1967...1968...1969....AKEVLER 43 YILDIR ÇALIŞIYOR....2008...2009...2010
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 552
“ADİL DÜNYA DÜZENİ, III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 13 Mart 2010 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 552. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz: Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
IMF DÜZENİ VE ALTERNATİFİ
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”
YENİ ANAYASA
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 102. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SOHBET… SEMİNER… SORULAR-CEVAPLAR…
[Genel Hizmet Kooperatifi Ana Sözleşme Çalışmaları… Şimdilik ertelendi!]
***
Kapitalizm dini imanı para
Kapitalizmin kurumları IMF ve DB - 1
Kapitalizmin kurumları: IMF ve DB - 2
IMF’nin alternatifi “Adil Ekonomik Düzen”dir
Reşat Nuri EROL
***
YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 5
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ(1) إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ(2) نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ هَذَا الْقُرْآنَ وَإِنْ كُنتَ مِنْ قَبْلِهِ لَمِنْ الْغَافِلِينَ(3) إِذْ قَالَ يُوسُفُ لِأَبِيهِ يَاأَبَتِ إِنِّي رَأَيْتُ أَحَدَ عَشَرَ كَوْكَبًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَأَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ(4) قَالَ يَابُنَيَّ لَاتَقْصُصْ رُؤْيَاكَ عَلَى إِخْوَتِكَ فَيَكِيدُوا لَكَ كَيْدًا إِنَّ الشَّيْطَانَ لِلْإِنسَانِ عَدُوٌّ مُبِينٌ(5) وَكَذَلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ يَعْقُوبَ كَمَا أَتَمَّهَا عَلَى أَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ إِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ(6) لَقَدْ كَانَ فِي يُوسُفَ وَإِخْوَتِهِ آيَاتٌ لِلسَّائِلِينَ(7) إِذْ قَالُوا لَيُوسُفُ وَأَخُوهُ أَحَبُّ إِلَى أَبِينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّ أَبَانَا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ(8) اقْتُلُوا يُوسُفَ أَوْ اطْرَحُوهُ أَرْضًا يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ أَبِيكُمْ وَتَكُونُوا مِنْ بَعْدِهِ قَوْمًا صَالِحِينَ(9) قَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ لَا تَقْتُلُوا يُوسُفَ وَأَلْقُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ بَعْضُ السَّيَّارَةِ إِنْ كُنتُمْ فَاعِلِينَ(10) قَالُوا يَاأَبَانَا مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّا عَلَى يُوسُفَ وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ(11) أَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ(12) قَالَ إِنِّي لَيَحْزُنُنِي أَنْ تَذْهَبُوا بِهِ وَأَخَافُ أَنْ يَأْكُلَهُ الذِّئْبُ وَأَنْتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ(13) قَالُوا لَئِنْ أَكَلَهُ الذِّئْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّا إِذًا لَخَاسِرُونَ(14) فَلَمَّا ذَهَبُوا بِهِ وَأَجْمَعُوا أَنْ يَجْعَلُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ لَتُنَبِّئَنَّهُمْ بِأَمْرِهِمْ هَذَا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ(15)
وَجَاءُوا أَبَاهُمْ عِشَاءً يَبْكُونَ (16) قَالُوا يَاأَبَانَا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ وَمَا أَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ (17) وَجَاءُوا عَلَى قَمِيصِهِ بِدَمٍ كَذِبٍ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللَّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ (18) وَجَاءَتْ سَيَّارَةٌ فَأَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ فَأَدْلَى دَلْوَهُ قَالَ يَابُشْرَى هَذَا غُلَامٌ وَأَسَرُّوهُ بِضَاعَةً وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ (19)
وَجَاءُوا أَبَاهُمْ
(Va CAvEu EaBAvHuM)
“Eblerine ciet ettiler.”
“Cae” fiili lazım fiildir. “Zeyd ciet etti” dediğimiz zaman yeterli olmaktadır. Mef’ulün zikrine gerek yoktur. Bize geldiler demektir. Ama “birisine vardılar” dendiğinde müteaddi olur, eblerine vardılar anlamındadır.
Yusuf’u kuyuya bırakıyorlar, gömleğini kana bulaştırıyorlar. Bir de ağlayarak babalarına geliyorlar. Kalabalıklığın insan üzerinde ruhi etkisi vardır. Yusuf’un anadan da kardeşi olan kimse (Bünyamin) ya aralarında yoktur veya kalabalık büyüklerin ruhi baskısı ile ses çıkaramıyor, o da onlara inanmıştır.
Siyasette böyle tertipler vardır, olayları ters gösterme vardır.
Babaları bunun yalan olduğunu anlasa bile, onlara karşı gelmeye gücü yetmeyeceği için yapacağı bir şey yoktur, sabredecektir.
Bazen bir yalan ortaya atılır, taraflar onun yalan olduğunu bilirler ama herkes inanmış görünür. Bugünlerde ortaya çıkan Balyoz planındaki senaryolar hep bu mantık üzerinde oturur. O anda herkes ona inanmış göründüğü için o da inanır.
Hazreti Yakup hayvanları otlatmaya bile katmaya kıyamıyor, ‘beni mahzun eder’ diyor. Şimdi Yusuf’suz eve dönmektedirler. Hazreti Yakub’un o esnadaki hâline bakınız.
İşte imtihanlar böyle kazanılır. Dayanabilirseniz başarılı olursunuz.
عِشَاءً
(GıŞAEan)
“Akşamleyin.”
Akşamleyin geliyorlar, normal dönüş saatinde geliyorlar. Oysa eğer Yusuf’u gerçekten kurt yemişse, daha evvel bazı kardeşler gelmeli, daha önce haber vermeli idiler.
Demek ki bu kurdun yemesi hikayesi uydurmadır.
İşte, tertiplerin böyle açığa çıkan yanları olur, tamamen kapatılamazlar.
Tarihimizde 31 Mart vakası, İzmir suikastı, Sivas olayları, Müslim Gündüz ve Ali Kalkancı olayları, Eşref Bitlis Paşa’nın ölmesi/öldürülmesi olayları böyle tertiplerdendir.
Ergenekon ve Balyoz operasyonları da bu tür tertipleri içermektedir. Zaman geçince belgeler ortaya çıkar ve gerçekler anlaşılır. Suç işleyenler de yakayı ele verirler.
Haberin akşamleyin normal olaylar arasında verilmesi bunun uydurma olduğunu anlatmaktadır. Ancak Hazreti Yakup Yusuf’u görmeyince şoke olmuştur. Bunları düşünecek ve değerlendirecek durumda değildir. Olayın bir başka açık tarafı ise Yusuf’un sadece kanlı gömleğini getirmişlerdir. Vücudunun başka yerlerinden herhangi bir parça getirilmemiştir. Bu delilden de bunun uydurma olduğu açıktır.
Yalnız topluluk böyle uydurmalara geçici olarak kanar, buna göre heyecanlanır veya heyecanı yatışır. Yani tertiplerin sonradan tertip olduğu anlaşılsa bile, tertip o an için fonksiyonunu icra eder. Hattâ herkes onun yalan olduğunu bilir ama oluşan sosyal baskı herkesi ona inanmış gibi görünmeye zorlar.
يَبْكُونَ (16)
(YeBKUvNa)
“Ağlayarak…”
Burada fiili muzari “cauu”daki “vav”ın hâlidir.
Ölülere ağlamak tarihte bütün topluluklarda mevcut olan bir âdettir. Gerçekten ağlama durumunda olmasalar bile, görünürde ağlar olmaları gerekir. Türkçede buna ‘ağıt yakmak’ denir. Ağlamak aynı zamanda ölüm olayını duyurma aracıdır.
Oğulları Hazreti Yakub’a ağlayarak gelirler. Böylece bir ölüm olayı olduğunu da duyurmuş olurlar. Bu haber yalnız Hazreti Yakup için değildir, çevredeki insanlara da Yusuf’un yokluğu böyle anlatılmaktadır. Yusuf’u kurt yemiş haberi çevreye yayılacaktır.
Burada şu sorulabilir: Bugün böyle birisi kaybolsa, polis ve savcı bunu araştırmaya koyulur. Hazreti Yakup’un yaşadığı ülke devlet aşamasına gelmiş midir? Bu hususta soruşturma yapıp failleri ve ihmali olanları cezalandırma müessesesi var mıdır?
Mezopotamya ve Mısır’da o zaman devlet vardır. Bu tür soruşturma yapan müesseseler muhtemelen mevcuttur. Filistin ise henüz devlet aşamasına gelmemiştir. Dolayısıyla bu tür müesseseler mevcut değildir. Bununla beraber bugün de kaybolan kimsenin öldüğüne dair bir belirti olmazsa soruşturma konusu olmaz.
Hazreti İshak oralarda neler yapmıştır?
Hazreti Yakup’un o çevredeki durumu nedir?
Mısır’ın veya Babil’in o yerlerdeki siyasi etkileri nedir?
Bu âyetlerden bu soruların cevabı bulunabilir ve bilinmeyenler açıklanabilir.
Bunlar doğudan gelen göçebe aşiretlerdir.
Geleceğin büyük uygarlığını oluşturacaklardır.
Ama henüz böyle bir örgütlenmelerinin olmadığı anlaşılıyor.
Gerçi Tevrat’ta sanki bugünkü uygarlık varmış gibi takdim edilmiş olabilir. Ama bunlar sonradan yapılan yakıştırmalardır.
***
قَالُوا يَاأَبَانَا
(QALUv YA EBAyNAv)
“Ey babamız dediler.”
Ağlayarak gelmeleri kötü bir olayın olduğunu bildirir.
Genel olarak ‘ne oldu’ diye sorulur ve onun üzerine olay anlatılır.
Aradan dört bin seneye yakın zaman geçmiştir ama insan psikolojisi değişmemiştir. Konuşma ve davranış aynıdır. Çünkü insanın genetiğinde herhangi bir değişiklik olmamıştır.
Uygarlaşma insanın çevresinde olmuş, ihtiyaçları kolay giderir hâle gelmiştir. Aylarca yürünerek varılan yere birkaç saatte varıyoruz. Lambayı yakıyoruz, etrafımızı görüyoruz ve geceleyin gündüz gibi oturuyoruz. Cebimizde telefon var, istediğimiz kimse ile görüşüyoruz. Bilgisayarla yazıyoruz. Ama biz değişmedik, binlerce sene önceki ruhi yapımız değişmedi.
Dolayısıyla, çocukların “Yâ Ebânâ” deme şartlarını çok kolay düşünebiliyoruz.
إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ
(EnNAv ÜaHaBNAv NaSTaBiQu)
“Biz yarışmaya gittik.”
Cümle mübteda ve haber şeklinde söylenmiştir. Durum anlatılmaktadır. Yani biz yarışmada idik demektedirler.
“Nestebiku” fiili “Zehebnâ”daki “Nâ”nın hâli olabilir. Bu takdirde “Zehebnâ”nın mânâsı, biz orada değildik, yarışmada idik; yahut “Zehebe” fiili fiil-i nakıs olup yarışma yaptık anlamında olur. Daha öncesinde, “Yusuf’u bize kat, otlatmayı öğrensin ve oynasın” demişlerdi. Şimdi de, “yarışmada idik” diyorlar.
Müsabaka koşuda yarıştır, oyunlardan biridir. Çobanlıkta bazen süratle koşmak gerekir. Hayvan kaçar sen kovalarsın, koşarak yetişirsin. Veya hayvan kaza geçirir, koşarak yetişirsin, canavardan veya tehlikeden koşup kurtarırsın veya kendin kurtulursun. Dolayısıyla çobanlığın en önemli eğitimi koşu yarışmasıdır.
Çobanlar boş zaman bulunca koşu yarışması yaparlar. Boş zaman ya hayvanların uygun bir yayılımda yayıldıkları zaman olur veya su içtikleri zaman yahut sıcaklarda yatıp geviş getirdikleri zamandır. Kimileri yarışmaya katılmaz, hayvanların bulunduğu yerde onlar da dinlenirler. Yarışma bazen kısa mesafelerde olur, bazen de bir tepeden başka tepeye ulaşma şeklinde ortaya çıkar. Bu takdirde yarışmacılar dinlenme yerinden uzaklaşmış olurlar.
Babaları bu olayları çok iyi bildiği için söylediklerini kolay anlayacak durumdadır.
Kur’an bize bu olayları anlatmakla aynı zamanda çobanlığın yararlarını da anlatmış olmaktadır. Kur’an’ın başka yerinde sabiklerden/yarışmacılardan bahsetmektedir. Demek ki kent içinde yarışma yerleri olacak, insanlar boş zamanlarını buralarda seyrederek değil, bizzat kendileri yarışarak (yani spor yaparak) geçireceklerdir. Futbol sahaları değil, yarış alanları oluşturmalıyız. Bu alanlar aynı zamanda dinlenme yerleri olur.
Tarihte büyük ırmakların kenarlarında uygarlıklar doğmağa başlamış, kentler oluşmuştur. Refah ve bolluklar ortaya çıkmıştır. Ne var ki halk şehirlerde hantallaşmış ve kendilerini koruyamaz hâle gelmiştir. Yarış ve yürüyüşleri ile güçlü olan çobanlar kentleri istila etmiş ve yağmalamışlardır. Bazen kentlerin içerisine yerleşmiş, kentleri korur duruma geçmiş ve büyük uygarlıkların doğmasına sebep olmuşlardır. Sümerler Mezopotamya uygarlığını, Dorlar Yunan uygarlığını kurmuşlardır.
وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا
(Va TaRaKNAv YUvSuFa GıNDa MaTaGıNAv)
“Yusuf’u metaımızın indinde terk ettik.”
Çobanların hayvanların yanında çobanlık için gerekli eşyaları vardır. Kepenekleri, sopaları, tahraları, su kapları, azıkları ve ipleri vardır. Dinlenme zamanlarında bu eşyalarını uygun yere koyarlar. Bilhassa yiyecekler hayvanlar tarafından telef edilir. Bunun için bazen oraya nöbetçi bırakılır.
Yusuf’u orada bıraktıklarını söylüyorlar, “terk ettik” diyorlar. Yani bekçi olarak değil de, yarışamadığı için eşyaların yanında kaldığını söylüyorlar.
Bir işletmede işlerin yapılması için gerekli makineler ve malzemeler vardır. Bunun yanında bakımda, tamirde ve temizlikte kullanılan yardımcı aletler ve malzemeler vardır. Bunlar “meta”dır. Sürü de meta olarak düşünülebilir.
Sürünün yanında bıraktık demiş olurlar. O zaman metanın yanında derlerdi.
Buradaki kasıtları sürünün dışındaki eşyalarıdır.
“Meta’” kelimesi müfrettir, çoğulu “emtia”dır. Kur’an’da geçmemektedir. Çoğul ismi olabilir. Yani kelime müfret, mânâsı çoğul olabilir. O zaman ortak eşyalardan bahis edilmiş olabilir. Çoğulun çoğula izafesi şeklinde olmaz, yani her birinin kendine ait bir metaı olmaz.
Yardımcı malzemeler özel yerlere tahsis edilmez. Kamu yerleri kişilere bölüştürülemez. Burada “metaımız” deyip “emtiamız” dememeleri bu hükmü ifade eder. “Alâ Metaina” demiyor da, “İnde Metaina” diyorlar. “Alâ” denseydi bekçi olarak bırakmış olurlardı, “İnde” demekle güvenceli yere bıraktıklarını söylemektedirler. Diğer eşyalarımızın yanında bıraktık diyorlar. Böylece ihmal etmediklerini, beklenmedik olayın olduğunu söylemiş oluyorlar.
فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ
(Fa EKaLaHu el ÜiEBu)
“Onu zi’b ekletti.”
Buradaki “Fe” takip “Fe”si olabilir. O zaman Yusuf kendi başına kaldı mânâsında bir kelime hazf olmuş olur, yani Yusuf kendi başına iken kurt gelmiş onu ekletmiştir mânâsı çıkar veya netice “Fe”si olur ve kendi başına kalmış olmasından dolayı kurt yemiş mânâsı çıkar.
Yusuf’u terk ettiklerinden dolayı kurdun ekl etmesi şeklinde bir mânâ uygun değildir. O takdirde kurt yesin diye terk ettik mânâsı çıkar.
Bununla beraber babalarını yıldırmış olduklarından dolayı küstahça böyle söylemiş olabilirler. Nasılsa babalarının onlara yapacağı bir şey yoktur. Çünkü babaları onlara muhtaçtır. Güçlüler zayıflara mantıksız yorumlar yaparlar, zayıflar da bile bile bu hatalı yorumları ister istemez onaylarlar.
Böyle demeleri başka bir şekilde de açıklanabilir: Türkçede ağzından kaçırdı derler. Yani söylemek istemiyor ama kendisine hakim olamıyor, istemeyerek söylüyor demektir.
Kardeşler günlerce Yusuf’u nasıl bertaraf edeceklerini düşündüler. Üzerinde durdukları bir çözüm de bu anlattıkları şekildir. Bu sebeple babalarına bu senaryoyu anlatmaktadırlar. Bu deyişleri de Yusuf’un ölümünü şüpheli hâle getirmektedir.
Kurdun o çağlarda sürüden koyunu kapması olağan olaylardan biridir. Hayvanlar evcilleştirilince yabani memeliler azalmıştır. Kurtlar sürülerden koyun kaparak yaşama imkanı buldular. O zaman ateşli silahlar olmadığı için bu işi kolay yapabiliyorlardı.
Hazreti Yakub’un oğulları bunu yaptılar, hikâyelerini değiştirerek koyun yerine Yusuf’u koyarak adapte ettiler. Sözleri inandırıcı değildir, fazlaca düşünülerek söylenmemiştir.
Yırtıcı hayvanlar avlarının tamamını yemezler. Kendilerine uygun olan kısımları yerler. Kalanı terk edip giderler. Leş yiyenler sonra gelip etleri yerler, hattâ kemik ve deri gibi kısımlar kalır, çok sonraları çürür veya ortadan kaldırılır.
وَمَا أَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا
(Va MAv EaNTa Bi MüEMiNin LaNAv)
“Sen bize iman edecek değilsin.”
Cümle isim cümlesidir, yani sen zaten eskiden inanmadın, şimdi de inanmazsın.
“Mü’minin” yerine “müsaddikin” denmesi yani bunlar doğru söylüyorlardı denmesi gerekirdi. Doğruluğunu kabul ettiğiniz takdirde tasdik edersiniz. Doğru olmadığına kanaat getirdiğiniz takdirde tekzib edersiniz.
İman etmek ile tasdik etmek arasında ne fark vardır?
Biri söyleyenin söylediğinde doğru olması, diğeri ise olayın doğru olmasıdır.
Burada kendilerinin yalancı olduklarını değil, yanılmış olmaları şeklinde bir yorum ortaya koymaktadırlar. Yani Yusuf’u kurt yememiş olur ama onlar öyle zannetmiş olurlar. O zaman Hazreti Yakup çocuklarını yalanlamamış olur. Onların söylediklerinin doğru olduğunu kabul etmemiş olur. Çocukları söylediklerinin babaları tarafından kabul edilmeyeceğini bilmektedirler. Bununla beraber yine de söylüyorlar.
İnsan psikolojisi böyledir. Sadece karşı tarafın kabul etmesi için söylemez, kendi görüşlerini açıklamak ve savunmak için söyler. Başkalarının da duyması ve ona göre davranmalarını sağlamak için söyler.
Babalarına, sen inansan da inanmasan da biz bunu böyle söylüyoruz diyorlar.
وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ (17)
(Va LaV KunNAv ÖAvDıQIyNa)
“Biz sadık olsak bile...”
“Sıdk” kelimesi ile “eman” kelimesini yan yana zikretmiştir.
“Sadakat” ve “eman” kelimeleri mânâlarda yakınlık göstermektedir.
Kur’an’daki kelimelerin böyle zikredildiklerinin yerlere göre değerlendirilmesi gerekir. Bunun için ekip çalışması gerekir. Bundan sonra işlerin çoğunu makineler yapacaklardır. İnsanların bu çalışmaları yapmak için artan zamanları daha çok olacaktır.
Peki, insanlar artan zamanlarında ne yapacaklardır?
Herkes Kur’an’dan bir kelime seçecek ve ömrünün sonuna kadar o kelime üzerinde duracaktır. O kelimenin değişik konulardaki mânâları farklı olacaktır. O kelime üzerinde dururken aynı zamanda o varlık üzerinde durmuş olacaktır. Böylece ilme katkıda bulunarak hayatını tamamlayacaktır. İnsanlık bu sayede çok daha süratli şekilde ilerleyecektir. Bilgisayardan yararlanılıp çalışmalar değerlenmiş olacaktır.
Evet, “biz sadık olsak da sen bize inanacak değilsin” diyorlar.
Burada çok önemli bir hususa işaret edilmektedir. Sadık olmadıkları halde, sadık olsalar bile babalarının onlara iman etmeyeceğini söylüyorlar. O halde kişilerin ‘ben sadıkım’ demeleri hiçbir şey ifade etmez. Ancak beraatın zimmeti asıl olduğu için beyanlar sadece aksi sabit oluncaya kadar doğru kabul edilir.
Sadık olmanın iki mânâsı vardır. Biri sözde doğru olmak, diğeri ise bağlılıkta sadakattir. Kocanın karıya sadakati veya kadının kocasına sadakatidir. Tabanın başkanlara sadakati de sadakattir.
Burada sözlerindeki sadakatten bahsetmiş olabileceği gibi, oğulların babalarına sadakatinden de bahsetmiş olacaklardır.
İman etmek de böylece iki mânâ taşımaktadır. Sadakat iman, iman sadakat yerine kullanılmaktadır. Bu sebeple ikisi bir arada zikredilmiştir.
***
وَجَاءُوا
(Va CAyEUv)
“Ciet ettiler.”
“Câû” sözü iade edilmiş, hem de “Ve” harfi ile iade edilmiştir.
Yukarıdaki “câû” gelmektir. Ama babalarına gelmek olduğu için harfsiz teaddi etmiştir. Burada ise “cae” kelimesi “alâ” harfiyle teaddi etmiştir. Gömlek üzerine yalandan dem/kan bulaştırarak geldiler.
Buradaki “cae” gelmek anlamında olmadığı gibi getirmek anlamında da değildir. Gömlek üzerinde yapılan bir işlemdir. Ama aynı zamanla onu getirmişlerdir.
İşte Kur’an Arapçasının üstün belagatı buradadır.
Gömlek üzerinde yalan kan olduğu halde geldiler denmektedir. Gelmek getirmek ve yalan kan ile bulaşmış olmak bir kelime ile ifade edilmiştir. Türkçede böyle söylemek fazla beliğ bir ifade değildir. Belki Arapçada biz de söylesek beliğ olmayabilir. Ama Kur’an bunu söylerse beliğ olur. Biz öyle saydığımız için değil, Arapların kulağına son derece hoş geldiği için beliğ olur. Bilgisayarda yazarken yanlış yazdığımızda yanlışın altı çizilir. İnsan beyninde yanlış söylendiği zaman dinleyici ve söyleyen hemen rahatsız olur. Buna ‘kulağı tırmalamak’ denir. Kur’an öyle bir üslup kullanır ki, daha evvel Araplar öyle söylememiş olsa bile kulak tırmalanmaz, tam aksine tatlılık verir.
İşte buradaki “câû” kelimesi de böyledir. Geldiler ve getirdiler anlamına gelmektedir.
Kur’an’da bir kimsenin bir işi yapmasını onun oraya ciet etmesi olduğu gibi.
Kardeşler gömleği ne zaman kana bulaştırdılar? Yusuf’u kuyuya koymazdan önce bu işi yapmış olabilirler. O takdirde getirdikleri gömlek Yusuf’un otlatmaya giderken giydiği gömlek değildir. Bu ihtimal azdır. Yusuf kuyuya inerken diğerleri gibi o da gömleğini çıkarmıştır. Kuyunun başına bırakmıştır. Kuyunun civarında alıkoydukları bir koyunu keserek onun kanını gömleğe bulaştırmışlardır. Yahut gömlekle sürüye gitmişler ve orada kana bulamışlardır. Ya da sürü eve gelince burada bir yerde bu işi yapmışlardır.
“Câû” kelimesinin “Ve” ile iadesi bunun merada yapıldığını ifade eder. “Fecâû” olsaydı, “Yâ Ebânâ/ Ey Babamız” dedikten sonra, onu ikna etmek için orada bu akıllarına gelmiş olabilir. Bununla beraber gömleğin kana bulanması, kanın gömleğe bulaştırılması, babamız Yusuf’u kurt yedi sözünden sonra ifade edilmiştir. Eğer söyleme sırasına göre olayları anlayacak olursak, bu kana bulama işi sonradan orada tertiplenmiştir.
عَلَى قَمِيصِهِ
(GALAv QAMIyÖıHIv)
“Gömleğinin üzerinde.”
Kan bulaştırılan gömlek üzerine giydiği gömlektir, yani Yusuf gömleğini kuyunun başına bırakmıştır. Kardeşleri o gömleği kana bulamışlardır. Yoksa “alâ kamisin lehu” derdi, yani kamis/gömlek nekre olarak Yusuf’a ait olurdu.
Arabistan’da Kur’an nâzil olmaya başladığında gömlek yoktu. Sonraları Şam’dan Medine’ye getirilmiş, Hazreti Muhammed de giymişti. Gömlek, dikişli kumaştır. Dikiş yapabilmek için iğnenin keşfedilmiş olması gerekir. Arapçada gömlek ve iğne kelimeleri mevcuttu. Ancak Mekke ve Medineliler rida ve izar dedikleri kumaştan dikişsiz iki parça giyiniyorlardı. İhramda giyilen elbisenin şekli buradan kalmadır ve Kur’an’da belirlenmemiştir. Kazılarda kemikten yapılmış iğnelere rastlanmıştır. Yazı icat edilmeden önceki çağlara ait olanları vardı. İğne Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinde de bilinmektedir. Batı dillerine chemise(şömis) olarak geçmiştir.
Kur’an ilâhi söz olmayıp Hazreti Muhammed’in uydurması olsaydı, hikâyelerinde böyle olmayan varlıkların adları geçerdi. Mesela, Mezopotamya’da ve Mısır’da demir yoktu. Kıssada demirden bahsedilseydi, söyleyenin cehaleti ortaya çıkardı. O halde Kur’an’ın Allah sözü olmadığını ispat etmek isteyenler Mezopotamya’da iğnenin ve gömleğin olmadığını kanıtlama imkanına sahiptirler.
Bu iddia büyük iddiadır. Kıyamete kadar Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu kanıtlayacak araçtır. Kıssadaki âyetlerden biri de budur. Tevrat’ın kıssaları da bunun gibi bilgileri içerir. Tevrat ve İncil’in de bu yolla ilâhi kitaplar oldukları kanıtlanabilir.
بِدَمٍ كَذِبٍ
(Bi DeMin KaÜiBin)
“Kezib kanla.”
“Sahte kanla.”
Dillerdeki kavramlar benzetme kelimelerle ifade edilirler. “Kezib kan” kanın Yusuf’un kanı olmamasından dolayı bu vasfı almıştır. Türkçede sahte kelimesi kullanılmaktadır. Sahte kelimesi Türkçe değil, Arapçadır. Mânâsı da değişiktir. Kur’an bunu “kezib” kelimesi ile ifade etmektedir. Sözün yanlış ve yalanına “kezib” dendiği gibi, eşyanın sahtesine de “kezib” denmektedir. Kalp para da kezip paradır.
Burada sahte olan kan değildir. Yani kan gerçekten kandır ama Yusuf’un kanı değildir. Biz bu kanı koyunun kanı olarak düşündük. Ama kardeşleri de kendi kanlarını gömleğe bulaştırmış olabilirler. Hattâ Yusuf’u yaralamış ve gömleği onun kanı ile boyamış olabilirler.
“Kezib” kelimesi bu mânâyı anlamaya mânidir. Hattâ “kezib” kelimesi boyamanın kanla yapılmış olmadığını da akla getirmektedir. Kan renginde bir meyve ile boyamış olabilirler. Mesela vişne ile boyamış olabilirler. O zaman vişnenin devşirme mevsiminde bu olayın vuku bulduğunu da öğrenmiş oluyoruz.
Piyasadaki kalitesi aynı markası farklı bir mal kezib midir, yani müşteriyi kandırma mıdır? Öğrendiği zaman müşteri malı iade edebilir mi?
“Kezib dem” tabiri bu hususta hüküm koymaktadır. Eğer gömleğin boyası koyun veya kardeşlerin kanı ise, buna da “kezib dem” deniyorsa, demek ki markadaki farklılık eşyadaki farklılığı doğurur. Sahte marka ile satılan mal iade edilir. Kopya edilen sanat eserleri de bu hükme tâbidir. Sahte disket satan birisi suç işlemiştir ama cezası da yoktur. Hukuk onu korumaz. Müsadere edilebilir veya yağmalanabilir.
Yusuf’un kardeşleri Yusuf’u kuyuya koymuşlar ve babalarını inandırmak için sahte kanla bulaştırılmış gömleği getirmişler, suçu gizleme ve kapatma fiilini işlemişlerdir.
Bugünkü teknoloji olsa, rengin kana ait olup olmadığı, insan kanı olup olmadığı kolayca tesbit edilebilir. Hattâ anaları farklı olduğu için DNA testi ile kanın Yusuf’a ait olup olmadığı da tesbit edilebilir. O gün, hele oralarda bütün bunların tesbiti mümkün değildi. Mümkün olsaydı bile, Hazreti Yakup aşiretini dağıtmamak için bu sahteliklere inanmış görünecekti.
Sabretme ve işlerin sonunda düzelmesini bekleme konusuna örnek verelim: Kur’an okumak insanın zekâsını köreltmektedir, düşünme kabiliyetini kaybettirmektedir iddiası vardır. Ondan dolayı ilk öğretim sırasında Kur’an okumak yasaklanmıştır.
Bunun yalan olduğu, tam tersine Kur’an okumanın zihni melekeleri geliştirdiği bilinmektedir. Ama o günkü şartlarda bu yalana inanmış gibi görünmek zorunda kalınmıştır.
Demek ki bazı yerlerde tavizler verip işin olgunlaşmasını beklemek gerekir. Fıkıhta bu “ehveni şerreyn ihtiyar olunur” sözü ile ifade edilmektedir.
قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ
(QAvLa BaL SavVaLaT LaKum)
“Bilakis size tesvil olundu.”
Sevele, Sele, Seyele, Sehele birbirine yakın mânâlar taşır. “Sehl” ova demektir.
“Sevele”ye hoşa gitmek, basit görmek anlamı verilir.
Yusuf ile ilgili olayı, oğulları Hazreti Yakup peygambere basitlik içinde ve adi bir olaymış gibi haber vermektedirler. Hemen kendilerini savunma sadedinde, ‘biz doğru söylesek de sen inanacak değilsin’ diyorlar.
Böyle durumlarda nasıl hareket edilecektir? Biz olsak nasıl hareket ederiz?
Kızarak, ‘niye bıraktınız, bana söz vermediniz mi, Yusuf ile ilgili gömleğinden başka bir şey getirmediniz’ der, onlarla tartışmaya girişirdik.
Hazreti Yakup peygamber söylediklerini kabul ettiğini veya reddettiğini belirtmiyor. ‘Bu işi siz basit gibi görüyorsunuz ama bu iş basit değildir’ deyip onlarla nizaya girişmiyor.
Önce olayın mahiyetini öğrenmek gerekir. Sonra ne yapılacağına karar verilir. Daha sonra harekete geçilir. İşte burada bu kural öğretiliyor.
Beklenmedik olayla karşılaştığımızda refleks olarak hissî davranışlarda bulunmamalıyız. Alkışlamamalıyız, karşı çıkmamalıyız. Teenni ile hareket edip ondan sonra ne yapacağımıza karar vermeliyiz.
Halkın böyle fevri hareketlerle davranmalarından yararlanan tertipçiler, toplulukları sonradan pişman olacakları davranışlara sürüklemektedirler.
أَنفُسُكُمْ أَمْرًا
(EaNFüSüKuM EaMRan)
“Nefisleriniz emri”
“Nefisleriniz size emri basitleştirdi” diyor, Hazreti Yakup.
Gerçekten söyledikler gibi onlar oyunda iken kurt alıp götürmüşse, kardeşler ne yapabilir? Neyi basit görüyorlar? İş gerçekten söyledikleri gibi olsa bile, kardeşlerini korumadıkları için kardeşler suçludurlar, diyetini ödemekle yükümlüdürler.
Bu tür olaylar olduğu zaman iş orada bitmez. Bir defa kasame şeklinde diyetleri ödemeleri gerekir. Diyet vârislere ödenir. Vârisler annesi ve babasıdır. Fail olan kardeşler vâris olamayacaklarına göre kalan kardeş bir tanedir; hattâ o da onlarla beraberse o bile vâris değildir. Demek ki diyeti alacak olan anne babasıdır. Onlar da velisi olduklarından çocuklarını korumakla yükümlüdürler. Dolayısıyla babası da vâris olamaz. Mirasçı annesi kalır, üçte birini alır. Kalanın babası İshak ile onun çocuklarına verilmesi gerekir.
Böylece çocuğu koruyamayanların sürüsünden hayvanların büyük bir kısmı veya tamamı elden çıkmış olacaktır. Yani iş bu kadar basit değildir. Şeriatın uygulandığı bir ülke olsa ve kardeşleri bunu bilse, kesin olarak böyle bir fiile girişmezlerdi.
Ölmüş olmayıp kayıp olarak ortaya konsaydı, o zaman iş biraz daha kolay olurdu. Mesela, ‘kurt yedi’ diyeceklerine, ‘Metaımızın yanına geldik, Yusuf yoktu; kurt kapmış veya yolcular alıp götürmüş olabilir’ diyebilirlerdi. Elde bir kanıt olmadığı için belki daha az inandırıcı olabilirlerdi ama söyledikleri daha mâkul olurdu. Kardeşler bunu akıllarına getirmemişlerdir. Eğer böyle deseydiler o zaman diyet söz konusu olmazdı.
“Emren” kelimesi burada nekredir. Halbuki sözkonusu olan emir yani iş maruftur. “El Emre” gelmesi gerekirken, “Emren” gelmiştir. Böylece Hazreti Yakup peygamber onlara inanmadığını, hikâyeyi uydurduklarını, birkaç tercihten birisini seçmiş olduklarını onlara bildirmiş oluyor. Yukarda “Bel/bilakis” kelimesinin getirilmesi bunu ifade ediyor. “Bel” kelimesi, daha öncekini tasdik ve inkar etmeden doğru olanı bildirmesidir. Size bu seçenek daha basit geldi, daha kolay geldi anlamındadır. “Emren” kelimesinin nekre olması, doğrudan söylediklerinin bir tercih konusu olduğunu ifade etmektedir.
فَصَبْرٌ جَمِيلٌ
(FaSaBRun CaMİyLün)
“Yapılacak sabrı cemildir.”
“Fe” harfinden sonra haber gelmektedir. Nekre olduğu için mübtedadır diyemeyiz. O halde mübteda mahzuftur. Emr, yani yapılacak iş sabrı cemildir demektir. Yahut sabır cemil ile tavsif edildiğinden mübteda olabilir. Haber mahzuftur. Haber “fîhaze’l-emr” olabilir. Sabır mübteda, cemil haber olamaz.
Bu tür beklenmedik büyük olaylarla karşılaşınca, gelişigüzel karşılıkta bulunmamak, sabırla beklemek gerekir. Sabır demek teslim olmak demek değildir. Geçmişte olan geçmiştir, onu geri getirmemiz mümkün değildir. Onlar için kader böyle imiş deyip kabullenmek gerekir. Ama orada hareketsiz kalıp hiçbir şey yapmamak değil, geçmişte olanların kötü tesirlerini ortadan kaldırmak ve iyi tesirlerinden yararlanmak gerekir. Yani geçmişi kabullenmek ve geleceği yönlendirmek gerekir. İşte cemil sabır budur. İntikam almak amacıyla sabır değildir.
Bundan sonra ne yapılmalıdır?
Olan olmuştur. Hukuki sonuçların yerine getirilmesi gerekir. Ondan sonrası için iyi ne ise o yapılmalıdır.
“Subre” granit kayadır. İnsan gelen kötülüklere karşı granit gibi dayanıklı olmalı, kötülüklerin karşısında ezilmemelidir.
وَاللَّهُ الْمُسْتَعَانُ
(ValLAHu eLMuSTaGANu)
“Allah müsteandır.”
“Fe” harfinden sonra “Ve” harfi gelirse, “Ve” “Fe”den sonraki kelimeye atıf yapmış olur. Yani bundan önceki hazifli cümleye mübteda ve haberli cümle atfediliyor.
“Allah müsteandır” diyor.
“Müstean” demek, kendisinden yardım istenecek kimse demektir.
Allah’tan nasıl yardım istenir ve nasıl yardım alınır?
Allah’a dua edersiniz; O size çıkış yolunu gösterir ve siz de ona göre amel edersiniz. Siz gerekli sebepleri işlersiniz. Allah da o sebeplerin sonuçlarını sizin ihtiyaçlarınıza göre ortaya çıkarır, yardım etmiş olur. Diğer insanlara ve canlılara öyle ilham eder ki, olaylar sizin lehinize gelişir.
Ayrıca, tüm kâinatın düzeni ve her türlü olayların akışı sebep-sonuç ilişkilerine bağlıdır. İnsan, cin, melek ve ruhlar bu akışı yönlendirirler. Yani doğa kanunları bunların isteklerine göre yönelir. Meyilli bir sırtta akan suyu, elinde kürek bulunan bir insan, suyu sağ veya sola yönlendirerek bir amaca yönlendirebilir. Su artık o tarafa akar, kendisine yol açar ve o vadiyi sular. Böylece insan, cin, melek ve ruhlar doğanın akışına yani gelecekte olacaklara yön verirler. Doğa kanunları değişmez, onların kullanışları bu dört şuurlu varlık tarafından yönlendirilir. Allah bunlara ilham eder ve onların yaptıkları işler dua edene yardım etmiş olur. Duanın kabul edilebilmesi için gerekli esbabı yapılmış olmalıdır. Önce tarlayı sürüp buğdayı ekmeliyiz. Ondan sonra Allah’a dua edip bereketli mahsulü vermesi için yalvarmalıyız.
عَلَى مَا تَصِفُونَ (18)
(GaLAv MAv TaÖiFUvNa)
“Vasf ettikleriniz üzerine.”
“Vasf ettiklerinize Allah müsteandır.”
Olana razı olup sabredeceğim ve vasf ettikleriniz üzerine Allah’tan yardım isteyeceğim.
Böylece Hazreti Yakup bizlere bu gibi durumlarda ne yapacağımızı öğretmektedir.
Hazreti Yakup Allah’tan ne yardım isteyecektir?
Evvela olanlara sabrı cemil ile sabredecek ve yardım etmesini isteyecektir. Sabredip oğulları ile beraber yaşamaya devam etmesi ancak Allah’ın yardımıyla olmuştur.
Bir topluluğun içinde pek çok kötülükler olur. Sabredip topluluğu dağıtmamak en yararlı bir davranıştır. Allah, zulüm dayanılamaz hâle gelindiğinde hicret etmeyi emretmiştir. Ancak dayanıp sabretmek, hicret etmeyip durumu faydalı hâle getirmek daha iyidir.
Hazreti Yakup çocuklarının bu durumlarına sabretmiştir. Çocuklarıyla arasını açmamıştır. Sürüsünü korumuştur. Sonra gün gelmiş, o çocuklarıyla Mısır’a gitmiş, şer olan bir olay hayra dönüşmüş ve oğulları seçilecek olan bir kavmin kurucuları olmuşlardır.
Siyasette sabrı cemil Allah’ın yardımını getirmiştir. Türk milleti 20. yüzyılda hep böyle sıkıntılı ve beklenmedik olaylarla karşı karşıya gelmiş, sabrettiğinden dolayı bugünkü duruma gelmiştir. Bundan sonra da pek çok beklemediği olaylarla karşılaşacak ve bunlara sabrederek “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmuş olacaktır.
Burada anlatılan olaylar “tavsif etmek”le ifade edilmiştir. “Olayları tavsif etmek” demek, olayları yorumlamak demektir. Hazreti Yakub’un oğulları bu yaptıklarını basit bir şekilde bir kurdun yemesi şeklinde tavsif ediyorlar. Oysa olay büyük bir olaydır. Kurt kapmış olsa bile, Allah’ın böyle bir musibeti isabet ettirmiş olmasından dolayı oturup düşünülmesi gerekir. Kadere razı olmak ve gelecek için gerekli tedbirleri almak gerektiği gibi; başımıza bu musibetin ne sebeple geldiğini düşünmek ve kendi hatalarımızı ve kusurlarımızı araştırmamız gerekir. Bu sebebi bulmak da yine Allah’ın yardımıyla olacaktır.
***
وَجَاءَتْ سَيَّارَةٌ
(Va CAEaT SayYARaTun)
“Bir seyyare ciet etti.”
“Seyretmek” yürümek demektir.
“Seyyare” mübalağa ile ismi faildir; çokça seyreden demektir.
Allah dünyayı öyle yaratmış ki, insanlar birbirlerine muhtaç olsunlar, birbirlerine gidip gelsinler. Ürettikleri mallar birbirlerinden farklıdır. Alsınlar ve satsınlar.
Bütün bunlar olurken kentler oluşur. Kentlerde sanayi malları üretilir. Kırda ise tarım ve hayvan ürünleri meydana gelir. Kırda çobanlıkla geçinen göçebe halkı ile tarımla geçinen yerleşik köylüler ürünlerini kentlere götürüp satarlar, kentteki sanayi mamullerini alıp evlerine dönerler. Böylece kentler ile kırlar yani taşra arasında yollar oluşur.
Ayrıca kentler arası ticaret başlar, aylarca süren deve yolculukları ile kentler arasındaki mallar mübadele edilmiş olur. Bunlara kervan yolları diyoruz. Kervan yollarında önemli bazı noktalar vardır. Bunların başında su gelmektedir. Yolcular kuyu veya göl başlarına, ırmak kenarlarına varıp su ikmali yaparlar. Ayrıca konaklama yerleri yapılır.
Günde birkaç saat yürüdükten sonra dinlenme yerlerinde konaklanır. Bir de kulübeler vardır. Fırtına olduğu takdirde oralara sığınılır.
Kulübe ile konak arasında mevcut en büyük fark, konakta suyun olması, kulübede ise suyun olmamasıdır. Konaklar belli mesafelerde yapılır. Yaklaşık altı veya sekiz saatlik mesafede bir konak bulunur. Bu mesafeler kırk-elli kilometre arasıdır. Dinlenme yerleri ise daha çok suyun bulunduğu yerlerdir.
İki büyük uygarlığın arasında bulunan Filistin’de böyle devamlı gidip gelen kervan kafileleri vardır. 20. yüzyıla kadar bunlar devam etmiştir. 20. yüzyılda icat edilen motorlu araçlar bu yolların yerini şoselere bırakmış, kervansarayların yerine de otogarlar geçmiştir.
Hayvanların otlatıldığı yerler de böyle suların bulunduğu merkezlerin civarıdır.
İşte, kervandakiler bu kuyudan yani Yusuf’un bırakıldığı kuyudan su almak için kuyunun başına geliyorlar. Seyyare nekredir. Çünkü aylarca süren yolculuk birkaç kafile tarafından yapılmaktadır. Buraya gelen onlardan biridir.
فَأَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ
(Fa EaRSeLUv VARiDaHuM)
“Varidlerini irsal ettiler.”
Yollar mümkün olduğu kadar düz ve kısa mesafeden geçer. Her zaman kuyuların yakınından geçmez. Kervan kuyunun en yakın yerinde konaklar ve kervandan biri veya birkaçı su alıp getirmeye kuyu başına yollanır. Buna “varid” denir.
Hayvanlar suyun başına getirilir. Su aldıktan sonra meraya salınır. Kuyuya gelmelerine “vurud”, kuyudan uzaklaşmalarına “sudur” denir. Suya gönderilen kimselere “varid” denmiş olmasının sebebi, aynı zamanda suyun olup olmadığını yoklayan kimse olmalarındandır. Onun için bir kişi gider, bakar, su varsa, ondan sonra ya kervanın tamamı suyun başına gelir ya da birkaç kişi su alıp getirmeye gider. Bazen kuyuda su tükenmiş olur, kervan orada konaklamaz, yoluna devam eder, ondan sonraki kuyunun başına gider.
Buradaki ilk giden suyu arayan olduğu için ona “varid” denmektedir.
Bugünkü iş hayatımızda müşterileri arayan kimseler “varid”dirler. Sonra o müşterilere malları götürecek veya onlardan satın alınan malları merkeze getirecek başka kişiler vardır.
“Varidehüm” kelimesi burada marifedir. “Varidün Minhüm” de denilebilirdi.
Demek ki onların içinde belli bir kişi vardır. Suların yerlerini ve miktarlarını o bilmektedir. Biz Türkçede buna ‘kılavuz’ diyoruz. Genel Hizmet müesseselerinde bunlara ‘takipçi’ diyoruz. Bu bir Genel Hizmet kuruluşudur. Bir işi yaptırmak istediğiniz zaman onlara havale edersiniz, onlar piyasa araştırmasını yaparlar, sizinle anlaştırırlar, sonra da o işin sonuçlanmasını takip ederler.
Kur’an Arapçasında bunlara “varid” denmiş oluyor.
“III. Bin Yıl Uygarlığı”nın terminolojisi bu şekilde oluşacaktır.
“Fe” harfi “câû”dan sonra gelmiştir. “Fe” takip “Fe”sidir. Geliyorlar, konaklamadan suyun olup olmadığını araştırmak için varidlerini gönderiyorlar.
فَأَدْلَى دَلْوَهُ
(FaEaDLAv DaLVaHUv)
“Delvini idla etti.”
“Delv” kova demektir. “İdla etmek” delv kelimesinden yapılan if’al bâbıdır. Kovayı kuyuya salmak demektir.
Vahyi getiren Cebrail için de Kur’an “Fe Tedellâ” diyor. Yani helikopterde bir kabine binerek Hazreti Muhammed’in yanına indi diyor.
Kur’an birbirini açıklayan metinlerden ibarettir.
Genel olarak bir çıkrık, çıkrığa sarılmış bir halat, halatın ucunda bir kova bulunur. Bu taşınır. Çünkü her kuyunun başına bırakılamaz. Bırakılsa çalınır. Çıkrığı kurmak, kovayı kuyuya indirmek, suya batırmak, doldurup çıkarmak, ayrıca bozulduğu zaman bunları tamir etmek, bunları taşımak ayrı bir iştir.
Bu sebeple kervan içinde bu işleri yapacak bir “varid” bulunur.
“Delven” veya “Delvehum” demeyip “Delvehu” demiş olması, çıkrığın kervana değil varide ait olduğunu gösterir. Üretici ekibin yanında genel hizmet ekibinin bulunması, ayrıca bakım ve tamircilerin olması, günümüzde de yapılan uygulamalara benzer.
Demek ki uygarlık gelişiyor, büyüyor, çeşitleniyor ama esas yapısı değişmiyor.
Canlılardaki evrim de böyledir.
قَالَ يَابُشْرَى
(QAvLa YA BuŞRAy)
“Ey buşra diye kavl etti.”
“Varid” kuyu başında kovayı kuyuya salıyor, kuyudan ses geliyor. Yusuf’un kovaya binmesini bekliyor ve kovanın içinde su yerine Yusuf çıkıyor. Kervan varidin sesini duyurabildiği mesafededir ama çok yakın değildir. Uzakta olan birisine hitap ettiğiniz zaman “Yâ/Ey!” Diye bir ses eklersiniz. Demek ki başa “Yâ” harfini eklemiş olması, kervanın uzakta olmasında dolaydır. Yoksa “Buşra” adında birisine hitap etmemektedir.
Demek ki önce varid kuyuya varıyor, kovasını salıyor, suyu çıkarıyor, sonra gelin diye bağırıyor. Burada ise “Buşra” diyor.
Eski çağlarda işçilik yaygınlaşmamıştır. İşçiliğin yaygınlaşması için paranın sikkeleşmesi gerekmektedir. Halbuki o tarihlerde henüz basılmış para yoktur. Çok sonraları, belki bin sene sonra Lidyalılar parayı icat etmişlerdir. Yaygın para olmayınca, mübadele ekonomisi olmayınca işçilik de olamaz. Ancak işbölümü ve işbirliği olmadıkça da uygarlaşma mümkün değildir. Bu sebepledir ki kâğıt para yaygınlaşmadan önce kölelik müessesesi güçlü bir şekilde varlığını sürdürmüştür.
Kuyudan bir devenin çıktığını kabul edin, bu yolcuları ne kadar sevindirir. Şimdi insan çıkmıştır. Bulunan bu insan köle olarak satılacaktır. Bu satıştan kervana bir kazanç sağlanacaktır. Onun için “müjde” diyor. Kervana müjde olarak haber verdiğine göre kervandakilerin bunda payı olacaktır.
Avcılık döneminden beri kollektif üretim vardır.
Elde edilen mahsul üretime katılanlara eşit olarak paylaştırılır. Yöremizde biri balık avlama ağını alır, dereye balık avlamak için çıkar, ona komşulardan katılanlar olur. Onlar sadece derenin kenarında yürür, avlanan balıkları torbaya koyma işi de onlardan biri tarafından yapılır. Sonunda balık eşit olarak katılanlara paylaştırılır.
Bu usul o zaman da var olmalı ki, onlara “buşra” diye hitap ediyor. Yani onların hepsinin köle satıldığında payları vardır.
Demek ki bölüşümde emek payını alabilir, sermaye taşıdığı rizikodan dolayı payını alabilir. Bir de üretime katılmayanların payı vardır. Bu paya sahip olabilmek için onların içinde yaşamış olmak yeterlidir. Kur’an bu ilkeye dayalı olarak fakirlerin, yoksulların, yetimlerin ve yaşlıların hakları olarak bir pay almaktadır.
هَذَا غُلاَمٌ
(HAÜAv ĞuLAMun
“İşte gulam.”
“Ğulam” kelimesi çocuklardan erginliğe en çok yaklaşan kimsedir. On yaş ile onbeş yaş arası olandır. Onbeş yaşını dolduran artık baliğdir, ona “şa’b” denmektedir. Kur’an’da “feta” kelimesi geçmektedir. Demek ki Yusuf o zaman on ile onbeş yaş arasındadır. Biz on yaşına daha yakın olduğunu kabul ediyoruz.
Kölenin bu yaşta olanı tercih edilir. Satın alan istediği şekilde onu yetiştirir. Onbeş yaşına geldiğinde artık meslekî eğitimini tamamlamıştır. Onu o hâliyle kabul etmek gerekir.
Aralarında büyüyen bir köle onbeş yaşında iken daha kıymetlidir. Çünkü onun meslekteki kabiliyeti bilinmektedir. Yabancı köle ise istenildiği zaman eğitilmeye müsait olduğu için on yaşına yakın olan kıymetlidir.
“İşte oğlan” diye işaret zamiri ile ifade etmesi, onun kıymetli olduğunu gösterir. Bu sebeple Yusuf’un satıldığı zaman yaşı on yaşından biraz fazladır.
“Hâzâ” kelimesi marifedir. Nekrenin başına gelebilir, onu marife yapar. Bununla beraber “hâzâ” mübteda, “ğulamun” haber olabilir. Veya “haza ğulamun” mübteda olur, haberi mahzuf olur. Nekre işaretle takyid edildiğinde mübteda olabilir.
وَأَسَرُّوهُ بِضَاعَةً
(Va EaSarRUvHu Bi WAGaTin)
“Onu bidaa olarak israr ettiler.”
“Bidaa” kelimesi o devrin parasıdır. Sikke, altın ve gümüş yoktur ama altın ve gümüş parçaları vardır. Tartılarak alınıp satılmaktadır. Daha doğrusu onunla mallar alınmaktadır. “But” et parçası demektir. Altın parçasına da “bidaa” denmiştir.
Bir şeyi almak için verilen şeye “semen” diyoruz. “Bidaa” da mal karşılığı olabilir.
Burada onu gizlediler yahut sakladılar diyor. Onu eşyalar arasına koydular anlamına geldiği gibi, onu bulduklarını gizlediler demek olabilir. Çünkü bulunan kimse köle olamaz.
Bu İslam fıkhında böyledir.
İbrahim şeriatında da böyle olabilir.
Yani, bu durumda kervandakiler günah işlemektedir.
Ama Yusuf’u ne yapacaklar? Köle olarak satmasalar ne işe yarayacak?
Ama kervan Yusuf’u iyi bir kimseye satmak istiyor. Çünkü kendileri satın almamıştır, harp esiri değildir. İbrahim’in şeriatında da köle yalnız savaş esiri olabilir şeklinde bir hüküm olabilir. İşte burada gizlenen onun parayla satın alınan köle olmayışıdır.
Yusuf onların ve Mısırlıların dillerini bilmediği için kendisi kimseye bir şey anlatamazdı. Yani gizlenen Yusuf’un bedeni değil hâlidir.
وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ (19)
(Va elLAHu GaLyMun BiMAv YaGMaLUvNa)
“Allah amel ettiklerini biliyor.”
Buradaki “Ve” hâl vavıdır. Yani onların kuyunun içinde buldukları çocuğu götürüp köle gibi satmaları kötü bir işti. Yapacakları iş, civarda soruşturup çocuğu onlara bırakmak idi. Komşuları çocuğu babalarına iade ederdi. Onlar ise rastladıkları kimselerden çocuğu bulduklarını gizlemişler ve Mısır’da satmışlardı.
Allah’ın takdiri böyle idi.
Yusuf Mısır’a gidecek, orada mevki sahibi olacak, kardeşlerini oraya alacak… Babalarından öğrendikleri Mezopotamya uygarlığını ve Mısır’da öğrenecekleri merkezi yönetim sistemini sonra sentez edecek ve İbrani uygarlığını kuracaklar... Sonra bu uygarlık Hıristiyanlık ve İslâmiyet’le genişleyecek ve insanlık bugünkü uygarlığa ulaşacaktır...
Allah’ın bilgisi dahilinde ve O’nun takdiri ile olaylar oluşuyordu.
Hayatımızda buna benzer rastlantılarla karşılaşırız. Bugün “Adil Düzen”i ortaya koymakta olan insanların hep böyle beklenmedik rastlantılarla oluştuğunu zannetmekteyiz. Oysa hepsi Allah’ın bilgisinde ve O’nun takdiri ile olmaktadır.
“Ya’lemûn”daki zamir “seyyare”de olanlara râci olay olduğu gibi, Yakup ve çocuklarına dair de olabilir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-552/ADİL DÜZEN DERSLERİ-382 13 Mart 2010
IMF DÜZENİ VE ALTERNATİFİ
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”
Tekel sermaye ABD Merkez Bankası’nı kurmuş, Dolar onun parası, ABD’ye o borç veriyor. IMF’yi de kurmuş, dünya Merkez Bankalarını emrine almış. Böylece dünyayı karşılıksız faizli tek para sistemi ile emrine almış, ekonomi tekelini kurmuştur.
Önce şunu söyleyelim ki; bugünkü dünyada ekonomi düzeni ancak böyle kurulabilir. Yarın ABD Merkez Bankası’nın iflas ettiğini, IMF’nin kapandığını ve tekel sermayenin yok olduğunu düşünelim; dünyanın hâli ne olur? Belki hepimiz açlıktan kırılırız. Tuvalete gidecek paramız olmaz. IMF’ye karşı olmak yanlıştır.
Tekel sermayenin ömrü tükenmektedir; yani bu hâliyle ne ABD Merkez Bankası ne de IMF dünyanın ekonomisini dengede tutamaz.
17. asırda Avrupa’da Lâle Senetleri vardı, altından daha kıymetli idi. Bir sabah uyandıklarında senetlerin değeri sıfırlanmış, milyarderler iflas etmişti.
Bir gün insanlar uyandıklarında karşılıksız faizli paranın sıfıra doğru gittiğini göreceklerdir. Enflasyon ve ekonomik krizler bunun habercileridir.
IMF’ye teslim olmak, uçuruma doğru yuvarlanan dünya ekonomisi içinde helâk olmak demektir.
İşte bundan dolaydır ki; biz IMF’ye karşı olmakla vakit geçirmedik, alternatif geliştirdik ve dünyaya faizsiz karşılıklı para ekonomisi sistemini getirdik. Biz sermayeyi dışlamadık, ona düşmanlık yapmadık, onu da uçurumda helâk olmaktan kurtarmak için çözümler ürettik.
Buna “Adil Düzen” dedik.
Erbakan işte bu alternatifi insanlığa sundu, kurtuluş çarelerini gösterdi ve ona dayanarak IMF’nin faiz sömürüsüne ‘hayır’ dedi.
Şimdi O’nun iki genç arkadaşı iki partinin başında, ASKON kongresinde; biri IMF’ci, biri IMF’ye karşı, tartışıyorlar...
Bizim bu genç kardeşlerimize tavsiyelerimiz vardır:
-IMF’ye karşı olmayın…
-IMF’ye teslim de olmayın…
-IMF’ye karşı alternatif üretin...
-Bizim ürettiğimiz “Adil Düzen” alternatifine sahip çıkın...
IMF’nin alternatifi “Adil Düzen/ Adil Ekonomik Düzen”de para IMF’nin parası olarak devam edecektir ama mal ile para arasına “mal senetleri” girecektir. Böylece yuvarlanmakta olan insanlık ekonomisi frenlenerek düzlüğe çıkacak, ondan sonra “faizsiz para ekonomisi”ne geçilecektir...
Bunun nasıl yapılacağını biraz izah edelim:
a) İmar Senetleri: Belediyeler kendi arsaları, yapıları, su ve elektrik gibi tesisleri karşılığı kentin imar senedini çıkarırlar. Komisyonculara belediyenin arsaları ve yapıları senetlerle satmak üzere verilir. Halk bu arsa ve yapıları alabilmek için belediyeden senetleri para ile satın alır. Belediyede nakit fon birikir. O senetlerle halk komisyoncudan taşınmazları satın alır. Komisyoncular bu senetlerle halktan arsa ve yapıları alır. Halk elde ettiği senetleri bankaya giderek paraya çevirir. Böylece belde içindeki taşınmazlar para ile değil, senetlerle alınıp satılmaya başlanır. Senetler karşılıksız olmaz. Çünkü bütün senetlerin arsa ve yapı olarak karşılığı vardır. Yani halkın elinde senet varsa, belediyenin kasasında karşılığı vardır veya komisyoncuların hesabında arsa ve yapıları vardır. Demek ki, karşılıksız para karşılıklı hâle getirilmiştir. Arsa ve yapıların değerleri de para ile değil senetle ölçüldüğü için faizsizdir ve enflasyonsuzdur.
b) Mağazalar mallarını para ile değil senetle satarlar. Halk senedi kasadan parayla satın alır. Elde edilen bu parayla mağazalar piyasadan mal satın alırlar. Sonraları mağazalar malları da senetle almaya başlarlar, yani paraları olan tüccarlar piyasadan satın alır, mağazaya senetle satarlar, senedi kasada parayla değiştirirler. Halk senedi parayla alır, mağazadan senetle mal alırlar. Böylece mağazanın içinde para çalışmaz. Mağaza senedinin karşılığında daima mağazada mal bulunur. Fiyatlar da mağaza senediyle oluşur, dolayısıyla paradaki dalgalanmalar mağazaya etki etmez.
Görülüyor ki; IMF’nin müdahale ettiği Merkez Bankası’nın çıkardığı TL’ye dokunmadan gayrimenkullerimizin değerleri senetle belirlenmektedir, alınıp satılmaktadır. Mağazalardaki malların değeri de senetle belirlenmekte ve alınıp satılmaktadır.
Burada önemli olan nedir? Bizim geliştirdiğimiz “selem sistemi” faizli karşılıksız para sistemini ortadan kaldırmıyor, ona zarar vermiyor. Para malı alıp satacağına, malı temsil eden senetleri alıp satıyor. Dolaysıyla paranın temsil ettiği değerler sisteminde bir değişiklik olmamaktadır. Faizli karşılıksız para sistemi ortadan kalkacak ama bunu senet kaldırmayacak. Senet olmasa da kendi kendine yok olup gidecek. Senet sistemi o para sistemini ıslah edebilir ve yok olmasını önleyebilir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-552/ADİL DÜZEN DERSLERİ-382 13 Mart 2010
YENİ ANAYASA
Sömürü sermayesi, bir ülkenin yasalarının o ülkenin yıkılması için düzenlenmesi gerektiğinde, o ülkenin saf milliyetçilerini iktidar yapar, yanına kendi adamlarını yardımcı olarak verir... Ondan sonra da basın yolu ile mevcut Anayasa’ya saldırır...
Mücadele başlar...
Milliyetçiler de Yeni Anayasa’yı savunmaya başlarlar…
Sonunda ülkeyi ve devleti yıkacak olan Anayasa milliyetçilerin eli ile yürürlüğe girer...
Böylece sermaye kıs kıs güler...
Şimdi de AK Parti iktidar edilmiş ve onların adamı olan Prof. Dr. Ergun Özbudun ile Prof. Dr. Zafer Üskül AK Parti’ye gönderilmiştir.
Bunların kim olduğunu biliyor musunuz?
Daha önce Recep Tayyip Erdoğan’ın siyaset mücadelesinde birlikte yürüdüğü Dr. Süleyman Akdemir’in doçentlik tezlerini, ‘Süleyman Akdemir Adil Düzencidir’ diye reddeden, İslâm’ın azılı düşmanı iki profesör...
Dr. Süleyman Akdemir uzun çalışmalar sonucu iki defa ayrı ayrı doçentlik tezlerini hazırladı; ikisi de malum sebeplerden jürilerden döndü...
Bunlardan biri Sosyal Denge I’dir.
Bu kitapta insanlığın uygarlaşma dönemleri anlatılmaktadır.
Ekstrapolasyon metodu ile gelecek bin yılın oluşma tahmini yapılmaktadır.
Dr. Akdemir’e göre tarihi evrim toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve çiftçilik döneminden sonra; pazar mübadelesi, tüccar mübadelesi, işçilik dönemlerini yaşamıştır.
Bundan sonra “ortaklık dönemi” gelecektir; hattâ gelmektedir...
Dr. Süleyman Akdemir bu devreleri tarihlendirmektedir. Buna göre insanlığın ömrü yani Hazreti Adem’in yaradılışı 60 bin yıl öncedir.
Dr. Süleyman Akdemir’den onlarca yıl sonra, Batı’da genler üzerinde yapılan çalışmalar sonucunda varılan sonuçlar, Akdemir’in yıllarca önce kültür gelişmelerine dayanarak vardığı sonucun tıpa tıp aynıdır. 60 bin yıldır bu böyledir.
İşte bu iki profesör bu tezleri geri çevirmişlerdir!!!
Bu iki profesör, Dr. Akdemir’in tezlerinden öğrendiklerinden yararlanarak, parça parça kendi görüşleri imiş gibi yıllarca sonra ortaya koymuşlar ve bu söylemleri ile Recep Tayyip Erdoğan’ın adamları olmuşlardır!!!
Tekel sermaye işte böyle sahtekârlıklarla AK Parti’ye bu iki profesörü transfer etmiştir.
Recep Tayyip Erdoğan, bir zamanlar siyaset yollarında beraber yürüdüğü arkadaşlarını hatırlamayarak, bu iki profesöre Yeni Anayasa hazırlatmıştır…
Ben bu Yeni Anayasa’yı tetkik ettim, bin sayfalık kritik yaptım, ESAM Genel Sekreteri Prof. Dr. Arif Ersoy’a gönderdim...
Bir yıldır ses seda yok…
O da bizi unuttu...
İşte, AK Parti’nin hazırladığı ve halk oylamasına sunacağı Yeni Anayasa budur!
Tamamen Türkiye Devleti’nin yıkılması, Türk Milletinin yok edilmesi için düşünülen ve AK Parti’ye yaptırılan bir faaliyettir.
Evet, Türkiye şiddetle Yeni Anayasa’ya muhtaçtır.
Bu Yeni Anayasa 1982 Anayasası’nı değiştiren anayasa olmamalıdır.
O Anayasa’da çelişkiler vardır. Mesela, Anayasa’nın değişmez ikinci maddesi ile inkılapları koruyan maddesi arasında çelişki vardır. İnkılapları koruyan maddesi tümden kaldırılmalıdır. Çünkü bu madde laikliğe ve demokrasiye aykırıdır.
Yeni Anayasa’da bu çelişkiler giderilip 1982 Anayasası güçlendirilmelidir.
Anayasa’mızda mevcut olan bir eksiklik de, maddelerin esas kısmında belirtilen hususlara istisnalar getirilmiştir. Ancak bu istisnaların uygulama mekanizmaları olmadığından siyasiler ve bürokratlar bunu istismar etmekte, Anayasa’yı uygulanmaz hâle getirmektedirler. Bilhassa yargının keyfî yorumları devleti hukuk devleti olmaktan çıkarmıştır.
Anayasa’nın bu eksikliği de giderilmelidir.
Bunun için siyasi partilerin aldıkları her yüzde beş oy için bir ilim adamı Anayasa hazırlamak için atanmalı ve bu yirmi ilim adamı 1961 ve 1982 Anayasalarının hazırlanmasına benzer bir çalışma ile bu Yeni Anayasa’nın eksikliklerini giderilmelidir.
AK Parti bu Anayasa Komisyonu’na dokuz veya on üye gönderecektir. Bu üyelerin arasına yukarıda bahsettiğim sermayenin gönderdiği iki profesör de yer alsın; ancak, Dr. Süleyman Akdemir de yer alsın. İçlerinde bir iki kurmay general bulunsun. Kararlar ekseriyetle değil, kollektif uzlaşmacı karar sistemleri ile alınsın.
Tayyip bey Adil Düzenciler arasında yetişmiştir... Normal mantığa göre Tayyip beyin onları dışlayıp Anayasa’yı Adil Düzencilerle hazırlaması gerekmektedir...
İşte sermaye böyle oynuyor...
Kırk senedir bunlarla böyle boğuşuyoruz...
Biz hep sabrediyoruz ve sonunda biz kazanıyoruz...
Elli senedir yaptığımız mücadelede adım adım zafere ulaşıyoruz...
Tayyip beyden istediğimiz sermayenin adamlarını dışlamak değildir.
Çünkü İslamiyet’te dışlamak yoktur.
Biz her söze kulak verir ve en iyisini yaparız.
Tayyip beyden istediğimiz bizi dışlamamasıdır.
O bizi dışlamaya devam ederse, sonunda Allah onu dışlar.
Bizim endişemiz yok; günü gelince sermayenin oyunları ile çıkarılan yasaları bir günde değiştiririz. Olan gafletteki kardeşlerimize olur ve biz de üzülürüz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
Kapitalizm dini imanı para
Reşat Nuri EROL
Bir hafta arayla önce ASKON (Anadolu Aslanları İş Adamları Derneği), ardından TUSKON (Türkiye İş Adamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) toplantısı… Bu toplantılarda iki parti lideri Tayyip Erdoğan ve Numan Kurtulmuş tarafından özellikle ekonomi ağırlıklı verilen mesajlar… Bu iki toplantı arasındaki günlerde gündeme gelen diğer konular…
En çarpıcı gündemi IMF konusu oluşturdu. Numan Kurtulmuş özellikle IMF’nin istediği Gelir İdaresi’nin bağımsızlaştırılmasını ‘Duyun-u Umumiye’ olmaya benzeterek dedi ki; Osmanlı’da gelirlerin 1/3’üne el konulmuşken, şimdi yüzde 100’üne el konulmaya çalışılıyor... Türkiye’nin IMF ile anlaşma yapmaması gerektiğini ısrarla vurgulayan Kurtulmuş, 1999’dan beri IMF ile yürütülen ekonomide mülkiyet değişiminin çok özel bir politika olarak uygulandığını, hane halkının yardıma muhtaç hâle getirilerek kapıya bırakılan yardımların tehdit olarak dahi kullanılabildiğini açıkladı...
Numan Kurtulmuş hafta içinde ekonomi ile ilgili önemli konuları dile getirdikten sonra, yine dönüp IMF konusuna gelerek şu sert açıklamayı yaptı: Başbakan bile ASKON toplantısında IMF anlaşmasını ucuz para kaynağı olarak açıkladı... Bu iş madem bu kadar basit neden kamuoyuna açıklamıyorlar?!. IMF konusunda artık her şey gizli tutuluyor... Çerçeve anlaşması tamam diyen Ali Babacan bile şimdi açıklamıyor...
***
Fırsat buldukça üyesi olduğum İstanbul Saadet Partisi Ekonomik Konular Başkanlığı toplantılarına katılıyorum… Ekonomik Konular Başkanlığı, Anadolu esnafı ile doğrudan yoğun ticari ilişkisi olan Mahmutpaşa esnafı ile yüz yüze bir anket araştırması yaptı… Numan Kurtulmuş geçen hafta bu çalışmanın sonuçlarını duyurdu… Mahmutpaşa’da 260 iş yeri sahibiyle yüz yüze anket gerçekleştirildi... Mahmutpaşa Anadolu esnafının mal aldığı yer, oradan Anadolu’nun da nabzını tutmak mümkün... Arkadaşlarımız 260 Mahmutpaşa esnafıyla yüz yüze görüştü, sonuçlar maalesef çok kötü ve endişe verici... Bazı yanıtlar şöyle; ‘işlerim çok kötü’ diyenler yüzde 41, ‘kötü’ diyenler yüzde 48, ‘çok iyi’ ya da ‘olumlu’ diyenler sadece yüzde 1.5! Yüzde 23’ü alacağının yasal takibe girdiğini ancak öyle alabileceğini söylüyor... Normal ticarette alacaklarının ancak 6 ayda alabildiğini söyleyenlerin oranı yüzde 15. ‘Alacaklarımı zamanında tahsil edebiliyorum’ diyenlerin oranı yüzde 19. ‘Sorunlarınızı kimler dinliyor?’ diye sorduk. Yüzde 89’u ‘kimse dinlemiyor’ dedi. Yüzde 9’u ‘Belediye dinliyor’ derken, sadece yüzde 2’si ‘İstanbul Ticaret Odası (İTO) dinliyor’ dedi. ‘Vali dinliyor’ diyen bir kişi bile yok!..
***
Saadet Lideri Kurtulmuş tarafından hafta içi ekonomi ağırlıklı verilen mesajların özü ve özeti şöyle: Üç tane sakallının, başörtülünün cipe binmesi fakirleşmemizi örtmüyor… Tüm özelleştirmelerle elde edilen gelir toplamı 50 milyar dolar... Aynı politikalar sonucu devlet iç borç faizi için bir yılda 51 milyar dolar ödemek zorunda!.. Bankacılık ve finans iyileştirilmişti ama sonuç; 7 yılda tüketici kredileri de özel sektörün borcu da patladı... Özel sektörün borcu şu anda 220 milyar doları aşmış durumda.. Sermaye el değiştiriyor, bizim iş adamlarımızın şirketleri de küresel sermayenin eline geçiyor... Ayrıca ülkeye sıcak para denilen ‘spekülatif para’ girişi de aynı hızla devam ediyor... Tobin vergisini önerdik; ‘3 ay, 6 ay, 2 yıl süreler koy, uzun süre kalırsa vergi alma ama kısa vadede çıkacaksa bir bedel ödesinler’ dedik... Bu ülkeye 1 milyar dolar giriyor 2 milyar dolar olup çıkıyor!!!
Kurtulmuş, özellikle Başbakan Erdoğan’ın sık sık kullandığı ‘paranın dini imanı yoktur’ sözünü sert bir dille eleştirdi ve bu sözün ‘Kapitalizmin dini imanı paradır’ sözünü örtmek için kullanıldığını hatırlatmayı da ihmal etmedi… ‘Paranın dini de imanı da olur’ diyen Kurtulmuş, sözünü şöyle tamamladı: Kapitalizmin dini, imanı paradır…
Kapitalizm ve IMF üzerinde günlerdir durduk ya; doğrusu bunların alternatifi üzerinde de durmak gerekiyor... Bundan sonra bir-iki yazıda bunu yapmayı düşünüyorum…
Kapitalizmin kurumları IMF ve DB - 1
Reşat Nuri EROL
Bundan önceki yazımın son cümlesi neydi, ne demiştim?
‘Kapitalizm ve IMF üzerinde günlerdir durduk ya; doğrusu bunların alternatifi üzerinde de durmak gerekiyor... Bundan sonra bir-iki yazıda bunu yapmayı düşünüyorum…’
Öyleyse, bugün bu sözümüzü ve düşüncemizi yerine getirelim.
“Kapitalizmin alternatifi” deyince benim ne diyeceğimi çok iyi biliyorsunuz; kapitalizmin alternatifi bize göre elbette “Adil Düzen/ Adil Ekonomik Düzen”dir.
“Kapitalizmin uluslararası ana kurumları” deyince, ilk akla gelen uluslararası kurumlar hangileridir, özellikleri ve fonksiyonları nelerdir?
Fonksiyon ve şöhretleriyle elbette “IMF” (yani International Monetary Fund/ Uluslararası Para Fonu) ve kısa adıyla “Dünya Bankası”dır (yani IBRD/ Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası veya Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası).
Bu köşenin müdavimi olan değerli okuyucularım, “No stand-by, IMF bye bye!” başlıklı yazılarımı (Ekim 2009) hatırlayacaklardır… “No stand-by, IMF bye bye!” dediğimiz bu “IMF” ve onun ikiz kardeşi “Dünya Bankası” neymiş, önce onları kısaca inceleyelim… Bilahare alternatif düşünce ve önerilerimiz üzerinde duralım…
***
Uluslararası Para Fonu, ya da daha çok bilinen kısaltmasıyla IMF (International Monetary Fund), küresel finansal düzeni takip etmek; borsa, döviz kurları, ödeme planları gibi konularda denetim ve organizasyon yapmak, aynı zamanda teknik ve finansal destek sağlamak gibi görevleri bulunan uluslararası bir organizasyon... 1944 yılında ABD’nin New Hampshire eyaletindeki Bretton Woods’da kurulan ve 1947’de fiilen çalışmaya başlayan milletlerarası ekonomik meselelerle uğraşan bir kuruluş...
Bilindiği üzere, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan sonra uluslararası ekonomik meseleler karışık hâle geldi… Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra düşülen ekonomik kriz ile savaş sonrası ekonomik depresyonlar da ekonomik ilişkileri tehdit eder bir vaziyet aldı...
Avrupa devletlerinin, İkinci Dünya Savaşı sonrası bozuk ve depresyon içindeki ekonomik durumlarının aksine, Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş boyunca ihracatının ve altın stoklarının artması, ekonomik bakımdan yardım yapacak tek ülke durumuna gelmesine sebep oldu... ABD (yani küresel sömürü sermayesi), Avrupa devletlerine doğrudan yardım yapmak yerine, mâli kurumlar kurarak yardım yapılması taraftarı oldu ve 1944 yılında Bretton Woods’ta 45 devletin iştirakiyle birtakım kararlar alındı... Bretton Woods Antlaşması’nda; birisi, “Uluslararası Para Fonu” yani kısaltılmış ve de meşhur adıyla “IMF”, diğeri “Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası” (IBRD) yahut kısa ve yaygın olan “Dünya Bankası” isimleriyle iki ekonomik kurumun kurulması kararlaştırıldı...
IMF’nin başlangıçtaki gayesi, Avrupa devletlerinin tediye bilançolarında ortaya çıkabilecek geçici ve kısa vadeli ödeme güçlüklerinde “faizli krediler” vererek uluslararası ticaretin bu yüzden daralmasını önlemek; Dünya Bankası da “uzun vadeli ve yine faizli yatırım kredileri” vermek suretiyle, Avrupa devletlerinin yeniden imarını sağlamak, tediye bilançolarındaki bünyevi dengesizlikleri gidermek için kurulmuştur.
***
IMF ve Dünya Bankası’ndan oluşan her iki uluslararası müessesenin sermaye ve kaynaklarının önemli bir kısmı ABD yani küresel sömürü sermayesi tarafından temin edilmiş, bilahare Türkiye dahil Birleşmiş Milletler’e kayıtlı bütün dünya ülkeleri üye yapılmıştır...
Bu uluslararası müesseselere üye olan ülkelerin, prensip olarak ülke içinde enflasyonu önleyici para politikaları takip etmeleri istenmiştir…
Dış ticareti ise tek taraflı devalüasyon ve ithal tahditleri yüzünden daraltmamaları, bilakis bu tahditleri mümkün mertebe kaldırmaları gerekeceği telkin edilmiştir...
Devamı var…
Kapitalizmin kurumları: IMF ve DB - 2
Reşat Nuri EROL
IMF kendisini 186 üyeli yani bu kadar sayıda devletin üye olduğu bir kurum olarak tanımlıyor. Küba ve Kuzey Kore gibi birkaç ülke üye olmamış.
IMF ve Dünya Bankası’nın gaye ve hedefleri nelerdir?
Milletlerarası ticaretin dengeli şekilde gelişmesini üye devletlerin tam istihdama ve yüksek büyüme hızına ulaşmasına imkân hazırlamak… Ödemeler dengesi güçlüklerinin çözümünde yardımcı olmak… Kambiyo istikrarını kurmak ve tek taraflı devalüasyonlara mâni olmak… Çok taraflı dış ödemeler sisteminin kurulmasını sağlamak...
Bu gaye ve hedefleri sağlamak için fona üye ülkelerin girmiş olduğu bazı taahhütler de şunlar: Dış turizm de dahil olmak üzere dış ticaret muamelelerinde döviz kontrol ve tahditlerini önlemek… Millî para biriminin altın veya dolar olarak paritesini tespit ve fona tescil ettirmek… Fona tescil edilen pariteyi değiştirmemek ve ancak tediye bilançolarındaki bünyevi değişikliklerde, çok zaruri hallerde devalüasyona gitmek…
Üye ülkelerin altın mukabilinde döviz alıp satabilmeleri, müstahsil ülkelerin altın satmaları serbest bırakılmıştır.
***
IMF’nin, tediye bilançoları açık veya fazlalık veren ülkelere düzenleyici müdahale yapma imkânı var... Fonun en yetkili organı, üye ülkelerin mümessillerinden teşekkül eden Güvernörler Heyeti yılda bir toplanır... Bu heyet kendi arasından 12 kişilik bir Müdürler Meclisi seçerek yetkisini bunlara devreder...
Güvernörler Heyeti’nde her üye ülke, sabit bir oy sayısı yanında, fona iştirak hissesiyle oranlı bir oy sayısına da sahip… Buna göre en fazla oy hakkına sahip ülke, en fazla sermayeyle iştirak eden ABD yani kurucu küresel sömürü sermayesi... Herhangi bir ülke mutlaka hem Uluslararası Para Fonuna (IMF) ve hem de Dünya Bankası’na (IBRD) bir arada üye olmak durumunda... IMF para fonuna üye devletlerin hisselerine ‘kota’ denmekte… Kotaların yüzde 25’i altın ile, kalan yüzde 75’i millî para ile ödenmiş veya taahhüt edilmiş... Başlangıçta 8 milyar dolar olan sermayesi zamanla çok artmış... Bunun yanında serbest dövizli ülkelerde tahvil satmak suretiyle fon ve kaynaklarını artırma imkânı da mevcut... Fon, her üyeye kotasının yüzde 25’i tutarında krediyi talep vukuunda, otomatik olarak vermekle mükellef; fonun verdiği kredilerde vade 5 yılı geçemez...
Dünya Bankası’nın kurumsal yapısı da IMF’nin kurumsal yapısı gibidir. Başlangıçta 8 milyar dolar sermaye ile kurulan Dünya Bankası, 1959 yılında bu sermayesini 20 milyar dolara yükseltmiş, daha sonraki senelerde bu miktar çok artmıştır...
***
Dünya Bankası, kredi açarken aşağıdaki şartları göz önünde bulundurmakta:
Dünya Bankası’ndan borç almak isteyen ülkenin, özel piyasadan ve makul şartlarla kredi alamayacağı belli olmalı... Banka tarafından verilen kredinin kullanılacağı projenin bankaya sunulması ve kabul edilmesi gerekmekte... Banka üye ülkelerle sadece hazine, merkez bankası, istikrar fonu idaresi ve diğer resmi veya yarı resmi müesseselerle temas eder ve üye devletlere kamu yatırımları için bu kanallardan kredi sağlar…
Bankaya borçlanan doğrudan üye devlet değil de, üye ülkedeki özel teşebbüs ise; Banka projeleri tetkik etmekle beraber krediyi doğrudan teşebbüse açmaz, mutlaka üye devletin kefaleti ile merkez bankası veya başka bir resmi yahut yarı resmi teşekkülün tavassutunu alır... Mesela, Türkiye’de özel teşebbüse Türkiye Sınai Kalkınma Bankası aracılığıyla ikrazda bulunmakta…
IMF verilerine göre fonun borç verme kaynağı 174 milyar dolar, alacakları ise 75 ülkeden 34 milyar dolar… Türkiye, IMF’ye en fazla borcu olan ülkelerin başında geliyor ve hükümet hâlâ IMF ile stand-by anlaşması yapmayı düşünüyor!..
Konu ile ilgili alternatif düşünce ve önerilerim bundan sonraki yazılarımda…
IMF’nin alternatifi “Adil Ekonomik Düzen”dir
Reşat Nuri EROL
Küresel tekel sömürü sermayesi, ABD Merkez Bankası’nı (FED) devlet bankası gibi değil de, ‘özel sektör bankası’ gibi kurmuş… Dolar, karşılığı olmayan dolar, kâğıt parçası olan dolar onun parası… Birkaç sentlik/kuruşluk kâğıt parçasını matbaada bastıktan sonra yüz dolar hâline getiriyor, ABD’ye yani devlete, devletin Merkez Bankası’na borç/kredi diye veriyor!.. Devletin kendisi para bas(a)mıyor, sömürü sermayesinden borç/kredi alıyor!..
IMF’nin konuşlandığı süper güç ABD işte böyle bir devlet!
Küresel tekel sömürü sermayesi, ABD denen işte bu ülkede IMF’yi ve Dünya Bankası’nı kurmuş, bunlara devletleri üye/ortak etmiş… Bu şekilde kurduğu tezgahla dünya devletlerinin Merkez Bankalarını emrine almış... Böylece bütün dünyayı ‘karşılıksız faizli tek para sistemi’ ile emrine almış, dünya çapında ekonomi tekeli kurmuş...
***
Önce şunu açıklıkla söyleyelim ki; bugünkü dünyada, ‘vahşi/vampir kapitalizme dayalı bu dünya sistemi’nde, ‘ekonomi düzeni’ ancak böyle kurulabilir... Sistem/düzen değişmediği yani alternatif getirilmediği sürece bu durum böyle devam eder gider…
Bugünkü ‘zalim dünya düzeni’nde, bir an için ABD Merkez Bankası’nın iflas ettiğini, IMF’nin kapandığını, Dünya Bankası’nın çöktüğünü ve tekel sermayenin yok olduğunu düşünelim; dünyanın hâli ne olur?!.
Dünya devletleri perişan olur, hükümetler apışıp kalır, insanlar çaresizlik içinde ne yapacaklarını şaşırır, belki bazıları parasızlık ve açlıktan kırılır...
İşte bu gibi sebeplerden dolayı, alternatif oluşturmadıkça IMF’ye ve Dünya Bankası’na karşı olmak yanlıştır. Malum olduğu üzere, tabiat boşluk kabul etmez, boşluk bir şekilde birileri tarafından doldurulur. Hak gelmeden bâtıl zâil olmaz. İşte bundan dolayı alternatif düzen hazır olup uygulanmadıkça, IMF’ye sadece karşı olmak doğru değildir.
***
Her şey gibi tekel sömürü sermayesinin de ömrü vardır ve her geçen gün bu ömrü tükenmektedir… Bugünkü bu hâliyle ne ABD Merkez Bankası, ne IMF, ne Dünya Bankası, ne de bunların benzerleri dünyanın ekonomisini dengede tutamaz...
17. asırda Avrupa’da, özellikle Hollanda’da Lâle Senetleri vardı ve bunlar altından daha kıymetliydi. İnsanlar bir sabah uyandıklarında senetlerin değeri sıfırlanmış, 1637 yılında Lâle Piyasası çökmüş, Lâle Senetleri sahibi milyarderler bir gecede iflas etmişti...
İşte buraya yazıyorum; aynen bunun gibi bir gelişmenin sonucunda, bir gün insanlar uyandıklarında ‘karşılıksız faizli kâğıt para’nın sıfıra doğru gittiğini veya sıfırlandığını, hiçbir değerinin kalmadığını göreceklerdir...
Enflasyon, devalüasyon ve hiç bitmeyen ekonomik krizler bunun habercileridir.
Vahşi/vampir kapitalizmin kurumlarına, IMF’ye ve Dünya Bankası’na teslim olmak; uçuruma doğru yuvarlanan dünya ekonomisi içinde helâk olmak demektir.
***
İşte, yukarıda sıraladığım gerekçelerden dolaydır ki; biz IMF’ye karşı olmakla vakit geçirmedik, alternatif geliştirdik ve dünyaya ‘faizsiz karşılıklı para ekonomisi sistemi’ni getirdik... Biz sermayeyi dışlamadık, ona düşmanlık yapmadık… Bilakis, onu da uçurumda helâk olmaktan kurtarmak için çözümler ürettik...
Bu alternatif sisteme/düzene “Adil Düzen” dedik…
Bu çare ve çözüme “Adil Ekonomik Düzen” dedik...
Erbakan işte bu alternatifi insanlığa sundu, kurtuluş çözüm ve çarelerini gösterdi ve ondan sonra bu alternatife dayanarak IMF’nin faiz sömürüsüne ‘HAYIR’ dedi...
IMF’nin alternatifi işte budur.
Biricik alternatif budur.
Vesselâm…