1967...1968...1969....AKEVLER 44 YILDIR ÇALIŞIYOR....2008...2009...2010
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 582
“ADİL DÜNYA DÜZENİ III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
Haftalık Seminer Dergisi; 582. Hafta 23 Ekim 2010 Fiyatı: www.akevler.biz’e tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
“ADİL DÜZEN” UYGULAMALARI YAPMAK İÇİN BİZLERE DANIŞABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 582. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz: Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
“İŞSİZLİK”
VE “SEMT”
BAŞÖRTÜSÜ
VE “HUKUK”
***
*ÜSKÜDAR SEMİNERLERİ; 132. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamı; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SOHBET… SEMİNER… SORULAR-CEVAPLAR…
***
MİLLÎ GÖRÜŞ ve insanlık(1): Nerden nereye?..
Millî Görüş(2): Gömleksiz olmaz, olamaz!..
Millî Görüş(3): Müjdeler, müjdeler olsun…
Millî Görüş(4): Tek Yol ADİL DÜZEN
Millî Görüş(5): Görev başladı…
Reşat Nuri EROL
***
MUHAMMED SÛRESİ TEFSİRİ - 2
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ أَضَلَّ أَعْمَالَهُمْ (1) وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَآمَنُوا بِمَا نُزِّلَ عَلَى مُحَمَّدٍ وَهُوَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ كَفَّرَ عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَأَصْلَحَ بَالَهُمْ (2) ذَلِكَ بِأَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا اتَّبَعُوا الْبَاطِلَ وَأَنَّ الَّذِينَ آمَنُوا اتَّبَعُوا الْحَقَّ مِنْ رَبِّهِمْ كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللَّهُ لِلنَّاسِ أَمْثَالَهُمْ (3)
فَإِذا لَقِيتُمْ الَّذِينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتَّى إِذَا أَثْخَنتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَإِمَّا فِدَاءً حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا ذَلِكَ وَلَوْ يَشَاءُ اللَّهُ لَانتَصَرَ مِنْهُمْ وَلَكِنْ لِيَبْلُوَ بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍ وَالَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَلَنْ يُضِلَّ أَعْمَالَهُمْ (4) سَيَهْدِيهِمْ وَيُصْلِحُ بَالَهُمْ (5) وَيُدْخِلُهُمْ الْجَنَّةَ عَرَّفَهَا لَهُمْ (6)
فَإِذا لَقِيتُمْ
(Fa EiÜAv LaQIyTuM)
“Onlara mülaki olduğunuzda.”
Bundan önce hak ile bâtılın olduğunu ve hakkı mü’minlerin savunduklarını, bâtıla ise kâfirlerin sahip çıktığını beyan etmiş ve kâfirlerin boşa çalıştıklarını, halbuki mü’minlerin insanlıkta uygarlıkları geliştirdiğini anlatmıştır. Onların görevi hak mücadelesinde gerçekleri, görevleri yapamayanları elemedir. Sonunda hak taraftarı görevlerinde başarılı olacaklardır.
“Fa” harfini getirerek savaşa geçmiştir. Burada büyük hazf vardır.
Önce bu hak ve bâtıl mücadelesi yalnız fikir bazında, ekonomi bazında olmamakta, siyasi alandaki savaş olmaktadır. Mü’minler kâfirlerle savaşmak zorunda kalacaklar ve savaşta galip geleceklerdir. Bunlar hazfedilmiş, savaştaki zafer hâli anlatılmaktadır.
Bundan sonra anlatılanlar savaş halleridir, barış halleri değildir.
Bunun böyle olduğunu nereden biliyoruz?
Aşağıdaki “harb evzarını bıraktığı” ifadesi ile biliyoruz.
Kur’an’da iki çeşit hüküm vardır.
Biri barış zamanında uygulanacak hükümlerdir. Bunlar yargı denetimindedir. Yani hakemlerin kararları burada üstündür, hakemler ne karar verirlerse o uygulanır. Silahlı güçler bu hakem kararlarını uygulamayı güvence altına alan güçlerdir. Barış hukuku ancak müslimlere yani hakem kararlarını kabul edenlere uygulanır.
Hakem kararlarını kabul etmeyenlere ise barış hukuku uygulanmaz. Onlara savaş hükümleri uygulanmalıdır. Orada adalet değil galibiyet esastır.
Kur’an savaş hükümleri ile barış hükümlerini birbirinden ayırır. Bu ayırımı gözetmeyenler veya bilmeyenler Kur’an’da çelişki görürler. Oysa Kur’an’da asla çelişki yoktur. Her şey dengededir. Sınırlar çizilmiştir.
“İzâ” kelimesi getirilmiştir. Mü’minlerin onlarla savaş durumuna düşecekleri belirtilmiştir.
Erbakan; “Adil Düzen gelecek ama kanlı mı gelecek, kansız mı gelecek, ona millet kara verecektir.” dedi.
Bu söz kimileri tarafından farklı yerlere çekilerek ağızlarda gevelenip durmaktadır.
Varsayalım ki biz seçime girdik ve yüzde yetmişleri geçen oy aldık. Siz de silahınıza sarıldınız ve bize savaş açtınız. Biz elbette elimizi kolumuzu bağlayıp cellatlarınızın eliyle can verecek değiliz. Siz hukuku tanımadınız. Siz mürteci iken bize irtica yaftasını taktınız ve bizi haksız yere öldürmeye kalkışıyorsunuz. İşte biz o zaman silaha sarılıp sizi mağlup edeceğiz ve sizinle bu âyette zikredilen hükümleri uygulayacağız.
Başka bir yönden gidelim. Biz sizinle İstiklâl Savaşı yaptık ve galip geldik. Oturduk, masada sizinle uzlaştık ve Lozan anlaşmaları yaptık. Şimdi bir Ermeni meselesini icad ettiniz. Diyelim ki siz Ermenilere arka çıktınız, onlar da cesaret buldular ve ülkemize saldırdılar. Ermeniler bizimle uzlaşabilir, istemeyenler Türkiye’den gidebilirler. Hakemlere gideriz; onlar ne karar verirlerse onu uygularız. Ama Birleşmiş Milletler’e sömürücü tekel sermaye karar aldıracak ve siz bize saldıracaksınız. İşte o zaman biz savaşırız ve Erivan’ı da işgal ederiz. Herkesin savunma hakkı vardır. İşte o zaman ne yapacağımız bu sûrede anlatılmıştır.
Hâsılı, savaş haklı sebeplerle başlamalıdır. Bu haklılığa hakemler karar vermelidir. Güçlü olanlar güçsüzlere zulmetmemelidir. Ama eğer bir hak yargı yoluyla alınamıyorsa, o zaman savaş kaçınılmaz olur.
PKK Kürtleri Türkiye’den ayırmak istiyor, Kürtlere baskı uyguluyor, zorla Türk devletine karşı çıkarıyor. Kürt halkı Türkiye’den ayrılmak istemiyor. Bu bir görüştür.
PKK’nın görüşü ise; Türkler Kürtlere zulmediyor ve zorla vatandaş yapıyor. Oysa Kürtler ayrılmak istiyor.
“Adil Düzen” iktidar olunca ne yapacaktır?
Önce baskı olmaksızın halkın isteğini tesbit edecektir.
-Ayrı devlet mi?
-Irak’taki Kürtlere katılma mı?
-Yoksa Türkiye Devleti’nde kalma mı?
Ayrı devlet kurmak isteyenlerin sayısı 30 milyondan fazla ise onlara nüfuslarına göre topraklarını veririz.
Eğer Irak’a katılmak istiyorlarsa, onlardan da bize gelenlerin serbest bırakılması şartı ile oraya katılan daha çoksa o kadar toprağı Irak’a veririz. Ama Türkiye’ye gelen varsa o kadar toprağını da Irak’tan isteriz.
Hayır, Kürtler derlerse ki, biz Türkiye’den ayrılmıyoruz ama bize vatandaşlık haklarını veriniz. O zaman buyurun hakemlere gidin, hakemler sizin için ne hak tesbit ederlerse harfiyen onu vermeye hazırız diyeceğiz.
Buna rağmen PKK dağda silahla saldırıya devam ederse ne yaparız?
İşte bu âyetlerin bize öğrettiklerini yaparız. Buradaki “Fa” harfi işte bu örnekleri anlatmaktadır. O durumlar hazfedilmiş bulunmaktadır.
الَّذِينَ كَفَرُوا
(ElLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olanlara mülaki olduğunuzda.”
Yani savaşta olduğunuz küfretmiş olan kimselere mülaki olduğunuzda.
Kimlerdir küfredenler?
Hakem kararlarını kabul etmeyenlerdir. Bunun için savaş başlamıştır. Hakem kararlarını kabul etmeyen artık ne müslimdir, ne mü’mindir; savaşan kâfirdir.
Burada “Hüm/onlar” zamiri getirilebilirdi. Nitekim bizim için “-Tüm/siz” (İzâ Lakiy-Tüm) denmiş, mü’minler onlara lika ettiklerinde denmemiştir. Çünkü mü’minler savaşta da barışta da aynı mü’minlerdir. Onun için zamir getirilmiştir.
Oysa kâfirler iki gruptur.
Hakem kararlarını kabul eden kâfirler vardır. Biz onlarla savaşmayız. Tepkimizi yapar serbest bırakırız.
Hakem kararlarını kabul etmeyen kâfirler vardır. Biz onlarla savaşırız. Bu kâfirler müşrik olan kâfirlerdir.
İşte birincide bahsedilen kâfirler hakem kararlarını kabul eden ve etmeyen kâfirlerdir. Buradaki kâfirler ise hakem kararlarını kabul etmeyenlerdir. Yani başka kâfirlerdir. Onun için zamir gönderilmemiş, izhar edilmiştir.
فَضَرْبَ الرِّقَابِ
(Fa WaRBa elRıQABı)
“Rikab darbedilecektir.”
“Rakaba” boyun demektir.
“Rikabı darbediniz” deniyor. Rikabı darbetmek boynunu uçurmaktır. Asıl olan savaşta kılıçla başını kesmedir. Neden böyle olması gerekiyor?
Savaş nüfus seleksiyonu için meşrudur. Yani sağlamlar yeryüzünde kalsın; sakatlar, hastalar, beceriksizler hayattan çekilsin ve yeryüzü sağlıklı nesillere kalsın. Bu ancak kişilerin bedenen çatışmalarında ortaya çıkar. Uzaktan silah attığınızda veya bombalarla helak ettiğinizde bu ayıklama işi yapılmamış olur. Bedeni güçlü olanlar yerine silah edinmişler birbirlerini kırarlar.
Burada itiraz edilebilir.
Bu zulüm değil midir?
Hayır, bu gönüllüler için zulüm değildir. Sağlıklı neslin yeryüzünde kalması için bu ayıklanmaya ihtiyaç vardır. Öncelikle kadınlar, yaşlılar ve sakatlar savaşa katılmazlar. Bunlara savaş farz değildir. Diğer taraftan müslimler de bedel verir, onlar da savaşa katılmazlar. Savaşanlar; sadece nöbetli olmayı kabul ettikten sonra insan neslinin selameti için savaşa katılanlardır. Bunlar şehit olduklarında âhirette üstün derecelere erişirler, hattâ yenenlerden daha üstün dereceye ulaşırlar. Bu açıklamamızdan anlıyoruz ki, savaşanların iki tarafı da eğer hak için savaşmışlarsa cennete giderler. O sebepledir ki sahabelerin kendi aralarındaki savaşları hak için olduğundan dolayı iki taraf da cennete gidecektir inancı akait kitaplarında yazılıdır.
“Rikabı darbetmek” demek aynı zamanda köleleştirmektir. Gerçi burada o mânâ verilemez. Çünkü “Hatta iza eshentumuhum” denmekte, harbin oluşunu anlatmaktadır.
Ancak genel olarak düşündüğümüzde köleliğin de başka yararı vardır. Canlılarda döllenme olmakta, iki ayrı hücre birleşince yeniden güçlü hücre olmakta, ondan sonra yeni canlı oluşmaktadır. Kölelik de böyledir. Bir topluluk diğer topluluk içinde eriyince hem o nesil güçlenir, hem kültür aşısı olmuş olur. O halde hem savaş hem de kölelik insanlığın varlığını sürdürmesi için elzemdir. Böylece canlılardaki eşleşme topluluklar arası seviyede gerçekleşir. Bakterilerde böyle bir birleşme vardır. Erkek dişi ayırımı olmadığı halde bir bakteri hücresi diğer bakteri hücresinin içine girer ve yeni zinde hücre oluşturur. Yahut yosunlarda olduğu gibi bir kanalla aktarma yapılır.
Kâinatı biz yaratsaydık, minik aklımızca belki Allah’tan daha iyi bir kâinat yaratabilirdik! O zaman istediğimizi söyleme hakkımız olurdu. Ama O’nun yarattığı kâinatta O’nun verdiği akılla O’nu beğenmeyip doğaya aykırı kurallar koymak, ancak Allah’ın insanları şımartmasıyla mümkün olmaktadır.
حَتَّى إِذَا أَثْخَنتُمُوهُمْ
(XatTAy EiÜAv EaÇPaNTüMUHuM)
“Onları ishan ettiğinizde.”
“Sehn” bir elbisenin keçeleşmesi demektir, katılaşması demektir. Yani artık hareket edemez hâle gelmesi anlamındadır. Savaşta ise karşı tarafın direncini kaybedip teslim olmasıdır. Teslimden farkı, teslimde anlaşma var, uzlaşma var. Burada ise mecalsiz kalıp savaşamaz hâle gelmesi sözkonusudur.
“İshan etmek” demek, savaşta yani karşılıklı kıtalde yenilip direnmemesi demektir.
Boynunu vurmak ancak direniş devam ettiği müddetçe meşrudur. Direnişi durdurduktan sonra artık öldürmek yoktur. Ondan sonra o esirdir. Esirlerin öldürülmesi caiz değildir. Erler onu alır, merkeze getirir ve teslim ederler. Hattâ intihayi gaye içindir. O zamana kadar kıtal vardır. Direnmeyi sona erdirdikten sonra artık onlar esirdir
فَشُدُّوا الْوَثَاقَ
(Fa ŞudDu elVaSaQa)
“Vesakını şiddetle yapın.”
“Vesak” bağdır. Yani onları şiddetle bağlayın, firar edemeyecek şekle sokun.
Teslim olur, canını kurtarır; sonra da fırsat bulur ve kaçar diye sıkıca bağlayın. Onun için esirler sıkı bir şekilde bağlanır, kaçamaz hâle getirilir. Hapishanelere de konarak bağları çözülebilir. Evleviyetle kaçmaması için bağlanmış olur.
Savaşın kuralları vardır. İki birlik karşılıklı olarak cephe kurarlar. Birbirlerine yaklaşmaya başlayınca karşılıklı atışlarla savunma yapılır. Bu meşrudur. Kur’an’da remyden bahsedilmektedir. Sonra askerler karşı karşıya gelirler. Burada boğuşma başlar. Biri yenilir. Yenilen yenenlere esir olur.
Bunun dışında kimyasal silah kullanma, biyolojik silah kullanma, atom bombası kullanma, tahrip edici silahlar kullanma meşru değildir. Çünkü burada seleksiyon yoktur.
Bununla beraber uygarlaşmada bu silahlara sahip olma zihnî gelişmedir. Ancak zihnî gen olmadığı için bu tür yarışmalarla seleksiyon olamamaktadır.
فَإِمَّا مَنًّا بَعْدُ
(Fa EimMAv ManNan BaGDu)
“Ondan sonra ya mennen”
Takibi âmirdir. Savaş bitince hemen tasfiyeye geçilir.
“Fa” harfi savaş bittiğinde hemen barış hareketine geçilmesi gerektiğini ifade eder. Yani savaşın sonunda hemen barışa geçilmelidir. Barışı sürüncemede bırakmak zulümdür. Çünkü savaşın sonunda yeni hayat başlamaktadır.
Savaş bittiği halde Batılılar Almanlarla ve Japonlarla barış yapmamışlardır.
Oysa, kıtal/savaş biter bitmez mağlup olan topluluklarla anlaşma yapılmalıdır.
Anlaşma nasıl yapılacaktır?
Önce savaşta ortaya çıkan zararlar ödenecektir. Yani savaşı kazanan tarafa verilen zarar ödenecektir. Savaşta ölenlerin diyetleri karşılanacaktır. Böylece savaşa katılmaya başlayanlar ölmeyi göze alacaklar, bunun yanında savaş tazminatını da ödeyeceklerdir. Bununla beraber savaşı kazanan taraf mağlup olanları isterse bağışlayıp onları serbest bırakabilir. Gaye karşı tarafı yok etmek değildir; karşı tarafı yola getirmektir, karşı tarafa gerçeği anlatmaktır.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm Mekke’yi fethettiği zaman Mekkelileri hemen affetmiş, Mekke’yi yine onlara bırakarak tekrar Medine’ye dönmüştü. Mekkelilerden Müslüman olanlar yerlerinde kalmışlardır.
“Ba’du” denmektedir.
Buradaki “Ba’du” ne demektir?
“Kable” deyince belirlenen tarihten öncedir ama hemen olması gerekmez. Yani ‘Cuma gününden önce borcunu eda et’ derseniz; borçlu, o güne kadar istediği gün borcunu eda edebilir. “Ba’du” de böyledir. Yani hemen değil, ondan sonra olmak üzere demektir.
Burada neden “sonra” denmektedir?
Onlara hakim olup teslim aldıktan sonra demek olur.
Savaş başlamadan önce karşılıklı teklifler yapılır, hakem kararları ile savaş meşru hâle gelir. Bununla beraber savaşın başlaması için bir tarafın silah kullanmaya başlaması gerekir. Ondan sonradır ki karşı cephede çocuklar ve kadınlar da olsa, artık onlar düşünülmez, savaşı kazanmak için ne gerekiyorsa yapılır. Yani kıtal zamanında cephe savaşı olur. Yoksa savaş dışında kimse öldürülemez. İkinci adım düşmanın teslim olmasıdır. İşte bundan sonra zaman kaybetmeden barış döneminin dönüşü yapılır. Bu esnada öldürülecekler öldürülür ama barış olduktan sonra savaştaki fiilden kimse muhakeme edilemez, suçlanamaz, cezalandırılamaz.
“Mennen” kelimesi tercih edilmiştir. İyisi mennendir.
Savaş fertlerin kendi iradeleri ile olmaz, topluluğun yöneticilerinin kararı ile olur. Bir kişi istese de istemese de komutanına uyacaktır. Uymadığı zaman yaşama şansı yoktur. Çünkü düşman galip gelmektedir. Savaş kaybedilirse hepten yok olunacaktır. Sonunda genel olarak komutanlar öldürülünce savaş biter, askeri birlik başsız kalınca teslim olur.
Ancak mü’minler Allah için savaştıkları için onlar teslim olmazlar; yeni başkanın emrinde toplanırlar ve savaşa devam ederler. Bunlar da tek gruptur, iman eden gruptur.
Hakemlerin kararlarına kayıtsız şartsız teslim olan mü’minler gruplaşırlar.
Hakemlerin kararlarına uymayanlar mü’min değildirler.
Çağımızda neler oluyor?
Önce insanlar şeriata inanmıyor; ‘bu şeriat şimdiki bu zamanda uygulanamaz’ deyip lâiklik içinde ve Batı düzeninde sorunların çözümünü arıyorlar.
İkinci hataları ise; insanlar hakemlik sistemine inanmamaktadırlar, hakemlerin haksızlık yapacakları korkusu vardır. Şeytan böyle telkin ediyor. Oysa hakem kararları bazen yanlış olsa bile, ona uyanlar için cennet hazırlanmıştır.
وَإِمَّا فِدَاءً
(VaEmMAv FıDAEan)
“Ya da fidye karşılığı serbest bırakılacaklardır.”
“Fidye” bedel demektir. Savaşta verdikleri tahribat karşılığı fidye vereceklerdir.
“Fidye” kelimesi iki şekilde düşünülebilir.
Birincisi, esir alınanların sayısınca diyet almak şeklinde düşünülebilir.
İkincisi ise savaşta verdikleri zarar ve öldürmelere karşı fedaen böyledir. Yani harp tazminatı demek olur.
Savaş iki şekilde kazanılır. Biri, üzerimize gelen birliği püskürtürüz. Onları esir alırız. Bu takdirde ölenler ölmüştür. Kalanlar ise esirdir. Bunları esir edeceğimize onların bedellerini alıp hür hâle getiririz. Bazen iki ulus savaşır, uluslardan birisi galip gelir. Bu takdirde ne yapılmalıdır? İşte bu takdirde bu fedaen kelimesi harp tazminatı şeklinde olur.
“Fedaen” kelimesine burada iki çeşit mânâ verdik. Mânâlardan biri bir duruma, diğeri de diğer duruma tekabül eder. Bu usuldür. Eğer iki mânâya geliyorsa ve ikisi de doğru ise; şartlara göre biri, değişen şartlara göre diğeri uygulanır.
Şimdi birinci anlayışa göre yani esirlerin sayısına göre onlardan fidye alma ne kadardır? Onları köleleştirsek kaç liraya satarsak o kadar fidye alırız. Normal olarak bu bir diyettir. Galiz diyettir. Ağır diyettir. Vasat bir işçinin 66 yıllık işçilik karşılığıdır. O zaman iki yüz deve olarak görülmüştür. Bugün ise iki yüz araç olabilir.
İşte bu diyet miktarı neye göre değişecektir?
Ülkelere göre değişecektir. Çünkü emeği kredilendiren devlettir.
Savaşta dört aşama vardır. Biri esirleri öldürmedir. Bu ancak bir şartla gerçekleşebilir; o esirin özel bir suçu varsa öldürürsünüz. Bir de gelecekte fitne çıkaracaklarına kanaat getirilirse öldürülebilir. Yani savaş suçluları öldürülür. Ancak bu çatışma bittikten ve barış olmadan önce yapılabilir. Barış olduktan sonra insanlar asla takip edilmezler.
Öldürülmeyenler esir edilirler ve ülke ailelerine bölüştürülürler. O topluluk asimile edilir. Bu da ancak o toplulukların tekrar aynı fitneyi yapacaklarından korkulursa yapılır. Sonra bu esirler azatlık yoluyla vatandaş hâline getirilir.
Bunlar kimlere uygulanır?
Bir başka ulusun esirleri iseler onlara esaret hükümleri uygulanabilir. Onlar esirken de öldürülebilir. Aynı ulusun esirleri köleleştirilemez. Öldürülemez de. Çünkü aynı ulusun çocukları ileride birleşerek uluslar arası savaş çıkaramaz. Aynı ulusun çocuklarının asimile edilmesi söz konusu değildir. Buradaki savaş uluslar arası savaş değil, aynı ulus içindeki savaştır. Bu savaş iman-küfür savaşıdır. Bu savaş güvenlik savaşı değildir. Aynı ulustan oldukları halde sırf kendi dinlerine uyulmadığı için saldırıya uğrayanların savaşıdır. Hicret ettikten sonra da peşlerini bırakmayanların savaşıdır. Bu savaşta alınan esirler öldürülmez, mennen veya fidaen serbest bırakılır.
Bu sebepledir ki burada yalnız mennenden ve fidaenden bahsedilmektedir. Katl ve esaretten söz edilmemektedir.
حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا
(XatTAy TaWaGa eLXaRBu EaVZAvRaHAv)
“Hattâ harb vizrini vazedene dek.”
Demek harbin dört kademesi vardır.
a) Savaş ilanı. Karşı tarafa bir müddet verirsiniz, ondan sonra savaş hâli başlar. Artık yeniden haber vermeye gerek kalmaz. Haram aylar girmişse yeniden savaşı duyurma gerekmez. Taraflardan biri saldırmadıkça harb hâli vardır ama kıtal hâli yoktur.
b) Ondan sonra savaş hâli başlar. En derin kızgınlık durumlarıdır. Her türlü savaş yaptırımları karşılıklı olarak uygulanır.
c) Üçüncü durum ise barış istemesidir, teslim olmasıdır. Öldürmeler durur. Ancak saldıranlar varsa öldürülür. Esirlerin eli kolu bağlanır.
d) Dördüncü durum; barış müzakereleri başlar ve savaş sıkıntısı sona erdirilir. Kur’an bunu harb yüklerini vazedene dek demektedir.
Harb vizrini nasıl bırakır?
Barış olunca bırakır.
Barış nasıl olur?
Galip gelen komutanla mağlup olan komutan arasında barış görüşmeleri yapılır. Men ve feda orada olur. Savaşı bırakıp masada savaş tartışılmaz. Savaş iki güç arasında olur; barış da onlar arasında olur. Komutanların anlaşmaları devletlere sunulur, kabul ederlerse harb evzarını bırakmış olur, kabul etmezse müzakereler devam eder demektir.
İşgal edilen topraklarda işgal eden birliklerin sözü geçerli olur. Topraklar yeni devlete ilhak edilir. Halka da yeni devlet yönetiminde yer verilir. İç savaşlarda ise biri hakim olup diğerleri mağlubiyeti kabul ederler. Kim galip gelirse devlet onun yönetimine girer.
Çatışmalar iki sebeple olur. Ya iktidar sebebiyle olur. Eskiden hanedanlar indirilir, yeni hanedan geçirilirdi. Şimdi de partiler iniyor, yeni partiler iktidara geçiriliyor. Burada iktidar olan iktidarı hak etmiştir. Halk galip gelene biat etme durumundadır. Takiyye meşru değildir. İktidar birisinin eline geçince halkın tamamı onlara biat edecektir.
Bu âyetlerde anlatılan bu değildir.
Bu âyetlerde anlatılan, bir ülke içinde kâfir olanlarla müslimler arasındaki kıtaldir. İç savaştır. İç savaşta da galip gelen iktidardır. Mü’minler mağlup olmuşlarsa o ülkeyi terk etmek zorundadır. Galip gelirlerse de bu sûrenin hükümleri uygulanır.
Türkiye’de 1923’ten beri bir çatışma vardır. Türkiye Müslüman mı kalacak, yoksa ateist veya Hıristiyan mı olacak. Taraflar zamanla silahlı çatışma durumlarına kadar gelmişlerdir. Ancak ordunun müdahalesi ile bu çatışma savaş durumunu almamıştır. Başlangıçta ordu dinsiz lâikler tarafında olmuş, dolayısıyla diğer taraftakiler ağır zulümler görmüşlerdir. Ne var ki Tük milleti sabretmiş ve zamanla Türk ordusunu yanına almıştır. Böylece iç savaş olmamış, Türk ordusu bölünmemiştir.
Geleceğin en korkunç tehlikesi Türk ordusunun bölünmesidir. Eğer halk bölündüğü gibi ordu da bölünürse iç savaş başlar. Eğer o esnada dış müdahale olmazsa savaşı bir taraf kazanır.
Savaşı kimler kazanır?
Allah’a inanmış olanlar kazanır. İşte o zaman bu hükümler uygulanır.
Türk milletinin tarihî tecrübesi nedeniyle Türk ordusu bölünme durumuna gelmemektedir. Her sabrın bittiği bir yer vardır.
Türk ordusunun bölünmemesi için bazı düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Türk silahlı kuvvetleri on ordu olarak teşkilatlanacak. Her ordu bir bölgeyi savunacak. Ordu komutanlarını cumhurbaşkanı atayacak. Cumhurbaşkanı asker olacak. Askerler sivillerin işine karışmayacak, siviller de askerlerin işine karışmayacak. Orduların bütçeleri anayasalarla belirlenecek, meclisler bu bütçeleri artırıp eksiltemeyecek.
“Harbin yüklerini vazetmesi” tâbiri üzerinde durmalıyız.
“Harbin yükleri” ne demektir?
“Harbin yükleri” demek, harb esnasında ortaya çıkan yüklerdir.
Harbin sebebi vardır. Sebep hakemlerin kararına uymaktan doğan meşru sebeptir. Önce hakem kararları infaz edilmiş olacaktır. Ondan sonra savaş başlamış, taraflar zayiat vermiştir. Mağlup olanların zayiatı düşünülmez ama onların da yeni hayatta yerleri vardır. Nasıl yaşayacaklardır? Ondan sonra harpte zafer kazananların zayiatları vardır. Onlar tazmin edilecektir. Yeni düzen devreye girmiştir. İnkılap oluşmuştur.
Bütün bunlar harbın evzarıdır.
Harbin evzarını vazetmesi demek harbin yüklerini indirmesi demektir. Yani savaşın sonuçları bitmemiştir.
Mesela fidye birden değil taksitle alınacaktır. Bazı hukuki vecibeler yüklenmiş, zamanla çözülecektir. Bunun için harbin yükleri ortadan kalkmamıştır. Harbin yükleri, harb bırakılmıştır. Yani askeri düzenden sivil düzene geçilmiştir. Sivil düzene geçinceye kadar esirler bağlı kalacaklardır. Peyderpey salıverme yoktur. Birden sivil hayata geçildiği zaman serbest bırakılacaklardır. Bundan sonra artık askeri düzen değil hukuki düzen kuralları uygulanacaktır.
ذَلِكَ
(ÜAvLiKa)
“Bu böyledir.”
Yani yukarıda anlatılanlar. Savaştan barışa geçerken bütün sorunlar o savaş esnasında çözülmelidir. Yerinde ve esirler bağlı iken çözülmedir. Çatışma dışında kimse öldürülmez. Barıştan sonra savaşta olanlar üzerinde tartışma açılamaz. Bu hükümler yani iki ana hüküm; birincisi esirlerin sonradan öldürülemeyeceği, ikincisi de barış olduktan sonra eski defterler karıştırılmaz. Osmanlıların soykırımı şimdi tartışılamaz.
Savaşın galipleri ve mağlupları arasında hakemler karar vereceklerdir. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçecek; baş hakemi hakemler seçecektir. Baş hakemin verdiği karar kesindir. Kur’an’da hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçecektir denmektedir; Kur’an’da bir de hukkamdan bahsetmektedir. Yani hakemler en az üçtür. Hazreti Muhammed bir hakem üzerinde ittifak etmiştir.
Bu hükümler niçin böyle konmuştur, savaş nedir, mü’minler niye savaşmaya zorlanmışlardır; bundan sonra bu husus beyan edilecektir.
Bundan sonra “Ve” ile atfedildiğine göre bu bir cümledir. Kendisi müptedadır. Haberi mahzuftur. Böyle olmaktadır. Hükümler böyle konmuştur demektir. Yani siz kendi istediğiniz gibi hareket edemezsiniz demektir.
Sömürü sermayesi kural koymuş, harp suçlularını yakalayıp yıllar sonra cezalandırmaktadır. Bu cinayettir. Kısas yapılması gerekir. Yani İkinci Cihan Savaşı’nda suç işleyen birisi harb evzarını vazettikten sonra yakalanır da öldürürse, kasden adam öldürmeye girer ve kısas yapılır. İleride onların çocukları İsrail oğullarına dava açarlarsa, biz iktidarda iken tazmin ettiririz. Asan sağ ise kısas yaparız.
Ergenekon davaları da böyledir. İsyan teşebbüsü bastırıldığında savaş bitmiştir. O esnada ne ceza verirsek onu veririz. O ceza da onu bastıran komutan tarafından verilir. Böylece harb evzarını bırakmış olur. Bugün onları muhakeme eden savcılar ve hakimler “Adil Düzen”e göre suçludurlar. Devlet onlara tazminat öder. Adalet Bakanı’ndan talimat almayan savcılar suçludur. Suç idiyse şimdiye kadar neden beklediler? O halde onlar da suçludurlar. Tek çözüm af çıkararak bu karışıklığa son vermek, ondan sonra da Kur’an’ın bu hükümlerini kanunlaştırmaktır.
وَلَوْ يَشَاءُ اللَّهُ
(Va LaV YaŞAyEu elLAHu)
“Allah meşiet etseydi”
“Ve” harfi ile “Allah meşiet etseydi” diyor. Böylece böyle olması başka Allah’ın meşieti olması başkadır. Fiil-i muzari getirmiştir. Yani Allah bundan sonra da isteyebilir demektir. Gerçi “Lev” olmayacak şeyler için getirilir. Ancak mâzi siga kullanılmışsa olmamıştır anlamı çıkar, muzari kullanıldığında kesin olmayacak anlamı çıkmaz.
Allah’ın meşieti olabilir.
Bu da biz savaşmadan onların hesapları görülebilir. Birbirleri ile savaşabilirler, yahut doğal âfetler onların cezalarını verebilir. O zaman bizim onların işlerine karışmamız gerekmez. Ancak sabreder, ondan sonra biz yeniden hayata başlarız. Ama bazen savaşa bizim girmemiz gerekebilir.
“Ve” harfinin getirilmesi yukarıda anlatılandan başka bir şey anlatmaktadır.
لَانتَصَرَ مِنْهُمْ
(La inTaÖaRa MiNHuM)
“Onlardan intisar edebilirdi.”
Yani sizi savaşa sokmadan, onları devre dışı bırakabilirdi. Uygarlaşamayan kimseleri kendisi ortadan kaldırıp mağlup edebilirdi. Allah böyle yapmadı.
“Nasara” demek, başkasına düşmanına karşı yardım etmektir.
“İntisar” ise düşmana kendisinin nusret etmesi ile intikam alması demektir. Yani Allah mü’minlerin savaşına gerek kalmadan da onları devre dışı edebilirdi. Ama böyle yapmadı. Sizinle onları mağlup etti; yahut edecektir.
1900’e kadar Batılılaşma vardı ama hiç kimse İslâmiyet’i dışlamıyordu.
1900’den itibaren İslâmiyet’e doğrudan saldırı başladı...
Bugün de bu saldırı devam etmektedir...
Henüz biz savaş durumuna gelmedik. “Adil Düzen”in savaşsız gelmesini ümit ederiz. Ancak bir gün ordu ikiye bölünebilir. Ve Adil Düzenciler ile Adil Düzene karşı çıkanlar meydan savaşı verebilir. Allah bunu bizden isteyebilir; istemeyebilir de.
Bizim duamız “Adil Düzen”in savaşsız ülkemize gelmesidir.
Ama savaşmak zorunda kalabiliriz. Hazırlıklı olmalıyız. Türkiye “Adil Düzen”i uygulayınca, bugün karşı çıkma konusunda belli olmayan devletler Türkiye ile savaşa girebilir. Savaşın sonunda “Adil Düzen” galip gelir. Yahut Allah öyle bir hâle getirebilir ki; biz savaşmadan onlar “Adil Düzen”i kabul ederler.
Biz “Adil Düzen” için hazırlıklı olmalıyız. Öğrendikten ve uyguladıktan sonra, kendi aramızda “Adil Düzen”i uygulayan örgütleri kurmalıyız.
“Adil Düzen”e göre kooperatifler kurmalıyız. Kooperatiflerden elde ettiğimiz gelirlerle ahlâki dayanışma ortaklıklarını kurmalıyız; yani yardımlaşmalıyız. Aramızda gelirleri olamayanların da karınları doymalıdır.
İnsanlar bunu kendi ahlâkları gereği yapmalıdırlar.
Sonra ilmî merkezleri oluşturmalıyız. Bunları Adil Düzene göre belirlemeliyiz. İmtihanlar yapıp insanları râsih, fakih, zâkir, âmil, sâil ve ümmi olarak sınıflamalıyız. Kooperatif bunu yapacaktır.
İşte, bunlardan sonra en sonunda “Adil Düzen Partisi”ni kurmalıyız. Meclis’e girip siyasi partilerle uzlaşarak “Adil Düzen”i getirmeliyiz.
Meclis’in dışında bir güç bizim “Adil Düzen”e geçmemize mâni olursa, işte o zaman savaş başlayabilir. Askerlerden bir kısmı Meclis’imizi, bazıları da farkına varmadan dış güçleri destekleyebilir.
وَلَكِنْ
(VaLAvKiN)
“Velâkin.”
Onlardan intisar almadı, sizin elinizle intisar etti diyor.
Bundan sonraki cümleler olumlu cümlelerdir. Yani Allah kendisi intisar etmedi. Sizi birbirinize düşürdü.
Burada tamamen iç savaş anlatılmaktadır. Nasıl dış savaşlar doğa kanunları gereği ise iç savaşlar da doğa kanunları gereğidir.
Dış savaşlar zayıflayan devletlerin ortadan kaldırılması içindir. İç savaşlar ise tutucu halkın inkılap yapabilmesi için olacaktır. Ülkeler arası savaş genel güvenlik nüfus regülasyonu içindir. İç savaş uygarlaşmak için gereklidir. O sebepledir ki iç savaşta esirleri öldürme yoktur, savaştan sonra kölelik de yoktur.
لِيَبْلُوَ بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍ
(Li YaBLüVaKuM BaGWaKuM Bi BAGWin)
“Lâkin bazınızı bazınızla belv etmek için.”
“Lam” burada mahzuf olan bir fiile taalluk etmektedir. Harf-i cer fiilin başına gelmez. Sadece aynı anlamda “Li” gelir. “En” burada mahzuftur. Bunun delili de fiil-i muzarinin mahzuf olmasıdır.
Mahzuf olan fiil nedir?
Lâkin böyle yapmadı, sizi birbirinizle savaştırdı.
Bu sûrede geçen küfretmiş olanların Allah’a küfretmeleri şeklinde geçmemektedir, mutlak geçmektedir. Nankörlük edenler anlamı da çıkabilir.
Evrim Allah’ın nimetidir. Bugünkü zulüm düzeni yerine yeni düzen “Adil Düzen” olacaktır. Akevler ve Millî Görüş çalışmaları Allah’ın nimetini Türk milletine sunmuş olmasına rağmen; buna şükredip sarılmaları gerektiği halde, nankörlük edip küfranı nimet etmişlerdir. Bu böyle devam etmektedir. Duamız “Adil Düzen”in gelmesi kansız olsun. Ama takdir-i İlâhi böyledir. Halkın bizim haklılığımızı anlaması için bizim savaşı kazanmamız gerekir. Seçimdeki zaferlerimiz halkı bize inandırmaktadır. Zamanla ordumuzu da inandırmaktadır. YÖK’de inanır olmuştur. İnanmayan bir parti kalmıştır, bir de birkaç savcı.
Bu durum neyi ifade eder?
İktidar ve muhalefeti ifade eder.
İktidarlar inkılapçı olurlar.
Muhalefet ise tutucu olur.
Bu sebepledir ki CHP inkılapçı olduğu zaman iktidarda idi. Sonra kendi yaptığı inkılapların tutucusu oldu ve iktidardan indi; hâlâ da inmiş olduğu yerde duruyor.
İnkılâpları şöyle sıralayabiliriz.
1- Babadan oğula intikal eden hilafet son bulmuştur. Yerine din adamlarının seçtiği mezheplerin oluşturacağı bir hilafet söz konusudur. Yeryüzünde iki Müslüman, üç Hıristiyanlık, ikişer de Budizm ve Hinduizm olmak üzere büyük mezhepler oluşacaktır. Onların sorumluları dini dayanışmanın başkanları olacaktır.
2- Saltanat kaldırılmıştır. İslâmî olmayan babadan oğula intikal eden başkanlık son bulmuştur. Onun yerine geçici olarak diktatörlük gelmiştir. Şimdi ise sıralama usulü ile seçilecek başkan gelecektir. CHP ısrarla diktatörlük istemektedir.
3- Osmanlıların fetvaya dayalı şeriatı İslâmî değildi. İçtihat ve icmalara dayalı bir hukuk gelmeli idi. Bunun için geçici olarak Batı hukuku alındı. CHP şimdi o geçici Batı hukuku üzerinde ısrar etmektedir.
4- Tevhid-i tedrisat resmi diplomaların olmamasından ileri geliyordu. Bu kaldırıldı. Yerine resmi okullar kuruldu. O zaman gerekiyordu. Şimdi ise artık resmi imtihan olmalı ama resmi tedrisat olmamalıdır. CHP halka medreselerin yasaklanması taraftarıdır.
Görülüyor ki;
Dün CHP inkılapçı idi; iktidar oldu.
Sonra DP inkılapçı idi; iktidar oldu.
Sonra Millî Görüş inkılapçı idi; iktidar oldu.
Şimdi Adil Düzenciler inkılapçıdırlar; onlar iktidar olacaktır.
Bir sefer daha AK Parti seçimi kazanacak gibi görünmektedir; ancak bundan sonraki seçimlerde AK Parti tutuculuğuna devam ederse gidecek ve yerine ya “Adil Düzen” gelecek, yahut gelişi bir on yıl daha ertelenecektir. Çünkü Adil Düzen Çalışanları henüz hazır değildir. Bütün bunlar takdir-i İlâhi’dir. Saadet Partisi’nin yan çizmesi de yine O’nun takdiridir. Erbakan, Oğuzhan, Kazan mağlup olacak ve yine tutucular sermayenin temsilcisi olarak Saadet Partisi’ni bu şekilde bitireceklerdir.
وَالَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ
(Va elLaÜIyNa QuTIyLUv FIy SaBiLi ElLAHı)
“Ve Allah yolunda öldürülenler”
Evet, birbirimizle bilenmekteyiz. Ülke içindeki çatışma ülkeler arası çatışmaya hazırlık içindir. İç çatışmalar güçlü olanların iktidar olması içindir. Hanedanların çocukları savaşa girişir, güçlü olan galip gelir ve ülkeyi büyük bir başarı ile yönetirdi. Sonra tahta geçecek olan kurala bağlandı ve sonuç olarak imparatorluk yıkıldı; çünkü deliler, sakatlar, çocuklar bile iktidar olmaya başladılar.
Şimdi “Adil Düzen” için yapılacak çatışmada bazılarımız şehit olacağız. Zaten onlar bizi öldürecekler ki bizim savunma hakkımız doğsun.
Nitekim bugün Ergenekon yargısı ile biliyor ve anlıyoruz ki ne kadar zulümler yapılmıştır. Hak yolunda cihat edenler elbette şehitler vereceklerdir. Cumhurbaşkanı Turgut Özal bile öldürülmüş, Orgeneral Eşref Bitlis öldürülmüş. Bunlar “Adil Düzen” için ölmüşlerse elbette zayi olmayacaklardır.
Allah’ın meşieti olsaydı kendisi intisar ederdi diyor. Burada zamir getirmemiş, “Allah” lafzını izhar etmiştir. Çünkü orada kâinatın hâlikı Allah’tan bahsedilmiş, burada ise Allah’ı temsil eden topluluk kastedilmiştir.
Dolayısıyla Türkiye Devleti’nin varlığı için savaşanlar, hangi cepheden olurlarsa olsunlar, sonunda amelleri mecur olacaktır. İnkılapçılar da tutucular da, hangi tarafta olurlarsa olsunlar, içtihatlarına uygun olarak devlet için çalışmış, onun için faaliyet göstermişlerse, onların çalışmaları boşa gitmeyecektir. Niyet asıldır. Yani muhalefet de iktidar da aynı şekilde etkilidir. Muhalefetler inkılapların sıhhatli olup olmamasını ele alırlar. Mesela, özelleştirmeler yanlıştır. Ama muhalefet hiç olmazsa tam değerle sattırmıştır. Yani muhalefet direnecek, iktidar inkılâpları yapacaktır. Nasıl sürtünme kuvvetleri varsa, inkılâplarda da muhalefet sürtünme kuvvetleridir. Ona da gerek vardır. İster iktidar olun, ister muhalefet olun; hedefiniz topluluğun yararına olacaktır. Mensubu bulunduğunuz topluluğa ihanet olmayacaktır. İşte, eğer bu amaçla hareket ederseniz, sizin amelleriniz boşa çıkmaz. Dünyada da âhirette de mecur olursunuz.
فَلَنْ يُضِلَّ أَعْمَالَهُمْ (4)
(FaLaN YuWılLa elLAHu EaGMAvLaHuM)
“Allah onların amellerini yitirmeyecektir.”
Burada “LeN” getirilmiştir; asla zayi etmeyecektir demektir.
Bu sûredeki kıtal iç savaştır. Bazen muhalefet ile iktidar arasında iç savaşa varan bir çatışma çıkabilir. Bu çatışma o topluluk için yararlı olabilir.
Türklerle Kürtleri ele alalım. Her iki taraf da hatalar içinde olmaktadır.
“Adil Düzen”e karşı direnmektedirler.
Halk o duruma gelmiş olabilir ki iki taraf da zulüm düzeninin devam etmesini isteyebilir. İki taraf da yapılan “Adil Düzen” tebliğini kabul etmeyebilir.
Geçmişte iki taraf da kısmen de olsa kabul etmiş olduğu için Kürt-Türk iç savaşı olmamıştır. Bundan sonra da olmasın diye uğraşıyoruz. “Adil Düzen”i tebliğ ediyoruz. “Adil Düzen” partilerini destekliyoruz.
Varsayalım ki bu tebliğlerimiz etki etmedi, her iki taraf da gericilikte ısrar etti, inkılabı benimsemedi. İşte o zaman aralarında iç kavga çıkar. Ama bu kavganın sonunda “Adil Düzen”i benimseyen galip gelir, sonunda “Adil Düzen” ülkemize iç savaştan sonra gelmiş olabilir. Bu arada ister Türklerden ister Kürtlerden samimi kanaatleri dolayısıyla taraf tutmuş olanlar olabilir. Hak ortaya çıkınca oraya geçme şartı ile eskiden hakka karşı verdikleri ama hak için olan savaş da mecur edilecektir. Yani “Adil Düzen” geldiğinde ve halk “Adil Düzen”i kabul ettikten sonra artık ayırımcılık olmayacak, Kürt Türk bir olacaktır.
Bu durum yalnız ırk bakımından değil de; lâik ile anti lâik, Atatürkçüler ile karşıdakiler arasında, Sünniler ile Şiiler arasında da olabilir.
Savaşmadan “Adil Düzen”e geçilirse iç savaş olmayacaktır. “Adil Düzen” iç savaşı önleyecektir. Taraflardan biri “Adil Düzen”i kabul ederse yine iç savaşa gerek kalmaz, seçim yolları ile “Adil Düzen” gelebilir. Ama iki taraf da inatla gericilikte direnirlerse, o zaman iç savaş kaçınılmaz olur. Neden kaçınılmaz olur? Allah kimsenin keyfi için sosyal evrimi durdurmaz, âlemlerin Rabbi sıfatından vazgeçmez. Yani Allah nûrunu tamamlayacaktır; kâfirler istemese de tamamlayacaktır.
Buradaki büyük müjde barış için, “Adil Düzen” için çalışanların amellerinin boşa gitmeyeceğidir. Sahabeler arasındaki savaşı böyle kabul ediyoruz. Bizim aramızdaki mücadeleyi de böyle kabul ediyoruz.
***
سَيَهْدِيهِمْ
(Sa YaHDIyHiM)
“Yakında onlara hidayet edecektir.”
Yine burada çok önemli bir haber vardır. Hak için cihad edenler, yani uluslarının, devletlerinin salahı için cihad edenler doğru yolda iseler, onlar çok kısa zaman sonra doğruyu bulurlar ve cephede yer alırlar.
Farz edelim ki lâikler ile anti lâikler arasında savaş çıktı. Her biri ülkenin selâmeti için çarpışıyor. İki taraf da samimi. Lâikler memleketin lehine lâikliği savunuyorlar. Anti lâikler içinde de samimiler vardır, memleketin lehine lâikliğe karşıdırlar. Bu gerginlik savaş durumuna kadar geldi. Samimi olanlara Allah hidayet edecektir. Hakkı bulacaklardır.
O da nedir?
Evet, lâiklik ama dinleri dışlayan lâiklik değil, dinleri uzlaştıran, barıştıran, anlaştıran bir lâiklik. Devlet onların dinlerine karışmayacak ama onların dinî hürriyetlerini koruyacak, dinî eğitim için gerekli ihtiyaçları karşılayacaktır. Bütün dinlere mensupları nisbetinde bütçeden pay ayıracak. Onlar da kendilerini koruduğu ve dinî vecibeleri yerine getirdiği için devletlerine sadık olacak, hattâ devletlerini sevdirecektir. İşte böyle bir lâikliğe gelmeleri hidayettir. Böyle olunca artık iki taraf da hakkı bulmuş ve hidayete ermiş olur.
وَيُصْلِحُ بَالَهُمْ (5)
(Va YuÖLiXu BAvLaHuM)
“Bâllerini ıslah edecektir.”
“Bâl” kelimesi Kur’an’da dört yerde geçer. Biri Yusuf Sûresi’nde kadınların bâline ait idi. Diğerinde de geçmiş ümmetlerin bâli nedir denmektedir.
“Bâl” sıkıntılı haldir, kötü durumdur. “Bevle” kelimesinden gelmektedir. Bevl etmek isteyip de bevl edemeyenlerin düştükleri sıkıntıyı ifade eder.
“Bâl” kelimesi bu sûrede iki defa geçmektedir. Birinde fiil-i mâzi ile ıslah, diğerinde fiil-i muzari ile ıslah kelimesini getirmektedir. Hazreti Muhammed’e getirilenler inananların bâllerini (durumlarını) ıslah etmiştir, sıkıntılarını gidermiştir. Yani; “Adil Düzen”i kabul edenlerin işleri düzelmiştir.
Kur’an hem “din”dir, hem “düzen”dir.
“Adil Düzen” Kur’an’ın düzen tarafını ifade eder, şeriat tarafını ifade eder.
Mü’min olanların sorunlarını Kur’an çözmektedir.
“Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI”nı okuduğunuzda sorunların nasıl kolayca çözüldüğünü göreceksiniz.
Burada da -iyi niyetli oldukları halde- Kur’an’ın “Adil Düzen”ine karşı olanların sonunda hidayete erecekleri, onların hallerinin de ıslah olacağı bildirilmiş olmaktadır.
Ülkemizde Cumhuriyet dönemini ele alalım.
Değişik iktidarlar geldi; CHP, DP, AP, ANAP, MHP, Millî Görüş ve şimdi de AKP var. Bunların hepsi ülke için Allah’ın yolunda cihad vermişlerdir ama “Adil Düzen”i benimseyenler dışında hepsi bâtıldırlar. Ne var ki Allah bunlara da hidayet edecek ve hallerini ıslah edecektir. Bunların içinde hain olanlar vardır, devletine ve milletine ihanet edenler vardır; onlar mağlup olacak ve cehennemde haşrolacaklardır.
***
وَيُدْخِلُهُمْ الْجَنَّةَ
(Va YUDPıLuHuM eLCanNaTa)
“Onları cennete idhal edecektir.”
Buradaki “cennet” dünya cenneti olabilir, âhiret cenneti olabilir.
Önce dünya cennetini ele alalım. Öyle bir ülkede yaşıyorsunuz ki, orada para derdiyle çalışmanıza gerek yok. Topluluk sizin hayatınızı garanti etmiş.
Dün, henüz orta öğretim talebesi iken yakın dost olduğum ama uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşım geldi. Kendisi benden üç-dört yaş büyük, 85-86 yaşlarında. Kırk sene önce birisine yardın olmak üzere bir ortaklık kurmuştuk. Ben ona 100 lira ile katılmıştım, bir yer almıştık. O yer hâlâ duruyor. İmarı vermiyorlar. Hastahanelere düşmüş, her şeyini yitirmiş olduğundan, kırk sene önce verdiği yüz lirasını almak için geldi. Ne yazık ki ben o zamanın yüz lirasını verme imkanına sahip değilim.
İşte insanlar bugün böyle yaşıyorlar. Güya ‘sosyal güvenlik’ var! Ama özel hastahanelerde hastalar can derdinden çok para derdine düşmüş oluyorlar.
İşte, biz böyle olmayan bir dünya istiyoruz. Para ile tedavi yasak olmalıdır. Madem ki özel hastahanelere izin verildi. Devlet hastahaneleri kendisi yapsın, doktorlara versin. Devlet ilacını bedava versin. Devlet elektrik ve ısıtma masraflarını karşılıksız versin. Herkes bir doktora bağlansın ve onların sayısı kadar onlara para verilsin. İnsanlar hastalık ağrısı çekerken bir de para ağrısını çekmesin.
Taraflar arasında niza olduğu zaman hakemler devreye girsin ve tarafların sorunlarını hemen çözsün. Bunun için bir bedel ödemek durumunda olmasınlar.
Herkesin yeryüzünün sahibi olmaktan dolayı asgari bir kira payı olsun.
Yani; bu dünya onlar için cennet gibi olsun.
Hastalık ve ölüm önlenemez ama insanlar ızdırap ve korku içinde yaşamasınlar.
Âhiretteki cennet de böyle bir cennet olacaktır. Oradaki cennetin dünya cennetinden farkı; orada hastalık yoktur, orada ölüm yoktur.
عَرَّفَهَا لَهُمْ ( (6
(GarRaFaHAv LaHuM)
“Onlara tarif etmiştir.”
Yani; düzeni de tarif ettikten sonra onları dünya cennetine götürecektir.
“Adil Düzen”den yalnız Adil Düzenciler değil, tüm insanlık yararlanacaktır. Hattâ baştan karşı gelip “Adil Düzen”i getirmemek için savaş verenler ve darbe hazırlıkları yapan herkes yararlanacaktır.
“Onlara tarif edilen” denmesi, açıkça bu cennetin dünya cenneti olduğunu ifade eder.
Arabistan’da kabile kavgaları vardı. Kimse güvenlik içinde değildi. İslâmiyet gelince kurt ile kuzu barış içinde birlikte yaşamaya başladılar.
Bugün de “sosyal tufan” kapıda!
Kurtulmak için “Adil Düzen”e ihtiyaç vardır.
“Birinci Kur’an Uygarlığı” döneminde genel güvenlik yoktu.
Bugün “sosyal güvenlik” yoktur.
Sosyal güvenlik sağlanacaktır.
Kur’an’ın tarif ettiği bu cennetin ne olduğunu öğrenmek isterseniz; “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI”nı anlayarak okumanız gerekmektedir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-582/ADİL DÜZEN DERSLERİ-412 23 Ekim 2010
“İŞSİZLİK” VE “SEMT”
Yüz haneli topluluklara “semt” diyoruz.
Tarım semtlekrine “köy” denmektedir.
Sanayi semtlerine “sokak” denmektedir.
*
Bir evi temizlemeye başladığınız zaman birden temizleyemezsiniz. Bir kenardan süpürmeye başlarsınız.
İşsizliği çözerken de bir ülkenin yahut beldenin bütününde çözemezsiniz. İşe bir semtten başlanmalıdır. Kırda, köyde, kentte bir sokaktan işe başlamalıyız.
-Bugün semtteki bir zengin, bir bakkal/market açıyor. Parasıyla mal alıyor ve satıyor.
-Başka bir zengin de bir işyeri kuruyor ve orada insanları çalıştıryor.
-Semttekiler orada para kazanıyor, bakkaldan alışveriş yapıyor.
-Köydekiler zirai mahsullerini üğretiyorlar.
Bakkalı işletmeyen başka bir zengin onların yani o köylülerin tarım mahsullerini alıyır ve götürüp pazarda satıyıor. Böylece tarım ürünlerini satan köylü bakkaldan sanayi ürünlerini alarak yaşıyor. Normal zamanlarda bu böyle devam ediyor...
*
Bir gün geliyor; semtin dışında, ülke içinde veya ülke dışında “kriz” oluyor. Semtte üretilen sanayi mamulleri satılmıyor veya köylünün üretiği tarım ürünleri satılmıyor. Semtteki imalathane kapanıyor. Halk işsiz kalıyor. Halk bakkaldan alışveriş yapamıyor; o da bakkalını kapatıyır. Halk işsiz ve aç!..
İşte “işsizlik ve kriz” böyle başlar.
Bunu gidermek için devlet destek veriyor.
Zoraki olarak işler ite kaka yürüyor.
Ama devlet gittikçe borçlanıyor.
Bunun sonu Osmanlılarda olduğu gibi yıkılmakla sonuçlanır...
*
Şimdi “Adil Düzen”de neler oluyor, onları görelim.
Vakıflar Bankası faizsiz çalışan bir bankadır. Semtte bir işyeri kuruyor. Bakkal tesislerini yaptırıyor. Bakkal’da çalışacak kimseye lojman veriyor. Bir binek, bir de nakliye arabasını satın alıyor. Bunların tamamı 300 000 liraya mâl oluyor.
- Bunları; bakkalı işletecek kimseye cirodan kiraya veriyor…
- İmalatı yapacak usta başına veya mühendise cirodan kiraya veriyor...
*
Semtte 200 kişi vardır. Bunlar işyerinde çalışıyır ve bakkalda alışveriş yapıyor; Bakkalda olmayan malları sipariş veriyorlar.
Bunların kişi başına aylık gelirleri bin liradır; yani 200 000 kiralık iş yapılıyıor, satılıyor ve bakkaladan da 200 000 liralık alışveriş yapılıyor.
Banka bakkaldan ve işyerinden %1 kira payı alıyor; yani 200 000 lira ciroya ayda 4 000 lira kira alıyor. Bunun toplamı senede 50 000 lira eder; yani %25 gelir getiriyor demektir.
Semt sakinleri sadece %2 (yüzde iki) ile katılıyorlar. Fert başına 20 TL düşmektedir. Saati beş liradan dört saat fazla çalışıyorlar demektir.
*
Banka bir şey yapıyor. Kira getiren tesislerin hisse senetlerini çıkarıp halka satıyor. Böylece banka parasını geri çektiği gibi; semt sakinleri de artık bankaya kira da vermiyorlar.
Hayat normal olarak devam ediyor...
Bu durum bugünkü durumdan daha iyidir.
Ama biz bunu şimdi eşit kabul edelim. Yani; kriz olmadığı zaman kapitalizmin içinde yaşadığı gibi yaşadığını kabul edelim. Kira vermeden, faiz vermeden yaşıyor. Bu onun kazancıdır. Ama asgari durumu ele alalım, kapitalizmdeki kadar yaşıyor kabul edelim.
*
SEMT SENEDİ
İşyerinde çalışan semt sakinlerine veya tarladan/köyden mal getirip satan köylüye para ödenmiyor; onun yerine kurdukları kooperatifin “semt senedi” ödeniyor. Halk aldığı “semt senedi” ile bakkala gidiyor ve istediği malları alıyor. Bakkalından alış-veriş etmiyorsa, kasaya gidiyor ve senedi paraya çevirtiyor. Yani işçinin ücreti Türk Lirası ile belirsizdir. Onunla bakkalına gidiyor, alış-veriş yapabiliyor, kasaya gidiyor ve o günkü değeri ile satıyor.
Kooperatifin ortağı olan “semt tüccarları” vardır. Bakkal onlardan istediğine “semt senedi” veriyor ve istediğ malı alıyor. Semtin “bucak tüccarları” bu senetleri işyerlerine götürüp malları satın alıyorlar. Sonra götürüp dışarıda satıyırlar. Elde ettikleri para ile yeniden mal alıp getiriyorlar ve bakkalda sattırıyorlar. Böylece bakkal ve işyeri “bucak tücarları” sayesinde çalışmayı sürdürüyor. Bucak tüccarları on kişi kadar oldukları için aralarında rekabet vardır. Halk sömürülmez; sömürülemez.
Bucak tüccarları isterlerse semt senetlerini kasada değiştirirler. Onunla satacakları malları semt işyerinden satın almış olurlar.
*
Burada ücret ve fiyat nasıl oluşacak?
İşte KOOPERATİF bunları şöyle düzenliyor: Raflardaki malların fiyatlarını raf stoklarına göre düzenler. Tüccarlar fazla mal getirirlerse fiyatını düşürür; çok mal getirdikleri zaman fiyatını yükseltir. Bakkala cirodan pay vereceği için bakkalın kârı yaklaşık olarak sabit kalır. Yani alış ve satış arasında yüzde birler civarında fark olur.
İşyerlerindeki ücretler ve fiyatlar da ortaklık sistemi içinde düzenlenir. Kasadaki senet para değerleri kasa stoklarına göre düzenlenir. Yani burada serbest piyasaya müdahale etmeksizin ücretler ve fiyatlar düzenlenmiş olur.
*
Kriz olunca ne olur?
O zaman mamul mallar satılmaz. Satılması için fiyatları düşürmek gerekir, ücretleri düşürmek gerekir. Bunu merkezden yapamazsınız. Çünkü kimin ne kadar ücreti düşüreceğini, ne kadar fiyatı düşüreceğini bilemez. Ama kasadaki senedin değerini düşürürseniz bütün ücretler düşmüş olur. Fiyatlar da düşer. Ama tücarlar daha pahalı getirecekleri için düşmez.
Yani; kriz zamanında ücretler düşmez, aynı kalır. Mallar yükselir.
Bunun aile ekonomisine etkisi ise; eskiden beş saat çalışarak aile geçindirirken, şimdi sekiz saat, belki on saat çalışarak geçinirler.
Mamul malların fiyatları düçeceği için mallar satılmaya devam eder. Bakkal da köylüden malları satın almaya devam eder. Onların eline para geçeceği için kısa zamanda kriz biter ve hayat/ekonomi normale dönüşür.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Araba yolda sağa giderken siz direksiyonu sola çevirirsiniz, böylece araba yol alır. Ama direksiyonu bıraktığınız zaman araba devrilir.
Direksiyon “senedin değeri”dir, otomatik olarak ayarlanır.
*
VAKIFLAR BANKASI’NIN YÖNETİMİNİ BİZE VERSİNLER;
EN ÇOK İKİ SENE İÇİNDE İŞSİZLİK SORUNUNU BİTİRELİM.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-582/ADİL DÜZEN DERSLERİ-412 23 Ekim 2010
BAŞÖRTÜSÜ
VE “HUKUK”
Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında kadınların kıyafetine ait bağlayıcı bir hüküm bulunamamaktadır. Yani Anayasada, yasalarda veya tüzüklerde herhangi bir yasak yoktur. Hattâ bu hususta Bakanlar Kurulu kararı da yoktur. Sadece eski Başbakan Bülent Ulusu’nun kendi döneminde yayınladığı bir genelge vardır.
Kıyafet kısıtlaması insanların hak ve hürriyetlerine dokunan bir husus olduğu için anayasada yer alması ve kanunda düzenlenmesi gerekir.
Durum böyle iken; Bülent Ulusu’nun askeri düzen zamanında yayınladığı bir genelge anayasanın değişmez maddeleri arasına sokulmuştur ve bu yüzden insanlarımız mağduriyetleri sebebiyle hâlâ ızdıraplar içindedir.
*
Her şeyden önce, kıyafet hususunda doğal hukukun kuralları vardır.
a) İnsanlar çıplak dolaşamazlar, belli uzuvlarını örtmek zorundadırlar. Bu hususta yasaklar konabilir. Tanınmayacak şekilde giyinmek de yasaklanabilir. Onun dışında kıyafetler insanların kişiliklerini gösterme durumundadır. Kadınlar erkek, erkekler de kadın gibi görünemezler. Bir de askeri üniforma, polis üniforması gibi formaları başkaları kullanamazlar.
b) Bazı kamu görevlilerinin mutlaka bir kıyafet giymeleri gerekiyorsa, o ülke halkının günah saydığı kıyafeti resmi kıyafet yapamazlar. Dinler arasında ihtilaf varsa, birine göre başı açmak günah, diğerine göre başı örtmek günah ise; bu takdirde çift kıyafet kabul edilir. İsteyen o kıyafete, isteyen öbür kıyafete girer.
c) Başka bir özellik de; kamu görevlerini yapanların kimliklerini gizlemeleri gerekmez. Bir Yahudi, Yahudi olduğu halde Müslüman görünüyorsa, bu kamu görev için mahzur teşkil eder. Ama Yahudi Yahudiliğini izhar ettikten sonra kamu görevi yapmasında bir mahzur yoktur. Ülkede herkes hürdür, vatandaştır. Görevlinin kim olduğu değil, yaptığı yani işi söz konusudur.
d) Dördüncü ilke de; her yer kendi kıyafetini kendi müntesiplerine şart olarak koyabilir. İstemeyenler orayı terk edebilir. Mesela, özel üniversiteler kendi kıyafetlerini kendileri belirleyebilir. Özel liseler ve ilkokullar kıyafet yönetmeliği koyabilirler. Ama resmi okullar ve daireler, müntesiplerine bir kıyafet dayatması yapamazlar. Çünkü orası herkesin eşit olarak yararlandığı yerdir. Bu dayatma yalnız öğrencileri için değil, öğretmen ve yöneticiler için de böyledir.
*
Şimdi, hal böyle iken, belki otuz senedir, kırk senedir zulüm yapıldı. YÖK Başkanı veya Millî Eğitim Bakanı buyuracak, insanlara yapılan zulüm kırk sene devam edecek. Başka bir rektör ve henüz gelmeyen bir bakan buyuracak, liselerden kıyafet zorunluluğu kalkacak. İşte bu gibi durumlar devlet olma değildir. Bu yapılanlar eşkıyalıktır.
Padişahlar ve krallar şeriata uydukları için meşru devlet olmuşlardır.
Bugün meşruiyetin kaynağı hukukun üstünlüğüdür. Ama bu üstünlük hakimin üstünlüğü değildir; hakemin üstünlüğüdür.
Gelin bu tür çocukça hareketlere son verelim.
*
Önce adil yargı sistemini kuralım.
Adil yargı ancak hakemlerden oluşursa adil yargı olur. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer; baş hakemi de hakemler seçer. Hakemlerin verdikleri karar kesindir. Bu kararlar YÖK’ün buyurularından veya millî eğitimin talimatlarından üstündür. Kanunların üstündedir, Anayasanın bile üstündedir. Meclislerin üstündedir. Meclis de halkına zulmedemez.
Hakemlerin de denetimi vardır; denetçiler yine hakemlerdir. Eğer bir hakemler kurulu yanlış karar vermişse, bunu düzeltecek olan yine hakemlerdir. Hakemler aleyhine belli şartlar içinde dava açılabilir ve onların aldıkları kararlar değiştirilebilir. O hakemler aleyhine de yine dava açılabilir.
Hakemlerin birbirini korumaları sözkonusu olamaz. Önce hakemleri siyasi partiler atıyorlar. Her partiden hakemler vardır. Sonra hakemleri taraflar seçiyorlar. Dolayısıyla hakemlerin bloklaşması sözkonusu değildir.
*
Şimdi ise Hakimler Yüksek Kurulu’nu yine hakimler seçiyor! Onları denetleyen yer yok! Birbirini kollayıp sonunda hakimler devleti oluşmakta ve devlet batmaktadır.
Başarıya ulaşamamış Ergenekoncuları muhakeme eden savcılar; onlarla uğraşacaklarına, asıl kanunsuz olarak başörtüsü yasağı ile yarım asır insanların hürriyetlerini fiilen gasp eden savcıları, hakimleri, rektörleri hapishanelere doldursunlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
Millî Görüş ve insanlık; nerden nereye?..
Reşat Nuri EROL
Önce minik bir bilgi ve hatırlatma: Bu satırlar, Millî Görüş Lideri ile birlikte baş başa geçirilen iki saat sonrasında, o akşamın sabahında yazılmaktadır...
Sorulası ve üzerinde derin derin düşünülesi soru şudur: İnsan “fert olarak” nerden nereye; insanlık “bir bütün olarak” nerden nereye; Müslümanlar “ümmet/topluluk olarak” nerden nereye; Türkiye “ülke ve devlet olarak” nerden nereye?..
Ve “Millî Görüş Hareketi” nerden nereye?..
Çok değil, birkaç asır öncesini hatırlayalım, dört-beş asır öncesi: Müslümanlar ve İslâm âlemi Osmanlıların şahsında insan, devlet, “adalet”, düzen ve hükümranlık olarak zirvede... Batı dünyası ise başta “zulüm” her yönüyle diplerde…
Sonra İslâm âleminde ve Müslümanlar arasında asırlara yayılan bir duraklama, gevşeme, gerileme ve çöküş… Batı dünyasında ise özellikle Avrupa’da başlayan reform, Rönesans, aydınlanma, kalkınma…
Ve beş asır sonrasında, bugün yaşanmakta olan çağımız…
Evet, çağımız…
***
Çağımızda devran yeniden dönmekte, dönem değişmekte, nöbet değişikliği gerçekleşmekte; Batı dünyası zirveden aşağılara (hem de aşağıların aşağısına doğru) yuvarlanmaya başlamışken; Doğu, İslâm âlemi, Müslümanlar yeniden zirveye tırmanmaya başladılar...
-“Millî Görüş Hareketi” işte bu yeniden zirveye tırmanışın “adı”dır...
-“Millî Görüş Mensupları” insanlığın işte bu yeni hamlesinin “öncüleri”dir...
-“Necmettin Erbakan” da; sadece Türkiye değil, sadece İslâm dünyası değil, bütün insanlık için “yeni bir başlangıç, yeni bir umut, yeni bir hamle, yeni bir kurtuluş, yeni bir medeniyet projesi” olan bu hareketin yani “Millî Görüş Hareketinin Lideri”dir…
Bu harekette “evvelûn, sabikûn, mukarrabûn” olmak kolay değildir... Olduktan sonra “sabır, sadakat, istikamet ve heyecanla” devam edebilmek de kolay değildir...
Nitekim, kırk yıllık Millî Görüş Hareketi tarihimize baktığımızda, dönem dönem yaşananları hatırladığımızda… Önce 1970’lerde MSP, sonra 1990’larda Refah Partisi (RP) ve şimdi de 2010’larda Saadet Partisi (SP) döneminde yaşadıklarımıza baktığımızda…
Önce 1970’lerde bırakanlar, “istifa” edip “tek tek” terk edenler, bir yerlere gidenler veya gidecek yer bulamayıp kaybolanlar şimdi nerelerdeler; bilen var mı?!.
Sonra 1990’ların sonunda-2000’lerin başında, hem de “Millî Görüş gömleğini çıkararak-Adil Düzen ceketini ise hiç giymeyerek” gidenler… Batan Batı’nın (AB, ABD, IMF, Dünya Bankası, BM, NATO, BOP ve diğerleri, yani Siyonizm ve sömürü sermayesi) peşine takılanlar, iki cihanda da nereye doğru sürüklendiklerini ve ne yaptıklarını idrak edebiliyorlar mı?!.
***
Ve şimdi 2010’larda yani bu günlerde, bu haftalarda, bu aylarda; -hep “yazdığım” ve bugün de önemine binaen “hatırlatma” ihtiyacı hissettiğim- insanlığı “SOSYAL TUFAN”dan kurtaracak olan “MİLLÎ GÖRÜŞ-ADİL DÜZEN GEMİSİ”ni “tek tek veya toplu istifalarla terk edenler” ne yaptıklarının ve nereye gittiklerinin farkında mı?!.
İlginç olan şudur: Millî Görüş Hareketi I. Hamle ve Şahlanışını MSP zamanında, II. Hamle ve Şahlanışını Refah Partisi zamanında gerçekleştirdi ama aynı dönemlerde de “istifaları, ayrılıkları, gömlek çıkarmaları ve yazamayacağım başka şeyleri” de yaşadı…
Ve şimdi: Millî Görüş Hareketi III. Hamle ve Şahlanışına hazırlanırken; “istifa edenler, ayrılanlar, gemiyi terk edenler” acaba kimlere hizmet ettiklerinin farkında mı?!.
Millî Görüş Lideri ile yapılan uzun görüşmenin hemen ardından, bir köşe yazısına sığdığı kadarıyla, şimdilik düşünce ve duygularım bu kadar! Devamı olur mu? Bakacağız…
Millî Görüş(2): Gömleksiz olmaz, olamaz!
Reşat Nuri EROL
Önceki yazımızın sonuna doğru bir yerinde ne demiştik? İlginç olan şudur: Millî Görüş Hareketi I. Hamle ve Şahlanışını MSP (Millî Selâmet Partisi) zamanında, II. Hamle ve Şahlanışını RP (Refah Partisi) zamanında gerçekleştirdi ama aynı dönemlerde de “istifaları, ayrılıkları, ‘gömlek çıkarmaları’ ve ‘yazamayacağım’ başka şeyleri” de yaşadı…
‘Yazamayacağım’ çok şey var ama burada -beni çok etkileyen ve birkaç yıl özel emek verdiğim- sadece birini anmadan geçemeyeceğim: RP İstanbul İl Başkanı olduğu dönemde yardımcılığını yaptığım “kişi”, meğer o yıllarda, başından beri “Adil Düzen”e hep karşıymış(!), 15 ilim adamına(!) “Adil Düzen” aleyhinde “raporlar” hazırlatıyormuş da haberimiz yokmuş! (O sözde raporların küçük bir kısmı elimize geçti ve her satırına gerekli cevaplar yazıldı; ilgilenenlerin bilgisine.) İşte o “kişi” sekiz yıldan beri Başbakan!
“Adil Düzen”e başından beri hep karşı olan, harekete sırt çevirdiğinde ise “Millî Görüş” gömleğini çıkaran “kişi” başta olmak üzere, “onun peşinden gidenlere” tek soru:
-“Millî Görüş gömleği” ve “Adil Düzen ceketi” olmadan, bugüne kadar Türkiye’nin hangi ana sorununu çözdünüz; ya da “Millî Görüş gömleği ve Adil Düzen ceketi” olmadan sorunlara çare ve çözüm üretilebiliyor musunuz?..
***
Türkiye’nin dört ana sorununu bu vesileyle tekrar hatırlayalım:
1. İŞSİZLİK ve istihdam...
2. BORÇLAR: Dış ve iç borçlar...
3. MEDYA: Millî olmayan her türlü medya...
4. YARGI: Adalet, Anayasa ve Yargı Kurumları sorunları...
-“Millî Görüş gömleği” ve “Adil Düzen ceketi” olmadan, sekiz yıldan beri ülkemizin bu dört sorundan hangisi çözüldü; hangisi?..
“Türkiye’nin 100 Sorunu”nu buraya yazmıyorum, çünkü bir gazete köşe yazısına bu sorunların sadece isimleri bile sığmaz. Ama şu kadarını hatırlatayım: “TÜRKİYE’NİN 100 SORUNU VE 100 ÇÖZÜMÜ” araştırma ve çalışmamız hazırdır; ilgilenenlerin bilgisine…
Demek ki neymiş?
Gömleksiz olmazmış, olamazmış, olmuyormuş…
“Millî Görüş gömleği ve Adil Düzen ceketi” olmadan olmuyormuş.
***
Sözü Saadet’e, Saadet Partisi’ne getirmeye çalışıyorum…
Daha doğrusu “Millî Görüş Hareketi”nin I. ve II. Hamle ve Şahlanışlarını yaptığı “çıraklık” (MSP) ve “kalfalık” (RP) dönemlerinden sonra; tam da şimdiki “ustalık” döneminde, “III. Hamle ve Şahlanış” merhalesine gelmişken, “gemiyi tek tek veya topluca terk edenlere” getirmeye çalışıyorum… Bakıyorum da; “onlar” da, yukarıda örnek olarak andığım ve anlattığım “kişi” ve “onun peşinden gidenler” gibi “Millî Görüş gömleği ve Adil Düzen ceketi” olmadan bu işlerin olabileceğini zannediyorlar! Zavallılar, MSP zamanında gemiyi terk edenlerin nerede olduklarını biliyorlar mı; veya RP/FP sonrasında terk edenlerin “sözde başarılarına” ya da bana göre “başarısızlıklarına” mı özeniyorlar?!.
Sadece son iki yılı hatırlayalım: “Millî Görüş” kavramını kerhen, adeta yabancı bir kelimeymiş gibi bazen andılar ama özünü ve ruhunu anlatmadan etrafında dolandılar; bu arada kendilerini güya “medeniyetçi” olarak lanse ederken, “ADİL DÜZEN” söylemini yani “Adil Düzen Medeniyet Projesi”ni ise tek bir defacık olsun ağızlarına bile almadılar!!!
Sonuç: Bu işler “gömleksiz” olmaz; bu kış/kriz şartlarında “ceketsiz” hiç olmaz! Yani “Millî Görüş gömleği ve Adil Düzen ceketi” olmadan kesinlikle hiçbir şey olmaz, olamaz! Delil ve örnek mi istiyorsunuz: İşte sekiz yıldan beri sözde iktidarda olanlar ve Türkiye’nin sorunları! Kritik soru şu: Yoksa siz de onları mı örnek alıyorsunuz?!.
Millî Görüş(3): Müjdeler olsun…
Reşat Nuri EROL
Üstadım ile birlikte Erbakan Hocamıza yaptığımız ziyaretin ardından çok değil, sadece üç gün sonra; -görüşmeden edindiğim izlenimlere istinaden- “beklediğim müjdelerin ilk bölümünü” Erbakan Hocamız bugün (Cuma) açıklamış oldu. Evet, “müjdelerin ilk bölümü” diyorum; çünkü kırkbir yıllık Erbakan Hocamı iyi tanıdığımı ve peyderpey “yeni müjdelerle” karşımıza çıkacağını çok iyi biliyordum. Bu arada ‘yeni müjdeler’ de olacak...
Bundan önce yazdığım iki “Millî Görüş” yazımın devamı olan bugünkü yazımda, Erbakan Hocamızın müjdeli açıklamalarının sadece ‘ilk bölümü’ üzerinde duracağım:
“Saadet Partimizin 17 Ekim günü yapılacak olan Olağanüstü Büyük Kongresi’nin büyük önemi ve mânâsı vardır. 20. asrın ilk yarısı 1. ve 2. Cihan Harpleri ile geçmiş, insanlık beklediği özlediği ‘saadet dünyası’nı bir türlü bulamamıştır. İkinci Cihan Harbi’nin arkasından ‘yeni bir dünya’ya kavuşmayı beklerken; 1945’de Yalta’da Roosevelt, Stalin ve Churchill’in bir araya gelerek ana hatlarını tespit ettikleri ‘yeni dünya’ saadet getireceğine; önce 45 yıl süreyle devam eden ‘soğuk harp’ ile; bilahare 1990’dan sonra da bugüne kadar 20 yıldan beri devam eden ‘20. Haçlı Seferi’ dönemiyle sadece insanlığın zulüm içerisinde kan ve gözyaşı ile ızdırap çekmesine sebep olmuştur. Bu gerçekler, insanlığın saadetinin ırkçı emperyalizmin eline bırakılamayacağını ispat için kâfi gerçeklerdir.
Irak savaşları, Çeçenistan, Keşmir, Bosna, Kosova, Afganistan ve dünyanın her yerinde Müslümanlara yapılan zulümler ile yaşadığımız ve en son Gazze (Filistin) olayları ile bütün açıklığıyla ortaya çıkan gerçekler insanlığın artık daha fazla vakit kaybetmeden ‘Yeni Bir Saadet Dünyası’na kavuşmasını zaruri kılmaktadır.
Yeni saadet dünyasını tarih boyunca olduğu gibi ancak Millî Görüş kurabilir. Bunun sebebi, “Millî Görüş”ün diğer bütün bâtıl görüşlerle temelde sahip olduğu 7 mühim farktır.
İşte “İLK MÜJDELER” olan 7 TEMEL SEBEP: 1- Maneviyatsız saadet olmaz. 2- “ADİL DÜZEN”siz saadet olmaz. Komünizm gibi faizci kapitalist nizam da çökmeye mahkumdur. Zorla yaşatmak dahi mümkün değildir. “ADİL DÜZEN” bir tercih değil, kurtuluşun tek çaresidir. Bir zorunluluktur. 3- Bizim medeniyetimiz diğerlerinden üstündür. 4- Saadet için bugünkü zulüm dünyası yerine; “Yeni Bir Dünya”nın, “Saadet Dünyası”nın kurulması kaçınılmazdır. 5- Bulunduğumuz tarihî dönüm noktasında: Türkiye, Avrupa kapısına zincirle bağlanmayacak ve İsrail’e vilayet olmayacak; Tarihteki şerefli yerini alacak. 6- “Millî Görüş” uyanıklıktır, işbirlikçilere destek olmaz. 7- Millî Görüşçüler güncel yanılgı hastalığına düşmemişlerdir.
“Yeni bir saadet dünyası”nın ancak “Millî Görüş” ile kurulabileceğinin diğer açık bir delili de, Adem(a.s)’dan beri var olan insanlık tarihidir.”
“Millî Görüş” ile ilgili ilk yazımda dört-beş asırlık bir dönemi ele almış, devranın döndüğünü ve “yeni dönemde adaleti tesis etme ve dünyaya nizamat verme nöbetini” yeniden Müslümanların devralacağını anlatmıştım. Erbakan Hocamız özellikle son bir yüzyıllık dönemi özetledikten sonra; “İLK MÜJDELER” mesabesindeki TEMEL SEBEPLERİ bugünkü mübarek Cuma gününde açıklamış ve “müjdelemiş” oldu.
İlk yazımdaki bir bölümü tekrar hatırlamakta yarar var: Çağımızda devran yeniden dönmekte, dönem değişmekte, nöbet değişikliği gerçekleşmekte; Batı dünyası zirveden aşağılara (hem de aşağıların aşağısına doğru) yuvarlanmaya başlamışken; Doğu, İslâm âlemi, Müslümanlar yeniden zirveye tırmanmaya başladılar...
Erbakan Hocamız bu mübarek Cuma gününde; işte bu yeniden uyanışın, yeniden dönüşün, yeniden varoluşun, yeryüzüne yeniden adaleti ve saadeti tesis etmenin ilk müjdelerini verdi. Evet; MÜJDELER OLSUN… Ama “yeni müjdeleri beklemeyi ve o müjdelerin gerçekleşmesinin gereklerini yapmayı” da sakın ihmal etmeyin!
Ve’s-SELÂM mea’d-duâ, duâ, DUÂ…
Millî Görüş(4): Tek Yol ADİL DÜZEN
Reşat Nuri EROL
Üçüncü ‘Millî Görüş(3): Müjdeler olsun’ yazım tevafuken iki gün gecikmeli çıktı. Bugünkü (18.10.2010 Pazartesi) Millî Gazete’nin ilk sayfasını görünce, ‘iyi ki gecikmeli çıkmış’ diye düşündüm. Çünkü yazımın ana teması ‘Müjdeler olsun’ muhtevalıydı ve Saadet Partisi Büyük Kongresi gerçekten de pek çok müjdeyi içeriyor, gazetemiz de bunları manşet, başlık, haber ve değerlendirmeleriyle detaylı bir şekilde bildiriyordu…
Millî Gazete’nin birinci sayfası ile orta sayfasındaki sadece başlıklara bakmak bile bu müjdeleri anlamaya yeterliydi: (Saadetliler) ‘Dünya Lideri’ni seçti: ERBAKAN…
3. Şahlanış Dönemi… Tek Çare MİLLÎ GÖRÜŞ…
Ne Komünizm, Ne Kapitalizm; ADİL DÜZEN…
Müjdeler olsun... Sevinin geliyoruz... Bereket geliyor... Biz canlı kuş istiyoruz…
Bu ‘canlı kuş’ örneği çok önemli. Erbakan Hocamız kendisini ziyaret ettiğimizde bu ‘canlı kuş-içi saman dolu kuş’ misalini anlatmış, o anda çok beğenmiş ve dinlerken; ‘keşke bu örneği kongrede de anlatsa’ diye düşünmüştüm... Hocamız ve Genel Başkanımız Büyük Kongre’de de anlattı; artık siz de ‘canlı kuş-içi saman dolu kuş’ örneğini biliyorsunuz, duymayan ve bilmeyen herkese anlatmalısınız…
Bugünkü Millî Gazete’nin orta sayfasında çok önemli ve dikkat çekici başlık var; ben size ‘tekrar hatırlatmak için’ sadece üçünü seçtim: GÖZLERİN YAŞARDIĞI AN… Millî Görüş Erbakan ile 3. Büyük Şahlanışını Başlatıyor… TEK YOL ‘ADİL DÜZEN’…
İnat edenlere bir şey demiyorum; inanan ve anlamak isteyenler için bu kadarı da yeter!
***
Artık ilk hedefimiz, Haziran 2011’de yapılacak olan milletvekili seçimleridir. Erbakan Hocamızın tesbit ve ifadesiyle; 3. Şahlanışını başlatan Millî Görüş Hareketi ve Saadet Partisi için bu seçim sadece Türkiye değil, aynı zamanda bütün insanlık için bir ‘dönüm noktası’dır ve bu seçimlerde Saadet Partisi’nin iktidara gelmesinden başka kurtuluş çaresi yoktur. İşte bu gerçeği ırkçı emperyalizm de çok iyi bildiği için aylardan beri, hattâ yıllardan beri kendi zulüm dünyasını devam ettirebilmek ve “ADİL DÜZEN”i engellemek için Türkiye’de kendi gayesi uğrunda kullanabileceği bir partinin iktidara gelmesi için elinden gelen bütün gayreti ile hazırlıklarını -bir kere daha- yapmaktadır. Irkçı emperyalizm için tek hedef Saadet Partisi iktidarını engelleyebilmektir. Bunu açıktan söylemez. Fakat aklı fikri bundadır. Bundan dolayı 5 hazırlık yapmıştır, hâlen de yapmaya devam etmektedir.
Bu hazırlıklar şunlardır : 1- Bu köşede her vesileyle hatırlattığım üzere, bütün basını ele geçirmiştir. 2- Bütün bankaları ele geçirmiştir. 3- Bütün millî büyük müesseseleri (özelleştirme ile veya başka şekillerde) ele geçirmiştir. 4- Muhafazakar insanlar Saadet Partisi’ne değil, AKP’ye oy versinler diye AKP’ye maksatlı tavizler vermektedir. 5- Okşayarak yutma metodunu bütün gücüyle uygulamaktadır.
Irkçı emperyalizmin bu 5 koldan hazırlıklarına karşılık Millî Görüş de Saadet Partisi olarak 5 koldan mukabil hazırlıklarını yapmaktadır. Bu hazırlıklar şunlardır : 1- Şuurlanma. 2- Çelikleşme. 3- Üretim. 4- Milko hamlesi. 5- Üçüncü Şahlanış. Heyecan...
İşte, Türkiye’yi ve bütün insanlığı ilgilendiren bu tarihî dönüm noktasında, 17 Ekim 2010 Saadet Partisi Büyük Kongresi öncesinde yaşanan olaylar ile bundan sonra yaşanacak gelişmelerin gerçek mânâsı budur.
***
Bugünkü yazımı, genç bir arkadaşımın mesajı ile bitirmek istiyorum:
“ELHAMDÜLİLLAH… Rabbime (c.c.) bize Hocamızın liderliğinde mücadelemize devam etmeyi ve O ustanın tezgahından geçmeyi nasip ettiği için sonsuz hamd-ü senalar olsun. İNŞAALLAH mücevherler, inciler, elmaslar çıkmış olan bu tezgahtan geçerken büyük hizmetlerde bulunuruz.” Önder Sipahioğlu (Ekonomik Konular Çalışanı)
Bi’l-vesile SELÂM, HAMD, ŞÜKÜR ve duâ, duâ, DUÂ...
Millî Görüş(5): Görev başladı…
Reşat Nuri EROL
Büyük Kongre’de görev verildi ve görev başladı…
Kritik soru şu: Ne görevi verildi, neler yapılacak?..
Bu kritik soru kadar bu sorunun cevabı da önemli.
Verilen görevi bir slogan, bir afiş, bir pankart cümlesinde özetlemek mümkün mü? Bir önceki yazımda andığım slogan ve başlıklardan birini seçerek sorunun cevabını veriyorum:
Ne Komünizm, Ne Kapitalizm; ADİL DÜZEN.
Evet, komünizm yıkılıp gitti, kapitalizm can çekişiyor, çöküş aşamasına girmiş, yıkılmak üzere. ‘Sosyal Tufan’ hayatın ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî olmak üzere her alanını ahtapot gibi sarmış, her şeyi yavaş yavaş yok ediyor. Dünya ve bütün insanlık için sadece ‘kriz’ veya ‘krizler’ değil, “TUFAN!” seviyesinde ‘acil durum’ hâli ilân edilse yeridir.
Dünya ve insanlık bu durumda “çare ve çözüm” arıyor...
Millî Görüş Lideri ve Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, görevi devraldığının ilk gününde (dün), ‘şuurlanacağız, çelikleşeceğiz’ dedikten sonra, ‘Ne görev verildi?’ sorusunun cevabını verdi. Erbakan, kongrenin “Yaşanabilir Bir Türkiye, Yeniden Büyük Türkiye ve Yeni Bir Dünya”nın kurulması görevini verdiğini anlattıktan sonra; “Bütün insanlığın saadeti için KAPİTALİZM çöktükten sonra bugün yerine ne konacak belli değil. Çünkü KOMÜNİZM gibi o da çökmeye mahkumdur. Kongrede, bunların yerine konacak olan “ADİL DÜZEN”i kurma görevi verilmiştir. Konuşma görevi değil...” dedi.
***
Üçüncü Şahlanış Hamlesi yapılırken yapılması gereken hazırlıklar ve çalışmalar, bir önceki yazımızda birer kelimeyle hatırlatılmıştı: 1- Şuurlanma. 2- Çelikleşme. 3- Üretim. 4- Milko hamlesi. 5- Üçüncü Şahlanış; Heyecan...
Bunlarla ilgili bazı detayları, Hocamızın üslubuyla bir kere daha hatırlayalım: 1- ŞUURLANMA. Bütün Millî Görüşçüler, bütün partimiz mensupları bu olayları yaşayarak davamızı gerçek mânâsı ile anlamak ve bizim diğer 60 partiden bir tanesi olmadığımızı, ilk ve tek parti olduğumuzu daha iyi kavramak imkan ve fırsatını bulmuşlardır. 2- ÇELİKLEŞME. Bütün kadrolarımız davaya sapasağlam bağlı, şuurlu insanlardan meydana gelmek suretiyle çelikleşmiştir. 3- HEYECAN. Bu olayların arkasından bütün camiamız mensuplarına büyük bir canlılık ve heyecan gelmiştir. Herkes kendi öz parti ve inancına kavuşmuş olmanın ve temel esasların muhafazasının sevinci, huzuru ve memnuniyetini yaşamaktadır. Millî Görüş’ün seçimi kazanıp iktidar olmak hedefi ve görevi yanında; yeni muhteşem hizmetlerini yapabilmesi için de bu şuurlanmaya, çelikleşmeye, heyecan ve coşkuya ihtiyacı vardı.
Mimar Sinan Örneği: Nitekim Mimar Sinan; “çıraklık” dönemindeki Şehzadebaşı ve “kalfalık” dönemindeki Süleymaniye’den sonra, “ustalık” döneminde Selimiye’yi yaparken aynı şekilde yepyeni bir aşkla, şevkle ve heyecanla kollarını sıvamıştır. Biz Millî Görüşçüler de; 70’li yıllardaki “çıraklık” dönemimizde (MSP), MC hükümetleri ile büyük hamleler yaptık... 1996’daki “kalfalık” döneminde en büyük parti (Refah Partisi) olarak efsanevi hizmetleri gerçekleştirdik... Şimdi de Saadet Partisi ile “ustalık” dönemimiz için hazırlıklarımızı yapıyoruz... Yeni muhteşem hizmetler bizi bekliyor...
***
Evet, Saadet Partisi’nin Büyük Kongre’sinde görev verildi ve görev başladı…
Görev yerine getirilirken gerçekleştirilecek hedefleri bir kere daha hatırlayalım:
- Yaşanabilir Türkiye,
- Yeniden Büyük Türkiye,
- Yeni Bir Dünya’nın kuruluşu,
- Adil Dünya Düzeni’nin kurulması.
Yani;
- Ne Komünizm, Ne Kapitalizm; “ADİL DÜZEN”.