1967...1968...1969....AKEVLER 43 YILDIR ÇALIŞIYOR....2008...2009...2010
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 557
“ADİL DÜNYA DÜZENİ, III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 17 Nisan 2010 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 557. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz: Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
İ Ş S İ Z L İ K YÜKSEK KURULU
“ADİL DÜZEN”,
RÜYALAR;
YORUM VE DEĞERLENDİRME
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 107. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SOHBET… SEMİNER… SORULAR-CEVAPLAR…
[Genel Hizmet Kooperatifi Ana Sözleşme Çalışmaları.. şimdilik ertelendi! Demek ki insanların genel olarak “ADİL DÜZEN”e
ve özel olarak “Genel Hizmet”e ihtiyacı yok!.. Biz her şeye rağmen genel hazırlıklarımıza sabır ve sebatla devam ediyoruz… ]
***
Millî Gazete ve ekonomi sayfaları
İktisat, işsizlik, iflas ve İNTİHAR!
Reşat Nuri EROL
***
YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 10
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ(1) إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ(2) نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ هَذَا الْقُرْآنَ وَإِنْ كُنتَ مِنْ قَبْلِهِ لَمِنْ الْغَافِلِينَ(3) إِذْ قَالَ يُوسُفُ لِأَبِيهِ يَاأَبَتِ إِنِّي رَأَيْتُ أَحَدَ عَشَرَ كَوْكَبًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَأَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ(4) قَالَ يَابُنَيَّ لَاتَقْصُصْ رُؤْيَاكَ عَلَى إِخْوَتِكَ فَيَكِيدُوا لَكَ كَيْدًا إِنَّ الشَّيْطَانَ لِلْإِنسَانِ عَدُوٌّ مُبِينٌ(5) وَكَذَلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ يَعْقُوبَ كَمَا أَتَمَّهَا عَلَى أَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ إِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ(6) لَقَدْ كَانَ فِي يُوسُفَ وَإِخْوَتِهِ آيَاتٌ لِلسَّائِلِينَ(7) إِذْ قَالُوا لَيُوسُفُ وَأَخُوهُ أَحَبُّ إِلَى أَبِينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّ أَبَانَا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ(8) اقْتُلُوا يُوسُفَ أَوْ اطْرَحُوهُ أَرْضًا يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ أَبِيكُمْ وَتَكُونُوا مِنْ بَعْدِهِ قَوْمًا صَالِحِينَ(9) قَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ لَا تَقْتُلُوا يُوسُفَ وَأَلْقُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ بَعْضُ السَّيَّارَةِ إِنْ كُنتُمْ فَاعِلِينَ(10) قَالُوا يَاأَبَانَا مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّا عَلَى يُوسُفَ وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ(11) أَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ(12) قَالَ إِنِّي لَيَحْزُنُنِي أَنْ تَذْهَبُوا بِهِ وَأَخَافُ أَنْ يَأْكُلَهُ الذِّئْبُ وَأَنْتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ(13) قَالُوا لَئِنْ أَكَلَهُ الذِّئْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّا إِذًا لَخَاسِرُونَ(14) فَلَمَّا ذَهَبُوا بِهِ وَأَجْمَعُوا أَنْ يَجْعَلُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ لَتُنَبِّئَنَّهُمْ بِأَمْرِهِمْ هَذَا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ(15) وَجَاءُوا أَبَاهُمْ عِشَاءً يَبْكُونَ(16) قَالُوا يَاأَبَانَا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ وَمَا أَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ(17) وَجَاءُوا عَلَى قَمِيصِهِ بِدَمٍ كَذِبٍ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللَّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ(18) وَجَاءَتْ سَيَّارَةٌ فَأَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ فَأَدْلَى دَلْوَهُ قَالَ يَابُشْرَى هَذَا غُلَامٌ وَأَسَرُّوهُ بِضَاعَةً وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ(19) وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍ وَكَانُوا فِيهِ مِنْ الزَّاهِدِينَ(20) وَقَالَ الَّذِي اشْتَرَاهُ مِنْ مِصْرَ لِامْرَأَتِهِ أَكْرِمِي مَثْوَاهُ عَسَى أَنْ يَنفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَكَذَلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْأَرْضِ وَلِنُعَلِّمَهُ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ وَاللَّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ(21) وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ(22) وَرَاوَدَتْهُ الَّتِي هُوَ فِي بَيْتِهَا عَنْ نَفْسِهِ وَغَلَّقَتْ الْأَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ قَالَ مَعَاذَ اللَّهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ(23) وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا لَوْلَا أَنْ رَأَى بُرْهَانَ رَبِّهِ كَذَلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوءَ وَالْفَحْشَاءَ إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ(24) وَاسْتَبَقَا الْبَابَ وَقَدَّتْ قَمِيصَهُ مِنْ دُبُرٍ وَأَلْفَيَا سَيِّدَهَا لَدَى الْبَابِ قَالَتْ مَا جَزَاءُ مَنْ أَرَادَ بِأَهْلِكَ سُوءًا إِلَّا أَنْ يُسْجَنَ أَوْ عَذَابٌ أَلِيمٌ(25) قَالَ هِيَ رَاوَدَتْنِي عَنْ نَفْسِي وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ أَهْلِهَا إِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ قُبُلٍ فَصَدَقَتْ وَهُوَ مِنْ الْكَاذِبِينَ(26) وَإِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ فَكَذَبَتْ وَهُوَ مِنْ الصَّادِقِينَ(27) فَلَمَّا رَأَى قَمِيصَهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ قَالَ إِنَّهُ مِنْ كَيْدِكُنَّ إِنَّ كَيْدَكُنَّ عَظِيمٌ(28) يُوسُفُ أَعْرِضْ عَنْ هَذَا وَاسْتَغْفِرِي لِذَنْبِكِ إِنَّكِ كُنتِ مِنْ الْخَاطِئِينَ(29) وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَدِينَةِ امْرَأَةُ الْعَزِيزِ تُرَاوِدُ فَتَاهَا عَنْ نَفْسِهِ قَدْ شَغَفَهَا حُبًّا إِنَّا لَنَرَاهَا فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ(30) فَلَمَّا سَمِعَتْ بِمَكْرِهِنَّ أَرْسَلَتْ إِلَيْهِنَّ وَأَعْتَدَتْ لَهُنَّ مُتَّكَأً وَآتَتْ كُلَّ وَاحِدَةٍ مِنْهُنَّ سِكِّينًا وَقَالَتْ اخْرُجْ عَلَيْهِنَّ فَلَمَّا رَأَيْنَهُ أَكْبَرْنَهُ وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ وَقُلْنَ حَاشَ لِلَّهِ مَا هَذَا بَشَرًا إِنْ هَذَا إِلَّا مَلَكٌ كَرِيمٌ(31)
قَالَتْ فَذَلِكُنَّ الَّذِي لُمْتُنَّنِي فِيهِ وَلَقَدْ رَاوَدتُّهُ عَنْ نَفْسِهِ فَاسْتَعْصَمَ وَلَئِنْ لَمْ يَفْعَلْ مَا آمُرُهُ لَيُسْجَنَنَّ وَلَيَكُونًا مِنَ الصَّاغِرِينَ (32) قَالَ رَبِّ السِّجْنُ أَحَبُّ إِلَيَّ مِمَّا يَدْعُونَنِي إِلَيْهِ وَإِلَّا تَصْرِفْ عَنِّي كَيْدَهُنَّ أَصْبُ إِلَيْهِنَّ وَأَكُنْ مِنْ الْجَاهِلِينَ (33) فَاسْتَجَابَ لَهُ رَبُّهُ فَصَرَفَ عَنْهُ كَيْدَهُنَّ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (34)
قَالَتْ
(QAvLaT)
“Kadın kavl etti.”
Kadınlar, ‘haşa lillâhi, bu beşer değildir, kerim bir melektir’ dediler. O onların gözlerinde çok asil ve büyük göründü. Açıkça kadın onlara cevap verdi ve dedi ki; işte beni levm ettiğiniz bu.
Kadın ne yapmak istemektedir?
Kendisini levm eden kadınlara Hazreti Yusuf’un üstünlüğünü göstererek kendisini haklı çıkarmaya çalışmaktadır. Kadın eğer diğer kadınların sözlerine kulak vermiyorsa, o takdirde bu işi niye yapmaktadır? Kulak veriyorsa, kadınlar ne yapacaklar? Hazreti Yusuf çok yakışıklı diyecek de kadınlar artık aleyhinde konuşmayacaklar mı idi?
Yapılan tam hesaplanmış bir fiil olarak görülmüyor. Ama kadın bilincini kaybetmiştir, ne yaptığının farkında değildir. Anlaşılan kocasından artık korkmamaktadır. Kendisinin ehlinden olan şahit kocasını susturmuştur. Kocası bir şey yapamaz duruma düşmüştür. Bu sefer kadın hepten gemi azıya almıştır.
Bazen olaylar hiç beklenmedik şekilde cereyan eder. İnsanlar ellerinde olmayarak bazı işler yaparlar. İşte bu takdiri İlâhidir. Eğer Allah bir şey yaptırmak isteyecekse bir şekilde şaşkın şaşkın hareketler yaptırır.
AK Parti’nin iktidara geldiğinden beri böyle hareketleri vardır.
“Ben Millî Görüş gömleğimi çıkardım, ben Adil Düzenci değilim, hiç olmadım, hep karşı çıktım!” demeleri böyledir.
Makul olanı neydi, Tayyip Erdoğan ne demeliydi?
“Her görüşün iyi tarafı vardır, yanlış ve kötü tarafı vardır. Ben Millî Görüşçüler arasında yetiştim. Elbette doğruları vardır. Yanlışlarını da gördüm. Onlardan ayrıldım. Hatalarını düzeltmeye çalışıyorum. “Adil Düzen”in, “Millî Görüş”ün doğrularını ve iyiliklerini devam ettireceğim ama yanlışlarını ve hatalarını elbette bırakacağım ve doğrusu ne ise onu yapacağım. Sizlerden onların yanlışlarını ispatlayarak göstermenizi bekliyorum.”
Tayyip Erdoğan böyle demeliydi.
Böyle yapmayıp gömleği çıkardı. “Adil Düzenci değilim” deyince, sonra yaptıklarını izah edemiyor. Ama kendi iradesi dışında bu yolu tuttu, şimdi geri dönemiyor.
Yusuf kıssasında anlatılan kadın da çekinmez bir eda ile diğer kadınlara yaptıklarının haklılığını göstermeye çalışıyor.
فَذَلِكُنَّ
(Fa ÜAvLiKünNA)
“İşte bu”
Burada “Fa” harfi getirilmiştir. “Fa” beyan fasıdır. Yani siz benim aleyhimde dedikodu yaptınız, ben de size onu gösterdim. Siz parmaklarınızı ısırdınız. İşte bu olaylarda bana hak vermelisiniz. Bu kişi o kişidir diyor.
Buradaki “Za” Hazreti Yusuf’a racidir, mübtedadır. Haberi bundan sonra gelen cümledir.
Cevap cümlesinde “Fa” harfinin getirilmesi, karşı tarafı kendi ifadeleri ile mahkum etmektir. Söyledikleriniz doğrudur. O sebeple ben öyle yaptım. Siz de beni levm ettiniz. Oysa levm etmemeniz gerekirdi. Bu kerim bir melektir.
Mısır ne kadar uygarlaşmış bir ülke ise de, ilkelliği devam etmektedir. Kralı Tanrı’nın oğlu kabul eden, büyücülere tanrısal yük yükleyen topluluk, insanı da melekleştirip onunla ilişki kurmayı ayıp olmaktan çıkarabilir. Bu durumda kocası da bunu anlamsız görmeyebilir. Dolayısıyla bir melekten çocukları olabilir.
Bugün melek kavramını bile reddeden bir toplulukta bu tür düşünceler normal olur.
الَّذِي لُمْتُنَّنِي فِيهِ
(elLAÜIy LüMtünNAnIy FIyHi)
“Beni levm ettiğiniz kişidir.”
“Levm etmek” demek yermek demektir, ayıplamak demektir. Suçlamak anlamına gelmez. İnsanlar suç işler, cezaları vardır. Ama o toplulukta ayıp sayılmaz.
Kadınların evlilik dışı ilişkileri toplulukta levm edilir de, erkekler için bu eksiklik sayılmaz. Oysa günah olma bakımından ikisi için aynıdır.
Kur’an’da iyi insanlar için ‘onlar laimin levminden korkmazlar’ deniyor.
İşte kadın bu tür bir haleti ruhiye içindedir. Çevrenin dedikodusunu yenmeye çalışmaktadır. Hadiseleri tevil de budur.
Kadının aklına bu düşünceler neden gelmiştir?
Hazreti Yusuf hapishaneye gidecektir. Oraya gitmesi gerekmektedir. Orada da alması gereken eğitimi alacaktır. Kadın suçlanmıyor, ayıplanıyor.
Bu ifadede zina suç kabul edilmiyor.
Oysa kocanın yapması gereken karısını boşamaktır.
Karısı ne düşünüyor?
Kocasından ayrılıp Yusuf’la evlenmek ve yeni hayat kurmak...
Mısır hukukunda zina cezası var mıdır?
Bu anlayış böyle bir cezanın olmadığını gösteriyor.
Kadın kocasını korkutmuş gibi gözüküyor.
Geçmiş topluluklar incelenirken o toplulukların düşüncelerini keşfetmemiz gerekmektedir. Mısır’da zina fiiline karşı tutumun ne olduğu bilinmedikçe bu âyetin mânâsını kavramamız mümkün olmaz.
وَلَقَدْ رَاوَدتُّهُ عَنْ نَفْسِهِ
(Va LaQaD RaVaDTuHUv GaN NaFSiHIy)
“Ve ben onu onun nefsinden murat almak istedim.”
Buradaki “Ve” harfi bundan önceki cümleye atıftır. “İşte beni levm ettiğiniz budur” demiştir. “Ve ben hâlâ onu muravede ediyorum” demektedir.
“Kad” kelimesi maziyi hâle getirir.
Kadın açıkça meydan okumaktadır.
“Evet, siz beni levm ediyorsunuz ama ben devam edeceğim” demektir.
Bu kadar aleni bir şekilde direnmesini akılla izah etmek mümkün değildir. İnsanın duyguları galip gelince ne yapacağını bilmez.
Allah bir şeyi murad etti mi, onu gerçekleştirmek için insanın aklını alır ve ona yararı olmayan, makul olmayan işler yaptırır. Kendi özel hayatımızda bununla çok karşılaşırız. Karşı taraf beklemediğiniz iş yapar ve siz şaşırırsınız. Bu kimse neden böyle yapıyor, bir türlü aklınız ermez.
ABD Irak’ı işgal etmiştir. Yaptığı planların hiçbiri tutmamıştır ama ısrarla işgale devam etmektedir. Çünkü başka yapacak bir şey yoktur.
Kadın bir hata yapmıştır, şimdi ne yapabilir?
Suçunu kabul etmesi ve teslim olması beklenemez. Mecburen direnecek. Nasıl direneceğini bilemezse makul olmayan hareketler yapar. Kadın inkar eder ve biraz sonra da olay unutulabilirdi. Ama bu mümkün olmamıştır.
فَاسْتَعْصَمَ
(FaSTaGÖaMa)
“İsti’sam etti.”
Ben onunla muravede ettim, o isti’sam etti.
Buradaki “Fa” harfi takip fesidir. Yani suçlu olan o değil benim demek istiyor. Hazreti Yusuf’u korumaktadır, Hazreti Yusuf’un kötü görünmesini istememektedir. Böylece Allah Hazreti Yusuf’u korumuştur, çevre onu iyi insan olarak tanımıştır.
“İsmet” günah işlememek anlamındadır. İstif’al bâbı taleb için gelir.
“İsti’sam etme” kendisini korumak istemektir. “İsmet” korunma anlamındadır. Günah işlememe de ismet olarak kabul eldir.
Kelamcılar peygamberlerin masum olduklarını kabul eder. Onlar suç işlemez sayılır. İnsan beşer olduğu için suç işler. Masum kimse yoktur. Ne var ki peygamberlere yardım edilir ve onlar suç işlememek için direnir, bunu gerçekleştirecek imkanlar bulurlar.
Kadın burada “isti’sam etti” diyor.
Kadınlar bir araya gelip kendilerine göre bir siyaset yaparlar. Bu gibi durumlarda birbirlerini korurlar da. Hazreti Yusuf’un sahibesi kadın durumu kadınlara doğrudan anlatmaktadır. Onların “bu kerim melektir” demelerinden cesaret almıştır.
وَلَئِنْ لَمْ يَفْعَلْ مَا آمُرُهُ
(Va LaEiN LaM YaFGaL MAv EaMuRUvHUv)
“Emrettiğimi fi’letmezse.”
Buradaki “Ve” harfi bu cümleleri bundan önceki cümleye atfetmektedir. Onunla ben muravede ettim diyor. Ona atıfla bundan sonra onunla muravede edeceğim demiyor. Emrettiğimi yapmazsa diyor. Fiili mazidir. Ama kastedilen muzaridir. Bundan sonra yapmazsa demektir. O halde şarttan sonra gelen mazi muzari mânâsına gelir. Emrettiğimi dememekte emredeceğimi yapmazsa diyor.
“Ellezi Emertuhu” demiyor, “Mâ Âmuruhu” diyor.
İşlerinde herhangi bir emrimi yerine getirmezse mânâsınadır. “Herhangi bir şekilde direniş gösterirse, bir bahane bulup hapse attırtacağım” diyor. Yani kadın bundan sonra ben onunla muravede edeceğim demiyor; ona müsamaha göstermeyeceğim diyor. Kadın kendisini korumak için; “Ben onu denedim, nasıl davranacağını denedim, o isti’sam etti” diyor. Bununla beraber ben onu yine zindana gönderebilirim demek istemektedir.
“Mâ Âmuruhu”nun muzari ve nekre olması bunu göstermektedir.
لَيُسْجَنَنَّ
(La YuSCaNanNa)
“İscan edilecek.”
“İn”in başına “Le” getirilmiş, şimdi de haberin üzerine “Le” getirilmiştir.
Birincisinde şartta tekittir, ikincisinde haberde tekittir. Şartta tekit, şartın yapılmasını talep içindir. Çünkü “İn”de talep yoktur, olup olmaması birdir. “Lein”de ise yapılması istenmektedir. Haberde “Le” getirilmesi cezanın teyididir. Emrettiğimi mutlaka yaptıracağım. Çok direnirse o iscan olunacaktır, o hapsedilecektir. Kimin iscan edeceği belirtilmemiştir. Sadece teşdid nunu ile tekit edilmiştir. Kurtuluşu yok, hapse gidecektir demektir.
Kadın bunu nasıl başaracaktır? Hapse attırmak kolay ve basit iş midir? Hazreti Yusuf ne yapacaktır da hapse atılacaktır? Burası burada meçhul kalmaktadır.
Bugün bir kimsenin hapse atılması için iki yol ve sebep vardır. Birincisi suç delillerini gizlemek, ikincisi ise kaçmak ihtimalidir. Kendisine suç isnat edilen kaçmak durumunda ise veya suç delillerini değiştirecekse hapsedilir. Sonra da her suçun kanunda gösterilen cezası vardır. O cezaya hakim karar verir.
İslâmiyet’te hapis cezası yoktur, gözaltına almak da yoktur. Kur’an’da kısas hükümleri getirilmiştir. Hırsızlığa kol kesme, zinaya dayak cezası vardır. Başka türlü kişinin malı ve canı güvendedir.
Mısır’da durum nasıldır?
Ceza kanunlarında fiillerin cezaları sayılmıştır. Çağdaşı olan Mezopotamya hukukunda para cezaları sayılmıştır. Burada Hazreti Yusuf için özel durum vardır. Kölelerin kişilikleri olmadığı için Roma’da sahipleri onlara istedikleri cezayı verebilmekte idiler. Öldürseler bile sahipleri sorumlu olmazlar.
Burada da durum böyle olabilir. Kadın ona verilecek cezayı tayin etme yetkisindedir.
Sahibi kölesini dövebilir ama hapishaneye atamaz. Çünkü köle sahibinin böyle hapishanesi yoktur. Devletin hapishanesine kölesini koyma yetkisi makul gelmemektedir.
O halde bu hapsetme işi birtakım iftiralarla başarılacaktır. Aziz nüfuzlu biri olduğuna göre Hazreti Yusuf’u hapsedebilecektir.
Mısır’da hukuk nasıldı ve ceza hukuku nasıl çalışıyordu?
Buradan anlaşılıyor ki, bugün olduğu gibi insanlar tertiplerle hapsedilebiliyordu. Yahut zaten onlarda kural böyle idi.
Görülüyor ki Hazreti Yusuf kıssasını okudukça birtakım sorular oluşmaktadır.
وَلَيَكُونًا مِنَ الصَّاغِرِينَ (32)
(Va LaYaKuNa MiNa elÖaĞıRIyNa)
“Ve sagirlerden olacaktır.”
Hapse atılma ve sagirlerden olma. Yani hapsin dışında sagirlerden olma vardır.
“Küçüklerden olma” burada kurallı erkek çoğulla getirilmiştir.
O halde Mısır’da böyle bir sınıf vardır. Bu sınıf kölelerden aşağı sınıftır. Bunlar mahkum kimselerdir, kişilikleri kölelerden aşağıya inen kimselerdir. Bu anlamda olabilir. Yahut onu himayemizden uzaklaştırırız, sürünür anlamına gelebilir. Irgat köleliğe dönüştürülmüş köle durumunda olabilir.
Topluluklarda sınıflar daima mevcut olmuştur. Doğuştan düşük sınıflara mensup olma olduğu gibi yaptığı fiillerden dolayı da kötü kimseler sınıfına idhal edilebilir.
İslâmiyet’te üç çeşit insan vardır.
1. Biri adil olan kimselerdir. Bunların şahitlikleri mutlaka kabul edilir. Hakimler bunların şahadetlerini reddedemezler.
2. Diğeri, mecruh kimseler vardır. Onların şahitlikleri kabul edilmez. Zina iftirası yapan kimselerin durumu budur. Kadın Hazreti Yusuf’a böyle bir cezanın verilmesini istemektedir.
3. İslâmiyet’te bir de meçhul kimseler vardır. Bunlar adil veya mecruh oldukları bilinmeyen kimselerdir. Bunların şahadetini soruşturmacılar kabul eder veya reddeder.
Mısır’da da buna benzer bir müessesenin olduğu anlaşılıyor ki sagirlerden bahsediliyor. Hazreti Yusuf bir köle iken onun oralara götürüleceğini söyledi. Bu da bize kölelerden daha aşağı bir sınıf olduğunu göstermektedir.
“Sagir” küçük demektir. Büyükler küçüklere emrederler. Onları devre dışı bırakırlar. Çocuklar da Kur’an’da sagir olarak gösterildiğine göre, demek ki küçüklere hükmetme velilerin yetkileri dairesindedir.
Cizye ehli Kur’an’da sagirlerden sayılmıştır. Siyasi haklardan mahrum olmaları demektir. Topluluk Allah adına idare edilir. Buna hilafet diyoruz. İşte, cizye sahibi kimselerin halife olarak topluluğu yönetme hakları yoktur. İslâmiyet’te bu hak mü’minlere verilmiştir. Kur’an’da mü’min kölelerden bahsedilmektedir.
O halde siyasi haklardan mahrum olan ve kamu görevlisi olamayanların sınıfı sâgirîn sınıfıdır. Bunlar vekaleten de kamu görevi yapamazlar. Oysa köleler efendileri adına kamu görevleri yüklenirler. Yusuf peygamberin o sınıfa sokulacağını belirtmektedir. Biz burada böyle bir sınıfın olduğunu “sâgirîn”in erkek kurallı çoğul gelmesinden anlıyoruz.
***
قَالَ رَبِّ
(QAvLa RabBı)
“Rabbim diye kavl etti.”
“Rabbi” kelimesinin sonunda “ya” harfi vardır. Yakın kimseye söylediğin zaman kısa olarak kesersin. Allah’a hitap ettiği için, sessiz söylediği için ve içinden söylediği için “Rabbî” denmemiş, ya kesreye dönüşmüştür.
Bu hitaptan anlaşılıyor ki, muhatap kadınlar değil Rabbi’dir. “Y” harfinin telaffuzundan anlıyoruz ki Hazreti Yusuf kendi kendine içinden Rabbi’ne söylemiştir. Yani öyle düşünmüştür, ağzı ile söylememiştir. Hazreti Yusuf baştan tereddüt geçirmiş, gençliğin verdiği tahrik ile o da ona meyletmiştir. Ancak Rabb’inin burhanını görünce kendisini çekmiştir ve artık kararlı bir şekilde hareket etmektedir.
İnsan için en zor durum karar verememektir. Karar verdikten sonra insan ne yapacağını bildiği için işler onun için kolaydır. Baştan kararsız olduğu için tereddüt geçirmiş ama artık her türlü baskılara rağmen dimdik durabilmektedir. Bu sebepledir ki ani baskılarla hareket etmemek gerekir. Hilmi Özkök, ‘yeni ve orijinal fikirlerden her zaman korkmuşumdur’ demiştir. Bu sebeple tebliğ bir defa söylemekle olmaz. Devamlı ve değişik yönlerden tebliğ yapılacaktır. Zamanla insanlar düşünecekler, taşınacaklar ve sizin tebliğinizi anlayacaklardır. Ben söyledim ama yapmadı demeyeceksiniz. Demek ki ben söyleyemedim, ben anlatamadım diyeceksiniz. Bir topluluk buna alışmalıdır. Heyecana kapılıp hareket etmemelidir.
Türkiye’de artık piyasa eskisi gibi birinin öksürmesiyle değişmiyor. Herkes ani olaylardan etkilenmemektedir. Bu sebepledir ki Türkiye krizi en hafif şekilde atlattı.
Hazreti Yusuf kendi kendine söylenmektedir. Kadın alenen kadınlara söylemektedir. Hazreti Yusuf da söylenenleri duymuştur. Zaten kadın da Yusuf duysun diye söylemiştir.
Kadın Hazreti Yusuf’u alenen tehdit etmektedir. Belki de kadınlarla böyle muvazaa etmiştir. Yani Yusuf’u tehdit altına almaktadır. Hazreti Yusuf’a, her emrettiğimi yapacaksın, seni ezeceğim, dinlemezsen başına bunlar gelir demek istemektedir.
Hazreti Yusuf onları dinledikten sonra kendi kendine söylenmektedir. İçinden söylemektedir. Bunu içinden söylediği bundan sonra gelen “beni ona dâvet ettiklerinden” sözünden anlaşılıyor. “Davet ettiği” veya “davet ettiğiniz” demiyor. Yani muhatap kadın veya kadınlar değildir. Biz ‘böyle düşündü’ deriz, Araplarda ‘böyle söyledi’ denir. Eğer karine yoksa, “li” harfi de getirilmiyorsa, o zaman böyle düşündü anlamına gelir.
“Kul hüvellahu ehad”daki emir “böyle söyle” değildir, “böyle düşün” demektir. Allah okuyana “sen böyle düşün” demektedir. Diller arasındaki farklar buradan doğar. Tercüme, tam tercüme onun için mümkün değildir.
Bizim Kur’an’ı doğru anlayabilmemiz için âyetleri baştan sona böyle okumamız gerekmektedir. Kur’an lugati yaparken âyetleri sıralamamız ve o âyetlere göre o kelimeyi kavramamız gerekmektedir.
السِّجْنُ أَحَبُّ إِلَيَّ
(elSiCNu EaXabBU ELayYa)
“Sicn daha ehabdır dedi.”
“Sicn” nedir?
Kooperatifimizde, İzmir Akevler Sitesi’ni yaparken elektrik kazası olmuştu. Ben sorumlu mühendistim. Dört gün nezarette kaldım, bu vesileyle orasını da gördüm.
Bu durumda sıkıntıyı içeride olanlardan çok dışarıdaki yakınları çekmektedir. Oraya girip yatmayanlar orasını çok sıkıntılı yer olarak görürler. Ayrıca ekonomik bakımından da eksiklik olur. İçeride olanlar oranın hayatına kısa zamanda uyum sağlarlar ve orası da ev kadar rahat olmaya başlar. Sonunda hapis cezası hapsedilene değil yakınlarına ceza olur.
Bu durum cezadaki şahsilik ilkesine aykırıdır.
İşte o sebepledir ki peygamberler sisteminde hapis cezası yoktur.
Hazreti Yusuf hapishaneyi görmemiştir. Onun için çok korkunç bir yerdir. Ama o imanı sebebiyle, kararlılığı sebebiyle hapishaneyi tercih etmektedir.
İşte azimli olmak, resul olmak demek bu demektir.
Her mü’min bir resuldür, böyle olmaktadır, böyle olmalıdır. Mü’min demek, hak bildiği için canını vermeyi göze alan kimsedir. Asker böyledir. Görevi için canını verir. Türk ordusu bu bakımdan en yüksek derecelerdedir. “Ya istiklâl ya ölüm”ün mânâsı budur.
مِمَّا يَدْعُونَنِي إِلَيْهِ
(MımMAv YaDGUvNaNı EiLaYHi)
“Beni dâvet ettiklerinden sicn daha ehabdır.”
Buradaki “Min” “Ehabbu”nun “min”idir. Mukayese için gelir. “Den daha” mânâsındadır. Yani hapishane beni davet edeceklerinden daha iyidir.
Burada “deevnenî” denmeyip “yed’ûnenî” denmiş olması, “ellezî” değil de “mâ” getirilmiş olması; gelecekte yapacakları belli olmayan işler demektir. Burada dâvet edilen iş cinsi ilişki değildir. Onun yanında daha başka işlerdir. Davet edecek yalnız kadın değil, ayrıca diğer kadınlardır. “Yed’ûne” kelimesi müennes gaip çoğulu ifade eder. Müzekker gaip çoğulu da aynıdır. Burada kastedilen oradaki kadınlardır. Kadınlar işbirliği içindedirler. Hazreti Yusuf’a değişik şeyler yaptıracaklardır.
Demek ki, daha önce bazı konuşmalar olmuş, o konuşmalarda değişik yaptırımlar üzerinde anlaşmışlardır. Yahut zahir anlamda kadınlar sükut etmişlerdir. Yani kadınlar Hazreti Yusuf’un sahibi olan kadının önerilerini kabul etmişlerdir. Sükut etmekle, karşı çıkmamakla veya ‘bu kerim melektir’ demek suretiyle bunu teyit etmişlerdir. Kadın konuşmadan önce Yusuf’un kerim melek olduğunu söylemişler, kadın da bundan cesaret alarak planını ortaya koymuştur. Onlar da sükut etmişlerdir. Kadınların bu tutum ve davranışları, onun projesini tasdik anlamına gelir.
Burada anlıyoruz ki; ‘bir yere katıldığınızda ses çıkarmazsanız kararlara iştirak etmiş olursunuz kuralı’ ortaya çıkmaktadır. Yusuf kıssasında bunların bu karara uymuş kabul etmesiyle böyle yapmak sünnet olmuştur. Sükut ikrardandır kuralı Kur’an’da yoktur ama burada bu kurala bir örnek verilmektedir.
Biz şimdi buna kıyas yaparak hükümler çıkarabiliriz. Fıkıhçılar şöyle yapmışlardır. Söylenmesi gereken yerde susmak ikrar demektir. Bir sanığa soru tevcih edilir. Sanık, ‘susma hakkımı kullanıyorum’ der. Kabul edilir. Ancak bu hak karakolda kabul edilir. Mahkemede susma kabul anlamına gelir. Cari hukukta böyledir. İslâm hukukunda ise soruşturmacı sorduğu sorulara cevap vermeyenin cevap vermemesini ikrar mahiyetinde sayabilir. Dosyaya geçirir. Yarın suçlandığı zaman onu delil kabul ederek ileri sürer. Bu sayede İslâmiyet’te işkenceye gerek kalmadan suçlular ortaya konabilmektedir. Burada “dâvet’ kelimesinin kadınlara isnad edilmesi, sükutun makbul delil olduğunu göstermiş olur.
وَإِلَّا تَصْرِفْ عَنِّي كَيْدَهُنَّ
(Va İlLAv TaÖRiF GanNIy KaYDaHunNa)
“Keydlerini benden sarf etmezsen.”
“Sarf etmek” savuşturmak, başka tarafa yöneltmek demektir. Akan bir suyun mecrasını değiştirmek demektir. ‘Sarp kayalar’ deriz. Su arktan akarken yamaç yerlerde mecrasını değiştirir, başka tarafa akmaya başlar. Böyle yerlere sarp denir. Yamaç yerler demektir.
“Keydin savuşturulması” demek, tuzağın başka mecralara akması demektir.
Buradaki “illâ” “İnLâ”dan mürekkeptir. İstisna “illâ”sı değildir. Eğer sen sarf etmezsen denmektedir.
“Keydehunne” kelimesi “hunne”ye izafe edilmiştir. Yani oradaki kadınlar keyd yapmaktadırlar. Bunlar cinsi ilişkiye davet etmemektedirler. Bir hile, bir tuzak kurmaktadırlar. Bizim iddiamızı bu da teyit ediyor.
Dedikodu yapan kadınlar toplanıp da ne gibi bir keyd yapmaktadırlar, Hazreti Yusuf’a nasıl bir tuzak kurmaktadırlar?
Burada keydin Hazreti Yusuf’a karşı kurulduğu söylenmiyor. Kadınlar Hazreti Yusuf’a keyd kurabilecekleri gibi, Hazreti Yusuf’u keydlerinde kullanmak isteyebilirler. “Keyd” kelimesi gelmeseydi; Mısırlı kadınların kötü alışkanlıkları olduğunu, kocalarından gizli olarak birlikte birileri ile cinsi ilişki kurduklarını söyler, böyle mânâlandırırdık. “Keyd” kelimesi bu mânânın verilmesine imkân vermemektedir.
O halde bunlar ne gibi bir keyd yapacaklardır?
Azizin yani kadının kocasının itibarını düşürme keydi olabilir. Bu suretle diğer kadınlar kendi kocalarının onun yerine geçmelerini isteyebilirler. Kadın da bu hususta kadınlarla işbirliğine girebilir. Yani çıkar ortaklığı yoktur ama çıkar paralelliği vardır. Aziz kralın gözünden düşecek ve böylece kadın Yusuf’a kavuşacaktır. Diğer kadınların kocaları ise azizliğe yükselme şansına ulaşacaklardır.
Burada Hazreti Yusuf’tan isteyecekleri nedir?
Yusuf’un ilişkide olmasa bile ilişkide olduğunun ortaya konmasıdır. Yahut Yusuf’a cinayet işletebilirler. Aziz ölebilir. İşte bu hususta bir kararları yoktur. Kadınlar bu hususta bir karara varmış değildirler. Ama böyle bir yola girme hususunda anlaşmışlardır.
Hazreti Yusuf bunların oyunlarına katılmama konusunda kararlıdır. “Mimmâ yed’ûnenî ileyhi”deki “mâ” ve muzari fiil bunu ifade eder.
أَصْبُ إِلَيْهِنَّ
(EaÖBu EiLaYHinNA)
“Onlara savb ederim.”
“Sabavet” kelimesinden fiildir. “Tıfl” var, “sabi” var. “Tıfl” çocuğun doğduğundaki hâldir. “Sabi” ise yedi yaşından sonraki durumdur. Yedi yaşındaki çocuk sabi demektir. Kolay oyuna gelir mânâsındadır. Onların yanında çocuk olurum, beni kandırırlar, beni işletirler demektir. Sabilerin cinsi ilişkide bulunmayacakları göz önüne alınırsa, bu kelimenin kullanılması cinsi ilişkiye davet değildir, başka hususlara davettir.
Çocuklar büyükler gibi sorumlu değildirler. Çocuk baliğ oluncaya kadar, onbeş yaşına gelinceye kadar bir suç işlerse, fıkıhta sorumlu velisidir, çocuğa ceza verilmez. Anne babası veya velisi çocuğu kollamakla yükümlüdür. Baliğ biri çocuğa bir şey emreder de çocuk yaparsa, emredene ceza verilir. Kimse emretmez de kendi kendine suç işlerse, anne veya babası sorumlu olur. Bedeni sorumluluk değil, diyet sorumluluğudur.
Batı diyet müessesesini kabul etmediği için sorunları çözememektedir.
Hazreti Yusuf’un burada çocuklaşacağını ve çocuk aklıyla onlara uyacağını söylemektedir.
“İleyhinne” çoğuldur ve oradaki kadınlara gitmektedir. Cinsi ilişkiye davet anlarsak, bütün kadınların onunla ilişki kurmak istedikleri mânâsı verildiği takdirde, Mısır’da böyle bir geleneğin olduğu ortaya çıkar. Biz bu mânâyı veremiyoruz. Sadece aklımıza yatmadığı için değil, Kur’an’ın ifadesinden böyle anlaşılmaktadır. Âyetlerden kadınların ortak bir keyde girdikleri Kur’an’dan açıkça anlaşılmaktadır. Bunun ne olduğu ise meçhul kalmaktadır.
Kadınların birlik oluşturup erkekleri birlikte atlattıkları hususu bilinmektedir. Misal olarak gelin, kaynana ve kız kardeş birleşir ve erkeğe oyun oynarlar. Evlenmelerde kız talep edildiğinde, genel olarak aşiret davaları dolayısıyla kızı talip olana erkek ve erkeğin yakınları vermezler. Oysa kız da oğlana aşıktır. Bu durumlarda kadınlar işbirliği içine girerler ve birlikte erkeklere karşı davranır, onları yola getirmeye çalışırlar. Bu gibi hususlar ailede erkeklerle kadınları ayrı grupta toplar.
Burada da buna benzer bir birlik söz konusudur. Olayın yatıştırılması için kadınlar işbirliği içine girmiş olabilirler.
Biz senaryomuzu nasıl yazacağız?
Eğer Yusuf kıssasını seyircilerimize aktaracaksak, bunlardan birini kabul etmek zorundayız. Bunun için ne yapmalıyız? Önce kadın psikolojisini öğrenmemiz gerekmektedir. Burada kadınlar birlikte ele alınmakta, olaydaki ortak tavırları sergilenmektedir. Kadınların önce dedikodu yapmaları, sonra birlik olup olayda aktif rol alması, kadınların yorumları hakkında büyük bilgiler içermektedir. Kadınların psikolojisi ve sosyal davranışları belirlendikten sonra Mısır’a dönmeliyiz ve onların örflerindeki durumu ortaya koymalıyız.
İşte bu sebepledir ki Kur’an’ı yorumlamak işi ilim işidir. Müsbet ilimler geliştikçe Kur’an’ın anlaşılması da o kadar genişleyecektir. Bu sebepledir ki Kur’an’ın geçmiş tefsirleriyle yetinmek hiçbir zaman mümkün değildir. Eğer Yusuf kıssasını biz bir insanın yazdığı kitaptan öğreneceksek, onun ifadelerinde bir yenilik yapamayız. Ama bu kitap Kur’an ise, o zaman ilmimiz arttıkça o ifadelerin mânâlarını da daha iyi anlarız.
وَأَكُنْ مِنْ الْجَاهِلِينَ (33)
(Va EaKuN MıNa eLCAvHiLIyNa)
“Ve cahillerden olurum.”
Onların oyununa gelirim ve cahillerden olurum diyor.
“Cehl” bir şeyi bilebilme imkanı varken onu öğrenmeyip bilgisizlik içinde bulunmaktır. Bilememek başkadır, cehalet başkadır. Bilmemek bilememekten geliyorsa bu cehalet değildir. Kasten bilmemekse, bilmeyi istememekse, o cehalettir. Küfür derecesinde günahtır. Küfür, bildiği halde aksini iddia etmektir. Cehalet de kasden öğrenmemektir.
Erbakan’ı “Adil Düzen”den vazgeçirmek için Hayrettin Karaman’ın başkanlığında bir heyet kurdular; o zaman Refah Partisi’nde olan bugünkü AK Partililer bu heyeti kurdular. Kendilerine “Adil Düzen”i anlatalım dediğimizde ‘hayır’ dediler, ‘biz şimdi sizinle görüşmeyeceğiz’ dediler. On yedi sene bu yaptıklarını gizlediler. Erbakan’a rapor verdiler ve onu “Adil Düzen”den vazgeçirmek için uğraştılar.
Bu yaptıkları nedir?
Eğer “Adil Düzen”i anladılar da gizleyip ters gösterdilerse, bu yaptıkları hakikati örtmek ve gizlemek anlamında küfürdür.
Eğer anlayamadılar ve anlamak da istemedilerse, bu da cehalettir.
Küfür veya cehalet; karşı olduktan sonra ne fark eder?!.
Bunu yapanlar bizim sevdiğimiz ve saydığımız arkadaşlarımızdır. Onların imanlarından ve İslâmlarından şüphe etmiyorum. Ancak yaptıkları sebebiyle tevbe etmeleri gerekir. Tayyip Erdoğan onlara danışmış ve ona göre hareket etmiştir; onun günahı bizi ilim heyetine dahil etmemesidir. Bunların tevbe etmeleri gerekir, istiğfar etmeleri gerekir; ondan sonra da “Adil Düzen”e hizmet etmeleri gerekir.
“Cahilîn” kelimesi kurallı erkek çoğuldur. Kişinin bilgisiz olmak istemesi zordur.
Kişi ne zaman cahil kalır, ne zaman öğrenmek istemez?
Çevrenin baskısı ile ve sosyal kandırma sebebiyle böyle yapar.
Türk ordusu bugün böyle cehalet içindedir. “Adil Düzen”i öğrenmemede ısrar ediyor. “Adil Düzen yazarları” devre dışı bırakılmaktadır. Ordunun da bu tutumundan vazgeçmesi gerekir. Düşman isek de bizi öğrenmelidir, dost isek de bizi öğrenmelidir. Bilgi, bilinenin şerrinden korunmayı, hayırlının da hayrından yararlanmayı sağlar.
O halde bir şeyi öğrenmeyi istememek cehalettir ve o topluluk için şerdir.
Biz kimsenin “Adil Düzen”i kabul etmesini istemiyoruz, kimsenin “Adil Düzen”i bizim anladığımız gibi anlamalarını da istemiyoruz. İstediğimiz bizi öğrenmeleridir. Biz nasıl kapitalizmi ve sosyalizmi biliyorsak, onlar da bizi öğrensinler. Biz nasıl onların doğrularına doğru diyorsak, bize göre yanlış olanları da yanlış olduğunu gösteriyorsak; onlar da bize öyle yapmalılar. Yokluğa mahkum etmek ne edene yarar ne de edilene yarar; sadece ikisinin yani iki tarafın düşmanına yarar.
Sömürü sermayesi böyle buyuruyor, onlar da onu yapıyor, sonra da sömürülüyorlar.
Hazreti Yusuf burada, ‘ben sonra cahil topluluktan olurum’ diyor. Allah’a dua ediyor. O’na sığınıyor, O’ndan yardım istiyor.
İslâmiyet’te sebepleri işleyeceksin, tarlayı ekeceksin ama sonra da Allah’a dua edeceksin. Ben kendim nasılsa mahsul alacağım demeyeceksin. Yine Allah’a sığınıp O’nun yardımı ile korunacaksın.
Bilememezlik mazerettir, bilmezlik mazeret değildir.
Kişilerin okuyup anlayacaklarından çok kanunlar çıkarmak, halk için bilememezlik anlamındadır. Oysa Batı mantığında kanun bilmemek mazeret değildir. Yani Batı çelişki içindedir. Kişiye kaldıramayacağı yükü yüklemektedir.
Hazreti Yusuf, ‘cehaleti meşrulaştıran topluluk içinde olursam’ diyerek Rabb’ine dua ediyor. Kurtuluş yolu nedir? Hapse gitmedir, hapishaneye girmedir.
Batı İslâmî ilimlere ambargo koymuştur. Batı topluluğuna katılan Türkiye Üniversiteleri de aynı cehalet içindedirler. Batı kendi kültürü olmadığı için İslâmiyet’i dışlamaktadır. Biz ise bizim kültürümüz olduğu için dışlıyoruz.
Hazreti Yusuf’un ‘cahillerden olurum’ sözü bu tür sosyal cehalete işaret etmektedir.
Bu tür cehaletten kurtulmanın veya korunmanın yolu o topluluktan hicret etmektir.
Hazreti Yusuf için hicret hapishaneye gitmektir. Bunların içinde kalıp cahil kalacağıma, hapishaneye gidip cehaletten kurtulmak daha iyidir diyor.
Demek ki böyle kişileri cehalete mahkum eden topluluk içinde yaşayacağımıza, zindan gibi kötü yerleri bile tercih ederek oraya göç etmeliyiz. Hazreti Yusuf’un sünnetine uymalıyız.
Burada bir soru ile karşı karşıya kalıyoruz:
Siz, Türk ordusu “Adil Düzen”i öğrenmediğinden dolayı cehalet içindedir dediniz; peki, bu durumda onlardan nasıl hicret edeceğiz diyebilirsiniz?
Cevaben derim ki:
Tebliğ yaptığımız, tebliğ yapabildiğimiz müddetçe, hapse girsek de tebliğimize devam edecek, ülkemizden ayrılmayacağız. Tebliğ edecek gücümüz kalmadığı taktirde ülkeyi terk edip gideceğiz. Devlet demek ordu demektir. Ülke içinde orduya tebliğ yapılacak ama muhalefet yapılmayacaktır.
***
فَاسْتَجَابَ لَهُ رَبُّهُ
(FaiSTaCAvBa LaHUv RabBuHUv)
“Ona Rabbi isticabe etti.”
“İsticabe” cevap kelimesinin istif’al bâbıdır. “CVB” “CVF” kökü ile akrabadır. “Cevf” karın demektir, “CVB” de kazan demektir. “Cevap” karın doyurmak veya kazan doldurmak, sorulan sualin karşılığını vermek demektir. “İcabet” daveti kabul etme demektir. “İsticabe” ise cevap vermesini istemek demektir.
“İcabet etmek” karşı tarafa uymak demektir. Aktif olan cevap isteyendir, isticabede ise aktif olan cevap verendir. Bekle, emirlerime uy, istediğini yerine getireceğim, yani seni zindana göndereceğim demektir.
Biz de bir toplulukta kötülük içine düşmek tehlikesi içinde kalırsak Rabbimize sığınacak ve O’ndan kurtulmamızı isteyeceğiz.
28 Şubat’ta dayatılan 18 maddeye karşılık iktidardan gitmeyi tercih eden Erbakan Hazreti Yusuf’un yaptığını yapmıştır. Arkadaşları ise böyle bir direnişi gösterememektedir.
Bugün “Adil Düzen Çalışanları” dışlanmış ve itilmiş bir şekilde “Adil Düzen Çalışmalarına” devam etmektedirler, hapis gibi yaşamaktadırlar.
Dışlanmak adeta hapis olmak gibidir.
Zindandan çıkmayı beklemektedirler.
فَصَرَفَ عَنْهُ كَيْدَهُنَّ
(Fa ÖaRaFa GaNHu KaYDaHunNa)
“Ondan keydlerini sarf etti.”
Keydin gidişini başka tarafa çevirdi. Yani ne yaptı? Keydlerini tersine çevirdi. Onlar Yusuf’u kötülüğe sürüklerken o sabrederek Allah’a sığınacak ve Allah onu kurtaracaktır.
Allah’a dua etmek demek, O’nun dediklerini yapmak ve ondan sonra takdiri İlâhi’yi beklemektir.
Erbakan da 28 Şubat döneminde böyle yapmış, takdiri İlâhi’yi beklemiştir. Sonra o takdir ile AK Parti iktidar olmuştur.
Şimdi biz “Adil Düzen Çalışanları” bekliyoruz, Allah’ın takdirini bekliyoruz.
Bizim sıkıntımız bu beklemede değildir.
Bizim sıkıntımız, bize karşı olanların bizim sevdiğimiz ve saydığımız kimseler olmasıdır; AK Partililer ile Gülencilerin olmasıdır.
Biz Erdoğan ile Gülen’in “Adil Düzen”e karşı olduklarına inanamıyoruz.
Biz onlara anlatamadık da ondan böyle yapıyorlar diye düşünüyoruz.
Bizdeki eksikliklerimizi düşünüyor ve Rabbimize sığınıyoruz.
Sarf edecek olan Allah’tır. O’nun takdiri geldiğinde bir saat bile gecikmeden gelir. Bir saat önceye de alamayız. Bizim yapacağımız “Adil Düzen” üzerinde çalışmaktır. Örnek olarak bir müesseseyi kurmak ve onu göstererek anlatmaktır. Bir bakkal kursak, bir işletme kursak ve örnek olarak göstersek, açılış yapsak; elbette bu kardeşlerimiz gelecekler ve bizi dinleyeceklerdir. Bu yönüyle biz onlara karşı çıkmıyoruz.
“Keydehünne” diyerek onların keydlerinden korudu veya keydlerinden savuşturdu, yani kötülükten savuşturdu deniyor. “Kadının keydinden” demiyor, “kadınların keydinden, ortak keydinden” diyor.
Bu savuşturma nasıl olacaktır?
Onu alacak, hapishaneye götürecektir.
28 Şubat da böyle bir kurtarma ameliyesidir. O dönemdeki Doğru Yol Partisi, Hazreti Yusuf’a keyd yapan kadınlar misalidir. Erbakan Rabbinin burhanını görmüş ve DYP’nin mekrinden kurtulma kararını vermiştir. (Tesadüfe bakın ki; o zamanki DYP Genel Başkanı da bir kadındır, Tansu Çiller’dir ve ‘Ben Refah-Yol İktidarı döneminde “Adil Düzen”i uygulatmadım!’ diye öğünecektir! RNE)
Hazreti Yusuf insanlığı uygarlaştıracak ve uygarlaştırdıktan sonra uygarlığın sürmesi için gerekli hizmeti verecek olan bir kavmi, İsrail oğullarını oluşturacak bir aşireti oluşturmakla görevli olarak Mısır’a götürülmüş ve orada eğitilmiştir. Orada yüksek yöneticilerin yanında eğitim almıştır. Bu dönemde Mısır halkı ile teması yoktur. Şimdi hapishaneye gidecek ve orada Mısır halkı ile yakın temas kurmuş olacaktır. Mısır’a gitmesi ve hapishaneye gitmesi birtakım istenmeyen olaylarla olacaktır. Hazreti Yusuf’a kötülük yapmak isteyenler ona keyd yapacak ve Hazreti Yusuf onların bu keydlerinden dolayı sıkıntılara düşecektir. Sıkıntılar onu olgunlaştıracak ve onu görmüş geçirmiş kimse yapacaktır.
Bu iki olayın ortak özelliği vardır. Olayda Hazreti Yusuf’la mücadele edenlere karşı Hazreti Yusuf direnmemektedir. Mısır’a daha çocukken takdire boyun eğmiş olarak gitmiş, şimdi hapishanenin yoluna da kendi isteği ile koyulmuştur. Her iki olayda da kendisine kötülük yapanlarla mücadele etmemiştir. Sonra güç kendisinin eline geçince onları intikam hisleriyle ezmemiş, aksine onlara iyilik etmiş ve yüceltmiştir.
Bugün de “Adil Düzen”e karşı çıkanlar, “Adil Düzen Çalışanları”nın yakınlarıdır.
Bunlar da iki guruptur.
Biri Risale-i Nur Şakirtlerinden Gülencilerdir, diğeri de eski Millî Görüşçülerden AK Partililerdir. Onlar, Hazreti Yusuf’un başına gelenler misali, bizi kuyuya atmak istemişler, hapishaneye göndermek istemişlerdir.
Ne var ki başarıya ulaşamayacaklardır.
Hazreti Yusuf nasıl kendisine oyunlar oynayanlara karşı dayanıp sabrederek tarihin seçilmiş kavmini oluşturmuşsa; biz de AK Parti ile Gülen cemaati mensuplarına dayanarak “Üçüncü Bin Yıl Uygarlığı”nı oluşturmuş olacağız. İktidar olduğumuzda bu iki gurupla bir olacak ve birlikte büyük yolculuğumuza devam edeceğiz.
Bu sûreyi bu benzetmeyi yaparak okumamız gerekir.
Hazreti Yusuf Mısır’da kendisine verilen hüküm ve ilimle başarıya ulaşmıştır. İlimle iktidar olmuş ve iktidar olduktan sonra yine ilimle hükmetmiştir.
Biz “Adil Düzen Çalışanları” da ilimle iktidar olacağız. Sonra da ilimle adalet içinde hükmedeceğiz.
“Adil Düzen” demek ilim demektir. Asrın idrakine söyletilen Kur’an’dır. Kur’an’ın bir adı da nurdur, yani önümüzü aydınlatandır.
Bu sûreyi bu gözle okuduğumuzda rahatlıkla önümüzü görebiliriz. Olaylara bu gözle bakıp Allah’ın takdirini beklememiz gerekir.
Biz elimizden geleni yaparız, takdir O’nundur.
إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (34)
(EinNaHUv HuVa elSaMIyGu eLGaLIyMu)
“O alim olan semidir.”
Buradaki “İnneHu” şan zamiri değildir. “İnne” çünkü mânâsındadır. Burada Allah’a raci zamirdir. “İnne”nin ismidir. “Hüve” fasl zamiridir. Yani Türkçedeki “dir” mânâsındadır.
“Es-Semi’” ve “El-Alîm” marifedir. Yani semi’ ve alim olan O’dur. Yalnız O işitir, O bilir demektir. Her şeyi işiten ve her şeyi bilen O’dur. Bizim semi’ ve alim olmamız cüzidir. O’nun semi’ ve alim olması küllidir.
Buradaki zamir kâinatın hakimi ve rabbi olan Allah’a racidir. Bunun mânâsı şudur ki, biz kaderi değiştiremeyiz; biz kendi çevremizde istediğimiz gibi hareket ederiz ama kaderi değiştiremeyiz. Bu sosyal kanunlarda böyle olduğu gibi fizikî kanunlarda da böyledir. Makroda denge vardır. Bu denge hesabîdir. Ama mikroda ihtimalîdir, hesabî değildir. Çaya attığımız şeker her tarafa yayılır ve her tarafta tadı aynı olur. Bir şeker molekülünün nasıl hareket ettiği ise bilinemez tesadüflere bağlıdır. Fiziki olaylarda ihtimalîdir. Sosyal olaylarda ferdin iradesine bağlıdır. Mikrodaki olay ferdin iradesine bağlıdır. Makrodaki olay ise Allah’ın iradesine ve takdirine bağlıdır. Buradaki “semi’dir ve alimdir”in anlamı budur.
“Alim” semi’in sıfatı olduğu gibi; “alim” ayrı haber, “semi’” ayrı haber olabilir. Aralarında “ve” harfi konmadığına göre semi’ ile alim birlikte düşünülecek demektir.
“Semi’” işitmek anlamındadır, ancak buradaki işitmek sözü anlamak anlamındadır. Yani Fransızca duymak işitmek demek değildir. Allah semi’dir. Sesleri duyar anlamında değildir. İnsanın ne düşündüğünü bilir anlamındadır. Bizdeki işitme, bir beyinden çıkan işaretler ağzımızda ses hâline dönüşür, sonra o kulağımıza gelir. O da tekrar elektrikî işaretlere dönüşür, beyne gider. Ruhlarımız arasında ilişki kurulmuş olur. Bizdeki işitme bu şekilde gerçekleşir. Allah’taki işitme ise böyle aracı vasıtası ile olmaz. İlimde böyledir. Biz bir şeyi onun bize gönderdiği işaretlerle ve dalgalarla algılarız. Onu beynimizde bilgisayar programına çevirir, sonra da idrak ederiz. Allah ise onu zaman dışı bilmektedir.
Peki, burada “çünkü o semi’dir, alimdir” derken bize neyi anlatmaktadır?
Hazreti Yusuf’a yapılan ithamlar. O ithamlarda beyinlerdeki düşünceleri işitmektedir. Yani herkesin ağzıyla veya beyniyle söylediklerini bilmektedir. Sonra da onların davranışlarının nereye varacağını bilmektedir.
Semi’ geçmişi bilmeyi, alim de geleceği bilmeyi ifade eder.
Semi’ cüz’î olayları, alim ise küllî olayları bilmeyi ifade eder.
Hazreti Yusuf’un başına gelenler; bir taraftan Hazreti Yusuf ve diğerlerinin cüz’î iradeleri, diğer taraftan da Allah’ın küllî takdiri ve iradesi olarak olayları oluşturmaktadır.
Bu durum yalnız Hazreti Yusuf peygamberin hikâyesinde böyle değildir.
Bugün de aynı olaylar cereyan etmektedir.
Kur’an’ın nüzulü peygambere dayalı uygarlığın sonu olmuştur. Kur’an’dan sonra yani “II. Kur’an Uygarlığı” artık peygambersiz olacaktır; peygamberlerin yerini âlimler alacaktır.
Bu küllî takdirdir, İlâhi iradedir.
Bunun oluşması için Emevilerin Endülüs’e girmeleri, Haçlı seferlerinin olması, Osmanlıların Viyana’lara kadar ulaşması, sonra mağlup olup Sakarya’lara kadar gerilemesi gerekmektedir. İsrail oğullarının en yüksek seviyeye ulaşıp dünyaya hakim olmaları gerekmektedir. Nitekim bütün bunlar olmuştur.
Bundan sonra ne olacaktır?
“II. Kur’an Uygarlığı” doğacaktır.
Doğmaya başlamıştır...
Batı’da İsrail oğullarının önderliğinde oluşan gelişmelere dayanılarak Kur’an yeniden anlaşılacak ve “II. Kur’an Uygarlığı” yani “III. Bin Yıl Uygarlığı” oluşacaktır.
Bugün “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın oluşmasını İsrail oğulları engellemeye çalışmaktadırlar. “Kur’an Uygarlığı” yerine “sömürü uygarlığı” olmasını istemektedirler. Hazreti Yusuf’un kardeşlerinin ve Mısır kadınlarının yaptıklarını yapmak istemektedirler.
İlk bakışla bakıldığı zaman bunlar hakim durumdadırlar. Onların keydleri/ tuzakları/ planları geçerli olacaktır. Hazreti Yakub’un torunları dün Hazreti Yusuf’a yaptıklarını bugün bize yapmak istemektedirler...
Başaramayacaklardır...
Allah semi’dir ve alimdir.
İlâhi kader gerçekleşecek, “III. Bin Yıl Uygarlığı” aynen “Kur’an Uygarlığı” olarak oluşacaktır.
Şunu bilmemiz ve anlamamız gerekir; biz Hazreti Yusuf’un ve Hazreti Musa’nın yolunu izliyoruz...
Sömürü sermayesi ise Hz. Yusuf’un kardeşlerinin ve Mısır kadınlarının yolundadır. Bu sermaye mensupları onların yaptıklarını yapıyorlar. Sonunda onlar mağlup ve mahcup olacaklardır.
Allah’ın kaderi gerçekleşecektir.
İnsanlık ileri uygarlığa ve barış uygarlığına ulaşacaktır.
Çünkü Allah semi’dir ve alimdir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-557/ADİL DÜZEN DERSLERİ-387 17 Nisan 2010
İ Ş S İ Z L İ K YÜKSEK KURULU
“Adil Düzen” hakka dayalı faizsiz yeni düzendir.
“Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI”nda bu düzen anlatılmıştır.
Ne var ki hiçbir yeni düzen birden gelmez. Bir düzenden başka bir düzene geçmek için uzun geçiş zamanına ihtiyaç vardır. Nitekim birinci İslam düzeninden bugünkü Avrupa düzenine geçmek için Türkiye iki üç asırdır boğuşmaktadır. Hâlâ başarmış değildir. Bugünkü Türkiye İslâm düzeninde değildir, Avrupa düzeninde değildir. Can çekişe çekişe yaşamaktadır. Bu düzenden “Adil Düzen”e birden geçilemez. Ne var ki “Adil Düzen”e geçme yolu yine “Adil Düzen”de vardır.
Bugün işsizliği önlemek için ne yapmalıyız?
“İşsizlik Yüksek Kurulu”nu oluşturmalıyız.
Bu “İşsizlik Yüksek Kurulu” yirmi kişiden oluşacaktır. Bunları demokratik yoldan oluşturmalıyız. Siyasi partiler genel seçimde alınan her yüzde beş oy için bir ilim adamını kurula atayacaklardır. Partiler oylarını birbirine kullandırabileceklerdir. Meclis dışında kalan oylar da kurula katılacaktır. Âlimlerden oluşmuş yüksek kurul. Bir tarafta ilim adamlarından oluşacak ama bu ilim adamlarını seçilmişler seçecek. İşte size demokratik ilmî çözüm.
İşte bu ilim adamları arasında biz Adil Düzen Çalışanları da yer almalıyız. AK Parti kendisine düşen sekiz ilim adamının ikisini Adil Düzen Çalışanlarından yani Akevler ilim adamlarından seçmelidir. Bizim istediğimiz budur. Biz bu ilim adamlarının bir kaçının adını yazalım: Prof. Dr. Arif Ersoy, Prof. Dr. Sabri Tekir, Prof. Dr. Hira Karagülle, Prof. Dr. Ali Erişen, Prof. Dr. Remzi Fındıklı, Prof. Dr. Durmuş Günay, Yard. Doç. Dr. Süleyman Akdemir. Bu ilim heyetinde siyasi partileri temsilen tüm görüşler yer almalıdır.
Bu ilim adamları kararlar alırken ekseriyetle almazlar. Tartışırlar ve herkesin katıldığı kimsenin muhalefet etmediği kararları alırlar. Eğer bir konuda karar alınması gerektiğinde ittifak eder ama kararda ittifak edemezlerse, o zaman ortak bir vekil seçerler. O vekil istişare eder ve onun verdiği karar, karar olmuş olur. Üyelerin bu karara karşı hakemlere gitme yetkisi vardır. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer; baş hakemi hakemler seçer. Sonunda baş hakemin verdiği karar kesindir.
Bu “İşsizlik Yüksek Kurulu” tüm görüşlere kulak verir. Onların teklifi ile sonuca varır. Bu ilim heyeti halkla istişare eder. Şöyle bir yarışma açılır. İşsizliğin çözümü için önerilerde bulunmak üzere herkes katılır. Bu bir sahifelik öneri olabilir. Bu öneriler işsizliğe çare arayan ilim adamları tarafından sıralanır. Bir önerinin aldığı sıraların tersleri toplanır. Önerinin derecesi bulunur. Konan ödül önerilerin derecelerine bölüştürülür. Katılanların her biri az veya çok bir ödül almış olur.
Bu suretle elde edilen bilgiler sıralanmış olur ve ilim adamları katılan herkesten görüş almış olur. İlim adamlarına kadro verilir. Bunlardan istediklerini, mesela beş kişiyi danışman olarak alırlar. Böylece yüz kişi birlikte çalışmaya başlar. Öneriler ortaya konur. Projeler hazırlanır. Bunlar telif edilerek tek proje hâline getirilir.
Bu ilim adamlarına birer pilot ilçe verilir, imkanlar verilir. Buralarda kendi projenizi uygulayın denir. Beş kişilik ekip ile ilim adamları kendi ilçelerinde uygulama yaparlar. Yirmi ilçede uygulanmaya başlanır. Sonuçlar bütün ilim adamları tarafından gözlenir. Sonunda uygulamada ilmî sonuçlar elde edilir. Buna göre ayrı ayrı görüşler deneme ile karşılaştırılır.
Bundan sonra ne yapılır?
Nüfusları 30 000 ile 100 000 arasında olan ilçeler oluşturulur. Her ilçede işsizliği önleme kurulları kurulur. O kurullar ilçede siyasi partiler yüksek ehliyete sahip olanları atarlar. Onlar aralarında uzlaşarak gerekirse hakemlere giderek bu projelerden birini alırlar. Kendi ilçelerini o şekilde geliştirmeye başlarlar. Böylece ülkemizde her ilçe işsizliğe çare aramış olur.
Zamanla ne olur? İlçeler arasında yarış başlar. Her ilçedeki ücretler ona göre yükselir. Halk oraya hicret eder. İlçe büyür ve bölünür. Başarısız ilçeler ise göç verir, nüfusları azalır. O ilçe de ilçe olmaktan çıkar. Böylece başarılı ilçeler ülkede yaygınlaşır. Ülke bu şekilde işsizlikten kurtulmuş olur.
Burada şu sorulur. Size bir ilçe verseler. Ayrıca bir kaynak istememek şartı ile o ilçede işsizliği ne kadar zamanda önlersiniz?
Bizi Adil Düzen Çalışanları olarak bir ilçede işsizliği önlememiz için mevzuat engelleri olmamak üzere bir sene içinde önleriz. O ilçeye taşınma ve o ilçeden taşınma serbest olacaktır. İlçeden taşınanlara ilçemiz taşınmazların gerçek değerlerini ödeme taahhüdünde bulunacaktır. Türkiye’nin en geri kalmış ilçesi de bizim için makbuldür, kabulümüzdür.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-557/ADİL DÜZEN DERSLERİ-387 17 Nisan 2010
“ADİL DÜZEN”,
RÜYALAR;
YORUM VE DEĞERLENDİRME
Ben “Adil Düzen”in çalışanıyım, “Adil Düzen”e karşı olanlara karşıyım...
Ben Türk ordusunun yanındayım...
Arkadaşımın biri evimde ordu mensuplarına ‘şerefsiz’ dedi. Ben de evimde ona ‘şerefsiz’ dedim. Üzülüyorum. Arkadaşımı evimde üzdüm. Ama yaptığımdan pişman değilim.
Diyebilirsiniz ki, ordu “Adil Düzen”e karşı, onları neden savunuyorsun? Ordum “Adil Düzen”e karşı değildir; ya siyaset gereği karşıdır, ya da “Adil Düzen”i yanlış biliyor. O sebeple orduma karşı değilim. Ordum olmazsa ben olmam, devletim olmaz.
Ak Partili dostlarımla karşılaşıyorum. Bunların içinde maalesef orduya karşı tavırları olanlar var. Onlar adına üzülüyorum.
Yine eski dostlarımdan şimdi görüşmediğim Gülenciler var. Onların bazıları da “Adil Düzen”e ve orduya karşı olduklarını söylüyorlar. Onlar beni unutunca ben de onları unuttum. Gazetelerini okumuyor, televizyonlarını seyretmiyorum.
Yine diyebilirsiniz ki; ordu için ileri sürdüğün mazereti neden onlar için ileri sürmüyorsun. Evet, “Adil Düzen”e karşı olmaları hususunda onları da mazur görüyorum. Hesaplarını Allah görür, yaptıklarının hesabını günü gelince O’na verirler. Elbette “Adil Düzen”e karşı olmaları niyetlerine bağlı olarak karşılık görür. Ama orduya karşı olmalarının cezası âhirete kalmaz; ya karşı olanlar yenilir, ya da ordu yenilir. Ordumuz yenilirse devletimiz kalmaz, devletimiz yıkılır.
Kendilerini sevdiğim için onları uyarıyorum.
Bu arada sizlere gördüğüm iki rüyayı anlatacağım.
BELKİ 15 SENE ÖNCE GÖRÜLEN RÜYA
Yüksek bir apartmanın çatısında Akevler’deki arkadaşlarlayız. Arkadaşlar kimler, hatırlanmıyor. Küçük bir alan var. Halk toplanmış aşağıya bakıyoruz. Bir cip geldi, Mustafa Kemal indi, çok sert ve uzun konuştu. Yanında arkadaşları vardı, onlar inmedi. Konuşmasını bitirince cipe bindi, cipi kendisi sürüyordu. Cip sola döndü, bir çit vardı, üstüne bindi. Aşağıya yuvarlandı. Yamaçlı bir çayırlıktı. Çayırlığın altına inince cip paramparça oldu. Mustafa Kemal sapasağlam çıktı. Ayakta askeri üniforma ile duruyordu. Sokaktaki kalabalık kayboldu. Çatıda biz ve çayırlığın altında sadece o kalmıştı.
Rüyayı Hakan Kandal’ın rüyasından sonra yorumladım.
Ergenekon ve balyoz operasyonundan sonra devlet kurumları çökecek, yalnız ordu sağlam kalacaktır...
Siyasi partiler dağılacak, yalnız Adil Düzenciler kalacaktır...
4 NİSAN 2010 PAZAR GÖRÜLEN YENİ RÜYA
Ben varım. Ablamın ölmüş eşi var. Beni destekleyen ve koruyan biridir. Kocası 1960’dan önce ölmüş. Namaz kılan bir CHP sempatizanı. Oğlu yeğenim, Saadet Partili. Yanımızda yoklar. Bir dere kenarında ormanlık kenarındayız. Orada onun bir dağ evi var. Bir mavzer silahı var, elinde tutuyor. Başka kimseler yok. İki ayı beliriyor. Sonra kaplana dönüşüyorlar. Birbirlerine çok benziyor ama ayrı ayrılar. Bize doğru geliyorlar. Biri bizden gömlek alacakmış. Ablamın eşi arkadaki ayıya ateş ediyor. Biri boşa gidiyor, biri ile vuruyor. Mermisi bitiyor. Evinde tabancası varmış. Ben alıyorum, ateş ediyorum. Biri patlamıyor. İkincisi patlıyor ama nereye gittiği belli değil. Benim mermim de bitiyor. Eve sığınalım derken, öndeki gömleğe talip ayı kapıya yaklaşıyor, yere uzanmış. Yaralanmış olarak uzanıyor. Ablamın eşi gidip ona battaniye örtüyor. Kaplanlaşmış ayı soruyor: “Ben kimim?” Babası, “Öz oğlumsun!” diyor. Yine de toparlanıp bize saldırırlar korkusu ile eve giriyor ve kapıyı kapatıyoruz...
YORUM
Biz “Adil Düzen”i temsil ediyoruz.
Yeğenimiz Millî Görüşçüleri temsil ediyor ve ortada yok.
Yeğenimin dedesi CHP’yi temsil ediyor, o da ortada yok.
Onlara bir şey olmuyor.
“Adil Düzen”e karşı olan ve orduyu hedef alan gömlek isteyen kaplandır, yani iktidara talip partidir. Diğer kaplan Gülen cemaatidir. “Adil Düzen”e karşı olmak ve orduya saldırmak hususunda birleşiyorlar. Bunlar yaralanmış ama ölmemişlerdir. Battaniye alan yaralanan kaplan, yaralayanın himayesine mazhar olacak demektir.
DEĞERLENDİRME
Bunlara attığımız iki mermi nedir?
Birileri etkisiz. Diğerleri isabetli.
Biz Adil Düzenciler olarak, bu kardeşlerimizden bazıları bize ve ordumuza karşı olsalar da, biz Erdoğan ve Gülen’i severiz. Onlar orduya karşı olamazlar. Sonra, biz Adil Düzenciler onları nasıl yaralayıp etkisiz hâle getireceğiz?
Bu husustaki yorumlar olaylar geliştikçe anlaşılacaktır.
Ak Partililer de Gülenciler de eski dostlarımız ve cihat arkadaşlarımızdır. Onlara tavsiye ederiz; “Adil Düzen”e karşı olmaktan vazgeçsinler, ordumuzu karşılarına almasınlar.
Biz “Adil Düzen Çalışanları” birkaç kişiyiz, hiçbir gücümüz yoktur. Onlara bir şey yapmayız ve yapamayız da. Ama kimsenin yenemeyeceği bir güç vardır, O’ndan korksunlar.
***
[Hakan Kandal’ın RÜYASI; “Nihal Bengisu Karaca - Hakan Kandal, Provokasyon sarmış dört bir yanımı...” yazısının YORUMLAR kısmındadır… 07.03.2010, Adil Düzen Dergisi, 39. sayıda... RNE]
1997 yılında gördüğüm bir rüyayı, geleceğe yönelik delil oluşturması açısından ekliyorum.
Boğaziçi Üniversitesi kuzey kampüste Erbakan’ın 1996 yılında üniversite öğrencilerine konferans verdiği eski ismi Murat Dikmen sinema salonu olan salondayım. Sahnede Atatürk ve Karagülle var, ayaktalar. İranlı devlet-bilim adamları gibi giyinmiş olan Karagülle Atatürk’e, devrimler konusunda hata yaptığını devrimlerin tavandan tabana doğru değil tabandan tavana doğru olmaları gerektiğini söylüyor. Atatürk, Karagülle’ye hitaben "Haklısınız devrimler böyle olmalı, tabandan tavana doğru olmalı" diyor, işte tam Atatürk cümlesini bitirdiğinde salonda seyircilerin oturduğu tarafta bir alkış tufanı kopuyor, alkış tufanı ile aynı anda salonun büyük ışıkları seyirciler arasında oturan iki insanın üzerine düşüyor; Erbakan ve Baykal... Her ikisi de ellerinin avuç içlerini havada karşılıklı olarak çarparak samimi ve mutlu bir şekilde birbirlerini tebrik ediyorlar, salonun içinde tam bir neşe ve mutluluk havası var...
Not: Rüyayı gördüğüm dönemde Baykal’a karşı en küçük bir sempatim bile yoktu tam tersine antipatim vardı.
Rüyanın daha detaylı anlatımı: Cengiz Demirci’nin de belirttiği gibi rüya aslında 2 bölümden oluşuyordu. Konu CHP ve Baykal olduğu için rüyanın ilk bölümünü eklemiştim. Şimdi rüyanın tamamını ekliyorum.
Boğaziçi Üniversitesi kuzey kampüste Erbakan’ın 1996 yılında üniversite öğrencilerine konferans verdiği eski ismi Murat Dikmen sinema salonu olan salondayım. Sahnede Atatürk ve Karagülle var, ayaktalar. İranlı devlet-bilim adamları gibi giyinmiş olan Karagülle Atatürk’e, devrimler konusunda hata yaptığını devrimlerin tavandan tabana doğru değil tabandan tavana doğru olmaları gerektiğini söylüyor. Atatürk, Karagülle’ye hitaben "Haklısınız devrimler böyle olmalı, tabandan tavana doğru olmalı" diyor, işte tam Atatürk cümlesini bitirdiğinde salonda seyircilerin oturduğu tarafta bir alkış tufanı kopuyor, alkış tufanı ile aynı anda salonun büyük ışıkları seyirciler arasında oturan iki insanın üzerine düşüyor; Erbakan ve Baykal... Her ikisi de ellerinin avuç içlerini havada karşılıklı olarak çarparak samimi ve mutlu bir şekilde birbirlerini tebrik ediyorlar, salonun içinde tam bir neşe ve mutluluk havası var... Ve rüyada kare değişiyor büyük bir masanın etrafında buluyorum kendimi, masada Erbakan’ın sağ yanında oturuyorum Atatürk ve şürekası, dikdörtgen masada karşı çaprazımızda, masanın köşesinde oturuyor. Erbakan ayağa kalkıyor ve çok saygılı bir şekilde Atatürk’e sunmak üzere masanın üzerine 3 takım elbiseyi( ya da 3 palto) bırakıyor ama Atatürk takım elbiseleri görmezlikten geliyor, birbirinden farklı ama renkleri ve modelleri ile birbirine çok benzeyen takım elbiseler orta yaş ve üstünün giydiği klasik modellerde ve gri renk tonunun ağır bastığı renklerde. Takım elbiseler masanın üzerinde ama Atatürk hala görmezlikten geliyor bir müddet sonra da masadan kalkıp odadan çıkıyor. Atatürk odadan çıktıktan sonra hemen yanı başımda Serhat Albayrak’ı görüyorum. Erbakan, takım elbiseleri Atatürk’e sunması için Serhat Albayrak’a veriyor. Serhat Atatürk’ün arkasından takım elbiselerle -ya da paltolarla- çıktıktan sonra Erbakan bana dönüp "onun arkasından git (onları) takım elbiseleri Atatürk’e verip vermediğine bak" deyip beni Serhat’ın arkasından gönderiyor...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
Millî Gazete ve ekonomi sayfaları
Reşat Nuri EROL
Günlük gazete okumalarımda, birinci sayfasından son sayfasına kadar okuduğum tek gazete Millî Gazete’dir. Diğer gazetelerde ise sadece okunabilecek yerleri ve yazarları okur, gerisine sadece şöyle bir ‘bakar’ geçerim; çünkü -hep yazdığım üzere, dışa/sermayeye veya bir yerlere bağımlı- medyamızın çıkardığı gazeteler ‘okunmak’tan çok sadece ‘bakılmak’ içindir! Bazı gazeteler bakılamayacak ve ev/aile ortamına sokulamayacak muhteva ve fotoğraflarla yayımlandığından, onlara hiç ‘bakmam’ bile; çünkü bakılacak gibi değiller.
Artık kırk yaşına merdiven dayayan Millî Gazete ise farklılığını ve karakterini ilk çıktığı günden beri koruduğundan, tirajına rağmen etkisini de koruyor. Başbakan bile her gün bütün gazetelerden önce Millî Gazete’ye baktığına göre varın etkisini siz düşünün ve anlayın.
Yazımın bu kısmını, Muharrem Çoşkun’un “Debus’un övdüğü, subayın kızdığı gazete (Millî Gazete)” yazısına (haber5.com, 5.8.2010) borçluyum. Coşkun, Millî Gazete’nin etkisini ve gücünü şöyle anlatıyor: “Geçtiğimiz yıllarda Fransa’nın ünlü kanalı TV5, 24 Saat İstanbul’u konu alan bir canlı yayın yapmıştı. Daha çok tarihi yarımada ve sur içi İstanbul’unda geçen çekimlerde, kamera bir an gazete bayiine ‘zoom’landı ve iki gazeteyi ekrana getirdi. / Millî Gazete ve Hürriyet.. / Her iki gazeteyi de Türkiye’nin ‘etkili iki gazetesi’ olarak ifade etti Fransız televizyonu. Haksız da sayılmazdı. Biri Aydın Doğan’nın ifadesiyle ‘Devletin gazetesi’, diğeri ise ‘Milletin gazetesi’ idi... / Bu kaçınılmazdı da. Zira şu tartışmasız ki; Millî Gazete 38 yıldır bu ülkede, bu milletin değerlerini referans edinerek yine bu milletin hizmetinde olmaya devam ediyor.. / Bugün var olan birçok refikinin olmadığı yıllarda, çarpık sisteme en ciddi eleştirileri, muhalefeti tek başına yürüten, İslâmî düşüncenin bugünlere gelmesinde emeği geçenlere yer açarak, hem ekol, hem de okul vazifesi gördü…”
***
Yukarıda adı geçen Dr. Esther Debus’un yüksek lisans tezi “Milî Gazete” olmuş. Dr. Esther bu çalışmayı Almanya’nın Freiburg, Münih ve Bamberg üniversitelerinde Şarkiyat (Türkoloji ve İslâm Bilimi) öğrenimi gördüğü yıllarda Yüksek Lisans Tezi olarak hazırlamış. Dr. Esther’e göre Millî Gazete hem haberleri, yorumları ve içeriğiyle, hem de İslâmî noktada duruşuyla, seküler sisteme ciddi anlamda tavır almakta... Millî Gazete’yi anlatırken, “Tirajı, onun pek de yaygın olmayan bir gazete olduğunu düşündürse de, yarattığı etki, satış rakamlarının ortaya koyduğundan çok daha güçlüdür” ifadelerine yer veriyor.
Dr. Esther, Millî Gazete’nin iç ve dış siyasete, ekonomik, kültürel sorunlara ve olaylara dair yapılan yorumlarda dobra dobra davrandığını belirttikten sonra ekliyor: “Hak geldi, bâtıl zâil oldu” sloganına uygun olarak gazete, İslâm’ın Türkiye ve yurtdışında (İran Pakistan, Sudan vs.) kaydettiği ilerlemeleri ve “emperyalizm tarafından ezilen Müslümanların” mücadelesini (Afganistan, Sovyet Cumhuriyetleri, Filistin) takip eder.”
İlginç bir ayrıntı: Yüksek lisans tezini Millî Gazete üzerine yapan Dr. Esther Debus, doktora çalışmasını da İslâmî düşüncenin ilk yayın organı Sebilü’r-Reşad üzerine yapmış.
***
Bu etkili Millî Gazete’nin künyesine baktığınızda, ekonomi sayfalarının ekonomi editörler/yazarları Necmettin Çakmak, Celil Çakır ve yardımcıları tarafından hazırlandığını anlarsınız. Bendeniz Reşat Nuri Erol ve Rüşdü Paşa da, köşe yazılarıyla bu hizmete katılıp katkıda bulunuyor. Bu haftaki ilk iki yazımda ‘İkrazat; yasal tefecilik!’ üzerinde durdum… Sonra ‘Faizli zalim soygun düzeni’ni anlattım… ‘Hatırlatıyorum…’ deyip çok yönlü ekonomik ve sosyal hatırlatmalarda bulundum…
Salı günü Millî Gazete’nin ekonomi sayfalarının üst tarafında gezindiğimde şu başlıkları gördüm: İki haneden biri zor geçiniyor… Bankalar Şubat’ta 3,5 milyar lira kâr etti… Bankaların elinde 51 milyar TL var… Meslek liseleri… İşsizlik Türkiye’nin ana meselesi… Enflasyon tek hanede kalmayacak…
Başbakan sekiz yıl sonra uyanıp Fransa’dan bankalara sesleniyor: Bankalar reel sektöre kredi musluklarını açsın… Biz de bu sayfalarda yıllardır bunu hatırlatıyoruz ama…
İktisat, işsizlik, iflas ve İNTİHAR!
Reşat Nuri EROL
İki haftadan beri ‘iktisat stratejisi’ ile ilgili bir veya birkaç yazı yazmayı planlıyorken, kendi çevremde ve ülke genelinde sürekli değişen, gelişen, ilgi çeken hızlı ve canlı gündem sebebiyle mümkün olmadı; mümkün olmuyor… Bugün de ‘iktisat stratejisi’ üzerine yazacak değilim; bu konuyu önceki haftalarda olduğu gibi gelecek hafta veya haftalara erteledim… Bugün ağırlıklı olarak ‘işsizlik, iflas ve İNTİHAR’ üzerinde duracağım… Çünkü insanlarımız son yılların ana problemleri olan iktisadî yetersizlikler, yaygınlaşan ve çalışabilen nüfusumuzun yarısını kapsama alanına alan işsizlik sebebiyle; yine bu iki ana sebebe dayalı olarak iyice artan hacizler, icralar, iflaslar ve ödenemeyen borçlar sebebiyle insanlarımız intihar ediyor, İNTİHAR!..
Başta ben olmak üzere, bu konuda hep işsizlere odaklanmışken; iş bulup da çalışanlar çok mutluymuş, işlerinden memnunmuş, istedikleri kadar çalışıyor ve üretebiliyormuş, çalışmalarının ve üretimlerinin karşılığını alıyormuş zehabına kapılmayalım. İş bulup çalışanların da yüzde sekseni emeklerinin karşılığını alamadığından ve genel olarak asgari ücret seviyesinde karşılık bulabildiğinden mutsuz. İntihardan söz ediyorum ya; ülkemizde ve bazı Avrupa ülkelerinde intiharın bir sebebi de iş ortamındaki olumsuzluklar. Mesela, İsveç gibi önemli bir ülkede bile intiharların yüzde 15’i bu sebebe dayanıyor.
İşsizlik elbette iktisadî ve sosyal sorunlara, iflaslara ve intiharlara neden oluyor ama iş bulanların sorunları da pek çok. Mesela, her dört gencimizden biri veya ikisi işsiz, biri sigortasız, biri sigortalı ama asgari ücret alabiliyor! Bu durumda gençlerimiz eş ve ev bulup da nasıl evlensin, nasıl aile kursun, evliler nasıl gençsin, nasıl mutlu olsun? Gençlerden söz etmişken bir istatistik daha vereyim: İş bulup da çalışabilen her dört gencimizden sadece biri çalıştığı işyerinde mutlu, huzurlu, sigortası tam ödeniyor, ücreti yüksek yani şanslı; ama buna karşılık iş bulup çalışabilen her dört gençten üçü mutsuz ve de umutsuz!..
İktisadî hayatımızdaki bütün bu çok yönlü olumsuzluklar psikolojik tedirginliklere ve travmalara, ardından ferdî ve ailevî çöküntülere, en sonunda da sosyal patlamalara ve en korkunç sonuç olarak aile içi katliamlara ve intiharlara sebebiyet veriyor, İNTİHARLARA!
İntihar eden kimileri ailesini de yok ettikten sonra bu feci işi yapıyor!
İflas edenler kendisiyle birlikte birkaç kişiyi daha katledebiliyor!
İlgililer, yetkililer, yöneticiler, sorumlular ise sadece seyrediyor!
Yapılması gerekenleri yapmıyor, sorunlara çözümler üretmiyor.
***
Başta da yazdığım üzere, iki haftadır ‘iktisat stratejisi’ üzerinde duracaktım ama olmadı, olmuyor… Bu sabah karşılaştığım ‘intiharlarla’ ilgili iki haber yine böyle bir yazı yazdırıyor… Artık ‘sosyal tufan’ seviyesine ulaşmış bulunan sorunlar çözülmedikçe etkileri ve felaket seviyesindeki sonuçları devam ediyor… İlgililer, yetkililer, yöneticiler, sorumlular daldıkları gaflet uykusundan uyanmak için her halde ‘sosyal patlamaları’ bekliyorlar!..
İki haberden söz ediyordum… Birincisi bugünkü (dünkü) Millî Gazete’de yayımlanan “İntiharlarda korkutan artış” haberi. Türkiye genelinde olduğu gibi Adana’da da intiharlar ve intihar girişimleri artmış; 2008’de ve geçen yıl 49’ar kişi intihar etmiş!.. Bu yılın ilk 3 ayında da 24 kişi intihar ederken; son bir haftadır Adana’da 6 kişinin intihar etmiş!..
Dikkat edilirse son haftada Adana’da her güne intihar eden bir kişi düşüyor!!!
İkinci habere ise internet sitelerinde ve bazı televizyon haberlerinde rast geldim. İstanbul’daki önemli bir iş adamımız, borçları sebebiyle bütün gün haciz memurları ile boğuştuktan sonra, akşam canına tak etmiş, karısına telefon ettikten sonra intihar etmiş!
İntihar edenlerin geride bıraktıkları mektuplardan anlaşıldığına göre intiharların birinci sebebi geçim sıkıntısı; yani iktisadî yetersizlik, biriken ve ödenemeyen borçlar, işsizlik, yokluk, açlık, icra, iflas ve bundan önceki ‘Hatırlatıyorum’ yazımda da dile getirdiğim üzere her geçen gün daha da artan İNTİHARLAR!!!