1967...1968...1969....AKEVLER 43 YILDIR ÇALIŞIYOR....2008...2009...2010
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 556
“ADİL DÜNYA DÜZENİ, III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 10 Nisan 2010 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 556. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz: Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
ERDOĞAN VE
AK PARTİ
İŞSİZLİK
VE ORDU
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 106. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SOHBET… SEMİNER… SORULAR-CEVAPLAR…
[Genel Hizmet Kooperatifi Ana Sözleşme Çalışmaları.. şimdilik ertelendi! Demek ki insanların genel olarak “ADİL DÜZEN”e
ve özel olarak “Genel Hizmet”e ihtiyacı yok!.. Biz her şeye rağmen genel hazırlıklarımıza sabır ve sebatla devam ediyoruz… ]
***
Hatırlatıyorum…
İKRAZATÇILIK!
İkrazat; yasal tefecilik!
Faizli zalim soygun düzeni
Reşat Nuri EROL
***
YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 9
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ(1) إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ(2) نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ هَذَا الْقُرْآنَ وَإِنْ كُنتَ مِنْ قَبْلِهِ لَمِنْ الْغَافِلِينَ(3) إِذْ قَالَ يُوسُفُ لِأَبِيهِ يَاأَبَتِ إِنِّي رَأَيْتُ أَحَدَ عَشَرَ كَوْكَبًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَأَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ(4) قَالَ يَابُنَيَّ لَاتَقْصُصْ رُؤْيَاكَ عَلَى إِخْوَتِكَ فَيَكِيدُوا لَكَ كَيْدًا إِنَّ الشَّيْطَانَ لِلْإِنسَانِ عَدُوٌّ مُبِينٌ(5) وَكَذَلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ يَعْقُوبَ كَمَا أَتَمَّهَا عَلَى أَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ إِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ(6) لَقَدْ كَانَ فِي يُوسُفَ وَإِخْوَتِهِ آيَاتٌ لِلسَّائِلِينَ(7) إِذْ قَالُوا لَيُوسُفُ وَأَخُوهُ أَحَبُّ إِلَى أَبِينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّ أَبَانَا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ(8) اقْتُلُوا يُوسُفَ أَوْ اطْرَحُوهُ أَرْضًا يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ أَبِيكُمْ وَتَكُونُوا مِنْ بَعْدِهِ قَوْمًا صَالِحِينَ(9) قَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ لَا تَقْتُلُوا يُوسُفَ وَأَلْقُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ بَعْضُ السَّيَّارَةِ إِنْ كُنتُمْ فَاعِلِينَ(10) قَالُوا يَاأَبَانَا مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّا عَلَى يُوسُفَ وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ(11) أَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ(12) قَالَ إِنِّي لَيَحْزُنُنِي أَنْ تَذْهَبُوا بِهِ وَأَخَافُ أَنْ يَأْكُلَهُ الذِّئْبُ وَأَنْتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ(13) قَالُوا لَئِنْ أَكَلَهُ الذِّئْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّا إِذًا لَخَاسِرُونَ(14) فَلَمَّا ذَهَبُوا بِهِ وَأَجْمَعُوا أَنْ يَجْعَلُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ لَتُنَبِّئَنَّهُمْ بِأَمْرِهِمْ هَذَا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ(15) وَجَاءُوا أَبَاهُمْ عِشَاءً يَبْكُونَ(16) قَالُوا يَاأَبَانَا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ وَمَا أَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ(17) وَجَاءُوا عَلَى قَمِيصِهِ بِدَمٍ كَذِبٍ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللَّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ(18) وَجَاءَتْ سَيَّارَةٌ فَأَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ فَأَدْلَى دَلْوَهُ قَالَ يَابُشْرَى هَذَا غُلَامٌ وَأَسَرُّوهُ بِضَاعَةً وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ(19) وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍ وَكَانُوا فِيهِ مِنْ الزَّاهِدِينَ(20) وَقَالَ الَّذِي اشْتَرَاهُ مِنْ مِصْرَ لِامْرَأَتِهِ أَكْرِمِي مَثْوَاهُ عَسَى أَنْ يَنفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَكَذَلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْأَرْضِ وَلِنُعَلِّمَهُ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ وَاللَّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ(21) وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ(22) وَرَاوَدَتْهُ الَّتِي هُوَ فِي بَيْتِهَا عَنْ نَفْسِهِ وَغَلَّقَتْ الْأَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ قَالَ مَعَاذَ اللَّهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ(23) وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا لَوْلَا أَنْ رَأَى بُرْهَانَ رَبِّهِ كَذَلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوءَ وَالْفَحْشَاءَ إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ(24) وَاسْتَبَقَا الْبَابَ وَقَدَّتْ قَمِيصَهُ مِنْ دُبُرٍ وَأَلْفَيَا سَيِّدَهَا لَدَى الْبَابِ قَالَتْ مَا جَزَاءُ مَنْ أَرَادَ بِأَهْلِكَ سُوءًا إِلَّا أَنْ يُسْجَنَ أَوْ عَذَابٌ أَلِيمٌ(25) قَالَ هِيَ رَاوَدَتْنِي عَنْ نَفْسِي وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ أَهْلِهَا إِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ قُبُلٍ فَصَدَقَتْ وَهُوَ مِنْ الْكَاذِبِينَ(26) وَإِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ فَكَذَبَتْ وَهُوَ مِنْ الصَّادِقِينَ(27) فَلَمَّا رَأَى قَمِيصَهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ قَالَ إِنَّهُ مِنْ كَيْدِكُنَّ إِنَّ كَيْدَكُنَّ عَظِيمٌ(28)
يُوسُفُ أَعْرِضْ عَنْ هَذَا وَاسْتَغْفِرِي لِذَنْبِكِ إِنَّكِ كُنتِ مِنْ الْخَاطِئِينَ(29) وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَدِينَةِ امْرَأَةُ الْعَزِيزِ تُرَاوِدُ فَتَاهَا عَنْ نَفْسِهِ قَدْ شَغَفَهَا حُبًّا إِنَّا لَنَرَاهَا فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ(30) فَلَمَّا سَمِعَتْ بِمَكْرِهِنَّ أَرْسَلَتْ إِلَيْهِنَّ وَأَعْتَدَتْ لَهُنَّ مُتَّكَأً وَآتَتْ كُلَّ وَاحِدَةٍ مِنْهُنَّ سِكِّينًا وَقَالَتْ اخْرُجْ عَلَيْهِنَّ فَلَمَّا رَأَيْنَهُ أَكْبَرْنَهُ وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ وَقُلْنَ حَاشَ لِلَّهِ مَا هَذَا بَشَرًا إِنْ هَذَا إِلَّا مَلَكٌ كَرِيمٌ(31)
يُوسُفُ
(YUSuFu)
“Yusuf”
Kişi seni dinlemiyor. İlk defa çağırıyorsan, onu dinlemeye davet için “Ya Yusuf” dersin. Zaten dinlemekte ise ona adı ile hitap edersin.
Şahit gelmiş, soruşturma yapıyor. Aynı zamanda haklı-haksız ortaya çıkarılacaktır. O taktirde Yusuf’u zaten ikisi dinlemektedirler. Ne hüküm verileceğini beklemektedirler.
İşte o durumda iken “Ey Yusuf” diye değil de, “Yusuf” diye hitap edilecektir.
Burada konuşan şahit yani kadının akrabasıdır. Hitap etmeye erkekten başlamaktadır, Yusuf’tan başlamaktadır. Onun beraatını açıklamaktadır. Mısır hukukunda önce beraat edenlerin ismi okunur. Once beraat edenler bildirilir demektir. Suçluların durumu sona saklanır.
Bu hususun İslâmiyet’te de böyle olması gerektiği hükmünü Hazreti Yusuf’un hapishane arkadaşlarına nasıl yaptığı ile öğreneceğiz. Burada sadece eğer bir bucak böyle hükmü kabul ederse onun da hukuken meşru olduğunu öğreniyoruz. Orada da önce beraat edeni anlatıyor, sonra selb edileni anlatıyor.
Demek ki bu kural Mısır hukukunda böyle olduğu gibi İslâm hukukunda da böyledir. Haklı olan önce ilan edilir. Haksız olana verilecek hüküm sonraya bırakılır.
Bu niçin böyle yapılır?
Dikkat edilecek olursa burada Hazreti Yusuf’a “sen suçsuzsun” denmiyor, “ı’raz et” deniyor. Hüküm sonraya saklanıyor. Baştan beraat eden ve haklı olan ilan ediliyor. Ondan sonra mahkum olanın suçu belirtiliyor. Bu da beraatı zimmet asıl olduğu için orada bir açıklamaya gerek duyulmuyor.
Demek ki asıl olan yasakların sayılmasıdır. İslam hukukunda böyledir. Yasaklar sayılır. Geri kalan ne varsa hepsi serbesttir. Oysa Roma’da haklar sayılır, onun dışında olanları hukuk korumaz. Bu sebepledir ki Roma’da haklar sayılmıştır. İslâmiyet’te ise görevler sayılmıştır. Batı dünyası serbest akit sistemini almış ama vazifeleri sayma sisteminden bir türlü vazgeçmiyor, Batı hâlâ bu sistemden kurtulamamıştır. Hâlâ şirketlerde ve derneklerde sözleşmede yazılı olmayan işleri yapmamaktadırlar.
Daha doğru açıklama ile Mısır’da hakların veya görevlerin sayılması sistemi yoktur. Hukuk sistemi yoktur. Yöneticilerin kararları ile hüküm verilir.
Yazılı hukuk Batı’ya Tevrat’la geçmiştir. Tevrat’tan önce Mezopotamya hukukunda da yazılı hukuk vardı. Roma Tevrat’tan bunu alırken hakları sayıp devlete onu yükleme görevini vermiştir. Oysa kişiliği varsa muamelatta her şeyi her tüzel kişi yapmalıdır.
أَعْرِضْ عَنْ هَذَا
(EaGRiW GaN HAvÜAv)
“Yusuf bundan i’raz et.”
Burada Yusuf’tan istenen nedir?
İ’raz etmektir.
“İ’raz etmek” demek vazgeçmek demektir, ilgilenmemek demektir. Arıza bir bütünde meydana gelen eksikliktir. “İr’az” burada, ‘sen bu işi yapma anlamına geldiği’ gibi, ‘sen bunu kimseye bahsetme, bu olay olmamış gibi kabul et’ denir. “Biz emaneti göklere arz ettik” deniyor. Dilekçeye eski Türkçede “arzuhal” denir. Bugün de “sunulur” yerine “arz olunur” denmektedir. Türkçede bu kelimeden taarruz kelimesi de kullanılır.
“İ’raz” kelimesi Türkçede yoktur ama “itiraz” kelimesi vardır. İ’razın iftial bâbı olmuş olur. İtiraz karşı tarafa itiraz şeklindedir. İ’raz ise bir şeyden vazgeçme anlamındadır.
“İ’raz” kelimesi burada “An” harficeriyle kopma, ayrılma anlamına gelir. Kişi ayrılırken kendisinde bir sıkıntı meydana gelecektir. Bu sebeple “bundan i’raz et” demek, bundan vazgeç demek olur. Bir daha böyle bir şey yapma anlamına gelebilir. Ama asıl söylenmesi istenen, sen bunu kimseye söyleme, bu sadece sende kalsın denmektedir.
Çok zor bir durum vardır. Çünkü seyyidin işleri Yusuf’a göre yürümektedir. Her şey ona göre gelişmiştir. Şimdi onu uzaklaştırmak demek, eski saltanat devam edemez hal alır demektir. Dolayısıyla işi örtbas edip işlerin eskisi gibi yürümesi sağlanmalıdır.
İş hayatında bu gibi durumlarla çok karşılaşırsınız. Çalıştırdığınız insan, bir görevli istemediğiniz işler yapar, hattâ size ihanet eder. Ama siz onun işine son vermezsiniz. İşine son verdiğiniz takdirde bütün işleriniz bozulur. Bu sebeple eşinizi de kolay kolay boşayamazsınız. Sizin çevreniz ona göre oluşmuştur. Çocuklarınız olmuştur. Yakınlığınız teşekkül etmiştir. Sabretmek zorunda kalırsınız. Bu gibi şeyler hayatta hep yapılmaktadır.
Hazreti Yusuf suçsuzdur. Ama onu kapı dışarı etmek, hattâ öldürmek basittir. Kadının boşanması sorundur, çünkü onun yakınları vardır. Onun tüm yakınları bu durumdan rahatsız olacaklardır. Bu sebeple kadının yakını olan kişi işi yatıştırmakta, bir şey olmamış gibi bir durum ortaya koymaktadır. Hazreti Yusuf da bunu kabullenmekte, i’raz etmektedir. Ama yine de o evde kalmaktadır. Aslında yapılacak bir şey de yoktur. Hazreti Yusuf nereye gidecektir, serbest bırakılsa nasıl geçinecektir, nerede yaşayacaktır? Diğer köleler gibi iş yerlerine gidecek ve oralarda sefalet içinde yaşayacaktır. Satılacak ve basit ırgat muamelesi görecektir.
Hazreti Yusuf’un bir peygamber olarak buna rıza göstermesi, şeriatın buna izin vermesi anlamına gelir. Zaruretten dolayı bu ruhsat olabilir, azimet olabilir.
İşte fıkıhçılar burada farklı içtihatlarda bulunabilirler. Hazreti Yusuf bunu zarureten kabul etmiştir, ruhsattır. Yahut şer’î hüküm budur. Suç görmemezlikten gelinerek işler yine eskisi gibi sürdürülür ama kötülükten i’raz edilir.
Buradaki “i’raz et” deyimi dikkatli ol anlamına da gelmektedir.
“Hâzâ” kelimesi burada neye işaret etmektedir?
Bu konuyu ortaya koymaktan ve anlatmaktan vazgeç anlamında ise “Hâzâ” kelimesi bu hususta söylemekten i’raz et demiş olur. Böyle bir fiili yapma anlamına da gelebilir.
Karşı tarafa böyle fiili yapma demekle, sen gerekeni yaparsın denmiş olur ki, karşı tarafa yol açmamış olur. Onun için onu zaten yapmazsın, yapman mümkün değildir, bunu yapman düşünülemez anlamında ondan bahsetmezsin. Ama onu yapmadığın halde kadının böyle hareket ettiğinden bahsetme denmiş olur.
Kadının yakını bu ustaca sözü söylemiş olmaktadır.
Bahsetme anlamında bir söz söylüyor ama öbürüne de işaret etmiş olmaktadır. Bu da bir sanattır. İki mânâya da yorumlanan cümle söyleyerek, diğerinden bahsettiği halde sanki bahseder olmamaktadır. Her iki durumda da işaret edilen fiilin kendisidir. İsim değildir. O halde “Hâzâ” ile fiiller de işaret edilebilir demektir. Yahut mukadder bir söz veya eylem isimleri vardır. İşaret edilen hazfedilmiş, işaret zamiri onun yerine geçmiş olmaktadır.
وَاسْتَغْفِرِي لِذَنْبِكِ
(Va ESTaĞFiRIy LiZaNBiKi)
“Sen de günahından istiğfar et.”
Buradaki “Ve” harfi ile kadına da, “sen de i’raz et, sen de bir daha böyle şeye kalkışma” ya da “sen de bu olayı kapat, bahsetme” denmiş oluyor. Ayrıca, “sen suçlusun, istiğfar et, özür dile” deniyor. Demek ki, bundan önce “E’rid an haza” vardır ama bu hazfedilmiştir. Başka türlü “ve” harfi gelmez.
İşte, bu şekilde Arapçadaki “Ve” harfinin ne kadar geniş delaleti olduğunu öğreniyoruz. Sahnede temsil edilirken de böyle konuşacağız. “Yusuf, sen bundan i’raz et” dedikten sonra, kadına dönüp “sen günahlarından istiğfar etmelisin” dersek, i’raz etmelisiniz, istiğfar da etmelisiniz demektir. Yani ikisine i’raz edin diyorsun ama birini daha fazla bir şeye de yükümlü kılıyorsun.
“Gafere” bir çukuru kapatmak demektir. Olayı kapatmak demek, olay olmamış hâle getirmek veya öyle saymaktır.
“İstiğfar etmek” olayın kapatılmasını istemek, olayı cezalandırmamak demektir.
“İstiğfar et” deniyor.
Kimden istiğfar edecektir, kimden özür dileyecektir?
Yusuf’tan, kocasından veya Rabb’inden özür dileyecek, bağışlanmasını isteyecektir.
Kadının yakını bunu tavsiye etmektedir.
Firavun’dan istiğfar et anlamı verilebilir. Mısır inanışına göre Firavun Tanrı’nın oğludur. Tanrı ise güneştir. Güneşin kendisi tanrı değildir. Tanrı bizim âlemlerin Rabbidir. Ancak isim olarak şems denmiştir. Sonraları hükümdar Tanrı’nın oğlu kabul edilmiştir.
“Zenbinden dolayı istiğfar et” deniyor.
“Zenb” yüz kızartıcı suç demektir.
Burada kadının utanılacak bir suç işlediği belirtilmiş olmaktadır.
Batı mantığında kadının bu tür davranışı suç teşkil etmiyor. Kocası isterse boşayabilir. Ama erkek tecziye edilmediğinden kadın da tecziye edilmemektedir.
Bu uygulama insan fıtratına aykırıdır. Bütün topluluklarda zina suç sayılmıştır. Bitkilerde ve hayvanlarda da bir dişinin çok erkek spermasından döllenmesi yoktur. Sadece Marksizm ve bugünkü Avrupa mantığında bu çarpık düşünce vardır. Erkeğin erkekle ilişkisini tarihte de meşru gören uygarlıklar olmuş ama onlar helâk edilmiştir.
إِنَّكِ كُنتِ مِنْ الْخَاطِئِينَ(29)
(EinNaKi KüNTi MiNa eLPAvOıIyNa)
“Sen hata edenlerdensin.”
Her ne kadar sen suçu Yusuf’a atmakta isen de hatalı olan sensin deniyor, “zenbden istiğfar etz deniyor. Burada hata eden sensin deniyor.
“Hata eden” istemeyerek de olsa bir yanlışı yapan demektir. Hata zenbe yani günaha göre daha hafif bir fiildir. Kadın Yusuf’la muravede etmek istemiş, bundan istiğfar etmesini istiyor ama yine de suçu hafifletmek için hata yapanlardan olduğunu söylüyor. Birincisini yaptığı gerçek fiili için söylüyor, ikincisini ise durumu çevreye anlatmak için yapıyor, bu meseleyi zenbden çıkarıp hataya çekiyor.
“Hata” nedir? Kadının Hazreti Yusuf’un evden def edilmesini sağlamak için ona böyle iftira etmesidir. Sen böyle oldun, sen böyle hata edenlerdensin denmektedir.
“Kâne” fiili burada nâkıs fiildir. Geçmişte olanı değil, hâli tekit içindir.
“İnne”nin ismi “Ke” zamiridir. “Sen zalimlerden oldun” cümlesi ise haberidir.
“Hatilerden” kelimesi “Kâne”nin mefulüdür. Yusuf değil sen hata ettin demektedir.
“Hata” kelimesi burada erkek çoğul olarak getirilmiştir. Oysa “İnneki”deki “Ki” harfi esrelidir. O halde erkek kurallı çoğulun içine kadınlar da girmektedir. Hattâ kastedilen aynı zamanda diğer kadınlardır. Erkekler yoktur. Daha önce “sizin keydiniz azimdir” derken orada sadece kadınları kastetmiştir.
Bu dünyada eğer kadınlar bir topluluk oluşturuyorlarsa, yalnız kadınlar da olsa erkek kurallı çoğul gelebilir. Aksi de doğrudur. Topluluk değişen bir ekip oluşturuyorsa, hepsi erkek olsa da dişi kurallı çoğul gelir. “Sâffât”taki dişi kurallı çoğul bu mânâdadır.
Şu kuralların daima akılda tutulması gerekir.
a) Erkek kuralsız çoğullara dişi tekil zamir gider.
b) Dişi kuralsız çoğullara erkek tekil zamir gider.
c) Erkek kurallı çoğullar topluluğa işaret eder. Bu topluluk kadınlardan oluşmuş olabilir.
d) Kadın kurallı çoğul sistemi ifade eder. Bu kimseler sadece erkekler bile olabilir.
Sistem ile topluluk arasında şu fark vardır. Topluluk aynı özelliği taşıyan ve aynı işleri gören kişilerdir. Birbirine etki ederek farklı birlik oluştururlar. Sistemde ise herkesin işi ve yeri farklıdır. Herkes kendi görevini görür. Birbirlerini etki ederek değiştirmezler.
“Hatiîn” olan topluluk kimlerdir?
Kimi zaman kişiler yanlış bir konuda bir araya gelerek hatada topluluk oluştururlar. Mafya bunlardandır. Kadının bu işi tek başına işlemediği, mensup olduğu bir mafya tarafından işlendiğe işaret etmektedir. Bundan istiğfar et ve böyle oyunlara bir daha girme denmektedir. Kadının yaptıkları insanları başka istikamete tevdi etmektedir.
***
وَقَالَ نِسْوَةٌ
(Va QAvLa NıSVaTün)
“Ve kadınlar dedi.”
“Ve” harfi bundan önceki olaya atfetmektedir. Yani Mısırlı akraba şahit i’raz edilmesin, yayılmasın diye emrettiği halde olay yayılmıştır, olay duyulmuştur.
Nasıl oldu da bu olay çevrede duyuldu, kim duyurdu, kim yaydı?
Türkçede bir söz vardır; yer gök yeminlidir. Olaylar gizlenemez, mutlaka ortaya çıkar.
Seyyidin zamansız eve gelmesi, kadın yakınlarının eve gelip gitmesi bu haberi yaydığı gibi, mutlaka seyyid de kendi yakınlarına anlatmıştır. Sonunda olay kulaktan kulağa, ağızdan ağıza yayılmıştır. Zaten kadının yakını olan şahit olayı tevil etmekte ama gizlemeyi önermemektedir.
“Ve” harfi gelmesi olayın daha önce yayıldığını ifade etmektedir. “Fa” harfi getirilseydi, bu kararın haberin yayılmasına sebep olduğu anlaşılırdı. Aralarında ilişki vardır ama bu ilişki sebep-sonuç ilişkisi değildir. Kadın artık pervasız davranmaktadır. Çünkü onun suçlu olduğu halde kadın tecziye edilmemiş, evden kovulmamıştır. Demek ki onun yapacağı hareketlere çevre tahammül edecektir. Türkçe deyimiyle kadın kocasını tartmıştır.
Kocası neden kadına fazla bir şey yapamamaktadır?
Bunun iki sebebi vardır.
Seyyid tüm işlerini karısı ile yürütmektedir. Kadının gitmesiyle yalnız karısı gitmiş olmayacak, tüm dirliği bozulacaktır.
İkinci sebebi de, kadının ailesi ile yakınlığı vardır, onlar da etkin ailelerdir. Onlara karşı direnmeye gücü yetmemektedir. O nasıl hüküm vermişse öyle hareket edecektir. Ama bu kadının azgınlığa devam etmesine sebep olacaktır.
“Nisve” çoğuldur. Cemi kıllettir. On kadından az kimse demektir. “Nisa” ise cemi kesrettir. Kur’an’da “nisa” kelimesi çok olduğu halde “nisve” kelimesi bir defa geçmektedir. Nisa ve nisve kelimelerinin kendi köklerinden tekili yoktur. “Mer’e” kelimesi kullanılmaktadır. Demek ki tüm Medine halkı konuşmamaktadır. On adet kadından daha az sayıdaki kadın dedikodu yapmaktadır. Olay dışarıya yayılmamıştır. Sadece kadının veya erkeğin yakınlarınca konuşulmaktadır.
“Nisve” nekredir, çoğuldur, üç ile on arasında kadındır.
“Nisve” çoğul kelimedir. Fiil müzekker gelmiştir. “Kâlet” denmemiş de “Kâle” denmiştir. Yukarıda belirttiğimiz kural burada teyit edilmiştir. Peş peşe gelen âyetlerde iki kural getirilmiştir. “Hâtiîn” kelimesi kadınlar topluluğu olduğu hususunu teyit eder.
فِي الْمَدِينَةِ
(FIy eLMaDIyNaTi)
“Medine içinde”
“Nisve”nin kuralsız çoğul olması ve medine içinde olması bu haberin belli bir grup tarafından yayılmadığını gösterir. Kadının yakını olan şahidin dediği gibi bu işi bir grup kadın planlamamıştır. Kadın kendi başına bu işi yapmamıştır.
“Medine” kelimesi marife getirilmiştir. Mısır’ın merkezi olan şehirdir. Yani kadının bulunduğu şehirdir. Mısır bir ülkedir. Oysa Medine o ülkenin merkez kentidir veya kentlerinden biridir. Mısır hiçbir zaman bir kentin adı olmamıştır. Kentler daima ayrı ad taşımıştır. Mısırda kentler vardır. Kentler kendi varlıklarını korurlar. Sadece firavun tüm Mısır ketlerinin kralı olur. Roma’da ise durum böyle değildir. Orada Roma diğer kentleri kendisine bağlar. Hanedan değil de Roma hakimdir. Mısır’da kral hakimdir. Kentler kendi varlıklarını bağımsız olarak korumakla beraber ayrı hukukları yoktur. Tüm Mısır’ın tek hukuku vardır. Bu sebeple burada “Fi’l-Mısr” denmeyip “Fi’l-Medîneti” denmektedir.
Bizim çözemediğimiz bir mesele vardı. Kıta merkezlerinin büyüklüğü ne olmalıydı?
Biz istihsanla ‘bölge’ olmalıdır diyorduk. Yani insanlığın yeryüzünde şimdilik 7-8 kıtasının merkezi olmalıdır. Bunların büyüklükleri ne olacaktır? Bunlar doğrudan insanlığın toprakları olacak, millî devlet olamayacaktır. Biz bölge büyüklüğünde diyorduk ama tam olarak belirlememiştik. Buradaki bu âyet bunu belirlemiştir. İnsanlığın ona yakın, on kadar bölgesi olacaktır. Yani insanlık da bir devlet statüsünde olacaktır. Bölgelerin merkezleri ilçe büyüklüğünde olacaktır. Devlet merkezi de il statüsünde olacak ama toprakları bir yerde değil devlet yolları ile bağlı olacaktır. İllerin ve ilçelerin merkezleri de birer bucak olacaklardır. Bu âyet bunu tesis etmektedir.
Kur’an’da Mekke’nin bütün insanlara açık yer olduğu beyan edilmektedir. Haccın orada yapılmasından anlıyoruz ki, insanlığın merkezi orası olacaktır. Birleşmiş Milletler orada bulunacaktır. Medine’nin oraya yani Mekke’ye dahil olmadığı kanaatinde idim. Şimdi anlıyoruz ki, insanlığa ait olan yalnız Mekke değil tüm Hicaz’dır. Dolayısıyla Medine de insanlığındır. Tüm insanlığa bölüştürülecek topraklar Mekke topraklarıdır. Ama Mekke yönetimi tüm Hicaz’a sahiptir. İnsanlar oralara gidip yerleşirler.
امْرَأَةُ الْعَزِيزِ
(EiMRaEaTü eLDaZIyZı)
“Azizin mer’esi”
“Mer’e” kadın demektir. Karı koca arasındaki bağlılık izafetle ifade edilmiştir. Oğlu, babası gibi karısı, kadını, erkeği tabirleri kullanılmaktadır. İzafette mülkiyet yoktur, üstünlük yoktur. Baba oğula izafe edildiği gibi oğul da babasına izafe edilmektedir. Ne var ki, kadın olarak en yakını eşi olduğu ortaya çıkmaktadır.
İnsanların birbirine en yakın olanı olarak eşleri görürüz. Böyle olmasaydı “mer’esi” denmezdi. Mirasta da normal olarak anne baba gibi eşler de altıda bir pay almaktadırlar.
Boşanmış bir kadının eski eşi ile yakınlığı ne olmaktadır? Aralarında ilişki tamamen kesilmiş midir? Bir kadının eski kocasından üç defa evlenip boşanması aralarındaki ilişkiyi koparır mı? İlişki ancak kadın başkası ile evlendiği zaman kesilmiş olur.
Hazreti Yusuf’u satın alandan bahsedildiği zaman, önce Hazreti Yusuf’u satın alan kimse olarak tanımladı. Şimdi de “aziz” dendi.
“Aziz” ne demektir? Sözü dinlenen adam demek olur.
Her topluluğun ona yakın, on kişi kadar büyükleri olur, topluluk mensupları onları saygın kişiler olarak görürler. Bu kişiler atama ile gelmezler. Zamanla ve hizmetleri ile kendiliğinden oluşurlar. Hıristiyanların azizleri vardır. Hattâ onlar geçmişleri ile de anılırlar.
Mısır’da da böyle azizlerin var olduğunu öğreniyoruz.
Daha sonra Hazreti Yusuf da böyle azizlerden olacaktır.
“Aziz” marife olarak gelmiştir. “Bakan” dendiği zaman, kendi çevresinde olanlar belli bir bakanı anlarlar. Demek ki dedikodu yapan kadınlar azize yakın olanlardır ki, “azizin karısı, bakanın karısı” dendiği zaman belli bakan anlaşılmaktadır. Bununla beraber başbakanın adı da “aziz” olabilir. Kur’an hamandan yani sadrazamdan bahsetmektedir. O zaman Hazreti Yusuf Mısır’ın en yetkili kişisinin evinde büyümüş olur.
Hazreti Yusuf işte bu azizin evinde ve işlerinde büyümüştür, yönetme eğitimini almıştır. Bunlar hep İlâhi takdirdir. Şimdi de başa gelenler sebebiyle Hazreti Yusuf’un zindana gitmesi sağlanacaktır. Zindanda bu sefer Mısır halkı ile içli dışlı olacaktır. Aksi halde sadece aristokratik sınıftan olup halkın hallerinden haberdar olamayacaktır.
Kur’an bize burada Allah’ın kişileri nasıl eğitip büyüttüğünü anlatmaktadır. Hazreti Muhammed de Mekke’de yetişmiştir. Kureyşlilerin eğitimini almıştır. Amcası Ebu Talip Kureyş’in ileri gelenlerindendir. Hazreti Hatice de Kureyş’in asil kadınlardandır.
تُرَاوِدُ فَتَاهَا عَنْ نَفْسِهِ
(TüRaviDü FaTAyHAv GaN NaFSiHi)
“Fetasını nefsinden muravede ediyormuş.”
“Feta” genç demek, delikanlı demektir. Aynı zamanda kölesi demektir.
İnsanları onore etmek için köleleri kölelerle adlandırmazlar, mecazi mânâsı olan kelimelerle adlandırırlar. Böylece birlikte yaşayan kimseler devamlı aşağılanmış olmaz. Bu sebepledir ki kölelik aynı zamanda zenginlerin ailesine katılma olduğu için çoğu zaman köleleşme istenen bir müessese olmuştur.
Osmanlılarda da yeniçerilik böyledir. Kişi gelir, askerlik yapar ama aynı zamanda bol para kazanır, eğitim alır, dindar olur, ondan sonra aileleri ile de ilişkisini koparmazdı.
Mısır’da da durum böyle olmalı ki “fetası” demektedirler; “fetası ile muravede etmiştir” demektedirler. Genel olarak üst sınıflar ilimde, dinde, siyasette ve ekonomide olmaktadır. Mısır’da siyasiler hakimdir. Ticaret gelişmemiştir.
Bugün de böyle bir olay olsa, aynı dedikodular alıp yürür ve çevre onları yaşatmaz.
Uygarlaştıklarını ileri süren Avrupalılarda durum nasıldır, Sovyetlerde durum nasıldır?
Buralardaki durumları tam olarak bilememekteyiz.
Ama bizim müşahede ettiğimiz kadarıyla bütün insanlarda aynı durum mevcuttur. Açlık ve kıtlık zamanlarında sefalet içine düşen insanlar bile rahatça davranamazlar.
قَدْ شَغَفَهَا حُبًّا
(QaD ŞaĞaFaHAv XubBan)
“Hubb olarak onu şegf etmiş.”
Türkçede ‘vurulmuş’ kelimesini kullanırız.
Arapçada ‘sevgi onu sarmış’ anlamına gelmektedir
“Habbe” tane demektir. Suyu kaynattığımızda çıkan kabarcıklar da habbedir. Sevgi insanın içini kaynatır kabul etmiş ve bu mânâyı vermişlerdir.
İnsan ruhiyatında bu tür duygular verilmiştir. Bu duygular olmazsa evlilik olmaz, çocuklar doğmazdı. Allah her şeyi belli amaçlarla var etmiştir. Diken battığı zaman acı duyarız. Dikeni çıkarırız, yoksa sonra kangrene dönebilir. Bu sevginin evlenme amacıyla kullanılması gerekmektedir. İnsandaki duygular meşru yollara yönlendirilirse büyük hazineler elde edilir. Gayrimeşru yollara yöneltilirse o zaman da felaket olur.
“Şıgaf” kalbin zarıdır. Kalbi sevgisi doldurmuş demektir. Kalbinde başkasına yer kalmamış diyorlar. Utanma perdesi yırtılmış diyorlar.
Anlaşılan kadın cesaret bulmuş ve çevresine söyleme durumunda kalmıştır. Kendisini tutamamaktadır. Bu şekilde anladığımız zaman, yukarıda verdiğimiz çocuk edinme mânâsı yanlış olur. Sevgisi aklını başından almış demektedirler. Bunu diyenler kadınlardır.
Kadın ne düşünmektedir? Kadın şimdi ne yapacaktır?
Aynı evde eski haliyle yaşamaya devam edemezler. Ancak olaylara acele ile yaklaşılmaz ve zaman içinde düşünülür. İşte aziz ile şahit bunu yapıyor.
Durum ne olacaktır?
Eğer çevreye yayılmazsa bu iş kapanacaktır. Bu mümkün olmaz. Böyle durumlarda yapılacak iş, derhal boşanma sağlanmalıdır. Kadın o kişi ile evlenmelidir. Kadın böyle duruma düşerse mihri iade ederek boşanmalıdır. Erkek de bu duruma izin vermelidir. Yahut Yusuf oradan uzaklaştırılmalıdır. Nitekim böyle yapmaktadırlar.
Kur’an bunun için “nuşuz” demektedir. Kadının dövülmesine işte bu durumlarda izin verilmiş olmaktadır. Bu dövme kocası tarafından değil de, işte yakını olan şahit tarafından yapılacaktır. Veliye Kur’an gerekli tedbirleri aldırır. Kadın velisinin bu kararına uymak istemezse velisini değiştirebilir. Koca da hakemlere giderek karısını mihirsiz boşayabilir.
إِنَّا لَنَرَاهَا فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ(30)
(İnNAv La NaRAyHAv FIy WaLALin MUvBIyNin)
“Biz onu mübin dalâlette görüyoruz.”
Kadınlar son derece karşı çıkmaktadırlar.
Kadınlar neden karşı çıkmaktadırlar?
Karşı çıkmaktadırlar, çünkü bu tür kadınlar çoğaldığında kendi kocalarını ellerinden kaçırırlar. Kendileri için tehlike olmaktadır. Dolayısıyla bu yapılanı açık dalalet olarak görmektedirler. Zaten bu kadınların dedikodu yapmalarının sebebi buradan gelmektedir.
Bugün de kadınların çok evliliğe karşı olmalarının sebebi vardır. Erkekler çoğu zaman ikinci kadını sevmekte, birinci kadını terk etmekte, kadınlar kocasız kalmaktadırlar. Bugün mihir müessesesi olmadığı için kadınların reaksiyon göstermeleri buradan gelmektedir. Etkin bir mihir müessesesi olsa kadın koca değiştirerek daha çok kazanmış olacaktır. Kocanın ikinci evliliğini isteyen kadınlar da olabilir, böylece kendilerine mihir alarak yeni koca bulma fırsatı doğmuş olur.
Kur’an asgari mihri tedvin etmiştir. Biz ikinci evliliği zorlaştırmak istiyorsak, o zaman asgari mihri yüksek tutarız. O mihri bulamayanlar, bulsalar bile ona kıyamayanlar hanımlarını boşamazlar. Boşasalar da, kadınlar başka koca bularak servetlerini artırırlar.
Kocalarının ikinci evliliğine izin vermeyen kadınlar, kocalarının evlilik dışı ilişkilerine izin vermekte yani göz yummaktadırlar. Birçok kadın, beni boşasın, ondan sonra kimi alırsa alsın diyorlar. İşte bu hakkı ağır mihir alarak yapmalıyız.
Bu asgari mihir miktarı ne olmalıdır?
Bu miktar bucaktan bucağa değişecektir. Onun için Kur’an miktar belirtmemiştir. Ancak marife kullanarak bunun belirli olması gerektiğini ifade etmiştir. Kadınlar nikah yaparken bu miktarı belirlerler. Asgari miktardan az olmamak üzere istedikleri kadar büyük belirleyebilirler. Koca bulurlarsa istedikleri kadar büyük tutsunlar.
Demek ki Mısırlı kadınların ruhi durumu bugün ki kadınların durumu gibidir.
“Dalalet” kelimesini kullanmışlardır. Aziz gibi kocası olan birinin bu hareketi yapmasını dalalet olarak görmektedirler. Oysa kadın çocuk yapamamaktadır. Kadın çocuğu olması için istediği kadar kötü şartlarda yaşamayı tercih edecektir.
Kur’an bunları anlatırken onların kötülük içinde olduklarını söylemektedir. Sevgi de bir hastalıktır. Tedavi edilmesi gerekir.
***
فَلَمَّا سَمِعَتْ بِمَكْرِهِنَّ
(Fa LamMAv SaMiGaT Bi MaKRiHinNa)
“Onların mekrlerini sem’ ettiğinde.”
“Fa” harfi getirilmiştir. Yani bu olayın arkasından zaman geçmeden dedikodu hemen yayılmıştır. Seyyid kadının ailesine gidip konuşunca olay hemen duyulmuş, diğer taraftan haber yayılmıştır. Olay eğer başlamışsa “Fa” harfi gelebilir. Burada olay başlamıştır. Haber yayılmış ve dedikodu da başlamıştır.
“Fa” harfi tertip için olduğu gibi, birinci olay sebebiyle ikinci olayın başlaması anlamında olabilir. Şahit tarafından kadın hatalı bulununca dedikodu da yayılmıştır.
İlâhi takdir Hazreti Yusuf’un zindana gönderilmesidir. Bu da ancak bu olayın gerçekleşmesi ve dedikodunun yayılması ile olur.
Kendi hayatınızda böyle peş peşe tesadüflerle oluşan hadiseler olmuştur. Siz onları tesadüf sanırsınız, halbuki Allah’ın takdiridir, O size o tesadüfleri oluşturmuştur. Hiçbir şey Allah’ın ilmi dışında değildir, hiçbir olay O’nun ilmi dışında cereyan etmez.
“Mekrlerini işitince” deniyor. Yukarıda şahit olaydan bahsederken “keydekünne” sözkonusudur. Burada ise “mekrihinne” getirilmiştir. Daha önce bahsedilen “keyd” kurulan bir tuzaktır, hemen sonuç verecek durumdur. Buradaki “mekr” ise uzun vadede sonuç veren gizli kapaklı olmayan olaydır.
Burada kadınlar ne mekr ediyorlar, neden dedikodu yapıyorlar?
Bürokratlar arasında, vüzera/bakanlar arasında devamlı rekabet vardır. Kişiler kendi seviyelerinde olanları hep kıskanırlar. Melikin/kralın gözüne girmek için kendi seviyelerindeki rakiplerin bertaraf edilmesi gerekir. Buradan anlaşılan, dedikodu yapanlar diğer azizlerin karılarıdır. Yukarıda azizden bahsetmelerinin sebebi, aziz olduğu halde onun karısı böyle yapmıştır. Böyle yapar mı anlamındadır. Yani harfi tarifle azizin zikri, azizlik sıfatına yakışmayan bir olayın olmasıdır. Mekr keydden öte bir olaydır. Bu yolla azizi melik indinde küçük düşürme içgüdüsüdür.
Bir topluluğun başka topluluktan korunma, saldırma veya dost olma siyasetine “mekr” denmektedir. “Keyd” ise mekr içinde yapılan bir operasyondur.
أَرْسَلَتْ إِلَيْهِنَّ
(EaRSaLaT eiLaYHinNa)
“Onlara irsal etti.”
“İrsal etmek” resul göndermek olduğu için sadece “erselet” denmiş, “rusulen” denmemiştir. İf’al bâbından olmakla beraber müteaddi değildir. “İleyhinne” tadiye etmektedir. Bununla beraber “rusulen” kelimesi mahzuf olabilir.
Dedikodu yapan kadınlara elçi veya elçiler göndermiştir. Bir elçi hepsini dolaşmış olabilir. Yahut her birine ayrı ayrı elçiler göndermiş olabilir. Onlara irsal etmiştir. Onlardan ne istediği de belirtilmiyor. Onları davet etmiştir. Sohbete davet etmektedir.
Demek ki “irsal” kelimesi eğer ne ile irsal ettiği belirtilmezse, ne için irsal ettiği belirtilmezse, sohbete davet etmek için irsal edilir.
Bazı âdetler vardır ki insanın yaratılışından beri mevcuttur. Bunlar da yemek davetleri vermek veya misafir etmek gibi âdetlerdir. Bu âyetleri okurken bizim bugün yaşadığımız hayatın ötesinde bir olayla karşılaşmıyoruz. Her gün yaşadığımız olaylar yaşanıyor. Bizde mevcut olan örfler onlarda da vardır. Yahut onlarda olan bizde de vardır. Uygarlaşma bizi teknik imkanlara kavuşturmakta ama sosyal yapımız, ruhi yapımız değişmemektedir.
Yukarıda ondan aşağı kadınların dedikodu yapmaya başladıklarını bildirmişti. Orada nekre/belirsiz idiler. Oysa şimdi onlara irsal ediyor. Yani kadın onları bilmekte ve tanımaktadır. Yahut bir istihbarat teşkilatı vardır. O teşkilat bunların adlarını vermiştir.
Başka bir şekilde daveti şöyle de yapabiliriz. “Akevler’deki arkadaşları al gel” deriz birine, o da kendi arkadaşlarını toplar. Böyle de olabilir. Topluluklarda sosyal gruplaşmalar oluşur. Her gruba farklı davetler verilir. Bazen onlar hep birlikte davet edilir.
Kur’an günün icaplarına ve ihtiyaçlarına göre her yıl yorumlanmalı, güncel olaylar değerlendirilmelidir. Herkes tarafından Ramazan ayında bu yorumla birlikte okunmalıdır. Böylece Kur’an insanların hayatlarını yönlendirir. Bin sene önce yapılan yorumlar bugünkü insanlara gerektiği gibi etki etmez. On taneye yakın mezheplerin ayrı ayrı yorumları olmalıdır. Yorumcular birbirlerinin yorumlarını okumalı ve gelecekle ilgili yorumlarını öyle yapmalıdırlar. Halk ise kendi seçtiği mezhebin yorumlarını okumalıdır.
وَأَعْتَدَتْ لَهُنَّ مُتَّكَأً
(Va EaGTaDaT LaHunNa MütTaKaEan)
“Ve onlara müttekeen i’tidat etti.”
“İttika etmek” dayanmak, yaslanmak demektir. Sandalyeler, koltuklar, kanepeler, arka yastıkları müttekeelerdir.
“Müttekeen” tekildir. Topluluk ismi olabilir. Onların her birine ayrı ayrı değil de, birlikte ittika edilecek yerler hazırladı denmektedir. Devamlı misafirlerin ittika edecekleri yer yerine, misafirler geldiğinde yastıklar konması anlamındadır.
Yine insanların ittika ederek oturmaları da tarihi gelişmeye dayanmaktadır. Bugün kaldırılıp konan müttekee yerine sabit müttekee vardır. Yatak odaları ile kullanma odaları ayrılmıştır. Bununla beraber çekyatlar gelişmiştir.
Onları rahat oturacakları şekilde ağırlamıştır.
Kur’an’da cennette eraike üzerine mütteki olurlar diyor. Yani koltuklar üzerinde otururlar ve yaslanırlar denmektedir.
İki ayak üzerinde dik yürüyen tek varlık insandır. Kuşlar da iki ayak üzerindedirler ama onlar yürümekten çok uçarlar. Canlılarda dört ayak asıldır. Bunlardan bazılarında ön ayaklar değişik amaçlarla kullanılır. Kuşlarda ve yarasalarda kanat olmuştur. İnsanlarda ise el olmuştur. Sanayi üretimi yapabilsin, yazabilsin diye insan böyle yaratılmıştır. Ayrıca dik yaratılmıştır. İnsanlar birbirlerini görsünler de konuşabilsinler diye bu böyledir. Ayakta durmak zor bir teknolojidir, yorucudur. İnsan otururken de zorluk çekmektedir. Bunu yenmesi için sandalye, koltuk ve yastıklar icat edilmiştir. Mısır uygarlığından beri mevcuttur.
وَآتَتْ كُلَّ وَاحِدَةٍ مِنْهُنَّ سِكِّينًا
(Va EaTat KulLa VaXıDın MınHunNa SikKiNan)
“Ve onlardan her birine sikkin/bıçak verdi.”
Burada olaylarda atlama vardır. Onlara elçi gönderdi. Onları sohbete davet etti demiyor. Onu biz buradan anlıyoruz. Her birine bıçak verdi demek, onlara elçi göndertmiştir, sohbete davet etmiştir. Onlar sohbete icabet etmişlerdir. Dayalı döşeli salona yerleşmişlerdir. Ondan sonra onlara bıçakla kesilecek bir şey ikram etmiştir. Bu kesilecek şey meyve olabilir, yahut yiyecek olarak mesela et olabilir. Kur’an bunlardan bahsetmemektedir. Her birine ayrı ayrı bıçak vermiştir. Genel olarak bugün bile bıçaklar az olur, biri keser, sonra diğeri keser. Bu öyle yapmamış, her birine ayrı ayrı bıçak vermiştir.
Bıçak ilk insanın kullandığı, ilk insandan beri kullanılan bir âlettir. Çünkü insanın dişleri ve pençeleri meyveleri ve başka yiyecekleri yeme kabiliyetinde değildir. İlk dönemlerde bıçağı yontulmuş taşlardan yapmış ve kullanmışlardır. Kaba taş, yontma taş ve cilalı taş devirleri geçmiştir. Sonra maden devrinde çakmak taşları maden üzerine dizilerek bıçak yapılmıştır. Kalay ve bakırın karışımı olan tunç yeni devir oluşturmuştur. Sonraları demir bıçaklar icat edilmiştir.
Bugün demir bıçaklar kullanmaktayız.
Bize kadar ulaşamamış olmakla beraber, kamıştan da bıçaklar yapılabilmektedir. Hazreti Yusuf zamanında demir icat edilmiş değildir. Bin sene daha sonra icad edilmiştir.
O halde burada kullanılan bıçak nasıl bir bıçaktı?
Kamış veya tunç bıçaklardır. Eğer Mısır uygarlığında tunç veya çakmak bıçaklara rastlamıyorsak, o zaman kamış bıçaklar olabilir. Kamışlar elleri çok kolay kesebilmektedir. Bu konu arkeolojik araştırmalarla ortaya konabilir. Tevrat, Kur’an ve arkeolojik araştırmalarla sorunlar tanımlanabilir. Bu âyetlerin tam olarak anlaşılması için üçlü araştırmaya ve çalışmaya ihtiyaç vardır.
وَقَالَتْ اخْرُجْ عَلَيْهِنَّ
(Va QAvLaT EuPruC GaLaYHinNA)
“Ve onlara huruç et dedi.”
Demek ki Hazreti Yusuf ayrı odadır, kadınlar ayrı odadır. Kadın Hazreti Yusuf’un yanına gelmiş, “onlara huruç et” demektedir. Onlara çık, karşılarına çık anlamındadır.
Demek ki olaydan sonra Hazreti Yusuf yine evde kaldı. Kadın ile normal hayatı sürdürmektedir. Onun emrindedir, hizmet etmektedir. Olayın örtülmesi ve kapatılması için taraflar birlikte bırakılmış, değişiklik yapılmamıştır. Bu durumda Yusuf ile kadın arasında nasıl ilişkiler kurulmuştur? Bir evde bu durumda nasıl yaşamaktadırlar? İraz bu durumu sürdürmektedir. ‘Onların huzuruna çık’ denmektedir. Birden Yusuf çıkıp görünecektir. Onlara ‘bir arzunuz var mı’ diyecektir? Kadınlar beklenmedik olayla karşılaşacaklardır. Çünkü onlar Hazreti Yusuf’u duymuşlar ama daha önce görmemişlerdir.
Bu nasıl olmaktadır?
Demek ki Hazreti Yusuf’u daha evvel görecek bir şekilde kadınların azizin karısı ile ilişkileri yoktur, kadınlar devamlı görüştüğü ve sohbet ettiği kimseler değildir. Yukarıda geçen nisve kelimesinin nekreliği bunu göstermektedir.
Peki, bunlar kim olabilirler?
Dedikodu yapan hanımlar mevki olarak azizin altında olan kimselerin eşleridir. Protokol gereği aristokratik yaşayışta onlarla üst sınıf hanımları muhatap olmazlar.
Demek ki Mısır’da aristokratik hayat vardır. Bazen üst seviyede olan kimse alt seviyedekileri davet edebilir. Bu istisnai olaydır. Bu sebeple kadınlar onu görmüş değildirler. Bununla beraber eğer yeni delikanlı olmuşsa durum farklıdır. Daha evvel çocuktu. Şimdi erkek olduğu için asıl şimdi kendisini göstermiştir.
فَلَمَّا رَأَيْنَهُ أَكْبَرْنَهُ
(FaLamMAv RaEYNaHUv EKBaRNaHUv)
“Onu re’y ettiklerinde onu ikbar ettiler.”
Onu gördüklerinde onu büyüklediler.
“Fe” harfi girer girmez demektir. Kadın talimat verince girdi, bunun üzerine “onlar onu görünce büyüklediler” deniyor.
“Fe” harfi takip “Fe”si olabileceği gibi sebep-sonuç “Fe”si de olabilir.
Hazreti Yusuf kadının talimatı ile girmiştir. Demek ki aralarındaki normal hayat sürmektedir. Girişi ve görüşleri bir anda olmuştur. Onlara müttekee hazırladığı zaman yastıkları öyle yerleştirmiştir ki hepsinin yüzü kapıya bakmaktadır. Girer girmez hepsinin yüzü ona yönelmiştir. Onu büyüklemişlerdir.
Azamna hubbe ahsenehu denebilirdi.
“Ekbernehu” denmiştir.
Onun görünüşünde bir asalet, bir zerafet ve üstünlük görmüşlerdir. Onu kişi olarak büyüklemişlerdir. Ondan kötü şeyler sadır olmayacağını anlamışlardır.
Kadınlar yalnız Hazreti Yusuf hakkında değil, kadın hakkında da iyi şeyler düşünmeye başlamışlardır. Kadın diğer kadınlara demek istemiştir ki, bizim böyle bir sevişmemiz yoktur. Bu asil insandır. Ben zaten kötü niyetli değilim. Bunun için burada “ekbernehu” diyorlar.
وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ
(Va QaoOaGNa EayDiYaHunNa)
“Ve ellerini kat’ ettiler.”
“Kat’ etmek” cerh etmek mânâsında kullanılmaktadır.
Herhalde ellerini kopardılar mânâsında değildir. Bununla beraber ellerini cerh etmemişlerdir. ‘Parmaklarını ısırdılar’ diye bir tabir vardır. Bu ne demektir? Hoşlarına gitti, parmaklarını yediler demektir. Ellerini kopardılar demek, şaşkına dönüp bıçakları ellerinde kaldılar, yani hareketsiz hâle geldiler demektir. Bu mânâda olunca mecazi olmuş olur.
Bununla beraber ellerini kesmiş olabilirler. Bunun için hepsinin ellerini kesmiş olması gerekmez. Bir veya ikisi kesmiş olsa, diğerleri onunla veya onlarla meşgul olsa, hepsi kesmiştir tabiri kullanılır.
Her ne mânâya gelirse gelsin, burada kadınların şaşa kaldıkları anlaşılmaktadır.
Kadın ne yapmak istiyor?
O kadınlara bir şey yapmadıklarını göstermek istiyor. Âyetin zahirine göre; evet, ben bunu sevdim ama haklı idim, siz de olsanız severdiniz denmiş olur.
Biz ise bu mânâyı “ekbernehunne” kelimesinde görmüyoruz. Mısır kültüründe insanların kerametine inanır, onlarda tanrısal güç görürlerdi. Bu inanışta olmalarına sebep olarak kişilerin heybetli duruşları da rol oynardı. Onlar zaten melikin tanrının oğlu olduğuna inanıyorlardı. Onu görünce Hazreti Yusuf’un alelade biri olmadığına kani oldular, tanrı olduğuna kani oldular. Kadının ona bağlılığı da buradan geliyor şeklinde anladılar. Belki de kadın daha önce bunlara bu şekilde bir telkinde de bulunmuştur.
وَقُلْنَ حَاشَ لِلَّهِ
(Va QuLNa XAvŞa LilLAHi)
“Allah için haşa! Dediler.”
“Haşa” “haşyet” kelimesiyle akrabadır. Haşa demek, haşyet etmek demek, bunu söylemeye korkarım demektir.
Kadınlar dedikodulardan pişman oldular. Hazreti Yusuf’un duruşundan onların düşündüğü gibi bir kötülüğün olmadığına karar verdiler. “Haşa” dediler. Bizim söylediğimiz mânâyı vermezsek haşanın mânâsı olmaz. Olması mümkün olmayan bir şey gördüğümüz zaman “haşa” denmez, kötü bir düşünce veya söz söylenirken “haşa” denir.
Demek ki bizim “ekberne” kelimesine verdiğimiz mânâ burada teyit edilmektedir.
“Lillahi” kelimesi getirilmiştir. Mısırlılarda da Allah kavramı yani tek tanrı kavramı vardır. Firavun Allah’ın oğlu değildir, güneşin oğludur. Gördüğümüz güneşin değil, onu var edenin oğludur.
Bu âyetten Mısır’da da tek tanrı kavramı olduğunu öğreniyoruz. Araplarda Kur’an gelmeden önce tek büyük tanrı kavramı vardır. Zaten “Allah” kelimesi Kur’an’dan önce de söylenen bir kelimedir. Bugünkü ateist Marksistler de Tanrı’yı inkâr etmiyorlar, Tanrı’ya tabiat diyorlar. Ruh yoktur, sadece madde vardır ve şuur maddeye aittir. Yoksa Marksistler kâinatın akıllı bir düzen içinde olmadığını söylemiyorlar. Onlar vahyi inkâr ediyorlar, yeniden dirilmeyi inkâr ediyorlar. Oysa vahyin de tabii bir olay olarak kabul edilmesi gerekir.
مَا هَذَا بَشَرًا
(MAv HAvÜAv BaŞaRan)
“Bu bir beşer değildir.”
Bunu mecazi mânâda söylemiyorlar. Buna gerçekten inanıyorlar. Bunun insan olmadığını söylüyorlar.
İlk insanda görünmeyen varlıklara inanma meyli vardır. Tanrı’nın yanında insanlar meleklere ve cinlere inanmaktadır, ruhlara inanmaktadır. Onları insandan üstün veya güçlü görmektedirler. Beşeri küçümsedikleri için beşer dışı varlıklara önem vermektedirler.
“Bu beşer değildir” diyorlar.
Bu inanış günümüze kadar gelmiştir.
İnsanları tanrılaştırma hastalığı devam etmektedir.
Tanrılaştırmıyorlar da melekleştiriyorlar.
Mısır’da sihir sanatı gelişmiştir. Mısırlılar sihir yapanların Tanrı’dan güç aldıklarını kabul eder, onları sayar ve onlardan korkarlardı. Bu hastalık hâlâ devam etmektedir.
Oysa Kur’an insanın en keremli varlık olduğunu söylemektedir. Fıkıhçılar sihre inanılmasını mürtetlik kabul ederler ve inananların öldürülmesine fetva verirler.
Kadın Mısırlıların bu inanışlarından yaralanmakta, kim bilir belki kendisi de bunlara inanmaktadır.
إِنْ هَذَا إِلَّا مَلَكٌ كَرِيمٌ(31)
(EiN HAvÜAv MaLaKun KaRIyMun)
“Bu bir kerim melektir.”
Bu beşer değildir, bundan kötülük meydana gelmez.
“Kerim” güzel demek değildir. Kerim, iyilik eden, ikram eden mânâsınadır. Bu bir iyilik meleğidir diyor.
Buradaki “İn” nefy harfidir. “İllâ”dan önce “İn” gelirse nefyi ifade eder. Bu insan değil sadece bir melektir anlamı çıkmaktadır.
Demek ki Mısırlılarda melek kavramı vardır.
Uygarlıkların başlangıcı Mezopotamya’dır. Hazreti Nuh ile başlamıştır. Batılılar uygarlığı Eski Yunanla başlatmışlardır. İslâm dünyası da ilk uygarlığı Yunanlılardan öğrendi. Sonra Yunanlıların Mısırlılardan etkilendikleri öğrenilmiştir. Tevrat tam tarihi veriyordu. Ne var ki Mezopotamya medeniyetinin varlığı bile belli değildi.
Bir İngiliz subayı Mezopotamya’da tabletleri keşfetti. Pişmiş topraklar üzerinde yazılar yazılıyordu. Sonra bu tabletlerde yazılanlar okunabildi. Bugün tabletlerle ilgili kütüphaneler keşfedilmiş, bu sayede Tevrat’ta ve Kur’an’da anlatılanların doğruluğu anlaşılmıştır.
Bugün kesin olarak bilinmektedir ki, uygarlık Mezopotamya’da doğdu ve buradan tüm dünyaya yayıldı. Bunun en açık delili Mezopotamya’da olan kavramların Mısır’da da olmasıdır. İşte melek ve Allah kavramları da böyledir.
“Bu bir kerim melektir” yani iyilik meleğidir. Bu simasından anlaşılmaktadır.
Hazreti Yusuf peygamberin duruşu bunu göstermektedir.
Burada iki şey sağlanmaktadır. Birincisi, Hazreti Yusuf zindana gönderilecek, orada halkla ilişkiler dersi aldırılacaktır. Ayrıca Hazreti Yusuf şimdiden meşhur edilmekte, saray erkanı Hazreti Yusuf’u tanımış olmaktadır.
Bir kimse önce kötü olarak tanınır, sonra iyiliği görülürse, bu gelişmenin sonrasında artık ondan şüphelenilmez. Dolayısıyla başlangıçta iyi görünüp sonra kötü olunma yerine aksi çok daha iyi olur. Böylece Mısır’daki dedikodular söndürülmektedir.
Kadın son derece başarılı bir hazırlık ve uygulama yapmıştır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-556/ADİL DÜZEN DERSLERİ-386 10 Nisan 2010
ERDOĞAN VE
AK PARTİ
Kur’an’a göre insanlar sınıflanırlar.
-Mukarrebun olanlar vardır. Bunlar çok iyi insanlardır.
-Ashabı yemin olan insanlar vardır. Bunlar İslâmî ibadetleri yerine getirirler. Takva sahibi kimselerdir.
-Bundan sonra müellefei kulub olanlar vardır. Bunlar iyi insanlardır. İslâmiyet’e düşman değildirler. İslâmiyet’e hizmetleri vardır.
-Bunun dışında bize karşı olmayanlar bize iyiliği de kötülüğü de dokunmayanlardır. Bunlar ashabı terktirler.
-Nihayet İslâmiyet’e karşı olup cephe alanlar vardır.
Ben bu derecelere göre insanlara sevgi duyarım.
Erdoğan ashabı yemindendir; mukarrebun olmaya namzettir.
Erbakan mukarrebundandır. Demek ki benim ona yakınlığım o derecededir.
AK Parti’nin iktidar olması Adil Düzen Çalışanları için büyük bir yarar sağlamıştır.
AK Parti neler yapmıştır?
Biz niçin onun iktidarda olmasını istiyoruz?
Biz çoğu kez ona ne diye oyumuzu veriyoruz?
AK Parti “Adil Düzen Partisi” değildir. Başarılı parti değildir. Geleceği karanlıktır. Ama bugün iktidarda kalmalıdır. Bunun gerekçelerini şu sebeplerle izah edebiliriz.
a) AK Parti’nin yerine geçecek, onun yaptıklarının yarısını yapacak parti yoktur. Saadet Partisi bugünkü hâliyle yapılması gerekenlere maalesef aday bile değildir. Benim kanaatim şudur ki, Saadet Partisi iktidar olsa Erdoğan’ın yaptıklarının yarısını bile yapamaz. Hareket Partisi (MHP) mensupları son derece atak ve becerikli kimselerdir. Belki AK Parti’den de iyi işlet yapabilirler. Sayın Bahçeli’nin becerisi hakkında bir şey diyemem ama milletle ters düşen bir kişi olarak görüyorum. Türkeş kadar da milletle birleşmiş değildir. Bu bakımdan iktidar olsa da, onun başbakanlığında Hareket Partisi AK Parti’nin yarısı kadar da başarılı olamaz. Halk Partisi’nde (CHP) de ters işlem vardır. Baykal iyi siyasetçidir. Halkla bütünleşecek kabiliyeti vardır. Ne var ki partinin zihniyeti çağın çok gerisindedir. Onun iktidarı da AK Parti’nin yarısı kadar olamaz. O halde bugün için tercihen oy vereceğimiz parti AK Parti’dir.
b) AK Parti’nin en büyük başarını Türkiye’yi Batı’ya tanıtmasındadır. Biz Batı’nın uydusu değiliz. Batlılaşmayı asla düşünmüyoruz. Avrupa Birliği’ne de girmeyeceğiz. Ama biz Batılıları sever ve takdir ederiz. Onlarla bir düşmanlığımız yoktur. Onlarla III. bin yıl uygarlığına beraber yürüyeceğiz. Bu hususta bizim için en uygun parti AK Parti’dir.
c) AK Parti’nin büyük bir başarısı da Türk ordusu ile inanmışları barıştırmış olmasıdır. AK Parti sekiz yıllık iktidarında ordu ile iyi geçinmiştir. Böylece ordumuzla uğraşmak zorunda kalmıyoruz. Bu hususta AK Parti yalpalamaktadır. Ancak temennimiz ordu ile ilişkisini daha sıcak hâle getirmesidir. AK Parti eğer bu tuzağa düşmezse, bu seçimleri kazandığı gibi gelecek seçimleri de kazanabilir. Ordu ile arasını bozarsa onun iktidarı hemen biter.
d) AK Parti içinde “Adil Düzen”i tutanlar vardır. Baskı gelmediği için biz rahat çalışıyoruz. Saadet Partililer de “Adil Düzen”i bırakmışlardır. Benimseyen sadece Erbakan kalmıştır. Reşat Nuri Erol zoraki olarak tutulmaktadır.
İşte bu sebepledir ki biz “Adil Düzen” gelmeden önce AK Parti’nin iktidar olmasını istiyoruz. Çok kötü adaylar koymazsa oyumuzu ona veriyoruz.
Bazı Adil Düzenci kardeşlerimiz bizim bu tutumumuza karşı çıkıyor, “AK Parti’yi neden koruyorsun?” diyorlar. “Adil Düzen”den önce en iyi iktidar odur da ondan koruyorum. Eğer gerçekten AK Parti’yi desteklememi istemiyorsanız; kurun “Adil Düzen Partisi”ni, o zaman AK Parti’yi destelemeyim. “Adil Düzen Partisi”ni kurmadığınız müddetçe ben AK Parti’yi destekleyeceğim. Size de tavsiye ederim. Onların içinden birilerini tercih edeceksek, şimdilik AK Parti’yi tercih edeceğiz.
Sayın Erbakan şimdi “Adil Düzen”den irtidat etmiş arkadaşları bırakamıyor. Erbakan bizi eskiden de dışlıyordu, ancak biz hep onun yanında olduk. “Adil Düzen”e zarar gelmesin diye yanında olduk. Şimdi Saadetliler onu dışladılar. O hâlâ bizi dışlamaya devam ediyor.
Biz kimseyi suçlamıyoruz.
Herkes kendi içtihadı ile amel etsin.
Ben “Adil Düzen Partisi” kurulmadıkça veya bir parti “Adil Düzen”i kabul edip Adil Düzen Çalışanları ile ilişkide olmadıkça; AK Parti’yi desteklemeye ve oy vermeye devam edeceğim ama yaptıkları yanlışları da en sert bir şekilde eleştireceğim...
Eleştirilerim AK Parti’nin iktidardan inmesi için değil, orada kalması içindir.
Onların bunu anlayıp anlamaması beni fazla ilgilendirmez.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-556/ADİL DÜZEN DERSLERİ-386 10 Nisan 2010
İŞSİZLİK
VE ORDU
Türkiye’nin en büyük sorunu işsizliktir.
İşsizliği çözdüğümüzde diğer sorunları kolayca çözeriz.
Ne var ki diğer sorunlar çözülmedikçe, onlarla birlikte işsizlik de çözülemez.
O halde işe nereden başlamamız gerekmektedir?
Bugün sizlere işsizliği çözmemiz için önce ordudan başlamamız gerekir diyorum.
Türkiye’de en kolay çözülecek problem işsizlik problemidir. Üç aylık gibi kısa bir zamanda işsizlik çözülebilir. Ne var ki, Batılılar işsizlik sorununu çözen Türkiye bütün sorunlarını çözer ve Türkiye tek süper güç olur diye, bu sorunu çözmesini istemiyorlar.
Türkiye silahıyla değil uygarlığı ile süper güç olur.
Türkiye 800 (779.452) bin kilometrekare büyüklüğümdedir. Güneşi ve suyu en elverişli olan ülkedir. Yeraltı madenleri zenginliği bakımından da Türkiye üst seviyelerde yer alır. Dünyanın ticarî merkezi Türkiye’dir. Sanayi, teknoloji, altyapı ve makina ekipmanı da yeterli derecededir. Kilometrekare başına en az 500 kişiyi besleyebilir. Demek ki 400 milyon nüfusu barındıracak bir iş kapasitesi vardır.
Türkiye’nin bugünkü nüfusu 75 milyondur. Çalışan nüfusu 30 milyondur. Bunun yarısı çalışmamaktadır; yani sadece 15 milyon çalışmaktadır. Türkiye’de aylık ücret ortalama 500 dolardır; oysa Orta Asya ve Çin’de ortalama olarak 50 dolardır. Kapılarımızı Almanya ve diğer bazı ülkeler gibi açsak istediğimiz kadar işçi bulabiliriz. Türkiye böyle bir şey yapsa, çok kısa zamanda üretimini on misli artırabilir; yani devlet bütçesi on misli büyüyebilir.
Komşuları ile problemi olamayan böyle bir devletin süper güç olması için ne gibi bir mâni kalır, ya da kalır mı?
İşte bunu bildikleri içindir ki, kilit devletler Türkiye’nin işsizlik problemini halletmesine izin vermezler.
Ne yaparlar?
Değişik şekillerde saldırırlar...
Ordunuz güçlü olmazsa teslim olmak zorunda kalırız.
O halde biz işsizlik sorununu çözeceksek, önce Türk ordusunu güçlendirmeliyiz.
NELER YAPARSAK TÜRK ORDUSUNU GÜÇLENDİREBİLİRİZ?
1- Türkiye’de on iki ordu kurmalıyız. Samsun’da kuracağımız ordu Karadeniz’den gelen deniz saldırılarına karşı Türkiye’yi koruyacaktır... Tekirdağ’da kuracağımız ordu Avrupa’dan gelen saldırıları durduracaktır... İzmir’deki Ege’den, Adana’daki Akdeniz’den, Diyarbakır’daki Suriye ve Irak’tan, Van’daki Kafkasya’dan… Eskişehir, Kayseri ve Konya’da oluşacak hava orduları bunları destekleyeceklerdir…
2- Türkiye orduları savunma orduları olmalıdır; saldırı orduları, işgal orduları olmamalıdır. Her ordunun müstakil bütçesi olacak ve kendi cephesi ve yerine göre eğitim yapacaktır. Askerleri o bölgeden olmayacaktır. Ordularımıza fazla para veremeyiz ama askerlik müddetini uzatırız. Her ordu kendi üretimi ile kendisini genişletir.
3- Dış ilişkilerde ana ilişkilerimizi ordunun muvafakati ile yapmalıyız. Sonunda savaşıp yenecek olan odur. O bize; ‘Artık işsizlik sorununu çözebilirsiniz. Saldırırlarsa ben korumaya hazırım.’ dediği zaman işsizlik sorununu çözmeliyiz. Onların muvafakatini almadan çözersek bize saldırırlar. Ordunun da gücü yetmez. Devletimiz yok olur.
4- Ordunun dördüncü sorunu ise yetkilerinin sınırlarının belli olmamasıdır. Siviller yetkilerini kullanıp sorunları çözemedikleri için askerler sivillerin işlerine müdahale etmektedirler. Bu sorunu da kesin olarak çözmeliyiz. Bu sınır anayasada çok açık belli olmalıdır. Devlet Başkanı bu sınırı korumada yetkili kılınmalıdır. Taraflar Devlet Başkanı’nın yetkisine saygılı olmalıdırlar. Kanunların yapılmasında askerlerin müdahil olması sözkonusu olmamalıdır. Ama “anayasa” yapılırken askerler de siviller kadar söz sahibi olmalıdırlar.
Askerlikte bedel sistemini getirmeliyiz.
İsteyenler asker olmalı, isteyenler bedel verebilmelidir.
Bedelin miktarı o kadar tutulur ki, askere gelenlerin sayısı istediğimiz kadar olsun. Bu bedel miktarı her yıl değiştirilebilir. Bu sayede askere sadece gönüllüler gelmiş olur.
Askerler askerlik yapacakları orduları ve komutanları kendileri seçerler. Böylece ordu son derece güçlü ve disiplinli bir ordu hâline gelir.
Savunma iyi hazırlanılırsa çok kolaydır.
Halkın desteği varsa, düşman orduları o ülkede barınamazlar.
ABD Irak’tan çekiliyor. ABD askerleri orasını işgal ederken Irak halkının güllerle karşılayacağını sanmıştılar. Düşündükleri ve planladıkları olmayınca, Kore’den olduğu gibi oradan da çekiliyorlar.
Biz İstiklâl Savaşı’nı Müslüman halkın dayanışması ile kazandık.
Ülkemizdeki ordular değişik siyaset izlerler; mesela, kimi namazı yasaklar, kimi namazı mecbur eder. İsteyen istediği yerde askerlik yapar. Bu yapılanma ve uygulamadan sonra Türk halkı ile Türk ordusu bir hâle gelir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
İkrazat; yasal tefecilik!
Reşat Nuri EROL
Türkiye garip bir ülke, gariplikler ülkesi. İdam yok, kısas yok; olmayınca, her gün cinayet haberleri, hem de en vahşi cinayetler var ama… Rüşvet, hırsızlık, gasp ve kapkaç önlenemiyor; sebepleri herkesin malumu ama… Zina serbest, artık zina serbestliğinin kanunu bile var, her türlü ahlâksızlıklar alıp başını gitmiş, gidişatın nereye varacağı belli, aile müessesesi çöküyor; alınması gereken önlemler belli ve biliniyor ama… Hep yazdığım üzere, her şeyin mafyası var ve bu mafyalara karşı yapılacakları da hep yazdım ama…
Bu ‘tespit ve teşhisler’ ile ‘tedavi ve çözüm’ olarak yapılmayanlar, yani yukarıda anlatmaya çalıştığım şekliyle ‘ama’lar çoğaltılabilir ama çoğaltmıyorum ve sözü bugün ele alacağım asıl meseleye getiriyorum. Türkiye gariplikler ülkesi dedim ya; işte burada itiraf ediyorum, bugüne kadar bilmediğim ve yeni öğrendiğim bir gariplik daha varmış:
Yasal/kanunî tefecilik!
Türkiye’de tefeciliğin olduğunu elbette siz de benim gibi biliyorsunuz. Ama tefeciliğin yasallığı yani kanuniliği mi olurmuş demeyin, siz de benim gibi hayret etmeyin. Tefeciliğin yasası yani kanunu/kanuniliği varmış, hem de uzun zamandan beri varmış… Bana daha da ilginç gelen bu yasal tefeciliğe konan isim oldu; tefeciliğin ilginç bir de ismi varmış:
İKRAZAT!
***
‘İkrazat’ın ne demek olduğunu anlatmam gerekecek.
‘KARZ’ Arapça bir kelime; borç verme, kredi verme anlamında bir kelime…
‘İKRAZAT’ bu kelimenin çoğulu… Borç verme işine ‘karz’, borç alma işine ‘müstakriz’, borç verene de ‘mukriz’ denir…
Bizim inancımızda, bizim dinimizde, bizim geleneklerimizde, bizim medeniyetimizde ‘karz-ı hasen’ yani ‘güzel borç’ var. ‘Karz’ Arapça borç verme, ‘hasen’ ise güzel demek; güzel borç, güzel kredi. Ekonomik ve sosyal hayat içinde yardımlaşarak güzel borç verme demek. Ekonomik ve sosyal hayatta ihtiyaç hâlinde borçlanmak beşerî bir zaruret, ihtiyaçlı olana borç vermek ise faziletli bir ameldir. Kur’an-ı Kerim’de Allah rızası için iyilik ve hayır niyeti ile faizsiz borç vermek ‘karz-ı hasen’ olarak ifade edilir. Karz-ı hasen; başka bir şekilde ifade edersek, ‘faiz’ veya halk arasında ‘tefecilik’ olarak adlandırılan ‘vahşi ve de fahiş faiz’ gibi herhangi bir karşılık beklemeden, sıkıntı içinde bulunan muhtaç bir kimseye borç vermek ve borcunu ödemede kolaylık sağlamaktır.
***
Üşenmedim, araştırdım… Meğer bu işi yapan onlarca şirket varmış… Evet, finans kurumu gibi çalışan resmî olarak kayıtlı, devlete vergi veren şirketler varmış; ‘A.Ş.’ adı altında kuruluyorlarmış!.. Onlara sorarsanız, ‘ikrazatçılık’ çok eski bir faaliyet türüymüş... Paranın kullanılmaya başlanmasından önce de aynî ikrazat yapıldığı bilinmekteymiş... Para ekonomisine geçişle birlikte ‘ikrazatın önemi’ de artmış/mış!.. Bankacılığın gelişmesi ile birlikte günümüzdü ödünç verme işleri de yaygınlaşmış ve ikrazattan giderek ekonominin gereklerine göre modern kredi usulleri ortaya çıkmış/mış!.. Devletler de, ilk çağlardan itibaren ikraz faaliyetlerine müdahale etmiş, borç verenin borç alanı istismarını önlemek veya sınırlamak amacıyla ikraz koşullarını düzenlemeye çalışmışlarmış...
Türkiye’de de bu konu Osmanlığı İmparatorluğu döneminde nizamnamelerle düzenlenmiş, 1933 yılından itibaren ise 2279 sayılı Ödünç Para Verme İşleri Kanunu çerçevesinde kararnamelerle faiz hadleri sınırlanmaya çalışılmışmış...
BDDK Başkanı Tevfik Bilgin bile, son zamanlarda bazı gazetelerde yer alan ‘ikrazatçı reklamlarına’ işaret ederek, bazı firmaların ve banka müşterilerinin ikrazatçılara yöneldiğini belirterek vatandaşlarımıza uyarılarda bulunuyor...
Kim bu ‘ikrazatçı’ denilen kanunî tefeciler? Biraz daha üzerinde durmaya ve tanımaya devam edeceğiz…
İkrazatçılık!
Reşat Nuri EROL
Evet, yazımın başlığında ve önceki yazımda yazdıklarımı yanlış okumadınız, aynen öyle, ‘ikrazat’ ama ‘faizli ikrazat’, hem de katmerli faizlisinden, halk arasında ‘tefecilik’ denen cinsinden ‘ikrazat’ ve ‘ikrazatçılık’!
‘Nasıl oluyor ve nasıl yapılıyor?’ demeyin; burası Türkiye, demek ki oluyormuş!
Olmanın da ötesinde, bu işin kanunu/yasası da varmış, kurumları/şirketleri de varmış!
Bakar mısınız, işi kitabına, kanununa ve de piyasasına uydurmak için neler demişler?
Ticari anlamda çek, senet, gayrimenkul vs karşılığı para dağıtan kişilerin ve kuruluşların yaptığı iş ve bu işe verilen ad imiş, ikrazatçılık! Faiz karşılığında, hem de fahiş faiz karşılığında borç para işini mutat hâle getirmeye verilen ad imiş, ikrazatçılık!
Daha doğrusu tefeciliğin resmileşmiş ve kanunileşmiş hâline ‘ikrazat’ demişler!
Hazine’ye bağlı olarak yapılanıyor, şirketleşiyor ve çalışıyorlarmış!
Yani, sizin anlayacağınız, ‘yasal tefecilik’ yapıyorlarmış!
Neymiş? Demek ki faizciliğin bu şekli de varmış!
***
Ne kadar acı bir durum. Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi bir şey. Ne kadar saçma sapan bir ülke olduk. Ekonomik sistemimizin düştüğü hallere bakın. Eskiden bu gibi ekonomik faaliyetleri yapanların hepsine birden ‘tefeci’ denirdi; şimdi ‘ikrazatçı’ deniyor! Malum olduğu üzere ‘tefecilik’ de fırsatçı, üçkağıtçı, sahtekar, simsar, soyguncu gibi çok kötü algısı olan bir kavramdı. Meğer tefeciliğin adını ‘ikrazat’ diye makyajlamışlar, devlet vergilendirip yasal çerçevede resmiyete sokmuşlar, böylece güya masum bir şekle bürünmüş! Üstüne üstlük Kur’an’da ‘karz-ı hasen’ yani ‘güzel borç verme’ diye geçen güzelim ‘karz’ kavramını da bu çirkin işlerine âlet etmişler!
‘Karz, ikraz, ikrazat, ikrazatçılık’ deyip sonunda bu işin de cılkını çıkarmışlar!
Bu güzelim kelimeden ve güzel borç vermeden yola çıkarak işi nerelere kadar götürmüşler. Oysa yapılan iş simsarlık, soygunculuk, tefecilik ve darda kalana bir tekme daha vurmaktan başka bir şey değil. Bütün bunlar yetmiyormuşçasına, bir de devletin de ‘vergi’ adı altında pay alarak tefeciliğe ortak olması ve yasal çerçevede vatandaşın, halkın belini daha da bükmesi yok mu; pes yani! Devleti faiz alacağına ortak etmeyince yapılan işin adı ‘tefecilik’ oluyor; ama devlet tefeciliğin yasal düzenlemesini yapıp resmi çerçevede vergi adı altında faizden payını alarak tefeciliğe ortak olunca iş masumiyete bürünüp adı ‘ikrazatçılık’ oluyor!
Bizim geçmişimizdeki temellerimize dayanmadığı ve hak, hukuk, adalet, güzel kredileşme üzere kurulu medeniyet anlayışımızda yeri olmadığı, biraz da bu işi yapan isimlerden belli. Avram Peres, Vitali Yangın... Ekonomik krizde zora düşüp de bankalardan kredi bulamayanları fırsat bilenler korsan ikrazatçılığa başlamış... Hazine Müsteşarlığı’ndan yetki belgesi alarak yıllardır faaliyet yürüten ikrazatçı sayısı sadece 29 iken, internette ilan yayımlayan korsan ikrazatçıların sayısı her geçen gün artıyormuş... Korsan ikrazatçıların vurgununa uğrayan mağdurların sayısı krizde patlayıp daha da katlanmış ve armış...
***
‘İkrazatçılık’ işi kitabına ve resmiyete uydurulmuş dedim ya; biraz da resmî bilgiler vereyim. Hazine Müsteşarlığı’nın verdiği bilgiye göre ‘ikrazatçı belgesi’ sahibi 29 kişi var. Bunların 19’u İstanbul’da, 6’sı Ankara’da… İzmir, Antalya, Denizli ve Yalova’da da birer ikrazatçı bulunuyor... Hazine verilerine göre, ikrazatçıların işlem hacmi kriz yılına kadar yükseliş göstermiş... 2004’te 148 milyon, 2005’te 222.4 milyon, 2006’da 368 milyon, 2007’de 418.5 milyon liralık işlem yapan resmî ikrazatçılar 2008 yılında 417.8milyon liralık iş hacmine ulaşmış… Hazine, sonunda iyi bir şey de yapmaya başlamış, 1998 yılı Kasım ayından beri yeni ikrazatçılık faaliyetlerine izin vermiyormuş... Bugüne kadar yapılan denetimler sonucunda kurallara uygun hareket etmemeleri nedeniyle 17 ikrazatçının da izin belgesi iptal edilmiş...
Faizli zalim soygun düzeni
Reşat Nuri EROL
Dünyanın yani insanlığın yıllık geliri 60 trilyon dolar…
Dünyanın, bütün insanlığın bir yılda ödediği FAİZ 80 trilyon dolar…
Dünya devletlerinin ve insanlığın tüm BORCU 100 trilyon dolar civarında…
Dünyaya FAİZLİ borç verenler toplam olarak en fazla 100 bin kişi civarında…
***
İnsanlığın geliri belli, verdiği faiz belli, zalim sömürü düzeni ve sömürenler belli… Dünya gelirinden çok faiz veriyor, böylesine bir belaya ve böyle bir kısır döngüye düşmüş…
Biz faizi nasıl tanımlıyoruz: Bir taraf kaybediyorken bir taraf kazanıyorsa, bu ‘faiz’dir. İnsanlık gelirinden daha fazla faiz verdiğinden, dünya iflas etmiş durumda.
Türkiye’de olduğu gibi son varlıklar da ‘özelleştirme’ adı altında elden çıkarılıyor ama borçlar bir türlü bitmiyor! Milletimizin seksen yıllık birikimi son sekiz yılda ‘babalar gibi satılmasına’ rağmen, borç durumu ne âlemde? Borçlar azalabildi mi, yoksa katlandı mı?
Küresel sömürü sermayesi sahipleri ne yapıyorlar?
Özelleştirme organizasyonları veya daha başka dümenlerle dünya varlıklarını tek elde topluyor, tekel oluyorlar. Tekel olmaları sebebiyle ellerinde biriken ve patlarcasına şişen sömürü sermayelerini insanlığın varlıklarını toplamada kullanıyorlar. Devletlerin ödenemeyen borçları ile onların giderek katlanan fahiş faizlerini ülkelerin varlıklarını sattırarak güya kapattırıyorlar ama ülkeler iflas ediyor, altın yumurtlayan tavuklar kesiliyor! Bu vahşi ve zalim soygun düzenine göre kurulmuş ülke ekonomileri daha ne kadar dayanabilir?!.
***
Bir ülke düşünün…
Çalışan nüfusu 30 milyon…
Bu çalışabilenlerin yarısı yani 15 milyonu işsiz…
İş bulup çalışabilenlerin de yüzde sekseni asgari ücretli değil mi?..
75 milyon nüfusu ile bu ülkenin adı ‘TÜRKİYE’ değil mi?!.
Bu nüfusun çoğunluğu genç ama gençler işsiz değil mi?!.
Gençler ‘aş-iş-eş-ev’ bulup da evlenebiliyor mu?!.
Asgari ve ortalama ücret 500-600 lira değil mi?..
En düşük kira bile 250-300 lira değil mi?!.
Bu nasıl bir gelir dağılımı böyle?!.
Aile bu durumda ne âlemde?..
Devlete kadar uzanan yapılanmanın temeli olan aile kurumu çökmüyor mu?..
Ana direk olan aile müessesesi çöküyorsa, zamanla devlet de çökmez mi?..
***
Yukarıdaki hesaplar yetmedi mi?..
Yetmediyse, o zaman alın size başka bir hesap daha…
Somuncu milletiz ya, Türk milleti aç karnını somunla yani ekmekle doyurur ya…
Bu ülkede aç insanların besleneceği veya en azından karnını kuru ekmekle doyuracağı ekmeğimizin bir kilogramı ortalama 3 lira…
Buğdayın bir kilogramı ise 0,35 lira…
Aradaki dengesizliği gördünüz mü?..
Buğday ile ekmek arasında tam 10 kat yani yüzde 1000 fiyat farkı var!..
Bir çuval unun, yani 50 kilogramın fiyatı 40 lira ve 220 ekmek çıkar…
Bu durumda çiftçimiz ne yapsın, köylümüz nasıl üretim yapsın?!.
***
Dünyada ve ülkemizde işte böylesine “vahşi ve zalim bir düzen” var. Bu “zalim soygun düzeni”ne kim nasıl dur diyecek? Bu konu çok önemli ve ekonomi başta olmak üzere her şeyin bel kemiği değil mi; dünya “Adil Ekonomik Düzen”e muhtaç değil mi?..
Hatırlatıyorum…
Reşat Nuri EROL
Dört derdimizi, hem de başa bela dört derdimizi hep hatırlatıyorum…
- İŞSİZLİK…
- İç ve dış BORÇLAR…
- Millî olmayan dışa bağımlı MEDYA…
- Tarafsız, bağımsız, etkin, saygın ve ‘adil’ olmayan YARGI...
Hep hatırlatmamıza rağmen, bu sorunlar bir türlü çözüme kavuşturulmadıklarından; o anda bu dertlerden biri veya birkaçı birden öne çıkıp devreye girdiyse, onun/onların sebebiyet verdiği ‘musibetler’ hep başa bela olmaya devam ettiği için hatırlatıyorum…
Başa, aileye, topluma, hükümete ve devlete bela bu dertlerin ‘musibet’ derecesindeki zararları bir türlü ‘nasihat’ yerine geçip de yapılması gerekenler yapılmadığı, ülkemizin bu ana sorunları bir an önce ‘çözüme’ kavuşturulmadığı için hatırlatıyorum…
Bu dertler fertleri, aileleri, esnafı, tüccarı, şirketleri, fabrikaları, irili ufaklı iş yerlerini yıkıyorken; bir gün devletimizi de temelinden yıkmasın diye hatırlatıyorum…
Hatırlatıyorum…
***
İŞSİZLİK, parasızlık, yokluk, yoksulluk, açlık, hastalık, nakit veya kredi kartı gibi BORÇLAR, toplumun temel direği olan ailelerdeki hiç olmazsa asgari ihtiyaçlarının karşılanamaması sebebiyle insanlar her gün intihar ediyor, İNTİHAR!!!
Çözülemeyen sorunlar sebebiyle, Allah tarafından bahşedilen en önemli değer olan HAYATA, insanın kendi hayatına kendi kendine son vermesi ne demektir?!.
Soruyorum: ‘İNTİHAR’dan daha ötesi, bu musibetten daha beteri var mı?!.
Soruyorum: Bu ‘ekonomik ve sosyal sorunlar’ çözülmeyi beklemiyor mu?!.
Soruyorum: Çözülmedikçe, bu sorunlar ‘Sosyal Tufan’a dönüşmüyor mu?!.
Soruyor, soruyor, soruyor ve çözümleriyle beraber hep hatırlatıyorum…
***
YARGI bugünlerde ne âlemde, ‘adil’ olması ve ‘adalet’ dağıtması gereken yargı bugünlerde neler yapıyor?!. Önce bir mahkeme karar veriyor… Sonra o mahkemenin verdiği kararın başka bir mahkeme tarafından adeta ters yüz edilmesi ve bunun bir istisna olmaktan çıkıp kitlesel hâle dönüşmesi ne demektir biliyor musunuz?!. ‘Adalet mülkün/yönetimin/ devletin esası/temelidir’ diyor ve bunun böyle olduğuna gerçekten inanıyorsak; adil olmayıp zalim olan adalet ve devlet düzeni ile bir devlet daha ne kadar ayakta kalabilir?!.
Soruyor, hatırlatıyorum: Devletin yıkılmasını önlemek için daha ne bekliyoruz?!.
***
MEDYA, millî olmayan medya ne âlemde, bugünlerde neler yapıyor?!. Medyanın bir bölümü yargının bir yöndeki kararını doğru buluyor, yargının diğer bölümünün ters yöndeki kararını medyanın diğer bölümü doğru buluyor ve o yönde yayın yapıyor!.. Suçlunun medya tarafından belirlenip ilan edilmesi, ayrıca bu yöndeki yayınların her medya grubu için belli bir yönde olması, diğer medya gurubunun ise farklı yönde olması ne demektir?!. Adalet arayışı haklılık ya da haksızlık kriterine göre değil, taraf olma temeline göre belirleniyor!..
Soruyor ve hatırlatıyorum: Bu yargı hak ve hukuk dağıtan hakem olabilir mi?!.
***
Hatırlatıyorum: Ekonomik kriz ve adaletsiz gelir dağılımı, düşük gelirli kitlelerde daha büyük zararlar vermiş gibi görünüyor. Hükümet için yanlış olan, hükümetin krizin çözümünü sadece ekonominin genelini ifade eden rakamlardaki düzelmeye bağlamış olmasıdır. İşsizliğin çözümünü sadece yatırımların artmasında ararsak, uzun zaman beklememiz gerekir. Uzun ve kısa vadeli çözümleri farklılaştırmak, alternatif çözümlere kulak vermek ve ekonomik krizin yarattığı sosyal problemleri ‘sosyal patlamalar’ olmadan etkisizleştirmek gerekir. Hatırlatıyorum…