödemeyeceksin.
“Adil Düzen”de bir yerden bir yere giderken para ödemeyeceksin.
“Adil Düzen”de tedavi olurken de para ödemeyeceksin.
Bunları sosyalistler vaat ettiler ama nasıl yapacaklarını bilemediler, mekanizmasını getirmediler. Biz ise onların kuru vaatlerinin yanında ne yapacağımızı bilerek önerileri getiriyoruz.
İşte böyle inkılâp olur.
Meclise gelmişiz ama sokmuyorlar!
İşte o zaman ülke ikiye bölünecek; halkıyla, ordusuyla, üniversitesiyle, hakimleriyle ikiye bölünecek, savaş başlayacak ve tutucular mağlup olacaklardır.
Böyle bir durumda genel emirlere herkes uymalıdır. Buna “taat” denmektedir.
Böyle karışıklık zamanlarında mü’minlerden istenen başka bir şeydir.
“Maruf kavil.”
Belli sözler söylenmelidir.
“Maruf kavil” de nekredir.
Yani duruma göre, yere göre maruf kavilden bahsetmektedir. Davranışlarda emirlere uymak gerektiği gibi böyle karışıklık zamanlarında davranışlar kadar sözler de önemlidir. Savaşlarda yayılacak gelişigüzel söz mağlubiyetin kaynağı olur.
Biz dünyaya geldik, işimiz âhirete hazırlanmaktır. Çok yaşamak, çok sevap işlemektir. Savaşta şehit olmak, cennette en üstün mertebeye ulaşmaktır.
Hangi savaşın hangi askerleri şehid olur?
Allah’ın emri olarak insanlığa barış getirmek ve güvenlik sağlamak için savaşanlar cennettedirler. Bunun için insanlığın barışı ve halkın güveni için ölen insanlar şehittirler. Er geç öleceğiz; şehit olarak ölmek en kazançlı ölümdür.
Mü’minlere savaş emri mü’minlere en büyük müjde olmuştur. Böylece artık elimiz kolumuz bağlı beklemeyeceğiz. Artık biz de savunma hakkına sahip olmuş bulunuyoruz demektir.
فَإِذَا عَزَمَ الْأَمْرُ
(Fa EiÜAv GaÜaMa eLEaMRu)
“Emr azm edince.”
Burada yine “Fa” harfi gelmiştir. Bundan önceki “taat” ve “maruf kavl” izah edilmektedir. Buradaki “Fa” tafsil fasıdır. Yine burada “izâ” “azame” fiilinin mâzisi ile gelmiştir. “İzâ” gelecek zaman için gelir. Bu âyet sûre geldikten sonra gelmiştir. O halde “izâ” mâzi için de gelmiş olmaktadır. Demek ki “izâ” geniş zamanı içermektedir.
Bu yalnız o zaman olan olay değildir.
Bugün ve her zaman böyle olaylar olacaktır demektir.
İnsanlar geçmişte olduğu gibi gelecekte de hep aynı sözleri söyleyeceklerdir.
فَلَوْ صَدَقُوا اللَّهَ
(FaLaV ÖaDaQUv elLAHa)
“Allah’a sadık olsalardı.”
“Fa” harfi “İzâ”nın cevap “fa”sıdır. Şartlarda “Fa” sürekliliği ifade eder. Yani sadece bir defa olan olay değil, benzer olaylarda benzer hükümler olacaktır demektir.
“Allah’a sadık kalsalardı” deniyor.
“Sadık kalma” ne demektir?
“Sandık” toplanan paraların saklandığı ağaçtan, şimdi demirden yapılmış kaptır. Biz şimdi “kasa” diyoruz. Her kabilenin bir başkanı olur. Halk başkana bağlılığını ona verdikleri zekâtla belli eder. İşte başkana bağlılık alâmeti olarak halkın verdiği vergiye “sadaka” denmektedir. Ayrıca kocaların eşlerine verdikleri mihirlere de “saduka” denmektedir. Bu kelime kesreti istimalden dolayı “sadık kalma” anlamına geçmiştir.
Burada “biatlerine sadık kalsaydılar” demektir.
Başkana biat edince ona sadık kalacaksınız.
Bu “sadakat” nedir?
Emire itaat edeceksiniz, bir de onun aleyhine konuşmayacaksınız. Onu tavkır ve taziz edeceksiniz. Topluluk başkanların etrafında toplanır, başkan artık topluluğu temsil etmektedir. Ona yapılan saygı onun şahsına yapılmamaktadır, onu temsil eden topluluğa yapılmaktadır. O çok kötü insan olsa da, sevimsiz olsa da, artık o bir kitleyi temsil ettiği için artık ona karşı saygılı olmalıyız.
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu artık sadece Kılıçdaroğlu değildir; 75 milyonun beşte birini yani 15 milyonu temsil etmektedir. Ona hakaret o kitleye hakarettir. Biz bu ülkede CHP’lilerle beraber yaşıyoruz. Ülkemiz için birlikte kan akıtıyoruz. O halde onlara saygılı olmalıyız. Yapılan bir yanlış hareketi eleştirme başkadır, topluluğu temsil eden başkanına saldırmak başkadır.
Bir topluluğun başarılı olabilmesi için başkanlarına saygılı olunmalıdır.
Kur’an bunun için bazı hükümler koymuştur.
a) Başkanlar doğrudan iş yapmazlar, mukarrebunlardan birine işleri havale ederler. Başkan görev verme ve görevden alma yetkisine sahiptir ama işlere karışamaz, talimat veremez. Sonunda hata varsa o hata da görevliye aittir. Dolayısıyla başkan hata yapmamış, kötülük yapmamış olur.
b) Başkan görev verdiği kimseleri görevden alır ama onlara ceza veremez. Tarafların seçtikleri hakemler tarafından ceza hükümleri verilir. Dolayısıyla halkın kendisine gelen bir cezadan dolayı başkan yıpranmaz.
c) Başkanın kusurlarını teşyi etmek yanlıştır. Başkan içki içmiş olsa bile göz yumulur, bu kusur ortalıkta yayılmaz. Başkanın hataları mahremdir. Başkan olduğu müddetçe başkanın bu tür kusurları görülmez olur. Başkan aleyhine verdiği zarardan dolayı dava açılır ama o zararları başkanın kendisi ödemez, bütçeden ödenir.
d) Başkan kamu bütçesindeki gelirleri tasarruf etmesinden dolayı da sorumlu değildir. Tahsisatı mesture gibidir. İstediği yere harcar. Başkan gerekirse başkalarına fiili etkiler de yapmış olur. Bundan dolayı başkana kısas yapılmaz, başkanın verdiği fiilî etki diyete dönüşür.
Başkana verilen en büyük yetki ise gerektiğinde onun emrine uyarak mü’minlerin savaşmasıdır, başkanı yani topluluklarını korumaları için canlarını vermeleridir. Bu yalnız nöbetliler için söz konusudur.
İnsanlar yeni bucağa veya ile veya ülkeye geldikleri zaman veya on beş yaşına ulaştıkları zaman “nöbetli” veya “bedelli” olurlar.
“Nöbetli” olmuşlarsa artık mallarını ve canlarını ona satmışlardır, yani topluluğa satmışlar ve başkanlarının emirlerine vermişlerdir. Onlar bu uğurda canlarından olurlarsa şehit olur ve cennet-i âlâya giderler.
İşte burada istenen savaş durumundaki itaattir.
Bu itaat mü’minlerden istenmektedir.
لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ (21)
(La KAvNa PaYRan LaHuM)
“Onlar için hayır olmuş olurdu.”
Asker olmak demek şuna karar vermiş olur demektir: Hakemler kararı ile savaşa girerim, ya yenerim ya ölürüm. Yenilmek yoktur. Mustafa Kemal’in ‘ya istiklâl ya ölüm’ deyişi bunu ifade eder.
Bir birliğin düşmanına galip gelmesinin dört şartı vardır.
a) Kim önce davranırsa o galip gelir.
b) Kim beklenmedik saldırıda bulunursa o galip gelir.
c) Kim ölümü göze almışsa o galip gelir.
d) En önemlisi, hangi birlik birlikte hareket ediyorsa o galip gelir. Bunun için de başkana kayıtsız şartsız itaat etmek gerekir. Başkan yanlış emir verse bile, onu dinlemek dinlememekten çok daha iyidir.
Şimdi itaat etmeyen bir birliğe karşılık karşı taraf itaat ederse yenilir. Yenilince de tüm canlar gider. Çünkü ‘ya ölüm ya galibiyet’ ilkesi vardır. Bu sebepledir ki savaşta öldürme ve esir alma meşrudur. Aksi halde savaş oyuncağa dönüşür.
Bugün çok büyük silah üstünlüğüne sahip olan sömürü sermayesi savaştırıyor, ama ondan sonra da yaşatıyor! ‘Köleliği kaldırdım’ diyor! Bunları yapmak, savaşa sebebiyet veren fitnenin devamını sağlamak demektir.
***
فَهَلْ عَسَيْتُمْ
(Fa HaL GaSaYTuM)
“Böyle mi istiyorsunuz.”
Burada şu sorular ortaya çıkıyor.
Buradaki “Fa” neyi nereye atfediyor, bu ne “Fa”sıdır?
“E” gelmemiş, “Hel” gelmiştir. Oysa makamı “E”dir, yani istemezsiniz demektir. Aksine istersiniz manâsı verilmektedir.
“Asav” yerine “Asaytum” gelmiştir. Bundan önce onlar için hayır olur denmiş, burada ise “TüM” getirilmiştir. Bir de “asa” kelimesini irdelemek gerekir.
İşte, tefsir etmek demek sorular sormak, sonra da ona manâlar vermektir. Bir de Kur’an’ı yorumlarken bir olay üzerine uygulamak gerekir.
Mesela, kıyas yoluyla herkes “Adil Düzen”i uygulamıyor diye şikayet ediyoruz, uygulanamıyor. Buradaki eksiklik Erbakan’ın veya Erdoğan’ın bir eksikliği değil, şartların hazır olmamasıdır. Bir gün gelecek, “Adil Düzen” uygulanacaktır.
İşte o zaman kalblerinde maraz olanlar direneceklerdir.
Biz şimdi harpte olmadığımıza göre biz bu âyeti kıyas yoluyla “Adil Düzen” uygulamasına uyarlayarak yorumlamalıyız.
Daha önce anlatılanları birleştiriyoruz; ne oluyor yoksa siz helâk olmak mı istiyorsunuz? Yani burada mahzuf bir cümle var. Savaş emredildi. Tereddüttesiniz. Karşı gelenler var. Bu durumu düşünün. Yalnız onlar değil, hepiniz düşünün. Çünkü birliğin beraber hareket etmemesi birliğe helâk getirir.
Burada kalblerinde maraz olmayan mü’minlere hitap vardır. Bunların bu davranışlarına müsaade etmemelisiniz. Yani savaşta itaat etmeyen öldürülür, savaşta muhalefet eden yok edilir. Bütün birlik başkanla beraber olarak bu tür marazlıları yok etmelidir. Yoksa aşağıda belirtilen hükümler ortaya çıkar.
Neden “HeL” getirilmiştir?
Çünkü mü’minler merhametlidir. İsterler ki böyle olanlara da bir kötülük olmasın. Merhametli olunsun. İşte “Fa” harfi mü’minlerin bu gevşekliğini ifade eden cümlelerin mahzuf olduğunu ifade eder.
“Ummak” demek, olmasını beklemek demektir.
Böyle mi istiyorsunuz?
Kur’an’a göre; siz bu duruma düşmüş bulunuyorsunuz, evet, siz istemiyorsunuz, niyetiniz marazlı olanlara merhamettir ama bu isteğinizin sonucu fesadı istemenizdir. Bundan dolayı “HeL” gelmiştir. İstenen iyi şeydir ama sonucu kötüdür. Eğer “E” getirilmiş olsaydı, onlar için iyilik istemeniz de kötü olurdu.
İdam kararını veren hakimler kalemlerini kırarlar. Kanunlara uydukları için idama karar vermişlerdir ama yaptıklarından memnun değildirler. Keşke suçlu bu suçu işlemeseydi de biz de bu kararı vermeseydik anlamında kalemlerini kırarlar.
Evet, böyle kalblerinde marazı olanlar şiddetli şekilde cezalandırılır ama onlara karşı merhametimiz devam edecektir. İstemeye istemeye kurallara uymak gerekir.
Biz Saadetlileri ve AK Partilileri ağır dille uyarıyoruz...
Ama biz bunu yaparken üzülüyoruz...
Keşke böyle hareket etmeseler de biz de onları uyarmak zorunda kalmasak diyoruz. Bu kardeşlerimizi rahatsız ediyoruz, bundan dolayı da üzülüyoruz. Çünkü onların iyi niyetli olduklarına inanıyoruz.
Onlar cihat arkadaşlarımızdır. Kendileri uçuruma gidiyorlar, ülkeyi de uçuruma götürüyorlar. Uyarmak zorunda kalıyoruz, ama bundan hoşlanmıyoruz.
Bu durumu buradaki “HeL” kelimesi anlatmaktadır.
إِنْ تَوَلَّيْتُمْ
(EiN TaValLaYTuM)
“Tevelli ederseniz.”
“Tevelli etmek” sırt çevirmek anlamına gelir. Başka babdan arka çıkarsanız demektir. Yani siz bu kalblerinde hastalık olanlara arka çıkarsanız ve savaştan yani “Adil Düzen” cihadından sırt çevirirseniz anlamındadır.
Şimdi “Adil Düzen” uygulamasından vazgeçen Millî Görüşçüler ile AK Partililerin peşine gider de “Adil Düzen”den vazgeçerseniz anlamı çıkar. Kıyas yoluyla buraya varılır. Bu sebepledir ki biz bunların başlarına gelecek olanı ve gelmekte olanı biliyoruz, uyarıyoruz ama yapacağımız bir şey yoktur.
Olacakları bekliyoruz...
AK Parti; ‘Ben iktidardayım, size ne ihtiyacım var!’ diyor.
Saadet Partisi; ‘Ben AK Parti gibi iktidar olacağım, size ihtiyacım yok!’ diyor.
Bunu hiç çekinmeden diyorlar.
Oysa bunlar uçuruma gidiyor.
Sadece biri değil, ikisi de uçuruma gidiyor.
Biri kendi önünü göremiyor, diğeri öbürünün yanlış yolunu görüyor.
Yapacakları nedir?
Yapacakları çok basittir.
İktidar olarak değil;
Saadet Partisi olarak,
AK Parti olarak ülkeye “Adil Düzen”in gelmesi için halkla bir olacak ve;
- Semtlerde “İşletme Kooperatifleri”ni,
- İllerde “Genel Hizmet Kooperatifleri”ni,
- Ülkede “Çalışma Kooperatifleri”ni kuracaklardır.
Halkı organize edecek ve uçurumu kapatacaklardır.
أَنْ تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ
(EaN TuFSiDUv FIy eLEaRWı)
“Arzda ifsad etmenizi.”
Dikkat edilsin, “onlar ifsad edecekler” demiyor, “siz ifsad edeceksiniz” diyor.
Kalblerinde hastalık olanların yanında yer alırsanız, siz ifsad etmiş olursunuz.
Buradaki “arz” ülke olabilir, bütün yeryüzü olabilir.
“Adil Düzen”in ertelenmesi ifsattır.
وَتُقَطِّعُوا أَرْحَامَكُمْ (22)
(Va TuQaoOıGUv EaRXaMaKuM)
“Ve rahimlerinizi kat’ edersiniz.”
Burada da kendi rahimlerinizi kendiniz kat’ edersiniz. Savaş olmazsa yeryüzünde fesad çıkar, erham takattu’ eder. Bunu siz kendi ellerinizle kendiniz yapmış olursunuz.
Burada savaşın yararları anlatılmaktadır. İnsanlar savaştan korktukları için, yani ölümden korktukları için uslu duruyorlar. Eğer yönetimden korkmasalar halk rahat durmaz, savaştan korkmasalar uluslar rahat durmaz. Allah insanları böyle yaratmış, bunları durdurma görevi de mü’minlere verilmiştir.
İdam cezasını kaldırmak demek, tüm insanları ölüme mahkum etmek demektir. İslâmiyet’te barışta ölüm cezası sadece katil olanlara verilmiştir. Savaş dışında başka ölüm cezası yoktur. Savaş olmazsa, ölüm cezası olmazsa, yeryüzünün nasıl fesada gideceği bir doktora çalışmasıdır.
“Rahimlerin takattu’ etmesi” de neslin bozulmasıdır.
Kovandan çıkan anaç arı kaçar, yüzlerce arı arkasından koşar, koşar, sonunda bir tanesi ana arıyı yakalar. Diğerleri kötü kokudan kaçarlar.
Neslin bozulmadan varlığını sürdürmesi ya yabancı hayvanların onu yem etmesi ile veya insanlar arasında savaş olmasıyladır. Neslin sağlam olması için savaş zorunludur. Böylece yeryüzünde sağlam nesiller yaşar.
Kur’an burada savaşın hikmetlerini beyan etmektedir.
***
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَعَنَهُمْ اللَّهُ
(EuLAEiKa elLaÜIyNa LaGaNaHuMu elLAHu)
“İşte onlar Allah’ın kendilerini lânet ettiği kimselerdir.”
Onlar Allah’ın kendilerini dışladığı kimselerdir.
Onlar “Adil Düzen”e gelemezler.
Burada “siz”den “onlar”a hitaba geçmiştir.
Bize savaşmamızı emretmiş, içimizde isyan edenlere de acımamamız gerektiğini bildiriyor. Onları dışlamıştır. Onlar “Adil Düzen”i getiremezler.
فَأَصَمَّهُمْ
(Fa EaÖamMaHuM)
“Onları ismâm etmiştir.”
Burada çok açık olarak “Adil Düzen”e gelmeyenlerin Allah tarafından sağır edildiği belirtiliyor.
Toplantılarda konuşma yaparız. Orada bir şey söylemezler, susarlar. Çünkü konunun tartışılmasını istemezler.
Bu onların bilgisizliklerinden ve tartışamayışlarından dolayı değil, Hakkın yayılmasını önlemek istemelerindendir.
وَأَعْمَى أَبْصَارَهُمْ (23)
(VaEaGMAy EaBÖAvRAHuM)
“Ve onların gözlerini kör etmiştir.”
Demek ki Hakkı bulmak başka bir şeydir.
Hakkı aramak yerine Hak üzerinde olmaktır.
Bu konu çok tartışılmaktadır.
Allah mı kör ediyor?
O halde onların sorumluluğu nedir?
Onların sorumluluğu “Adil Düzen”i uygulamamaları değildir. “Adil Düzen”in zaten bugün uygulanmaması gerekir. Onların asıl günahı “Adil Düzen”i kâle almamalarıdır. Sorumluluk bundan dolayı ileri gelmektedir.
Allah “Adil Düzen”i uygulamak isteyen Erbakan’ı indirmiştir...
Uygulamak istemeyenleri iktidar etmiştir...
Kaderini icra etmiş ama isteyeni de cennete götürmüştür.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-587/ADİL DÜZEN DERSLERİ-417 27 Kasım 2010
‘İŞ’ VE ‘AŞ’ BULMA
S İ S T E M İ
Canlı, ancak sürekli olarak dışarıdan gerekenleri alıp kendi benzerini meydana getiren varlıktır. Dışarıdan ihtiyaçlarını almasına “çalışma”, bunları kullanarak varlığını sürdürmek ve benzerini meydana getirmek “yaşama” diyoruz. İnsan canlı bir varlıktır.
Ormandaki ağaçları ayrı ayrı üretip ayrı ayrı tüketirler. Vücudumuzdaki hücreler birlikte üretip birlikte tüketirler. Arılar ise ayrı ayrı üretip birlikte tüketirler. İnsanlar ise birlikte üretip ayrı ayrı tüketirler. Bu şekilde yaşayan insandan başka canlı yoktur.
İnsanlar bir köyde birlikte çalışıp üretirler, bir ilçede birlikte çalışıp üretirler, bir ülkede birlikte çalışıp üretirler, insanlıkta birlikte çalışıp üretirler. Sonra birlikte çalışıp ürettiklerini ülkelere, bölgelere, ilçelere, semtlere götürüp halka ulaştırırlar. Yani tüm insanlık birlikte çalışıp ayrı bölüşerek yaşamaktadır.
Bu büyük organizasyon nasıl sağlanıyor?
Bunun için iki sistem vardır; iş verme sistemi ve iş bulma sistemi.
Doğal olanı “iş bulma sistemi”dir.
Nedir bu?
Herkes kendi yapacağı işi kendisi arar, kendisi bulur, o işi yapar ve ürününü topluluğa verir. Halk da kendisinin ihtiyacını kendisi tesbit eder, ortak üründen istediklerini alır. İnsanlar ilk yaratıldıkları günden beri bu sistemi uyguladılar. Yirminci yüzyıla kadar bu böyle geldi. Halk istediğini üretir, satar. Sonra istediğini satın alır. Aracılar, halkın ürettiği malları alır, isteyenlere satar. Aracılar, halkın ne üreteceğine, ne tüketeceğine karışmaz.
*
Bu doğal oluş 20’inci yüzyılda bozuldu. Aracı tekeller oluştu.
Sermeye veya devlet halkın ne üreteceğine o karar verir, aracı halka istediği malı sunar, halk da ister istemez o malı alır.
Buna “iş verme sistemi” diyoruz.
“İş bulma aş bulma sistemi” yerine bugün “iş verme aş verme sitemi” ikame edilmiştir.
Halkın elinden kişilik alınmış, halk hayvan mesabesine indirilmiştir. Ahırdaki ineklerine sen ne istersen onu yaptırırsın, onlara senin istediğin yemleri verirsin. Bugün insanlar sermayenin veya devletin birer hayvanı hâline getirilmiştir.
*
“ADİL DÜZEN” ise insanlığın yeniden “iş bulma aş bulma sistemi”ne geçmesini savunuyor. Bunu başarmak için örgütlenmeye ihtiyaç vardır.
Bu nasıl sağlanacaktır?
Bunun için bizim önerdiğimiz sistem şudur. Siyasi kuruluşlar kamu görevlerini yapsınlar. Yönetim ile ekonomi birbirinden ayrılsın.
Siyasi partiler iktidar olsunlar, ülkenin savunmasını ve güvenliğini sağlasınlar.
Ekonomik kuruluşlar ise “kooperatifler”den oluşsun.
Bucakta “İşletmeler Kooperatifi” olsun;
İlde “Genel Hizmetler Kooperatifi” olsun;
Ülkede “İş Bulma Kooperatifi” olsun;
İnsanlıkta “Araştırma Kooperatifi olsun.
Kooperatifler siyasi kuruluşlara paralel oluşsun. Halk kendi işini ve aşını kendi kooperatiflerinde bulsun. Bu kooperatiflerin organize ettiği işletmeler yönetime üretimden pay olarak “vergi” versinler, bunlar da bununla kamu görevini görsün.
Bunun dışında ilmî ve ahlâkî kuruluşlar da bağımsız olsun. Bunlara da kamu payından ayrıca pay verilsin.
*
SONUÇ olarak diyoruz ki; ülkemizde dört tip bağımsız kuruluşlar olsun:
İLMÎ, DİNÎ, MESLEKÎ VE SİYASÎ KURULUŞLAR.
İlmî kuruluşlar yasama görevcini;
Dinî kuruluşlar denetleme görevini;
Meslekî kuruluşlar üretme görevini;
Siyasî kuruluşlar ise bölüşme görevini yüklensin.
İş bölümü olsun.
Bunlar devletin emrinde olsun.
Aralarında çıkan ihtilafları hakemlerden oluşmuş bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı çözsün. Yargı kararlarını beklemeden doğacak aksaklıkları başkanlar çözsün; bucakta, ilde, ülkede ve insanlıkta başkanlar geçici olarak sorunları çözsün. Mağdur olanlar hakemlere gidip mağduriyetlerini gidersin.
*
Aş bulma sorununu halka verdiğimiz “Ön Ödemeli Sipariş Kredisi” ile çözüyoruz.
Buna “Selem Kredisi” diyoruz.
Halk peşin ödeyerek yıllık siparişlerini tüccarlara veriyor. Tüccarlar işyerlerine sipariş veriyor. Böylece halk kendi aşını kendisi bulmuş oluyor. Çünkü kredi halka veriliyor.
İş bulma sorununu ise “Çalıma/ Emek Kredisi” işle çözüyoruz.
İşçi istediği işverene gidiyor. Orada çalışıyor ve ücreti istihkak ediyor. Ertesi gün gidip ücretini bankadan alabiliyor. İşveren borçlanıyor; ürettiği malı sattığı zaman kredisini kapatıyor. Kredide faiz yok, cebrî icra yok, haciz yok.
Böylece krediyi çalışana yani emeğe vermekle hem çalışanın iş bulmasını sağlıyoruz, hem de işverene faizsiz kredi temin ediyoruz. Çünkü işçi yalnız emek kredisini getirmiyor, ham madde kredisini de getiriyor.
İşte Allah’ın bize öğrettiği “Adil Düzen” budur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-587/ADİL DÜZEN DERSLERİ-417 27 Kasım 2010
FETHULLAH GÜLEN
BU FİTNEYİ DURDURMAK İÇİN NELER YAPACAKSINIZ?
Sermaye, ülkelerin içine fesadı sokmak için grupları iktidara ezdirir. İktidar tarafından ezilmiş olan halk, denize düşen yılana sarılır kabilinden, düşmandan medet ummaya başlar. İktidara aleni baskı yapar, ezmeyi durdurtur. Bunu gören halk yılana daha çok sarılmaya başlar. Bu birinci safha başarıya ulaştıktan sonra ikinci safhaya girişir.
Gülen cemaatine devlet tarafından baştan zulüm yapılmıştır. Sonra sermayenin baskısı ile zulüm azaltılmıştır. Gülenciler bunu üzerine daha çok Amerikancı olmaya başladılar.
Sonra ikinci operasyona başlar. Bu suretle nefes alan cemaat gelişmeye başlar. Tekel sermaye onları destekler, onları olduğundan fazla gösterir. Döner, iktidardakilere der ki; siz ne yapıyorsunuz, bunlar devleti işgal ediyor! Onların üzerine devlet kuvvetlerini yürütür. Bu sefer kendisini bir şey sanan cemaat kafa tutmaya başlar, bu çatışma iç savaşa kadar gidebilir.
*
Gülen cemaatinin şimdiki hâli budur. Güya devleti işgal etmeye hazırlanıyorlar. Gülenciler kadroları işgal ediyor. Cumhuriyeti devirecekler. Oysa o Fethullahçıların büyük çoğunluğu ajandır. Ya sermayenin ajanıdır, ya CIA’nın ajanıdır, ya da MİT’in ajanıdır. Hepsi Gülen ismini kullanarak kadrolara yerleştirilmiştir. Bunlar namaz bile kılmazlar, niçin kılmadıklarını sorarsan, takiyye yapmaktadırlar! Bu Gülenciler emir aldıkları sabah karşı tarafa geçerler.
*
Gülenciler şişirilmiş, sonra da önce ordu korkutulmuştur: Devleti işgal ediyorlar!
Önce şunu söyleyeyim ki; Nurcu diye gelen kimse Nurcu değildir, Nurcu kisvesinde ajandır. Bunları zaten biliyorsunuz. Birazı CIA ajanıdır. Çoğu ise sermayenin ajanıdır. Nurcuları ezmekle bunlara bir şey yapamazsınız. Çünkü bunlar takiyyecidir. Nurcuları ezerseniz halkımızı daha çok düşman edinirsiniz. Geçmişte böyle hatalar yapıldı; şimdi de devam ediyor.
Nurcular şişirilmiş, sonra C. Halk Partisi korkutulmuş. Hatayı baştan yaptınız. Nurcudur diye ajanları attınız. Şimdi de Nurcuları ezmeye kalkışıyorsunuz. Böylece bindiğiniz dalı iki yandan kesiyorsunuz.
Sonuç; düşeceksiniz, kötü düşeceksiniz.
Gelin bu gerçekleri görün ve Türk halkını kendinize düşman edinmeyin.
Ama sağırlar bu çağrımızı duymaz ki.
*
Nurcu kardeşlerime de diyeceklerim vardır. Şimdi fitne zamanı. Sizin oyunuza bizim ihtiyacımız yoktur. Siz en zor zamanımızda bize karşı oldunuz. Millî Görüş partileri dışındaki tüm partileri desteklediniz. Şimdi uzak durun. Siyasete karışmayın; Samanyolu’nu ve Zaman’ı susturun. Bunlar sizi yiyecekler. Buradaki cırtlak ses de sermayenin.
Şimdi ne oluyor?
Bir polis amiri (Hanefi Avcı) çıkıyor, saçma sapan bir kitap yazıyor!
O yetmemiş, şimdi de Millî Çözüm dergisinin kurucusu Ahmet Akgül kitap yazmış!
Bu kitaplar aynı zamanda yayımlanıyor!
Demek ki benim bahsettiğim kaynaklardan biri birini, diğeri de diğerini destekliyor.
Yahut ikisini de MİT destekliyor.
Hata içindesiniz.
Ülkeyi bölme dışında bir şeye hizmet vermiyorsunuz.
*
Evet, ordumuzu da AK Parti’yi de yıkmak isteyen bir güç vardır.
Ama bunlar güya Fethullahçı oldukları için gelmişler.
Bir gün sizleri yıkacaklar.
Kendileri de bunun farkında olmayacaklar.
Nurcuların üzerine yürümeyin. Devlet kadrolarını işgal eden Fethullahçıların da üzerine yürüyerek bertaraf etmeye kalkışmayın. Bunu yaparsanız, bu kendinize ve devletimize saldırıdır. En başta kendiniz altında kalırsınız.
*
BU FİTNEYİ DURDURMAK İÇİN NELER YAPACAKSINIZ?
1- Bürokratların elinden yetkileri alıp siyasi kuruluşlara vereceksiniz. Ordu dışında bir memura gerek yoktur.
2- Hâlen görevde olan memurların maaşlarını vereceksiniz ama onlara iş vermeyeceksiniz.
3- Memurlara faizsiz kredi verip serbest piyasada kendi kazançları için iş yapmalarına ücretsiz izin vereceksiniz. Emekliliklerini koruyacaksınız.
4- Yerinden yönetimle gerek işleri yerel yönetime devredeceksiniz. Yerinden yönetimde oto kontrol olduğu için zulüm yapamazlar. Yapsalar bile yapanlar oraya kadar inip etkilerde bulunamazlar.
5- Hakimlik sistemi yerine hakemlik sistemini getireceksiniz. Adil yargıyı etkin ve saygın hâle getireceksiniz. Sorunlar kendiliğinden çözülecektir. Gülen’in görevlileri varsa zarar veremez hâle gelirler.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
Endişeler, cemaat ve cevap...
Hüseyin GÜLERCE
Türkiye'de artık cemaat denilince akla ilk gelen, Fethullah Gülen'in tavsiyelerini, üslubunu, dine hizmet metodunu benimseyen insanlar oluyor. Cemaat kelimesiyle, dinî bir oluşum da kastedildiği için "organizasyon" iması ve vurgusu var. Zaten, hareketle ilgili sıkıntı da bu ima ve vurgunun oluşturduğu algıdan kaynaklanıyor. Dinî bir cemaat olarak Gülen hareketi, AK Parti iktidarının varlığı da hatırlatılarak ve ikisi yan yana getirilerek daha büyük endişe, kaygı ve korkuların kaynağı gibi gösteriliyor. Ve özellikle belli çevreler, Ergenekon davası başladığından beri; öncelikle dine ve dindarlara karşı mesafeli ve önyargılı kesimleri tahrik ediyor, "Cemaat, emniyeti ve yargıyı ele geçiriyor, çok büyüdüler, her yerde onlar var, bu işin sonu ne olacak?" deniyor. Bu söylem, yine belli medya organları tarafından da yaygınlaştırılıyor. Öyle ki, bu hareketi yıllarca dışarıdan tasvip etmiş insanların bile kafası karışabiliyor. Bir "acaba" sorusu da onların gönlüne bir kılçık gibi saplanıyor. Gülen hareketi, kastedilen manada bir organizasyon değildir. Elbette dünyaya yayılmış, çaplı, üstelik cazibe merkezi haline gelmiş böyle bir hareket, istişare ve organize gayretlerle yürütülmektedir. Bir yurt, okul, hastane, üniversite, kendiliğinden olur mu? Binlerce öğrenciye kendiliğinden burs verilir mi? Dünyanın 160 ülkesinde diyalog merkezleri ve okullar açılır mı? Dernekler, vakıflar, şirketler eliyle yürüyen, gönüllülük esasına dayanan bir hareket bu. Ve hepsi devletin kurumları tarafından denetleniyor. Hem de ne denetleme. 28 Şubat sürecini hatırlatmak yeter... Ama bu hareket bir "organizasyon" değildir. Çünkü öyle olunca, işin içinde değişmeyen bir hiyerarşi, aklını üst bir iradeye ipotek etme, yani işte o bilmeden kullanılan "biat kültürü" vardır. Hâlbuki böyle bir anlayış, felsefe İslam'ın, mümin olmanın da özüne aykırıdır. Her insan ayrı bir âlemdir. Her mümin, aynı kaynaktan beslendiği halde ayrı bir dünyadır. "Her insan tek nüsha bir kitaptır." Amma, dinimizde, aynı zamanda yüreklerin birlikte çarpması, adımların birlikte atılması, dayanışma, istişare vardır. İslam tek başına yaşamayı değil, halk içinde Hak'la beraber olmayı tavsiye ediyor. Kısacası bu hareket; muhterem Gülen'in, "kendi mana köklerimize bağlı kalarak yeni bir diriliş sergilemeliyiz" tavsiyesini, sevda ve dava haline getiren milyonlarca insana makul gelmiştir. Bu makuliyetin altını çizmeliyiz. Zira önemli olan, bir fikrin, hareketin millet tarafından benimsenmesidir. Milletimiz Gülen ve arkadaşlarına, isimsiz binlerce muhabbet fedaisine güvenmeseydi, yapılan hizmetleri faydalı bulmasaydı, Gönüllüler Hareketi olur muydu? Bu hareket, aynı zamanda derûnunda, bir toplumsal barış projesi olmasaydı, bu kadar tasvip görüp yaygınlaşır mıydı? Muhterem Gülen'in, cami kürsülerinden söylediği, "Türkiye, dünyanın her yerinde olmadan istediği yerde olamaz" çağrısı, bu insanlara makul gelmeseydi, bugün dünyanın 160 ülkesinde bir destan yazılabilir miydi? Bu insanların, farklı farkı yerlerde, aynı duygu, aynı düşünce üzerinde ittifak etmeleri, aynı hizmet modellerini benimsemeleri, benzer faaliyetler ortaya koymaları yadırganmamalıdır. Organizasyon yok, ama kardeşçe ve aynı hedefe, "Allah'ın rızasını kazanma"ya yönelik birlikte hareket etme var. Ha, illa da bir merkezden bahsedilecekse, 5 kıtada binlerce merkezden bahsedilebilir... Ancak, meselenin Gönüllüler Hareketi içinde yer alan insanlara dönük bir yüzü de var. Muhterem Gülen, "hizmet ederken, gönüllere girmeye çalışırken, insanları sevaba çağırırken, günaha sokmamak lazım" diyor. Hizmet ederken gıpta ettirmemek, kıskançlıklara, özellikle yanlış anlamalara fırsat vermemek çok önemlidir. Bu hareket dünyanın dört bir tarafında makul ve makbul bulunurken, kendi ülkemizde hâlâ tasvip etmeyenler çıkıyorsa, kendimizi sorgulamamız lazım. Hangi kusurlarımızdan dolayı yanlış anlaşılıyoruz, yanlış algılanıyoruz, buna bakmamız lazım. h.gulerce@zaman.com.tr - ZAMAN, 19 Kasım 2010, Cuma |
KURBAN(1): Mücadele devam ediyor…
Reşat Nuri EROL
Cennetteki ayrılıktan sonra Hz. Adem ile Hz. Havva’nın dünyada Arafat’ta yani Mekke’de buluştukları rivayet edilir…
Mezopotamyalı (Ur) veya Anadolulu (Urfa) Hz. İbrahim babası Azer başta olmak üzere, kavminin mensupları ve Nemrut ile olan mücadelesini bitirince, Filistin ve Mısır’dan sonra Mekke’yi mesken edinir; eşi Mısırlı Hz. Hacer ve oğlu Hz. İsmail ile birlikte…
O Hz. İsmail ki; vakti gelip de “kurban” edileceğinde teslimiyet içinde olacaktır…
O Hz. Hacer ki; Hz. İbrahim’e verilen emir gereği, kundaktaki bebeği Hz. İsmail ile Zemzem’in fışkıracağı yeryüzündeki o “nokta”ya, sonra insanlığın merkezi olacak çöldeki o dağ başı “Kâbe”ye terk edildiğinde “teslim olup itaat edecek” ama boş durmayıp Safa ile Merve arasında “sa’y” edecek, çırpınırcasına defalarca (7 defa) gidip gelecektir… Allah’ın emriyle su ve yiyeceğin olmadığı çöldeki o dağ başında biricik bebeğiyle terk edildiğinde durmayacak, beşeriyete kıyamete kadar örnek olacak olan mücadelesini devam ettirecektir…
İnsanlığın Hz. Adem ve Hz. Havva ile başlayıp Hz. İbrahim, Hz. Hacer ve Hz. İsmail ile belli bir şekle bürünen ve Hz. Muhammed ile eşi Hz. Hatice başta olmak üzere, Ashab-ı Kiramın Arafat-Mekke-Medine üçgenindeki “23 yıllık cihatları” ile kıyamete kadar bütün insanlığa örnek olacak sisteme dönüşen mücadelesi devam ediyor…
***
Hz. Adem ile Hz. Havva ve çocukları…
Hz. İbrahim ile Hz. Hacer ve biricik oğulları Hz. İsmail…
Hz. Muhammed ile Hz. Hatice, Ashab-ı Kiram ve bütün beşeriyete rehberlik…
O’ndan geldik, O’na döneceğiz…
Ruhlar âleminden dünyaya, dünyadan âhirete…
Yaratılan ilk insandan itibaren, bütün insanlığın peygamberlerin önderliğinde ve rehberliğinde sürdürdüğü o kutlu O’na dönüş mücadelesi devam ediyor…
Bütün mesele, asıl mesele, biricik mesele; bu dönüşü, bu mücadeleyi fehmetmek, anlamak, kavramak, idrak etmek, şuuruna varmak ve beşikten mezara kadar süren dünya hayatındaki her merhalede gereğini bir ameller bütünü olarak yapmak...
Yapılması gerekenleri yaparken Hakka, hakikate, adalete, doğrulara “kurban” olmak; bâtıla, yalana, zulme ve her türlü yanlışlara “kurban” gitmemek...
İki nokta arasındaki “doğru” tektir ama o iki nokta arasındaki “yanlışlar, yalanlar, yamukluklar, eğriler, şeytanlıklar, bâtıl yollar” sonsuzdur, sonsuz!..
Bütün mesele işte o “doğru yol”dan, işte o “sırat-ı mustakim”den, her gün beş vakit namaz ve niyazda Fatiha Sûresi’ndeki yedi âyette anıldığı üzere ayrılmamak…
***
Evet, mücadele devam ediyor…
Bütün beşeriyet, bütün insanlık; kadını ve erkeğiyle, yaşlısı ve genciyle, doğulusu ve batılısıyla, kuzeylisi ve güneylisiyle, Avrupalısı ve Asyalısıyla, Amerikalısı ve Afrikalısıyla bütün beşeriyet, bütün insanlık “kurban” edilmek isteniyor…
Faizci tekel sömürü sermayesi; emrindeki “kapitalizm, komünizm, sosyalizm, faşizm, emperyalizm” başta olmak üzere, burada daha fazlasıyla adını anmaya gerek görmediğim her türlü “izm”lerle, bütün beşeriyeti, bütün insanlığı “kurban” etmek istiyor…
İnsanlık; işte yukarıda andığım “Ulu’l-Azm” yani azimet sahibi peygamberlerin bize “örnek olan ve kıyamete kadar hep örnek olmaya devam edecek mücadelelerinin rehberliğinde” iki cihan saadetine ulaşma mücadelesini devam ettiriyor…
Ama dikkat; artık iş başa kaldı! O önderler, o peygamberler artık yok! Ama onların vârisleri olan “âlimler” var. Evet, bu arada çok ama çoook dikkat edile; değişik tipleri ve çeşitleriyle başkaları değil, sadece ve sadece “âlimler” var. Kitap, Kur’an, ilim, âlim; “âlimler” ve sadece onları rehber edinen “liderler”… Evet, mücadele devam ediyor…
KURBAN(2): Ben senin kurbânınam…
Reşat Nuri EROL
KURBAN üzerine okuduklarım ve yaşadıklarım ciltler dolusu olur; KURBAN ile ilgili yazdıklarım, çalışma arkadaşlarımla her yıl yazdıklarımız nice makaleler, kitapçıklar, kitaplar olur... Oysa bütün okunanlar, yaşananlar, yazılanlar, yapılanlar tek bir teslimiyete “teslim olmak” makamında; Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail’in teslimiyetleri! Hazreti Hacer’den olan biricik oğlu Hazreti İsmail’i “KURBAN ET” emrini yerine getirme teşebbüsü ve Hazreti İsmail’in teslimiyeti: “Babacığım! Emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın.”
Bütün mesele Hazreti İbrahim ile Hazreti İsmail’in bu teslimiyetini anlamak…
Sonra bu teslimiyet ruhu ve şuuru ile kurban kesebilmek; kurban olmak…
İşte bu başarılabiliyorsa, o zaman Fuzûli gibi şöyle demeli, diyebilmeliyiz:
“Yılda bir kurban keserler halk-ı âlem ıyd için
Dem-be-dem sâat-be-sâat ben senin kurbânınam.”
***
Bizim Saadet Partisi İstanbul İl Başkanlığı bünyesinde bir çalışma grubumuz var: Ekonomik ve Sosyal İşler Çalışma Grubu. Grubumuz “KURBAN” ile ilgili mütevazi bir çalışma yaptı. Önce TESBİT ve TEŞHİS: Tarım ve Hayvancılık refah ve kalkınmada önemli ve önceliklidir. Hükümetlerin sahip çıktığı sürekli bir devlet politikası olmalıdır. Tarım ve hayvancılıkta, ülkemiz yakın zamana kadar kendine yeten ve dünyanın önde gelen ülkelerinden biri idi. Ancak, AB ve IMF dayatmalarıyla uygulanan yanlış politikalar yüzünden canlı hayvan ithal eder duruma getirildik. En önemli besin kaynağı et, bayramlarda bile vatandaşımızın evine giremez oldu. 1980’de Türkiye nüfusu 44 milyon, koyun sayısı 50 milyondu. Geçen 30 yılda nüfus 73 milyona çıkarken koyun sayısı 23 milyona düştü. (Koyun sayısı: 1980’de 50, 1991’de 40, 2000’de 28, 2010’da 23 milyon adet.) 1 kg et Avrupa’da 3 Euro (4 Dolar), ABD’de 5 Dolar iken, Türkiye’de yapılan zamlarla 17 Dolar’a yükseldi! Kişi başı et tüketimi ABD’de 94 kg, Avrupa’da 71 kg iken, Türkiye’de ise 6 kg seviyelerinde!
Bu duruma nasıl geldik? -Hayvancılık köylünün (halkın) elinden alınıyor... -Besicilik maliyetleri sürekli tırmanıyor... (1 torba yem geçen yıl 20 TL iken bu yıl 35 TL.) -Tarım ve hayvancılık tekelci büyük şirketlerin kontrolüne bırakılıyor... -Köylerde çoban bulunamazken, şehirler işsizlerle doluyor... -Borç batağındaki belediyeler kurban satış çadırları için fahiş kiralar alıyor... -Sonuçta kurban fiyatları aldı başını gidiyor... Ne satıcı memnun, ne alıcı memnun!
Netice; Milletimiz KURBAN BAYRAMI’nı yaşayamıyor!
***
Sonra TEDAVİ ve ÇÖZÜM: -Hayvancılık için faizsiz ve uzun vadeli teşvik kredisi verilmeli! -Besicilerin damızlık hayvan ihtiyacı devlet tarafından karşılanmalı, hayvan sayısı nüfusa yetecek orana getirilmeli! Tarım Bakanlığı’nda özel hayvancılık müsteşarlığı kurulmalı! -Et Balık Kurumu, et ve et-süt ürünleri piyasasında fiyatları kontrol altında tutacak şekilde etkili ve yönlendirici görev yapmalı! -Hayvan ithalatı sadece ırk iyileştirme ve süt veriminin artması amacıyla yapılmalı! -Donmuş et ithalatına kesinlikle izin verilmemeli!
Saadet Partisi iktidarında TARIM stratejik sektör olarak FAİZSİZ KREDİ ile desteklenecektir... “Adil Ekonomik Düzen”de tarımsal girdileri artıran FAİZ ve haksız VERGİLER kaldırılacaktır... Üretim artırılarak ülkemize bolluk ve bereket gelecektir...
***
“MÜBAREK KURBAN BAYRAMINIZI EN SAMİMİ DUYGULARIMIZLA TEBRİK EDERİZ… BİRLİK, BERABERLİK VE HUZUR İÇERİSİNDE SAADET DOLU NİCE BAYRAMLAR DİLERİZ…” Ekonomik ve Sosyal İşler Çalışma Grubu
KURBAN(3): Zalim düzene kurban…
Reşat Nuri EROL
Zalim düzene “kurban” olmamak için yapılması gerekenler belli ama bu yapılması gerekenleri yapanlar yok! Lafı uzatmadan, asıl yazmak istediklerimi baştan yazayım. Millî Gazete, Kurban Bayramı’nda bayram tatili/izni yapan tek gazete. Bayram tatiline girmeden önce, bayramın birinci günü yayımlanan Millî Gazete’nin manşeti şöyleydi:
Zulümden kurtulmak için İSLÂM BİRLİĞİ
Yoksulluktan kurtulmak için ADİL DÜZEN
Millî Gazete aynı haberi internette şu başlıkla duyuruyor: Saadet Lideri Erbakan, Kurban Bayramı mesajında önemli konulara değindi; İslâm Birliği ve Adil Düzen kurulmalı
Dikkat: Türkiye’de bunu apaçık söyleyen tek lider var; Erbakan. Bayram mesajı uzun. Buraya sadece -beni yakından ilgilendiren ve bence,- zalim düzene “kurban” olmamak için hepimizin hem ‘düşünce’ hem de ‘uygulama’ olarak üzerinde durmamız gereken bölümü alıyorum: “Millî Görüş Lideri ve Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, “Kurban Bayramı” nedeniyle yayınladığı mesajda, ülkemizin ve İslâm âleminin bayramını kutlayarak, Müslümanların zulümden kurtulması için İSLÂM Birliği’nin kurulması, fakir-fukaranın yoksulluktan kurtulması için de ADİL DÜZEN’e geçilmesinin önemine dikkat çekti ve şöyle dedi: “Ayrıca kurban etimizi, fakir-fukaraya veriyoruz. Fakir-fukarayı da düşünmek bir müslüman olarak vazifemizdir. O insanların fakir-fukaralıktan kurtulmasını sağlamaktır, vazifemiz. Bunu temin etmek için de, ADİL DÜZEN gerekir. O itibarla, bu bayram münasebetiyle, bir yandan tek bir ümmet olduğumuzu dikkate alarak, İSLÂM BİRLİĞİ’ni bir an evvel kurmamız gerektiğini idrak etmemiz lazım. Fakir-fukaranın yoksulluktan kurtulması için faizci-kapitalist nizamdan ADİL DÜZEN’e geçmemiz lazım geldiğini idrak etmemiz lazım.”
***
Annem ve kardeşim bu sene Arafat’ta, Mina’da, Müzdelife’de, Mekke’de yani Hac görevinde... Her gün her an onları düşünüyorum... Annemin hayatta olan sekiz evladı var ama onun İsmail’i benim; aramızda öylesine güçlü bir bağ var; diğer yedi evladının hepsi kız… Erkek kardeşlerim (Mehmet, Ali, Nihat) biz henüz Kosova’da yaşıyorken küçük yaşta vefat ettiler… Annemin ve ailemin İsmail’i olarak bugünlerde yaşadığım ‘özel’ duygular var… Hikmeti İlâhi, bundan önceki iki “kurban” yazımda Hz. İbrahim ve Hz. İsmail üzerinde çokça durma gereği duydum ve öyle yaptım… Yaptıkça da, ‘Bizim İbrahim’imiz, bizim İsmail’imiz kimdir?’ diye çokça düşündüm… Aynen Ali Şeriati gibi: “Sen de İbrahim gibi kendi İsmail’ini getirmelisin Mina’ya. Senin İsmail’in kim? Ancak sen bilebilirsin, başkası değil. Belki eşin, işin, yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs. Ne olduğunu bilmiyorum, ama İbrahim’in İsmail’i sevdiği kadar sevdiğin bir şey olmalı. Senin özgürlüğünden çalan, görevlerini yerine getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikati duymaktan ve bilmekten alıkoyan, sorumluluk kabul etmektense meşrulaştırıcı sebepler ürettiren ve seni sadece gelecekte senden gelecek yardım için destekleyen ne varsa; işte bunlar onun işaretlerindendir. Onu arayıp bulmalısın. Eğer Allah’a yaklaşmak istiyorsan, İsmail’i Mina’da kurban etmen gerek. İsmail’in yerine geçecek koçu (fidye) sen tespit etme, bırak Allah sana yardım etsin ve bir hediye olarak göndersin. O, koçu ancak bu şekilde kurban olarak kabul eder. Koç ancak İsmail’in bedeli olduğunda kurbandır; yalnızca kurban olsun diye koç boğazlamak ise kasaplıktır.”
***
Bir kanalda Ali M. Daryal’ı dinlerken, onun ‘kurban kesmeyen kavimler insan keserler’ sözünü ve kitabını (Kurban Kesmenin Psikolojik ve Metafizik Temelleri) hatırladım... Irak, Afganistan, Filistin, Bosna’da milyonları katledenleri hatırladım…
İnsanlık kurbanla Allah’a yaklaşmazsa, Allah için kurban kesmezse, o zaman birbirini boğazlamaktan ve zalim düzene “kurban” olmaktan kurtulamaz… Vesselâm…
Gafillere hatırlatmalar
Reşat Nuri EROL
Biz ne diyoruz, neyi araştırıyoruz, neyi uyguluyoruz, neyi öneriyoruz?
Araştırmalarımız sonucunda müsbet ilmin bize verdiği verileri insanlığa ulaştırmaya çalışıyoruz. Hatalar bizim, doğrular müsbet ilmin ve Kitab’ın. Biz Kitab’ın söylediklerini müsbet ilimle değerlendiriyoruz, yorumluyoruz. Gerçekten anlamak isteyenler için basit, sade, akla hitap eden, anlaşılır şeyler söylüyoruz. Anlamak istemeyenler; hele hele açıkça inkâr eden münkirlere ve gafillere bir şey yok!
Örnek olarak diyoruz ki: Bugün “para” denen şey nedir?
Merkez Bankası’nın bastığı bir kâğıttır, kâğıt parçasıdır. Devlet olarak maliyeti sıfır gibidir. Ama milletin, halkın oluşturduğu “devlet” gücünü ve otoritesini değerlendirerek bastığınızdan dolayı o kâğıt parçası “para” olarak değer kazanmaktadır.
İşte, devlet olarak bastığınız ve maliyeti neredeyse sıfır olan parayı vatandaşınıza “faizsiz kredi” olarak verdiğimizde, o vatandaş yaptığı işten, yaptığı üretimden “vergi”sini öder. Ama siz halkın parasını, milletin malını kendisinden esirgiyorsunuz!!!
-Bunu yapmamak nedir?
-Bunu az yapmak nedir?
-Hele bunun faizi nedir?
Merkez Bankası parayı az çıkarıyor ki para zor bulunsun! Merkez Bankası parayı piyasaya az sürüyor ki, sömürü sermayesi “BORÇ” ve de “FAİZ” ile para versin ve ülkemizi, halkımızı, müteşebbisimizi, her türlü üreticimizi sömürsün de sömürsün!
Yani; sömürü sermayesine halkı sömürten bizzat devletin Merkez Bankası’dır!
Eğer Merkez Bankası yeteri kadar para bassa, halk faizsiz parayı bulabilse, sermaye faizli sömürü parasını kimseye veremez; SÖMÜRÜ BİTER.
Sadece sömürü bitmez; bütün işletmeler faaliyete geçer ve İŞSİZLİK DE BİTER.
***
Şimdiki durumda “ithalat patlaması” var. Hâlen hükümet olanların yaptığı uygulamada halk ve her türlü üreticilerimiz sömürü sermayesine “FAİZ” ödemek zorunda olduğu için yeterince üretim yapamıyor. Yapsa, stoktaki malların faizini vermek zorundadır. Bu durum malları gün geçtikçe daha da pahalılaştırıyor.
Pahalılaşan mallar daha sonra hiç satılmıyor.
İcralar kapıya dayanıyor… Hacizler geliyor… Ve iflaslar…
En sonunda intiharlar, evet intiharlar ve kapanan iş yerleri, yok olan aileler…
***
Şimdi bu açıklamamıza karşı bir fikriniz mi var, bir düşünceniz mi var?
Hayır; kapitalizme gafilce teslimiyet dışında bir şey yok, yok, yok, YOK!!!
Olsa, görüşünüz olsa, alternatifiniz olsa cevap verirsiniz; ama veremiyorsunuz.
Ve ısrarla “yanlış”ta ve “bâtı”da, “zulüm”de ve “FAİZ”de debeleniyorsunuz...
Evet, işte bundan dolayı başarısızsınız; sonunda, en sonunda helâk olacaksınız...
Sadece Kitab’a karşı geldiğiniz için değil; aynı zamanda müsbet ilmin verilerine de karşı geldiğiniz için; öğrenmek istemediğiniz için başarısızsınız, gaflettesiniz...
“Biz Millî Görüş’ karşıyız, biz Adil Düzen’e karşıyız, biz Adil Ekonomik Düzen’e karşıyız!” diyenlere dediklerimizi; şimdi de “Biz Millî Görüş gömleğini çıkarmadık ama bilmem ne kaftanı giydik, Adil Düzenci de değiliz!” diyenlere diyor ve şöyle sesleniyoruz:
“-Sen Millî Görüş’e güya inanıyorsun da onun nizamı olan “Adil Düzen”i nasıl reddediyorsun? “Adil Ekonomik Düzen”e nasıl karşı oluyorsun? Kâinatın nizamına nasıl karşı oluyorsun? Bize diyebilirisin ki; kâinatın nizamı böyle değil, ilim öyle değil; böyle! Ama ‘ben ilme karşıyım’ nasıl diyebilirsin! “Adil Düzen” nedir? “Adil Düzen” müsbet ilmin verilerine göre düzenlenmiş hukuktur, sistemdir, düzendir; behey gafil!”