Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 534
AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ -21-24.AYETLER
31.10.2009
1500 Okunma, 0 Yorum

1967...1968...1969....AKEVLER 42 YILDIR ÇALIŞIYOR....2007...2008...2009

BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...

SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...

ADİL DÜNYA DÜZENİ 534

“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)

“ADİL DÜNYA DÜZENİ, III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”

Haftalık Seminer Dergisi             31 Ekim 2009                      Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!

BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...

 

*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 534. SEMİNER

“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)

İ L İ M  TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)

Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİZafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL    Tel: (0212) 452 76 51

Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...

Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır.    Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL

***

*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;

1. EKONOMİDE TASARRUF

2. EKONOMİK OYUNLAR…

İRAN VE TÜRKİYE

RİYAL VE TÜRK LİRASI

***

*İŞLETME SEMİNERLERİ; 84. SEMİNER

Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİMKısıklı Cad. No: 36  Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL  Tel: (0216) 444 36 46

Genel Hizmet Kooperatifi

ANA SÖZLEŞME hazırlık çalışmaları…

***

Ekonomik tedbirler…

Ekonomide “denge” …

Tasarruf… Tasarruf… Tasarruf…

Reşat Nuri EROL

***

AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 6

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12) وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ يَاأَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِنْ يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا(13) وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلَّا يَسِيرًا(14) وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولًا(15) قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ وَإِذًا لَا تُمَتَّعُونَ إِلَّا قَلِيلًا(16) قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(17) قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الْمُعَوِّقِينَ مِنْكُمْ وَالْقَائِلِينَ لِإِخْوَانِهِمْ هَلُمَّ إِلَيْنَا وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ إِلَّا قَلِيلًا(18) أَشِحَّةً عَلَيْكُمْ فَإِذَا جَاءَ الْخَوْفُ رَأَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ تَدُورُ أَعْيُنُهُمْ كَالَّذِي يُغْشَى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَإِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُمْ بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ أُولَئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَأَحْبَطَ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(19) يَحْسَبُونَ الْأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا وَإِنْ يَأْتِ الْأَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ يَسْأَلُونَ عَنْ أَنْبَائِكُمْ وَلَوْ كَانُوا فِيكُمْ مَا قَاتَلُوا إِلَّا قَلِيلًا(20)

 

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا (21) وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْلِيمًا (22) مِنْ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا (23) لِيَجْزِيَ اللَّهُ الصَّادِقِينَ بِصِدْقِهِمْ وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقِينَ إِنْ شَاءَ أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا (24)

 

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ

(LaQaD KAvNa FIy RaSUvLı elLAHi EuSVaTun HaSaNaTun) 

“Allah’ın resulünde sizin için hasene usve vardır.”

Burada fasl yapılmış yani atıf harfi getirilmemiştir. Çünkü iki konu arasında ayrılık vardır. Yukarıda kâfir ve münafıklardan bahsettiği halde, burada resulden bahsetmektedir.

Sûrenin konusu başkan ve ordudur.

Bir topluluk müslimlerden ve mü’minlerden oluşur.

Mü’minler içinde bir de rical vardır. Bucak başkanı mü’minlerin ricalinin komutanıdır, emiridir. Rical ona askeri emir komuta zinciri içinde itaat eder. Bundan sonra bu ricalden bahsedecektir. Bu konunun burada yer almasının hikmeti budur. Mü’minler içinde rical üzerinde özel başkanın yeri vardır.

LaQaD” ile başlamıştır. Bundan önce “Ve Lekad” ile başlayan âyet vardır. Allah’a sırtlarını çevirmeyeceklerini ahdetmişlerdi âyetinin başında “Lekad” gelmişti. Sonra Allah sizden muavvikinleri bilmektedir âyeti gelmiştir. Bu âyet “Lekad”a daha yakın konuları işlemektedir. Sırtlarını çevirmeyeceklerdi ile hasene usve arasında ilişki vardır. Başkanın emrinde savaşmayı taahhüt edip sonra onun emirlerine itaat etmemek doğru olmasa gerekir. O halde bu âyet o âyeti açıklamaktadır. O zaman da onunla çok yakın ilişki olduğu için fasledilmiştir.

KâNe” kelimesi nakıs fiil ise ismin haberi vardır demektir. İsim mübteda yerinde olur. Burada hasene usve vardır kelimesi haberdir. İsim ise “Leküm”dür. “Fî Resulillah” ise mukaddem sıfattır. Yani hasene usvenin zarfıdır. “Lekad Kâne”yi kaldırıp cümleyi tercüme ederseniz, “sizin için Allah’ın resulünde üsve-i hasene vardır” mânâsı verilir. “Kâne”yi eğer tam fiil kabul edersek Allah’ın resulü sizin için usve-i hasene olarak yaptı anlamında olur. O zaman fail hasene usve olur. Leküm ve Fî Resulillah ayrı ayrı Kânenin mef’ulleri olurlar. Bu iki mânâ verilişinde önemli olan fark şudur. Ya Allah başlangıçta böyle yaratmıştır, insan tabiatı budur anlamındadır. Yahut şimdi size bunu şeriat olarak vazetmektedir mânâsı çıkar. Yani bir anlatıma göre doğa kanunu olarak bunu ifade etmiştir. Yahut şeriat olarak böyle emretmektedir.

Allah’ın resulü” terkibinde marifelikler vardır. Yani Allah da marifedir, resul de marifedir. Buna iki şekilde mânâ verebiliriz. Allah olarak kâinatı var eden hakimi mutlak Allah’ı anlarız. O takdirde resulden murat Hazreti Muhammed’dir. Hazreti Muhammed resul olduktan sonraki hayatı bir usvedir. Nasıl Kur’an Allah’ın kelamı ise Hazreti Muhammed de 40 yaşından 63 yaşına kadarki hayatı bizim için usvedir. Burada “resul” kelimesini kullandığı için kırk yaşına gelmeden önceki hayatı bizim için usve değildir. O halde kırk yaşından önce anlatılanların hiçbiri bizim için örnek teşkil etmez, çünkü o zaman o resul değildi.

Allah” kelimesini Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan topluluk olarak anlarsak ve resul olarak bucak başkanı olarak düşünürsek, başkan sizin usveniz denmiş olur. Şimdi şunu tartışabiliriz. “Allah” kelimesini topluluk olarak anladığımızda o zaman kâinatın halikını anlamamış olacağız. O halde bu kelime o zaman mecazi olur.

Aradaki alaka nedir? Mecazı mürsel midir, yoksa istiare midir? Allah kendi hak ve görevlerini topluluğa devretmiştir. Topluluk O’nun halifesi olmuştur.

Halef ile selef arasında ne tür bir alaka vardır?

Vekilin yaptığını asıl yapmış kabul ederiz. Asıl olanın adını söyleriz ama kastettiğimiz vekildir. Vekilin adını söyleriz ama kastettiğimiz asıl olur. “Ben vergimi devlete verdim” dediğiniz zaman, siz vergiyi devlete değil tahsildara vermişsinizdir. Şimdi burada hangisi müsteardır, hangisi müstearun minhdir? Yani hakiki olan devlet midir, yoksa tahsildar mı?

İşte, birçok mecazi kelimeler vardır ki bir cihetten biri mecazi diğeri hakikidir, başka cihetten biri mecazi diğeri hakikidir. Mesela “salât” kelimesi böyledir. Lugatta salât duadır, namaz için kullandığımızda kül cüz alakasıyla mecazdır. Şeriatta ise salât emredilmiştir. Dua mânâsına kullanıldığı zaman da yine kül cüz alakası ile mecazdır.

Resul olarak da Hazreti Muhammed aleyhisselâmı değil de, kabile başkanını anlayacağız. O halde burada resul kelimesini hakiki mânâda kullanmış olacağız. Halkın gönderdiği resuldür. O halde bucak başkanı topluluğun resulüdür. Allah’ı gerçek mânâda anlarsak, o zaman resul halife Hazreti Muhammed olur. Biz Allah’ı mecaz olarak anlıyoruz. Resulü hakiki mânâsıyla anlamış oluyoruz.

Usve” doktor demektir. Nasıl hasta doktorun tavsiyesine uymak durumundaysa, kendisi hastalığını ve tedavisini bilmediği için doktoru ne isterse onu yaparsa; başkan da siyasette veya savaşta ne söylerse ona uyulur. Doktorunu değiştirebilirsin ama doktorun tavsiyelerine uymak zorundasın. Mü’minler için başkan yani komutan da böyledir. Ya komutanını değiştirirsin ya da o ne derse onu yaparsın. Bu değiştirme hükmünü, Allah’ın arzı geniş değil miydi, neden hicret etmediniz emrine bağlıyoruz. Ne var ki bu değiştirme savaş zamanında olmalıdır. Topluluğa zarar vermemelidir. Yani sırtları çevirme şeklinde olmamalıdır. Allah’la ahitleştiler, sırtlarını çevirmeyeceklerdi âyeti ile buradaki resulde sizin için usve vardır âyeti böylece bir dengeyi ifade eder.

Hasenat” kelimesi getirilmiştir. Hazreti Muhammed hasene bir üsvedir. Burada hasene sıfatı tavsiftir. Her yönüyle bize usvedir. Ama onun bütün yönleri hasene demektir. Oysa başkan sözkonusu ise orada sıfat takyididir. Yani başkan meşru emirler verirse ona  uyulur. Ama gayrimeşru emirlere uyulmaz.

Burada şu kural ortaya çıkar. Bir ast üste uyar. Ama üstüne isyan ise uymaz. Devlet başkanına isyan eden ordu komutanına uyulmaz. Ordu komutanına karşı gelen kolordu komutanına uyulmaz. İsyan eden ordu komutanına uymayan kolordu komutanına itaat edilir. Ortak ortaklıktan her zaman ayrılabilir. Ama fiili zarar vermişse öder.

Burada “kıdve” kelimesini kullanmayıp “usve” kelimesini kullandığı için bu kadar hükümler ortaya çıkmaktadır.

لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ

(LiMaN KAvNa YaRCu elLAHa Va eLYaVMa eLEaPiRa) 

“Allah ve âhiret yevmini reca eden kimse.”

LiMeN” “LeKüM”ün bedelidir. Buna bedeli baz denir. Sizin için usvedir ama herkes için değil; Allah ve âhiret gününe iman edenler için usvedir, hasene usvedir.

KâNe” kelimesi burada “YeRCû”nun sürekliliğini ifade eder. Allah’ı ve âhireti reca eden kimseler için hasene ücret vardır.

Buradaki âhireti reca etmek ne demektir?

Allah ve âhiret yevmini reca etmek ne demektir?

Allah ve âhiret yevminin olduğuna iman edip beklemek demek olur. O zaman Allah ve âhiret mecazdır. Kastedilen onların varlığıdır. Yahut Allah ve âhirete inanmaktadırlar ama âhirette cenneti, Allah’ta da rızayı reca etmek demek olur. O zaman da reca mecazi olur, kaydî mecaz olur. Yani Allah’ın rızası, âhiretin cenneti reca edilmiş olur.

ReCa” demek, beklemek ve ümit etmek demektir, gelmesini istemek demektir. “RaCeA” kelimesine akrabadır. Reca, ümitle beklemektir, iyiliği beklemektir. İntizar etmek ise kötülüğü beklemektir.

Yine burada da “Allah”tan maksat topluluktur, “âhiret”ten maksat savaştan sonraki haldir, ilerisidir. Komutanına itaat edenler sonunda muzaffer olurlar, toplulukları da kurtulur.

Nerede itaat edilir?

Meşru olan gayeye ulaşmak için alınan emre itaat edilir.

İstiklâl Savaşı’nda Türk halkı komutanları olan Mustafa Kemal’i dinledi. Başarıya ulaştı. İnkılâplarda isyan etmedi, sabretti. Bu sayede bugünkü Türkiye oldu.

Başkanlarını usve yapmayan halk ve topluluklar varlıklarını sürdüremezler.

وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا(21)

(Va ZaKaRa elLAHu KaÇIyRan)

“Ve Allah’ı kesîr zikredenler için usve vardır.”

“Limen Kâne” fiiline iki hâl bağlanmıştır. Biri, Allah ve âhireti reca etmek. Diğeri de Allah’ı çokça zikretmek. Burada “Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Birincide kastedilen kâinatı var eden Allah’tır. İkincisinde kastedilen topluluktur.

Allah’ı zikretmek” demek, toplulukla ilgili sorunları akılda tutmak demektir.

Kesir” sözünden maksat; insan geçinmek için  çalışır, artan zamanlarını topluluğa verir. İşte bu gibi bir insanın tek düşüncesi topluluğun düzelmesidir.

Türklerin 1900’lardaki sorunları neydi?

Devletleri yıkılmakta idi. O zamanın yöneticileri ve askerleri düşmanlarla anlaşmışlardı. İmparatorluğu yıkacaklar, millî devlet ise onlara teslim edilecekti. İmparatorluğu yıktılar. Millî devlet teslim  edilmedi. İstiklâl Savaşı buna karşı yapıldı. Türk milletinin sorunu millî devleti kurmak idi. Bu başarıldı. Ama bundan sonrasındaki merhalede millî devletin varlığını sürdürmesi milletin temel zikri oldu.

Esas itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşatanlar bu sefer Türkiye Cumhuriyeti’ni yaşatmaya koyuldular. Zikirleri bu oldu. Dört anlayış devam etti.

-Cumhuriyet Halk Partisi, Osmanlıcılığın devamı olarak Cumhuriyeti vird edindi.

-Milliyetçi Hareket Partisi, Türkçülüğü esas aldı, bunu zikretmeye başladı.

-Demokrat Partililer Batılılaşmayı temel kabul ettiler.

-Millî Görüşçüler İslâmiyet’i temel aldılar.

1950’den sonra bir başkanın etrafında toplanılamadı. Dolayısıyla askeri ihtilaller peş peşe geldi. Türkiye bugünkü duruma ulaştı.

O halde yapılacak iş neydi?

Devletin sadece şekli değil, dini değil, ulusu değil, uygarlığı değil; bütün bunların yanında tüm topluluk esas alınmalı idi. Bu da ancak bir başkanın etrafında toplanmak, onu usve yapmakla mümkündür.

Afganistan İstiklâl Savaşı’nı kazandı ama bir Mustafa Kemalleri ve bir İsmet İnönüleri olmadığı için bu zaferi değerlendiremediler.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmak isteyenler hep başkanlar üzerinde oynamaktadır. Halkın toptan itaat edeceği bir başkanı Türk milleti henüz edinemedi. Ölü Mustafa Kemal’e taparak bu işi götürmek istiyor. Ordu böyle bir Atatürkçülükle Türkiye’yi yaşatmak istiyor. Bu da sonuç vermiyor. Askeri müdahaleler sorunları çözmemiştir. Bugün asker müdahale etmeme kararını almıştır. Ama bu da sorunları çözmüyor.

Eğer Türkiye Devleti’nin yaşamasını istiyorsak; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül istifa etmeli, onun yerine Meclis bir asker cumhurbaşkanı seçmelidir. Bu asker rejimlere karşı tarafsız olmalıdır. Yani ne cumhuriyetçi, ne AB’ci, ne İslâmcı, ne de milliyetçi olmalıdır. Kendisi tarafsız olmalıdır.

Ama ordular tarafsız olamaz; değişik ordular değişik görüşleri benimseyecek. Partiler tarafsız olamaz; değişik partiler değişik görüşler benimseyecek. Üniversiteler tarafsız olamaz; değişik üniversiteler değişik görüşleri benimseyecek. Mezhepler ve tarikatlar tarafsız olamaz; değişik tarikatlar değişik idealleri benimseyeceklerdir. Bunlar zor kullanmayacaklar, halkı kendilerine çağıracaklar. Ülkedeki sözleri ve güçleri, kendilerine katılan halk kadar olacak.

Yargı hakemlerden oluşacak ve tarafsız olacaktır. Baş hakem tarafsız olacaktır.

Başkanlar, devlet başkanı, il başkanları, bucak başkanları tarafsız olacaklardır.

Kendileri dinsiz olacaklardır demiyoruz; başkanlıkta tarafsız olacaklardır.

İşte böyle başkanlar hasen usve olacaklardır. O zaman o topluluğun varlığı ve geleceği hayırlı olacaktır.

***

وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ

(Va LamMAv RaEa eLMuEMıNUvNa eLEaPZaBa) 

“Mü’minler hizipleri gördüklerinde.”

LemMâ” “İZâ” mânâsındadır. “İz”de şart yoktur. Oysa “izâ” ve “lemmâ”da şart vardır. “İzâ” dendiğinde, gelecekte gördüklerinde mânâsını veririz. “Lemmâ”da geçmişte gördüklerinde mânâsını veririz. Her ikisinde her gördüklerinde mânâsı verilebilir. Türkçede “lemmâ”yı gördüklerinde şeklinde, “izâ”yı görünce şeklinde tercüme edebiliriz.

Mü’minler” yani müslimler değil de mü’minler; yani asker olmayı kabul edenler, siyasi dayanışma ortaklıklarına katılanlar. Bunların içine kadın ve yaşlılar da dahildir. Bunlar ‘ya İstiklâl ya ölüm’ diyen bir topluluktur, bağımsızlık için ölümü göze alanlardır. Topluluğu yönetmek de bunların hakkıdır. Kamu görevlerini yalnız bunlar yaparlar.

Müslimler genel hizmet yapabilirler ve genel hizmetten yararlanırlar, görevlerinden yararlanırlar. Ama müslimler kamu görevi yapmakla yükümlü değildirler. Orada son sözü de söyleyemezler, yönetici olamazlar.

Bunlar düşman ordusunu gördüklerinde, yani Mekkelilerin önderliğinde toplanan tüm Arabistan’ın muhasaracı ordularını gördüklerinde sevinmişlerdir. Çünkü bunlar şunu bilmektedirler ki, zafer ancak  savaştan sonra doğar.

Biz Birinci Cihan Savaşı’nda yenilmeseydik, İstiklâl Savaşı’nı yapmak zorunda kalmasaydık, hasta adam olarak kalacaktık. Öyle olmasaydı biz gayrimüslimleri Türkiye’den gönderemezdik ve Türkiye bir İslâm ülkesi hâline gelemezdi. Dinsizleştirmek şartı ile Türkiye’yi bize bıraktılar. Biz dinsizleşmedik ama şimdi bizi Avrupa Birliği’ne alıyorlar.

Mü’minler için savaş bir nimettir. Bir şart vardır. Kendileri düşmana saldırmamalı, düşmana karşı savunma durumunda olmalıdırlar.

قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ

(QAvLUv HAÜAv MAV VAGaWaNa elLAHu Va RaSUvLuHUv)

“İşte Allah ve resulünün vaat ettiği budur, dediler.”

Burada önemli bir sorun ile karşı karşıya gelmekteyiz.

Biz “Allah ve resulü” deyince hakemler kararını anlıyoruz.

Burada bunu nasıl anlayacağız?

Allah ve resulü” demek hakemler demektir.

O neyi vadediyor?

Siz bekleyeceksiniz. Düşmanlar size saldırırlar. Bu sayede sizin elinize fırsat geçer ve o fırsattan yararlanarak istediğiniz olur. Siz düşmana saldırmayacaksınız, düşman size saldıracak. Siz savunmaya geçeceksiniz ve sonunda istediğiniz olacaktır.

Allah Medine’yi Müslümanlara has kılmıştı. Bütün müşrikler Müslüman olmuştu. Ama Yahudiler orada kalmışlardı. Mü’minler Yahudileri Medine’den çıkartmayı arzu etmişler ama onlar suç işlemedikçe böyle bir şey yapmaları hukuken mümkün değildi. Hukuk, yani Allah ve resulü, yani yargı mü’minlere şunu vaat etmiştir. Eğer Yahudiler suç işler de ihanet ederlerse, o takdirde siz onları Medine’den çıkarabilirsiniz. Ama suç işlemedikçe hukuken onlara yapılacak bir şey yoktu.

İşte, mü’minler Medine’ye saldıran güçlü orduları görünce sevindiler. Çünkü şimdi Yahudiler tam imtihan vereceklerdi. Ya onların tarafına geçecek ve sonra çıkarılacaklardı. Ya da sadakatlerini gösterecek ve onlarla yaşama yılları aranacaktı. Sonunda ne oldu? Yahudiler ihanet ettiler ve Medine’den tamamen ayıklandılar.

Benzer olay Türkiye’de olmuştur. 1071’de kazandığımız zaferden itibaren 1922’ye kadar Hıristiyanlarla biz birlikte yaşadık. Türkiye’de onlar bizimle eşit haklara sahip oldular. Hattâ onlar bizden daha rahat ve zengin oldular. Türkiye’yi İslâm ülkesi yapmayı her zaman arzu ettik ama şeriatın hükümleri dolayısıyla onlara dokunamazdık. Sonra ne oldu? Birinci Cihan Savaşı’nda yenildik. Hıristiyanlar karşı tarafa geçtiler. Bizi soykırıma tâbi tuttular. İşte onların hu ihanetleri üzerine İstiklâl Savaşı’nı yaptık. Bugün Türkiye yüzde 99 Müslümandır.

28 Şubat da böyle bir zaferin müjdecisidir. 28 Şubat olmasaydı, bugün AK Parti anayasa ekseriyetiyle iktidar olamazdı. Yarın AK Parti’ye karşı da aynı zulüm ortaya çıkabilir. Öyle olduğunda sevinmeliyiz. Demek ki “Adil Düzen”e doğru bir adım daha yaklaşacağız. Biz gelen saldırıları nimet bileceğiz, Allah’ın rahmeti olarak bileceğiz.

وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ  

(Va ÖaDaQa elLAHu ve RaSUvLuHUu)  

“Allah ve resulü sadık oldu.”

Burada “Allah ve resulü sadık oldu” denmektedir. Zamir gönderileceği yerde, Allah ve resulü kelimeleri iade edilmiştir. Bunun anlamı şudur.

Allah” kelimesinin iki mânâsı vardır.

Biri, kâinatı var eden Allah mânâsıdır.

Diğeri de, O’nun halifesi olan topluluk demektir.

Allah ve resulü”nün de iki mânâsı vardır.

Biri, Allah ve resulü deyince yargı anlıyoruz.

Diğeri ise Allah’ın resul aracılığı ile bildirdiği anlamındadır.

İşte bu iki mânâya işaret etmek için “Allah ve resulü” burada iade edilmiştir.

Kur’an’ın her yerinde “Allah ve resulü”nden hakemlerden oluşan yargı anlaşılmamalıdır. Bazı yerlerde gerçek yani kelime anlamına da gelir demektir.

İşte bu anlayışla Kur’an baştan sonuna kadar taranmalı, “Allah ve resulü” geçen kelimeler ele alınmalıdır. Nerelerde?

1)      Allah ve resulü demek, Allah’ın resulü aracılığı ile bize bildirdikleridir. Vahye dayanan sünnet böyledir. Kitap doğrudan Allah’ın bildirdiğidir. Sünnet ise Allah ve resulünün bize bildirdiğidir.

2)      Allah ve resulünün  hükmü demek, hakemlerin verdikleri kararlardır, yargı kararları demektir.

3)      Bazı âyetler ise iki mânâyı da taşırlar. Bir mânâsı ile sünnet demektir. Bir mânâsıyla da hakem kararları demektir. Her iki mânâ da doğrudur. Yerine göre o mânâ verilecektir.

Kur’an böylece okunup yorum kuralları getirilecektir.

İnsanlık kıyamete kadar çalışacak ama yorum kurallarını bulmayı bitiremeyecektir.

وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْلِيمًا

(Va MAv ZaDaTHuM EilLAv EIyMANan Va TaSLIyMan)

“Onların sadece iman ve teslimlerini ziyade etmiştir.”

Burada “iman” demek, Allah’ın vaat ettiklerinin olacağıdır, “Adil Düzen”in geleceğine iman etmek demektir. Bunun için ölesiye çalışma demektir. Aleyhte bir şey olduğu zaman, bunlar yeni doğum sancılarıdır deyip ümitlenmektir. Burada “iman”ın yanında bir de “teslimiyet” vardır; o da olacakları kabul etme demektir.

 

Örnek verelim.

Biz “Adil Düzen”in geleceğine inanıyoruz. Bu amaçla çalışıyoruz. Ümidimiz şudur ki, bizim çalışmalarımız yarın meyve verecek ve “üçüncü ekol” kurulacaktır.

-Birinci ekol Yunanistan’daki Sokrat ekolüdür.

-İkinci ekol İslâmiyet’teki Hanefi (Ebu Hanife) ekolüdür.

-Bizim olacağına iman ettiğimiz ekol de “Adil Düzen Ekolü”dür.

Böyle olacak, çalışmalarımız inşaallah insanlığa “analoji ekolü”nü getirecektir.

Biz işte buna inanıyor, buna göre çalışıp çabalıyoruz.

Allah’ın zikrini yükselttiğimiz müjdesini ümit ediyoruz.

 

Ama böyle olmazsa; bizim bu çalışmalarımızı Allah siler, unutturur, yüz yıl bile geçmez, “Akevler ve “Adil Düzen”in adı bile kalmaz, kitaplarda bile rastlanmaz...

Biz bunun endişesini taşımıyoruz.

Allah bizi unutturacaksa; bizden daha hayırlısını getirecek ve insanlığa daha büyük merhamette bulunacak demektir. Bizim adımız anılmış veya anılmamış, ne çıkar.

Adımızın anılması âhirette bize hiçbir yarar sağlamaz.

Âhirette biz teker teker sadece yaptıklarımızın hesabını vereceğiz.

İşte “iman ve teslimiyet” budur.

Teslim”i siz “İslâm” diye anlarsınız.

Burada “iman ve İslâm” kavramlarının geçmiş olmasından anlıyoruz ki; mü’minlerin aynı zamanda müslim oldukları belirtilmiş oluyor. Devlet yönetiminde mü’minlerin imtiyazları vardır, ama insan haklarında müslimler ile mü’minler arasında hiçbir fark yoktur.  Herkes eşitlik içinde haklara sahiptir.

***

مِنْ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ

(MiNa eLMuEMiNIyNa RiCAvLun ÖaDaQUv MAv GAvHaDUv elLAHa GLaYHi)

“Mü’minlerden Allah’la ahdettiklerine sadık olan rical vardır.”

İslâm devlet düzeni tarihte oluşmuştur. Kur’an sanki onları anlatan bir kitap mahiyetindedir. Yani, Hazreti Peygamber İslâm devletini öyle kurmuştur ki, Kur’an ona göre inmiştir. Aslında Kur’an indiğine göre İslâm devleti kurulmuştur. Cebrail Hazreti Muhammed aleyhisselâma anlatmış, o da uygulama yapmıştır. Bunun böyle olduğunu ve bunun Kur’an’daki yerini ancak 1400 sene sonra bulabiliyoruz.

 

Müşrikler vardır.

-Bunlar hakem karalarını kabul etmeyen kimselerdir.

Kâfirler vardır.

-Bunlar hakem kararlarını kabul ederler ama askere gitmezler ve bedel vermezler. Bunların bizim ülkemizde bizim halkımıza karşı genel güvenlikleri vardır. Mahkememize başvurarak haklarını isterler.

Müslimler vardır.

-Bunlar askere gitmezler ama cizye verirler, bedel öderler. Hakem kararlarına uyarlar. Bunlar genel hizmetten de yararlanırlar. Kamu görevlerinden yararlanırlar. Ayrıca genel hizmet yapabilirler.

Mü’minler ise;

-Hem genel hizmetten hem de görevlerden müslimler gibi yararlanırlar. Müslimler gibi genel hizmet de yapabilirler.

-Kamu görevlerini yerine getirmek ise yalnız mü’minlerin yükümlülüğündedir. Müslimler kamu görevlerini yapmak zorunda değildirler ama yapabilirler. Mü’minler ise kamu görevlerinden sorumludurlar; aynı zamanda yetkilidirler de.

-Mü’minlerin çocukları ve eşleri de mü’minler sınıfındadır.

-Mü’minler içinde ergin erkekler ricali oluştururlar. Savaşanlar ve diyet ödeyenler bunlardır. Askerlikte komutan bunlar olabilir, bucak başkanları bunlar olabilirler. Kadınlar ve emekliler komutan olamazlar, çocuklar komutan olamazlar.

 

Ricalün” kelimesinin nekre gelmesi, bir kısım mü’minlerin ahdettiklerine sadık olmamalarından dolayıdır. Bunun fıkhı sonucu, kişi savaşa katılmamışsa irtidat etmiş olmaz, mü’minlikten çıkmaz. Ama savaşa katılır da savaşta firar ederse, o zaman irtidat etmiş olur. Öylelerine başkanların uygulayacağı sürgünlük uygulaması dışında bir ceza uygulanamaz. İslâmiyet’te en önemli husus insanların zorla savaştırılmamalarıdır. Savaşmak isteyenler savaşır, istemeyenler zorla savaştırılmaz. Savaştan kaçma ise savaşanları ateşe atmadır. Onların önce savaşa koşup sonra savaştan kaçmaları, kalanların yenilmelerine sebep olur.

Mü’minler neyi taahhüt ettiler? Allah’la ne hususunda ahitleştiler?

Birileri Kur’an okur ve ondan şeriat hükümlerini ihraç ederler. O hükümleri uygulamak üzere bir cemaat oluşturacaklarını taahhüt ederler. Sonra biri çıkar ve bunların başına geçerek siyasi birlik oluştururlar. İşte bunlar Allah ile ahitleşmişlerdir.

Önce bir aşiret oluşturup o aşirette çalışmaya başlarlar. Bunlar on aileden oluşacaktır. On aile “Adil Düzen”i öğrenir. Sonra bunlar bir bucak kurarlar, bucak sözleşmesini hazırlarlar. Böyle bir siteyi kurabilmek ancak demokratik ülkelerde mümkündür. Demokratik olmayan ülkelerde böyle bir site oluşturmak çok zordur.

Peki, demokratik olmayan ülkede nasıl cihat yapılacaktır?

Yeni bir ocak veya bucağı kurmaya çalışacaksınız. Size mâni olmaya çalışacaklar, siz ise devam edeceksiniz. Bir gün gelir, onlar sizin görüşlerinizin yayılması için kendileri demokratik bir düzen getirirler. Dünyada bu böyle olmaktadır. Demokratik bir ülkede ortaklıklar kurmak isteyenlere bunları oluşturmak serbesttir. Türkiye’mizde hiçbir zaman parti kurmak, dernek kurmak, vakıf kurmak veya kooperatif kurmak yasak olmamıştır.

Ancak CHP zamanında, tek parti döneminde fiilen yasak olmuştur.

1950’den sonra yasaklar güya kalktı ama bu dönemde de Müslümanlara özel yasak uygulamaya başladılar.

1960’dan sonra bu haklar anayasalara geçti. İşte o tarihten itibaren Müslümanlar dernek, parti, vakıf ve şirketler kurmaya başladılar.

Çeşitli müdahaleler ve resmi baskılar yapıldı ama savaşı biz kazandık.

Bugün artık bu baskılar kalkmıştır.

Ne var ki, o gün bizim baskılar altında yaptığımızı şimdi sizler baskısız düzende yapmıyorsunuz! Demek ki henüz vakti gelmedi. Her şeyin günü ve vakti gelecektir.

Mü’minlerin ricali imanlarından ve İslâmlarından bir şey kaybetmediler. En tehlikeli günlerde bile sabırla beklediler ve direndiler. Teslim oldular; Allah’tan gelecek olan kadere teslim oldular. Huzur içinde idiler.

Bu iman ve teslimiyetin sonu ne oldu?

Rüzgar bizden yana esti ve düşmanların kalbine korku düştü. Zafer kazanıldı.

Benzer olaylar İstiklâl Savaşı’nda olmuştur. Ülkeye patron ararken İstiklâl Savaşı kazanıldı. Gerçi bu zaferin kazanılmasında bazı özel sebeplerle sömürü sermayesinin yaptığı destek de rol oynamıştır. Bugüne kadar tekel sermayenin direktifleri içinde yaşadık. Ama şimdi sömürü sermayesinin hakimiyeti sona erince gerçek istiklâlimizi şimdi kazandık.

Bunlar nelerdir?

a)      Dış siyasetimiz bağımsız hâle gelmektedir. Eskiden sermayenin izin verdiği ölçüde dış ilişkilerimizi ayarlarken, şimdi kendi siyasetimizi oluşturuyoruz.

b)      Ekonomimizi ancak sömürü sermayesinin izin verdiği ölçüde kendi isteğimize göre yapabiliyorduk. Artık Türk girişimcilerinin başında sömürü sermayesinin jandarmalığını yapan bürokratlar yoktur.

c)      Eğitimimiz sömürü sermayesinin kontrolünde idi. Kendi çocuklarımıza Kur’an’ı bile öğretemiyorduk. Bunlar artık tarih olmaya başlamıştır.

d)     Basın yayınımız onların emrinde ahlâksızlığı ve dinsizliği telkin etmektedir.

Bu durum kısa zaman sonra ortadan kalkacaktır. Artık uluslar kendi siyasetlerini kendileri belirleyecek, insanlar arasında barışı ve birliği hakemler sağlayacaklardır.

İşte, sabrın sonunda zafer bizim olmuştur. Daha da kesin zaferlere ulaşacağız. Askeri müdahaleler o anda hep İslâmiyet’in aleyhinde gelişmiş gibi görünmüş ama sonunda olaylar bizim lehimize olmuştur.

فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ 

(Fa MiNHuM MaN QaWAv NaPBaHUv)

“Onlardan bir kısmı nahbını kaza etmiştir.”

NaHBe” sıra veya kura demektir. Bir savunmada herkes bir yeri savunmayı yüklenir. Düşman bunlardan birisine saldırır. Savunmayı onlar yapar. Diğerleri ise saldırıyı beklerler. Savunma olursa savunurlar, olmazsa savunmazlar. Demek ki burada işbölümü vardır. Ancak görev denge üzerinde yapılmaktadır. Kime saldırı gelirse onlar savunmuş olur.

Bir komutanın emrinde 10’a yakın birlik bulunur. Komutan görevi bunlardan birine verir. Diğerleri ise görev almayı beklerler. İşte buna “nahbe” denir.

Genel olarak görevi yapan bir daha o görevi yapmaz, diğerleri yapar. Ama gerek kalmazsa, sonraya kalanlar hiç görev yapmayabilirler. Bu tür göreve “nahbe” denir.

Sırasını savana nahbeyi kaza etti denir.

Bu da bir hukuktur. Nahbe hukukudur.

Nahbe nöbetten farklıdır. Nöbette herkes nöbete gider. Nöbet tutmayan olmaz. Savaşmaya sıra gelmişse herkes savaşa katılır. Halbuki nahbede sıranın kime geleceği belli değildir. Göreve herkes katılmaz. Sıra  katılmayanlara gelir. Ama herkese sıra gelmeyebilir.

وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ

(Va MıNHuM MaN YaNTaJıRu)  

“Ve onlarda muntazır olanlar vardır.”

Görev bana verilsin veya görev bana düşsün diye bekleme vardır. Cephelere yerleştirirken komutan uygun geleni uygun yere yerleştirir.

Biz Türkiye’yi 12 bölgeye bölüyoruz.

Bu 12 rakamı bir rastlantı mıdır?

Kur’an’da da 12 sıbttan bahsedilmektedir.

Erzurum’da konuşlanan ordu Erzurum ve çevre bölgesi dışından gelen halk tarafından oluşmuştur. Bu bölge, bu alan karlı ve soğuk bir alandır. Düz yerleri ve ormanlıkları vardır. Çok zor şartlarda savaşılabilir. Böyle yerlere taarruz etmek çok zordur. Bu gibi bölgeleri savunmak da hazırlıklı olmak şartıyla çok kolaydır. Ne var ki o şartlara alışan insanlara ihtiyaç vardır. Burada kışın savunma yapmak daha kolaydır.

Karadeniz kıyılarında ise yazın savunma kıştan çok daha kolaydır. Çünkü yemyeşil ormanlıktır. Düşman bu durumda içerilere doğru ilerleyemez, sen düşmana karşı çok kolay gizlenirsin. Ama kışın karın iz bırakması ve ağaçların yapraklarının dökülmüş olması savaşı ve savunmayı zorlaştırır.

Hâsılı, her bölgenin kendi savaş şartları vardır. İnsanlar bundan dolayı orada yani bizzat o bölgede eğitim görmelidirler.

وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا(23)

(Va MAv BadDaLUv TaBDIyLan) 

“Tebdil etmediler.”

Yani verdikleri sözleri tebdil etmediler. Ahitlerini değiştirmediler. Sözlerinde durdular. Ahitlerine muhalefet etmediler.

Amerika Birleşik Devletleri’nde askerlere ne diyorlar?

Biz galip geleceğiz... Silahımız var… İkmalimiz var... Siz sadece ordumuza katılın… Size bir şey olmaz… Sadece maaşınızı alın ve ordumuzda bulunun yeter!..  

Böyle derler ve ordularını bu şekilde hazırlarlar!

Böyle bir ordu ile insanlığın güvenliğini yüklenmişlerdir!

Kur’an’da, böyle paralı askerlerle dünya güvenliğinin sağlanamayacağı ifade edilmiş oluyor. Kur’an’a göre; savaşa gideriz ve kimimiz şehit oluruz, kimimiz ise şehitliğimizi bekleriz. Asker olmak demek ölümü beklemek demektir. Kur’an bunlar için; onlar mallarını ve canlarını Allah’a satmışlardır diyor. Bunun karşılığı ise cennettir. Mü’min bu demektir, bunu yapan demektir. Allah’la ahitleşmek demek, bu alışverişi yapmak demektir. Mü’minler canlarını kurtarmakla uğraşmazlar. Allah’ın kendilerine vermiş olduğu rütbeleri memnuniyetle kabul edip ölürler veya ölümü beklerler. Yani; ya şehit, ya gazi.

Bugünkü basın ve yayın mensupları böyle kişileri tanımıyor, bilmiyor ve ortaya çıkarmıyor. Ancak gelecekte “Adil Düzen” geldiği zaman böyle sadık olan mü’minlerden olan rical kolayca bilinecek ve tanınacaktır.

Önce insanların kâfir kalmalarına da izin veriyoruz, yani kâfirler vardır. Hattâ onlar bizim ülkemizde yaşarlar. Genel hizmetlerden yararlanamazlar ama kamu görevlerinden yararlanırlar.

Sonra müslimler vardır. Bunlar dünyada da hasene isterler, âhirette de hasene isterler. Bunlar savaşmak zorunda değildirler. Bedel verir ve savaşmaktan kurtulurlar. Bütün vatandaşlık hakları korunur.

Nihayet mallarını ve canlarını Allah’a satarak yeryüzünde Allah’ın ordularını oluşturan insanlar vardır, yani mü’minler vardır. Bunlar Allah için ya ölmüş kimselerdir, ya da ölmeyi bekleyen kimselerdir. İslâm orduları işte bunlardan oluşur.

Vatandaşları zorla orduya alıp silah zoru ile savaştıran devletler kısa zaman içinde başarılı oluyorlar ama biraz sonra bunların hakimiyetleri bitiyor.

Yeryüzünde zafer inananlarındır, zafer mü’minlerindir.

Diyelim ki âhiret yoktur. Diyenlim ki -haşa- Tanrı yoktur.

İnsanlar ikiye ayrılıyor.

Madem Tanrı yoktur, madem âhiret yoktur; ben yaşadığım kadar yaşarım, başkalarını ezebildiğim kadar ezerim ve sonunda ölür giderim; bu dünyada yaşadığım bana kâr kalır!

Bunlardan, bu gibilerden oluşmuş bir ordu ne kadar savaşabilir?

Bu gibiler kısa bir sıkıntıda kaçıp başka yerde yaşamayı yeğleyeceklerdir.

Şimdi, yine diyelim ki Tanrı ve âhiret gerçekten yok ama ona inanan bir grup var. Bunlar ölmeyi göze alan, ölmeyi yükselme ve şeref kabul eden kimselerdir. Bunların oluşturduğu ordular elbette galip geleceklerdir. İnanıyorsanız üstünsünüz, yenersiniz âyeti bir doğa kanununu ifade eder. Bunlar bazen âhiret ve Tanrı’nın varlığından kuşkuya düşebilirler. Ama o zaman şöyle düşünürler. Ben er veya geç nasılsa öleceğim. Üç yıl saha fazla yaşasam veya eksik yaşasam ne çıkar. Ben Allah ve âhiret varmış gibi amel ederim. İnandığım doğru çıkarsa kazanırım, çıkmazsa bir zararım olmaz. O halde ben zarar etmeyen ama kazanma ihtimali olan bir oyun oynuyorum der ve inanarak savaşır. Bunlar daima galip gelir.

İşte yeryüzünün güvenini ancak bu inananlar sağlayacaklardır.

Bunu Yahudiler bilmektedir. Onlar dünyayı yönetmek için insanlığı beşyüz yıldan beri dinsizleştirmeye uğraşmaktadırlar. Yirminci yüzyılda artık zafere ulaştıklarını sanmışlardı. Ama yirminci yüzyılda ortaya çıkan ilimler Allah’ın varlığını kanıtladı, Kur’an’ın Allah sözü olduğunu kanıtladı ve âhiretin varlığı da böylece kanıtlanmış oldu.

İnsanlık dinsizliğe doğru giderken, birden dönüş yaptı ve…

Bugünkü insanlık inananların zaferini kutlamaya başlamıştır...

***

لِيَجْزِيَ اللَّهُ الصَّادِقِينَ بِصِدْقِهِمْ

(LiYaCZıYa elLAHu elÖADiQIyNa Bi ÖıDQıHıM)

Allah sadıkları sıdıklarından dolayı cezalandırsın diye (sözlerini tebdil etmediler).”

Sözlerinde durdular. Sözlerinde sadık kaldılar.

Biz buradaki ma bedeluya talik ettik. Lam saddakuya da talik edilmiş olabilir. Mânâda fazla değişiklik olmaz.

Sadakat” müsbet fiildir. “Tebdil etmeme” menfi fiildir.

“Ahmet dün işe geldi, evinde oturup keyif çekmedi” dediğimiz zaman, Ahmet’in bütün gün işe geldiğini ifade etmiş olursunuz. Burada da “sadık kaldılar, değiştirmediler” deyince, ahitlerini eksiksiz yerine getirdiler demek olmuş olur. Bunlar bunu yaparken, Allah onların bu sadakatlerinin mükafatını versin diye bunu yaptılar denmiş olmaktadır.

Kamu görevlerini yerine getirenler genel hizmetleri ifa ederken ve bunları yaparken ücretleri istihkak ederler. Savaşı kazananların ganimete sahip olmaları da buradan gelmektedir. Devlete sadık olanların sıdkları mükafatlandırılmalıdır.

Sermaye insanları savaştırıyor, varışı masa başında yapıyor ve parsayı kendisi topluyor. Ancak bu oyun bitmektedir. Artık savaşı kazananlar savaşı kazanmanın nimetlerini kendileri paylaşacaklardır. Paralı savaşçılar yenilecek, inanmış savaşçılar ortaya çıkacaktır. Dinleri ne olursa olsun, Allah ve âhirete inanıyor ve şeriatın dünyaya hakim olmasını sağlamak için çalışıyorlarsa; işte bu çalışanların oluşturduğu devletlerin mü’min orduları dünyaya hükmedeceklerdir. Gerçek lâikliği de, gerçek demokrasiyi de, gerçek sosyalliği de, gerçek liberalliği de işte bu ordular getirecekler ve koruyacaklardır.

Bizim Türk ordusunu yıpratmak ve zayıflatmak değil; Türk ordusunun inanmış bir barış ordusu hâline gelmesini sağlamak ve onun çok daha kuvvetli bir ordu olması için çalışmamız gerekir.

Türk ordusu zaten böyledir. Böyle olduğu içindir ki Çanakkale’den beri hep zaferlerden zaferlere koşmakta, her gittiği yerde kendisini sevdirmektedir.

Bizim işimiz kolaydır.

Türk ordusuna bazı bilmediklerini anlatabilirsek sorunumuz biter. Bunun için yapacağımız şey, bizim doğru dürüst bilmemiz ve kendi aramızda uygulamamız yeterlidir. Ordu içine casuslar sokarak bu işi yapamayız. Türk ordusu bölünürse artık bize de yaramaz. Onun için ordunun tamamı gerçekleri görmelidir. Bir subay takiyye yapa yapa Genelkurmay Başkanı olsa bile dört senede ne yapabilir. Takiyye alışkanlığını değiştiremez.

O halde YAŞ kararlarına itiraz etmek yanlıştır.

Askerlerin sivil mahkemelerde muhakeme edilmesi yanlıştır.

Millî Güvenlik Kurulu bizim en kutsi bir kuruluşumuzdur.

Genel sekreter asker olmalıdır.

Devlet başkanı asker olmalıdır.

Bakanlar ve başbakanlar sivildirler.

Orada askerler sivilleri, siviller de askerleri eğitmelidir.

Millî Savunma Bakanı olarak öyle birisi getirilmelidir ki; o “Adil Düzen”i bilmeli ve orada başbakan ve diğer bakanlara birlikte anlatmalıdır.

Askerler de ülkenin çıkarlarını sivillere anlatmalıdırlar.

Yani, Millî Güvenlik Kurulu, sivil-asker uzlaştırma okulu olmalıdır.

İki ayda bir değil, her hafta toplanmalıdır.

Ordumuzun çok güçlü ve saygın olması için elimizden geleni yapmalıyız. Ama ordumuz Allah ve âhirete inananlardan oluşmalıdır. İnanmamış kimselerin orduda yeri olmamalıdır, çünkü bunlar savaşmazlar. Biz onlara güvenir, savaşa gider, ondan sonra da mağlup oluruz. Bunun için isteyenler bedel vererek askerlik yapmamalıdır. İnanmamış subaylar sivil görevlere terfi ettirilerek oralara getirilmeli, ordu yalnız inanmışlara bırakılmalıdır. Bunu yapmamız zordur. Ama bunun yerine on iki ordumuzun orgenerallerine değişik inançta olanları getiririz ve halkımıza; buyurun, istediğiniz orduda askerlik yapın deriz. Ondan sonra savaşta veya tatbikatlarda başarılı olan askerler kendiliğinden diğerlerini elerler. Askere gidenler sadece mü’minler olacağı için sonunda inanmış ordu oluşur.

وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقِينَ إِنْ شَاءَ

(Va YuGazZıBa eLMuNAFıQIyNa EiN ŞAyEa)

Ve meşieti olursa münafıkları tazib etsin diye sadık kaldılar; yahut tebdil etmediler.”

Bir toplulukta inkılabın olması için inkılap taraftarı bir grup ortaya çıkar. Bunlar yenilik yapmak isterler. Diğerleri ise onların bu yeniliklerine direnirler. Aralarında mücadele başlar. Tutucular ve inkılapçılar birbirleri ile çekişirlerken, halk gerçekleri öğrenmeye başlar ve yavaş yavaş inkılapları sindirme cihetine gider. Bu tutucularla ilericiler arasındaki çatışma olmadan halk inkılapları benimseyemez.

Türkiye’de iki yüz yıldır, üç yüz yıldır inkılaplar yapılmaktadır. Ne var ki bu inkılapların hepsi dışarıdan gelen baskılar sonucu saltanat veya iktidar partisi tarafından empoze edilmiştir. Bu sebepledir ki Türkiye inkılaplarını tamamlayamamıştır.

Mustafa Kemal asker kafası ile inkılapları tamamladığını sanmış ve ulusuna muasır medeniyetin fevkine çıkmayı hedef olarak göstermiştir. Onun bu sözlerinden sonra neredeyse seksen sene geçmesine rağmen, biz hâlâ Avrupalılaşmaktan dem vurmaktayız!

İşte bundan dolayı peygamberler inkılaplar yaparken münafıkların da muhaliflerin de varlığını kabul etmekte, onları zorla inkılaplara götürmemektedir.

İnkılaplara karşı olanlara baskı yapılıp sindirilmeleri için cezalar verilmekte ama direnenler yine de tamamen yok edilememektedir. Türkiye’de bunun için zor kullanılmış, direnenler sindirilmiştir. Ama biraz sonra tekrar ortaya çıkmışlardır. Ne tarikatlar ne de medreseler ıslah olmamıştır. “Adil Düzen”e karşı direnenler İmam Hatip okulları ve tarikatlar olmuşlardır. Yani Osmanlı dönemi adeta geri gelmiştir.

Sovyetler (SSCB) de yetmiş yıllık baskı ile bir yere varamamışlardır. Gorbaçov’un bir fiskesi Sovyetleri tarihten silmiştir.

Oysa peygamberler inkılapları halka inandırarak yaptılar. Binlerce sene sonra insanlar hâlâ onların arkasından gitmektedir.

أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ

(EaV YaTUvBa GaLaYHıM)  

“Yahut onların tevbesini kabul eder.”

İnkılapları durduracak dereceye varan münafıklığı yok eder. Buna karşılık baskı ile değil, inandırarak inkılapları başarmak için de münafıkları affeder.

Burada çok önemli bir olay vardır. Topluluk içinde münafıklık ve gericilik daima var olacaktır. Onları yok etmek ve ortadan kaldırmak sözkonusu olmayacaktır. Onlar muhalefet edince inkılapçılar inkılaplarını daha iyi ve daha kolay anlatırlar.

Biz iktidardan sadece demokrasi istiyoruz, lâiklik istiyoruz, eşit şartlar istiyoruz. Yoksa devletin imanın bekçisi olmasını istemiyoruz. İnanmak veya inanmamak serbest olacaktır. Devlet bunlara karışmayacaktır. Birileri diğerlerini ezerse, devlet orada kendisini gösterip adil bir şekilde sorunları çözecektir.

Bugün ne yapılmaktadır?

Dindarlara baskı yapılmakta, dinsizler hakim kılınmaktadır. Buna rağmen dindarlar güçlenmekte ve adım adım iktidara gelmektedirler. İlâhi nizam böyledir. Tarihte en büyük zulümler yirminci asırda dindarlara karşı yapılmıştır.

Ama sonunda ne olmuştur?

Dinler bütün güçleri ile muzaffer olmuşlardır.

Din düşmanları şimdi köşe bucak saklanmaktadırlar.

Din düşmanlığı ne yapmıştır?

Dindarları birbirine dost yapmıştır. Artık  dinler birbirleri ile değil, dinsizlik ve imansızlıkla birlikte mücadele etmektedirler. Bundan sonra ağır zararlar iras etmeyen münafıklar da affedilmektedir.

Burada önemli bir hukuk kuralı da getirilmiştir.

“Adil Düzen” geldiği ve iktidar olduğu zaman ne yapacaktır? Eskiden “Adil Düzen”e saldıranları cezalandıracak mıdır? Yoksa düzenin gereği bu zulümleri yapmışlardır diye onları af mı edecektir? Veya bir kısmını cezalandıracak, bir kısmını affedecek midir?

Bu âyet bize işte bunu anlatmaktadır.

Ergenekon davası bu sebeple yanlış bir davadır.

Ergenekon suçları devlet suçlarıdır. Düzen değişmemiştir ki, devlet değişmemiştir ki, devletin istihdam ettiği kişileri bugün muhakeme ediyoruz, mahkum etmeye çalışıyoruz.

Hata nerede işlenmiştir?

İç güvenlikle ilgili olan PKK sorunu askerlere havale edilmiştir. Askerler iç güvenliği sağlayamazlar. Onlar cephe savaşını bilirler. Askerlikte adalet yoktur. Asker -nasıl olursa olsun- savaşı mutlaka kazanmalıdır. Ordu kendi halkıyla savaşamaz. Siz bu görevi onlara verince, onlar düşmana karşı yapılan cephe imha hareketlerini yaparlar. Çoğu zaman sonuç da alamazlar. Şimdi bizim onları muhakeme etmemiz anlamsızdır.

Devletten maaş ver, emir ver; ve şimdi de muhakeme et!

Ergenekoncular ne zaman muhakeme edilir?

Türkiye’ye “Adil Düzen” gelir. İnkılap tamamlanır. Demokratik, laik, liberal ve sosyal bir hukuk devleti kurulur. O zaman adil yargı sistemi içinde suçlular muhakeme edilir. Herkesin suçu ortaya çıkar. Sonra bunların bir kısmı affedilir, bir kısmı cezalandırılır.

Devlet “Adil Düzen”e kavuşmadan, Ergenekon davasının açılması ve yürütülmesi sonunda orduyu böler veya ordu müdahale etmek zorunda kalır.

إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا (24)

(EinNa elLAHa KAvNa ĞaFUvRan RaXIyMan)  

“Allah gafur ve rahim bulunmaktadır.”

Zulüm düzeninde işlenen suçlarda esas olan cezalandırmak mı, yoksa esas olan affetmek midir? Bu ifadeden anlıyoruz ki, bizim için esas olan affetmektir. Yani inkılaptan önce işlenmiş suçlara karşı inkılaptan sonra kurulacak mahkemelerce verilecek kararların sonucunda çoğu affedilir. Böylece inkılaplar sevimli hâle gelir ve halk onları sevmeye başlar.

Bununla beraber bazı kimselerin affı inkılaplara zarar verebilir. Onların istisnai olarak cezalandırılması gerekir. Bazı kimseler cezalandırılmazlarsa fitne başı olmaya devam ederler. Onlar istenmeseler de onlar âlet edilebilirler.

Bazı kimseler özel suçlar işlemiş olabilirler. Kamu yetkilerini kendi şahsi ihtirasları için kullanmış olabilirler. Bunların affedilmesi caizdir.

Burada suç işleyenleri affetmek yeterli değildir. Suç işleyenlerin bir daha suç işlemek zorunda kalmamaları için onlara iş ve aş sağlamak gerekir. Rahmanın mânâsı budur.

PKK’lıları affedelim ama eğer onları yerleştirmezsek, onlara iş ve aş temin etmezsek, tekrar örgütlenip dağlara çıkabilirler. Bunlara farklı muamele yapmazsak, bu sefer PKK’ya katılmış olanlar işsiz oldukları için onlar eşkıyalığa başlarlar.

O halde PKK sorununu çözmek için bir defa herkes için aidatsız ve primsiz sosyal güvenlik müessesesini kurmamız gerekir.

Ondan sonra da herkese mutlaka iş temin etmemiz gerekir.

Herkese aş, iş ve eş sorununu çözmeden yapacağımız operasyonlar boştur.

Bunları sağlayan da “Adil Düzen”dir.

“Adil Düzen” herkese bunları nasıl ve ne şekilde sağlayacaktır?

Her Adil Düzen Çalışanı bunları çok iyi bilmeli ve her yerde herkese anlatmalıdır.

Merkez Bankası parayı basıyor ve her çalışana faizsiz olarak “çalışma kredisi” veriyor. Çalışan istediği işverenin yanına gidiyor ve çalışıyor. Ücretini bankadan alıyor. İşveren ve işletmeye de faizsiz-icrasız “hammadde kredisi” veriliyor. Mamul madde üretiliyor ve ambara konuyor. Satılınca devlet kredilerini tahsil ediyor. Bunda bir zorluk yoktur. Devlet böylece karşılıksız para çıkarmamış oluyor. Herkese iş bulmuş oluyor. Bu arada ücrette serbest rekabet, piyasalarda serbest rekabet devam ediyor.

Elde edilen ürünlerden devlet payını alıyor. Bundan bir kısmını ayırarak çalışmayanlara sosyal güvenlik içinde ödeme yapıyor. Halktan herhangi bir aidat istemiyor. İşverenden de istemiyor. Böylece herkese aş da bulunmuş oluyor. Evlilik dışı ilişkiler yasaklanıyor. Evlenenlere mesken kredisi veriliyor. Aş ve iş zaten herkese sağlanmıştır. Böylece herkes evlenmek zorunda kalıyor. Evlenme imkanlarına da sahip.

İşte “Adil Düzen” budur.

Böylece anarşi biter, PKK biter.

Böyle bir düzeni kurduğumuzda eski suçları da affederiz.

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org      (0532) 246 68 92

 

 

 

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-534/ADİL DÜZEN DERSLERİ-364   31 Ekim 2009

 

1. EKONOMİDE TASARRUF

Mübadele ekonomisinde denge üretim ile tüketim arasında kurulur. Üretimde adil bölüşüm olur ve herkes kendisine düşen kısmı tüketir.

Ürettiğinden fazla tüketme ambarları boşaltır.

Ürettiğinden az tüketme ise işsizliğe sebep olur.

Eskiden az tüketme zararlı değildi. Çünkü kişi artırdıkça başkaları onun artırdığından yararlanıyor, böylece olumlu bir duruma düşülüyordu.

Bugün ise az tüketme demek, başaklarının mallarının satılmaması demektir. Bu da onları yani üreticileri işsiz bırakır. Böyle bir durumda onlar da senin malını alıp tüketemezler. Dolaysıyla sen de işsiz kalırsın.

Sen ayda bin liralık iş yaptınsa, onu o ay tüketmen gerekir ki, gelecek ay da başkaları üretsin, senin ürettiğin malları satın alsın. Böylece ekonomik çark dönsün.

O halde “israf” yani “üretmeden tüketmek” ne kadar zararlı ise;

Ürettiğin halde tüketmemek ve stok yapmak da o kadar zararlıdır.

 

Öyle bir “ekonomik düzen” kurulmalıdır ki, bu düzende insanlar ürettiklerini tüketsinler. Ne fazla tüketip israf yapsınlar, ne de tasarruf edip krizlere sebep olsunlar.

Kur’an bunu değişik âyetlerle ifade etmiştir.

Önce denge âyetleri ile dengeyi bozan hareketleri yasaklamıştır.

İsrafı haram kıldığı gibi cimriliği de haram kılmış, kenz etmeyi yasaklamıştır.

Herkes çalışacak ve üretecektir, ürettiklerini ve emeklerini satacaktır.

Kişi zenginse, elde ettiği gelirden kamuya pay verecektir.

Kişi fakirse, kamu bütçesinden (zekâttan) payını alacaktır.

Böylece herkesin eline o ay belli bir miktar geçecektir. Elde edilen bu geliri o ay harcayacaktır. Bu uygulama sayesinde ülkede üretildiği kadar tüketim olacaktır. Ne eksik ne de fazla ürün olmayacaktır.

 

Tasarruf haftası gibi bir haftanın mânâsı yoktur.

Böyle bir hafta ne İslâmîdir, ne iktisadîdir.

İslâmî olan “iktisat”tır, yani “denk bütçe”dir.

Kişilerin bütçeleri denk olmalıdır.

İşletmelerin bütçeleri denk olmalıdır.

Belde, il ve devlet bütçeleri denk olmalıdır.

 

Bunu yani bu denkliği nasıl sağlayacağız?

1)  Yardımlaşma yoluyla bu denklik sağlanır. Gelirleri çok olanlar az olanlara karşılıksız varlıklarını aktarırlarsa üretim ile tüketim arasında denge doğar. Zekât veya vergi budur.

2)  Varlıklılar varlıklarını muhtaç olanlara kullandırırlar, yani faizsiz borç verirler. Böylece şimdi Ahmet’in fazla olan malı Hasan’a geçer; sonra Hasan’ınki Ahmet’e geçer.

3)  Yeter miktarda tüketim malları üretilmelidir. Artan emek yatırıma kaymalıdır. Bunun için “selem kredileri” ile tüketimde planlama sağlanır. Ayrıca inşaatta resmi ücret ve fiyat uygulanır, tüketimde serbest fiyat ve ücret uygulanır. Böylece artan emek yatırıma kayar.

4)  Yatırıma da ihtiyaç yoksa, o zaman artan zaman ilme ve kültüre yöneltilir ve uygarlaşma sağlanır. Daha çok nüfusun barınması için imkanlar hazırlanır.

 

Bin lira  geliri olan kimse bin liradan fazla harcama yapmayacaktır.

Ödeme planı olmayan borçlanmalar israftır ve haramdır.

Böyle bir şey yapmak yerine dilenmek daha ehvendir.

Eğer bin lira fazla gelirse, yatırım yaparak artan parayı devreye sokmalıdır.

Yatırım yapmak istemiyorsa, faizsiz kredi müesseselerine sokup ondan başkalarının yararlanması sağlanmalıdır.

İnsanlar şimdi paralarını sadece bankaya yatırmaktadırlar.

Oysa “Adil Ekonomik Düzen”de siz ürününüzü, mesela fındığınızı ambara verip ambardan “fındık senedi” alırsınız. O senedi bankaya götürüp mevduat olarak koyarsınız. Bir başkası onu alır ve kullanır. Sana lazım olduğu kadarını gerektiğinde geri vermiş olurlar.

Buna rağmen senin ürettiğin mal tükenmiyorsa, o zaman yapılacak iş o üretimi yavaşlatmak olacaktır.

 

Batılılar ne yapıyorlar?

Batılılar bunu piyasadan para çekerek sağlıyorlar. Faizi yükselttiklerinde halk kredi almaktan vazgeçer. İşletmeler para yatırmaktan vazgeçer. Bankaların mevduatı artar. İşsizlik çoğalır. Üretim yavaşlar. Stoklar eriyince bu sefer faizleri düşürürler, üreticiler faaliyete geçerler. Halk işletmelerin senetlerini alarak yatırımlarını oralara kaydırırlar.

İşsizlik zamanında sosyal krizlerin oluşmaması için de işsizlik sigortası oluşturulmuştur.

Batı böylece üretimini ve tüketimini bu şekilde planlamaktadır.

Kendisinin ekonomik ve sosyal düzenini başka ülkeleri sömürerek sürdürmektedir.

“Adil Ekonomik Düzen”de ise herkese “çalışma kredisi” verilerek tam istihdam sağlanmaktadır. Tüketimde artan emek ise yatırma kaydırılmaktadır. İsteyen emek de kültüre yani kültürel ve sosyal faaliyetlere kaymaktadır. İnsanlığın gelişmesi ve uygarlaşması bu sayede gerçekleşmektedir.

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org      (0532) 246 68 92

 

 

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-534/ADİL DÜZEN DERSLERİ-364   31 Ekim 2009

 

2. EKONOMİK OYUNLAR…

Bakan konuşuyor; Türkiye yatırım ve finans merkezi oluyor... AB ülkeleri, Rusya, Çin ve Hint gibi ülke firmaları Türkiye’de yatırım yapacak, araba vs. üretecek, ülkemiz gelişecek...

Bir zamanlar morgıç (mortgage) dolar kredisi veriyor ve Türkiye’de mesken inşaatı oluyordu. Halk tarlasını ve atölyesini bırakmış, inşaata işçi oluyordu. Aldığı TL ile ucuz dolar alıyor ve onunla da ucuz ucuz Çin malları satın alacaktı. On sene sonra Türkiye’de ekilecek tarla kalmayacak, on sene sonra artık atölyelerde dönen motor kalmayacaktı...

Allah korudu; ABD’de kriz çıktı da o tehlike atlatıldı.

Sayın Bakan şimdi de yeni tehlikenin sinyalini vermiştir. Türkiye’ye gelecek büyük sermaye fabrikalar kuracak, Türk halkı orada çalışacak ve tarlalar çalılıklara dönüşecek, Türk sanayisi unutulup gidecektir. Başka türlü Türkiye’yi fethedemediler; böyle fethedecekler...

Böylece Türkiye’yi bitireceklerdir.

Bugün köylerimiz bomboş. Atölyelerimiz kaçak işçi çalıştırıyor. İstanbul böylece ucuza mâl edip ihracat yapabiliyor. Kendi işçimiz ucuz çalışamıyor. Maliyetler yüksek olduğu için ürettiğini satamıyor. Yani daha dış sermaye fabrikaları kurmadan da ülkenin tarımı ve sanayisi sana sağlık olmuş.

 

Biz bunları yazarken olumsuzluklar çığırtkanlığı yapmıyoruz. Madem ki yabancı sermaye geliyor, Türkiye’de yatırım yapıyor. Gelsin yapsın. Buna biz engel olmayalım. Olamayız da. Birtakım dolambaçlı yollar bulur, yine gelir. Şimdiye kadar planda Türkiye’yi yıkma vardı. O sebeple Türkiye’de yatırımlar yapmıyorlardı.

Şimdi Türkiye’yi yıkamayacaklarını anladılar; bari esir edelim diyorlar.

Yani, Türkiye’de yatırım yapılmasını önleyemediler. Çünkü Türkiye yatırım merkezi. Ekonomik ve sosyal yapısı öyle.

 

Türk tarımının ölmemesi için gerekli tedbiri almalıyız.

Bunun için iki yol takip edilebilir.

Birinci yol, kurulacak fabrikalara dışarıdan, Asya’nın her yerinden işçi gelir ve çalışır. Bunlar on milyon civarında olur. Türk halkı tarlasına döner. Orada küçük sanayi içinde ayrıca boş zamanlarını değerlendirir. Büyük sanayiye yan sanayi oluşturulur. Türk atölyeler kırlara ve köylere taşınır. Böylece bir taraftan tarım kendisini korur ve yaşatır, diğer taraftan Türk halkı sanayii unutmaz, makineler paslanmaz. Bir gün büyük sermaye aldığı emirle fabrikaları söküp götürse işçi de kendi ülkesine döner. Ülkemiz zarar etmiş olmaz. Yeni yatırımları bekler. Sonra tekrar gelip o fabrikaları faaliyete geçirirler. Daha doğrusu Türk milleti hazırlıklı olursa böyle bir karar onlara fayda vermeyeceği için bundan vazgeçerler.

Yabancı işçiyi Türkiye’deki büyük sanayiye getirip halkımızı küçük sanayiye ve tarıma mahkum etmek kolay iş değildir. Çünkü büyük sanayideki işçilik tek düze iştir. Sabah git, akşam gel. Ayrıca sosyal haklar.

Kentin refahına alışmış insanları tarlalarda tutamayız. Bunu başarmak maharetli bir yönetime ihtiyaç gösterir. Sistem değişmelidir; genel olarak “Adil Düzen” ve özel olarak “Adil Ekonomik Düzen” gelmelidir.

 

İkinci yol ise daha değişiktir. Türk halkı şehirlere taşınır ve büyük sanayinin işçisi olur. Esaret içinde keyif çatar. Köylerimize dışarıdan işçi getiririz. Gerek eski Sovyet ülkelerinde, gerekse Çin’de işçilerin aylığı 50 dolardır. Biz ise bunlara 500 dolar kazandırsak istediğimiz kadar iççi buluruz. Nasıl kazandıracağız? Bunların köylere gelip iş yapmalarına izin vereceğiz. Tarla sahipleri bunları tarlalarına yerleştireceklerdir. Büyük sanayide aldıkları paranın onda birini bunların geçimleri için vereceklerdir. Gelen işçiler tarlaları ekecekler; mesela yüzde elli ile ekeceklerdir Fındıklarını, cevizlerini, zeytinlerini, kaysılarını yüzde elli ile değerlendireceklerdir. Bu mahsul para edecektir. Çünkü ağır sanayi Türkiye’ye geldiği için bol para geliyor demektir. Ayrıca bunlara köylerde küçük atölyeler kurulacaktır. Boş kaldıkları zaman bu atölyelerde yan sanayi işçisi olarak çalışacaklardır. Karı koca çalışacaklardır. Böylece en az bin dolar tasarruf edeceklerdir. Birkaç sene burada çalışanlar, mesela on sene çalışanlar yüz bin dolarla ülkelerine döneceklerdir. Burada öğrendikleri teknoloji ve küçük sanayii orada faaliyete geçirecekler. Türk girişimcileri de oralara gidip oranın orta sanayiini kuracaklardır. Bugün de zaten böyle olmaktadır.

Hâsılı, bizim ülkemiz köşe başında bir ülkedir. Dünyanın en zengin ülkesi olmak, en gelişmiş ülkesi olmak için büyük çabaya gerek yoktur. Türkiye’ye yabancı işçinin kolayca gelip çalışmasını sağlamalıyız. Bunun için konuk işçilik statüsünü getirmeliyiz. Bunlar ancak bir kooperatif ortağı olarak gelmelidir. Kooperatif kendi içinde sigorta yapabilir. Bunların sosyal hakları yoktur. Sadece sağlık bakımından devlet kooperatiflerinden masraflarını alarak sigortalamalıdır. Türkiye’ye giriş ve çıkışları serbest olmalı ve masrafsız olmalıdır. Bir işyeri sahibi gereği kadar işçi alabilmelidir. Bu işçiler şehirde ancak hizmet işçiliği yapabilmelidir. Tarım ve sanayi işçiliğini köylerde yapmalıdırlar. İnşaat işlerinde ve kent sanayiinde bunlar çalışamamalıdırlar.

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org      (0532) 246 68 92

 

 

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-534/ADİL DÜZEN DERSLERİ-364   31 Ekim 2009

 

İRAN VE TÜRKİYE

RİYAL VE TÜRK LİRASI

Yeryüzünde ilk olarak devletler Irak’ta, sonra Mısır’da kurulmuştur. Hindistan’da ve Çin’de de devletler oluşmuştur. Bunlar büyük ırmakların kenarında tarıma dayalı uygarlıklardır. Ondan sonra MÖ 2000 yıllarında İran’da ve Türkiye’de orman tarımına dayanan orta kuşak devletleri oluşmuştur. Diğer ülkeler uygarlıkları bunlardan öğrenmişlerdir. İran ve Türkiye en eski devlet tecrübesine sahiptir. Ayrıca ülkeleri Batı dünyası ile Doğu dünyasını bağlayan ana güzergahın üzerindedir. Toprakları her çeşit iklime sahip olan ve kendi kendilerine yeten ülkelerdir. Nüfusları da 70 milyonun üzerindedir. Biri Sünni, diğeri Şii bir devlettir.

İran ve Türkiye’nin anlaşması demek; İslâm âleminin anlaşması demektir, Müslümanlar arasında mezhep kavgalarının sona ermesi demektir.

İran ve Türkiye’nin anlaşması demek; Ortadoğu’nun güçlenmesi ve Ortadoğu’daki dağınıklığın sona ermesi demektir.

İran ve Türkiye dostluğunun çok çok önemli olduğunu bilen süper güçler, devamlı olarak bu iki devletin arasını açmak ve onları birbirleri ile savaştırmak istemişlerdir. Ne var ki üstün devlet tecrübesine sahip olan  bu iki devlet birkaç asırdan beri barış içinde yaşamaktadır. Kasrışirin Antlaşması’ndan sonra aralarında bir çatışma olmamıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra da ilk ağırlanan devlet başkanı İran Şahıdır.

Şimdi İran’la Türkiye çok önemli bir anlaşma yapmışlardır. Türkler İran’da gaz çıkaracaklar. Mübadele de Dolar üzerinden değil, Riyal ve TL üzerinden olacaktır. Bu adım insanlığın ekonomik kaderini değiştirecektir.

Burada iki yenilik vardır. Tekel sermayenin tekelinde olan uluslararası enerji üretimine Türkiye de katılıyor demektir. Dünyanın en güçlü ekonomilerine sahip olan Almanya ve Japonya bile bunu henüz yapamamaktadır. Bu olay uluslararası savaş sebebidir. AK Parti bunun farkında mıdır?

Bundan daha büyük suç, uluslararası mübadelede Dolar veya Eurodan başka paranın kullanılmasıdır. Daha doğrusu ulusların kendi paraları ile mübadele etmeleridir. Bu sermaye sömürüsüne son verecek çok büyük atılımdır. Bu olay Yahudilerle Hıristiyanları birleştirip Türkiye ve İran’a saldırtacak kadar önemlidir. AK Parti bunun farkında mıdır?

Atılan adımlar çok ileri adımlardır. Ne var ki bunları çalıştırabilmek kolay bir iş değildir. Buradaki zorluk TL ile Riyal arasındaki pariteyi tesbit etme zorluğudur. Eğer bu iş yine dolarla yapılacaksa, anlaşmalar dolar üzerinden yapılmış demektir. Takas olduğu için bu maddenin bir faydası yoktur. İki devlet kendi halklarını kandırmış olmanın dışında bir yararı yoktur. Uygulamanın altın üzerinden yapılması bir derece işi ciddiye almak demektir. Altınla değerlendirmenin başka tehlikesi şudur. Dolar ve Euro ile altını satın alarak altının değerini yükseltmiş olurlar. Böylece iki tarafta da fiyatlar yükselir ve alışveriş durur.

O halde iki para arasında kur nasıl tesbit edilecektir?

Bu hususta Adil Düzen tarafından önerilmiş sistem kabul edilirse bu iş tutar ve bu hareket sermayenin sömürüsüne son verir. Bugün sermaye en zor durumdadır, Türkiye-İran anlaşmasını sabote edecek güce sahip değildir. Sonra ise bunun tekel sermayenin de kârına olacağını görecektir. Faizli sömürü yerine faizsiz ticarete geçecek ve böylece çökmeden gelecek uygarlığın içinde yine yerini koruyacaktır. Böylece bu anlaşma sömürü sermayesini de yok olmaktan kurtaracaktır. Faizden vazgeçtiği için ana para kendisine kalacaktır.

Bunun için ne yapılacaktır?

Adil Düzenin çözümü şudur.

İran ile Türkiye arasında olması istenen ticaret hacmi nedir? Diyelim ki beş milyar dolardır. Bunun beşte bir miktarını TL olarak Türkiye İran’a kredi olarak verir; faizsiz olarak verir. İran da buna tekabül eden Riyali Türkiye’ye kredi olarak verir. Başlangıçta her iki taraf kurları altın değeri üzerinden tesbit ederler. Bu değer nominal değerdir. Bir sene içinde bu nominal değer değiştirilmez.

İran’dan mal almak isteyen Türk tüccarları Türk bankalarına giderek Riyali alır ve İran’dan riyalle mal satın alırlar.  Türkiye’den mal almak isteyen İran tüccarları da orada TL alıp Türkiye’den TL fiyatları ile malları satın alırlar.

Bankalar TL/Riyal kurunu tesbit ederken stoklarına bakarlar. Aldıkları kredi azalmışsa değerini yükseltirler, çoğalmışsa azaltırlar. Böylece iki banka serbest fiyat uygulamasını arz ve talep ile yapar. Bunlar alış ve satış arasında fark koymazlar.

Türk bankaları İran’dan ithalat yapacaklara Riyali kredi olarak verirler. İran bankaları da Türkiye’den ithalat yapacaklarına Türk Lirasını kredi olarak verirler. Bu suretle kurlar arz ve talep kanunlarına göre oluşur. Dolar veya altına göre değil, İran ile Türkiye’nin ekonomik durumlarına göre oluşur. İthalat kadar ihracat olur.

Bu sistemde istenirse stoklar azaltılır, böylece karşı tarafın parası kredi olarak kullanılabilir.

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org      (0532) 246 68 92

 

 

*535. GENEL; 85. İŞLETME SEMİNERİ

Adres: EMİNEVİM/EMİNOTOMOTİV MerkeziKısıklı Cad. No: 36    ALTUNİZADE - ÜSKÜDAR / İSTANBUL    Tel: (0216) 444 36 46

Perşembe, 05.11.2009

 

Genel Hizmet Kooperatifi

 

ANA SÖZLEŞME hazırlık çalışmaları…

 

 

 

Ekonomik tedbirler…

Reşat Nuri EROL

Son yazımın başlığı neydi? Ekonomik oyunlar… O yazıyı şu cümleyle bitirmiştim: Bu durumda Türk tarımının ve Türk sanayiinin yıkılmaması için bazı tedbirlerin alınması gerekiyor... Ekonomik oyunlarla tarımımızın ve sanayimizin nasıl çökertilmeye çalışıldığını anlatmaya çalışmıştım, yazımda. Elbette bu oyunlara gelmemeli, teslim olmamalı; aksine, gerekli tedbirleri almalı ve ardından hızla kalkınmalıyız... Her şeyden önce, Türk tarımının ve Türk sanayiinin çökmemesi, hattâ yok olup ölmemesi için gerekli tedbirleri almalıyız... Türk ekonomisinin kurtarılması için iki yol takip edilebilir.

***

Birinci yol, birinci tedbir: Mevcut olan veya kurulacak yeni fabrikalara dışarıdan, Asya’nın her yerinden, hattâ Afrika’dan işçi gelir ve çalışır. Bunlar beş-on milyon civarında olur. Türk halkı tarlasına döner. Orada, bir taraftan tarlasında/tarımda çalışırken, diğer taraftan tarımdan arta kalan boş zamanlarını küçük sanayi çalışmalarında ayrıca değerlendirir. Bu sayede büyük sanayiye yan sanayi oluşturulur. Türk sanayiinin atölyeleri kırlara ve köylere taşınır. Böylece bir taraftan Türk tarımı kendisini korur ve yaşatır, diğer taraftan Türk halkı sanayii unutmaz, mevcut üretim makineleri paslanmaz... Bir gün büyük sömürü sermayesi malum yerlerden aldığı emirle ülkemizdeki fabrikaları ve makina parklarını söküp götürse, Türkiye’deki yabancı iş gücü de kendi ülkelerine döner. Ülkemiz zarar etmiş veya bir anda çökmüş olmaz. Yeni yatırımları ve yatırımcıları bekler. Sonra onlar tekrar gelip o fabrikaları faaliyete geçirirler. Daha doğrusu Türk milleti gerekli şekilde hazırlıklı olursa; böyle bir karar onlara fayda vermeyeceği için bundan vazgeçerler. Yabancı işçiyi Türkiye’deki büyük sanayiye getirip halkımızı küçük sanayiye ve tarıma yönlendirmek kolay bir iş değildir. Çünkü büyük sanayideki işçilik tek düze ve daha kolay bir iştir. Sabah git, akşam gel. Ayrıca sosyal haklar vs. Kentin refahına alışmış insanları tarlalarda tutamayız. Bunu başarmak maharetli bir yönetime ihtiyaç gösterir. Ülkemizdeki genel sistem ve yönetim biçimi değişmelidir, yeniden yapılanma merhalesine geçilmelidir; genel olarak “Adil Düzen” ve özel olarak “Adil Ekonomik Düzen” gelmelidir...

***

İkinci yol, ikinci tedbir ise daha değişiktir: Türk halkı şehirlere taşınır ve büyük sanayinin işçisi olur. Köyde kendisinin ve kendi işinin patronu olacağına, şehirde başkasının işçisi olur ve esaret içinde keyif çatar! Köylerimize dışarıdan işçi getiririz. Gerek eski Sovyet ülkelerinde, gerekse Çin’de işçilerin aylığı 50 dolardır. Biz ise bunlara ayda 300-500 dolar kazandırsak, istediğimiz kadar iççi buluruz. Nasıl kazandıracağız? Bunların köylere gelip iş yapmalarına izin vereceğiz. Tarla sahipleri bunları tarlalarına yerleştireceklerdir. Büyük sanayide aldıkları paranın onda birini bunların geçimleri için vereceklerdir. Gelen işçiler tarlaları ekecekler; mesela yüzde elli ile ekeceklerdir Fındıklarını, cevizlerini, zeytinlerini, kaysılarını vs; ayrıca her türlü tahılgilleri ile baklagilleri ekip yüzde elli ile değerlendireceklerdir. Bu mahsul para edecektir. Çünkü ağır sanayi Türkiye’ye geldiği için ülkemize bol para geliyor demektir. Ayrıca bunlar için köylerde küçük atölyeler kurulacaktır. Boş kaldıkları zaman bu atölyelerde yan sanayi işçisi olarak çalışacaklar; karı-koca, çoluk çocuk ailecek çalışacaklardır. Böylece her ay en az bin dolar tasarruf edeceklerdir. Birkaç sene burada çalışanlar, mesela on sene çalışanlar, yüz bin dolarla ülkelerine döneceklerdir. Burada öğrendikleri teknoloji ve küçük sanayii orada faaliyete geçirecekler. Türk girişimcileri de oralara gidip oranın orta ölçekli sanayiini kuracaklar...

Nitekim, günümüzde de zaten böyle olmaktadır. Bütün mesele bu organizasyonları daha da geliştirmek ve daha reel hâle getirmektir. İşte size Türk tarımının ve Türk sanayiinin kurtarılması için alınması gereken tedbirlerle ilgili iki yol.

 

 

Ekonomide “denge”

Reşat Nuri EROL

Mübadele ekonomisinde denge üretim ile tüketim arasında kurulur. Üretimde adil bölüşüm olur ve herkes kendisine düşen kısmı tüketir.

Ürettiğinden fazla tüketme depoları boşaltır...

Ürettiğinden az tüketme ise işsizliğe sebep olur...

Eskiden az tüketme zararlı değildi. Çünkü kişi tükettiğinden artırdıkça, başkaları onun artırdığından yararlanıyor, böylece olumlu bir duruma düşülüyordu.

Bugünkü ekonomide ise az tüketme demek, başaklarının mallarının satılmaması demektir. Bu da üreticileri işsiz bırakır. Böyle bir durumda onlar da ürettiklerini satıp kazanç elde edemeyince, senin malını alıp tüketemezler, dolayısıyla sen de işsiz kalırsın.

Sen ayda bin liralık iş yaptınsa, onu o ay tüketmen gerekir ki; gelecek ay da başkaları üretip para kazansın ve senin ürettiğin malları satın alsın. Böylece ekonomik çark dönsün.

O halde “israf” yani “üretmeden tüketmek” ne kadar zararlı ise;

Ürettiğin halde tüketmemek ve stok yapmak da o kadar zararlıdır.

***

Öyle bir “ekonomik düzen” kurulmalıdır ki, bu düzende insanlar ürettiklerini tüketsinler. Ne fazla tüketip israf yapsınlar, ne de tasarruf edip krizlere sebep olsunlar.

Kur’an bunu değişik âyetlerle ifade etmiştir.

-Önce denge âyetleri ile dengeyi bozan hareketleri yasaklamıştır.

-İsrafı haram kıldığı gibi cimriliği de haram kılmış, kenz etmeyi yasaklamıştır.

-Herkes çalışacak ve üretecektir, ürettiklerini ve emeklerini satacaktır.

-Kişi zenginse, elde ettiği gelirden kamuya pay verecektir.

-Kişi fakirse, kamu bütçesinden (zekâttan) payını alacaktır.

Böylece herkesin eline o ay belli bir miktar geçecektir. Elde edilen bu geliri o ay harcayacaktır. Bu uygulama sayesinde ülkede üretildiği kadar tüketim olacaktır. Ne eksik ne de fazla ürün olmayacaktır.

Malum olduğu üzere, değişik konularda “Tasarruf Haftası” düzenlenir. Oysa bu gibi bir haftanın mânâsı yoktur. Böyle bir hafta ne İslâmîdir, ne iktisadîdir.

İslâmî olan “iktisat”tır, yani “denk bütçe”dir. Kişilerin bütçeleri denk olmalıdır. İşletmelerin bütçeleri denk olmalıdır. Belde, il ve devlet bütçeleri denk olmalıdır.

***

Ekonomide gerekli olan bu “denge”yi ve denkliği nasıl sağlayacağız?

BİR: Yardımlaşma yoluyla bu denklik sağlanır. Gelirleri çok olanlar az olanlara karşılıksız varlıklarını aktarırlarsa üretim ile tüketim arasında denge doğar. Zekât veya vergi budur.

İKİ: Varlıklılar varlıklarını muhtaç olanlara kullandırırlar, yani faizsiz borç verirler. Böylece şimdi Ahmet’in fazla olan malı Hasan’a geçer; sonra Hasan’ınki Ahmet’e geçer.

ÜÇ: Yeter miktarda tüketim malları üretilmelidir. Artan emek yatırıma kaymalıdır. Bunun için “selem kredileri” ile tüketimde planlama sağlanır. Ayrıca inşaatta resmi ücret ve fiyat uygulanır, tüketimde serbest fiyat ve ücret uygulanır. Böylece artan emek yatırıma kayar.

DÖRT: Yatırıma da ihtiyaç yoksa, o zaman artan zaman ilme ve kültüre yöneltilir ve uygarlaşma sağlanır. Daha çok nüfusun barınması için imkanlar hazırlanır.

 

 

Tasarruf…

Reşat Nuri EROL

Reklamın konusu neydi?

Daha çok harcamaya teşvik!

Reklamda bir oyuncak, bir demet çiçek, bir simit, hatta sakız almanın ekonomiyi durgunluktan ve krizden nasıl kurtaracağı anlatılıyor, tüketim teşvik ediliyordu…

Hükümet de bu arada boş durmadı; otomobilde ve beyaz eşyad vergiyi azalttı, tüketimi teşvik etti, satın almalar arttı, hattâ bazılarında tüketim patlaması oldu!..

Sonuç olarak “tasarruf” değil de “tüketim” teşvik ediliyor…

Oysa bizim çocukluğumuzda her yerde ve özellikle okullardaki eğitimde tasarruf, tutumluluk ve yerli malı kullanımı teşvik edilirdi. Evde, mektepte ve her türlü İslâmî eğitimde ise “İsrafın haram olduğu ve Allah’ın israf edenleri sevmediği” öğretilirdi.

Günümüzde de değişik alanlarda “tasarruf günleri” veya “tasarruf haftaları” yapılıyor ama… Geçtiğimiz günlerde, haftalarda ve aylarda da “tasarruf” temalı belirli zamanlar geçti ama… Kış geldi; kış bitinceye kadar yine “enerji tasarrufu” başta olmak üzere değişik tasarruflar hep gündemde olacak ama…

***

Bin lira geliri olan kimse bin liradan fazla harcama yapmayacaktır, yapmamalıdır.

Ödeme planı ve gücü olmayan borçlanmalar israftır ve haramdır.

Böyle bir şey yapmak yerine dilenmek daha ehvendir.

Eğer bin liradan tasarruf yapılabilirse, yatırım yaparak artan para devreye sokulmalıdır. Yatırım yapılmak istenmiyorsa, artan para faizsiz kredi müesseselerinde devreye sokulup ondan başkalarının yararlanması sağlanmalıdır.

Oysa insanlar şimdi paralarını sadece faizli bankalara yatırmaktadırlar.

Hayal bu ya; Adil Ekonomik Düzen olsa, siz ürettiğiniz ürününüzü, mesela fındığınızı ambara verip ambardan “fındık senedi” alırsınız. O senedi bankaya götürüp mevduat olarak yatırırsınız. Bir başkası onu alır ve kullanır. Lazım olduğu kadarını gerektiğinde size geri vermiş olurlar. Buna rağmen sizin ürettiğiniz mal piyasada tükenmiyorsa, o zaman yapılacak iş o üretimi yavaşlatmak olacaktır.

***

Batılılar bu durumda ne yapıyorlar?

Batılılar bunu piyasadan para çekerek sağlıyorlar. Faizleri yükselttiklerinde halk kredi almaktan vazgeçer, işletmeler para yatırmaktan vazgeçer. Bankaların mevduatı artar. İşsizlik çoğalır. Üretim yavaşlar. Stoklar eriyince bu sefer faizleri düşürürler, üreticiler faaliyete geçerler. Halk işletmelerin senetlerini alarak yatırımlarını oralara kaydırır. İşsizlik zamanında sosyal krizlerin oluşmaması için de işsizlik sigortası oluşturulmuştur.

Batı üretim ve tüketim dengesini kendince bu şekilde planlamaktadır.

Kendisinin ekonomik ve sosyal düzenini başka ülkeleri sömürerek sürdürmektedir.

***

“Adil Ekonomik Düzen”de ise herkese “çalışma kredisi” verilerek tam istihdam sağlanmaktadır. Tüketimden artan emek ise yatırıma kaydırılmaktadır. İsteyen emek de kültüre yani kültürel ve sosyal faaliyetlere kaymaktadır. İnsanlığın gelişmesi ve uygarlaşması işte bu “tasarruflar” sayesinde gerçekleşmektedir.

 

 






Tüm Seminerler
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1130
En'âm Suresi Tefsiri 77-79. Ayetler
21.08.2021 3488 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1129
En'âm Suresi Tefsiri 74-76. Ayetler
14.08.2021 2677 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1128
En'âm Suresi Tefsiri 72-73. Ayetler
7.08.2021 2651 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1127
En'âm Suresi Tefsiri 71. Ayet
31.07.2021 2166 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1126
En'âm Suresi Tefsiri 66-70. Ayetler
24.07.2021 2542 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1125
En'âm Suresi Tefsiri 61-65. Ayetler
17.07.2021 2565 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1124
En'âm Suresi Tefsiri 52-55. Ayetler
10.07.2021 2300 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1123
En'âm Suresi Tefsiri 45-51. Ayetler
3.07.2021 2190 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1122
En'âm Suresi Tefsiri 40-44. Ayetler
26.06.2021 2204 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1121
En'âm Suresi Tefsiri 35-39. Ayetler
19.06.2021 2617 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1120
En'âm Suresi Tefsiri 31-34. Ayetler
12.06.2021 2496 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1119
En'âm Suresi Tefsiri 26-30. Ayetler
5.06.2021 2005 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1118
En'âm Suresi Tefsiri 20-25. Ayetler
29.05.2021 2362 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1117
En'âm Suresi Tefsiri 13-19. Ayetler
22.05.2021 2311 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1116
En'âm Suresi Tefsiri 7-12. Ayetler
15.05.2021 2458 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1115
En'âm Suresi Tefsiri 1-6. Ayetler
8.05.2021 2459 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1114
Kasas Suresi Tefsiri 86-88. Ayetler
1.05.2021 2278 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1113
Kasas Suresi Tefsiri 83-85. Ayetler
24.04.2021 2455 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1112
Kasas Suresi Tefsiri 79-82. Ayetler
17.04.2021 2416 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1111
Kasas Suresi Tefsiri 76-78. Ayetler
10.04.2021 2630 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1110
Kasas Suresi Tefsiri 72-75. Ayetler
3.04.2021 2458 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1109
Kasas Suresi Tefsiri 68-71. Ayetler
27.03.2021 3066 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1108
Kasas Suresi Tefsiri 61-67. Ayetler
20.03.2021 2689 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1107
Kasas Suresi Tefsiri 57-60. Ayetler
13.03.2021 3009 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1106
Kasas Suresi Tefsiri 52-56. Ayetler
6.03.2021 2684 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1105
Kasas Suresi Tefsiri 47-51. Ayetler
27.02.2021 2765 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1104
Kasas Suresi Tefsiri 43-46. Ayetler
20.02.2021 2972 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1103
Kasas Suresi Tefsiri 38-42. Ayetler
13.02.2021 3162 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1102
Kasas Suresi Tefsiri 33-37. Ayetler
6.02.2021 3048 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1101
Kasas Suresi Tefsiri 29-32. Ayetler
30.01.2021 3448 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1100
Kasas Suresi Tefsiri 26-28. Ayetler
23.01.2021 5510 Okunma
4 Yorum 28.02.2021 11:05
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1099
Kasas Suresi Tefsiri 21-25. Ayetler
16.01.2021 3570 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1098
Kasas Suresi Tefsiri 16-20. Ayetler
9.01.2021 3096 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1097
Kasas Suresi Tefsiri 12-15. Ayetler
2.01.2021 3885 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1096
Kasas Suresi Tefsiri 7-11. Ayetler
26.12.2020 3736 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1095
Kasas Suresi Tefsiri 1-6. Ayetler
19.12.2020 3443 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1094
Neml Suresi Tefsiri 89-93. Ayetler
12.12.2020 3896 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1093
Neml Suresi Tefsiri 83-88. Ayetler
5.12.2020 3853 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1092
Neml Suresi Tefsiri 76-82. Ayetler
28.11.2020 4134 Okunma
1 Yorum 29.11.2020 17:15
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1091
Neml Suresi Tefsiri 67-75. Ayetler
21.11.2020 4667 Okunma
1 Yorum 26.11.2020 17:07
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1090
Neml Suresi Tefsiri 63-66. Ayetler
14.11.2020 3037 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1089
Neml Suresi Tefsiri 59-62. Ayetler
7.11.2020 3139 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1088
Neml Suresi Tefsiri 54-58. Ayetler
31.10.2020 3986 Okunma
1 Yorum 03.11.2020 17:20
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1087
Neml Suresi Tefsiri 45-53. Ayetler
24.10.2020 3870 Okunma
1 Yorum 24.10.2020 22:54
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1086
Neml Suresi Tefsiri 41-44. Ayetler
17.10.2020 2882 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1085
Neml Suresi Tefsiri 36-40. Ayetler
10.10.2020 2969 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1084
Neml Suresi Tefsiri 27-35. Ayetler
3.10.2020 3975 Okunma
2 Yorum 11.10.2020 20:33
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1083
Neml Suresi Tefsiri 20-26. Ayetler
26.09.2020 7762 Okunma
5 Yorum 03.10.2020 19:37
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1082
Neml Suresi Tefsiri 15-19. Ayetler
19.09.2020 5643 Okunma
3 Yorum 03.10.2020 18:51
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1081
Neml Suresi Tefsiri 12-14. Ayetler
12.09.2020 4197 Okunma
2 Yorum 13.09.2020 15:00
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1080
Neml Suresi Tefsiri 7-11. Ayetler
5.09.2020 3599 Okunma
2 Yorum 06.09.2020 15:55
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1079
Neml Suresi Tefsiri 1-6. Ayetler
29.08.2020 3740 Okunma
2 Yorum 30.08.2020 20:43
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1078
Şuara Suresi Tefsiri 224-227. Ayetler
22.08.2020 4760 Okunma
3 Yorum 23.08.2020 21:17
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1077
Şuara Suresi Tefsiri 213-223. Ayetler
15.08.2020 4477 Okunma
4 Yorum 16.08.2020 18:26
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1076
Şuara Suresi Tefsiri 203-212. Ayetler
8.08.2020 4770 Okunma
6 Yorum 09.08.2020 19:55
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1075
Şuara Suresi Tefsiri 192-202. Ayetler
1.08.2020 4690 Okunma
5 Yorum 06.08.2020 19:32
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1074
Şuara Suresi Tefsiri 176-191. Ayetler
25.07.2020 4846 Okunma
3 Yorum 26.07.2020 16:16
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1073
Şuara Suresi Tefsiri 160-175. Ayetler
18.07.2020 4571 Okunma
3 Yorum 20.07.2020 11:09
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1072
Şuara Suresi Tefsiri 141-159. Ayetler
11.07.2020 3420 Okunma
2 Yorum 12.07.2020 15:51
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1071
Şuara Suresi Tefsiri 123-140. Ayetler
4.07.2020 4494 Okunma
3 Yorum 11.07.2020 03:35
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1070
Şuara Suresi Tefsiri 105-122. Ayetler
27.06.2020 3646 Okunma
2 Yorum 28.06.2020 18:12
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1069
Şuara Suresi Tefsiri 92-104. Ayetler
20.06.2020 5198 Okunma
4 Yorum 21.06.2020 19:07
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1068
Şuara Suresi Tefsiri 83-91. Ayetler
13.06.2020 3874 Okunma
1 Yorum 14.06.2020 16:25
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1067
Şuara Suresi Tefsiri 69-82. Ayetler
6.06.2020 5185 Okunma
3 Yorum 08.06.2020 14:48
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1066
Şuara Suresi Tefsiri 53-68. Ayetler
30.05.2020 5047 Okunma
3 Yorum 31.05.2020 16:53
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1065
Şuara Suresi Tefsiri 45-52. Ayetler
23.05.2020 4958 Okunma
3 Yorum 29.05.2020 18:08
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1064
Şuara Suresi Tefsiri 34-44. Ayetler
16.05.2020 3565 Okunma
1 Yorum 17.05.2020 15:50
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1063
Şuara Suresi Tefsiri 23-33. Ayetler
9.05.2020 3496 Okunma
1 Yorum 10.05.2020 08:19
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1062
Şuara Suresi Tefsiri 10-22. Ayetler
2.05.2020 3707 Okunma
2 Yorum 13.05.2020 21:45
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1061
Şuara Suresi Tefsiri 1-9. Ayetler
25.04.2020 5194 Okunma
2 Yorum 14.05.2020 18:52
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1060
Furkan Suresi Tefsiri 73-77. Ayetler
18.04.2020 4224 Okunma
2 Yorum 15.05.2020 16:45
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1059
Furkan Suresi Tefsiri 68-72. Ayetler
11.04.2020 5456 Okunma
3 Yorum 16.05.2020 16:02
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1058
Furkan Suresi Tefsiri 60-67. Ayetler
4.04.2020 4104 Okunma
2 Yorum 18.05.2020 16:53
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1057
Furkan Suresi Tefsiri 53-59. Ayetler
28.03.2020 5292 Okunma
5 Yorum 19.05.2020 16:27
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1056
Furkan Suresi Tefsiri 45-52. Ayetler
21.03.2020 4489 Okunma
2 Yorum 20.05.2020 16:21
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1055
Furkan Suresi Tefsiri 41-44. Ayetler
14.03.2020 4444 Okunma
2 Yorum 21.05.2020 16:36
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1054
Furkan Suresi Tefsiri 35-40. Ayetler
7.03.2020 4597 Okunma
2 Yorum 22.05.2020 16:05
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1053
Furkan Suresi Tefsiri 30-34. Ayetler
29.02.2020 4790 Okunma
2 Yorum 23.05.2020 15:57
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1052
Furkan Suresi Tefsiri 21-29. Ayetler
22.02.2020 5345 Okunma
3 Yorum 24.05.2020 16:54
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1051
Furkan Suresi Tefsiri 17-20. Ayetler
15.02.2020 4134 Okunma
2 Yorum 30.05.2020 17:45
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1050
Furkan Suresi Tefsiri 10-16. Ayetler
8.02.2020 5283 Okunma
2 Yorum 09.02.2020 11:38
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1049
Furkan Suresi Tefsiri 4-9. Ayetler
1.02.2020 4548 Okunma
1 Yorum 03.02.2020 07:09
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1048
Furkan Suresi Tefsiri 1-3. Ayetler
25.01.2020 3864 Okunma
1 Yorum 26.01.2020 06:07
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1047
Nur Suresi Tefsiri 62-64. Ayetler
18.01.2020 4413 Okunma
1 Yorum 25.01.2020 07:13
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1046
Nur Suresi Tefsiri 61. Ayet
11.01.2020 4615 Okunma
1 Yorum 13.01.2020 08:24
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1045
Nur Suresi Tefsiri 58-60. Ayetler
4.01.2020 4147 Okunma
1 Yorum 05.01.2020 08:14
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1044
Nur Suresi Tefsiri 53-57. Ayetler
28.12.2019 4121 Okunma
1 Yorum 30.12.2019 08:51
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1043
Nur Suresi Tefsiri 47-52. Ayetler
21.12.2019 4105 Okunma
1 Yorum 22.12.2019 23:13
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1042
Nur Suresi Tefsiri 43-46. Ayetler
14.12.2019 4560 Okunma
1 Yorum 17.12.2019 07:14
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1041
Nur Suresi Tefsiri 39-42. Ayetler
7.12.2019 5673 Okunma
2 Yorum 09.02.2020 00:42
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1040
Nur Suresi Tefsiri 35-38. Ayetler
30.11.2019 9865 Okunma
2 Yorum 03.12.2019 13:53
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1039
Nur Suresi Tefsiri 32-34. Ayetler
23.11.2019 4675 Okunma
1 Yorum 24.11.2019 08:09
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1038
Nur Suresi Tefsiri 30-31. Ayetler
16.11.2019 3726 Okunma
1 Yorum 19.11.2019 12:31
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1037
Nur Suresi Tefsiri 27-29. Ayetler
9.11.2019 3876 Okunma
1 Yorum 10.11.2019 05:24
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1036
Nur Suresi Tefsiri 23-26. Ayetler
2.11.2019 3369 Okunma
1 Yorum 03.11.2019 07:48
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1035
Nur Suresi Tefsiri 19-22. Ayetler
26.10.2019 3404 Okunma
1 Yorum 28.10.2019 13:15
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1034
Nur Suresi Tefsiri 12-18. Ayetler
19.10.2019 3762 Okunma
1 Yorum 20.10.2019 10:50
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1033
Nur Suresi Tefsiri 6-11. Ayetler
12.10.2019 5727 Okunma
2 Yorum 16.10.2019 14:52
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1032
Nur Suresi Tefsiri 1-5. Ayetler
5.10.2019 4265 Okunma
1 Yorum 06.10.2019 23:25
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1031
Müminun Suresi Tefsiri 111-118. Ayetler
28.09.2019 3462 Okunma
1 Yorum 30.09.2019 10:50


© 2025 - Akevler