1967...1968...1969....AKEVLER 43 YILDIR ÇALIŞIYOR....2008...2009...2010
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 554
“ADİL DÜNYA DÜZENİ, III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 27 Mart 2010 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 554. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz: Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
IMF GİTTİ! [ise]
IMF’SİZ NASIL DÖVİZ BULALIM?
PARTİLERİMİZ VE 2015 İKTİDARI
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 104. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SOHBET… SEMİNER… SORULAR-CEVAPLAR…
[Genel Hizmet Kooperatifi Ana Sözleşme Çalışmaları.. şimdilik ertelendi! Demek ki insanların genel olarak “ADİL DÜZEN”e
ve özel olarak “Genel Hizmet”e ihtiyacı yok!.. Biz her şeye rağmen genel hazırlıklarımıza sabır ve sebatla devam ediyoruz… ]
***
Ekonomik ve sosyal sorunların çözümü - 1
Ekonomik ve sosyal sorunların çözümü - 2
Biz ne yapıyoruz, neler yapmalıyız?
Vergi adaletsizliği
Reşat Nuri EROL
***
YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 7
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ(1) إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ(2) نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ هَذَا الْقُرْآنَ وَإِنْ كُنتَ مِنْ قَبْلِهِ لَمِنْ الْغَافِلِينَ(3) إِذْ قَالَ يُوسُفُ لِأَبِيهِ يَاأَبَتِ إِنِّي رَأَيْتُ أَحَدَ عَشَرَ كَوْكَبًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَأَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ(4) قَالَ يَابُنَيَّ لَاتَقْصُصْ رُؤْيَاكَ عَلَى إِخْوَتِكَ فَيَكِيدُوا لَكَ كَيْدًا إِنَّ الشَّيْطَانَ لِلْإِنسَانِ عَدُوٌّ مُبِينٌ(5) وَكَذَلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ يَعْقُوبَ كَمَا أَتَمَّهَا عَلَى أَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ إِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ(6) لَقَدْ كَانَ فِي يُوسُفَ وَإِخْوَتِهِ آيَاتٌ لِلسَّائِلِينَ(7) إِذْ قَالُوا لَيُوسُفُ وَأَخُوهُ أَحَبُّ إِلَى أَبِينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّ أَبَانَا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ(8) اقْتُلُوا يُوسُفَ أَوْ اطْرَحُوهُ أَرْضًا يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ أَبِيكُمْ وَتَكُونُوا مِنْ بَعْدِهِ قَوْمًا صَالِحِينَ(9) قَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ لَا تَقْتُلُوا يُوسُفَ وَأَلْقُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ بَعْضُ السَّيَّارَةِ إِنْ كُنتُمْ فَاعِلِينَ(10) قَالُوا يَاأَبَانَا مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّا عَلَى يُوسُفَ وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ(11) أَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ(12) قَالَ إِنِّي لَيَحْزُنُنِي أَنْ تَذْهَبُوا بِهِ وَأَخَافُ أَنْ يَأْكُلَهُ الذِّئْبُ وَأَنْتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ(13) قَالُوا لَئِنْ أَكَلَهُ الذِّئْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّا إِذًا لَخَاسِرُونَ(14) فَلَمَّا ذَهَبُوا بِهِ وَأَجْمَعُوا أَنْ يَجْعَلُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ لَتُنَبِّئَنَّهُمْ بِأَمْرِهِمْ هَذَا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ(15) وَجَاءُوا أَبَاهُمْ عِشَاءً يَبْكُونَ(16) قَالُوا يَاأَبَانَا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ وَمَا أَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ(17) وَجَاءُوا عَلَى قَمِيصِهِ بِدَمٍ كَذِبٍ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللَّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ(18) وَجَاءَتْ سَيَّارَةٌ فَأَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ فَأَدْلَى دَلْوَهُ قَالَ يَابُشْرَى هَذَا غُلَامٌ وَأَسَرُّوهُ بِضَاعَةً وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ(19) وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍ وَكَانُوا فِيهِ مِنْ الزَّاهِدِينَ(20) وَقَالَ الَّذِي اشْتَرَاهُ مِنْ مِصْرَ لِامْرَأَتِهِ أَكْرِمِي مَثْوَاهُ عَسَى أَنْ يَنفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَكَذَلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْأَرْضِ وَلِنُعَلِّمَهُ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ وَاللَّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ(21) وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ(22)
وَرَاوَدَتْهُ الَّتِي هُوَ فِي بَيْتِهَا عَنْ نَفْسِهِ وَغَلَّقَتْ الْأَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ قَالَ مَعَاذَ اللَّهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ(23) وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا لَوْلَا أَنْ رَأَى بُرْهَانَ رَبِّهِ كَذَلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوءَ وَالْفَحْشَاءَ إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ(24)
وَرَاوَدَتْهُ
(Va RaVaDaTHu)
“Ve onu muravede etti.”
Yusuf eşüddüne ulaşınca (yani, belli bir yaşa gelince; bize göre 25 veya 31 yaşına ulaşınca) ona hüküm (verme gücü) verilmiştir. O bilgisiyle ve kararlarıyla şöhret kazanmaya başlamıştır. Bundan dolayı onu satın alanın eşi ona yaklaşmak istemiştir.
Genel geleneğe göre Hazreti Yusuf’un çok yakışıklı olmasından dolayı kadının böyle yaptığı rivayet edilir. Bize göre Hazreti Yusuf yakışıklı olmaktan ziyade, hüküm ve ilim sahibi olma çekiciliğine maruz kalmıştır. İnsanlar birbirleri arasında ilk karşılaştıkları zaman görünümleri ile etki ederler. Oysa o kadın Hazreti Yusuf’la ilk defa karşılaşmamıştır, zaten onun evinde büyümüştür. Hazreti Yusuf’un etkisi onun ilim ve hüküm sahibi olmasıdır.
Buradaki “Ve” harfi bu cümleyi bundan önceki cümleye bağlamaktadır. “Ona hüküm ve ilim verdik ve satın alanın karısı ona takıldı” deniyor. O halde hikmet ve ilim vermesinin bu gönül ilişkisi ile ilgisi vardır demektir. Böyle olmasaydı “Ve” harfi gelmezdi.
“Râvede” kelimesi “RVD” kökünden mufaale bâbındandır. “Murad” kelimesi ile aynı köktendir. “İrade” “Râvede” fiilinin if’al bâbıdır. Türkçede ‘murat almak istedi’ tâbiri vardır. Mufaale bâbını kullandığına göre ‘birbirimizden murat alalım’ mânâsını kastetmiştir. İnsanın en zorlu imtihanı şehvetle hareket edip etmemesidir. Kendine hakim olmak zor iştir.
Allah Hazreti Yusuf’u bu zor şeyle imtihan etmektedir.
Nefsine hakim olması ve iffetini koruması Hazreti Yusuf’u zindana götürmüştür ama sonra Mısır’ın yöneticileri içine sokmuştur.
İnsanın nefsine hakim olması ve kendisini küçültecek işler yapmaması onu aziz kılar.
İnsanın zayıf tarafları vardır. Bunlardan biri kadın, biri de servettir, lüks hayattır. İnsan imkanlara kavuşunca kendisine hakim olamaz, zevk ve sefaya dalar yahut israfa gider.
Gelen imkanları ve fırsatları teper de kendinize hakim olursanız, Allah size daha başka imkanlar hazırlar ve yücelirsiniz.
“Yusuf” burada izmar edilmiştir. Yani “Yusuf’u muravede etti” denmemiş de “Onu muravede etti” denmiştir. Bu da bundan önceki âyette zikredilen “Biz ona ilim ve hikmet verdik” ifadesi ile kadının isteği arasında bir ilişki olduğunu gösterir (“Ve” harfi ve o cümledeki zamire raci zamir.)
“Murat almak” demek, ondan çocuk yapmak istedi demektir. Anlaşılan satın alanların çocukları yoktu, onun için evlat edinmek istemişlerdi. Kusur erkektedir. Kadın Yusuf’tan çocuğu olmasını istemektedir. Bu böyle ise kadının arzusu sadece şehevi değildir.
Burada önemli bir sorun ortaya çıkmaktadır. Çocuğu olmayan aileler, kusur erkekte ise ve kadın da erkeği sevdiğinden dolayı boşayamıyorsa veya maddî imkan dolayısıyla boşayamıyorsa, bunların sorunları nasıl çözülecektir?
Bizim çözümümüz şöyledir. Erkek kadını boşayacaktır. İddeti bekledikten sonra o erkeğin kardeşi veya başka yakını ile evlenecek, ondan çocukları olacaktır. Sonra o kadını boşayacak, kadın eski kocası ile evlenecektir. Böylece kadının öz oğlu, kocanın ise aynı zamanda yeğeni olan üvey oğlu olacaktır. Burada meşru olmayan bir şey yoktur. Allah’ın meşru kıldığı bir şeyi ayıplar da yasaklarsak, onun cezasını başka türlü öderiz.
Hazreti Yusuf’un evinde bulunduğu kadının sorunu budur.
Sorunlar meşru yoldan çözülmeyince, kimi insanlar tarafından gayrimeşru yollara başvurulur. Bundan dolayı mü’minler ‘elalem ne der’ deyip hareket etmezler; mü’minler ‘Allah ne diyor’ diye hareket ederler.
“Adil Düzen” getirmek isteyenler bu kurala uymak zorundadırlar.
الَّتِي هُوَ فِي بَيْتِهَا
(elLaTIy HuVa FIy BaYtıHAv)
“Beytinde olduğu kimse.”
Burada “onun karısı” diyebilirdi, hattâ faili zikretmeden sadece “Râvedet” kelimesindeki “T” harfi ile zikreder, muravede edenin satın alanın karısı olduğunu anlardık. Buradaki “evinde olduğu kimse” tâbiri ile Hazreti Yusuf’un satın alanın evinde büyüdüğü anlaşılmaktadır. Eğer devamlı evinde bulunmayıp sadece o defaya mahsus olmak üzere evinde iken kastedilseydi, o zaman cümle hâl olarak gelirdi. “Ve Hüve Fî Beytihâ” şeklinde söylenirdi. Demek ki Hazreti Yusuf satın alanın evinde büyümüştür.
Genel olarak birlikte büyüyenler veya birisinin yanında büyütülenler birbirini akraba kabul edip birbirlerine karşı cinsi arzu duymazlar. Duymamalıdırlar. Şeriatın bazı hükümleri bu kurala dayanmaktadır. Süt annelik, köle ile efendi arasındaki akrabalık, sıhri hısımlık bu kuralın gereğidir. Kur’an’ın burada Hazreti Yusuf’un evinde kaldığı kadını işaret etmesi, işlenecek suçun ağır suç olduğunu ifade eder. Bununla beraber kadının çocuk edinme isteği de hafifletici sebeptir.
“Beytihâ” kelimesindeki zamir kadına gitmektedir. Ev kocasına değil de karısına izafe edilmiştir. Kur’an’ın başka yerlerinde de evler kadınlara izafe edilmiştir. Fıkıhta da evde bulunan eşya aksi ispatlanmadıkça kadına ait kabul edilmiştir. Bu kural önemlidir. Buna göre koca borçlansa eve icra gelemez; kadın borçlansa eve icra gelebilir. Kocanın ‘bu mallar benimdir’ diyebilmesi için bunu belgelemesi gerekir. Bu kural bugün uygulansa, birçok aileleri perişan eden uygulama ortadan kalkar. Kur’an’a kulak vermeyenler Kur’an’ı değil kendilerini azaba sokuyorlar. Anlaşılan Kur’an’ın bu hükmü Mısır’da da geçerlidir.
Mısır uygarlığı Mezopotamya uygarlığından beş yüz sene sonra gelmiş, Mezopotamya uygarlığından etkilenmiştir. Mezopotamya’da Hazreti Nuh’un şeriatı vardır, gelişmiş hukuk vardır. O dönemden kalan tabletlerde bugün bunları okuyabiliyoruz. Mısır’da ise koca koca ehramlar o uygarlığın yüksek teknolojisini belgelemektedir. Papirüs kağıdını kullanmakla yazılı belgelerde de ileri teknolojileri vardır. Ne var ki papirüs tuğla gibi dayanıklı olmadığından elimize çok az belge geçmektedir. Elimizdeki Mısır belgeleri Mısır matematiğini, astronomisini, geometrisini, tıbbını bize ulaştırmaktadır. Mısır hukuku ile ilgili belgeler ise yoktur. Bununla beraber iki bin yıl sonra Mısır uygarlığının gelişmiş hukuku olmalı, bu hukuk Mezopotamya hukukundan doğmuş olmalıdır.
Hazreti Yusuf kıssası Mısır hukukuna işaret etmektedir. Bu hukukun şeriat hukukuna yakın olduğu anlaşılmaktadır. “Fî Beytihâ”daki “Hâ” zamiri bunu kanıtlar.
عَنْ نَفْسِهِ
(GaN NaFSiHi)
“Onun nefsinden.”
“An” kelimesi bir şeyi bir yerden kopararak ayırmak için kullanılır. “An” ile “Min” arasındaki fark; “Min”de ayrılan şey ayrıldığı yerde bir değişiklik yapmaz, “An” ise ayrıldığı yeri etkiler ve orada değişiklik yapar.
Burada Hazreti Yusuf’un nefsinden kendisinde değişiklik olacak bir istekte bulunuyor. Onun için “An” kullanılıyor. Şeriat dışı düzenlerde de kadınlar için iffet ve örfü vardır. Biyolojide de bir dişi daima bir erkeğin spermi ile döllenir. Bu durum bitkilerde de böyledir.
Erkek için iffet şeriat dışı topluluklarda genellikle aranmaz. Hattâ Anadolu’da kadının iffetsizliği ölümle bitecek kadar ağır bir şekilde töre dışı sayıldığı halde, erkek için ayıp bile sayılmamaktadır. Türkiye’de de genel evler kanuni olarak faaliyettedir ama kadınların gidebilecekleri bir genel ev yoktur.
Şeriatta ise bu hususta konulan yasaklama hükümlerinde erkek ile kadın birbirinden ayrılmaksızın aynı hükümlere tâbidir, uhrevi ve dünyevi cezaları aynıdır. Sadece erkekler çok kadınla evlenebilmekte, kadınlar evlenememektedir.
Mısır’da da erkeğin iffetli olması istenmektedir, yani orada da şeriat hükümleri vardır.
Hazreti Yusuf kadının isteğini yerine getirdiği takdirde nefsinden bir şeyler kaybetmiş olmalı ki Kur’an “An Nefsihi” diyor, “Min Nefsihi” demiyor. Bu ifade Mısır uygarlığının da şeriata dayalı olarak gelişmiş olduğunu gösterir.
Bugünkü Batı uygarlığının müsemma olan eceline kadar, yani beşyüz sene daha yaşayabilmesi için Batı’nın akıllanması gerekir. Yani Mısır’da bile olmayan pisliklerden kendisini arındırması gerekir. Erkek ile erkek ilişkisini meşrulaştıran, zinayı mukaddesleştiren bir şeriat dışı düzenle Batı normal ömrünü tamamlayamaz. Bugün dahi nüfusu azalmakta, böylece henüz ömrünü tamamlamadan erkenden yokluğa doğru gitmektedir.
وَغَلَّقَتِ الْأَبْوَابَ
(Va ĞalLaQaTi elEaBVAvBa)
“Babları taglik etti.”
“Ebvâb” çoğuldur. Yani bir kapıyı değil en az üç kapıyı kapatıyor.
“Ebvâb” harfi tarifle geldiğine göre beytin kapılarıdır. Odanın değil köşkün kapılarıdır.
Buradan da anlıyoruz ki, Hazreti Yusuf’u satın alan kimse halktan biri değildir, yüksek bürokrattır. Mısır’da tüccar sınıfı yoktur. Mısır sosyalist bir ülkedir, yani bütün üretim araçları devletindir. İç ve dış ticareti devlet yapmaktadır. Dolayısıyla köşkleri ve malikaneleri olanlar yalnız yüksek bürokratlardır.
Bunların oturduğu köşkün hizmetçileri hiç olmazsa orada yoklar ki kapıları kapatarak güven altına alıyor. Yukarıda ‘nefsinden muravede ediyor’ diyor; yani kadın düşündü, yapmak istediğini yapmayı düşündü, Yusuf’a isteğini açmadan evvel kapıları kapattı. ‘Odanın kapısını kapattı’ değil de, “köşkün kapılarını kapattı”, ondan sonra Yusuf’a isteğini belirtti.
“Galeka” kilitlemek demektir. Sülasisi müteaddi fiildir.
Eskiden beri kapılar dışarıdan ve içerden kilitlenir. Yabancıların kapıdan girmeleri önlenir. İki şekilde kilitlenir. Biri, dayatma ile kilitlemedir ki, dışardan ancak kapı kırılarak açılır. Diğeri ise anahtarla kilitlenir. Dışarıdan veya içeriden kilitlenir.
İçeriden kilitlenmiş olsa bile, tef’il bâbında “galleka” teksir için veya teşdit için gelir. Yani ya çok kapıyı kapatma mânâsında ya da kapıyı sımsıkı kapatma mânâsındadır.
Burada “Ebvâb/kapılar” şeklinde geldiği için çok kapıları kapattı demektir, yani bütün kapıları kapattı demektir. Köşkün kapılarını kapattıktan sonra Yusuf’a teklifte bulunacaktır. Kapıları kocası da açamayacak şekilde kilitleyemez, çünkü o takdirde neden bu kadar sıkı kapattığını açıklayamaz. Kocası da o saatlerde gelme durumunda değildir.
İnsanlar her zaman her şeyi ince detayına kadar düşünemezler. Bazı hareketleri o andaki hislerine dayanarak düşünmeden yaparlar.
Burada da kadın kocasının beklenmedik bir gelişle geleceğini hesaplayamamıştır.
وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ
(Va QAvLaT HaYTa LaKa)
“ ‘Haydi gel’ diye kavl etti.”
Kadın kapıları kapattıktan sonra Yusuf’a ‘haydi gel, ne duruyorsun’ diyor.
Arapçada “Teal” kelimesi de gel demektir, “Heyte” de gel demektir. Bunlar bu anlamları ile fiil değiller. Fiil mânâsında mebni birer kelimedirler.
“Heyte” “Le” ile tasrif edilir, “Leke Leküma” denilir. “Teal”den farkı, “Teal” maddeten gelme anlamında olduğu gibi, bu işe gel anlamında da olur. “Heyte” daha çok bedenen hemen gel anlamındadır. Türkçede kullanılan “haydi” kelimesi ile aynı anlamı taşır. Kadın açılmış olmalı ki, ‘ne duruyorsun, haydi gel’ ifadesini kullanıyor. Onun üstüne varmayı beklerken Yusuf hareketsizdir. O da Yusuf’un bu durumunu bozmak istemektedir.
Bugün roman yazanlar veya sahnede film çevirenler, okuyucu ve seyirciye meşru olmayan sahneleri de göstermektedirler. Bunlara karşı çıkanlar, ‘bu sahneler insanlara ahlaksızlığı öğretiyor’ diye böyle sahneleri yazmayı ve göstermeyi meşru saymıyorlar.
Bunlara cevap olarak diyoruz ki; insan her şeyi bilecek, kötülük yapmayı da bilecek, ama yapmayacak. Allah insanı kötülük yapabilecek şekilde yaratmıştır. Onun kıymeti, bu güce sahip olduğu halde bunu yapmamasındadır. Kur’an bu ikinci görüşe bu âyetle cevaz vermektedir. Bu âyet ile bugünkü müstehcen neşriyatın kökten yasaklanması tecviz edilemez. Belli sınırlar konabilir.
قَالَ مَعَاذَ اللَّهِ
(QALa MaGAvÜa elLAHı)
“‘Maazallah’ diye kavl etti.”
Arapçada mastarlar malum ve meçhul için ortaktır.
“Maazallah” deyince, Allah’a sığınma anlamına geldiği gibi Allah’a sığınılma anlamına da gelir. Mastarla fiil ifade edilebilir. Birisi ‘ben zengin olmak istiyorum, ne yapayım’ derse; ‘çalışman lazımdır’ denir, ‘sadece çalışmakta kazanç vardır’ denir. ‘Ondan sonra ne yapayım’ diye sorarsa; ‘çalışmak, başka çare yok’ dersin. “Maazallah” derken Allah’a sığınmak mastarı öyle bir mastardır. O’na sığınmaktan başka çare yok demektir.
Genel olarak peş peşe gelen “Kale/kavletti”ler karşılıklı konuşmaları ifade eder. Bununla beraber kendi kendine söylemiş de olabilir. Kendisini ancak Allah’a sığınarak tutabilmiştir. Herhangi bir günah işleyecek duruma düştüğü zaman Allah’ı hatırlayacak ve günah işlemesinden korunması için O’na sığınacak, O’na dua edecek. Hazreti Yusuf’a artık ilim ve hikmet verilmiştir. O artık peygamberdir. O’nun yaptıkları bize örnektir.
Bir günah işleyecek olduğumuz zaman, işlememek için yalnız O’ndan korkmak yetmez; O’na sığınıp O’ndan yardım istememiz gerekir.
Onun haram olduğunu öğrendiği zaman, sigarayı bırakabilmek için Allah’a sığınıp dua etmesi gerekir. Sigara içen sigarayı ancak o zaman bırakabilir, başka türlü bırakamaz.
Hazreti Yusuf peygamberin “Maazallah” demesi bize bunu öğretir.
“Maaza” mastar olduğu gibi ismi mekan da olabilir. Sığınılacak yeri veya sığınma zamanı Allah’adır anlamı da verilebilir.
إِنَّهُ رَبِّي
(EinNaHUv RabBİy)
“O Rabbimdir.”
“İnne” çünkü mânâsındadır. O’na sığınıyorum çünkü “O benim Rabbimdir” diyor.
“Hu” Allah’a racidir, “Rabbim” haberdir.
Yahut “İnnehu” şan zamiridir, “Rabbim” mübtedadır, “Ehsene mesvaye” haberidir. O zaman “Rab”den kastı onu satın alan kimsedir, yani ‘Kocan bana iyilik etmiştir, teklifini kabul edemem, bu hususta kendime hakim olabilmem için Allah’a sığınırım’ demiş oluyor. Bu mânâyı verdiğimiz taktirde zina yasağı kocanın hakkı olarak yapılmış olur. Oysa zina Allah’ın hakkı olarak yasaklanmıştır. O halde “Rabbim” kelimesinden maksat Allah’tır.
“İnnehu”daki zamiri nasıl kabul edersek edelim, cümle yapıları değişik olsa da mânâ ikidir. Ya ‘Allah beni iyi yetiştirdi, onun için günah işlemem, Allah’ın hakkı olarak bu ilişkiden kaçınırım’ mânâsında olur. Yahut ‘Beni yetiştiren kocan bana iyilik ettiği için ben ona ihanet etmem’ mânâsında olur. Bu cümleyi ya içinden söylemiş, ya da muhatabı olan kadına söylemiştir. Kadına söylemişse; kendisi “Rabbim” deyince Allah’ı anlamaktadır, kadın ise kocasını anlamaktadır. Hazreti Yusuf bilerek bu cümleyi böyle söylemektedir. Çünkü kadın Hazreti Yusuf’un dininden değildir.
Batı mantığında iffet kocanın hakkı olarak gereklidir. Onun için onlara göre zina yapılmaması sadece “eşin hakkı” olarak yasaktır. Halbuki İslâmiyet’te “topluluğun hakkı” olarak iffet gereklidir. Kadındaki rahim toplumun kadına emanetidir, onu yani o emaneti sadece bir erkekle paylaşabilir. Ancak o takdirde sağlıklı üreme olur.
Bu âyetle, Mısırlılarda da bugünkü Batı mantığının hakim olduğunu anlarız.
أَحْسَنَ مَثْوَاي
(EaXSaNa MaÇVAyYa)
“Mesvamı ihsan etti.”
“Ehsene Masvaye” “Rabb”in haberi de olabilir, hâli de olabilir. O zaman “Hu” zamiri şan zamiri olabilir.
“İhsan” “hasen”den if’al bâbıdır. Bir işi iyi yapmak ihsandır. Bir şeyin ihsan olabilmesi için onun başkalarına da yararlı olması gerekir. Eğer ihsanın mef’ulü insansa iyilik etme mânâsına gelir; ihsanın mef’ulü eşya ise o işi güzel yaptığını, iyi yaptığını ifade eder.
“İhsan” ve “ikram” birbirine yakın mânâları olan kelimelerdir. “İhsan”ın aslı görünümü görkemli kılan yüksek değerdir. “Kürüm” asmadır. Asmayı budamaya, ona bakmaya “ikram” denmektedir. İkisi de güzelleştirme anlamındadır. “İkram” bakımı içermektedir. “İhsan” ise iyiliği içerir. ‘Benim barınağımı iyi yapmıştır’ demiş olmaktadır.
Allah onun yetişmesini iyi yapmıştır.
Satın alanın elinde onun durumunu iyi yapmıştır.
Kendi mantığında Rabbi onu iyilik içinde yetiştirmiştir.
Kadının mantığında ise kocası onu iyilik içinde yetiştirmiştir.
Yani, Hazreti Yusuf diyor ki; senin mantığında olsa da, benim mantığımda olsa da, her halükarda bana iyilik yapılmıştır. Senin yaptığın teklif benim inançlarımla da olsa, senin anlayışında da olsa yanlıştır. Hazreti Yusuf eğer kadının anlayışı ile söylemiş olsaydı, iyilik etmeyip de kötülük etseydi, o zaman teklif edilen şey meşru olurdu hükmü çıkar. Halbuki şeriatta teklif edilen bu şey tamamen haramdır.
Savaşta elde edilen esirlere dokunulamaz. Sadece esirler bölüşülüp köle yapıldığında erkekler kadın esirleri kendilerine cariye olarak köleleştirebilirler. İşte köleliği meşru görmeyen zihniyettekiler esirlere her türlü muamele yapmaya kendilerini yetkili görürler.
إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ(23)
(EinNaHUv LAv YuFLiXu elJAvLiMUvNa)
“Şöyle ki zalimler iflah olmaz.”
Buradaki “Hu” zamiri şan zamiridir. “Hu” zamiri Allah’a raci değildir. Cümle bağımsızdır. Konu değişmiştir. Bu sebeple “Ve” harfi getirilmemiştir. Buna kıyasla birincisini de şan zamiri olarak takdir edebiliriz. O zaman “Rabbim” mübtedadır, “Ahsene Mesvaye” haberidir. Buradaki bu “İnnehu” da şan zamiridir.
Şan zamiri şu demektir: “İnne” isim cümlesine gelir, fiil cümlesine gelmez. Eğer fiil cümlesine getirilecekse araya zamir konur. Bu zamir “İnne”nin ismi olur. Ondan sonra gelen fiil cümlesi “İnne”nin haberi olur. Bu açıklamamız doğru ise Kur’an’da şan zamirinden sonra isim cümlesi gelmemelidir. Bunun üzerinde çalışmalısınız. Zamir gelirse o zamir değil, mübteda ile haber arasında fasl içindir.
“La Yuflihu” menfi fiildir. Budan sonra gelen muzarinin sonu cezm ile ve nun harfinin düşmesi ile bitiyorsa, o “La” nehyin “La”sıdır. Eğer merfu geliyorsa, o “La” nefyin “La”sıdır. Geniş zamanı veya istikbali ifade eder. Yalnız hâli içermez. Burada geniş zamanda iflah olmaz anlamında olduğu gibi istikbal anlamında da olabilir.
“Zalimler” geçici olarak muzaffer olurlar. Ancak gelecekleri karanlıktır. Burada kişilerden bahsetmemektedir. Erkek kurallı çoğul getirerek topluluğu kastetmektedir. Zalim gruplar sonunda mağlup olurlar.
“İflah etmek” demek yoksulluğu yenmek demektir. “Fellah” çiftçi demektir. “Feleha” kendisi ferahlandı demektir. “Efleha” tarlasını ferahlattı demektir. Bu anlamda iflah etmek demek işi yenmek anlamındadır. Galip gelmek yalnız insan için kullanılır. Zafer de galibiyetten sonra elde edilen üstünlüktür. Felah ise bir işte başarılı olmaktır.
“Zalimler galip gelmezler” demiyor da, “zalimler felah bulmaz” diyor. Yani bir işte galip gelebilirler ama muzaffer olamazlar. Zalim, zulüm edebilmesi için galip gelmelidir. Ancak galip geldikten sonra zulmederse o felah bulmaz. Yani işler onu başarıya ulaştırmaz. O halde ‘iflah olmak’ başarmak demektir. “Zalimler başarıya ulaşamazlar” deniyor.
Hazreti Yusuf kadına veya kendi kendisine “zalimler başaramazlar, hedeflerine varamazlar” diyor.
“Zalim” kimdir?
Haksızlık yapan kimsedir. Haram yiyen de zalimdir. Birinin malını ondan zorla alırsan zalim olursun. Birinin malını gizli alırsan o da zulümdür.
Zina da zulümdür, çünkü gizli yapılmaktadır. Kapıları kilitlemiş olması bu işi gizli yaptığı mânâsındadır. Gizli yapılan cinsi ilişkiler zinadır. Biz zinayı böyle tarif ediyoruz. Bu âyet de onu teyit ediyor.
Zina, evlenilmesi meşru olmayan birisiyle yapılan cinsi ilişkidir. Bu iki sebepten ileri gelir. Ya akrabalıktan dolayı ileri gelir, ya da gizli yapılmasından ileri gelir. Her ikisi de zulümdür. İslâm anlayışında zina böyle tabir edilmektedir. Dolayısıyla kocası affetse bile zina cezası yine uygulanır. Oysa Batı’da zina özel hukuk içinde sayılmıştır. Bu sebeple af geçerlidir. Yusuf’u satın alanın karısı Batı mantığında yetiştiği için ona göre zalim olma demek başkasının karısı ile ilişki kurma demektir. Oysa Hazreti Yusuf’a göre gizli ilişkidir. Ayrıca kadın evli olduğu için meninin karışması olayı olduğu için fuhuştur. Cezası yüz sopadan ibaret değildir. Böyle bir kadınla ilişki kuran erkek de ağır cezaya maruz kalır. Fıkıhta recm edilir. Biz recmi kabul etmiyoruz. Onun yerine kadın olsun erkek olsun köleleştirilir ve kadın ev hapsine alınır, erkek ise hadım edilir.
“Zalimler iflah olmaz” demek, zalimler zulmü de başaramazlar demektir.
Diyelim ki Yusuf ram oldu ve zina yaptılar. O orada bitmeyecek, sonra devam edecektir. Bir gün yakalanacaklar ve en şiddetli cezaya uğrayacaklar, belki de öldürüleceklerdir. Mısır’da ceza Firavun veya yöneticilerin keyfine bağlıdır. Yusuf’u satın alan Yusuf ve/veya karısını öldürse, yüksek yönetici olduğu için cezalanmayabilir.
Hazreti Yusuf değişik mânâlara gelen ifade kullanıyor. “Zalimler iflah olmaz” diyor, yani başaramaz diyor. Hazreti Yusuf genel söylüyor, kadına kendi işlerini başaramayacaklarını söylüyor.
Hazreti Yusuf kadını ihbar etmek niyetinde değildir, kadını yola getirmeyi düşünüyor. Bu da çok önemlidir. Bir kimsenin suçuna muttali olursanız, onu ihbar etmek görevinde değilsiniz ama onun suç işlemesini önlemeye çalışırsınız. PKK’lıları konuk eden veya konuk etmek zorunda kalan kimse, onu ihbar etmekle yükümlü değildir, onun suç işlemesini önlemelidir. İşte Hazreti Yusuf bunu yapıyor. Hazreti Yusuf artık peygamberdir, dolayısıyla bize örnektir. Onun yaptıkları bizim de şeriatımızdır.
***
وَلَقَدْ
(Va LaQaD)
“Doğrusu.”
“Ve” harfi ile bundan önceki cümlelere atıftır. Allah’a sığınırım. “Rabbim bana ihsan etti, zalimler felah bulmaz” cümlelerine “Ve” harfi ile atfetti. Yukarıdaki ifadelere ekledi. Bundan sonraki cümle bundan önceki cümleleri tahsis etmektedir.
Hazreti Yusuf yukarıdakileri söylerken kendisinde şehevi hisler yoktu anlamında değildir. Aksine gençliğin verdiği itme ile onda da şehevi hisler uyanmıştı ama o sabretti.
İnsanların yaratılışında şehevi hisler vardır. Bunlar meşru yoldan tatmin edilecektir. Ama her zaman tatmin mümkün değildir. İşte o zaman sabrederseniz yüksek derecelere erersiniz. Hazreti Yusuf da köle durumundaydı. Evlenecek hâli yoktu. İşte o şartlar altında nefsine hakim oldu.
Buradaki “Lekad” bundan sonraki cümleyi tahkik eder.
Öyle zannedilir ki, peygamber olunca artık insanda kötü duygular yok olur, o kötü şeyler düşünmez. Oysa peygamberler de beşerdir. İnsandaki bütün duygular onlarda da mevcuttur. Ona rağmen sabredecektirler. İnsanlardan istenen de budur.
Biz çoğu zaman peygamberlerin yaptıklarını örnek veririz. Genel olarak bize verdikleri cevapta ‘ama o peygamberdi’ derler. İşte Allah burada diyor ki; peygamber olma demek insan olmama demek değildir. İstenen insanın dayanıp nefsine sahip olmasıdır. Peygamber sahip olduysa, her insan da nefsine sahip olur demektir.
هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا
(HamMaT BiHIy Va HamMa BiHAv)
“(Kadın) ona himmet etti (Yusuf da) ona himmet etti.”
“Himmet etmek” demek önem vermek demektir, karşıdakini tatmin etmek demektir.
Şehevi duygular her zaman cinsi arzudan doğmaz. Birbirlerine karşılıklı yapılan iyilikler de insanları birbirine bağlar.
Kadın ve Yusuf birbirinden memnundurlar. Karşılıklı saygı vardır, bağlılık vardır. Yani o onu önemsiyor, o da onu önemsiyor. Bu kardeşler arası bağlılık şeklinde, ana oğul arasındaki bağlılık şeklinde olabilir. Ama birden şehevi arzulara da dönebilir. O sebepledir ki halvet haram kılınmıştır. Bir erkek ve yabancı kadın herkese açık olan yerde birlikte oturabilirler. Mescitte baş başa namaz kılabilirler. Çünkü orada kapı açıktır veya açılabilir. Ama kapı kilitli iken yabancı erkek ve kadınların birlikte kalmaları haram kılınmıştır.
Hazreti Yusuf ile kadın arasındaki ilişki sadece şehevi ilişki değildir. Buradaki durum birbirlerine önem vermeleridir. Hazreti Yusuf erkektir. Erkeklerin azgınlıkları kadınlardan çok fazladır. Ayrıca Hazreti Yusuf bekârdır. Oysa kadının kocası vardır. Dolayısıyla Hazreti Yusuf’un kadına şehevi duygular duyması normaldir. Asıl mesele hislere hakim olmaktır. Hazreti Yusuf bunu yapmıştır. Kadınınki şehevi arzudan çok çocuk edinme arzusudur. Kadınların çocuğa karşı duydukları hisler erkekten daha fazladır.
Bunun meşru çözüm yolunu daha önce anlatmıştık. Erkek karısını boşayacak. Kadın kocasının civar akrabası ile evlenecek. Çocuk yaptıktan sonra ikinci koca boşayacak. Böylece kadın çocuksuz olmaktan kurtulacaktır. Koca bu boşamayı yapmazsa kusurlu olur. Kadın boşanabilir ve mihri de tamamen alır. Başkası ile evlenmek üzere boşanan da mihri tamamen alır. Ancak öbür koca boşar, bu da tekrar eski kocasına dönerse, yeniden mihir gerekmez. Çünkü boşama şartlı olmuş, şart yerine geldiğinde kadın kusurlu sayılacağı için mihri iade eder. Bu hükümlere uyulmadığı takdirde zina revaçta olur.
Buradan öğrendiğimiz başka bir husus ise insanın bir şey istemesi onu günaha sokmaz. Onu eyleme geçirince günah işlemiş olur. Çünkü düşünceler ve hisler iradi değildir. İradi olan yalnız fiildir. Sorumluluk da fiilden dolayıdır.
Kur’an bu önemli kuralı Hazreti Yusuf kıssasında örnekle anlatmaktadır.
Burada ifade edilen mânâ şudur. Kadın himmet ettiği için Yusuf da himmet etmemiştir. Kadın etmese bile o himmet etmektedir. Yoksa “Fa” harfi gelirdi, “Ve” gelmezdi.
“Lekad” kelimesi daha önceki ifadeleri düzeltme anlamındadır. Yani Hazreti Yusuf teklifi geri çevirdi ama bu duygulanmadı anlamında değildir.
Buradaki “Bi” harfi himmet kelimesini müteaddi yapmak içindir.
“Hemme” bir şeyi önemseyip endişelenmek anlamında lazım fiildir. “Bi” ile teaddi etmiştir. Böyle teaddi eden kelimeler bazen sülasisini yitirirler ve yalnız tef’il ve if’al bâbı kalır. Bu fiilin sülasisinin olup olmadığını tetkik etmeniz gerekir.
Araplar kullanıyor mu, Kur’an’da var mıdır?
Bu arada artık sizlere görevler de vermiş oluyoruz.
Yorumlarımızdaki eksiklikleri ve yanlışları siz düzelteceksiniz.
لَوْلَا أَنْ رَأَى بُرْهَانَ رَبِّهِ
(LaV Lav EaN RaEAy BuRHAvNa RabBiHi)
“Rabb’inin burhanını görmeseydi.”
“Lev” geçmişte olmamış bir olayın olmama şartıdır. “La” ve “Ve” den oluşmaktadır.
Ve harekesini kaybedip sakin olmuştur. ‘Gelseydin burada olurdun; demek gelmemişsin ki derslere katılmadın’ anlamı çıkar. “La” harfi eklendiğinde olmuş bir olayın olma şartıdır.
Rabb’inin burhanını görmeseydi kadın ona himmet edince o da ona himmet etmiştir. İkisi de müsbettir.
“Levla” bir tek harf olarak da kabul edilebilir. Bu hususta kelime sayısını araştırarak sonuca varabiliriz.
السُّوءَ الْفَحْشَاءَ الْمُخْلَصِينَ بُرْهَانَ رَبِّهِ عِبَادِنَا هَمَّتْ هَمَّ رَأَى نَصْرِفَ
مِنْ أَنْ لِ وَوَ وَ بِهِ بِهَا عَنْهُ إِنَّهُ
لَقَدْ لَوْلَا كَذَلِكَ
3+3+4=10 İsim ve fiil 3+3+4=10 Harfler 3 birleşik harfler.
Üç birleşik harf mesna kuralına uymadığına göre bunlar birleşik harflerdir. “LevLa” da iki harftir.
“Rea” görmek demektir. Burada gözle görmemiş, beyinle görmüştür. O halde bir şeyi düşünüp onlara kani olmak da “re’y” fiili ile ifade edilir.
“En” masdar harfidir. İsim cümlesi böylece mastar olmuş olur. “En” ile mastarlanmazsa fail mef’ul, mazi muzari belirlenmiş olmaz. “La” isim cümlesinin başına da gelebilir. O zaman mânâ değişmez. Cümle menfi olur. “Lev” fiil cümlesinin başına gelmiş olur. O zaman nefyi cins için olur.
Burada nefyi cins için getirirsek; Rabb’inin burhanı olmadan insan kendisini tutamaz anlamına gelmektedir. Laik insanların kendilerini zaptetmeleri olamaz demektir.
Mü’minler diyorlar ki; inanmamış insan iyi olamaz. Çünkü onu sabrettirerek iyiliğe götürecek bir şey yoktur.
Dinsizler de diyorlar ki; dindarlar bağnaz olur, inancı gereği her kötülüğü yapabilir, iyi insan olamaz.
Burada Allah inanmamış insanların iyi olamayacağını ifade eder.
Dinsizliği uygulayan Sovyetlerin yetmiş senede yaptıkları bu âyeti teyit etmektedir.
Dinsizlerin söyledikleri müşrikler için doğru olabilir. Tek tanrıya inanan insanlar yaratılanı hoş görürler Yaradan’dan ötürü. Tarihte din savaşları Hıristiyan Avrupa’da olmuştur. Müslümanlar hiçbir zaman din savaşı yapmamışlar, bilakis lâiklik yani dinde zorlama olmaması için savaşmışlardır. Kur’an dilinde lâikliğin adı İslâm’dır, barıştır, dinde zorlamanın yapılmamasıdır.
“Burhan” “berk” kelimesi ile akrabadır. Karanlıkta göz gözü görmezken, hiçbir şey bilmezken, şimşek çakar ve etrafı görürsün. Ortalık tekrar kararsa bile o aydınlık yetebilir.
Dışarıdan böyle aniden kesin deliller gelebildiği gibi, aklımıza birden bir fikir gelir, bir çözüm gelir. O burhandır. Hukukta da böyle yıllarca anlamadığınız hususlar olur ama siz düşünüp üzerinde durdukça bir gün gelir ve birden beyninizde şimşek gibi çakar.
İşte, Hazreti Yusuf’un beyninde de böyle şimşek gibi çakmış ve Rabbi aklına gelmiştir.
Allah onu sıkıntılara uğratıp imtihan etmektedir.
كَذَلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ
(Ka ÜAvLiKa LiNaSRiFa GaNHu)
“Böylece ondan sarf ettik.”
“Böylece” işaret edilen nedir?
Rabb’inin âyetlerini göstermesidir.
Hazreti Yusuf burhanı görmüştür ve kendisini tutmuştur.
“Zalike” denmiş olmasından anlıyoruz ki, burhan görülen bir belge değildir. Beyinde düşünülendir. Bunun için gayba işaret etmektedir.
Başta getirilen “Ke” nedir?
Yani “Zalike” ile “Kezalike” arasında ne fark vardır?
Bunun gibisi ile denmiş oluyor. Yani burhanla değil de, burhan benzeri ile giderdik denmiş oluyor. Hazreti Yusuf peygamberin başından yalnız bu olay geçmemiştir. Bunun gibi daha pek çok olayla karşılaşmıştır.
“Ke” harfi ile işaret edilen marife midir, nekre midir?
Benzerinin ne olduğunu bilmediğimiz için nekredir. Kelime marife olabilir ama mânâsı nekredir. Gayra izafe edilen kelime de böyledir. Bunların nekre ile tavsifi caizdir.
Rabb’inin burhanını ona gösterdik. Bunun gibi kötülükleri ondan savdık.
Hazreti Yusuf’un gördüğü burhan ne idi?
Onun haram olduğunu, başına belalar açabileceğini ve Allah’ın huzurunda sorumlu olacağını düşünmüştür. Ondan tasrif edilecek, ondan uzaklaştırılacaktır, yahut başka bir şeye çevrilecektir.
Buradaki uzaklaştırma mânâsı “Anhu”dan gelmektedir. Bu beladan kurtuldu ama başka bir belaya duçar oldu. O bela da hapse gitme olacaktır. Bu belaya duçar olsaydı onun nübüvveti giderdi. Oysa hapishane ona okul olacak ve o sayede yüksek mevkilere ulaşacaktır.
“Tasrif etmek” de ortadan kaldırmak anlamında değildir, başka şekle çevirmek demektir.
السُّوءَ
(elSUvEa)
“Sûu ondan sarf ettik.”
“Sû’e” verilecek cezadır. O anda nefsine kapılsaydı sonra onun cezası ağır olacaktı, artık kadının kölesi hâline gelecekti. Kim bilir Yusuf’a daha ne gibi kötülükler yaptıracaktı. Belki de kocasını öldürtecekti.
Bu tür kimselerle aşk hayatı yaşayanlar bir zaman sonra bıkarlar. Yeni aşık bulmak isterler. İstediği gibi yaşayabilmek için kocasını öldürtmeyi de düşünebilirler. Kocasının vârisi olmadığına göre servet karısına kalacaktır. İş bununla bitmez. Eğer mirasın hepsi ona kalmayacaksa, mirası kaçırmak için gerekeni yapmaya kalkışacaktır.
Görülüyor ki suç üstüne suç işlenecek ve sonunda yakalanıp cezalandırılacaktır.
İşte kendisini tutmakla bütün bu kötülüklerden kurtulmuş, bunu da Allah sağlamıştır.
Burada şu konular tartışılabilir: Mısır’da miras müessesesi var mıydı? Eşler birbirlerine vâris oluyorlar mıydı? Çocuğu olmayan kimselerde miras durumu ne oluyordu?
Mısır uygarlığında bunları görmemekteyiz. İleride yeni belgeler bulunur veya eski belgeler bizim tefsir metodumuzla incelenirse, eski Mısır’da bu soruların cevabı bulunabilir.
“Sû’e” kelimesinin tefsiri bütün bunların var olduğunu gösterir gibidir.
وَالْفَحْشَاءَ
(Va elFaXŞAyEa)
“Ve fahşayı tasrif ettik.”
Kur’an’da iki çeşit zina vardır. Biri zina olarak ifade edilmekte, diğeri ise fahişe olarak ifade edilmektedir. Cezaları farklıdır. Birinde 100 sopa vurma vardır. Diğerinde ise köleleştirmek ve kadını hapsetmek, erkeği hadım etmektir. Fıkıhçılar bunun yerine recm cezasını getirmişlerdir. Kur’an’da recm cezası yoktur. Demek ki zinanın cezası 100 sopa, fahşanın cezası daha ağırdır.
Fahşa ile zina arasındaki fark nedir, illetleri nelerdir, tarifleri nelerdir?
Fıkıhta bunların tarifleri yapılmıştır. Evli bir kadın ile evli olanın zina yapmasında ittifak vardır. Ondan sonrası haller açık değildir. Kur’an’a dayanmamaktadır.
En önemli husus şudur. Bekar bir erkek evli kadınla zina yaparsa fuhuş olmuş olur mu? Bu hususta çoğu olmaz, yani erkek için olmaz, kadın için olur diyorlar.
Bu âyet bu sorunu çözmektedir. Kadının Yusuf’la yapacağı cinsi ilişkinin fuhuş olacağını beyan ediyor. O halde Yusuf fuhuş yapmış olacaktır. Fuhuş ondan uzaklaştırılmıştır. Bizim de bu konudaki oyumuz bu idi. Şimdi âyetle teyit edilmiştir.
Biz tarifleri şöyle yapıyoruz.
Bir erkekle bir kadının gizli cinsi ilişkide bulunması “zina”dır.
Bir erkeğin evli kadınla cinsi ilişkide bulunması “fuhuş”tur.
Erkeğin evli olup olmaması hükmü değiştirmez.
Evli olmayan kadınla yabancı erkeğin açık olarak cinsi ilişkide bulunması ise zina değildir. Sadece kadın iddetini beklemelidir. Beklemezse, erkek cezalanmaz, kadın cezalanır. İddet içinde bir kadın iki erkekle birleşirse fuhuştur. Bunu bilen erkek bekar olsa da fuhuş yapmış olur. Evli iken birbirinden iddet kadar uzak kalan kimselerin zinası fuhuş değildir. Fuhuş olan rahmin iki erkeğe kullandırılmasıdır. Buna göre genel evler fuhuş evleridir. Muta evleri zina evleri değildir, fuhuş evleri hiç değildir.
Başka zina mahiyetindeki cinsi ilişkiler ise evlenmeleri doğuştan yasak olanların zinaları da fuhuştur. Sonradan yapılan muamele ile doğan haramlarla yapılan ilişkiler fuhuş değildir, zinadır. Sıhri akrabalıklar, süt akrabalıklar, kölelikten doğan akrabalıklarda fuhuş yoktur. Bununla beraber bunlarla ilişki gizli kurulursa fuhuş olarak kabul edebiliriz. Bu hususta değişik içtihatlar olabilir. İllet olarak müebbet haramlık konabilir. İkisi de illet olabilir.
Buradaki “fahşa” kelimesi bize tarifte esaslı kaynak teşkil etmiştir.
إِنَّهُ
(EinNaHUv)
“Çünkü o.”
Buradaki “Hu” zamiri Hazreti Yusuf’a gidiyor. “İnne” ile söylenmiştir ve zamir ile bağlanmıştır. Burada onu kötülüklerden uzak tutmanın sebebi anlatılıyor.
Neden ona burhan gösterilmiş de kötülük yapmaktan kurtarılmıştır? Neden başkaları bu İlâhi avne nâil olamıyorlar?
Allah insanı yaratmış ve ona irade vermiştir. İyilik isteme veya kötülük isteme ona aittir. Burada Allah mücbir değildir. Yani Allah kendisi insanlara sen iyi ol, sen de kötü ol dememektedir. O insan kendisi iyi veya kötü olmaktadır. Sonra insanın bu seçimine göre ona doğru yolu nasip etmekte veya yanlış yola gitmesine izin vermektedir.
Bu görüş Sünnilerin görüşüdür.
Bazı mezheplere göre Allah insanı iyi veya kötü yaratmaktadır. Melekleri iyi yarattığı için secde ettiler, şeytanı kötü yarattığı için secde etmedi diyorlar.
Bu iki görüş de çok güçlüdür.
Biz birini kabul etsek bile, hiçbir zaman kesin sonuca varılamaz.
Bu kıssayı ele alalım. Allah Hazreti Yusuf’u görevlendirmiştir. Mısır’a gidecek ve orada İsrail oğullarının oluşmasını başlatacaktır. Kardeşlerine de onu kuyuya atma görevini vermiştir. Şimdi bunlar görevli olduklarına göre Allah herkesi kendi görevi içinde iyi veya kötü yarattı. Bunu kabul etsek, bir taraftan sevap, günah, azap ve mükâfatın anlamı ne olacak. Bunu biz kasıt ile çözüyoruz. Ama o kastı veren de Allah değil midir?
Fizikte bir konu vardır. Işık dalga mıdır, parçacık mıdır?
Salih Murat Uzdilek hocamız bize şöyle derdi: Fizikçiler pazartesi, çarşamba ve cuma günleri parçacık olarak inanırlar; salı, perşembe ve cumartesi günleri dalga olarak inanırlar. Pazar günü de düşünürler!
Bu kader meselesi de böyledir. Çözümlenmesi mümkün görülmüyor.
Bizim yapacağımız da bunun gibidir. Bunun sebebi şudur. Biz zaman ve mekan içinde düşünüyoruz. Oysa bu konu zaman ve mekan dışındadır. Bizim teslim olup Hakka iman etmekten başka bir gücümüz yoktur.
مِنْ عِبَادِنَا
(Min GıBAvDiNAv)
“Abdlerimizdendir.”
“Abd” nedir? Başkasına iş yapmayıp yalnız O’na iş yaparsak biz O’nun abdi oluruz. Mü’minler yalnız Allah’a ibadet ederler. Allah’tan başka kimseye halis kulluk yapılmaz.
Biz başkalarına iş yaptığımız zaman aslında yine Allah’ın işçisi oluruz. Allah bize emrettiği için O’nun işini yaparız. Yahut Allah bize izin verdiği için O’nun işini yaparız. Fatiha Sûresi’nde insanlardan ‘Yalnız sana ibadet ederiz, yalnız senden istiane ederiz’ diye söz almakta, ‘Hamdin yalnız Allah’a yapılacağı’ belirtilmektedir.
Bu demokrasiyi ve sosyalizmi birlikte bağrında barındırmaktadır. Herkes topluluğun işçisidir. Ücretini topluluktan almaktadır. Bu sosyalizmdir. Ama herkes topluluğu temsil etmekte, onun adına kararlar almaktadır. Bu da demokrasiyi temsil etmektir.
“O bizim ibadımızdandır” denmektedir. “İdi” denmeyip şimdi hayatta imiş gibi söylemesi, onun şimdi hayatta olduğuna işaret etmektedir. Diğer taraftan cem’an birlikte getireceğiz denmektedir.
Bu iki âyeti birleştirmek için aynı zamanda izafiyet nazariyesini bilmek gerekmektedir. İyi insanlar için zaman kısalır ve orada yok olur. Kötü insanlar için zaman uzar. Bizim için kısa olan vakit onlar için çok uzun olmuştur. Kelamcılar bunu Kur’an’ın âyetlerine dayanarak ortaya koydular. Çok açık ifadelerle savundular. Çok sonraları Avrupa’da yirminci yüzyılda bu Einstein teorisi ile ispat edildi. Teorinin sahipleri biziz, ispatlayan Avrupalılar.
الْمُخْلَصِينَ(24)
(eL MuPLaSIyNa)
“Muhlis olan ibadımızdandı.”
Allah insanları tek tek ayrı yaşayacak şekilde yaratmamıştır. İnsan önce aile içinde doğmakta ve onu aile yetiştirmektedir. Aileler aşiret içinde varlıklarını sürdürebilmektedir. Kişi çalışmalarını kabilesi (bucağı) içinde, güvenliğini şa’bi (ili) içinde, savunmasını ise kavmi (devleti) içinde yapmaktadır. Bugün bütün insanlık tek ümmet hâline gelmiştir. Yeryüzünün her yerinden ana yollara ulaşım sağlanmıştır. Ana yollar tüm ülkeleri birbirine bağlamaktadır. Artık herkesin cep telefonu vardır. Nerede olurlarsa olsunlar insanlar birbirleri ile görüşebiliyorlar. Okullar yabancı dilleri öğretmekte, tüm insanlar tercümelerle birbirleri ile anlaşabilir durumdalar. Yeryüzünde genel güvenlik sağlanmış, okyanuslarda gemiler rahatlıkla dolaşabilmektedir. Yani tüm dünya tek bir beden olmuştur.
İnsanlar bu seviyeye kendiliğinden gelmediler. İnsanlar bu seviyeye seçilmiş peygamberlerin, filozofların, siyaset adamlarının, iş adamlarının on binlerce yıl verdikleri uğraş ile ulaşmışlardır.
Bugün de hiçbir yerde hiçbir suretle eşitlik mevcut değildir. Biz beş on arkadaş bir araya gelip çalışmaya başladığımız zaman hemen farklılıklar ortaya çıkmakta, içimizde bazı arkadaşların belirlenmiş görevleri olmaktadır. Bu sayede o küçük topluluk bile ancak bu şekilde varlığını koruyabilmektedir.
Kâinatta eşitlik ilkesi yoktur, adalet ilkesi vardır.
Herkes kabiliyetine göre görevli, görevli olduğu kadar yetkili, yetkili olduğu kadar sorumlu, sorumlu olduğu kadar da hak sahibidir.
“Muhlesîn” burada erkek kurallı çoğul olarak getirilmiştir. Allah Hazreti İbrahim’in zürriyetine insanlığı uygarlaştırma görevini vermiştir. O soydan çıkan kimseler insanlığı bugünkü seviyeye ulaştırmışlardır. Bu nimetlere bizi kavuşturduğu için Allah’a hamd etmeliyiz. Hazreti İbrahim tüm insanlığın atasıdır. Hazreti Yusuf ise İsrail oğullarını bir kavim olabilecek şekilde organize etmeye başlayan bir görevlidir. Bugün yeryüzünde mevcut uygarlıkları oluşturan Hazreti İbrahim’in zürriyetinden gelenlerin kurdukları büyük dinlerdir. Hassaten bugünkü Batı medeniyeti İsrail oğullarının oluşturduğu bir medeniyettir. Yani Hazreti Yusuf’un başlattığı oluşum bugün de tüm insanlığı etkilemektedir.
İşte bunu ifade eden seçilmiş olma yani görevli olma mânâsında “Muhlesîn” kelimesi gelmiştir. “Muhlisîn” kıraati de vardır. Kişi ile ilgili bir ifade olduğundan biz burada onun üzerinde fazla durmayacağız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-554/ADİL DÜZEN DERSLERİ-384 27 Mart 2010
IMF’SİZ NASIL DÖVİZ BULALIM?
IMF Türkiye’den ümidini kesti de gitti.
Gittiyse, artık bir daha bizi sömürmeyecek demektir.
Yahut geri çekildi, bizi çökertecek saldırıda bulunacaktır demektir.
Her ne olursa olsun, bizim IMF’siz istediğimiz kadar döviz bulabilmemiz gerekir.
Nasıl bulacağız?
Bugün size bunu anlatacağım.
1. MALİYETLERİ DÜŞÜRME
Döviz bulmanın en sağlıklı ve kolay yolu üretim maliyetlerini düşürmedir, ucuza bol mal üretmedir. Mallar olunca ve ucuz olunca istediğiniz kadar döviz elde edersiniz.
Bunun için neler yapmalıyız?
a) Kredilerin faizlerini sıfırlayacağız. Bu hem stok üretimini sağlar, faizden kurtulan üreticiler üretip stok yaparlar; hem de maliyetleri düşürür, maliyetlere faiz binmez.
b) Çalışana kredi veririz. İşletmelere ham madde kredisini veririz. Bu krediler altına kote edilir ama faiz yürütülmez, cebrî icra uygulanmaz. Bu sayede tam istihdam sağlanır. Üretim artar. İçeride ve dışarıda kolayca pazar bulunur.
c) Bir iki seneliğine işçiden vergi alınmaz, sigorta kesintisi yapılmaz. Herkes üretime geçer. Maliyetler düşer. Giderler iç borçlanma veya enflasyonla kapatılır. Enflasyonun kötü etkisini yok etmek için de ödemeler TL üzerinden yapılır. Borçlanmalar altın üzerinden yapılır.
2. MERKEZ BANKASI’NIN DOLAR ALMASI
Türk Lirası altına kote edilir. Merkez Bankası altını kârsız alır ve satar. Tüm taleplere cevap verir. Altın stoku sabit tutulur. Altının TL cinsinden kuru öyle hesaplanır ki istenen döviz miktarı ülkemize girsin. Dövizi TL ile satın alan Merkez Bankası istediği kadar döviz bulur. Halk TL’sini altına kote edeceğinden kendi ülke parasını dövizden daha kıymetli olarak görür.
3. ORMANLARI REHN ETME, DEĞERLENDİRME
Türkiye’nin ormanları ve kırları birer dönüm parsellere ayrılır. Bunlara yol, elektrik, su, hattâ gaz sağlanır. Sonra bu arsalar yurt dışı ve yurt içindeki kimselere kredileşme ilkesi içinde kiraya verilir. Şöyle ki; kişilerden 20 bin dolar alınır ve arsa teslim edilir. İçinde orman ağaçlarının ıskartalarından villalar (ahşap evler) yapılır ve 40 bin dolara teslim edilir. İstedikleri zaman dolarlarını alıp arsayı bize iade edebilirler. İsterlerse evi alıp götürürler veya bizim takdir ettiğimiz bedeli alırlar. Böylece fazlasıyla dolar temin etmiş oluruz. Ormanlık vasfını koruruz. Kırları da ormanlaştırırız ve onları da böyle değerlendiririz. [Rehnetmek: Para karşılığı rehin bırakmak. İpotek etmek. ]
4. MERKEZ BANKALARI İLE KARŞILIKLI KREDİLEŞME
Dışarıdan mal alabilmek için bize dolar gerek, döviz gerek. Bunun için Merkez Bankası dışarıdaki bankalara TL borç verir, ondan da kendi parasını borç alır. Türkiye’de ihracat yapanlar Merkez Bankası’ndan TL karşılığı o ülkenin parasını alır, malı satın alır. Oraya satanlar onların parasını alır, bankaya gidip TL’ye çevirir. Böylece dövize ihtiyacımız kalmaz. Herkesten bizden aldığı kadar ondan mal alırız. ABD ile de böyle ilişki kurarız. Bizimle ticari ilişki kurmak istiyorsa ona TL’yi kredi olarak veririz, doları kredi alırız.
Burada şu sorun çıkar.
ABD ve AB bizimle kredileşmeye girmeyebilir.
Oysa biz ticaretimizi onlarla yapıyoruz.
O zaman ne yapacağız?
Hiç merak etmeyin, diğer devletler onlardan alır bize satarlar. Belki biraz pahalı satarlar ama ona karşılık bizden mal almak zorunda kaldıkları için bize ucuza gelir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-554/ADİL DÜZEN DERSLERİ-384 27 Mart 2010
PARTİLERİMİZ VE 2015 İKTİDARI
Hakan Kandal’ın, Akevler Adil Düzen (internet) Dergisi’nde yayınladığı rüyasına yaptığımız tâbirlerde, AK Parti’nin üç defa seçimi kazanacağı şeklinde yorumladık. Bunun başka bir mânâsı, 2015 yılında yapılacak seçimleri kaybedecek olmasıdır.
Biz bu durumu sadece rüya ile tesbit etmiyoruz, bizim başka tesbitlerimiz de vardır.
Ordu demokrasiye inanmıştır. Halk seçtikçe AK Parti’yi kimse indiremez.
Esasen hiçbir parti iktidara hazırlanmış değildir.
AK Parti ise “Millî Görüş”ten gelmedir, “Adil Düzen”den hiç olmazsa duydukları vardır. Zaman zaman onları uygulamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla onun rakibi olup onun yerine geçebilmek için ondan daha ileri Adil Düzenci olmak gerekir. 2015’te iktidar olmayı düşünen ve iktidar olacak parti AK Parti’den daha ileri parti olmalıdır.
O parti neler yapacaktır?
1- Türkiye’nin dış borçları çok daha ağır bir şekilde artmıştır. Ülkeyi o borçlardan kurtaracak çözümler üretilmelidir. Bu çözümler de yalnız “Adil Düzen”de vardır.
2- İşsizlik daha da ağırlaşmış durumdadır. Böyle giderse karın tokluğuna bile iş bulunmaz olabilir. 2015’te iktidara gelecek parti işsizlik sorununu çözmelidir. Bu sorunun çözümü de yalnız “Adil Düzen”de vardır.
3- 2015’te iktidara gelecek parti yargı sorununu çözmelidir. Yargıyı bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın hâle getirecek çözümleri olmalıdır. Bu derdin devası da başka yerlerde değil, sadece ve sadece “Adil Düzen”de vardır.
4- 2015’te iktidara gelen parti yazarları bağımlı olmaktan kurtarmalıdır. Patronların yani sermayenin yazarlar üzerinde herhangi bir tesiri olmamalıdırlar. Diğerlerinde olduğu gibi bu sorunun çözüm reçetesi de yalnız “Adil Düzen”de vardır.
Osmanlılarda dört siyasi görüş vardı: Osmanlıcılık, Medeniyetçilik, İslâmcılık ve Türkçülük. Bu görüşler Cumhuriyet dönemine de intikal etmiştir.
Osmanlıcılığın yerini cumhuriyet almıştır ve CHP anlayışlı partiler bunu temsil eder.
Medeniyetçiliği temsil eden görüş Batıcılık olmuştur. Bunu da Demokrat Parti zihniyetinde olanlar temsil eder.
İslâmcılığı temsil eden partiler Millî Görüş partileridir. Saadet Partisi ve kısmen AK Parti bu görüşü temsil eder.
Türkçülüğü Milliyetçi Hareket Partisi temsil eder.
Türkiye bu dört görüşten vazgeçemez, yeni görüş de getiremez.
Bir görüşteki iki parti sadece o görüşün oylarını böler ve 2015 iktidarından o kadar uzaklaşır.
Diyebilirsiniz ki; “Adil Düzen” beşinci parti olarak çıkamaz mı?
Çıkamaz!
“Adil Düzen” dört görüşte de uygulanabilir.
CHP görüşü devletçi görüştür, devletin bağımsızlığına önem verir. “Adil Düzen” buna mâni değildir. “Adil Düzen” uygulaması devletten başlar...
Bir başkası uygarlaşmadan başlar...
Biri lâiklikten başlar, bir diğeri halktan başlar...
Sonra diğerleri onun arkasından ona uyar veya uydurulur…
O halde “Adil Düzen” bir partinin görüşü olmayacak, 2015’ten itibaren bütün partiler “Adil Düzen”ci olacaklardır. Nasıl bugünkü bütün partiler “demokrat” ise, o zaman bütün partiler “Adil Düzen”ci olacaklardır. Sadece öncelik sırasını birine verecekler ve onun uygulamasını yapacaklardır.
Demek ki, 2015 iktidarına talip olanlar önce dört ana soruna çözüm getireceklerdir. Bunun için her söze kulak verecek, ondan sonra kendilerine göre en iyisi ne ise ona uyacaklardır. “Adil Düzen”den daha makul ve üstün bir çözümü hiç kimse getiremeyeceği için ister istemez 2015’ten itibaren bütün iktidara talip olan partiler “Adil Düzen”ci olacaklardır. Bu yarışa AK Parti de katılabilir. Böyle bir hamle yaparsa belki de 3015’te yine iktidarda kalır. Rüyada ondan sonrası yok.
Dış borçlarda döviz borcunu TL borcuna çevirmek, faizi kredileşmeye çevirmek, borcu iştirake çevirmek, nakit borcu mal borcuna çevirmek “Adil Düzen”in çözümüdür. Her iktidara talip olan parti bunlardan birini benimser ve onu uygularsa borçlar biter.
İşsizliğe çare çalışanlara faizsiz ve icrasız kredi verilmesidir. Bu krediyi devlet verebilir. Özel bankalar verebilir. Sendikalar verebilir. Partiler verebilir. Bunların hepsi “Adil Düzen” çözümüdür. 2015 iktidarına talip olan parti bunlardan birini seçer.
Yargı hakemler yoluyla belirlenir. Ona yakın hakemi her ilçeye hükümet tayin edebilir. HSYK tayin edebilir. Yetki Meclis’e verilebilir. Partiler atayabilir. Bunların hepsi “Adil Düzen”e uygundur. İktidara talip olan parti bunlardan birini seçer onu uygular.
Basın sorunun çözüm de yazarlara kadro tanımadır. Devlet maaş verecek. Yazarlar istedikleri yerde yazarlar veya konuşurlar. Yazarları atama yolu için değişik şekiller benimsenebilir. Hepsi makbuldür.
Diğer partiler beni tanımıyorlar ama AK Parti ve Saadet Partililer genel olarak tanırlar. İktidarı kaptırtmak istemiyorsanız önce seçim birliği yapın. Ya barajı düşürün yahut seçime birlikte girin. Birbirinizi uyarın ama birbirinize saldırmayın. Diğer taraftan mutlaka Akevler’le, Akevler Ekolü’yle, yani Adil Düzen Çalışanları ile işbirliğine girin. Allah ilmi istediğine verir, kıskanmayın. Biz her başvurana hizmet etmeye hazırız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
Ekonomik ve sosyal sorunların çözümü - 1
Reşat Nuri EROL
Bizim usulümüz, bizim metodumuz önce ‘tesbit ve teşhis’, ondan sonra ‘çare, çözüm ve tedavi’ metodudur. Bu metoda göre baktığımızda açıkça görülüyor ki: Türkiye’nin ‘acilen çözüm bekleyen’ dört ana sorunu vardır… Türkiye’nin ‘komalık hasta’ seviyesinde dört temel sorunu vardır… Türkiye’nin sadece ‘kriz’ değil, ‘tufan’ seviyesinde dört sorunu vardır…
Bu sorunlardan ikisi ‘sosyal sorun’, ikisi de ‘ekonomik sorun’dur.
“Sosyal sorunlar” çözülmeden “ekonomik sorunlar” çözülemez...
Öyleyse, önce sosyal sorunlarımızın teşhis ve tedavisi üzerinde duralım.
Sosyal sorunlarımızı çözdükten sonra, ekonomik sorunlarımızı çözüme kavuşturalım.
***
Bize göre bir numaralı sorun basın/medya sorunudur.
Diğer sorunlardan önce “millî” olmayan medya/basın sorunu çözülmelidir.
Önce tesbit ve teşhis: Sömürü sermayesine bağlı ve de bağımlı şirret ve millî olmayan basın/medya var oldukça, onun karşısında “Millî Medya/Basın” oluşturulmadıkça, devletimize ve milletimize yararlı hiçbir yenilik, açılım ve reform yapılamaz. Bir yenilik ve açılım yapmak istediğiniz zaman; dışarıdan veya onların içimizdeki çıkarcıları tarafından düğmeye basılır ve o yenilik, o açılım orada kalır. Medya sömürü sermayesi tarafından güçlendirilmiş ve kutsallaştırılmıştır. Yazarlara olağanüstü refah sağlanmış ve sermayeye esir edilmişler, iç sermaye de dış sermaye ve sömürüye esir edilmiştir. İktidarlar sık sık değiştiği için yazarlar iktidardan değil de, dışa bağımlı sermayeden korkmaktadır.
Çözüm/tedavi basittir: Daha önce ‘Medya Kooperatifleri’ çözümünü defalarca yazdık. Ayrıca, Türkiye’de yüz kişilik yazar kadrosu oluşturulmalı, bu kadroya milletvekillerine sağlanan imkanlar sağlanmalı, bu kadrolar siyasi partilere tahsis edilmeli, siyasi partiler bu kadrolara atama yapabilmeli ve alabilmelidir. Bunlar yazılarını istedikleri basın organında yazabilmeli, istedikleri medya organında konuşabilmeli, maaşlarını da devletten alabilmelidir. Millete bağlı bağımsız ‘Millî Medya/Basın” böyle oluşur.
***
İkinci ana sorunumuz yargı/adalet sorunudur ve “Adalet yönetimin temeli”dir.
Tesbit ve teşhis: Türkiye’de hakimler baskı altındadır; Yargıtay’ın baskısı altındadır, terfileri Yargıtay’ın tasdik ettiği mahkeme kararları ile yapılmaktadır. HSYK’nun baskısı altındadır; hakimler bunların izni ile cezalandırılmaktadır. Adalet Bakanı’nın, dolayısıyla Hükümet’in baskısı altındadır. Bütçedeki yargı faslını hükümet ayarlamakta, tayinler Adalet Bakanlığı’nca yapılmaktadır. Hakimler ayrıca savcıların baskısı altındadır; savcılar hakimlerin masasında ve seviyesinde oturmakta, onlarla eşitlik içinde bulunmaktadır! Ayrıca hakimler rüşvet mafyası, terör mafyası, geçim sıkıntısı ve şirret basının tehdidindedir.
Çözüm ve tedavi olarak; soruşturma, bilirkişi, savunma ve hakemler yüksek kurulları oluşturulmalıdır. Bu kurullara siyasi partiler aldıkları her yüzde 5 oy için birer ilim adamı atamalı, partiler oyları birbirlerine kullandırabilmelidir. Örnek olarak, ‘Hakemler Yüksek Kurulu’ her ilçeye yirmiye yakın hakem atamalı. Bu hakemler avukat olabilir. Bunların maaşlarını devlet vermeli. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçmeli, baş hakemi hakemler seçmeli; bunların verdiği kararlar kesin olmalıdır. Hakemlerin aleyhine verdikleri kararlardan dolayı yine hakemlerin nezdinde dava açılabilmeli, hakemler mahkum olurlarsa hakemliklerine son verilmeli ve mağduriyet devlet bütçesinden giderilmelidir. Haksız da olsa davayı kazanan kazanmış olmalıdır. Hakimler yalnız davaların yürütülmesini ve tescilini sağlamalı, karar alma yetkileri olmamalıdır. Böylece adalet ve yargı reformu gerçekleşir, yargımız yansız, bağımsız, saygın ve etkin hâle gelir, gerçek adalet sağlanır.
Sosyal sorunlarımızın tesbit, teşhis, tedavi ve çözümünden sonra ekonomik sorunlarımızın tesbit, teşhis, tedavi ve çözümü bundan sonraki yazımızın konusudur.
Ekonomik ve sosyal sorunların çözümü - 2
Reşat Nuri EROL
Türkiye’nin üçüncü sorunu ‘İŞSİZLİK’tir.
Türkiye’de on beş milyon çalışabilecek insan vardır. Bunun sadece yarısı çalışmamakta, sadece yedi-sekiz milyon insanımız iş bulabilmektedir. Çalışanların da en az yüzde 25’i gizli işsizdir. Yani, bu çalışanlarımız da çalışır gibi gözükmekte ama gerçekte çalışmamaktadır. Ülkemizdeki tüm ekonomik sorunların ana kaynağı budur, ‘işsizlik’tir. Ve bu sorunun aynı zamanda çok yönlü sosyal yansımaları da vardır. Bu bir numaralı ekonomik sorun çözüme kavuşturulmadıkça, zamanla sosyal sorunlara ve sosyal patlamalara da sebebiyet vermektedir. Yani, ülkemizin bir numaralı ekonomik sorunu ‘İŞSİZLİK’tir.
İşsizliğin biricik çare ve çözümü, “çalışana faizsiz kredi hakkı”nın tanınmasıdır.
Çalışana, emek sahibine diyoruz ki; çalışacağın yeri kendin seç ve git, istediğin işletmeyle ve işletmeciyle anlaş, ondan orada çalıştığına ve üretim yaptığına dair bir kâğıt/belge al ve getir. Belgede, ‘falan emek sahibi benim işimde şu kadar saat çalışmıştır’ yazılı olsun. Biz işvereni borçlandıralım, çalışan emek sahibine ‘resmî ücret’ini ödeyelim.
İşverene de diyoruz ki:
- İşçiyi çalıştır, parasını biz ödeyelim...
- Ham maddeyi al, parasını biz ödeyelim...
- İşletmeni ‘faizsiz’ olarak borçlandıralım...
- Mamulü sattığın zaman borçlarını ödersin...
Dikkat edin; bu sistemde faiz yok, cebrî icra yok.
Böylece ülkemizde iş arayan ve çalışmak isteyen işsiz kalmayacak.
***
Türkiye’nin dördüncü ve en büyük sorunu dış borçlar sorunudur.
Üç kıtaya hükmeden koca Osmanlı İmparatorluğu’nu borçlandırarak yıktılar. ‘Osmanlı eski bir örnek’ diyorsanız, o zaman yeni ve taze bir örnek verelim: İşte kapı komşumuz ve borç sebebiyle batan ülkelerin en yenisi Yunanistan! Osmanlı artığı Yunanistan borçlar, bütçe açıkları, diğer ekonomik ve sosyal sorunlar sebebiyle battı, batıyor!..
Batılılar, IMF ile Dünya Bankası gibi Batılı ekonomi kuruluşları, borçlarını ödemediğinde Türkiye’yi de istedikleri zaman çökertebilecek durumdalar.
Son sekiz yılda, seksen yıllık birikimlerimiz olan KİT’leri (Kamu İktisadi Teşekkülleri) sattık… Şimdi de BİT’lerimizi (Belediye İktisadi Teşekkülleri), yollarımızı, barajlarımızı ve daha bilmem nerelerimizi satacakmışız!..
Peki, bunlar da bittikte sonra sıra hangi satışa gelecek, neyin satışına gelecek?!.
Türkiye baş belası dış borç sorununu hemen, hiç bekletmeden, acilen çözmelidir.
Çare ve çözüm için:
- Dış borçlarımız iç borca çevrilmeli…
- Faizli borçlar kredileşme borcuna çevrilmeli…
- Para yani nakit borçlarımız mal borcuna çevrilmeli…
- Son olarak kalan borçlarımız iştirake/ortaklığa çevrilmelidir.
***
Bu dört ana sorun çözülmedikçe Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez; ne enerji, ne açılım, ne demokrasi, ne Alevi, ne Kürt sorunu, ne de diğer sayısız sorunlar çözülemez…
Palyatif ve pansuman tedbirlerle geçen günlere yazıktır… Zaman kaybetmeden, Türkiye’nin ‘acilen çözüm bekleyen’ dört ekonomik ve sosyal ana sorunu çözüme kavuşturulmalıdır... Dünya ve Türkiye ölçeğindeki bu sorunların sadece ‘KRİZ’ değil, ‘TUFAN’ hem de ‘SOSYAL TUFAN’ seviyesinde olduğu iyi bilinmelidir...
Son olarak çözüm sırasını tekrar hatırlatıyoruz: ‘Sosyal sorunlar’ çözülmeden ‘ekonomik sorunlar’ çözülemez… Önce sosyal sorunlar (MEDYA ve YARGI/ ADALET/ ANAYASA), sonra ekonomik sorunlar (İŞSİZLİK ve BORÇLAR) çözülmelidir...
Biz ne yapıyoruz, neler yapmalıyız?
Reşat Nuri EROL
Her şey düşünme, tasarlama, planlama ve çalışma ile başlar.
Biz genel olarak ne yapıyoruz, neleri tasavvur ediyor, neleri çalışıyoruz?
Biz öncelikle “düşünüyor”, “tasarlıyor”, “tasavvur ediyor” ve “çalışıyoruz”...
Biz şimdi “Adil Düzen”i ve “Adil Ekonomik Düzen”i düşünüyor ve “tasavvur” ediyoruz. O düzen kurulduğunda gerçekleşecek olan nimetli, bereketli, saadetli ve adaletli hayatı düşünüyor ve tasavvur ediyoruz; kırk yıldır bunun ilmî çalışmalarını yapıyoruz…
Ama o düzen geldiği zaman ayrıca bizim bugün tasavvur edemediğimiz daha başka pek çok nimetlerle karşılaşılmış olunacaktır.
Nasıl 2000’li yılların hayatı geçmişe göre tamamen farklıysa, bundan yüz sene evvel kimse bugünkü dünyayı tasavvur edememişse; bugünden gelecekteki genel olarak “Adil Düzen” ve özel olarak “Adil Ekonomik Düzen”in ekonomik, siyasi ve sosyal hayata yapacağı değişimi ve katkıları da tam olarak tasavvur edemiyoruz.
Anlattığım meseleyi biraz daha açarak örneklerle açıklamaya ve anlamaya çalışalım.
***
Mesela, bundan yüz-yüz elli sene önceki hayatı ve bugün ulaşılan seviyeyi düşünelim.
-Yüz, yüz elli sene kadar önce, insanlar bulundukları yerin en çok 500 metre ötesine seslerini duyurabilirlerdi. Şimdi uzayda veya Ay’da olsalar bile, birbirleriyle konuşabiliyor, hattâ görüntülü olarak görüşebiliyorlar.
-Bundan yüz elli sene evvel, en çok saatte 30 kilometre koşan ata veya başka bir binek hayvanına binebiliyorlardı. Şimdi, belli hazırlıklar tamama erdikten sonra, birkaç gün veya bir hafta sürmüyor, Ay’a veya uzayın başka bir yerine bile gidebiliyor ve oralarda günlerce, haftalarca, hattâ aylarca kalabiliyorlar.
-Bundan yüz sene evvelinde, fenerle yapılan aydınlatmada ancak birkaç 100 metreyi aydınlatıyorlardı. Şimdiki aydınlatma teknolojisi sayesinde ise geceler adeta gündüz gibi olmuştur. Şehirde doğup büyüyenler o günleri bilmezler, ama biz yaşımız gereği her iki hayatı yani elektriksiz ve elektrikli hayatı yaşadık. Herkes bir müddet dağ başındaki yaylalarda kampa gidip o elektriksiz ilkel ve doğal hayatı yaşamalıdır.
-Bugün bilgisayarla yazıyor, yazdıklarımızı istediğimiz yere mail ile ulaştırıyoruz. Oysa geçmiş zamanda yazı makinesi bile yoktu. Yazılacaklar kâğıda elle yazılır, İstanbul’dan Ankara’ya mektup bir haftada ulaşamazdı. Mektubun cevabı ise haftalar sonra gelirdi. Ülkeler arası haberleşmede ve ABD gibi deniz aşırı ülkeler için ise birkaç ay beklemek gerekirdi.
***
“Teknoloji”de gerçekleşen bu inkılâbı insanların geneli “düşünmüş, tasarlamış, tasavvur etmiş ve beklemiş” değildi ama o beklenmeyen ve düşlenmeyenler oldu.
Geçmişte bunlar olduysa, olabildiyse; gelecekte de neden olmasın?
İşte, genel olarak “Adil Düzen” ve özel olarak “Adil Ekonomik Düzen” geldiğinde, bugünkü Batı uygarlığında sadece “teknoloji”de olan ilerlemeler değil:
-YÖNETİMDE/SİYASETTE de durum böyle olacaktır…
-ÜRETİMDE/EKONOMİDE de böyle olacaktır…
-SOSYAL HAYATTA da böyle olacaktır…
-İLMÎ ÇALIŞMALARDA da olacaktır…
“Adil Düzen Medeniyeti”nde genel durum tamamen değişecek, bugün için kahir ekseriyetin hiçbir şekilde düşünmediği, düşlemediği, tasavvur bile etmediği “nimetli, bereketli, saadetli ve adaletli ileri hayat seviyesi” ortaya çıkacaktır. İnsanlık “dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal alanlarda” bugüne kadar ulaşamadığı merhalelere ulaşacaktır.
Millî Görüşçüler olarak biz böyle düşünüyor, böyle tasavvur ediyor ve insanlık saadetinin gerçekleşmesi için var gücümüzle çalışıyoruz… Siz de bu hayırlı çalışmalarda gücümüze güç katmak istiyorsanız; buyurun gelin, birlikte çalışalım…
Vergi adaletsizliği
Reşat Nuri EROL
Ülkemizde ‘adaletsizlikler’ var mı?
Ülkemizde ‘adaletsizlikler’ var; çok var, hem de pek çok var…
Bugün o adaletsizlikleri tek tek sayacak değilim, çünkü siz zaten her gün ve her an o adaletsizliklerle yani zalimliklerle birlikte ve iç içe yaşıyorsunuz… Onlarla birlikte yaşadığınız için de o adaletsizlikleri yani zalimlikleri çok iyi biliyorsunuz…
‘Adalet mülkün/yönetimin esası/temeli’ olduğuna göre; bu adaletsizliklere yani zulümlere rağmen devletimiz nasıl ayakta kalabiliyor veya bu şekilde daha ne kadar ayakta kalıp varlığını sürdürebilir, varın siz de bizim gibi düşünün…
Sadece düşünmekle kalmayın, elbette çare ve çözümleri de düşünün…
Mesela ‘ADİL VERGİ SİSTEMİ/DÜZENİ’ nasıl olmalı diye düşünün…
Çünkü bugünkü yazımda vergi adaletsizliğinden söz edeceğim de ondan...
Çünkü 22/03/2010-26/03/2010 tarihleri arasında ‘Vergi Haftası’ var da ondan…
Nerden çıktı bu ‘Vergi Haftası’ diye merak edebilirsiniz: Kamuoyunda, yani en çok vergi verenler nezdinde, yani halkımız arasında sağlıklı bir vergi bilincinin oluşturulması ve toplumun tüm kesimlerine benimsetilmesi için 1990 yılından itibaren her yıl Mart ayının son haftası ‘Vergi Haftası’ olarak çeşitli etkinliklerle kutlanmakta... Bu vesileyle önce bizim ‘hatırlamamız’ gereken; hatırladıktan sonra da gereğini herkese, özellikle de isminde ‘ADALET’ kelimesi bulunan iktidar partisi yöneticilerine ‘hatırlatmamız’ gereken acı ve acilen düzeltilesi ‘vergi adaletsizlikleri’ ile ilgili gerçekler neler ise onlar üzerinde duralım…
Biz Ekonomik Konular Komisyonu olarak mesele üzerinde durduk, konuyu düşündük ve görüşümüzü aşağıdaki şekilde özetledik…
FAKİRİN VERGİ YÜKÜ ZENGİNİN İKİ KATI!!!
Evet, yanlış okumadınız, Türkiye’de fakir zenginin iki katı vergi ödemekte…
Türkiye’de en fakir yüzde 5’lik kesimin vergi yükü, en zengin yüzde 5’lik kesimin vergi yükünden iki kat fazla... Bu durum Türkiye’deki vergi sisteminin/düzeninin çarpıklığını, zulmünü ve adaletsizliğini açıkça ortaya koymakta...
Türkiye’de vergilerin üçte ikisi KDV, Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) ve Özel İletişim Vergisi (ÖİV) gibi tüketim üzerindeki vergilerden, yani fakir halkımızın en çok tükettiklerinden toplanmakta... Tüketim vergilerine çok yüklenilmesinin başka bir nedeni de, toplanabilen gelir vergisinin düşük kalması, yani yöneticilerimizin acziyeti...
Tüketim vergileri her gelirdeki insan için aynı oranda olduğundan, gelirinin çok daha büyük bir kısmını harcayan dar gelirli halkımız, tüketim vergileri yoluyla gelirinin daha büyük bir kısmını vergi olarak ödemekte ve bu şekilde kendisine zulmedilmekte…
GELİR VERGİSİ ÇOK AZ TOPLANIYOR…
Daha çok geliri olanın daha yüksek oranda vergi ödediği gelir vergisi Türkiye’de yeterince toplanamadığı için uygulanmakta olan ‘vergi sistemi/düzeni’ gelir dağılımını düzeltici değil bozucu, adaleti sağlayıcı değil zulmedici etki yaratmakta…
Gelir vergisi, Türkiye’de toplam vergi gelirleri içinde 1980 yılında %52 iken; 1990 yılında %41’e, 2000 yılında %23’e, 2009 yılında %20’ye düşmüş!.. (Kaynak: www.gelirler.gov.tr). Şimdi milyarderlerimiz her yıl nasıl artıyormuş, anladınız mı?!. Elbette birilerinin yani halkımızın parası azalırken, birilerinin de fahiş şekilde artar!..
Sorun, tüketim vergisini toplamaktan ziyade, gelir vergisinin çok az toplanması...
VERGİ YÜKÜ ÜCRETLİ KESİM ÜZERİNDE…
2009 yılı Türkiye’sinde, akaryakıt ticareti yapanlar 6,345.- TL, Otelciler 2,471.- TL, büyük müteahhitler 5,145.- TL yıllık vergi ödemişken; aylık maaşı brüt 2,210.- TL olan bir ücretli yıllık 4,540.-TL vergi ödemekte!.. Ücretli kesim üstündeki vergi yükü Türkiye’de %36 seviyesinde!.. (Kaynak: Anadolu Ajansı’dır ve bu ajans devletin ajansıdır.).
Tek çare ve çözüm “ADİL BİR VERGİ SİSTEMİ/DÜZENİ”dir...