1967...1968...1969....AKEVLER 42 YILDIR ÇALIŞIYOR....2007...2008...2009
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 535
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜNYA DÜZENİ, III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 07 Kasım 2009 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 535. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
SİVİL KURULUŞLAR ve MÜSİAD;
MÜSİAD NELER YAPMALIDIR?
“AÇILIM” DESTEKLENİYOR;
AMA “ÇÖZÜM” YOK!
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 85. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
Genel Hizmetin Tasnifi
***
Asıl “açılım” budur
Ekonomik oyunlar…
Reşat Nuri EROL
***
AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 7
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12) وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ يَاأَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِنْ يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا(13) وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلَّا يَسِيرًا(14) وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولًا(15) قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ وَإِذًا لَا تُمَتَّعُونَ إِلَّا قَلِيلًا(16) قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(17) قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الْمُعَوِّقِينَ مِنْكُمْ وَالْقَائِلِينَ لِإِخْوَانِهِمْ هَلُمَّ إِلَيْنَا وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ إِلَّا قَلِيلًا(18) أَشِحَّةً عَلَيْكُمْ فَإِذَا جَاءَ الْخَوْفُ رَأَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ تَدُورُ أَعْيُنُهُمْ كَالَّذِي يُغْشَى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَإِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُمْ بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ أُولَئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَأَحْبَطَ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(19) يَحْسَبُونَ الْأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا وَإِنْ يَأْتِ الْأَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ يَسْأَلُونَ عَنْ أَنْبَائِكُمْ وَلَوْ كَانُوا فِيكُمْ مَا قَاتَلُوا إِلَّا قَلِيلًا(20)
534 ve 535, yani 6 ve 7. Ahzâb Sûresi Tefsir dersleri arasında, teknik bir sebeple takdim-tehir yapılmıştır.
534. Seminer, 7. Ahzâb Sûresi Tefsir Notları gelecek hafta yayımlanacaktır, inşaallah…
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَرَدَّ اللَّهُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِغَيْظِهِمْ لَمْ يَنَالُوا خَيْرًا وَكَفَى اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ الْقِتَالَ وَكَانَ اللَّهُ قَوِيًّا عَزِيزًا(25) وَأَنْزَلَ الَّذِينَ ظَاهَرُوهُمْ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مِنْ صَيَاصِيهِمْ وَقَذَفَ وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمْ الرُّعْبَ فَرِيقًا تَقْتُلُونَ وَتَأْسِرُونَ فَرِيقًا(26) وَأَوْرَثَكُمْ أَرْضَهُمْ وَدِيَارَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ وَأَرْضًا لَمْ تَطَئُوهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا(27)
وَرَدَّ اللَّهُ
(Va RadDa elLAHu)
“Allah reddetti.”
“Reddetmek” geri çevirmek demektir.
Bundan önce mü’minlerden, mü’minlerin ricalinden ve münafıklardan bahsedilmiş, onların azab edileceği veya affedileceği bildirildikten sonra, kâfirlere gelindiğinde onların ganimetten veya feyden (savaşmadan alınan ganimetten) pay alamayacağı bildirilmiştir.
Mü’minler savaşa katılmak zorundadırlar. Müslimler ise savaşa katılmak zorunda değildirler. Bunlar cizye yani bedel vermektedirler. Bununla beraber bunlar savaşa katıldıklarında ganimetten paylarını alırlar.
Şimdi başka bir suale cevap aramamız gerekir. Kamu görevleri vardır. Genel hizmetler vardır. Kamu görevlerini yalnız mü’minler yapabilmektedir; müslimler yani zimmiler yapamamaktadır. Ama genel hizmetleri ise mü’minler ve müslimler yapabilmektedir. Sosyal güvenlikten müslimler de yararlanmaktadır. Kâfirler ise ne genel hizmet ne de kamu görevi yapabilmektedir. Sosyal güvenlikten de yararlanamamaktadırlar. Böylece kâfirler bedel vermemekle birlikte sosyal güvenlikten de mahrumdurlar. Genel güvenlikten ise kâfirler de yararlanmaktadırlar.
الَّذِينَ كَفَرُوا
(elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olanlar.”
Kur’an’da geçen kelimelerin iki mânâsı vardır.
Kâfir olanlar âhirette ne olacaktır? Bunlar âhirette cehennemliktirler. Bu anlamda “kâfirler” lugat mânâsıyla bile bile gerçekleri inkâr edip karşı çıkanlardır.
Yanlış bilmeden doğan sorumluluk üzerinde kelamcılar fazla durmuşlar; şuna inanan müslim, şuna inanan kâfir olur demişlerdir. Kâfir, buna veya şuna inanan değil; bile bile aksini iddia eden ve aksine amelde ısrar eden kâfirdir. En büyük kâfir şeytandır. Ama o bütün doğruları bilmektedir. Âhiretteki mânâsı ve sonucu açısında “kâfir” budur; bile bile aksini iddia etmektir, gerçekleri gizleyip örtmek ve saklamak demektir.
Biz şeriatçılar Kur’an’ın dinî mânâları üzerinde durmayız. Bu hususta mânâlar vermek din âlimlerine aittir. Biz şeriatçılar olarak Kur’an’ın dünyadaki uygulanışını yani “Adil Düzen” açısından yorumlamaya çalışıyoruz.
Müşrikler, hakem kararlarını kabul etmeyen, devleti tanımayan kimselerdir. Bunların bizim ülkemizde ve bizim topraklarımızda barınma ve dolaşma hakları yoktur, ülkemizdeki mahkemelere başvurarak dava açma hakları yoktur. Onların aleyhinde de dava açılamaz. Onlar bizim topraklarımıza gelirlerse kanları hederdir.
Kâfirler ise hakem kararlarına uymayı kabul etmektedirler. Askere gitmiyorlar ve bedel de ödemiyorlarsa, bunlar kâfirdirler. Bunlara biz taarruz etmeyiz. Topraklarımıza girdiklerinde onları müslim ve mü’minlerden koruruz. Telef edilirlerse kısas yapılır veya diyetleri ödenir. Ancak bir kâfir kâfire saldırırsa onu korumayız. Topraklarımız dışında yapılanlardan biz sorumlu olmayız. Kâfirler ülkemizde genel hizmet yapamazlar, kamu görevleri ifa edemezler. Genel hizmet ve kamu görevlerinden ülkemizde yararlanırlar. Seçme ve seçilme hakları yoktur.
Müslimler; bunlar askere gitmezler. Onun yerine bedel verirler. Genel hizmetlerden ve kamu görevlerinden yararlanırlar. Genel hizmet yapabilirler. Kamu görevleri yapamazlar. Seçme hakları vardır ama kamu yetkilerinde seçilme hakları yoktur.
Mü’minler ise askere giden kimselerdir. Bunlar kamu hizmetlerinden ve genel görevlerden yararlanırlar. Genel hizmet ve kamu görevleri de yapabilirler. Savaşa bunlar gitmek zorundadırlar. Müslimler gidebilirler, ganimete de iştirak edebilirler. Kâfirler ise savaşa iştirak edemezler. Etseler bile ganimete ortak olamazlar.
بِغَيْظِهِمْ
(Bi GaYZiHiM)
“Gayzları sebebiyle”
“Gayz” kin demektir. “Ğilz” kalın, kaba demektir. “Ğılza” kelimesi sertlik demektir.
Açıkça sertlik yapamayanlar içlerinden kötülüğe niyetlenirler. Fırsat bulunca onu kullanırlar. Bu gibi insanların çıkarlarına olan önerilerde bulunursunuz. Öneri sizden geldiği için çıkarları olsa da yine kabul etmezler.
“Bi Gayzihim” “Lem Yenalu”nun mef’ulü olabilir, yahut “Reddellahu”nun mef’ulü olabilir. “Redde”nin mef’ulü ise Allah gayzlarından dolayı onları reddetti demektir. Hayra nail olamazlar. Yani ganimet alamazlar. Yahut gayzlarından dolayı hayra nail olamazlar.
Kâfir olanlar genel güvenlikten yararlanırlar ama sosyal güvenlikten yararlanamazlar.
لَمْ يَنَالُوا خَيْرًا
(LeM YaNALUv PaYRan)
“Hayra nail olamazlar.”
Bu ifade “Allah reddetti” ifadesinin bedelidir. Reddi açıklamaktadır.
Hayra nail olamıyorlar, yani ganimeti istihkak edemiyorlar. Bütçeden yararlanamıyorlar. Kâfirlerin fakirlerine zekâttan pay verilmez demektir. Yani bütçeden yararlanma hakları yoktur. Müslimler zekâttan mü’minler gibi yararlandıkları halde, kâfirler yararlanamazlar. Kâfirlerin savaşa katılıp ganimetten istifade etme hakları olmadığı gibi; kıyas yoluyla bütçeden yararlanma hakları da yoktur.
وَكَفَى اللَّهُ
(Va KaFay elLAHu)
“Allah’a kifayet eder.”
Daha önce “Vekil olarak kifayet eder” geldiği halde, burada “Allah’a kıtal olarak mü’minler yetişir” denmiştir. “Bi” ile gediğinde “Allah” fail olur. “Bi”siz geldiği zaman Allah’a yeter mânâsındadır. Yani Allah yolunda müslimlerin veya kâfirlerin savaşmaları gerekmez. Allah’ın ordusu olarak mü’minler yeter. Ülkenin güvenliğini sağlamaya o ülkenin askerleri yeterlidir. Dünyanın güvenliğini sağlamaya da ülkelerin orduları yeterlidir.
Allah yeryüzünün güvenliğini sağlamak amacıyla ordular teşkil etmiştir.
Kur’an’dan önce bu görev İsrail oğullarına verilmişti.
Kur’an’dan sonra bu görev mü’minlere verilmiştir.
İsteyen mü’min olur, isteyen müslim olur.
الْمُؤْمِنِينَ
(ElMuEMiNIyNa)
“Mü’minlere yeter.”
Burada “Allah mü’minlere yeter” şeklinde mânâ vermek daha uygun düşmektedir. Ne var ki, burada iki mef’ul almıştır. Biri kıtal, biri mü’min. Kıtal hâl olarak gelmiş. “Kıtal etmede mü’minler Allah’a yeterler” şeklinde mânâ vermek; “Bi” ile geldiği zaman “Allah” fail oluyor. “Bi”siz geldiği zaman da mef’ul gibi oluyor.
الْقِتَالَ
(eLQıTALa)
“Savaşta mü’minler Allah’a yeter.”
Bu mânâ değil de, “Savaşta Allah mü’minlere yeter.” Şeklinde mana verilebilir.
“Keff” avuç demektir. “Kefa billahi vekilâ” dediğimizde, vekil olarak Allah ile olmak yeterli demektir. Burada kifayet eden Allah değil de, Allah ile beraber olmak demektir.
“Elkıtal” kıtalde mü’minler Allah’a kifayet eder. Kıtalde mü’minler Allah’a yeter. Kıtalde mü’minler Allah için yeterlidir. Yahut kıtalde mü’minler Allah’a yeterlidir. Eğer “Kefâ Billahi” olmasaydı bu mânâyı verirdik.
Kelimenin böyle ters mânâ alması “Kefâ” kelimesinin mânâsıdır. Yeter anlamında değildir. Biz burada savaşmaya mükellef olanların yalnız mü’minler olduğunu tesbit ediyoruz. Müslimlerin savaşa katılmakla mükellef olmadığını istidlâl ediyoruz.
وَكَانَ اللَّهُ قَوِيًّا عَزِيزًا(25)
(VaKavNa elLAHu QaVıyYan GaZIyZan)
“Allah aziz ve kavi bulunmaktadır.”
“Kavi” kuvvetli demektir. “Aziz” de saygın, saygıdeğer demektir, söz geçiren demektir. “Kavi” kuvvetli olup savunandır, yani saldırılara dayanabilir demektir. Aziz ise saldırıda galip olan demektir.
Savaşın iki çeşidi vardır.
“Kavi” savunma, direnme, bozulmama demektir.
“Aziz” ise saldırı yaparak emre almak demektir.
Bu ikisini yapacak olan mü’minlerdir.
Bir bölgede savaş olurken, o bölgedeki askerliği ülkenin başka topraklarından gelen mü’minler yaparlar. Yerli halk ise onların emrinde olur. Savaşa katılmazlar ama karşı tarafla da işbirliği yapmazlar. Düşman eğer beldeye girerse orada bulunan müslimler de savunmaya katılmak zorundadırlar. Topluluk savunacak deniyor. Dolayısıyla savaşa bütün ülkenin halkı katılacaktır. Kavi ve aziz olan bir ordu yani bir siyasi grup değil, bütün ülke olacaktır. O halde ordular bütün ülke halkından oluşmalıdır.
Eğer biz askerliği halka kendi bölgelerinde yaptıracak olursak, toprakları Allah yani tüm ülke değil de, bölge halkı kendi kendisini savunur. Bu durumda tüm ülke bölünür, parçalanır. Bu sebeple bölgelerdeki ordular o bölge halkından oluşmamaktadır. İlçedeki birliklerin zaptiye erleri o ilçeden değil, başka ilçelerden geleceklerdir.
Bu âyette kâfirlerin genel hizmet ve kamu görevi alamayacakları, ganimetlerden ve genel hizmetlerden yararlanamayacakları hususu belirtiliyor. Kamu hizmetlerinden bizim topraklarımızdayken yararlanırlar. Hakemliği kabul ettiklerinden yargılamadan yararlanma hakları doğar.
***
وَأَنْزَلَ الَّذِينَ ظَاهَرُوهُمْ
(Va EaNZaLa elLaÜIyNa ZAvHaRUvHuM)
“Onlara müzaheret edenleri inzâl etti.”
Burada “enzele”nin faili “Allah”tır. Mef’ul ise Mekkelilere muzaheret edenlerdir.
Kalabalık Mekkeliler ve ortakları Medine’yi sarınca, Yahudiler Medinelilerin bunları yenemeyeceklerine kanaat getirmişler ve onlar tarafı olmuş, onlara yardım etmiş oldular.
Medine Yahudilerinin Mekkelilere yardımları ne olabilirdi?
Önce onların sınırlarından Medine’ye girebilir, orada tutunduktan sonra Medinelileri sokak muharebesiyle yenebilirlerdi. Muhasara edenler daha çok oldukları için bu savaşı kazanmaları kesin olabilirdi. Diğer taraftan Mekkelilerin ikmaline yardım edebililerdi, su ve yiyecek verebilirlerdi. Bunlarla yetinmemişler, Medinelilerin morallerini bozmak için alenen Mekkelilerin tarafında olduklarını ilan etmiş, zaferlerini kesinleştirmek istemişlerdir.
“Müzahir olmak” arka çıkmak demektir, yardım etmek demektir, ama aynı zamanda açıkça bunu yapmak demektir. “Zâhir” demek açık demektir, bâtının karşıtıdır.
“Zâherû”daki “Vav” Medine Yahudilerini, “Hum” zamiri ise muhasara eden Mekkelileri ve ortaklarını göstermektedir.
Allah onları bulundukları yerden indirmiştir, çıkarmıştır. Açıkça Mekkelilerin tarafını tutunca Yahudiler Medine’den çıkıp kaçabilirlerdi. Böyle yapmadılar. Medine’ye inip orada kaderlerini beklediler. Allah onlara böyle hareket ettirdi.
Bu olay İslâmiyet’in ne derece barışçı bir düzen olduğunu göstermeye örnek bir olaydır. Uhud savaşında Hazreti Muhammed istişare etmiş ve arkadaşlarına uymuştu. O sebeple perişan olmuştu. Bunun üzerine inzâl olunan istişare âyeti savaşta da olsa başkana istişareyi emretmiştir.
Burada sonunda düşmanla işbirliği yapanların bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı ise esir edilmiştir. Ama bu yapılırken hakeme başvurulmuştur, hakem kararı ile yapılmıştır. Böylece yargı üstünlüğü ve yargının hakemlere dayandığı hususu teyid edilmiştir.
مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ
(MiN EaHLi eLKıTAvBı)
“Ehli kitabdan.”
“MiN” burada teb’iz içindir. Onlara müzaheret edenler ehli kitabdan idiler demiş olmaktadır. Burada hazf edilmiş bir “Hum” vardır. “Hum min ehli’l-kitabi” anlamındadır. Yahut “Ellezîne”nin hâlidir. Ehil kimselerden onlara müzaheret eden kimseleri. “Min ehli’l-kitabi” “Ellezîne zaherû”nun bedeli olabilir. Medine’de Araplar ve Yahudiler yerleşmiştir. Hıristiyanlar yoktur. Ehli kitap deyince marife olduğu için Medine Yahudileridir. Kalelerinden bütün Yahudiler çıkmıyor, sadece bir kısmı çıkmıştı.
مِنْ صَيَاصِيهِمْ
(MıN ÖaYAÖIyHıM)
“Sayasilerinden.”
“Says” hayvanların çevrili alanları olur. Bu alanın üstü açıktır. Hayvanlar bu ağıla doldurulur. Kapıları kapatılır. Yabaniler giremez. Onlar da dışarı kaçamaz. Bir de kapalı yer olur. Onun üstü örtülüdür. Yağmurdan korunurlar. Buna “says” denir.
İnsanların kentlerde böyle toplandıkları mahalleler vardır. Ona “says” denir. Türkçede “mahalle” veya “semt” denmektedir. Buralar kale değildir. Ama sokak kapıları kapatıldığı zaman kale gibi olur ve kolay kolay girilemez.
Yahudilerin Medine içinde mahalleleri vardı. Medine on bin civarında nüfusa sahipti. Böyle yerlerin yüze yakın mahalleleri, saysleri olur. Bugünkü apartmanlara tekabül eder. Herkes kendi mahallesinde oturur. Şehrin bir de ortak alanları vardır. Şehrin halkı oraya gelir, ticaret yapar, iş yapar. Savaş esnasında alenen düşmanlara yardım etmiş ama savaştan sonra Medine’nin meydanına gelmişlerdir.
وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمْ الرُّعْبَ
(VaQaÜaFa FIy QuLUvBiHiMu elRuGBa)
“Kalblerine ru’bu kazfetti.”
Buradaki fail Allah’tır. Allah Mekkelilerin üzerine görülmeyen askerler göndermiş ve onları korkutup kaçırmıştır. Medine’deki Yahudilerin kalblerine de korku düşürmüş, onlar teslim olmuşlar, mukavemet etmemişler, kaderlerine razı olmuşlardır.
“Kazf etmek” koymak, yerleştirmek, içine sokmak anlamına gelmektedir.
“Havf” ileride olacaklardan korkmaktır.
“Ru’b” ise karşı gelmekten, direnmekten korkmaktır.
İnsanlarda böyle bir hâl vardır. Mağlup olduklarında teslim olurlar. Ölümü göze alırlar. Kendilerinde mukavemet etme gücünü bulamazlar. Savaşlar böyle kazanılır. Bir defa kalplerine korku düşüp kaçmaya başladılar mı artık o orduları durdurmak çok zordur. Bazen komutanlar birden cesaret gösterir ve askerlerini harekete geçirirler.
Esir olanlar için de durum böyledir. Esir olanlar direnme gücünü tamamen kaybederler. Kendilerine ne yapılırsa yapılsın karşı çıkmazlar. Savaşırken gösterdikleri cesaretten eser olmaz. İşte buna “ru’b” denir.
Devletin halkın üzerinde böyle bir otoritesi vardır. Halk iktidara itaat eder. Karşı gelmek istese de bunu deneyemez bile. Kenan Evren 12 Eylül 1980’de, ‘asker el koymuştur’ dedi. Herkes itiraz etmeden itaat etti. Anarşi birden kesildi.
İktidarlar bu korkuyu koyamazlarsa o zaman iktidar olamazlar.
CHP ve askerler dışında iktidar olanlar Türkiye’de bu ru’bu ortaya koyamadılar. Hâlâ eski iktidarların ru’bu devam etmektedir. Bu sebepledir ki bürokratlar iktidardan ru’b içinde değildirler. İktidara karşı oluşmuş gizli güçlerden dolayı ru’b içindedirler. Ergenekon davası henüz bu ru’bu iktidarlar lehine çevirmiş değildir. Çünkü bu davanın muharriki iktidar değildir. Dışarıdan tezgâhlanmıştır. Sonucun nereye varacağı belli değildir.
Demokrasilerin en büyük zafiyeti budur.
O halde ne yapılmalıdır?
Yerinden yönetim getirilmelidir. Yargı hakemlerden oluşmalıdır. Yargı çok kısa zamanda karar verebilmelidir. Yargı kararları hemen orada fiilin işlendiği yerde uygulanmalıdır. Yani halk iktidardan değil, kendi seçtiği hakemlerin verdiği kararlara karşı ru’b içinde olmalıdır. İktidar da yargı kararlarına kayıtsız şartsız uymalıdır. Halk da yargı kararlarından kaçılamayacağını bilmelidir. O halde “ekseriyet demokrasisi” yerine “hakemler demokrasisi” gelmelidir. Herkes hakem kararlarından kaçış olamayacağını çok iyi bilmeli ve inanmalıdır. Yoksa demokrasi göstermelik olur. Korku salan gerçek iktidar olur. Onun için Türkiye’de daima asker iktidar olmuştur.
فَرِيقًا تَقْتُلُونَ
(FaRIQan TaQTuLUvNa)
“Bir fırkayı katledersiniz.”
Yukarıda “enzele” ve “kazafe” fiillerini mâzi olarak kullanmıştır. Ondan sonra fiil-i muzari olarak “bir kısmını katleder ve bir kısmını esir edersiniz” denmektedir.
“Ferikan” burada mef’ul olarak başa alınmıştır. Çünkü asıl sorun o savaşan gruptur, onlar öldürülmüştür. Hazreti Muhammed Yahudileri öldürmek istemiyordu. Ama devletin bir hukuku vardı. O hukuka başkan da olsa kendisi de uymak zorunda idi. Kendisine ne yapması gerektiğine dair sûre inmemiştir. Onun için “bir kısmını katlediniz, bir kısmını esir ediniz” denmiyor da; “siz böyle yaparsınız” deniyor. Böylece olay olduktan sonra yapılan uygulamayı tasvip ediyor, tasdik ediyor; bize de örnek oluyor.
Kur’an’ın emirlerine uyarak hakemlere gitme kararı aldı. Çünkü savaşırken ve vuruşurken düşmanlar ölebilir. Bu savaşın gereğidir. Ama esir alınıp savaş bittikten sonra uygulanacak hükümler ise yargı uygulaması olmalıdır. Bu sebeple Hazreti Muhammed kendi kararı ile ihanet edenleri öldürmedi. Hakem seçmelerini istedi. Yahudiler de kendilerine mü’minlerden birini hakem seçtiler. Neden onu seçtiler? Çünkü o Yahudilerle alışveriş yapardı, onlar onun has dostu idi. Onun hainleri koruyacağını sandılar. Kur’an’da iki tarafın ayrı ayrı hakem seçmesi emredildiği halde, Hazreti Muhammed onların seçtiği tek hakemin hakemliğine razı oldu. Her iki taraf tek hakemin hakemliğinde birleştiler.
Kur’an’da bu hususta bir işaret bulunmadığı için bu uygulama ya savaş uygulamasıdır, yahut hakemlikle ilgili âyetlerden iki hakem seçilmesini emreden âyetler daha nâzil olmamıştır. Onun için biz tek hakemli kararları kabuk etmiyoruz. Adaletle hükmedin emrine muhaliftir. Çünkü adalet ancak iki tarafın dengede olması ile sağlanır. Bu sebepledir ki davalı ve davacısı olmayan davalar mesmu’ olmaz. Hakemler de iki tarafın ayrı ayrı hakemleri olmalıdır. Anlaşamazlarsa başhakeme başvururlar. O tek olur.
Meclis toplandı. Bir tarafta mü’minler, öbür tarafta Yahudiler yer almıştı. Hazreti Muhammed de kendi cemaatinin içinde idi, taraflardan biri idi. Hakem mihraba geçti ve önce Yahudilere sordu. Hakemliği kabul ettiklerini ikrar ettirdi. Sonra mü’minlerin tarafına döndü ve siz de hakemliği kabul ediyor musunuz diye sordu. Hazreti Muhammed cemaati adına kabul ediyorum dedi. Hakem Tevrat’ı açtı ve okudu. Tevrat’a göre böyle ihanet etmelerinin karşılığı erkeklerini öldürmek, kadın ve çocuklarını esir etmektir. İşte bu kararı sonradan Hazreti Muhammed uygulamıştır. İhanet eden erkekler öldürülmüş, çocukları ve kadınları esir edilmiştir. Böylece Medine Yahudileri Medine Arapları tarafından asimile edilmiştir. Bugün Medine’de yaşayanlar onların çocuklarıdır.
وَتَأْسِرُونَ فَرِيقًا(26)
(VaTaESiRUvNa FaRIyQan)
“Ve bir kısmını esir ediyordunuz.”
Savaşın en ağır sonucudur bu; işgal ettiğiniz toprakları ganimet yaparsınız, ilerde sorun çıkaracak erkekleri öldürürsünüz, sorun çıkarmayanları ise esir edersiniz.
“Esir etme” demek asimile etme demektir. Soykırım değildir. Esirler ganimet yapılır ve savaşanlara bölüştürülür. Köle hâline gelen kimseler mü’minlerin evlerinde onların bir ferdi hâline gelirler. Hattâ akraba olurlar. Kadınların mahrem olurlar. Orada eğitilirler. Sonunda oranın halkı ile eşit hukuka kavuşturulurlar. Bunun için şu yollar vardır:
a) Eğiten sahibi köleyi azat eder. Bunu yapmak en büyük ibadettir. Bazı cezalara keffaret olarak köleyi azat etme müessesesi getirilmiştir. Yeminden rücu etmek, hataen adam öldürmek böyledir.
b) Vasiyet edersiniz. Siz öldüğünüzde köle hür hâle gelir.
c) Ümmü veled yani hür olan birinin annesi hâline geldiğinde, mâliki ölünce hür hâle gelmiş olur. Akrabanın mâlik olması da hür hâle getirir.
d) Değerini ödeyecek kabiliyete ulaştığında velisi ile anlaşarak veya hakemlerden karar aldırarak hür hâle gelir.
Böylece köleler eğitilerek bir zaman sonra o topluluğun eşit fertleri olurlar.
İslâm âleminin en büyük âlimi olan Ebu Hanife’nin dedesi İran esirlerindendir. Hür hâle geldikten sonra artık onlarda bir statü farkı yoktur.
Medine Yahudileri esir alınmış ve Medine halkına bölüştürmüştü.
Medine’de Müslüman olmayan Araplar artık kalmamış idi.
Ayrıca münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar vardı.
***
وَأَوْرَثَكُمْ أَرْضَهُمْ
(Va EaVRaÇaKuM EaRWaHuM)
“Ve ardlarına sizi vâris kıldı.”
Allah vâris kıldı. Öldürme ve esir etmeyi mü’minlere izafe etti.
“Ve ardlarına sizi vâris kıldı.”
Medine Yahudilerinin Medine dışında toprakları vardı, hurmalıkları vardı. Onlara Medineliler vâris oldular. Mü’minler vâris oldular. Erkekleri öldürüldüğü gibi kadın ve çocukların arazileri ve evleri kalmadı.
Bugün ne yapılıyor? Bunlar esir kamplarına gönderiliyor, sefalet çektiriliyor. Yahut onlar da öldürülerek soykırım yapılıyor.
Oysa İslâmiyet bunları köleleştiriyor ve mü’min aileler bunları çalıştırabiliyor. Aynı zamanda onlara kendi yediklerini yediriyor, kendi giydiklerini giydiriyor. Sonra da onlar hür hâle getiriliyor.
Batı’daki kölelik Roma döneminden gelir. Roma’da kölelerin kişilikleri yoktur. Davalı ve davacı olamazlar. Eşya gibidirler.
İslâmiyet’te böyle bir kölelik asla meşru değildir. Her insan kişidir. Davalı ve davacı olur. İslâmiyet’te mezun köle bugünkü işçi statüsünden daha ileridedir.
Topraklarına da vâris olduğunu ifade etmektedir.
“Siz vâris oldunuz” denmiyor da, “Biz vâris kıldık” deniyor.
Çünkü bu hukuki bir olaydır. Asıl mülkiyet emekle kazanılır. Miras istisnadır. Malların sahipsiz kalmaması için teşri edilmiştir. Yani mirasçıları mala sahip çıksınlar diye vâris olmaktadırlar. Mâlik olmak hak olduğu gibi aynı zamanda malları muhafaza etme de vazifedir. Bundan dolayıdır ki sefihler hacr edilmektedir. Hassaten yer boş kalmamalıdır. Çünkü toprağın boş kalması demek insanlığa zarardır, insanlığın zarar etmesi demektir. Sahipleri araziyi ekmedikleri zaman onu istimlâk ediyoruz. Bu hüküm buradan çıkmaktadır.
وَدِيَارَهُمْ
(Va DiYARaHuM)
“Ve diyarlarını”
“Dâr” burada etrafı çevrilmiş yapıdır. “Dâr” “devir”den gelmektedir. Çevrili alan demektir. Tarlalar açık yerlerdir. Dârlar ise kapalı evler veya bahçelerdir.
“Ard” ile “dâr”ların hükümleri farklıdır. “Dâr” taşınmazın adıdır. “Ard” ise toprağın adıdır, tesislerin adıdır. Toprak eksilmediği için onun hükmü başkadır. Bir yere mâlik isen onu kullanmamakla elden çıkarılmaz, istimlâk edilmez. Sadece başkaları kullanabilirler. Kira ödemezlerse binanın rizikosunu taşırlar. Kira öderlerse binanın rizikosu mal sahibine aittir. Eğer bir akit yapılmadan işgal edilmişse riziko işgal edene ait olur ve kira da ödemez.
وَأَمْوَالَهُمْ
(Va EaMVAvLaHuM)
“Ve mallarını”
“Emval” taşınır mallardır. Esir alınanların toprakları, taşınmazları ve taşınır malları esir alanların olmuş olur. Halkı ise esir edilir. Bu malların içine paralar da girmektedir. Kölelerin bütün değerleri sahiplerine intikal eder. “Vâris kıldı” demekle, mallar kölelere bölüştürülür ve eşit olarak köle sahiplerine bölünür.
“Erdahum” müfret, “diyar” ve “emvâl” çoğul olarak kullanılmıştır. Biz vâris olmaktayız. “Ard özel” mülkiyet olmadığı için tekil getirilmiştir. “Diyar” ve “emvâl”de özel mülkiyet sözkonusu olduğu için çoğul getirilmiştir. Vâris olan biziz, yani mü’minlerdir.
Esir alanlar beşte birini verdikten sonra kalan malları bölüşürler.
Esirlere de aynı hükümler uygulanabilir.
“Hum” zamiri burada İsrail oğullarına gitmektedir. Anlamı şudur ki, onların topraklarının tamamına Müslümanlar hakim olacaklardır.
Gerçekten Yahudi topraklarını Müslümanlar almışlardır. Mekke’den sonra Hayber de fethedilmiş, Yahudiler Arabistan’dan sürülmüşlerdir. Sonra Filistin fethedilmiş ve Yahudilerin oralarda yerleşmelerine izin verilmiştir.
وَأَرْضًا لَمْ تَطَئُوهَا
(Va EaRWan LaM TaOaEUvHAv)
“Ve vat etmediğiniz topraklara sizi vâris kılacağız.”
Burada verilen müjde vardır. Yahudilerin topraklarına vâris olunmuştur.
Bunların dışında nelere vâris olunmuştur?
a) Mekke fethedilmiştir. Hazreti Muhammed’in ölümünden önce bütün Arabistan’a sahip olunmuştur. Bunların çoğu savaşsız alınmıştır.
b) Dört halife zamanında Atlas Okyanusu’ndan Çin’e kadar uzanılmıştır. Ne var ki bütün bunlar savaşla fethedilmiştir.
c) Sonra Türkler hakim olmuş, Moğollar İslâmiyet’i kabul etmişler ve İslâmiyet her tarafa onlar zamanında yayılmıştır.
d) Ayrıca Batı’da Endülüs fethedilmiş ve uzun zaman Müslümanların hakimiyetinde kalmıştır.
Bunların dışında savaşsız kazanılan topraklar vardır.
1- Buğra Han savaşla değil, kendi isteğiyle Müslüman olmuş ve bütün Türkler (Çin’de yaşayan Tabgaçlar dahil) savaşsız Müslüman olmuşlardır.
2- Malezya ve Endonezya’ya İslâm tüccarları gitmiş, onların yaptıkları faaliyetler sayesinde oralar savaşsız Müslüman olmuştur.
3- Orta ve Güney Afrika’da İslâmiyet savaşsız yayılmıştır; hâlen de yayılmaktadır. Bunların uzantısı olan Amerikan zencileri de savaşsız kendiliklerinden Müslüman olmuşlardır. Bugünkü ABD başkanı, Müslüman ve zenci bir babanın oğlu olmuştur.
4- İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra Avrupa dışarıdan işçileri kabul etmiş, işçi olarak Müslümanlar gelmiş ve bu sayede Avrupa’nın içlerinde İslâmiyet savaşsız yayılmıştır.
İşte, İslâmiyet savaşla yayıldığı gibi savaşsız da yayılmaktadır ve yayılmıştır.
Âyette belirtildiği üzere, onların topraklarına vâris olduğumuz gibi savaşla onlarla çatışmadığımız topraklara da sahip olmuş bulunuyoruz. Daha da sahip bulunacağız.
III. bin yıla gelmeden önce İslâmiyet savaşla ve savaşsız yayılmıştır. Ne var ki bu yayılma İslâm imanıdır, ibadetlerdir, İslâm dinidir. İslâm düzeni ise yayılamamış, insanlar Kur’an’ın getirdiği düzene I. Kur’an uygarlığı döneminde ulaşamamışlardır.
Peki, bundan sonra ne olacaktır?
III. Bin Yıl Uygarlığı, Kur’an düzeninin uygarlığı olacaktır. İnsanlık zaten bu uygarlığı fikren benimsemiştir. Ancak uygulamasını yapamamaktadır. Mekanizmasını bulamamıştır.
İslam düzeni nedir?
[Tekrar hatırlatalım.]
Her şeyden önce “İslâm düzeni” demek “kurallar düzeni” demektir. İnsanlar yöneticilerin emrinde olmazlar, kuralların emrinde olurlar. Kurala uymayanlar hesabı yöneticilere vermezler, hakemlere verirler. Hukuk karşısında yöneticilerle halk birdir, hattâ hakemler de birdir. Çünkü hakemler aleyhine de hakemlere gidilebilmektedir. Ancak hakemlerin verdiği kararlar uygulanmaktadır. İslâmiyet buna “şeriat ahkâmı” demektedir. Batılılar ise buna “hukuk düzeni” diyorlar. Hukuk düzeninin, şeriat ahkâmının dört dayanağı vardır. Bu dört direk olmazsa hukuk düzeni olmaz, ahkâm şeriatı oluşmaz.
1) Şeriat düzenidir. Demokratik düzendir. İnsanlar sözleşme yaparlar. Kendi düzenlerini kendileri oluştururlar. Dayanışma ortaklıkları kurarlar. Kendi içtihatları ile amel ederler. Çıkan ihtilafları hakemler yoluyla çözerler.
2) İslâm düzenidir. Bu da lâikliktir. Aynı topraklarda yaşayanlar, dinleri ve ırkları ne olursa olsun barış içinde yaşarlar. Çıkan nizaları hakemler yoluyla çözerler. Topraklarını korumak için ortak ordu oluştururlar. Bu orduya isteyenler bedenleri ile katılırlar, istemeyenler bedelle katılırlar. Hakemlerin verdikleri kararları uygulamada ordu teminattır.
3) Adil ekonomik düzendir. Bu da özel mülkiyetle ve faizsiz kredi ile sağlanmaktadır. Tekele karşı ekonomik ve hukuki tedbirler alınır. Faizsiz kredi konur. Sermayeden yılda kırkta bir vergi alınır. Bu suretle tekel oluşması önlenir. Fiyatlara ve ücretlere müdahale edilmez. Krediler, resmi fiyat ve ücret üzerinden faizsiz ve icrasız verilir. Batılılar buna “liberal ekonomi” diyorlar.
4) Hak düzendir. Yeryüzü insanlığındır. Çalışmayan veya çalışamayanların da yaşama hakları vardır. Kira paylarından geçinirler. Aidatsız ve primsiz sigortalanırlar. Batılılar buna “sosyal haklar” diyorlar.
“İslâm Düzeni” işte budur.
Batılılar teorik olarak bunları kabul ediyorlar ama “hukuk devleti” deyip hakemleri değil, hakimlerle hükmeden devleti kastediyorlar; “demokrasi” deyip ekseriyet kararlarını ve seçimi esas alıp halkın kendi kendilerini yönetmesi yerine, kuvvetin ve güçlünün hakim olmasını sağlıyorlar; “liberal” deyip tekellerin sömürmesini sağlıyorlar; “sosyallik” deyip sadece zengin olanların, parası olanların sigortalanmasına imkan veriyorlar.
Batı dünyası bu hâliyle sahte adil düzeni getirmiş bulunmaktadır.
Başlangıçta aşiretler ve kabileler vardı. Örgütlenmiş topluluklar yoktu. İnsanlık örgütlenmeye yani devlet aşamasına gelmeye Hazreti Nuh peygamberden itibaren başlamıştı.
Arabistan’da ise ancak Kur’an’la devlet aşamasına ulaşıldı.
Tüm yeryüzü ise devlet aşamasına ancak yirminci yüzyılda ulaşabildi. II. bin yılın sonlarında yeryüzünde devletsiz, yani mahkemesiz, polissiz ve askersiz bir yer kalmadı.
Bundan önce devletleri hanedanlar oluşturuyordu.
Yirminci yüzyılda diktatörler yönetmeye başladılar.
Günümüzde ise devletleri parti başkanları yönetiyorlar.
Hangi parti ekseriyeti alırsa, ülkeyi o parti diktası yönetmektedir.
III. bin yılda yönetim “halk yönetimi” olacaktır. Yöneticiler hükmeden değil, hizmet edenler olacaklardır. İşte bu şekilde, bir asır geçmeden, “Adil Düzen”e göre yönetilmeyen ülke kalmayacaktır. Böylece Allah’ın nuru tamamlanmış olacaktır.
“Adil Düzen” dünyaya silahla ve savaşla yayılmayacaktır. Örnek uygulamalarla Türkiye bu işi yapmazsa, başka bir ülke bu görevi yüklenecek, yüksek seviyede bir yönetim doğacaktır. Önce nüfusu 30 ile 100 kişi arasında olan birbirine yakın aileler aşiretlerini yani ocaklarını kuracaklardır. Sonra yüze yakın aşiret birleşip kabilelerini yani bucaklarını kuracaklardır. Yüze yakın bucak birleşip şa’blerini yani illerini oluşturacaklardır. Yüze yakın il birleşip kavimlerini yani devletlerini kurmuş olacaklardır. Yeryüzünün yüze yakın devleti de beşeriyeti yani insanlığı oluşturacaktır. Böylece insanlık örgütlenmiş olacaktır.
Şimdi 100’e yakın ülke, 10 bine yakın il, 1 milyona yakın bucak ve 10 milyona yakın aşiret yani ocak olacaktır. Bunların her biri kendi istedikleri düzenlerini kuracaklardır. İstedikleri dilden ve istedikleri dinden olacaklardır. Böylece insanlık uygarlık yarışına girecektir. Sonunda başarılı olanlar kalacak, başarısız olanlar kendi kendilerini tasfiye edeceklerdir. Nüfusları olması gereken asgari nüfustan aza düşünce kendiliğinden dağılmış olacaklardır. Yeter sayıda nüfusa ulaşanlar ise yeni kuruluşları kuracaklardır. Göçler serbest olacak, nüfusu sık olan kuruluş nüfusu seyrek olana toprak verecektir.
Bütün bunlar şeriatın hükümleri içinde ve hakemlerin kararı ile olacaktır.
Hakem kararlarına uymayanlarla ise mü’minlerden oluşan ordular savaşacaktır.
İşte burada “vat etmediğiniz topraklara da vâris kılacağız” derken, bu toprakların tümü kastedilmektedir. Nekre gelmesi bu toprakların tekliğidir. Yani ondan başka toprak yok demektir.
Bu anlattıklarım, uygarlaşma duracak ve statik bir hayat yaşayacağız demek değildir.
Bu düzen karaların düzenidir.
İleride insanlık denizlere yerleşip orada kentler kuracaktır.
Sonra güneş sistemi içinde göğe çıkıp orada uygarlıklar kuracaktır.
Daha sonra da yıldızlar arası yayılacak, hidrojeni yakarak yaşayacaklardır.
Bugün böyle enerjilerin ve imkanların olduğunu biliyoruz ama elde edemiyoruz. Gelecekte teknoloji bunları da sağlayacaktır.
وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا(27)
(Va KAvNa elLAHu GaLAy KulLi ŞaYEin QaDIyRan)b
“Allah her şeye kadir bulunmaktadır.”
Biz kendi varlığımızdan bizi var edeni biliyoruz. Bizi var eden yalnız bizi var etmedi. Çevremizi de var etti. Biz çevremize muhtacız, ona uyumluyuz. O halde çevremizi var eden bizi de var etmiştir. Biz Allah’ın kendisini bilemiyoruz. Ancak O’nun yarattığı kâinatı ve bizleri biliyoruz. Biz O’nu yaptıkları ile tanımlıyoruz.
Bizim beynimiz ancak zaman ve mekan içinde olanları bilebilmekte ve onun benzeri olanları anlayabilmektedir. Üç boyutlu uzayı görüyoruz ve yaşıyoruz. Dört ve beş boyutlu uzayı göremiyoruz ama düşünebiliyoruz. Matematiğini yapabiliyoruz. Çünkü o uzaylar bizim uzaya benzemektedir.
Allah; kâinatı O yaratmıştır, yerleri ve gökleri O var etmiştir. Zamanın da yaratıcısı O’dur. Bizi de O var etmiştir. Dolayısıyla O yarattıklarına benzememektedir. Çünkü yarattıklarına benzemek demek, kendi benzerini var etmek demektir. Oysa var eden var edilene benzemez, ona eşit olamaz. O halde Allah bize benzemeyen bir varlıktır. Beynimiz ise yalnız benzerleri bilebilmektedir. O halde bizim Allah’ın mahiyeti hakkında bilgimizin olması mümkün değildir. Kadir olmak yapmış olmak, gücü yetmek, onu yapabilmek demektir. Biz onu ancak kadri ile tanımaktayız, bilebilmekteyiz.
“Şey” dilenen, murad edilen, olması istenen demektir. Yaratılan her varlık bir şeydir. Çünkü Allah onu dilemiş ve o da olmuştur. Allah ise dilenmiş bir şey değildir ve yaratılmamıştır. Kimse de O’nun varlığını istemiş değildir. Allah mümkün olan her şeye kadirdir. Bizim düşündüğümüz her şeyi o önceden düşünmüştür. O halde biz aklımızdan ne geçirirsek o şeydir ve Allah onu yapmaya kadir bulunmaktadır.
Hareketin olması için dört boyutlu uzaya, iradeli hareketin olması için beş boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. O halde beş boyutlu uzayda ne varsa biz ancak onları düşünebilmekteyiz. Allah da onları yapmaya kadirdir.
Allah’ın irade etmediği bir varlık henüz yoktur. Ona kadir olmaması da sözkonusu değildir. İrade ettiği şeye kadirdir. İradesi kudretinin şartıdır, ilminin de şartıdır. O her şeye kadirdir. Biz ise birçok şeyler düşünürüz ama onların bir kısmına kadir oluruz, bir kısmına ise kadir olamayız. Allah ise her şeye kadirdir. Nekre gelmiş olması, bizim de kısmen, cüzi olarak kadir olmamız anlamındadır.
Allah kâinatı var etmiş ve kanunları koymuştur. Yarattığı parçacıkların sayısı artmamaktadır. Parçacıkların hız karelerinin toplamları da artmamaktadır. Madde ve enerji sakımı kanunları geçerlidir. Kâinatın düzgünlüğü bozulmaktadır (entropinin büyümesi kanunu). Bunlar Allah’ın değişmez kanunlarıdır. Ama parçacıkların birleşmeleri ve ayrılmaları, hızlarını birbirlerine aktarmaları ise değişmektedir. Bunlara müdahale etmek, bunları değiştirmek de insana verilmiş bir güçtür. İnsan bunları kullanarak yaşamaktadır. Bu sebeple insan cüzi de olsa kadir bulunmaktadır.
Allah’ı beğenmeyenler, yaptıklarını yanlış bulanlar vardır.
Bunlar neleri iddia ediyorlar?
a) Savaş olmasın diyorlar. Ama kendileri atom bombasını imal ediyorlar ve işlerine geldiği zaman kullanıyorlar. Başka kavimler için savaşı gayrimeşru görüyorlar. İslâmiyet hakem kararlarına uymayanlara karşı savaşı meşru görmüştür. Yani savaş düzenini teşri etmiştir. Nasıl sağlığın yanında hastalık varsa, onun gibi barışın yanında savaş da vardır. Hastalıksız ve savaşsız bir dünya, bu dünyada değil âhirette olacaktır. Cennette ve cehennemde savaş olmayacaktır.
b) Adam öldürmek (idam) olmasın diyorlar. Allah’ın hükümlerini beğenmeyenler idam cezasını kaldırıyorlar, kısası yasaklıyorlar. Kur’an ise yalnız öldüreni öldürüyor. Bunun dışında bir idam cezasını teşri etmiyor.
c) Köleliği kaldırıyorlar. Oysa savaş varsa kölelik de olacaktır. Savaşı sürdürüp köleliği kaldırırsanız, o zaman soykırımı ortaya çıkar. Onu da kaldırırsanız terör ortaya çıkar.
d) Çok evlilik olmasın diyorlar. Yine kendilerini kâinatı var edenden daha akıllı zanneden zavallılar çok evlilik müessesesini meşru görmüyorlar. Oysa çok evlilik müessesesini kaldırdığınız zaman zinayı meşrulaştırırsınız. Bu da aile yuvasını yıkar.
Allah bu kâinatı yaratmış, bu kâinatta düzenin sürebilmesi için en iyisi ne ise onu yapmıştır. Bu kâinat ölümlüdür. Ölümlü bir kâinatı var etmek elbette abestir. Var et ve yok et. Oyun mu oynuyorsun, ne yapıyorsun? Temelde böyle bir kâinatı izah etmemiz mümkün değildir. Ama Allah ne yapmış? Bu kâinattan sonra ebediyen halid olan bir kâinatı var etmiştir. Bizi oraya getirmek için, orada yaşayabilecek bir seviyeye ulaştırmak için getirmiştir. O halde âhireti de hesaba kattığımızda her şey yerli yerine oturur, bu kâinatın mânâsı da anlaşılır olur.
Âhireti hesaba kattığımızda, tarihte cereyan eden tüm olayların makul izahları vardır. Medine muhasarasının da böyle açıklaması vardır. Medine’nin muhasarası, bütün Arabistan ordularının toplanıp İslâmiyet’i ortadan kaldırmak istemeleri ve bunu başaramamaları, Allah’ın istediğini yapmaya gücünün yettiğini ifade etmektedir.
Bizim yakın tarihimizde de benzer olay olmuştur. İsrail oğulları beş yüz yıldan beri güçlenmekte ve dünyayı hakimiyetleri altına almaktadırlar. Beş yüz senelik tarihte yaptıkları şey Müslümanlarla Hıristiyanları çatıştırıp kendilerinin hakimiyetlerini sağlamaktı.
1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde yaptıkları toplantıda aldıkları karar şudur: Artık Müslümanlar o kadar zayıflamıştır ki, Hıristiyanlarla mücadele edemez durumdadırlar. Yahudilik için en büyük tehlike İslâmiyet’tir. Çünkü Kur’an vardır. Oysa Kur’an’ın dışında Tevrat ile boy ölçüşecek bir kitap yeryüzünde mevcut değildir. O halde biz Hıristiyanlarla bir olalım ve İslâmiyet’i ortadan kaldıralım. Dünyadaki dengeyi artık din üzerinden kurmayalım, rejimler üzerinden kuralım. Kapitalizm ve sosyalizm arasındaki savaş dünyada dengeyi oluştursun. Biz bu denge üzerinde hükümranlığımızı sürdürelim.
Bu plana göre 1997’ye kadar yeryüzünde Müslümanlar kalmayacak.
Ayrıca, onlara göre tüm dinler de unutulacak, yalnız Yahudilik kalacaktır.
İşte Türkiye’de ve tüm dünyada yapılan İnkılâplar hep buna yönelikti.
a) Saltanat ve hilafet kaldırılarak Müslümanlar başsız kalacaklardır.
b) Tekkeler ve medreseler kapatılacak ve Türk halkı İslâmiyet’i unutacaktır.
c) Yazı değiştirilecek ve Türk halkı İslâmiyet’ten koparılacaktır.
d) Tatil günleri pazara alınarak gençliğin mabetle olan ilişkisi kesilecektir.
Bunlar yeterli değil, gençleri dinsizliğe ve ahlâksızlığa alıştırmak gerekir.
a) Gençler evlilik dışı ilişkilere alıştırılacak, böylece insanlar dinî ahlâktan uzaklaşacaklardır. Aile müessesesi yıkılacaktır.
b) İçki ve uyuşturucu teşvik edilecek, insanlar zevk ve eğlenceye alıştırılacaktır.
c) Kumar yaygınlaştırılacak, halk kazandıklarında tasarruf yapmayacak ve devamlı işçi olarak kalacaktır. İnsanlar yoksul olarak sefil hayat yaşayacaklardır.
d) Bunun dışında büyüklerle eşlere saygı ortadan kaldırılacak ve insanlar birbirleriyle boğuşturulacaklardır.
İşte bu planları ile ortaya çıktılar, Türkiye’yi diğer dünya ülkeleri ile birlikte dinsiz ve ahlâksız hâle getirmek için çaba sarf ettiler.
Bunun için;
a) Devlet okullarının programlarını böyle ayarladılar.
b) Tüm sanat eserlerini ve etkinliklerini buna göre seferber ettiler.
Orhan Pamuk Nobel ödülü aldı. Merak ettim, baştan beş on sayfasını okudum. Tek yaptığı şey evlilik dışı ilişkileri çok açık bir şekilde cinsi tahrikler şeklinde anlatmasıdır. Sonra son sayfasını okudum. Orada aşk hayatını gayet mesudane geçirdiğini anlatmaktadır. Bunlar evlilik dışı cinsi ilişkilerin tasvirlerinden ibaret romana Nobel mükafatını kazandırıyor.
Medine muhasarası gibi bir muhasara ile İslâmiyet çembere alınmış, insanlığın helâki hazırlanıyordu. Ama başaramadılar. Bu milletin ve insanlığın imanını yok edemediler. İnsanlık ahlâksızlaştırılamadı. Aile müessesesi, din müessesesi, mülkiyet müessesesi ve devlet müessesesi hâlâ dimdik ayaktadır. Gelecekte de sapasağlam olacaktır.
“Allah her şeye kadir bulunmaktadır.”
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-535/ADİL DÜZEN DERSLERİ-365 07 Kasım 2009
SİVİL KURULUŞLAR ve MÜSİAD;
MÜSİAD NELER YAPMALIDIR?
Odalar Birliği, Tabipler Odası, Barolar Birliği gibi kuruluşlar resmi kuruluşlardır. Saltanat devrinden kalma ve saltanat zihniyetiyle çalışmaktadırlar. Yöneticiler bir defa orasını işgal etmişler; hep kendilerini seç(tiri)yor ve devamlı olarak saltanatlarını devam ettiriyorlar. Kendileri olmuyorsa, yakınları o makamlara vâsıl oluyorlar...
Bunlar için söyleyeceğimiz tek şey; o sistemin değişmesidir.
Bir de TÜSİAD vardır. Dış sermayenin Türkiye temsilcileri bir kuruluştur. Onlar da sistem olarak elbette babadan oğula intikal ederek devam edeceklerdir.
Bizim bunlara da söyleyecek bir şeyimiz yoktur.
Erbakan bunlara karşı MÜSİAD’ı kurdu. MÜSİAD Batı mantığı içinde kurulmuştur. Biraz sonra elinden kaçırmış ve MÜSİAD’ı ele geçirenler S. Demirel zihniyetine hizmet eder olmuşlardır. Hâlen de onların hizmetçisi olarak görevlerine devam ediyorlar...
MÜSİAD’ı ele geçirenlerin görevleri nedir?
Görevleri, Türk girişimcisini uyutmaktır. ‘İşte görüyorsunuz, bizim de kuruluşumuz var!’ deyip, gerçek halk girişimcilerini uyutup topluluğu ekonomik açıdan geri bırakmaktır. Girişimcilerimizi gittikçe borçlandırarak, sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nu borç batağı ile yıktıkları gibi Cumhuriyet Türkiye’sini de yıkmaktır.
Ne var ki, MÜSİAD yöneticileri o kadar zavallı, o kadar gaflet ve dalâlet içindedirler ki, ülkemize ihanet ettiklerinin bile farkında değildirler. Asıl acınacak durumları budur. Kendi geçici çıkarları için farkında olmadan bu ülkeye ihanet etmektedirler.
Peki, MÜSİAD ne yapabilir?
Çok şey yapabilirler, pek çok şey...
Ne yapacaklarına sadece bir misal verelim.
Bugün tekel sömürü sermayesi vardır. Büyük firmalar oluşturmakta ve “Genel Hizmet” dediğimiz 25 hizmeti kendi bünyesi içinde yapmaktadır. Orta ve küçük ölçekli işletmeler ise Genel Hizmet yapacak olanları finanse edemedikleri için 25 Genel Hizmetten mahrumdurlar. Dolayısıyla yaşama şansları her gün biraz daha azalmaktadır.
MÜSİAD NELER YAPMALIDIR?
1- MÜSİAD bir araştırma heyeti oluşturmalıdır. Bir yarışma açmalıdır. Yarışmacılar birer sayfalık öneri ile yarışmaya katılmalıdırlar.
2- Yarışmaya katılanlar bu sahifeleri okuyup sıralamalıdırlar. Bir yarışmacının aldığı sıraların tersleri toplamı, o yarışmacının aldığı telif derecesidir.
3- Böylece elde edilen sıra ile kişinin verdiği sıralar arasındaki farkların kareleri toplamı toplananların sayısına ve bir eksiğine bölünür, kare kökü alınır. Bu sapmadır. Sapmanın tersine göre sıralanır. Buna da takdir sırası denir.
4- Takdir ve te’lif sıralarının toplamı, katılanların derecesini verir. İlk yirmi kişi ilmî heyeti oluşturur.
5- Bundan sonra bu yirmi kişiye MÜSİAD tarafından aileleri ile gelecekleri bir otel kiralar. Bir ay çalışırlar. Onlardan bir konunun ilmî çözümü istenir.
6- Çözüm devletin yapacaklarını değil, MÜSİAD’ın yapacaklarını ortaya koyar. Bunun için proje/ler hazırlanmalıdır.
a) Faizsiz kredileşme ortaklığını kurabilir.
b) Altın sertifika çıkarabilir.
c) Mala-mal marketler zincirini kurabilir.
d) Genel Hizmet Kooperatifleri kurabilir.
7- Genel Hizmet Kooperatifi bir pilot işletme üzerinde uygulanır. Önce bir bakkal üzerinde uygulanır. Sonra bakkallar “Genel Hizmet”te birleştirilir. Sonra bir mala-mal marketler zinciri kurulur.
8- Bu sayede para devreden çıkar. Önce İstanbul’da, sonra Türkiye’de, sonra dünyada işletmenin senedi geçerli olur. Böylece faizli sömürü sona erer.
Biz bu gerçeği bizim insanlarımıza anlatamıyoruz. Ama sömürü tekel sermayesi bunun böyle olduğunu çok iyi bilmektedir. Bunun için gerekli baskıyı yapmamaktadır. MÜSİAD’cılar bilerek veya bilmeyerek onlarla işbirliği hâlinde olduklarından dolayı, bizimle görüşmüyorlar bile. Necmettin Erbakan benimle beraber birkaç sene çalıştı, Fethullah Gülen çalıştı; ama MÜSİAD’cılar görüşmediler bile!
Türk milletine bazı tavsiyelerde bulunacağım.
Türkiye’de kurulmuş tüm kuruluşlar; Saadet Partisi, AK Parti, MÜSİAD, Hak-İş ve diğerleri; hepsi sermayenin adamları tarafından işgal edilmişlerdir. Oyalama ve kandırma faaliyetlerinde bulunmaktadırlar. Siz bunlardan ümitlerinizi keseceksiniz ve yenilerini kuracaksınız. Sizin kuruluşunuzu da ajanların işgal etmemesi için yapacağınız iş; taviz vermeden “Adil Düzen”i her alanda uygulayacaksınız. Aksi halde vereceğiniz en küçük bir taviz bile sizi yarın onlar gibi yapar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-535/ADİL DÜZEN DERSLERİ-365 07 Kasım 2009
“AÇILIM” DESTEKLENİYOR;
AMA “ÇÖZÜM” YOK!
Bugün istese de istemese de Mustafa Kemal’i herkes destekliyor. Mustafa Kemal’in ilkelerini tartışılmıyor da Anıtkabir’de kendisine tapılıyor, tavaflar yapılıyor, saygı duruşu adı altında ona ibadet ediliyor! O bu şekilde tanrılaştırılmış, put yapılmıştır.
Biz ise bu yapılanların aksine, Mustafa Kemal’in doğru yaptıklarını ortaya koyuyor, ona tapmaktan vazgeçip gösterdiği yoldan gitmeyi öneriyoruz.
a) Mustafa Kemal’in bir numaralı ilkesi, yurtta sulh cihanda sulh ilkesidir. Bizim kimsenin bir karış toprağında gözümüz yoktur. Biz ise ülkemizin bir karış toprak için tüm ülkeyi feda ederiz. Bizim için “ya ölüm ya istiklâl” vardır. Bu amacı gerçekleştirmek için komşularımızla iyi geçiniriz. Türkiye’yi bölecek olan bir davranışa karşı olmalıyız. Bu esas alınınca “Kürt açılımı” yanlıştır, PKK’nın muhatap alınması yanlıştır. Öcalan serbest bırakılıp yurt dışına çıkarılmalıdır. Biz onu yakalamadık, onu bize teslim ettiler. Onun için ihanet etmeyiz, öldürmeyiz. Ama onu korumak ve topraklarımızda beslemek zorunda değiliz. Anayasada “Kürt” kelimesi geçmez. Kürtler de diğerleri gibi Türkler içinde bir halktır. Bütün halklara anayasal haklar tanınabilir. Hiçbir topluluk Türkiye’de Türk ulusu seviyesinde ulus olduğunu iddia edemez. Bir devlette iki ulus olmaz, olamaz. Çok halk olabilir ama çok ulus olamaz. Bir ulusun iki dili de olamaz. Her devletin sadece tek dili olabilir. Kanada gibi suni devletlerden bahsetmiyoruz. İstiklâl Savaşı’nı kazanmış Türkiye Devleti’nden bahsediyoruz.
b) Mustafa Kemal’in ikinci ilkesi hakimiyeti milliyedir. Devletimiz uluslararası ilişkileri barışçı bir devlet anlayışı içinde yürütür. Uluslararası topluluklara katılır. Ama onların hiçbirisini ülke içindeki düzenine karıştırmaz. Millî hakimiyeti başka hiçbir devletle veya devletlerarası kuruluşlarla paylaşmaz. Kendi kanunlarını kendisi yapar veya değiştirir. Kendi mahkemesini kendisi kurar, mahkum eder, infaz eder. İnsan Hakları Mahkemesi’ni ancak uluslararası ilişkilerde tanır. Ülke içindeki davaları uluslararası insan mahkemelerine götürmek millî hakimiyete aykırı olduğu gibi, yabancı devletlere borçlanmak da millî hakimiyete aykırıdır. Merkez Bankası’nı uluslararası denetime vermek demek, devletin bağımsızlığını yok etmek demektir. Avrupa Birliği ile, ABD ile, Rusya ile, Çin’le ve Hindistan’la dostluk ilişkileri kurarız, onlarla her türlü anlaşmaları yaparız ama hiçbir zaman onlarla siyasi bir bütünleşmeye girmeyiz. Biz millî devletiz. Ne Turancılık ne de İslâmcılık bizim devletimizin yapısını oluşturur. Onlarla insanî ilişkiler kurarız ama onlarla birleşip tek devlet olmayız. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi millî hakimiyete ve Mustafa Kemal’in dünya görüşüne aykırıdır.
c) Mustafa Kemal’in üçüncü ilkesi ise muasır medeniyetin fevkine çıkmadır. Muasır medeniyet Avrupa medeniyetidir. Biz o medeniyetin gereklerini yerine getirdik ama bundan sonra da yapılacak işimiz vardır; muasır medeniyetin fevkine çıkmak. Bu ancak Batı Medeniyeti ile İslâm Medeniyeti’nin sentezi ile mümkündür. “Adil Düzen” işte bunu yapmaktadır. Türkiye’nin hâlâ kendi tarihi ile karşı karşıya olması, Mustafa Kemal’in muasır medeniyetin fevkine çıkma ilkesine aykırıdır. Batı’yı taklit ile onların önüne geçilemez. Mustafa Kemal 1933’te bunu söyledikten sonra 76 sene geçti ama bunlar hâlâ Batı’yı taklitle meşguldürler. Bu Kemalizm’e aykırıdır. Ondan sonra Batı bizim arkamızdan koşmalı idi.
d) Mustafa Kemalin dördüncü ilkesi ise müsbet ilim ilkesidir. Muasır medeniyetin üstüne nasıl çıkılacaktır? Müsbet ilimle çıkılacaktır. Mustafa Kemal müsbet ilim dışında bir mürşit kabul etmez. Böyle olmasına rağmen o Türk milliyetçiliğini dört unsura dayatmıştır. 1) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak. Başka ülkenin vatandaşları Türk değildir. 2) Türkçe bilmek. Türkçeyi öğrenmek istemeyen Türk olamaz. Kürtçe veya Lazca bilmek elbette Türk olmaya mâni değildir. 3) ‘Ben Türküm’ demek. Bunun için Türk ırkından olmak gerekmiyor. ‘Ben Türküm’ demek yeterlidir. Ama ben Türk de değilim diyorsa, o Türk değildir. Türkiye’de yaşayabilir ama azınlık olur. Kürtlerden olup da azınlık statüsü içinde ve Türk değilim deyip yaşayacaksa izin verelim, yaşasınlar. Askere almayalım, seçme ve seçilme haklarını vermeyelim. Kendi kentlerini kursunlar, istedikleri gibi yaşasınlar. Ama Kürt olarak Türküm diyorlarsa, ona bir diyeceğimiz yoktur. Mustafa Kemal bu kadarına bile izin vermemiştir. 4) Mustafa Kemal’in milliyet anlayışında din birliği de vardır; Müslüman olmayanlar Türk olamazlar. Türkiye vatandaşı olarak yaşayabilirler ama Türk milletinin içinde olamazlar. Türkiye ise Türk ulusunundur. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.
Şimdi “Biz Kemalist’iz” diyenler yukarıdaki ilkeleri bir defa daha değerlendirsinler.
AÇILIM NASIL OLMALIDIR?
a) Türkiye tüm Türk vatandaşlarınındır. Çalışamayanların da onda kira payları vardır. O halde herkes hiçbir prim ödemeden sosyal sigorta güvencesinde olmalıdır. Kimse açlık korkusu içinde olmamalıdır.
b) Türkiye’de çalışıp daha fazla refah içinde yaşamak her vatandaşın hakkıdır. Herkese çalışma kredisi verilecektir. Krediler faizsiz ve icrasız olacaktır. Kişi kredisini bir işyerinde kullanabilecektir. İşyerlerine ayrıca hammadde kredisi verilecektir. Böylece ülkede herkes girişimci olarak iş bulacaktır. İşsizlik olmayacaktır.
c) Türkiye’de hakemlerden oluşan yargı sistemi oluşacak ve herkes adil yargılama sistemi içinde hakkını alabilecektir. Yani tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın olacaktır. Bu da ancak hakemler sisteminde olacaktır.
d) Türk halkının doğru haber alma hakkı vardır. Dışa bağımlı basının karşısında millî basın oluşturulmalıdır. Bu Kürtçe basın değildir. Türkçe basın ama muhtevası millî olmalıdır.
İşte Türkiye bu eksikliklerini tamamladığı zaman Türkiye’yi idare etme hakkına sahip olur. Bu eksikliklerini tamamlamazsa Türkiye idare etme hakkını kaybeder. Eğer askerler müdahale ederse kısa zamanlar için varlığını koruyabilir. Onlar da müdahale etmezse; doğuda Kürtler, kuzeyde Lazlar, güneyde Araplar, batıda Arnavutlar ayrılırlar ve sonra düşmanlara yem olurlar. Asıl sorun Türkiye’nin devlet olma sorunudur. Sorun demokrasi sorunu değildir, hukuk devleti olma sorunudur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
*534. GENEL; 84. İŞLETME SEMİNERİ
Adres: EMİNEVİM/EMİNOTOMOTİV Merkezi, Kısıklı Cad. No: 36 ALTUNİZADE - ÜSKÜDAR / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
Perşembe, 29.10.2009
Genel Hizmetlerin Tasnifi
Girdiler TESİS ÜST YAPI
ALT YAPI
EMEK İŞÇİLİK
BAKIM
SERMAYE YARDIMCI MADDE
HAM MADDE
GENEL HİZMET DAYANIŞMA İLMÎ DAYANIŞMA
DİNÎ DAYANIŞMA
MESLEKÎ DAYANIŞMA
SİYASÎ DAYANAŞMA
ORTAK İŞLER TESCİL EVRAK
ZİMMET
ENVANTER
DEMİRBAŞ
EĞİTİM İLMİ EĞİTİM
AHLAKİ EĞİTİM
MESLEKİ EĞİTİM
SAVUNMA EĞİTİM
SAKLAMA TAKİP
ARAŞTIRMA
AMBAR
KASA
YARGILAMA NOTER
KONTROL
SORUŞTURMA
HAKIM
İLETİŞİM BASIN
YAYIN
ULAŞIM
HABERLEŞME
KORUMA PLANLAMA
SAĞLIK
BAKIM
GÜVENLİK
İşletmelerde tesis girdisi doğayı da içermektedir.
Batılılar ise doğayı ayrı girdi kabul ederler.
“Adil Düzen”de ise doğa ve tesisler aynı girdidir.
Batılılar Genel Hizmet ile emeği birleştirmişlerdir.
Bizde ise Genel Hizmet ile üretim orantılı olmadığı için birbirinden ayrılmıştır.
Genel hizmet kamu vakıflarınca yapılır,
İşçilik ise serbest piyasa kuralları ile yapılır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
Asıl “açılım” budur
Reşat Nuri EROL
Borçlanarak devlet yaşatılamaz.
Borçlanma demek çağdaş kölelik demektir.
Başkalarına çalışıp “faiz” vermek köleliğin modernidir.
Borçlardan kurtulmanın yolu da “herkese iş”tir, “üretim”dir ve “ihracat”tır.
“Herkese iş” de son derece kolay temin edilir. Herkese bir “çalışma kredisi” tanınır. Git, bir işverenin yanında çalış, o borçlansın, sen maaşını devletten al denir.
İşletmelere de ayrıca “ham madde kredisi” açılır. Ham maddeyi al, parasını devlet ödesin denir. İşletmelere verilen bu kredinin faizi yoktur, cebrî icrası yoktur.
Bu işlemlerden sonra üretilen mamul ortak ambara konur ve çift anahtarla kilitlenir. Devlet ve üretici bu süreci birlikte paylaşır.
Parası ödenmiş, vergisi verilmiş mallar satın alana teslim edilir.
Böyle bir “faizsiz kredileşme sistemi” asla “enflasyon” yapmaz. Çünkü üretilen mal kadar piyasaya para sürülmüş olur. Piyasada artan para kadar mal da artmış olur, dolayısıyla fiyatlar sabit kalır. Sadece üretimdeki millî stok artmış olur.
Devlet parayı faizsiz vermiştir.
Ama üretim yaptığı için vergisini almıştır.
Böylece “zalim faiz”in yerini “adil vergi” almış olur.
İşte bu şekilde pek çok sorunun anası olan “işsizlik sorunu” çözülmüştür.
***
Çare ve çözüm bu kadar kolay ve basittir.
Bu kadar basit olan bu çare ve çözümü siyasi iktidar partiler, sırf dışarının (dış güçlerin), sadece Türkiye düşmanlarının, yani sömürünün, sömürücü tekel sermayenin hatırına yapmamaktadırlar.
Bu görüşümüzü ilgililer incelemeli, inceledikten sonra da bizi dinlemelidirler. Bu arada itiraz edenlerin itirazları da değerlendirilmelidir. Daha sonra Millî Güvenlik Kurulu’na öneri olarak getirilmelidir. Çünkü sözkonusu olan “ülke güvenliğimiz” ve “devletimizin bekası”dır.
Bu şekilde bir sene içinde “işsizlik sorunu” çözülmüş olur.
İki sene içinde de “dış borçlar sorunu” çözülmüş olur.
***
Tekrar hatırlatıyoruz!
Önerimiz gayet sade ve basittir.
IMF’yi dinlemeyip Merkez Bankası para basar ve “çalışma kredisi” olarak tüm çalışanlara kredi olarak verir. Herkes çalışır. İşverenler borçlanırlar. Mallar satılınca devlet kredisini tahsil eder. Krediler faizsiz olacağı için fiyatlar zamanla artmaz, enflasyon olmaz. Dolayısıyla stoklar kimseye zarar getirmez. Stoklar arttıkça üretilen malların fiyatları düşer. Devlet üründen pay olarak vergi aldığı için devletin de alacağı düşer. Denge korunur.
Piyasaya üretilen mal kadar para sürüleceği için enflasyon olmaz.
İhraç kolaylaşır ve bu sayede dış borçlar ödenir.
Ordu askeri müdahalede bulunmaz.
Seçim döneminde millî güvenlikle ilgili kararlar yayınlar ve bu kararların ne derece uygulandığı millete bildirilir. Halk seçimde ona göre oy kullanır.
“Açılım.. Açılım…” deyip duruyorsunuz ama ne açılımı yapacağınızı bilmiyorsunuz.
“Kürt açılımı/ sorunu” değil, “Demokrasi açılımı/ sorunu” değil, “Anayasa açılımı/ sorunu” veya bilmem ne açılımı/sorunu değil; “genel bir düzen/sistem açılımı” yani “Adil Düzen/ Adil Ekonomik Düzen açılımı” gereklidir. Asıl “açılım” budur ve bundan başkası veya gerisi “fasa fiso”dur.
Ekonomik oyunlar…
Reşat Nuri EROL
Ekonomi ile ilgili bir Sn. Bakan konuşuyor…
-Türkiye ve İstanbul yatırım ve finans merkezi oluyor/muş...
-Nice ülkelerden zenginler gelip bizi zengin edecekler/miş…
Rusya’dan, Çin’den, Hint’ten, Ortadoğu/Arap ülkelerinden ve daha nice ülkelerden firmalar ve zenginler Türkiye’de yatırım yapacak, araba vs. üretecek, ülkemiz gelişecek/miş...
Bir zaman önce morgıç (mortgage) dolar kredisi furyası başlatılıyor, Türkiye’de mesken inşaatı patlaması yaşanıyordu... Köylümüz tarlasını, şehirlimiz atölyesini bırakıyor, inşaata işçi oluyordu... Kazandığı TL ile ucuz dolar alıyor ve onunla da ucuz ucuz Çin mallarını alıp tüketiyor, güya gül gibi yaşayıp gidiyordu!..
Hep böyle olsaydı, hepten böyle devam etseydi, sonunda ne olacaktı?
-On sene sonra Türkiye’de ekilecek tarla kalmayacaktı…
-On sene sonra artık atölyelerde çalışan motor kalmayacaktı...
Allah korudu; ABD’de “ekonomik kriz” çıktı da -şimdilik- o tehlike atlatıldı.
***
Sn. ekonomi ile ilgili Bakan şimdi de yeni bir tehlikenin sinyalini vermiş:
Türkiye’ye gelecek büyük sermaye fabrikalar kuracak, Türk halkı orada çalışacak ve tarlalar çalılıklara dönüşecek, Türk sanayii unutulup gidecektir...
Başka türlü Türkiye’yi fethedemediler.
Şimdi böyle bir oyunla fethedecekler, işgal edecekler.
Böylece Türkiye’yi Cumhuriyetimizin bilmem kaçıncı yılında bitirecekler.
Bugün köylerimiz bomboş... Tarımımız çökmüş durumda…
Atölyelerimiz kaçak işçi çalıştırıyor... Kendi çalışanlarımız işsiz…
İstanbul ekonomisi ancak kaçak işçi çalıştırarak, üretebildiğini bir şekilde ucuza mâl ederek ihracat yapabiliyor ve şimdilik Çin ve benzerlerine karşı ayakta kalabiliyor...
Kendi işçimiz, kendi emek gücümüz ise ucuza çalışmıyor, çalışamıyor...
Maliyetler yüksek olduğu için üreticimiz ürettiğini satamıyor, ihraç edemiyor...
Yani; daha dış sermaye ülkemizdeki fabrikalarını kurmadan önce de, ülkenin tarımı ve sanayii çökmüş ve yok olmuş durumda veya yok olmayla karşı karşıya...
***
Biz bunları yazarken felaket tellallığı vefa çığırtkanlığı yapmıyoruz. Biz bu tesbitleri yaparken, sadece var olan gerçekleri tesbit ediyoruz.
Madem ki yabancı sermaye geliyor, Türkiye’de yatırım yapıyor; buyursun, gelsin yapsın. Buna biz engel olmayalım. Zaten istesek de mani olamayız, çünkü çağımız dünyasında o birtakım dolambaçlı yollar bulur ve yine bir şekilde gelir.
Nitekim -şimdilik- burada yazamayacağım öyle şeyler duyuyorum ki…
Bunları yazmam için biraz daha sabretmem gerekiyor. Siz de benim gibi sabredin.
***
Şimdiye kadar onların planında Türkiye’yi yıkmak vardı.
Bundan dolayı Türkiye’de yatırımlar yapmıyorlardı.
Şimdi Türkiye’yi yıkamayacaklarını anladılar.
Türkiye’yi ve Türkleri yıkamadık; “bari esir edelim” diyorlar...
Yani, Türkiye’de yatırım yapılmasını önleyemediler.
Çünkü Türkiye dünyanın merkezinde, dolayısıyla yatırım merkezi.
Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısı her şeye rağmen öylesine güçlü ki; biz içerden, onlar dışardan yıkmaya çabalıyor, ekonomik oyunlar oynuyor ama bir türlü yıkılmıyor... Bu durumda Türk tarımının ve Türk sanayiinin yıkılmaması için oynana ekonomik, siyasi ve sosyal oyunlara karşı bazı tedbirlerin alınması gerekiyor...