1967...1968...1969....AKEVLER 44 YILDIR ÇALIŞIYOR....2008...2009...2010
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 581
“ADİL DÜNYA DÜZENİ III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
Haftalık Seminer Dergisi; 581. Hafta 16 Ekim 2010 Fiyatı: www.akevler.biz’e tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
“ADİL DÜZEN” UYGULAMALARI YAPMAK İÇİN BİZLERE DANIŞABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 581. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz: Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
NASIL SÖMÜRÜYORLAR?
SÖMÜRÜDEN KURTULUŞ…
HANEFİ AVCI
***
*ÜSKÜDAR SEMİNERLERİ; 131. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamı; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SOHBET… SEMİNER… SORULAR-CEVAPLAR…
***
İşte bu kadar!
Bu ‘inat ve örtme’ neden?
Millî Görüş’ü örtenler; küfredenler…
Oradaydım... Oradaydık…
Adil ve zalim insanlar ve sistemler
Reşat Nuri EROL
***
MUHAMMED SÛRESİ TEFSİRİ - 1
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ أَضَلَّ أَعْمَالَهُمْ (1) وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَآمَنُوا بِمَا نُزِّلَ عَلَى مُحَمَّدٍ وَهُوَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ كَفَّرَ عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَأَصْلَحَ بَالَهُمْ (2) ذَلِكَ بِأَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا اتَّبَعُوا الْبَاطِلَ وَأَنَّ الَّذِينَ آمَنُوا اتَّبَعُوا الْحَقَّ مِنْ رَبِّهِمْ كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللَّهُ لِلنَّاسِ أَمْثَالَهُمْ (3)
Bu sûre 47’inci sûredir.
1+(8+12+4+3+4+3+4+3+4+1)+(2+7+10)+32+16=114
7’li sûrelerin “HâMîm”lerden sonra gelen ve “Kaf” grubu arasında kalan 3 Medine sûrelerinin birinci sûresidir. Bundan önce “HâMîm”lerden birini yapmıştık. Şimdi bu sûreye başladık. Bu sûrede “Muhammed” kelimesi geçmektedir; nitekim adı da “Muhammed Sûresi”dir.
“Muhammed” adı Kur’an’da 4 (dört) defa geçmekte, üçü onun eski peygamberler gibi peygamber olduğundan bahsetmektedir. Burada ise “Muhammed’e indirilenden” söz etmektedir. Bilhassa savaşın meşruiyeti üzerinde durulmaktadır.
Kur’an’da bir de “Ahmed” adından bahsedilmektedir. Hazreti İsa’nın “Ahmed” adında bir resulün geleceğini bildirdiğini söylemektedir.
Kitapların hepsi kendilerinden önce gelenleri tasdik etmiş, kendilerinden sonra geleceklerini haber vermiş ve teyit etmiştir. Sadece Kur’an Hazreti Muhammed aleyhisselâmın son nebi olduğunu bildirerek, Kur’an’dan sonra vahyedilen herhangi bir kitabın gelmeyeceğini, onun yerine beyan ilminin öğretileceğini haber vermiştir. Kur’an’ın ilk olarak Hazreti Muhammed’e indirildiğini bildiren tek âyettir.
الَّذِينَ كَفَرُوا
(EalLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olan kimseler.”
“Ellezîne Keferû” müptedadır, ism-i fail anlamındadır. “El-Kâfirûn” denmeyip “Ellezîne Keferû” denmiş olması, hem küfürlerinin özel olması, hem de kâfirlerin bilinen yani maruf kimseler olması nedeniyle bütün kâfirleri içermediği gibi bütün küfürleri de içermez. Bununla beraber harfi tarif cins için gelirse her çeşit küfrü ve bütün kâfirleri içerir. Küfür bir çeşittir, bütün kâfirler de bir millettir anlamı çıkar.
Küfrün tarifini şöyle yapıyoruz: Hakem kararlarına uymayı taahhüt ettikleri halde cizye vermeyen kimselerdir. Hakem kararlarını kabul ettiklerinden aramızda malları ve canları güvendedir. Ancak onlara biri saldırdığında biz korumayız. Oysa askerlik yapmamakla beraber bedel verenlerin güvenliğini sağlamak mü’minlerin görevidir.
Küfretmenin mânâsı; kamu düzeninden yararlandıkları halde, bedenen veya bedelen iştirak etmemeleridir.
“Küfretmek” hafr edilmiş bir çukuru toprakla kapatmadır. “Hafr, Kabr, Küfr” aynı mânâlarda ve benzer kelimelerdir. Nimetleri kapatmak yani nankörlük de küfürdür. Tohumu toprağa kapatmak da küfürdür. Küfrün tek olduğunu, kâfirlerin bir olduğunu ifade eden mânâsı açıktır. Ama ahd için aldığımızda neyi küfrediyorlar ve küfredenler kimledir?
Kur’an biz Adil Düzen Çalışanlarına nâzil olmuş olarak mânâ vereceğimize göre; “Adil Düzen”i bile bile örtmek, onu kabul etmemek küfürdür.
Kur’an işte bunlardan bahsetmektedir.
Bunlardan bir kısmı vardır ki; biz onlara henüz “Adil Düzen”i ulaştıramadığımız için mazurdurlar. Onlar “kâfir” değildirler ama öğrenmek istemedikleri için “cahil”dirler. Öğrenemeyenler ise mazurdurlar.
Diğerleri de vardır ki; “Adil Düzen” onlara ulaştığı halde, onlar buna kulak vermiyorlar, işte onlar da “kâfir”dirler.
Millî Görüşçüler içinde “Adil Düzen”i kabul edenler vardır, cahil olanlar vardır, kâfir olanlar vardır. Ak Partililer içinde “Adil Düzen”i bilmeyenler vardır, cahil olanlar vardır, kâfir olanlar vardır. Türkiye’de diğer gruplar ve topluluklar arasında “Adil Düzen”i bilmeyenler vardır, cahil olanlar vardır, kâfir olanlar vardır.
Tüm insanlık içinde de durum budur.
Kur’an, “Adil Düzen”i bildiği ve kendisine anlatıldığı halde, öğrenmek istemeyen veya anladıktan sonra muhalefet edenler kâfirdirler demekte ve onlardan bahsetmektedir.
وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ
(Va ÖadDUv GaN SaBIyLi elLAHı)
“Allah’ın sebilinden saddetmiş olanlar.”
Burada “Ellezîne” kelimesini iade etmedi, “Ve” harfi ile bağladı. Sadece “küfretme”, sadece “saddetme” değil, ikisinin birlikte olması gerekmektedir.
“Allah’ın sebili” nedir?
“Sebil” ağ şeklinde birbirine bağlanmış yoldur.
“Allah” da topluluğu yani insanları temsil etmektedir.
“Allah’ın sebili” demek, insanları birbirine bağlayan caddeler demektir. İnsanlığın kıtalar arası demir, deniz, kara ve hava yollarıdır. Ülke içinde ülke yollarıdır, il yollarıdır, bucak yollarıdır. Bunlar toplulukları ve insanları birbirine bağlar.
“Saddetme” bu yoldan sapma yani topluluğun ve insanlığın birliğini bozma, ayrılma anlamındadır.
Ayrıca sed “sin” ile yüksek engellerdir.
“Sadde An Sebilillahi” demek, Allah yoluna gitmelerine mâni olmak demek olur.
Yani; bunlar “Adil Düzen”i kendileri uygulamadıkları gibi başkalarının “Adil Düzen” uygulamalarına da mâni olurlar.
“Ellezîne Keferû” kurallı çoğul olduğu için bunlar bir grup teşkil ederler.
Bu durumda “Adil Düzen”in gelmesini istemeyen kimler vardır?
Otel odalarında toplanıp “Adil Düzen”in getirilmesini istemeyenler kimlerdir?
Bunlar sömürü tekel sermayesinin mensupları ile onların hizmetkârlarıdır. O halde bu sûrenin tek muhatabı yeryüzünü sömüren tekel sermaye ile onun işbirlikçileridir. Bunlar “Adil Düzen”i biliyorlar ancak sömürülerini bu “zalim düzen”de devam ettirdikleri için “Adil Düzen”in gelmesinin önünde engel teşkil ediyorlar. Yukarıda tüm toplulukların içinde “Adil Düzen”e karşı olanlar var demiştim. İşte bunlar bir tek topluluk oluşturuyorlar. Onlar da dolara yani paraya tapan kötü niyetlilerdir. Tebbet Sûresi’ndeki “Ebû Lehebler”dir bunlar. Uygarlaşmaya, medenileşmeye karşı direnenler, “Adil Düzen”e geçmeyi önleyenlerdir.
“Adil Düzen” nedir?
İnsanlığın barış içinde birleşmesidir. Uygulanmakta olan “gümrükler ve vizeler düzeni” Allah’ın sebilinden insanları alıkoymadır. Demek ki “gümrükler ve vizeler düzeni”ni kurdurup uygulatanlar kimlerdir? Küresel sömürü sermayesi mensuplarıdır. Kendileri bütün insanları sömürsünler diye bunları koymuşlardır. Tüm insanlığın zavallı, aciz ve de zalim yöneticileri bu küfretmiş olanlara hizmet etmektedir. ‘Gümrükleri kaldırdım, vizeleri kaldırdım’ diyen devlet bunların engellerini ve sedlerini yıkmış olur.
أَضَلَّ أَعْمَالَهُمْ (1)
(EaWalLa EaGMAvLaHum)
“Amellerini idlâl etmiştir.”
“Dalle” şaşırdı, kayboldu anlamındadır. Hayvanlar ve insanlar için kullanılır.
“Edalle” demek, bir kimsenin eşyasını kaybetmesidir. ‘Edalle kalemehu’ dersek, kalemini kaybetti demek olur. Bu yalnız insanlar için kullanılır. Amellerini yitirmişlerdir anlamı çıkar.
Yani birtakım işler yapmaktadırlar. Bu işler belki kötülükleri hedeflememektedir ama madem ki insanları sömürmek için onları yollarından alıkoymaktadırlar, kendileri amellerini yitirmişlerdir. Onların bu çabaları bir işe yaramayacaktır.
Sömürü sermayesi bugün yalnız kara, deniz, hava ve demir yollarında engel çıkarmamakta; aynı zamanda Kur’an okumak, Arapça okumak, Adil Düzen Partisi’ni kurmak gibi içtimai yolları da tıkamaktadır. Bundan dolayıdır ki başarıya ulaşmamakta, hem kendilerini hem de bütün insanlığı ıstıraplar içinde boğmaktadır.
Sömürü sermayesi ne yapmak istiyor?
Tüm insanları işçi hâline getirmek ve böylece bir sermaye devletini kurarak dünyayı idare etmek istiyor. İnsanları işçi hâline getirebilmesi için birtakım tedbirler almaktadır.
a) Önce faizi meşrulaştırmakta, gelir vergisini uygulatmakta, ağır vergi ve sigorta işlemleri içinde küçük ve orta işletmeleri ortadan kaldırarak tekel bir küresel sömürü gücü oluşturmak istemektedir.
b) Gümrükler ve vizelerle serbest gidiş-gelişleri ve alış-satışları engellemekte, böylece herkesi kendisinden alışveriş yapmaya zorlamaktadır. Onlara güya sizin sanayiniz, sizin üretiminiz, sizin ülkeniz korunsun diye bu saçmalıkları yaptırmaktadır.
c) Tüm basın ve yayın organlarını, ülkelerdeki bütün ana medya organlarını elinde tutarak insanların uyanmalarını önlemektedir.
d) Tüm eğitim programlarını merkezileştirerek kendi isteğine göre saçma sapan şeyleri sadece ezberletmekte, insanların gerçek anlamda eğitim almalarını engellemektedir.
Bunların dışında; aile düşmanlığı, din düşmanlığı, devlet düşmanlığı ve mülkiyet düşmanlığı yapmaktadır. Böylece insanları ferdileştirerek ve yalnızlaştırarak kendisine köle yapmak istemektedir.
İşte; Allah bunların amellerinin boşa gittiğini, başarıya ulaşmayacaklarını, sonunda mutlaka hüsrana uğrayacaklarını haber vermektedir.
Bundan elli sene evvel bu işi başaracakları sanılıyordu.
Ancak, belli bir zaman geçtikten sonra yeryüzünde beklenmedik olaylar oldu. Sovyetler yıkıldı. İnsanlık düşmanı canavarın alt çenesi gitti. Papalık ve din Batı dünyasında yeniden etkin olmaya başladı. Sermaye tekeli kapitalizm ve devlet tekeli sosyalizmin yanında “halk ekonomisi ve sanayi üretimi” bütün dünyaya illegal da olsa yayılmaya başladı. Böylece sömürenlerin amelleri yavaş yavaş boşa çıkmaktadır. Yani yaptıkları plan ve projeler çökmektedir.
Sömürü sermayesi, sömürüsünü gerçekleştirmek için Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarını çıkardı, nasyonal ve enternasyonal diktalarını kurdu. Ne var ki zamanla hepsi tarih oldular. Yani Allah’ın “edalle e’mâlehüm”ün büyük kısmı gerçekleşti.
Şimdi henüz edalleye uğramayan iki müessesesi kalmıştır; karşılıksız kâğıt para ve sermayenin emrindeki medya. Bunların da sonları yaklaşmaktadır. Yakında karşılıksız para olan dolar tepetaklak gidecek ve tekel sermayenin ana sermayesi iflas etmiş olacaktır. Yakında bütün ülkelerde millî medyalar oluşacak ve artık sermaye yanıltması sona erecektir.
Evet, Kur’an bunun haberini vermektedir.
Sömürü sermayesi nasıl yok olacak?
Devletler kendileri devlet olarak yalnız kendi paralarını kullanacak, bankalarında yabancı para bulundurmayacaklardır. Parayı dövizle değil altınla dengeleyeceklerdir. Bunu bir devlet uyguladı mı diğer devletler birkaç ay bakarlar. Bu başarıya ulaştı mı, her devlet bu yola gidince sermayenin karşılıksız parası iflas edecektir.
Bugünkü sömürü tekeli, basında “basın ve yayın kooperatifleri”nin oluşması ile sona erecektir. Bunun için devlet basını destekleyecektir. Basın kooperatifleri kurulacak, bu kooperatifler vergiden muaf tutulacaktır. Dağıtım ve nakliyesi bedava yapılacaktır. Devlet yazarlara mâli destek verecek, devletin kendisi ilanlarını karşılıksız yaptıracak, devletin vergisi bu olacaktır.
***
وَالَّذِينَ آمَنُوا
(Va elLaÜIyNa EAaMaNUv)
“İman etmiş olanlar.”
“Âmenû” burada if’al bâbından da olabilir, yani başkalarını güven altına alanlar demek olur; yahut mufaale bâbı olur, birbirlerini güven altına alanlar demek olur. Harfi cersiz getirildiği zamanlarda bugün bizim anladığımız Allah ve âhirete iman etme anlamı taşımaz. Bu tamamen güven sorunudur. İf'âl bâbında uluslararası güvenliktir. Mufaale bâbında olunca iç güvenliktir. Biz bunları “dış savunma” ve “iç güvenlik” diye ayırıyoruz. Devlet dış savunmayı yapar, il ise iç güvenliği tesis eder.
Sermaye devletleri dünyayı sömürmek için kendilerine göre bir düzen oluşturmakta, gümrük ve vizelerden yararlanarak kendi sömürülerini sürdürmektedir.
Oysa iman etmiş olanlar iç ve dış güvenliği sağlayarak, gümrük ve vizeleri kaldırarak yeryüzünü güvenlik içinde üretim ve taşınma alanı hâline çevirmektedirler. Bunlar da teşkilatlanacaklar, siyasi dayanışma ortaklıkları kuracaklar, bedenen savunmaya katılan mü’minler olacaklardır. Bunlara katılmayıp mâlen bedel verenler olacaktır. Böylece yeryüzünün güvenliği sağlanacaktır. Nöbet ve bedel, ocak ve bucak ile il ve ülkede gerçekleşecektir. Türkiye’de 1960’lardan itibaren bu sistem “Millî Görüş ve Adil Düzen” olarak ortaya konmuş ve tüm insanlığa anlatılmış olmaktadır.
Evet, insanlık yeryüzünün güvenini sağlayacaktır. Yeryüzünde kurt ile kuzu bir yerde ve bir arada yaşayacak, kuzular rahatlıkla otlayacaktır. İller iç güvenliği sağlayacak, devletler dış savunmalarını yapacaklardır. Hakemlik sistemi gelecek, silahlı güçler hakemlerin verdiği kararların icra organları olacaklardır. Bu düzeni kabul etmeyen mikroplar her zaman bulunacak ve devletler bu mikropları etkisiz hâle getireceklerdir.
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
(Va GaMiLuv elÖAvLıXATı)
“Ve salihatı amel ettiler.”
Yine yukarıda olduğu gibi burada da “Ellezîne” tekrar edilmemiştir. Yalnız güven sağlama yeterli değildir. Salih amel de yapılmalıdır.
“Salih amel” nedir?
“Salih amel” birbirine uygun amel demektir.
Bugün ben bahçemde domates yetiştiriyorum. Bu domates ulaşım sayesinde Avrupa’nın bir şehrinde ve köyünde yenebiliyor. Bunun için yolların açık olması gerekir. Bunun için araçların ve ulaşım imkanlarının olması gerekir. Eğer bunlar varsa benim domatesim bir Almanın sofrasında yemek olur. Yoksa benim domatesim tarlada çürür, Alman da açlıktan ölebilir. O halde insanlar arasında işbölümünün doğması ve aralarında iletişimin oluşması için devletlerin yani iman etmiş olanların yapması gerekenler vardır.
“Adil Düzen Anayasası” iki bölümden oluşur; kamu görevleri ve genel hizmetler.
“Kamu görevlileri” iman etmiş olanları ifade eder.
“Amel-i salih” ise genel hizmetleri ifade eder.
Demek ki kamunun iki görevi vardır. Biri genel hizmet, diğeri kamu görevi.
Şimdi dört kavramı rahatlıkla karşılaştırabiliriz.
Küfretmek İman etmek
Allah’ın sebilinden saddetmek Salihatı amel etmek
Bunların her biri dörtlü olarak birbirine karşı gelmektedir. Şimdi bunları karşılaştırmak, ona göre bunları yorumlamak ise usulün işidir; tefsir usulünün işidir.
“Salihatı işlemek” ve “sebilden saddetmek” ne kadar da karşılıklı anlamlar taşımaktadır.
وَآمَنُوا
(Va EaMaNUv)
“Ve iman ettiler.”
“İman” kelimesi burada iade edilmiştir. “Ellezîne” iade edilmemiştir. Çünkü iman eden kimseler aynı kimselerdir. “Âmenû” kelimesi iade edilmiştir. Çünkü buradaki “Âmenû” “Bi” harfi ile gelmiştir. Yukarıda başkalarının güvenini sağladılar anlamındadır. Burada ise kendi güvenlerini Hz. Muhammed’e indirilen ile sağlayanlar demektir. Yani “iman” demek ben inandım demekten ibaret değildir, ona uyarak ondan yararlanma demektir.
Kur’an’dan yararlanmayanların yeryüzü güvenliği ve salahına katılma yetkileri yoktur. Çünkü burada “Ve” harfi ile atfedilmiştir. İslâm devletlerinde diğer din mensuplarının güvenlik görevini alabilmeleri için Hakkı üstün tutan peygamberler sistemini yani “Adil Düzen”i benimsemiş olmaları gerekir. Bütün peygamberlerin peygamberliklerini kabul etmeleri gerekir. Bu arada bunların getirdikleri bütün kitapları kabul edip ona göre düzenlerini kurmaları gerekir. Güveni sağlamaları gerekir. Kendi dinî ibadetlerini kendi kitaplarına ve peygamberlerine göre yaparlar. Ama düzen için Kur’an’ı kabul etmeleri gerekir. İşte buradaki “iman” ondan yararlanma anlamında imandır, onun için tekrar zikredilmiştir.
Bugün yeryüzünde dört büyük din vardır; Hıristiyanlık, İslâmiyet, Brahmanizm ve Budizm. Yahudilik de hak dindir ancak müntesipleri azdır. Kur’an ehlinin dışında yalnız Yahudi dininde olanların şeriat kitabı vardır. Ne var ki Tevrat’ın aslı bulunmamaktadır. Diğer taraftan Tevrat kendi çağında kendi kavmine ait olan hükümleri içerir. Kur’an ise bütün devirlere hitap ettiği gibi diliyle ve mânâsıyla aynen muhafaza edilerek bize kadar gelmiştir. O halde Kur’an’ı İlâhi kitap kabul etmeyenler İslâm devletinde asker olamaz. Ama Kur’an’ı İlâhi kitap kabul ettikten sonra ibadetlerini kendi dinlerinde yapmış olmaları yani Hıristiyan veya Budist kalmaları İslâm ordularına bedenen katılmalarına mâni değildir. Ama Kur’an’ı İlâhi kitap kabul etmeyenler İslâm ordusunda görev alamazlar.
بِمَا نُزِّلَ عَلَى مُحَمَّدٍ
(Bı MAv NuzZiLa GaLAy MuXamMaDın)
“Muhammed’e nâzil olanla kendilerini güvene alanlar.”
“Muhammed” burada ismiyle zikredilmiştir.
Gerçi elimizdeki Kur’an bugün bize nâzil olmakta ama biz onu Cebrail’den değil atalarımızdan öğreniyoruz. Onlar da atalarından öğrendiler. Sonuç olarak Hazreti Muhammed’den öğrenilmiştir. Kur’an bir bütün hâlinde ona gelmiştir. Dolayısıyla tek bir İslâm dinini tanımlamak için Hazreti Muhammed’e nâzil olan olarak ifade edilmektedir. Hazreti Muhammed 570’de Mekke’de doğmuş Kureyş’in Haşimi kabilesine mensup birisidir. Kırk yaşına geldiğinde kendisine Kur’an nâzil olmaya başlamış ve 632’de vefat etmiştir. Kameri takvimle 23 senede Kur’an’ın vahyi tamamlanmıştır.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm Hira Mağarası’nda inzivada iken gökten bir araç gelmiş ve araçtan bir kabin indirilmiş, kabinde biri vardır. Gelenle burun buruna gelmişler, gelen ona “Oku!” demiştir. Sonra Mekke’nin civarındaki ormanlık alanda tekrar onu görmüş, ona âyetleri vahyetmiştir. Ondan sonra tüm hayatı boyunca o Ruh ona âyetler ve bilgiler getirmiştir. Kur’an böyle anlatıyor. Diğer peygamberler de aynı kaynaktan haberler almışlardır.
“Nüzzile” kelimesi getirilmiştir.
Birden değil de peyderpey zamanla nâzil olmuştur. Kur’an’ın nüzulü 23 senede tamamlanmıştır. Kitap hâlinde toplanması ise halifeler zamanında olmuş, yazı daha sonra harekelendirilmiştir. Ayrıca kıraat ilmi doğmuştur. Yorumlar ise hâlâ devam etmektedir. Bu sebeple tef’il bâbı getirilmiştir.
“Ellezî” ile değil de “Mâ” ile getirilmiştir. Çünkü asıl olan yalnız Kur’an’ın lafzı değildir. Hazreti Muhammed’e dört şey nâzil olmuştur.
a) Hazreti Muhammed’e Kur’an’da geçmişteki bütün peygamberlere gelen hükümler nâzil olmuş, onlardan bir kısmının kıssaları anlatılmıştır.
b) Kur’an’ın uygulaması ona öğretilmiş, Kur’an’ı yaşayarak ve uygulayarak beyan etmiştir.
c) Kur’an’ın dili ve yorum usulü de kitap Hazreti Muhammed’e nâzil olunca bildirilmiştir. Sonra yorum ilmi doğmuştur.
d) Kur’an’da ayrıca müsbet ilimler bildirilmiş ve insanlık zamanla onun bildirdiklerini teyit etmiştir.
Görülüyor ki, Hak din sadece Kur’an’ın lafızlarından ibaret değildir.
Kitap, sünnet, icma ve kıyas da Hazreti Muhammed’e nâzil olanlardandır.
Şimdi insanlık İslâm dinini böyle kabul edecektir. Böyle kabul edince Tevrat da Avestalar (Doğu’daki kitaplar) da kabul edilmiş olacaktır. Tüm insanlık bir hak dinde birleşecektir. Vizeler kalkacak, gümrükler kalkacak, tüm gidiş gelişler serbest olacak ve yeryüzü cemian insanların refahı ve saadeti için kullanılacaktır.
وَهُوَ الْحَقُّ
(Va HuVa eLXaqQu)
“Ve O haktır.”
Buradaki “Ve” hâl vavıdır. O hak olduğundan dolayı iman edeceklerdir. Ondan yararlanacaklardır. O halde insanlar Kur’an’a kendi delilleri ile inanacaklardır.
250 Kur’an mucizesini anlatan 250 sahifelik bir kitap yazılmıştır. Yani Hazreti Muhammed’e indirilenin hak olduğunu kanıtlayan deliller ortaya konmuştur. İnternet sitemizde (www.akevler.biz) “Kitap Bölümü” açıldığında orada yayınlanacaktır.
İşte, Kur’an insanlardan körü körüne indirilene inanmalarını istememekte; o Hak olduğu ve kendisinin İlâhi kitap olduğunu ispatladığı için inanmalarını istemektedir.
Dikkat edilirse, Hazreti Muhammed’e iman etmeleri değil, Hazreti Muhammed’e indirilene iman etmeleri istenmekte; hem de Hak olduğu için iman edilmesi istenmektedir.
Tekrar tekrar hatırlattığımız gibi; Kur’an’dan önce peygamberler mucize gösterdiler, halk onlara inandı, onlar söyledikleri için kitaplara inandılar. Biz ise önce Hak olduğu için, ispatlandığı için Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanıyoruz; sonra orada Hazreti Muhammed’in adı geçtiği için onun peygamberliğine inanıyoruz. Eski peygamberlere ve kitaplara da Kur’an sayesinde inanıyoruz.
İşte böyle yapanlar müsbet ilim kuralları içinde dindar olmuş olurlar.
Kur’an ne yapıyor?
Hakkı üstün tutan medeniyeti bize öğretiyor.
O nedir?
Kamu kurumlarını ve genel hizmet kurumlarını kurmaktır.
مِنْ رَبِّهِمْ
(MiN RabBiHiM)
“Rableri tarafından.”
“Min” burada ya zarf için olur, izafet “Min”i olabilir, Rablerinin hakkına iman ederler; yahut “Min” “Nüzzile”ye müteallik olur, Rableri tarafından inzâl edilmiş anlamına gelir. Her iki mânâda doğruluk vardır.
Kur’an’ın Allah sözü olduğu, hak olduğu Allah tarafından teyit edilmiştir. Tarihî gelişmeler öyle olmuştur ki onun hak olduğu sabit olmuştur. Yani Allah Kur’an’ı gönderdi ve onun Allah sözü olduğuna dair ona mucizeler verdi. Her asırda onun bir mucizesi ortaya çıkar. Asrımız ise mucizeler asrıdır. Çünkü Kur’an’da bildirilen birçok şey asrımızda yani yirminci yüzyılda ispatlanmıştır.
“Rablerinden” demekle, onların evrimleşmeleri için indirilen anlamındadır.
Allah kâinatı evrim içinde var etmiştir. Gittikçe gelişecektir.
Yaşlanan sistem atılıp gider, yerine yeni sistem gelir.
“Adil Düzen” tarım uygarlığından sanayi uygarlığına geçmedir. Batı sanayide inkılap yaptı, gelişmiş ekonomiyi sanayide oluşturdu ama tarımda henüz gelişmiş ekonomileri oluşturamadı. Tekel merkezî sistemde tarım gelişemez. Tarımın ayağına gitmek gerekmektedir. Tarımda “hükmedici” değil, “hizmet edici” olunacaktır. Tarımda verim emekle orantılı değildir. Tarımda şartlar birbirine benzemez.
O halde yeni düzende sanayinin yanında tarımı da geliştirmemiz gerekir. Bu da ancak “selem sistemi” ile mümkündür.
Kur’an bize işte bunları öğretiyor. İman edenler, Allah’ın inzâl ettiklerine uyanlar evrimleşiyorlar. Tekel sermaye sömürüsünü devam ettirmek için küfründe direniyor, kâinatın sosyal evrimine karşı çıkıyor. Oysa sosyal evrimi durdurmak mümkün değildir.
Tekel sermayenin yapacağı bir iş vardır: Faizli sistemi terk edecek ve faizsiz sisteme geçecek, karşılıksız para ihracatına son verecek, insanları sömürme hakkı olduğu şeklindeki inanışına son verecek.
Peygamberler sisteminde olanlar sömürmezler, hizmet ederler.
كَفَّرَ عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ
(KafFaRa GaNHuM SayYıEATıHıM)
“Onların seyyielerini tekfir etti.”
İnsanlık III. Bin Yılın başında ikiye ayrılmıştır.
Bir grup eski “sömürü düzeni”ni devam ettirmek isteyen gruptur.
Diğeri ise “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı, “Adil Düzen”i getirmek isteyen gruptur.
Ne var ki ilericiler de hata yapmakta ve günah işlemektedirler. Birden “Adil Düzen”e geçilemediği için cari sistemde ısrar ediyorlar. İşte, eğer onlar “Adil Düzen”e geçerlerse Allah onların yaptıklarını kapatacak ve keffaret sayacaktır.
Bu çok büyük bir müjdedir.
Bunlar kimlerdir?
a) Başta Millî Görüşçüler “Adil Düzen”i bıraktılar. Tekrar dönerlerse tevbeleri kabul edilecektir. Erbakan bir ara bırakmıştı ama tekrar “Adil Düzen”e sarılmıştır, dolayısıyla bu hareketi eski seyyielerine keffaret olmuştur.
b) AK Partililer Millî Görüş gömleğini çıkardıklarını ve Adil Düzenci olmadıklarını açıkça söylüyorlar. Onlar da “Adil Düzen”e gelirlerse Allah onların seyyielerini tekfir edecektir.
c) Milliyetçi Hareket Partililer de aslında hakkı hedefliyorlar. Ne var ki sırf Millî Görüşe muhalefet etmek için karşı grupta oluyorlar. “Adil Düzen”i kabul ederlerse Allah onların seyyielerini de tekfir edecektir. DYP’liler (DP), ANAP’lılar, BDP’liler, CHP’liler, yeter ki “Adil Düzen”i kabul etsinler, onların seyyieleri de tekfir edilecektir.
d) Dünyada solda yer alanlar, sosyalist veya kapitalist olanlar, tekel sermayede olanlar için her zaman “Adil Düzen” alanı açıktır. Hakka yönelirlerse Kur’an onlara seyyielerinin tekfir edileceğini bildiriyor.
وَأَصْلَحَ بَالَهُمْ (2)
(Va EaÖLaXa BAvLaHuM)
“Bâllerini ıslah etti.”
Mu’cemde “BYL”den almıştır, “BVL”den almamıştır. “Bevl” kelimesi Kur’an’da yoktur. Bir kimsenin bevl edemediği zaman çektiği sıkıntılı hâli ifade etmektedir.
“Islah etme” sıkıntısını giderme anlamındadır. Tefsirlerde halleri olarak yorumluyorlar. “Hâl” çevre ile olan ilişkidir. “Bâl” ise kendi iç düşüncesi ile ilgilidir. Yani yanlış düşüncelerdir.
Baştan “Adil Düzen” için kötü kötü düşüncede iken Allah ıslah etmiştir. İnsanlık da 20. yüzyılda dinlere karşı kötü düşünmüş, şimdi ise artık normal düşünmeye başlamıştır. Gelecekte insanlar “Adil Düzen”i benimseyecekler, “Adil Düzen” karşısındaki yanlış düşüncelerini düzelteceklerdir.
“Adil Düzen”i istemeyenler neyi isteyecekler; “zalim düzeni” mi isteyecekler?
Günü gelince sapkınlıklarını elbette anlayacaklardır.
Bugün Kur’an’ı okurken hep “Adil Düzen”i düşünerek okumalıyız. Çünkü insanlık şaşkınlık içindedir, yaptıkları hep boşa gitmektedir. Ancak ve ancak Kur’an’a uymakla her şey düzelecektir.
***
ذَلِكَ
(ÜAvLıKa)
“Bu.”
Burada işaret edilen biraz önce anlatılanların mânâsıdır. Eğer lafza işaret etseydi “haza” veya “za” derdi. Mânâ görünmediği için “Zâlike” ile işaretlenmiştir.
Burada işaret edilen nedir?
Küfredip seddedenlerin amelleri çürüyecek.
İman edip ameli salih işleyenlerin bâlleri ıslah edilecek.
Bu neden böyledir?
Küfredenlerin iyi işleri boşa gidiyor, iman edenlerin kötü işleri tekfir ediliyor.
Modası geçmiş iyi işler şimdi işe yaramaz olduğu için atılacaktır.
Yeni iyi fiiller eski kötü fiillerin kötülüklerini yok edecektir.
Yukarıda ifade edilen budur.
Şimdi anlamaya çalışalım bakalım, bu neden böyledir?
Osmanlılara karşı gelmek, Meşrutiyetçilerin yanında olmak o zaman için kötü idi. Ama şimdi Cumhuriyet gelmiştir. Hâlâ Osmanlıları izlemek yanlıştır. İnkılaplara direnmek normaldir. Bir kişi “Adil Düzen”i yanlış öğrendiği veya öğrenemediği için karşı olabilir. Birtakım yanlışlıklar yapmış olur. Ama hakkı öğrendikten sonra, kendisine tebliğ ulaştıktan sonra, “Adil Düzen” gelince onların seyyieleri ıslah olacaktır. Ama tam tersine hakkı öğrendikten sonra bile bile karşı çıkar da “Adil Düzen”e değil “zalim düzen”e tâbi olarak devam ederse; işte onun ve onun gibilerin amelleri boşa çıkar, etkisiz olur.
بِأَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا
(BiEanNa elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Çünkü küfretmiş olanlar.”
Küfretmiş olanların doğru yaptıkları bâtıl oluyor, iman etmiş olanların yanlış yaptıkları ıslah ediliyor. Burada bi getirilmiştir. Çünkü iman etmiş olanlarla küfretmiş olanlardan bahsediliyor. Zamir ile gelmiş olsa hangisinin hangisi olduğu anlaşılmaz. Bir de bâtıla tâbi olma küfretmiş olmalarından dolayı olduğu için izhar edilmiştir.
Sorun nedir?
Sorun önce “Adil Düzen”in anlaşılmamasıdır.
“Adil Düzen” anlaşılmadıkça karşı çıkanların elbette mazeretleri vardır.
Biz “Adil Düzen”i anlatabildik mi?
Anlatamadık.
Çünkü önce biz bilmiyorduk ki anlatalım.
Sonra, biz uygulamamıştık ki örnekleriyle anlatalım.
Ama ne zaman biz yeteri kadar öğrenir ve uygularsak, işte o zaman onlar “Adil Düzen”i öğrenmiş olacaklardır. İşte o zaman insanlar iki grup olacak; birileri anlayarak “Adil Düzen”e katılacak, birileri de anlayacaklar ama katılmak istemeyeceklerdir. İşte o katılmayanlar kâfir, öncekiler ise mü’minlerdir.
اتَّبَعُوا الْبَاطِلَ
(EitTaBaGUv eLBATıLa)
“Bâtıla tâbi oldular.”
Hak var, bâtıl vardır.
Hak nedir, bâtıl nedir?
-“Doğru, iyi, yararlı ve adil” olan “hak”tır.
-“Yanlış, kötü, zararlı ve zalim” olan “bâtıl”dır.
İnsanda dört meleke vardır: Fikir, his,irade, ünsiyet.
-Fikirler doğruyu yanlıştan ayırır.
-Hisler iyiyi kötüden ayırır.
-İrade yararlıyı zararlıdan ayırır.
-Ünsiyet adil olanı zulümden ayırır.
İnsanın melekeleri bunları ayırmayı bilmektedir.
Tekrar edelim:
-“Doğru, iyi, yararlı ve adil” olan “hak”tır.
-“Yanlış, kötü, zararlı ve zalim” olan “bâtıl”dır.
Müminler kimlerdir?
Hakka tâbi olanlar mü’minlerdir.
Bâtıla tâbi olanlar kâfirlerdir, örtenlerdir.
Küfredenler bâtıla kendileri tâbi oldular, bile bile tâbi oldular.
Burada bir sual sorulabilir: Acaba kâfirler neden bâtıla tâbi olurlar?
Kâfirler bâtıla tâbi olurlar, çünkü onlar mevcut zalim ve bâtıl düzenin içinde varlık sahibi olmuşlar, makam/mevki sahibi olmuşlar. Kendi varlıkları ve makamları devam etsin diye insanlığın ilerlemesini önlemeye çalışırlar. Oysa inkılaplar olmazsa varlık da sürdürülemez. İnkılaplar varlığın sürdürülmesidir. Onlar bunun için bâtıla tâbi oluyorlar. Oysa onların tâbi olduğa bâtıl zâil olacak. Hak ona saldıracak ve olaylar bitecek.
Bugünün bâtılları nelerdir?
Ailede zina serbestliği ve tek evlilik, dinleri dışlayan lâiklik, ekseriyet demokrasisi, mecburi askerlik, hakimlik sistemi, faiz…
İşte bunlar bâtıldır.
Onlar işte bu bâtıllara tâbi olmuşlardır.
“Adil Düzen” ise bu akışı durdurmuştur.
Erkeğin geneleve gitmesini veya gelişigüzel cinsi ilişkide bulunmasını yasaklamıştır. Zengin olup ikinci, üçüncü hanımı almayı meşru saymıştır. Tek evlilik yapmak isteyen kadına da imkan tanımıştır. Kadın ağır mihirle evlenir, koca o mihri bulamayınca başkasıyla evlenemez.
Ticaret serbest ama faiz yasak.
“Adil Düzen” demek denge düzeni demektir.
“Adil Düzen” herkesin hakkını ve hukukunu koruyan düzendir.
Burada hep önce kâfirlerden ve bâtıllardan bahsetmekte, sonra hak olanlardan bahsetmektedir. İmanı neden küfürden sonra bahsetmektedir? Çünkü burada anlatılan “Adil Düzen”e karşı gelenlerdir. Burada bahsedilen mü’minler evvelûn ve sabikûn olan mü’minler değildir. Burada bahsedilen sonradan katılan mü’minlerdir. Dolayısıyla evvela karşı gelenler, sonra da katılanlar anlatılmaktadır. Medine’ye hicret eden Ensar ve muhacirlerden bahsetmemektedir. Sonradan İslâmiyet’i kabul eden mü’minlerden bahsetmektedir. Çünkü onlar Mekke’de şiddetle karşı gelmiş, sonra Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te savaşmışlardır. Ama sonra iman edip teslim olmuşlardır. Buna rağmen küfredenler sonuna kadar direnmişler ama Mekke’nin fethi ile onların direnmeleri de sona ermiştir.
Türkler de uzun zaman direndiler, İslâmiyet’i kabul etmek istemediler ama sonra Kur’an’ın hak olduğunu görünce İslâm’ın müdafileri oldular.
Cermenler Roma’yı işgal etmişler ama sonra Hıristiyan olmuşlardır.
İşte burada bahsedilen mü’minler bunlardır.
“Adil Düzen Çalışmaları” 1960’lardan sonra İzmir’de başlamıştır.
Erbakan’ın bu çalışmaları değerlendirmesi ile siyasi söyleme dönüştü.
Ondan sonra bugün anayasa ekseriyeti ile iktidar olundu; ancak “Adil Düzen” bırakılarak iktidar olundu. Birinci dönem Adil Düzencileri evvelundur, sabikundur, mukarrabundur. Burada onlardan bahsedilmemektedir.
Burada, bundan sonra Adil Düzenin Medine Devri gelecektir. İşte o zaman, dün şiddetle “Adil Düzen”e muhalif olanlar “Adil Düzen”in yanında yer alacaklardır. Kur’an bunların hakka geleceklerini haber veriyor. Onların seyyieleri affedilecektir.
وَأَنَّ الَّذِينَ آمَنُوا
(Va EanNa elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ve iman etmiş olan kimseler.”
“İman etmiş olanlar” önce ülkemizin güvenliğini sağlayanlar, sonra da dünyanın güvenliğini sağlayanlar demektir.
Bugün Türkiye’de barış yoktur. Dağlarda silahlı çatışmalar vardır. Sokaklar korku içindedir. Kimse ne terörden ne hukuktan emin değildir. Mahkemeler baskı içinde neye karar vereceklerini bilmez durumdadır.
Yarın “Adil Düzen” geldiği zaman artık PKK sorunu kalmayacaktır, “Adil Düzen” geldiğinde bu sorun olmayacaktır. Herkesin güvenliği sağlanacaktır.
Bu nasıl yapılacaktır?
Önce hakemlik sistemi getirilecek, böylece mahkemelerin yansızlığı, bağımsızlığı, etkinliği ve saygınlığı tesis edilecektir. Sonra da yerinden yönetim sistemi ile silahlı güçler hakemlerin emrine verilecek, onlar yapılması gerekenleri yerine getireceklerdir.
اتَّبَعُوا الْحَقَّ
(EitTaBaGUv eLXaqQa)
“Hakka tâbi oldular.”
“Bâtıl”a karşı “Hakk”ı getirmiştir.
Şimdi biraz “Hakk”ı açıklayalım.
Doğru olanı söylemekle bilmek. Ekonomide finans ekonomisi vardır. Buna karşı reel ekonomi vardır. Reel ekonomi sevaptır. Çünkü dışarıda olan olaylara tekabül eder.
Bunun yalanı nedir?
“50 ton buğday” dediğimizde, eğer bu 40 ton olmuşsa doğru değildir. Yalan ve yanlışın değil de doğrunun peşine gidilecektir.
İyi nedir?
İyiliğin tesbiti çok zordur.
İneği kurban etmek iyidir ama insanı kurban etmek kötüdür.
Bunu nasıl izah edeceğiz?
Varlık yokluktan iyidir. Evet, biz inekleri kesiyoruz ama ineklerin nüfusu nerede ise insanların nüfusu kadardır. Eğer inekleri beslemezsek o zaman da nüfusları yaban inekler kadar olur ki sayılarının yüzde biridir. Oysa insan öldürmede bir çoğalma yoktur, azalma vardır. İşte iyiliğin böyle kriterleri vardır.
Varlık yokluktan iyidir, birlik ayrılıktan iyidir, ilerilik durağanlıktan iyidir ve tropi entropiden (düzelme bozulmadan) iyidir.
Yarar zarardan iyidir. Başkasının zararına olmayan, yararlı olan iyidir.
Asıl olan herkese aynı hakkı tanımadır. Birlikte yaşamak için herkese hakkını vermedir. Hak da iki sebeple oluşur. Çalışırsınız, üretirsiniz, o sizin hakkınız olur. İhtiyacınız da hakkınız olabilir.
“Adil Düzen” bunların toplulukta gerçekleşmesini hedefleyen bir düzendir. Bizim hatalarımız olabilir, eksiklerimiz olabilir. O hatalar ve eksikler “Adil Düzen”in hataları ve eksikleri değil, bizim hatalarımız ve eksiklerimizdir. Bize muhalefet edenlerin yapacakları şey; bizim hatalarımızı düzelterek, eksiklerimizi tamamlayarak “Adil Düzen”e katkıda bulunmaktır. Böyle yapmayıp sadece muhalefet etmek ne İslâmî ne de ilmîdir. “Adil Düzen”i reddetmek ise geleceğin ibreti olacaktır.
مِنْ رَبِّهِمْ
(MiN RabBiHiM)
“Rablerinden”
Buradaki “Min” “Hakk”ın zarfıdır.
Rablerinden olan hakka iman ettiler. Rablerinin hakkına iman ettiler.
Biz neden “Adil Düzen”in gelmesini istiyoruz?
“Adil Düzen”in gelmesini istiyoruz, çünkü bizim sorunlarımızı sadece “Adil Düzen” çözmektedir. Bizim uygarlaşmamız için bunlar bize bildirilmektedir.
Burada “Rablerinden olan hak” tekrar edilmiştir. Burada bu kayıt gelmese de aynı anlamı taşımış olacaktır. Tekrar gelmesi tekit içindir.
Niçin?
Hakka tâbi olacağız çünkü ona tâbi olmak bizim lehimizedir.
Bugün dünyanın ve Türkiye’nin pek çok sorunu vardır, çözülemeyen sorunlar vardır. Bizim “Türkiye’nin 100 Sorunu ve 100 Sorunun Çözümü” başlıklı bir çalışmamız vardır. İşte o çözümleri bize öğreten Kur’an’dır.
Kur’an’da bazen bizim aklımıza uymayan ifadelere rastlarız. Düşünmeye başladığımız zaman gerçeğe daha çok varmış oluruz.
كَذَلِكَ
(Ka ÜAvLıKa)
“Bunun gibi”
“KeZâlike” böylece, bunun gibi anlamındadır.
Yukarıda “Zâlike” gelmişti. “Zâlike” doğrudan olaya işaret etmekte, burada ise benzerine işaret etmektedir. “Zâlike” nass ise “KeZâlike” kıyastır.
يَضْرِبُ اللَّهُ لِلنَّاسِ
(YaWRıBu elLAHu Li elNAvSı)
“Allah böylece nâs için darbediyor.”
Kur’an peygamberlerin kıssalarını/hikâyelerini anlatmaktadır. Burada da son peygamber Hazreti Muhammed’i anlatmaktadır. Bunlar bizim onlara perestlik etmemiz için anlatılmıyor; sadece bizlere örnek olsun diye anlatılmaktadır. Anlatılanlardan ibret almalıyız. Kur’an Hazreti Muhammed’e indirilmiş ama bütün insanların yararlanması için indirilmiştir.
Çekim kanununu Newton bulmuştur ama bütün insanlar yararlanıyorlar. Eğer Newton buldu diye ondan yararlanmasaydılar bugünkü makine uygarlığı oluşmazdı. Kur’an Muhammed’e nâzil oldu diye eğer ondan yararlanmayacaksak o zaman geri kalmaya mahkum oluruz. Amerikalı âlim yazdığı kitapta en etkin birinci insan olarak Hazreti Muhammed’i, ikinci olarak da Newton’u göstermiştir. Newton bugünkü sanayi uygarlığının kurucusu olarak görülüyor. Yönetim ve hukukun mimarı da Hazreti Muhammed olmaktadır. İnsanlık Newton’dan yararlandığı gibi Hazreti Muhammed’den de yararlanmıştır; yararlanmalıdır.
Hazreti Muhammed neler yapmıştır?
1- Önce insanlara Kur’an’ı öğretmeye başlamış, Kur’an okumanın dışında hiçbir iş yapmamıştır.
2- Sonra Medine’ye gitmiş ve Kur’an’a göre ilk İslâm devletini kurmuştur. Kendisinden sonra gelen dört halife o devleti imparatorluk seviyesine yüceltmişler, böylece cumhuriyet ve demokrasinin temellerini atmışlardır.
3- Kur’an’ın ve Hazreti Muhammed’in öğretilerine dayanan fakihler müsbet ilmin metotlarını ortaya koymuşlardır. Müslümanlar dilde ve fıkıhta müsbet ilmin kurallarını insanlığa uygulamışlar, Avrupalılar da tabii ilimlerle sanayide bu metotları uygulayarak bugünkü Batı uygarlığına ulaşmışlardır.
4- Müslümanlar demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk düzenini kurmuşlar ve tüm dünyaya yaymışlardır.
İşte, Hazreti Muhammed bunu yaptığına göre; biz de şimdi ne yapmalıyız?
Biz de şimdi “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmalıyız.
Bu tefsirlerimiz işte bunun yollarını göstermektedir.
أَمْثَالَهُمْ (3)
(EaMÇAvLaHuM)
“Mesellerini darbetmektedir.”
Burada darbedilen nedir?
İnsanların kendi meselleri darbedilmektedir. Yani 1400 sene önce olan bir olay anlatılıyor, bu bizim için mesel oluyor. Yani onların başına gelenler bizim de başımıza gelecektir demektir. Orada yaşananın benzeri şimdi yaşanacaktır demektir.
III. bin yılın başına geldik, yeni uygarlık kuracağız.
II. bin yıl uygarlığı sona ermiştir. Yeni uygarlık doğacaktır.
Uygarlıkların ömürleri biner yıldır. Miladi takvime bağlanmıştır. Yeni uygarlık aslında bundan üç-dört asır önce doğmaya başlamıştır. İnsanlık “demokrasiyi, lâikliği, liberalliği ve sosyalliği” benimsemiştir; bugün hiç kimse “demokrasiye, lâikliğe, liberalliğe ve sosyalliğe” karşı çıkmıyor; sadece art niyetli ve kötü amaçlı birileri insanlığın bu değerlerini çarpıtarak istismar ediyorlar.
1- “Demokrasi” deyip insanlar ekseriyet sistemini ve merkezi yönetim sistemini getirmişlerdir. Dört senede bir halk ekonomik ve sosyal baskılar içinde seçime girecek, hükümeti oluşturacak, merkezi hükümet ülkeyi yönetecek ve bu “demokrasi” olacak! Oysa Kur’an’ın öğrettiği demokrasi içtihat sistemidir, yerel icmalar sistemidir. Kur’an düzeninde merkez hakim değil hadimdir.
2- “Lâiklik” deyip dinleri dışlamışlar, dinlerin yani Allah’ın yönetime ve dünya işlerine karışma yetkileri yoktur şeklinde bir varsayımları vardır. Oysa Kur’an dinde/düzende zorlamayı kaldırmakla, bütün dinlere devlet işlerine katılma yetkisini tanımakla lâikliği getirmiştir. Müsbet ilmi hakem yapmıştır. Hakemlik sistemini getirmiştir. Demek ki Batı sahte lâiklik içindedir. Kur’an ise gerçek lâikliği getirmiştir.
3- “Liberallik” özel mülkiyettir; insanların serbestçe iş yapmalarıdır; kimsenin başkasının işçisi olmak zorunda kalmasına izin vermemektir. Batı ise bunu sadece tekel sermaye sahiplerine tanımıştır. Yani krallar ve kilise sömürmesin, biz sömürelim, havra sömürsün diye liberalliği tanımlamışlardır. Kur’an ise liberalliği özel mülkiyete dokunulmazlık ilkesi şeklinde getirmiştir. Hakemlerden oluşan yargı kararları dışında insanların çalışmalarına ve yaşamalarına müdahale edilmez. Faiz yasaktır. Vergi beşte birdir. Daha fazla vergi almak devletlerin hakkı değildir.
4- “Sosyallik” deyip istismar ediyorlar. Batı sosyalliği paralı sigorta şeklinde görmüştür. Adına sosyallik takılarak sigorta yoluyla sömürüyü geliştirmiştir. Sosyal sigorta demek, küçük işletmelerin iş yapmaması demektir. Sigortasız kimselerin aç ve hasta ölmesi demektir. Bugün ölmek üzere olan kimseyi yanınızdan geçen bir arabaya para verip hastaneye götüremezsiniz. Çünkü sigortasızdır. Onu çalıştıramazsınız. Çünkü sömürü sermayesi adeta çalışma yasağını koymuştur. Kur’an ise ‘yeryüzü bütün insanlarındır’ demektedir. Çalışmayanların, çalışamayanların da yaşama hakları vardır. Aidatsız ve primsiz bütün insanlar sigortalıdır. Hasta olanlar tedavi edilirler ve genel hizmetlerden yararlanırlar. Bunun dışında yollar ve diğer kamu alanları bütün vatandaşlara açıktır. İnsanlar buralardan parasız yararlanırlar. Hattâ su ve elektrik gibi maddelerin asgarisi de bedelsiz olarak halka verilmektedir. İnsanlardan belli kilometrede yolculuk ücreti alınmamaktadır.
O halde Kur’an bizden ne istiyor?
Madem ki Hazreti Muhammed geldi ve Kur’an’la büyük uygarlığı kurdu. Bugünkü Batı uygarlığı o uygarlığın kuvvete dönüşmüş şeklidir. Yani Batı uygarlığı da Kur’an uygarlığıdır. O halde şimdi siz “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurun.
Bunu nasıl kuracaksınız?
“Adil Düzen”le kuracaksınız.
Bu sûreye böyle bir giriş yapmış olduk.
Çalışmaya devam edelim ve görelim bakalım bundan sonra bize neler öğretecek?
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-581/ADİL DÜZEN DERSLERİ-411 16 Ekim 2010
NASIL SÖMÜRÜYORLAR?
SÖMÜRÜDEN KURTULUŞ…
Öyle işler vardır ki tek başına yapılması mümkün değildir. Mutlaka yardımlaşma gerekir. Bir masayı tek başınıza kaldıramazsınız. Tek başınıza ağaçları kaldırıp götürmezsiniz. Bunun için karşılıklı yardımlaşma gerekir.
Bir adada bulunan iki kişi anlaşıyor. Biri diğerine yardım ediyor. Biri 3 saat yardım ettiyse, diğeri de başka gün ona 3 saat yardım ediyor. Bunun için ilk çalıştıran kimse diğerine bir gün borçlu olduğuna dair bir “belge” veriyor. Sonra çalıştıran yeni belge tanzim etmiyor, önceden aldığı “belge”yi iade ediyor. Sonra birincisi tekrar yardım ettiğinde aynı “belge”yi veriyor. Böylece “belge” ikisi arasında gidip geliyor.
Şimdi diyelim ki “belge”nin üzerinde ad yazılı değil, kimin önce çalıştırıp verdiği belli değil. Sonunda “belge” ikincisinin elinde kaldığı takdirde, ikinci bir gün veya o kadar saat birinciye bedava çalışmış olur.
Şimdi bu iki kişi arasında olan “belge/para” çok kişi arasında olabilir. Adada on kişi varsa, biri on kişiyi de çalıştırıyor ve on kadar “belge”yi dağıtıyor. Adadakiler artık birbirlerini çalıştırdıkları zaman o “belgeleri” verip alıyorlar. Kimse ilk çalıştırana gidip sen de çalış demiyor. Böylece ilk çalıştıran on kişiyi böyle çalıştırıyor.
*
Karşılıksız doların anlamı budur.
İlk çıkaran bizden alın terimizi yani emeğimizi alıyor ama sonra o bize bir şey vermiyor. Biz onun verdiği ile aramızda alıp veriyoruz. O ise bize bakıp kıs kıs gülüyor.
İş bu kadarla kalsa yine bire şey yok. Başlangıçta bizi çalıştırmıyor. Bize parsını faizle veriyor. Biz onun boş kağıdına alın terimizi yani emeğimizi veriyoruz. Yani bizden istediğini karşılıksız alıyor. Böylece sömürü devam ediyor.
Bu da yetmiyor. Durmadan karşılıksız para çıkararak enflasyon yapıyor. Cebimizdeki paraları çalıyor. O ise enflasyondan yararlanarak durmadan yeni para çıkarıyor.
Başka bir şey daha yapıyor. Dolar çıkarmıyor, dolara kote edilmiş TL çıkarıyor. Türkiye yeni para basınca, ona karşılık doları Merkez Bankası’na koyuyor. Böylece biz dolar kullanmış oluyoruz. Sonra Türk Lirası’nı batırıyor, sıfırları attırıyor. Yeni para ürettiriyor. O da dolara kote edilmiş olduğu için biz yeni parayı çıkardığımızda doları çıkarmış oluyoruz.
Yani karşılıksız para basıyor, bizden karşılık alıyor, faiz alıyor, enflasyonla bizi soyuyor, ulusal paramızı IMF ile kendisine kote ettiriyor ve bizim çıkardığımız yeni TL’ler ona hizmet ediyor.
Demek ki, doları kullandığımızda, Merkez Bankası dolar alıp sattığında sömürülmeye devam ediyoruz demektir.
*
Acaba ne yapmalıyız?
Bunun kurtuluşu nasıl olacaktır?
Bunun bilincine ulaşmış kimseler kooperatif kuracaklardır. Kooperatif bankada bir hesap açacaktır. Ortaklar paralarını o hesapta yatırıp çekeceklerdir. Aramızda yaptığımız alışverişlerde kendi kooperatif senedimizi kullanacağız. Böylece aramızdaki ilişkilerde sömürülmeyeceğiz. Böylece İstanbul halkı semt semt kooperatifler kuracak ve aralarında kendi senetlerini para olarak kullanacaklardır. Sonra kooperatifler birleşip bir merkez kooperatif kuracaklardır. Önce o ilçeden TL ve dolar bertaraf edilecek, sonra bütün İstanbul’da böyle yapılacak. Sonra Türkiye’de, sonra da dünyada dolar sömürüsü bitecektir.
Görülüyor ki sömürü sermayesi bizim aptallığımızdan yararlanıyor. Biz insan psikolojisini bilmediğimiz ve karşılığı olan parayı çıkarmayı da bilmediğimiz için sömürü sermayesi bizi sömürüyor.
*
İyi ki sömürüyor!
Sömürmese bu uygarlık nasıl oluşacaktı?
Sömürülmeden uygarlaşmayı bilmediğimiz sürece hep sömürülmeye devam edeceğiz.
*
Bu arada sömürenlere de söyleyeceğimiz bir iki sözümüz vardır:
Sömürdünüz, uygarlaştırdınız...
Bundan sonra sömürü düzeni bitmiştir.
Ancak uygarlaşma bitmedi, uygarlaşma devam edecektir.
Yeni düzende varlıklarınızı ve etkinliğinizi sürdürmek istiyorsanız, sömürü düzeninden vazgeçip faizsiz sisteme gelmelisiniz. Yani uygarlaşma çabasına devam etmelisiniz. Yoksa bütün gericiler gibi siz de tarih olursunuz. Tevrat’ın hükümlerine dönün. Unutmayın ki Tevrat’ın şeriat hükümleri bütün insanlara hidayettir. Kur’an öyle buyuruyor.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-581/ADİL DÜZEN DERSLERİ-411 16 Ekim 2010
HANEFİ AVCI
Bir Emniyet Müdürü tutuklanıyor...
Kim tutukluyor?
Savcı tutukluyor...
Niçin tutukluyor?
Ergenekoncular ile irtibatı varmış...
İlk bakışta devletimiz artık sağlıklı çalışır olmuştur gibi görünüyor. Suçlu yakalanıyor. Suçlu tutuklanıyor. Adalet mekanizması çalışıyor gibi görünüyor.
Hanefi Avcı Nurcuların devleti işgal ettiğine dair bir kitap neşretti. Önce, vatandaşların devlette yer almaları kadar normal bir şey yoktur. Ancak, yargı adil çalışmıyor, tüm devlet mekanizmaları normal çalışmıyor. Memur olmak isteyen imtihana girer ve kazanır. Gerektiğinde kura çekilir ve göreve verilir. İmtihana bütün vatandaşlar katılabilir. Kim çalışkansa, kim kabiliyetli ise o göreve gelir. Nurcular eğer imtihanları kazandılar da öyle geldilerse, elbette devleti yönetmek onların hakkıdır. Burada yadırganacak bir şey yok.
Ama kazın ayağı öyle değil.
Herkes biliyor ki Türkiye’de imtihanlar göstermeliktir, çoğu hilelidir. Devlet içinde kadrolaşma vardır. CHP’liler etkin kadro sahibidirler. MHP’liler etkin kadro sahibidirler. Şimdi de Gülencilerin etkin kadro sahibi oldukları söyleniyor. Bunlar boşalan kadrolara kendi adamlarını tayin etmektedir. Eskiden CHP hakimdi. Sonra MHP’liler hakim oldu. Şimdi Nurcular hakim oluyormuş. Yanlış olan bu kadrolaşmadır. Yoksa yanlış olan Nurcuların öne çıkmaları değildir. Biz elbette bize yakın olanların kadrolaşmalarını isteriz.
İşte biz bu mantığa karşıyız.
Böyle bir kadrolaşma ile devlet yönetilmez;
Yönetiliyor gibi olsa bile o devlet uzun zaman yaşamaz.
Dün Nurcular hapsediliyordu.
Bugün onlara karşı olanlar hapsediliyor.
Dün askerler sivilleri hapsediyordu.
Bugün siviller askerleri hapsediyor.
Bunun sonucu nereye varır?
Kavga ve çatışma gelişir, iç savaşa dönüşür ve sonunda devletimiz yıkılır.
Biz bunun böyle olduğunu yeni görmüyoruz.
1960’larda Akevler’i kurduğumuz zaman bu gidişata dur demeyi hedefledik.
“Adil Düzen” işte budur.
Ne var ki sömürü sermayesi bir taraftan “Adil Düzen”i bıraktırırken, diğer taraftan inanmamışları hakim kılmaya çalıştı.
Askerlerden sonra polisler ve savcılar da yakalanıyor, mahkemeye veriliyor, hapsediliyor ve taraflar birbirlerine giriyor.
Şunu belirtmek isterim ki; Hanefi Avcı zemzemle yıkanmış değildir. Suçları vardır. Yanlışları, hataları, kusurları vardır. Ne var ki, Hanefi Avcı’ları eğer tutuklayacaksak, o zaman bütün okullarımızı, bütün camilerimizi hapishane yapalım; okumayı ve namaz kılmayı da bırakalım. Çünkü bütün hapishaneler dolduktan sonra, o tür suçluları alacak başka yer kalmaz.
Hukuk düzeninde suçlu suç işlediği zaman yargı harekete geçer ve onu cezalandırır. Suçlunun cezasını erteleme ancak takip ve mahkumiyetten sonra olur. Yıllar geçecek ve sonra savcının aklına gelecek, dava açacak.
Tüm savcılar senelerdir neden dava açmadılar?
Önce onları hapishanelere doldurmak gerekir.
Önceden dava açmadılar, çünkü sömürü sermayesi o zaman düğmeye basmamıştı.
Sermaye efendi hazretleri şimdi böyle istiyor!
Neden istiyor?
Şimdiye kadar tüm kuruluşlar sömürü sermayesinin emrinde idi.
Şimdi ne oldu?
Masonlar bile bayrağı çektiler.
Türkiye Yahudileri de artık Amerikan Yahudilerini dinlemiyorlar.
Üzeyir Garih bunun için öldürüldü.
MİT artık sermayenin emrinde değildir. Ordu tamamen uzaklaşmıştır.
CHP de emrinde olmaktan çıktı. AK Parti dinlemiyor.
Polis emrinde değildir.
İşte, Türkiye bağımsız olmaya başladığı için sermaye düğmeye bastı; hedefi Türkiye’yi yıkmaktır.
Bu durumda ne olacaktır, çözüm nedir?
Devletimizin yıkılmasını istemiyorsak, genel af ilan edilerek tüm kargaşaya son verilmelidir. Türkiye’nin başka çıkar yolu yoktur.
Evet, sermaye amca ve onun emrindeki Sam Amca bunu istemiyor. PKK’lılar bahane edilerek affa karşı tavır alınıyor. Doğrudur, aflar suçları artırır. Ancak af etmezseniz tüm Türkiye hapishanelik olur. Sadece kimilerini içeri almak sorunu çözmez.
“Adil Düzen” getirilirse, aftan dolayı gelecek zararlar önlenmiş olur. Suçlar “bozuk/zalim düzen” gereği işlenmiştir. İşleyenler suçlu değildir. Nurculara saldıran CHP veya MHP grubuna karşı nefsi müdafaaya geçmiş bulunan Nurcular (F. Gülen Cemaati) Hanefi Avcı’yı hapsettirmişlerdir. Mağdur olan Hanefi Avcı da yarın Nurcuları hapsettirecektir.
Bu gidişatın tek çözümü vardır: Eski suçları affetmek ve “Adil Düzen”i getirmek.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
İşte bu kadar!
Reşat Nuri EROL
Evet; ‘İşte bu kadar!’ dedikten sonra, soruyorum: ‘Nerdeydiniz şimdiye kadar?!.’
Tevafuk denen şey bu olsa gerek. Mehmed Şevket Eygi’nin “İktidar İsterse Başörtüsü Yasağını Hemen Kaldırır” yazısının yayımlandığı ve Millî Gazete’nin birinci sayfasının en üstünde anons edildiği gün, YÖK yapılması gerekeni yaptı!
Aynı gün bendeniz “Eksik olan ve yapılması gereken” yazımda bir örnek verirken ne dedim: “Mesela, bugünlerde yine/yeniden gündemde olan ‘başörtüsü/türban’ kanunen yasak değildir, başörtüsünü yasaklayan bir kanun maddesi yoktur ama ülkemizde kanunsuz yasak uygulaması vardır! Demek ki bizim sorunumuz kanunlar değildir; kanunların birileri tarafından yanlış, kötü, tek taraflı ve zalimane uygulanmasıdır. / Ne oluyor, neler yapılıyor, nasıl zulmediliyor? Birileri kendi safsatalarını kanun diye yutturuyorlar! Hukukumuzda kesinlikle ‘kamu alanı’ diye bir şey yoktur. Ama birileri böyle bir saçmalığı yetmiş milyona yutturdu; hâlâ yutturuyorlar, hâlâ uğraşıyoruz!!!”
Evet, ‘hâlâ uğraşıyoruz’ diyorum; çünkü milyonlarca aile babası gibi kızlarım ve biz de, -sekiz yıldan beri iktidar olan AKP döneminde bile,- işte bu ‘baş belası kanunsuz başörtüsü zulmü’ yüzünden mağduruz. Büyük kızım Ayşenur, İmam Hatip Lisesi’nde okuduğu yıllarda bile, başörtüsü sebebiyle idareciler tarafından rahatsız edildi! İstanbul’da okuduğu ‘üniversite’yi ise ‘Peruk Başörtüsü!’ ile bitirmek zorunda kaldı! Evlendi, anne oldu ama çilesi bitmedi; ‘hâlâ uğraşıyoruz’: Açık öğretim fakültesi imtihanlarına hâlâ peruk başörtüsü ile girmek zorunda kalıyor! Burası halkı Müslüman Türkiye, ‘Muhafazakâr AKP!’ sekiz yıldan beri iktidarda ve biz bu zulümleri işte o sekiz yılda yaşadık!!!
***
Tarhan Erdem, Radikal gazetesinde, bugünkü (5.10.2010) köşesinde yazıyor: “Elimde son sekiz yılda yaptığımız üç araştırma sonucu var. Ülkemizde başını örten insan sayısı artmaktadır. 2003’te başını örten kadınların sayısı 14,6 milyondan, 17,9 milyona çıkmıştır. Bugün, kadınlarının yüzde yetmişi örtünen bir toplumun kızlarına, okula örtünmeden gelmelerini yasa kurallarını ileri sürerek söylemişiz.”
Avni Özgürel aynı gün aynı gazetede (Radikal, 5.10.2010), “Ya türban Türkiye’nin gündeminden düşerse…” başlıklı yazısını şöyle bir cümle ile bitirmiş: “Geriye bakıp sormak hakkımız değil mi: Madem bu kadar basitti çözümün önünü açmak, neden bunca zaman kavga ettirdiniz millete?”
‘Kadınlarının yüzde yetmişi örtünen bir ülkede’, bir parti tek başına ‘Anayasa Çoğunluğu ile iktidarda’ ve o ülkedeki ‘sekiz yıllık başörtüsü zulmü’ bir ‘YÖK yazısı’ ile sona erebiliyor! Haberin başlığı şöyle: ‘Başörtülü öğrenci dersten atılamayacak.’ Haberin özü ve özetine bakalım: YÖK, İstanbul Üniversitesi’ne gönderdiği yazı ile disiplin yönetmeliğine uymayan öğrencilerin dersten çıkarılmasını yasakladı. Yönetmeliğe göre sadece tutanak tutulacak. Talimata uymayan öğretim üyelerine soruşturma açılacak.
Yazımın başlığında ve başında ne dedim: ‘İşte bu kadar!’
Ama sormadan da edemedim: ‘Nerdeydiniz şimdiye kadar?!.’
***
Hazır söz YÖK’ten açılmışken, YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın geçen gün yaptığı çok önemli bir eleştirisini kısaca hatırlatalım. Eleştirilerinde İsrail ve ABD’den domates ve buğday tohumu alınması konusunu gündeme getirdi ve şu uyarıyı yaptı: “Sonunun ne olacağı belli de değil, bu domates tohumunu alıyorsunuz, genetik programlama denen bir şey var, içine genetik bir mekanizma yerleştirirler, hiç fark etmeyiz ve yeriz. Hiç bilmediğimiz hastalıklara da kapılabiliriz. Bir milleti de toptan yok edebilirsiniz zaman içinde. Öyle şeyler yerleştirirler ki o tohumdan yiyen insanlar zaman içinde ölür... Böyle çok tehlikeli bir şey var. Üniversitelerimizin bu tür konularda bize yardım etmesi gerek.”
Üniversitelerimiz ‘başörtüsü ’ ile uğraşacaklarına ‘böyle şeylerle’ uğraşsalar ya!
Bu ‘inat ve örtme’ neden?
Reşat Nuri EROL
Bazı YAZARLAR -bildikleri halde- bazı gerçekleri, bazı söylemleri, bazı teklifleri, bazı ‘TEŞHİS’ ve ‘TEDAVİ’leri (konferanslar ve kitaplar), bazı projeleri görmemezlikten gelme konusunda ‘ısrar ve inat’ ediyorlar; ALİ BULAÇ bunlardan sadece biri! Mesela, yazarın bugünkü (04.10.2010) yazısında yazdıklarına bakalım.
Önce; “Milli Görüş partileri, diğerlerine olan artılarına rağmen: ...” deyip övdükten sonra, kendince “Millî Görüş Hareketi”nin kusurlarını ve eksiklerini sayıyor... “a) Ulus devletin örgütlenme modeline alternatif olacak bir idari ve toplumsal örgütlenme modeli önermekte yetersiz kaldıkları; b) İktisadi ve toplumsal hayatın ıslahını, Kartezyen bir zeminde “manevi ve ahlaki kalkınma ile maddi-ekonomik kalkınma” şeklinde tasarladıkları; c) Yerel kimliklerin ve küreselleşmenin ulusal yapıları nasıl çözdükleri konusu üzerinde yeterince imal-i fikr edip alternatif geniş şemsiyeler açamadıkları…”
Sonra; yazısının sonunda, içinde “... adil piyasa ve adaletli bir dünya ...” ifadesi geçen kocaman bir paragraf yazıyor. Ama ısrarla, inatla -söylemeye ve yazmaya dilimin ve kalemimin varmadığı- daha başka kelimelerle ifade edilmesi gereken bir şekilde, “ADİL EKONOMİK DÜZEN”i ve “ADİL DÜZEN”i, yani -hep söylediğim ve yazdığım üzere,- bütün insanlığın “SOSYAL TUFAN” seviyesindeki sorunlarını çözecek “ADİL DÜZEN MEDENİYET PROJESİ”ni GÖRMEMEZLİKTEN GELİYOR! ‘Görmedim, duymadım, yazmıyorum’ oyununu oynuyor ve bunu yirmi seneden beri ısrarla yapıyor!!! Bunu sadece ‘yazar’ın kendisi değil, yazdığı ‘ZAMAN Gazetesi ve cemaati’ de inatla yapıyor!!!
Acaba neden?!.
***
Ali Bulaç’ın sadece bugünkü yazısı değil, bundan önceki “Millî Görüş’ten son kopuş!” başlıklı yazısı (02.10.2010) da, yukarıdaki değerlendirmeyi yapmama sebebiyet verdi. Yazarın, ısrar ve inatla ileri sürdüğü görüşleri şöyle: “Beklendiği üzere Numan Kurtulmuş, SP’den ayrıldı. Bunun yakın tarihimiz ve orta gelecekte şekillenecek siyaset açısından büyük anlamı var: 1969’da MNP ile başlayan “merkezi Milli Görüş hareketi” noktalanmış bulunmaktadır. / Bundan sonra MNP, MSP, RP ve FP’nin devamı olarak kurulan SP, Türkiye’nin ve bölgenin siyasi hayatında dönüştürücü rol oynamaya aday bir siyasi parti olmaktan çıkıp, … siyasi ilgisi ve gündemi folklorik düzeyde kalan bir kulüp olarak devam edecektir / Evet, dramatik bir biçimde Milli Görüş noktalandı... / “Biten” SP merkezinde kalan, arkaik ve folklorik olarak seyirlik halde duracak olan.. Milli Görüş’tür.” Ve asıl ‘akıl verme’ başlıyor: “1 Ekim 2010 kopuşundan sonra ve yine Milli Görüş geleneğinden yeni bir siyasi çizgi uç vermiş oldu. Bundan sonraki aşama Türkiye, bölge, İslam dünyası ve küresel kapitalizmle olan ilişkilerimiz açısından hayati derecede önemlidir:” / Numan’a ‘özel’ akıl: “İlki, birçoklarının içinden geçtiği üzere, arkadaşlarıyla birlikte AK Parti’ye ilhak etmesi ve R. Tayyip Erdoğan’dan sonra parti liderliği yarışının en kuvvetli adayları arasında yer alması.” Ve son nokta; bütün çıplaklığıyla ‘asıl gerçeği’ acı bir şekilde itiraf: “Küresel kapitalizmle ilişkiler ve liberal politikalar iktidar olmanın bedeli olarak ihtimal hesaplarına dahil edildi.” !!!
***
Her neyse; ülkemizdeki en akıllı zannettiğimiz ALİ BULAÇ gibi bir ‘YAZAR’ veya ‘BENZERİ YAZARLAR’ın durumu bile buysa; onlara fazla takılmaya gerek yok! Biz “MİLLÎ GÖRÜŞ ve ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARIMIZA” bakalım... ONLAR istese de ‘İSTEMESE’ de, onlar görse de ‘GÖRMESE’ de, onlar duysa da ‘DUYMASA’ da, onlar yazsa da ‘YAZMASA’ da; daha doğrusu onlar üstünü ‘ÖRTSE’ de (kelimenin Arapçasını yazmıyorum); Allah elbette nurunu tamamlayacak ve yeryüzüne “ADİL DÜZEN”i getirecektir. Erbakan Hocamızın da son vesileyle hatırlattığı üzere: “Allah (onlara) hidayet ve şuur versin. / Allah en iyisini ve en güzelini yapar.” Ve’s-selâm…
Millî Görüş’ü örtenler
Reşat Nuri EROL
“Bu ‘inat ve örtme’ neden?” yazıma pek çok mesaj, telefon, tebrik ve teşekkür aldım. Ben de buradan hepsine teşekkür ederim. Şunu bir kere daha anladım; meğer bu konuda benim gibi pek çok muzdarip Millî Görüşçü varmış. Allah hepimize sabır versin.
Muzdariplerin hâline tercüman bir mesaj şöyle: “Öncelikle size çok çok teşekkür ediyorum. Ali Bulaç’ın bu abuk sabuk yazısını ben de okudum. Sadece Ali Bulaç böyle söylemiyor, Ahmet Hakan başta olmak üzere birçok yazar Millî Görüş’ün Erbakan’ı sevenler kulübü hâline geleceğini ifade ediyor, elbette birileri böyle olmasını istiyor, onlar da yazıyor. Hakikaten insanlar bu adamları aklı başında adamlar olarak biliyor, ancak bunlar Millî Görüş’ü ya anlamamışlar ya da sizin ifade ettiğiniz gibi anlamak istemiyorlar. Biz Allah rızası için çalışmalarımızı Erbakan Hocamızın ifadesiyle takatimiz yetene kadar sürdüreceğiz. Böyle insanlara biz sessiz yığınlar adına köşenizden cevap vermeniz bizi mutlu etmiştir. Allah işinizi rast getirsin.” (… Sendikası Gen. Bşk. Yrd. … - Ankara / ismi mahfuz)
***
Bugünkü konuya sorularla giriş yapayım: Erbakan’ın Liderliğindeki kırk yıllık Millî Görüş Hareketi olmasaydı; -Türkiye ve dünyada insanları “sağ-sol” veya “kapitalist-komünist” olarak bölen ve sömürenlere karşı alternatif olan “Millî Görüş ve Adil Düzen” çıkar mıydı? -Türkiye bütün kesimleriyle bugünkü durumda olur muydu? -Bütün Müslümanlar bugün ulaştıkları seviyeye ulaşabilirler miydi? -Turgut Özal ve ANAP, R. Tayyip Erdoğan ve arkadaşları (AKP), Numan Kurtulmuş ve arkadaşları, siyasette ve ulaştıkları makamlarda olabilirler miydi? -Ali Bulaç, Ahmet Hakan ve BENZERLERİ, Millî Görüş Hareketi olmasaydı, bugünkü Türkiye’yi ve ellerine geçen o imkânları bulabilirler miydi? (Sorularımla ne demek istediğimi daha fazla merak edenlere, ‘Erbakan’dan Önce – Erbakan’dan Sonra’ yazılarıma bakmalarını tavsiye ederim.)
***
Önceki yazımda geçen “inat” ve “ısrar” kelimeleri gayet açık bir şekilde anlaşıldıkları için bir yana bırakıyorum ama -umumi talep üzerine- “örtme” kavramı üzerinde durmam gerekiyor. Yukarıdaki sorularımda sorduğum üzere; “Millî Görüş Hareketi” sayesinde Türkiye vatandaşları, Müslümanlar, önemli şahsiyetler ve sade vatandaşlar olarak dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal alanlarda pek çok “NİMETLERE” ulaşmışsak, bugün bunları “inat ve ısrarla inkâr etmek ve örtmek” en hafifinden “küfran-ı nimet”tir.
Madem “küfran-ı nimet” dedik, kelimeyi biraz açalım. “Kefera” kelimesi “hafera” kelimesi ile kardeştir; hafriyat yapılmış bir çukuru toprakla kapatmadır, ‘üstünü örtme’dir. “Hafr, Kabr, Küfr” aynı mânâlarda ve benzer kelimelerdir. ‘Nimetleri kapatmak, üstünü örtmek’ yani ‘nankörlük etmek’ veya ‘küfran-ı nimet’ de bir çeşit küfürdür.
“MİLLÎ GÖRÜŞ HAREKETİ”ni ve “Sosyal Tufan” seviyesindeki çağdaş sorunlarımızın biricik kurtuluş reçetesi veya “Nuhun Gemisi” mesabesindeki kurtarıcısı, aynı zamanda “III. Bin Yıl Medeniyet Projesi” olan “ADİL DÜZEN”i “inkâr etmek” ve “üstünü örtmek” en hafifinden “küfran-ı nimet”tir.
- Bunlardan bir kısmı vardır ki; biz onlara henüz “Millî Görüş ve Adil Düzen”i ulaştıramadığımız için “mazur”durlar; onlar “örtücü” değildirler ama öğrenmek istemedikleri için “cahil”dirler. Çeşitli sebeplerle öğrenemeyenler ise daima mazurdurlar.
- Diğerleri ise; “Millî Görüş ve Adil Düzen” onlara ulaştığı halde, onlar buna kulak vermiyorlar, ‘görmedim, duymadım, yazmıyorum’ inadındalar, işte onlar “örtücü”dürler.
- Türkiye’de değişik gruplar ve topluluklar arasında “Millî Görüş ve Adil Düzen”i “kabul edenler” var, “bilmeyenler mazurlar” var, “cahil” olanlar var, bilerek “örtenler” vardır.
- Dünya ve tüm insanlık için de durum budur.
Biz bu anlattıklarımızla sadece bir “durum tesbiti” yapıyor ve herkesin “hidayete ermesini”, hidayette olanların da “şuurlu olmasını” istiyor ve dua ediyoruz... Ve’s-selâm…
Oradaydım... Oradaydık…
Reşat Nuri EROL
ORADAYDIM…
Kırk yıldan beri Millî Görüş partilerinin il divanlarına katılırım… MSP döneminde İzmir Gençlik Başkanı ve Merkez İlçe Başkanı olarak; RP döneminde İstanbul İl Başkan Yardımcısı olarak bütün toplantılara zaten katılmam gerekiyordu. Millî Görüş Hareketi I. ve II. Şahlanış Hamlelerini bu iki parti döneminde (MSP/Selâmet ve RP/Refah) gerçekleştirdi. Her iki Şahlanış Hamlesini bizzat yönetici olarak yaşadım. İşte, biraz da o yıllarda edindiğim tecrübelerime ve izlenimlerime de dayanarak mübalağasız yazıyorum: Pazar günü yapılan “Saadet Partisi İstanbul İl Divanı Toplantısı” gibi disiplinli, coşkulu, çok katılımlı ve hepsinden daha önemlisi “HEYECANLI” bir il divanı hatırlamıyorum...
İstanbul’da gerçekleşen bu çok katılım, coşku, disiplin ve HEYECAN -aşağıda izlenimlerini aktaracağım katılımcıların değerlendirmelerinden de anlaşılacağı üzere- tek kelimeyle “III. Millî Görüş Şahlanış Hamlesi”nin “MÜJDECİSİ” mesabesindeydi…
“Millî Görüş Hareketi” sadece İstanbul’da değil, Türkiye’nin 81 vilayetinde yaptığı divan toplantılarıyla da bu müjdeyi pekiştirdi; darısı 17 Ekim Büyük Kongre’sinin başına!
***
ORADAYDIK…
Divana katılan birkaç kişinin değerlendirme ve duygularını aktarmam yeterli olacaktır.
Fatih Baran: Pazar sabahı SP yeniden doğdu! Dün (pazar) İstanbul İl Divanı’na katıldım. 1000 kişilik salonun hiç abartısız 4 katı bir insan seli... Bir Pazar sabahı İstanbul teşkilatını buraya yığan neydi?.. Üstelik İstanbul’un istifa ettiği söylenen ilçe başkanları dahil 35 ilçe başkanı ‘Hocama selâm, Millî Görüşe devam’ diyerek divana gelenleri ayakta selamladılar. / Turan: Demek ki bazen musibet yaşamak gerekiyor... Ben de Hocamı haklı buluyorum... İstanbul İl Divanı’ndaydık... Gerçekten de Saadet tarihinde böyle katılımlı ve disiplinli divan yaşanmamıştı… / Nazlı - AYNEN HOCAM AYNEN! Dün İstanbul İl Divanı vardı; 8 yılın en coşkulu, en feyizli, en kalabalık toplantısı (3000 kusur kişi) idi. 8 yıllık teşkilatçıyım, ben böyle bir toplantı görmedim inanın... Zafere çok yaklaştık Allah’ın izniyle... / İsim: MİLLÎ GÖRÜŞ BİTMEZ... Bugün ordaydım ve Hocamın bahsettiği o heyecanı ve azmi kendi gözlerimle gördüm. Elhamdülillah biz ne olaylara göğüs gerdik, bu nedir ki; çok basitçe atlattık. Hocamın da dediği gibi ‘Biz karada gemiler yapmaya devam edeceğiz, ancak inanacağız ki ALLAH (c.c) denizi ayağımıza getirecektir.’ Bu yüzden dava kardeşlerim, biz sadece inanalım, inşaallah zafer yakındır ve zafer bizimdir. Ayrıca bizi öldürmeyen her darbe daha da güçlendirecektir. / İsim: Kalanlardan: Ben de oradaydım. Gerçekten çok coşkulu bir program oldu. Gözlerim doldu, nasıl bir dava ki bu gözlerimizi bile dolduruyor ve Erbakan Hocamın ‘Sağlamların alınlarından öpüyorum’ sözü içime derinden işledi. Allah yolumuzu açık etsin. 17 Ekim’de herkes her şeyi görecek inşaallah… / Kenan Akcan: Allah nasip etti, ben de oradaydım. Gerçekten 3. Şahlanışın başladığına şahit oldum. Şuurlu Millî Görüş Hareketi’nin yeniden canlandığını gördüm. İlk eğitimimizi de orada almış olduk. Yeniden gür bir sesle ÖNCE AHLÂK VE MANEVİYAT. Selâm olsun sadıklara... / Selahattinoğlu Fatih; Şehir Frankfurt/Kayseri: Maşallah, Maşallah... Oradaki insanların gözlerindeki heyecan (fotoğraflarda bile) hissediliyor. Allah cc aşkınızı artırsın. Allah cc bu yolda layıkıyla amel edebilenlerden eylesin. Çok konuşup da bazı büyüklerimiz gibi daha sonra kaybolmaktan korkuyoruz. Sen bizleri koru ya Rabbi. Zafer inananlarındır inşallah. Muhammed; Şehir: İstanbul: Dün SP’nin 81 ilde İl Divanları coşkulu bir şekilde yapıldı, yandaş ve Millî Görüş düşmanı basında yer bulamadı. Numan bir fuara katıldı, tüm medyada olağanüstü bir şekilde verildi. Biz 70’li yıllarda da aynı şeyleri yaşamıştık ama şimdi internet siteleri onların bu yalan ve görmezden gelmelerini anlamsız kılıyor, hiçbir şey gizlenemiyor.
Ve’s-selâm…
Adil ve zalim insanlar ve sistemler
Reşat Nuri EROL
İnsanları, bütün insanlığı birbirine bağlayan caddeler, yollar, ulaşım şekilleri, haberleşme araçları var. İnsanlığın şehirler arası, uluslar arası, kıtalar arası kara, demir, deniz ve hava yolları var. İnsanlığın ülke içinde ülke yolları, il yolları, bucak yolları, kasaba ve köy yolları var.
Bütün bu yollar insanları ve o insanların oluşturdukları toplulukları birbirine bağlar.
*
Yeryüzünde bu yolları yapan “hayırsever ve ‘ADİL’ insanlar ve sistemler” var.
Bir de bu yolları tıkayan “şer sever ve ‘ZALİM’ insanlar ve sistemler” var.
Mü’minler var, Müslimler var;
Kâfirler var, Münafıklar var.
*
Hakkı ve adaleti esas/temel alan “düzenler/sistemler” var.
Kuvvete ve zulme dayanan “düzenler ve sistemler” var.
“ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN” var.
Bir de çeşit çeşit “ZALİM DÜZENLER” var;
Kapitalizm, komünizm ve diğerleri…
***
“Yol” var, “yollar” var…
“İyi yollar” var, “kötü yollar” var…
“Doğru yollar” var, “yanlış/sapık yollar” var…
Daima “doğru yolda, sırat-ı mustakimde olanlar” var.
Daima “yanlış, yamuk, sapık, bâtıl yollarda olanlar” var.
Bir de “yoldan çıkanlar” var, “yoldan sapanlar” var, “hidayeti kararanlar” var…
*
Evet, yoldan çıkanlar, yoldan sapanlar var; bir de insanların ve toplulukların doğru yola girmelerini ve o yollarda gitmelerini engelleyenler var.
Bunlar “Adil Düzen”i ve “Adil Ekonomik Düzen”i kendileri uygulamadıkları gibi başkalarının “Adil Düzen” uygulamalarına da mâni olurlar. Bunlar “bir grup, bir topluluk” teşkil ederler. Bu durumda düşünelim bakalım “Adil Düzen”in gelmesini istemeyen kimler vardır? Otel odalarında toplanıp “Adil Düzen”in getirilmesini istemeyenler kimlerdir?
Bunlar tekel sömürü sermayesinin mensupları ile onların hizmetkârlarıdır.
Yani yeryüzünü sömüren “tekel sömürü sermayesi ile onun işbirlikçileri”dir.
Bunlar “Adil Düzen”in ne olduğunu biliyorlar ancak sömürülerini bu “zalim düzen”de devam ettirdikleri için “Adil Düzen”in gelmesinin önünde engel teşkil ediyorlar. İşte onlar ve onların işbirlikçi hizmetkârları bir tek topluluk oluşturuyorlar. Bunların tamamı dolara yani paraya tapan kötü niyetlilerdir. Tebbet Sûresi’ndeki “Ebû Lehebler”dir bunlar. Uygarlaşmaya, medeniyetleşmeye karşı direnenlerdir, “Adil Düzen”e geçmeyi önleyenlerdir.
*
“Adil Düzen” nedir?
İnsanlığın “adalet ve barış” içinde birleşmesidir.
Bizim bir görevimiz de; insanların bir arada olmasını engelleyen ve hâlen dünyanın her tarafında uygulanmakta olan “gümrükler ve vizeler düzenini” ortadan kaldırmadır.
Bu zalim “gümrükler ve vizeler düzeni”ni kurdurup uygulatanlar kimlerdir?
Küresel sömürü sermayesi mensupları ile onların yeryüzündeki işbirlikçileridir. Kendileri bütün insanları sömürsünler diye bu engelleri koymuşlardır. Tüm insanlığın zavallı, aciz ve zalim yöneticileri de işte bu küfretmiş olanlara hizmet etmektedir. ‘Gümrükleri kaldırdım, vizeleri kaldırdım!’ diyen devlet yöneticileri bu engelleri ve setleri yıkmış olur.