1967...1968...1969....AKEVLER 42 YILDIR ÇALIŞIYOR....2007...2008...2009
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 533
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜNYA DÜZENİ, III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 24 Ekim 2009 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 533. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
DIŞ BORÇLARI NASIL ÖDEYELİM?
ÇOK TEHLİKELİ BİR FİTNE;
AK PARTİ-ORDU ÇATIŞMASI
-BUNU FİTNEYİ NASIL ÖNLEYEBİLİRİZ?
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 83. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
Genel Hizmet; BAKIM
***
“Açılım” değil, “açlık” sorunu
Asıl “açılım” budur
Esnafa ilgisizlik, siyasi umursamazlık…
Bu gripte bir domuzluk var - 1
Bu gripte bir domuzluk var - 2
Reşat Nuri EROL
***
AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 5
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12) وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ يَاأَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِنْ يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا(13) وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلَّا يَسِيرًا(14) وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولًا(15) قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ وَإِذًا لَا تُمَتَّعُونَ إِلَّا قَلِيلًا(16) قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(17)
قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الْمُعَوِّقِينَ مِنْكُمْ وَالْقَائِلِينَ لِإِخْوَانِهِمْ هَلُمَّ إِلَيْنَا وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ إِلَّا قَلِيلًا(18) أَشِحَّةً عَلَيْكُمْ فَإِذَا جَاءَ الْخَوْفُ رَأَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ تَدُورُ أَعْيُنُهُمْ كَالَّذِي يُغْشَى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَإِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُمْ بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ أُولَئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَأَحْبَطَ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(19) يَحْسَبُونَ الْأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا وَإِنْ يَأْتِ الْأَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ يَسْأَلُونَ عَنْ أَنْبَائِكُمْ وَلَوْ كَانُوا فِيكُمْ مَا قَاتَلُوا إِلَّا قَلِيلًا(20)
قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ
(QaD YaGLaMU elLAHu)
“Allah ilm etmektedir.”
“GaD” fiil-i maziye geldiğinde onu hâle yaklaştırır. “Cae/geldi” dediğiniz zaman, geçmişte geldiğini ifade etmiş olur. Ama “Kad Cae” dediğinizde, geldi ve buradadır anlamı çıkar. Geçmişten hâle yaklaştırmaktadır. Türkçede “gelmiştir” dediğimizde, “kad cae”nin anlamını vermiş oluruz. Muzarinin başına gelince dilciler bazen mânâsını vermişlerdir.
Bu mânâyı verecek olursak, burada Allah bazen biliyor anlamını vermiş oluruz. Bu mânânın hatalı olduğunda kuşku yoktur. O halde “KaD” kelimesi mazide ne mânâ taşıyorsa, muzaride de o mânâyı taşımaktadır.
“KaD” kelimesi “KâNe”nin değişmiş şeklidir. Fiilleri hâle çeker. Maziye gelirse, mazide olan olayın hâlen devam ettiğini ifade eder. Muzaride olursa, muzaride de gelecek zamanını hâle çeker. Yani şimdi olmaktadır ve gelecekte de olacaktır.
“Allah bilmektedir” veya “Allah biliyor” anlamları çıkmaktadır.
“Allah biliyor” dediğiniz zaman, topluluk da bilir anlamı çıkar.
Tarihî olaylar er veya geç ortaya çıkar. Gizli yapılan işler bir yerden sonra bilinir hâle gelir. Yapanlar öyle hatalar işler ve belgeler bırakırlar ki, ileride onlar bilinecektir.
Sivas olaylarını tertip eden CIA ile işbirliği yapan o zamanki MİT idi. Bütün mesele Sünniler ile Alevilerin arasını açmaktı. Olayı tertipliyorlar ve sonunda tertipleyenler olayı Sünnilere atıyorlardı. CIA sözcüleri de bunu ağızlarına sakız yapıyorlardı.
Ama sonra ne oldu?
Bunun tertip olduğu Ergenekon olaylarında ortaya çıktı.
Oysa biz daha o gün bunun böyle olduğunu bilmekteydik.
“KaD” “İnNe” mânâsına da gelir. İsim cümlelerinde “İnne”, fiil cümlelerinde “Kad” getirilir. Fiil-i muzari olarak kullanılması, olayların toplulukta ortaya çıkacağı şeklinde ifade edilmektedir. Yani Allah bilecektir demek, insanlık bilecektir demektir. Bu şekliyle “Kad”, “Se” ve “Sevfe” anlamlarına da gelebilir.
Kur’an’ı anlamamız için daha çok çalışmamız gerekmektedir.
الْمُعَوِّقِين مِنْكُمْ
(eLMuGavVıQIyNa MiNKuM)
“Sizden muavvikin olanlar.”
“AVK” arazideki çıkıntı demektir. Geri çeviren, yansıtan anlamındadır.
“Avk etmek” çağırmak demektir. Olayları başka türlü göstermektir. Toplulukta olayı başkasına yıkma demektir. Kendileri yapar, sonra onu başkasına atarlar. O anda insanlar suçlu olmayanı suçlu, kötü olmayanı kötü görürler.
Zamanla bu çarpıtmalar ortaya çıkar. Kimlerin bu çarpıtmaları ne amaçla yaptıkları anlaşılır. Allah onları açığa çıkarır. Topluluk ve insanlık bunları kolayca anlar.
Amerika’daki sömürü sermayesi, Amerikan tekel sermayesi, ABD’den taşınma kararını almıştır. Bunu sağlamak için Amerika’da Yahudilerin kötü durumda olduklarını anlatacak ve onları oradan taşınmaya zorlayacaktır.
Kuleleri kendileri yıktılar... Bunu da Müslümanlara yükleyerek, Müslümanlarla Hıristiyanları birbirine vurdurmak istediler...
Ama sonuç ne oldu?
Amerikan halkı Obama’yı devlet başkanı yaptı.
Karikatür olayı veya Papa’nın bir konferansını çarpıtarak Müslümanlarla Hıristiyanları boğuşturmak istediler.
Papa ne yaptı?
Sultan Ahmet Camii’nde dua ederek onların oyunlarını ortaya çıkardı.
Yirminci yüzyıl bu tür çarpıtmalarla doludur.
Bunları kurallı erkek çoğulla getirdiğine göre, bu oyunları oynayanlar her zaman bir topluluktur. Harfi tarifle getirilmiştir. Kimlerin olduğu bellidir. Ama çarpıtma belli değildir. Değişik yerlerde değişik şekilde çarpıtırlar.
وَالْقَائِلِينَ لِإِخْوَانِهِمْ
(Va eLQAEiLIyNa LiEiPVANıHıM)
“Ve kardeşlerine şöyle diyenler. Kardeşlerine şöyle dediler.”
Muavvık olanların bir de kardeşleri vardır. Bunlar kimlerdir?
Bunlar olayı tertip edenler değildir. Ama olayı çarpıtanlardır.
Kuleleri kendileri yıktılar. Sonra onların kardeşleri olan basın ve yayın bile bile olayları çarpıtmışlardır. Susurluk olayında da böyle çarpıtmalar olmuştur.
Bugünkü Ergenekon olaylarında kim bilir suçu kimler işledi, ama yargılananlar kimlerdir? Madımak olayları da böyledir. Olayları iyi bilmemiz gerekir. Hep böyle tertipler yapılır. 31 Mart Vakası böyledir. İzmir Suikastı da böyledir.
Tertip edenlerin kardeşleri bu gibi olayları basın yoluyla, yayın yoluyla, şehadet yoluyla desteklerler. Onlar bu kardeşlerine işaret verirler ve onlar da koro hâlinde hareket ederler. O günkü olayları istedikleri istikamette yürütürler.
Ama sonra bütün bu olayların iç yüzü ortaya çıkar.
İki asırdır insanlık böyle aldatmacalarla kandırılmaktadır.
Ama şimdi hadiseler anlaşılır hâle gelmiştir. Allah onların yaptıklarını bilir olmuştur.
İleride çok daha açık ve net olarak bilinecektir. Adil yargılama ve soruşturma müesseseleri kurulacaktır. Hakemlerden oluşan mahkemenin kararlarına kimsenin kuşkusu kalmayacaktır. Muavvıkların yaptıkları bir bir ortaya çıkacaktır.
Ermeniler Türklere karşı soykırım yapmaya kalkıştılar. Şimdi ‘Türkler soykırım yaptılar’ diye avk yapmaktadırlar. Gelecekte bunların hepsi aydınlanacaktır. Türkiye’de o dönemde soykırım yapanlar varsa, onlar Batıcı Jön Türklerdir. Onlara casus ve provokatör olarak o kötülükleri yaptırdılar, şimdi bizi suçluyorlar!
هَلُمَّ إِلَيْنَا
(HaLumMa EiLaYNAv)
“Bize helm edin.”
“HeLM” lehim kelimesine akrabadır. Yapışmak, bitişmek anlamındadır. Bize eklenin, bize katılın demektir. Tertipler yapanlardır.
Bunlar tekel sömürü sermayesinin gizli kapaklı örgütü Masonlardır. Tertipler bunların karargahlarında oluşur. ABD’deki sömürü sermayesi merkezdir. Değişik ülkelerde onların teşkilatı olmalıdır. Onlar Masonlardır. Onların kardeşleri de oluşturdukları dışa bağımlı basındır, medyadır. Böyle tertipler yapar, sonra onu basın ve yayın yoluyla yaygara ederler. Tertipten sonra basın ve yayın kardeşlerine; haydi, siz de kampanyamıza katılın derler.
Kuveyt’e Saddam’ı saldırtmış, sonra da küçücük devleti koruyacağız diye Irak’ı işgal etmişlerdir. Basın bunu günlerce aynı terane ile işler. 28 Şubat günlerinde Müslim Gündüz, Ali Kalkancı olaylarında basın ve yayının neler yaptığını gördünüz.
İşte bunlar onların kardeşleridir. Kur’an bize bu olayları çok açık bir şekilde anlatmaktadır, bunların ortaya çıkacağını bildirmektedir.
“Aşk yok meşk yok” ifşaatı âyetin bir tezahürüdür. Olay cereyan ettiği zaman hemen hükme varmamak gerekir. Basın çok sinsi şekilde işler. Şimdi bir iftira yapar. On sene sonra o iftirayı kullanmaya devam eder. Halkımızı böyle kandırırlar.
Son yaptıkları iş, ordu ile AK Parti’yi birbirine düşürmek olmuştur.
a) Dolarları akıtarak Ergenekon olaylarınu tertip ettiler.
b) Tüm belgeler ellerinde olduğu için onları polise ve savcılığa verdiler.
c) Polis ve savcılar harekete geçti. Böylece askerlerle siviller arasında savaş başladı.
d) Komutanlar muhakemeye izin vermezse basın orduya saldıracak ve halkın nazarında sıfırlanacaktı. Ordu bunların muhakemesine izin verdi. Ama denetimini bırakmadı.
e) Sanki Ergenekon davasını AK Partililer açmış gibi kardeşleri harekete geçti ve AK Partililer Türk ordusuna karşı kahraman yapıldı. Düşüncesiz AK Partililer dolduruşa geldiler ve asker düşmanı kesildiler.
f) Tabii ki, AK Partililer askerlere düşman kesilince, askerler de AK Partililere düşman kesildiler.
g) Şimdi ne durumdayız? Alt kademe AK Partililerle askerler arasında büyük gerginlik vardır. Genelkurmay Başkanlığı ile Başbakanlık arasında ise dostluk mevcuttur.
h) Böylece ordu komutanlara, AK Partililer de parti yöneticilerine karşı kışkırtılmaktadır. Hedeflerine doğru gitmektedirler. Neler olacak?..
وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ
(Va Lav YaETUvNa eLBAESa)
“Ba’se ety edemezler.”
“Ba’s” kötülük demektir.
Hedefleri nedir?
Hedefleri ordu ile AK Parti’nin arasını açmaktır. Böylece milleti ordudan, orduyu da milletten uzaklaştırarak Türkiye devletini teslim almaktır.
Lozan gizli maddeleri arasında Mustafa Kemal’e kabul ettirilen inkılapların gayesi de buydu. Devlet inkılapları yapacak, halk devletten ve ordudan soğuyacak, aralarında kavga başlayacak, 1997’de Anadolu’yu İsrail devleti teslim alacaktı. İnkılapları yapanlar ve yaptıranlar başkalarıydı; ama Türk ordusu yapıyormuş havası içinde takdim ettiler. Hedeflerine ulaşamadılar. Türk milleti sabretti. Önce inkılaplar karşısında sabırla durdu. Sonra demokrasiyi getirdi. Sonra Millî Selâmet Partisi’ni iktidar etti. Sonra Erbakan’ı başbakan yaptı. Şimdi de anayasa ekseriyeti ile İslâmî düşüncede olan bir parti iktidardadır.
Amerika’da yıkılan kuleler Hıristiyanlarla Müslümanları ne kadar boğuşturdu?
Müslim Gündüz düzmece hikâyesi Türk milletine ne kadar zarar verdi?
Sivas olayları Alevilerle Sünnileri ne kadar savaştırdı?
Evet, bu âyet diyor ki; böyle avk edenler başaramazlar, kötülükler yapamazlar.
“Etâ” kelimesi lazım bir fiildir. Ama bazen müteaddi olur. Burada mef’ul aldığına göre müteaddi olmuştur.
“Etâ” gelmek veya varmak demektir. Be’se varamazlar, kötülüğe ulaşamazlar demektir. Kötülüğü yapamazlar demiyor da, kötülüğe varamazlar diyor. Yani hiç yapamayacak değil. Çalışacaklar ama hedeflerine ulaşamayacaklardır.
“Lâ Yaktadiruna” demiyor da, “Lâ ya’tuna’l-be’se” diyor.
إِلَّا قَلِيلًا (18)
(EilLAv QaLIyLan)
“Kalil müstesna.”
Burada istisna edilen kalil nedir?
Az bir kötülük yaparlar anlamında olabildiği gibi;
Az bir zamanda kötülük yapabilirler anlamında gelmiş olur.
Türk milletine inkılaplarla zarar verdiler.
Bu zarar ne gibi bir zarar olmuştur?
CHP, ciddi devlet anlayışına sahip bir partidir. Türk devletinin bağımsızlığı için büyük çaba sarf etmiştir. İstiklâl Savaşı’nda siyasi zafer kazanılmış, ondan sonra ekonomik zafer için kollar sıvanmıştır. Osmanlılardan kalma dış borçlar tasfiye edilmiş, yabancı sermaye ülkeden çıkarılmıştır. 1950’lerde Türkiye artık hamleler yapma durumuna gelmiştir. Şayet millî ekonomiye devam etseydi, iktisadi devlet kurallarıyla hareket gösterseydi, on sene içinde Türkiye de Almanya ve Japonya gibi kalkınmış ülke hâline gelirdi. Çünkü teknoloji transfer edilmişti. Halk sanayi için eğitilmişti. Ülke bakir kaynaklara sahipti. Bir tane örnek makineyi aldığımız zaman onu imal edecek hâle gelmiştik.
Ancak, halk inkılaplardan dolayı CHP’ye dargındı. Eline fırsat geçer geçmez CHP’den uzaklaşıp yılana sarıldı. Demokrat Parti’yi Batı kurdurmuştu. Dinsiz kalmak şartı ile Türkiye yeniden borçlanacak, yeniden yabancı tekel sermayenin sömürü alanı hâline gelecek ve Osmanlı İmparatorluğu gibi yarım asır sonra yıkılacaktı. Buralar İsrail imparatorluğunun sömürge alanı olacaktı.
İşte, bugün beş yüz milyar dolara varan borcunuz bu devrin hediyesidir.
Ne var ki, hedeflerine ulaşamadılar.
Başbakan Adnan Menderes’i astılar ama Menderesler bitmedi.
Türkiye’yi dinsizleştiremediler, devletimizi yıkamadılar.
Tam tersine, Türkiye “Adil Düzen”i ortaya koydu.
Şimdi büyük hamle yapmaktadır. AK Parti ile orduyu birbirine kavga ettiremeyecekler. Ettirseler bile, hatta cumhuriyetimizi yıksalar bile; bize az zarar verirler, biz yeniden II. cumhuriyetimizi kurarız. Bu sebepledir ki biz korku içinde değiliz. Az kötülükler gelse bile, sonunda zafer bizim olacaktır. Tarihte hep böyle olmuştur.
***
أَشِحَّةً عَلَيْكُمْ
(EaŞixXaTan GaLaYKuM)
“Sizin üzerinize haşyet ederek.”
“Eşihha” hâldir. “Ye’tûne”deki çoğul zamirinin hâlidir. Onun için “t”li gelmiştir. Çoğulun hâli müennes gelir. “Şıhha” belli bir duyguyu ifade eder. Hasetten farklıdır. Hasetten emin olmasını isterler. Başkalarının olmaması için cimrilik yaparlar.
Batı ve Batı’nın yandaşları bugün dünyayı sömürmektedirler. Sömürülerin devam etmesi için kendileri dışında başka ülkelerin sanayileşmemesi ve zenginleşmemesi için sistemler oluşturmuşlardır. Faiz meşrulaştırılmış, bankalar kurulmuştur. Kendilerinin dışında hiçbir üretimin para üretmemesi gerekir. IMF sistemi ile tüm bankalar ABD dolarının denetimine alınmıştır. ABD Merkez Bankası da sömürü sermayesinin denetimindedir. Böylece tüm dünya borçlu, yoksul ve teknikte geri bırakılarak kendi sömürülerini sürdürmek istemektedir. Onların olmasın ki bizim sömürümüz devam etsin diyorlar.
Tevhidi Tedrisat Kanunu budur. Halk böylece cahil bırakılacaktır. Resmi tedrisat taklitçi olur. Önde gidenleri en erken bir asır arkadan takip eder. Hiçbir işe yaramadığı için de okullar insanları hayattan koparan ve sadece kuru diploma veren müessesesler olur. Bizim üniversitelerimiz ya bir asır gerideki Avrupa’yı ezberletmektedir, ya da bin yıl geriden İslâmiyet’i ezberletmektedir. Böylece İslâm âlemi cahil bırakılarak sermaye sömürüsüne devam edilmektedir.
Bu durum, Lozan gizli anlaşmalarının gereği olarak Batı’nın eşıhha olarak dayatmasıdır. Meslek okullarının önü kapatılmıştır ki Türkler sanayii öğrenmesinler. Bunu da İmam Hatip okullarını meslek okulu hâline getirerek orduyu onunla kandırmışlardır.
Ne kadar zarar vermişler?
Az bir şey zarar vermişlerdir.
Basın-yayın ellerinde olduğu için gerçekleri halktan saklamaktadırlar. Kardeşlerine böyle yaptırmaktadırlar. Din bir meslek değildir, inanç ve genel kültürdür. Meslek olsa bile, sadece onu yasaklarsın. Ama onlar öyle yapmadılar, tüm meslek okullarının önünü kapatarak sanayileşmemize darbe vurdular. Zararları fazla olmadı. Az oldu. Geri bırakmalar kısa zaman devam etti. Şimdi sadece Türkiye değil, bütün dünya sanayileşiyor.
فَإِذَا جَاءَ الْخَوْفُ
(Fa EiÜAv CAvEa eLPaVFu)
“Havf geldiğinde.”
“Hafet” arıcıların taktıkları maske veya giydikleri hırkadır.
“Havf etmek” arı maskesini giymek demek olur. Yani korku ile tedbir almak anlamına gelir. Yahut korkudan maske rengine dönüşmek, sarmak demektir.
“Havf gelince” deniyor. Kime geldiği söylenmiyor. Korkulu anlar gelince anlamı çıkabilir. Tehlikeli anlarda insanlar korku geldiğinde sığınacak yer ararlar. Gözler sana döner.
Yukarıdaki “Eşıhha” kelimesinin “Fa” ile izahından; bu korkulu anlar mü’minlere geldiğinde, mü’minler tehlikeye girdiklerinde mânâsı çıkar.
Hendek Savaşı’nda mü’minler için korkulu anlar gelmişti. Tüm Arabistan Mekkelilere katılmış, herkes istemeye istemeye onların yanında yer almıştı. Çünkü zafer kazanıldıktan sonra katılmayanların halleri kötü olurdu. Madem ki herkes katılmıştır, herkes kendilerinin de savaş içinde olma zorunluluğunda hissetmişti.
Bu olay tüm Arabistan’ı tehlike karşısında birleştirme ruhuna ulaştırmıştı. Arabistan artık kabileler yığını olmaktan çıkıyor, tek bir ulus olma yolunda adım atıyordu.
Gerçekten ne olmuş?
Hendek Savaşı’ndan sonra halk Mekkelilerden ümidini kesmiş ama dağılmamış, Medinelilerin etrafında toplanmayı tasarlamaya başlamıştı. Nitekim Mekke Fethi’nden sonra fevc fevc Medine’nin etrafında toplanmaya başlamışlardı. Bu sefer kuvvetli gördükleri Medinelilerin etrafında yer almaktan uzak kalmak istemiyorlardı. Bir iki sene içinde tüm Arabistan Medine Devleti’nin emrine girmiştir.
رَأَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ
(RaEaYTaHuM YaNJuRUvNa EiLaYKa)
“Onları sana bakarken görürsün”
Fitne sokmak, halkı birbirine düşürmek amacıyla tertipler yapanlar az bir zarar vermenin arkasından yaptıklarını görünce, tertiplerinin sonuç vermeyip yaptıklarının ortaya çıkması ile onlar için korku anları gelince, acaba şimdi bize ne yapacaklar diye düşünmeye başlayınca anlamındadır. Buradan anlıyoruz ki, gelen korku onlara gelen korkudur.
Geçmişte olanlardan asıl suçlu kimlerdir?
Tarihte neler oldu?
Başbakan Adnan Menderes Türkiye’yi borçlandırıp altyapısını yapacaktı. Ama Türkiye’yi kalkındırmayacaktı. Oysa Menderes sadece altyapı yapmakla yetinmedi, Türkiye kalkınmaya başladı. 1954’de kredileri kestiler. Menderes, Cumhuriyet Halk Partisi’nin biriktirdiği altınları sattı ve sanayileşmeye devam etti. Altınlar bitince de karşılıksız para çıkardı ve kalkınmaya devam ettirdi. Bunun üzerine ihtilâl yaptılar ve onu astılar.
Halk kısa zaman sonra DP’nin devamı gibi Adalet Partisi’ni başa getirdi. Böylece az bir zarar verdiler. CHP ve MSP koalisyonu oldu, sol-sağ çatışması sona erdi.
28 Şubat’ı da Türkiye’ye son darbeyi vurup yıkmak amacı ile yaptılar. Beş sene sonra Millî Görüş anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu.
İşte o kalil be’sin peşinden onların korkuya kapıldığını görürsün. Korku içinde sana nazar ederler. Sen ne yapacaksın, onları nasıl cezalandıracaksın diye korkar olurlar.
Yahudiler ihanetten sonra aynı korku içine düşmüşlerdir. Bu sefer korkak gözlerle nazar etmişlerdir. Bu korku ve dehşet İstiklâl Savaşı’ndan sonra Rum ve Ermeniler için sözkonusu olmuştur. Medine Yahudileri gibi Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. Onlar, müstevlilerin siyasi emelleriyle menfaatlerini tevhit etmiş, çıkarlarını onlarla birleştirmişlerdir. İstiklâl Savaşı’nda Rum ve Ermeniler akıbetleri Medine Yahudileri gibi olmuştur. Sağ kalanlar Türkiye’yi terk edip gitmişlerdir.
Bugün AK Parti ve ordu çatışmasını tezgahlayanların akıbeti de onlar gibi olacaktır.
تَدُورُ أَعْيُنُهُمْ
(TaDUvRu EaGYuNuHUM)
“Aynları devreder. Gözleri döner.”
Gözlerde bir başkalık meydana gelir. Bir tarafa dönüp hareketsiz olur. Çevreyi görmez hâle gelir. “Gözleri döndü” tabirini kullanmaktayız. İnsan kızdığı zaman artık gözleri görmez olur. Cesaretlenerek saldırır. İnsan korktuğu zaman da aynı olayla karşılaşır.
Ölen insanın da ölmeden önce gözleri devreder. İki göz aynı yere odaklanmaz. Ölenin bu çirkin durumu ortadan kalksın diye ölünün gözlerini kapatırlar.
Kur’an burada aynı zamanda gözlerin bu tür refleks davranışlarını da anlatmaktadır. Böyle durumlarda insan artık görerek değil de, içgüdü ile hareket etmeye başlar. Refleks dediğimiz hareketler olur. Mekke fethedildiği zaman da Mekkeliler aynı korku içine düşmüşler ama koktukları başlarına gelmemiştir.
Türkiye’de de, aynı şekilde geçmiş yıllarda yaptıklarını hatırlayarak, Millî Görüş hükümetleri iktidar olunca korkuya düşmüşler, gözleri dönmeye başlamıştır. Ama korktukları başlarına gelmemiştir. Bu sadece Millî Görüş iktidarının zafiyetinden ileri gelmemektedir. Zor kullanırsanız sonra onlar birleşir ve size saldırırlar. Ama güçlü olduğunuz halde siz baskı yapmazsanız yavaş yavaş size alışırlar, bir gün korkuları geçer ve sizin yanınızda yer alırlar.
كَالَّذِي يُغْشَى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ
(Ka elLaÜIy YuĞŞAy GaLaYHi MıNa eLMaVTi)
“Üzerine mevtten ğaşy edilen kimse gibi gözleri döner.”
Buradaki “Ellezî” “Lam”ı cins içindir. Yani böyle olan kimsenin gözleri nasıl olursa, korkanın gözleri de öyle olur demektir.
Ölüm nedir?
Ölüm, araba şoförünün arabayı terk etmesi demektir. Artık bedenin ruhla ilişkisi kesilir. İnsan ölmüştür. Ama bedende ölüm her tarafa yayılmış değildir. Nefes almasının durması ölüm olarak kabul edilir. Çünkü nefes almayınca kan temizlenmez ve sonunda insan kısa zamanda ölür. Nabzın atıp atmaması ile de kontrol yapılmaktadır. Kan dolaşımının durması ölümü getirir. Suni teneffüsle insanlar tekrar canlandırılmaktadır.
Beden ruh ile irtibata geçmektedir. Ruh uyurken de bedenden uzaklaşmaktadır. Rüyada veya ayıkken derhal faaliyete geçmektedir. Ruhun bedenle ilişkisi kesildiğinde gözlerde değişme olmaktadır. Dolayısıyla insanın öldüğü gözlerdeki durumdan da anlaşılmaktadır.
“Aleyhi”deki zamir “Ellezi”ye gitmektedir. Ölüm esnasında bir perde oluşmakta ve gözler ışığın nerden geldiğini algılayamamaktadır. Dolayısıyla iki göz arasında uyum belli yöne yönelip hareket etme kabiliyetini kaybetmektedir. Her göz kendi duruşuna geçmektedir. Dolayısıyla görenler öldüğünü anlamaktadırlar. “El-Mevt”teki harfi tarif cins içindir. “Min” ise ölüm örtüsü mânâsına gelir ki, tebyini cins içindir.
فَإِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ
(Fa EiÜAv ÜaHaBa eLPaVFu)
“Havf zihab edince.”
Buradaki “havf” marifedir. Yukarıdaki havf gidince, yani gelen havf gidince. Müslümanların zafer kazanmasıyla birden onlara havf gelir, korkularından gözleri döner. Sonra olanlar olur. Barışı yeniden tesis eder. Adil Düzen yönetimi yerleşir. Eski yaptıklarının bir kısmının cezasını çekerler, bir kısmı da afv olur. Normal hayata dönülmüş olur.
Siyasette böyle çalkantılar olmaktadır. Belli bir ekip iktidar olur. Karşı tarafa yapacaklarını yapar. Halk yeni iktidara uyar. Örnek olarak Sovyetlerde iktidar olunmuş ve karşı gelen milyonlarca insan öldürülmüş. Sonra Stalin ölmüş, yerine gelenler onun gibi olmamışlardı. Herkes yavaş yavaş sosyalizme alışmıştı. Sonra Gorbaçov ihtilali olmuş, karşı devrim korku salmış, Lenin heykelleri yıkılmıştı. Irak’ta Saddam için aynı şeyler yapılmıştı. Zaman geçince, korku gidence, bu sefer Gorbaçov aleyhine konuşmalar başlamıştır.
Yani kural şudur. Korku anlarında herkes korkulan şey tarafı olur. O gün ses çıkarmazsınız. Şimdi ne olacak diye düşünürsünüz.
1960 ihtilalinde Kızılay’a indiğim zaman, Demokrat Parti aleyhinde hareket vardı. Sokakta yürüyen insanların gözleri korkudan dönmüştü. Kimse ses çıkaramıyordu. Ben Demokrat Partili değildim. Sesimi çıkarmadım.
Sonra Erbakan aleyhindeki olaylarda da durum buydu. Erbakan’ı koruyamadık. Çünkü o bizimle değil, hainlerle işbirliği içinde idi. Bizi unutmuştu. Yüksek yargının yılbaşı toplantısında kendisine alenen hakaret edilmişti. Ailesine saldırılmıştı. Eğer Erbakan iktidarda iken benimle olsaydı, Erbakan dışarı çıkmadan benim adamlarım o hakimin kemiklerini kırardı. Ama o bizlerden uzak olmuş, onlarla işbirliği içine girmişti. Bu durumda bizim yapacağımız pek bir şey yoktu.
Asıl mesele nedir?
Böyle korkulu anda bu korkuyu delip karşı harekete geçtiğinde o sindirilmiş kimse harekete geçer ve o iktidar değişikliği gerçekleşmez. Ama bunun için iktidar olanların onları iktidar edenleri unutmaması gerekir.
R. Tayyip Erdoğan ne yaptı?
Kendisine en yakın olan 160 kişiyi eledi. Kendisine karşı olan solcuları da bakan yaptı. Sonra ne oldu? Seçimde yüzde 10 gibi büyük miktarda oy kaybetti. Biz şimdi ona sahip çıkmıyoruz. Böyle yapmaya devam ederse AK Partililer de sahip çıkmazlar.
Buradaki havf izmar edilmemiştir, izhar edilmiştir. O halde Fa takip “Fa”sı değil de tavsif “Fa”sıdır. Hüküm yalnız korku anlarının geçtiği zamanki zamana ait değildir. Geneldir ve her zaman geçerlidir. “İn” değil “İzâ” getirilmiştir. Yani bu tür korkular her zaman geçer demektir. İktidarlar oturunca halk onları öğrenir, onlar da halka kendilerini beğendirmek isterler, dolayısıyla korku anları geçer. Bunun için “İzâ” gelmiştir.
سَلَقُوكُمْ بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ
(SaLaQUvKuM Bi EaLSiNaTin XıDADin)
“Hidad ve elsine ile salkederler. Dişleriyle sıyırırlar, soyarlar.”
“Salk etmek” demek, ağacı kabuktan, deriyi bedenden, eti kemikten, postu kıllardan sıyırmak, soymak demektir.
“Elsine” dişler demektir.
“Hıdad” hadidin (demirin) çoğuludur. “Elsine”nin sıfatıdır.
“İnsanı sıyırmak” demek, bütün eksikliklerini, kusurlarını ortaya dökmek demektir.
İnsanın kendi gerçek kişiliği vardır. Bir de topluluk içinde görünür kişiliği vardır. Topluluk gerçek kişilerden değil, görünür kişiliklerden oluşur. Herkesin bir gizli tarafı vardır. Bunu topluluğa göstermez. Böylece topluluğu rahatsız etmez. Nasıl insan edep yerlerini saklamakla yükümlüyse, birçok olumsuz özelliklerini de topluluktan saklaması gerekir. Hicab yani utanma budur.
“Demir dil” demek, keskin ve sert dil demektir.
Burada çok önemli bir hususu daha belirtmemiz gerekir. İnsan toplulukta olduğu gibi görünmez, o topluluğun istediği gibi görünür. Bunun başka mânâsı, o topluluğun istediği bir kişi olarak topluluğa çıkar. Bu münafıklık değildir. Münafıklık, örgütleşip ikinci bir topluluk olarak ortaya çıkmadır. Kişinin iki topluluğa mensup olmasıdır. Bu toplulukta başka tip topluluk ferdi olarak görünmesi, diğer toplulukta başka türkü bir topluluk ferdi olarak görünmesidir. Bunu topluluklardan birini gizlemesi ile yapar; daha doğrusu topluluklardan birinin gizli topluluk olmasıdır.
أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ
(EaŞıxXaTan GaLay eLPaYRı)
“Hayra eşıhha olarak.”
Hayra tamah ederek, hayrın sizde olmamasını istemek amacıyla.
Topluluk bir insanı gördüğü gibi tanır. O topluluk içinde o insan öyledir. Topluluktaki yararı ve zararı göründüğü gibidir. Dolayısıyla onu deşifre etmek demek, onu zararlı hâle getirmek demektir.
Hayrı kendilerine akıtmak için böyle değişikliklerde bulunurlar. Topluluklarda bir grup insan vardır ki, bunlar sırları öğrenir, onunla korkutur ve şantaj yaparlar. Sırlarının ifşa olmaması için bu hayrı onlar sağlarlar. Bunu gelişigüzel yapmazlar. Bilinen ve varlığa sahip olanlara karşı yaparlar. Onun için burada “hayr” kelimesi marife olarak gelmiştir.
Kur’an böylece bize sosyal hastalıkları anlatmaktadır.
İnsan böyle yaratılmıştır. Topluluk içinde böyle yaşamak zorundayız. Mahremiyeti ifşa etmek suç teşkil etmiştir. Ne var ki ispat külfeti getirilmiştir. Bir kimseye bir şeyi isnad eder de o suçu ispat edemezseniz, cezanın yüzde sekseni size uygulanır. Ayrıca, artık adil olamazsınız, kamu görevleri yüklenemezsiniz. Bir kimse zina yapsa, mahkum olsa, cezasını çekse; onun şahitliği kabul edilir, kamuda istihdam olunur. Ama bir kimse zina iftirasında bulunsa, sonra ispat edemese; o kimse mecruh hâle gelir, onun şahitliği kabul olunmaz ve o kimse kamuda istihdam edilmez.
أُولَئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا
(EuLAvEıKa LaM YuEMiNYv)
“Onlar iman etmemişlerdir.”
Buradaki “ÜLâİKe” bu şekilde yapanlardır. Korku geçince sırları faş etmek için çalışanlardır. Böyle kimselere uygulayacağımız ceza, mürtetlere uyguladığımız ceza olur. Bu şekilde hıdad dille sırları faş edenlere uygulanacak ceza budur.
Örnek verelim. 28 Şubat döneminde Müslim Gündüz ve diğerlerinin tertiple oluşturdukları bir cinsi ilişkiyi faş eden basın-yayın olmuştur. O günkü kanunları ele alalım. O gün zina suçtur ama eşin davacı olması gerekir. Evli değilse zina suç değildir. Suç olmayan fiillerden dolayı arama izni verilemez, verilmesi istenemez. Suç olmayan bir fiilden dolayı ev basılamaz. Sırları ifşa eden teşhirler yapılamaz. Demek ki o gün tüm basın ve yayın suç işlemiştir. Bu tertibi yapan ve buna âlet olan tüm görevliler suçlu idi. Adalet Bakanı veya İçişleri Bakanı; bunlar örgütlü suç işledikleri ve suçlarına kamuyu âlet ettikleri için hepsi yakalanır, hapse atılır ve görevlerine son verilirdi. Kanunlar bunu emrediyordu.
Ergenekon davasında generallerde suç arayacağınıza, bunları şimdi muhakeme edip hapse tıkayın. Ama yapamazsınız, çünkü siz havf içindesiniz.
Böyle olan kimseler iman etmemişlerdir. Bu şekilde hareket ettikleri hakemler nezdinde sabit olanlar derhal ülke dışına çıkarılır ve çıkmayanlar öldürülür.
Kimsenin başkalarının mahrem tarafını deşifre etme hakkı yoktur. Sivil yönetimde mahremiyet yoktur. Oysa askeri yönetimde mahremiyet vardır. Ordunun mahremiyetini ihlal eden suçludur. Verilecek ceza geçici veya sürekli sürgündür. Yurt dışına çıkarılır, yahut sürgünler sitesinde hapsedilir. Sürgünler sitesinde olanlar dışarı çıkamazlar ama dışarıdakiler oraya girip çıkabilirler. Yakınları da onunla birlikte orada yaşayabilirler. Orada hukuk düzeni yoktur, orada askeri düzen vardır.
فَأَحْبَطَ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ
(Fa EaXBaOa elLAHu EaGMAvLaHuM)
“Allah amellerini hubut ettirmiştir.”
Korku günlerinde korkularından iyi işler de yaparlar. Ancak sonra böyle şaşırınca o amelleri de boşa gider. Yani sürülenler için iki statü vardır. Ya suçsuz olup sadece başkan tarafından sürülürler. Bu takdirde hiçbir haklarını kaybetmezler. Ama eğer suç işlemişlerse ve bu suç hakemler tarafından tesbit edilip sürülmüşlerse; o zaman buradaki malları bu toplulukta kalır, alıp gidemezler. Tüm alacaklarından vazgeçerler.
Bunu nerden öğreniyoruz?
“Feehbetallahu a’mâlehum”den öğreniyoruz. Demek ki, bu şekilde dilleri ile saldıranlar suçlu olarak sürülerek buradaki servetlerini de kaybederler.
Müslimler vardır, mü’minler vardır.
İnsan mü’min olduktan sonra imanından dönmez. İmanından dönen kimse irtidat etmiş olur. Dolayısıyla tüm mal varlığını kaybeder, haklarını kaybeder. Eğer ülkeyi terk eder de kaçarsa, postunu kurtarmış olur. Mü’min olmak yani asker olmak ciddi bir iştir. İnsanlığın güvenliğini tekeffül etmektir. Ondan firar etmek büyük sorumluluktur.
Kıyasla, müslim olmak da böyledir.
Müşrik, kâfir, müslim ve mü’min vardır.
İleri gitme daima vardır.
Müşrik, hakem kararlarını kabul ederek her zaman kâfirlik mertebesine yükselebilir ve bizden emin olur.
Kâfir, cizye vererek her zaman müslim mertebesine yükselir, bu sayede malı ve canı emniyete alınır.
Müslimler de askere giderek mü’minlik mertebesine çıkabilirler.
Ama ters işlem olamaz, mü’min müslim olamaz; müslim kâfir olamaz; kâfir de müşrik olamaz. Olurlarsa, bunarlın kanları heder olur.
Müslim ve mü’min böyle anlaşılmalıdır.
Geçmişte Hıristiyanlar kâfir addedilmiştir. İman birtakım inançlarla yorumlanmıştır. Âhiret hayatı için o yorumlar doğru olabilir. Biz ise bu “dünya düzeni” içinde bunları tanımlıyoruz. Bunları bu şekilde ayırmadığımız takdirde, Kur’an’ı “düzen” bakımından yorumlayıp anlamak mümkün değildir.
وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(19)
(Va KAvNa ÜAvLiKa GaLay elLAHı YaSIyRan)
“Allah için bu yesir bulunmaktadır.”
Bunların amellerini âhirette silip, yapmamış hâle getirip, borç ve alacak hesabına geçirmemek Allah için çok kolaydır. Âhirete vardığımızda amel defterimiz olacaktır. Herkes zerre kadar hayır yapmışsa orada onu görecektir, şer işlemişse onu da görecektir.
Âhirette insanlar amellerinden dolayı sorguya çekileceklerdir; inançlarından dolayı sorguya çekilmeyeceklerdir. Ne var ki niyetli amellerden dolayı sorguya çekileceklerdir. Allah, iyiliğe niyet edip yapamayan kimseye sevap yazacaktır. Ama kötülüğe niyet edip de yapmayan kimseye günah yazmayacaktır. Böylece Allah’ın rahmeti herkesi kaplayacaktır. Kimse işlemediği bir fiilden dolayı cezalandırılmayacaktır.
Âhirette böyle olduğu gibi; bu dünyada da toplulukta bu tür suçlar ameli ihbat eder. Yani vatandaşlık haklarını ortadan kaldırır. İmandan vazgeçmek, imanla kazanılmış bütün amelleri çürütür. O halde klasik kelamcıların her şeyi imanla bitirmeleri yanlış olmakla beraber, iman etmiş ve sonra irtidat etmiş olan kimsenin amelleri yok imiş gibi olur. Ya ülkeyi terk eder, ya da tevbe eder veya canını verir. Barış düzeninde barışın devamı için ne gerekiyorsa o yapılmaktadır. Barışı ifsad edecek hiçbir şeye izin verilmemektedir. Kimse imana zorlanmamaktadır. Ama kendi isteğiyle iman eden kimselerin artık yüklendikleri vazifeleri yerine getirmeleri istenmektedir.
Bu bir zulüm değil midir?
Basit bir kötüleme imandan olmayı neden doğursun?
Yani, sonuç olarak insanların sakladıkları sırlarını açığa vurarak onlara şantaj yapanların suçu irtidat suçudur. Cezaları da o toprakları terktir. Terk etmezlerse kanlarının heder olduğudur.
***
يَحْسَبُونَ الْأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا
(YaXSaBUvNa eLEaXZABa LaM YaUHaBUv)
“Ahzâbın zihab etmeyeceğini hesab ediyorlar.”
“Hizb” birbirleri ile çarpışan iki grup demektir. Hizbullah ve hizbuşşeytan vardır.
Allah iki ordu var etmiştir.
Birincisi kendisinin istediklerini yapan ordudur. Buna hizbullah deniyor. Vücudun hücreleri hizbullah gibidir.
Bir de bunları denetleyen, vazifelerini yerine getirmediklerii zaman onlara saldırıp helâk eden, böylece vazifelerini yapan kimselerin gelmesine izin veren hizb vardır. Allah şeytanı bunlara musallat etmiştir. Bu kâinatta, çökertip temizleyenlerle yapıcılardan oluşmuş bir düzen kurulmuştur. Allah’ın takdiri ile Allah’ın hizbi sonunda daima galip olacaktır.
Medine’nin etrafını düşman sarınca, Medine münafıkları ve kalblerinde hastalık olanlar, bu kadar güçlü bir ordu muhasarayı bırakıp gider mi diye düşünmüşlerdi.
İnsanların durumu her zaman böyledir. İktidarda olanların hiç düşmeyecekleri sanılır. Oysa bir rüzgar ve belki de bir düdük sesi iktidarı alt üst eder. Türk ordusu gerektiğinde bunu yapmıştır. Halkın isyanına ordunun müdahalesi imkan vermemiştir.
CHP’nin gitmeyeceği sanılmış ama 1950’de gitmiştir.
Demokrat Parti’ye zeval yoktur sanılmış ama 1960’da gitmiştir.
Bugün de AK Parti iktidarda hiç gitmeyecekmiş gibi oturmaktadır.
Oysa Allah’ın hizbi olanlar bile zamanla bozulurlar, dolayısıyla onlar da giderler.
“Ahzâb” burada marife getirilmiştir. Mekkelilerin organize ettiği ahzâbdır.
وَإِنْ يَأْتِ الْأَحْزَابُ
(Va EıN YaETi eLEaXZABu)
“Ahzâb gelirse.”
“Ahzâb” burada da marife gelmiştir. İzhar edilmiştir. Yukarıdaki ahzâbdan farklıdır. Bu ahzâb da Medine ordusudur, İslâm ordusudur. Yani muhasaraya almış orduya karşı ordu hazırlanır da savaşa başlarlarsa, bunlar sizinle olmak istemezler. Uzakta kalmayı tercih ederler. Sonunda karşıdakiler galip geleceklerse, karşı tarafta olurlar.
Amerika Birleşik Devletleri, birinci ve ikinci savaşlarda önce uzak kalmış, sonunda kendisinin katılması ile galip olacak tarafa geçerek sermayenin galip gelmesini sağlamıştır. Yüz seneden beri sermaye dünyaya hakim durumdadır. Sermaye önce çatıştırır. İki tarafın mecali kesildikten sonra, galip getirmek istediği tarafa geçer ve sonunda kendisi ucuz bir şekilde zaferini ilan eder. İran’la Irak’ı çatıştırmış. Sonunda Irak’ı muzaffer kılmak istemiş ama başaramamış ve en sonunda ceza olarak kendisi Irak’ı işgal etmiştir.
يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ
(YaVadDUv LaV EanNaHuM BaDUvNa Fiy eLEaGRABı)
“Onlar çatışma zamanında badiyede Arapların yanında olmalarını isterler.”
Önce uzak kalmayı, tarafsız olmayı, çatıştıktan sonra sonunda birini destekleyerek galip getirmeyi ve sonunda kendilerini muzaffer olmuş duruma düşürmeyi isterler.
Sermaye bugün de Türkiye ile İran arasında aynı çatışmayı istemektedir. Siz savaşacak ve birbirinizi bitireceksiniz. Sonra o müdahale edecek ve taraflar onun emrine girecektir.
Uzun yıllar devletler kurmuş olan İran ve Türkiye halkı bu oyuna gelmemiştir.
Hâlen sermayenin sıkıntısı budur. Cengiz Çandar gibi kalplerinde maraz olanlar, tezkere geçmedi diye İslâm âleminin jenoside uğrayacağını iddia etmişlerdir.
Türkiye bugün itibarlı devlet hâline gelmiştir.
ABD bir zenci ve Müslümanın çocuğunu başkan yapmıştır.
يَسْأَلُونَ عَنْ أَنْبَائِكُمْ
(YaSEaLUvNa GaN EaNBAEıKuM)
“Enbaınızı sual etsinler.”
Uzakta olacaklar ve durumunuzu soracaklar. İki taraf da çarpışa çarpışa yorulmuştur. Şimdi yenilmiş durumda olana destek verilmelidir, mağlup olduğu halde galip getirilmelidir. Sonra da iki taraf emir altına alınmalıdır. Bu işte onların halleridir.
İran ne yaptı?
Savaşı batılıların yardımı olmadan kazandı. Ama Iraklıların toprağına girmedi. Böylece savaş durdu. Bunun üzerine Irak Devlet Başkanı Saddam’a ‘Kuveyte gir!’ dediler. Sonra da ‘Sen Kuveyt’e saldırdın!’ diye onlar Irak’a saldırdılar. Bir başka bahane olarak da ‘atom silahın var’ dediler ve orduları sevk ettiler. Iraklılar da devletlerini teslim ettiler. Saddam teslim etti. Sonra askerler onu yakaladılar. Yani CIA’nın haberi olmadan yakalandı. Onu kullanan ABD yeri gelince koruyamadı. Kendi vatanını satanın başına bunlar gelir.
وَلَوْ كَانُوا فِيكُمْ
(Va LaV KAvNUv FIyKuM)
“Aranızda olsalardı.”
Yani badiyeye gitmeyip de sizin aranızda olsalardı.
Allah bir düzen kurmuş; savaşmak isteyenler savaşır, savaşmak istemeyenler zorlanmazlar. Bunun için cizye müessesesini getirmiştir. Asker olmak isteyen asker olur ve savaşır. Asker olmak istemeyen bedel verir ve savaşa gitmez.
Burada şu sonuca varılmaktadır ki; Medineliler Medine’ye saldırı olunca mü’min olmayanlar da savaşacaklardı. Bu anlaşmayı yapanlar eğer savaş esnasında kentte değilseler savaşmak zorunda değildirler. Savaş bittikten sonra tekrar dönebilirler. Ama kentte kaldıkları müddetçe savaşmak zorundadırlar. Hele düşmanla işbirliği yaparlarsa affedilmezler.
مَا قَاتَلُوا إِلَّا قَلِيلًا (20)
(MAv QAvTaLUv EılLAv QaLıLan)
“Az bir kısmı dışında savaşmadılar”
Badiyeye gitmeleri kentte kalıp savaşmalarından daha hayırlı olur. Çünkü savaşırlarsa sizin gibi sonuçlardan yararlanırlar. Ama savaşmazlarsa tazminat öderler.
Demek ki Müslimler muhasaradan evvel tehlike belirdiği zaman kenti terk ederlerse savaş bitinceye kadar orada kalırlar. Mallarına el konur ve savaşta harcanır. Savaştan sonra döndüklerinde mallarından tenzilat yapılır. Savaşta şehit olanların diyetlerine de bunların mallarının katkıları olur. Ama kendilerine dokunulmaz. Savaşa katılanlar malları ve canları ile katılırlar. Kent kurtulunca yarısı mal sahiplerinin olur, yarısı can sahiplerinin olur. Ölenler de sağ kalanlar gibi pay alırlar. Belki daha fazlası verilir. Zimmiler malları ile katılmışlardır. Kalanın yarısı canları ile katılanların, diğer yarısı da malları ile katılanlarındır. Nasıl bir taksim yapılacağı hususu ganimetlerin taksim hükümleri ile belirlenir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-533/ADİL DÜZEN DERSLERİ-363 22 Ekim 2009
DIŞ BORÇLARI NASIL ÖDEYELİM?
Türkiye’nin dört ana sorunu vardır:
İşsizlik, yargı sürüncemesi, basının sermayeye bağımlılığı ve dış borçlar.
Bunlardan en zor çözüleni dış borçtur.
Dış borç sorunu; borcu dövizden TL’ye çevirmek, faizi kredileşmeye çevirmek, para borcunu mal borcuna çevirmek, borcu iştirake çevirmek suretiyle çözülür.
Biz bugün döviz borcunu TL borcuna nasıl çevireceğimizi anlatmaya çalışacağız.
Önce Türk Lirasını altına kote ederiz. TL’nin altın-gram cinsinden değeri Merkez Bankası tarafından her gün ilan edilir. Merkez Bankası cumhuriyet altını olarak bu değerlere fark koymadan alıp satar. Bu değer öyle değiştirilir ki hazine tüm arz ve talepleri karşılasın. Yani altın satmak isteyene almıyorum demeyecek, satın almak isteyene de satmıyorum demeyecek, bütün alış ve satış isteklerini yerine getirecektir.
Devlet borçlanmaları altın üzerinden yapacaktır.
Ama ödemeleri ve tahsili o günkü değeriyle TL ile yapacaktır.
Bu teklifi önce alacaklı olanlara götürür. Kabul etmezse bu şekilde borcu bulunur. O ülkeden döviz alınır ve borç kapatılır. TL borç verilir. Dışarıda bunu yapacak devlet bulunamazsa, yurt içinde vatandaşlardan bu şartla TL borç olarak alınır. Döviz satın alınarak ödenir. Borç TL’ye çevrilmiş olur. Piyasaya yeni para girmemiş olacağından etki etmez.
Bunun yararı nedir?
Dolar borçlandığınızda günü gelince mallarınızı yarı fiyatla satar ve doları öylece bulur ödersiniz. Yarı fiyatla ihracat sözkonusu olunca ihracat yapmazsınız. Dolayısıyla üretiminiz durur, borcunuzu ödeyemezsiniz. Ama TL borcunuz varsa, taksitinizi ödediğinizde yabancılar sizden TL ile mal almak zorunda kalırlar. Bu durum ülkede üretilen malların fiyatlarını yükseltir. Dolayısıyla üretim artar veya ihracat mallarına katar. Siz borcunuzu kolayca ödersiniz.
Borcunuz altına kote edildiği için faturaların artması alacaklıları zarara sokmaz. Onların da alacakları artmış olacağı için satın alacakları mallar aynı kalır.
Demek ki bu borçlanma sistemi ile kimse zarar etmiyor. Aksine üretimi artırdığı için ülke kazanıyor, alacaklının alacağı ödendiği için o da kazanıyor.
O halde iyi niyetli alacaklının bu öneriye derhal razı olması gerekir.
Alacaklının yapılan bu TL borçlanma teklifini kabul etmemesi demek, kötü niyetli olması demektir. Yani maksadı parasına para kazandırmak değildir; maksadı Türkiye’yi borçlandırıp borca boğmak ve Türkiye’yi yıkmaktır.
Osmanlı İmparatorluğu’nu böyle borçlandırıp yıkmışlardır.
İşte bu kötü niyetli alacaklıların borçlarını ödemek ve iyi niyetli alacaklılara borçlanmak suretiyle dış borcumuzu dengeye getiririz.
Alacaklı aldığı Türk Lirasını ne yapacaktır?
Alacaklı TL almakta ve o günkü rayiçle altın satın almaktadır. Çünkü onu hemen Merkez Bankası’nda altına çevirebilecektir. Altın ile de piyasadan dolar satın alacaktır, sonra doları alıp götürecektir. Bu sefer doların altına göre değeri yükselmiş olacaktır. Doların değeri yükseleceği için doların satın alma gücü artacaktır. Böylece ihracatımız artmış olacaktır.
Ülke içi ekonomilerde neler olur?
a) Ülkede eksik işsizlik varsa, yeni işyerleri açılacak veya mevcut işyerleri üretimlerini artırarak üretim artmış olacaktır. Çalışmayan emek faaliyete geçerek borçlar ödenmiş olacaktır. Ülkedeki farklar asla etki etmeyecektir. Ülkemizin durumu budur. Türkiye’de emekliler çalışmıyor. Türkiye’de ev hanımları çalışmıyor. Türkiye’de öğrenciler çalışmıyor. Türkiye’de çalışanlar ve görevliler zamanlarını tam doldurarak çalışmıyor. Bunların hepsinin miktarı yüzde 50’dir. Yani Türkiye’de millî hâsıla yüzde 100 artacaktır. Türkiye’de 30 milyon işçi vardır. Bunların yıllık 20 000 TL brüt kazançları olsa, 600 milyar TL’lik millî hâsılamız olabilir demektir. Bunun yarısını dış borcumuzu karşılayacağına göre, iki yıl içinde dış borçlarımızı ödemiş oluruz.
b) Bazı devletlerde tam istihdam sağlanır durumda olabilir. O takdirde iç tüketim yerine ihracat malları üretme cihetine gidilecektir. Bu takdirde ödenecek borçlar kadar enflasyon olacaktır demektir. Yüzde 20 yıllık enflasyonla beş senede dış borçlarımızı tasfiye ederiz. Başka bir deyimle yüzde 20 tüketimi azaltırız. Türkiye’de buna gerek yoktur. Çünkü fazla fazla âtl emeğimiz vardır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-532/ADİL DÜZEN DERSLERİ-362 17 Ekim 2009
ÇOK TEHLİKELİ BİR FİTNE;
AK PARTİ-ORDU ÇATIŞMASI
-BUNU FİTNEYİ NASIL ÖNLEYEBİLİRİZ?
1961’de İzmir’e gittiğimde, Müslüman halk orduya ve devlete karşı kışkırtılıyor ve Müslümanların yeraltı faaliyetine katılmaları sağlanmak isteniyordu. 27 Mayıs 1960 İhtilâli mağduru olduğum halde, bu işi çok tehlikeli gördüğüm için Ege Bölgesi’nde değişik il ve ilçelere giderek Türk Ocağı adına konferanslar verdim. Bu konferansları Nur Risaleleri Şakirtleri takip ettiler ve desteklediler.
Bu konferanslarda anlattığım neydi?
Müslümanların asla yeraltı faaliyetlerine katılmayacaklarını, her şeyi açık yapmaları gerektiğini anlattım. Bu çalışmalara önce Fethullah Gülen, sonra Necmettin Erbakan katılıp meşru kuruluşlar kurdular. Biz de Prof. Dr. Ahmet Tahir Satoğlu’nun başkanlığında Akevler Kooperatifi’ni kurduk. Fethullah Gülen Akyazılı Vakfı’nı kurdu. Necmettin Erbakan Millî Nizam Partisi’ni kurdu. O zaman iktidarda olanlar CIA ve MİT işbirliği içinde baskılar yaparak bizi yeraltı faaliyetlerine itmeye çalıştılarsa da, biz daima legal yolları seçtik.
Bugün anayasa ekseriyeti ile iktidar olmuşsak, tüm dünyada vakıf olarak örgütlenmişsek, bütün bular o zaman başladığımız legal çalışmanın sonucudur. Ordunun bize karşı yaptıklarına aldırmayarak, ordu dostu kalmaya devam ettik. Görevlilerin yaptıklarından dolayı devletimize düşman olmadık, daima devletimizin yanında olduk. Bunu yaparken birçok devlet görevlilerini yanımızda bulduk.
Bugün de başka bir tehlike ortaya çıkmıştır. 2002 yılına kadar Türk ordusu İslâm düşmanları ile işbirliği hâlinde idi. Bu tarihten itibaren Türk ordusu millî iktidarın yanında olmaya karar verdi. Halk kimi seçerse onun emrinde olacaktı. Bu tarihî karar Türkiye’nin kaderini değiştirmiştir. Artık ordu halk bir olacak ve Türkiye’nin muasır medeniyetin üstüne çıkmasına imkan kazanacaktı. Gerçi AK Parti aldığı oyların hakkını verememiştir, ama antidemokratik bir iktidardan çok daha üstün başarıya ulaşmıştır. Ordu da halkın oyuyla gelen iktidara itaat etmektedir. Bu iktidara karşı yapılan antidemokratik hareketlere mâni olmaktadır. Bu sayede AK Parti kapanmamış, bu sayede Ergenekon teşebbüsleri başarıya ulaşmamıştır.
Şimdi tekel sömürü sermayesi başka bir plan peşindedir. Türk ordusu ile AK Partililerin arasını açmak, onları birbirine düşman etmek için büyük çaba içindedir. Evet, komuta yüksek kademesi ile parti yöneticileri arasına böyle bir kara kedi girmiştir. Bilindiği üzere, bir şekilde bu fitne bertaraf edilmektedir. Bundan dolayı ordu komutanları ile parti yöneticilerini tebrik etmek gerekir. Böyle bir gerginlik Mesut Yılmaz’ın başbakanlığı döneminde olmuş, tehlikeyi emekli generallere anlatmış, onlara parti kurmalarını önermiştir. Onlar kendi metotları ile sorunları çözdüler.
Bugün de büyük bir tehlike ortadadır. AK Partilileri alt kademeleri şiddetli bir şekilde ordu düşmanlığı yapmaktadır. Ordunun alt kademesi de şiddetli bir şekilde AK Parti düşmanlığı yapmaktadır. Bu fitne gittikçe büyümekte ve çok tehlikeli bir durum almaktadır.
BUNU FİTNEYİ NASIL ÖNLEYEBİLİRİZ?
Bunun için devletimizi, milletimizi, vatanımızı seven birileri çıkmalı; bana bir televizyonda bu konuda halkımızı uyarmak için bir TV kanalı vermelidir.
Bizim Akevler olarak bu kanalda Türk Ordusunun alt kademelerine ve AK Partinin alt kademelerine gerçekleri anlatmamız gerekmektedir, bunun devleti yıkma oyunu olduğunu bildirmemiz gerekmektedir.
Evet, AK Parti’nin hataları vardır. Ama sabredersek halkımız onları tasfiye edecektir. Halkın tasfiyesinden önce iktidara hasım olmak; halka ve devletimize hasım olmaktır. Bir millî orduya bu yakışmaz. Partiler de şunu öğrenmelidirler. Ordumuz kötü olabilir, suç işleyebilir. Yapacağınız iş ordumuzun ıslahını sağlamaktır. Yoksa ordu düşmanlığı yapma ve onu zayıf hâle getirme, devletimizi yıkıp bin yıllık şehitlerimizin kanlarına ihanettir. Ordumuz bizim ordumuzdur, varlığımızın garantisidir. Ne kadar kötü olursa olsunlar, onları sevmeye ve desteklemeye mecburuz; hattâ tek kelimeyle muhtacız.
Türk milleti bunun şuurunda olarak, şimdiye kadar askeri daima sevmiştir, Kenan Evren’i yüzde 92 ile onaylamıştır.
Bunları televizyonda anlatmamız gerekmektedir.
O gün yani 1960’larda konferanslar etkiliydi. Çünkü televizyonlar yoktu.
Bugün ise konferanslar bir şey ifade etmez. Televizyona ihtiyacımız vardır.
Biz Akevler olarak bu hizmeti yapmaya hazırız.
Bir TV’nin bizimle beraber olup bu sorunu çözme yükümlülüğüne girmesi gerekir.
Biz AK Parti’nin bir an önce gitmesini istiyoruz. Ancak bir şartla gitsin; ondan daha iyisi gelecekse gitsin. Bugün için devleti ondan daha iyi yönetecek bir parti yoktur. Bundan dolayı şimdilik herkes AK Parti’nin iktidarda kalması için çalışmalıdır. Ancak, ülkemizi AK Parti’den daha üstün bir şekilde yönetecek ya yeni parti kurulmalı, ya da bir parti kendisini yenileyebilmelidir. O partiyi oluşturmak da bizim görevimizdir.
Ne yazık k mevcut partiler o derece tekel sömürü sermayesi tarafından ezilmiştir ki, bizimle görüşme gücünü bile kendilerinde bulamıyorlar...
Biz ise Akevler Çalışanları olarak bütün partilere destek vermeye hazırız…
Bunlar nasıl partiler ki; kendilerine gelecek desteği ve oyu reddediyorlar?!.
Bu böyle devam ettiği sürece; demek ki bunların hepsi birer zavallıdırlar…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
*533. GENEL; 83. İŞLETME SEMİNERİ
Adres: EMİNEVİM/EMİNOTOMOTİV Merkezi, Kısıklı Cad. No: 36 ALTUNİZADE - ÜSKÜDAR / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
Perşembe, 22.10.2009
Genel Hizmet; BAKIM
SERBEST REKABET
a) Serbest rekabet depolanan mallarda sağlanabilir.
b) Senetle depolanır, mal şekline dönüştürülebilir.
c) Depolamada masraflar zamanla artırılmaz. Baştan fark verilir.
d) Faizsiz kredi ile depolamada zamanla fiyatlar artırılmaz.
REKABET SAĞLANAMAZ
a) Ücrette rekabet sağlanmaz. Çünkü ücreti artırmak mümkün değildir.
b) Kirada rekabet sağlanmaz, kısa zamanda taşınmazı artırmak mümkün değildir.
c) Sağlıkta rekabet sağlanmaz, çünkü ücretler sağlıkla ters orantılıdır.
d) Bakımda rekabet sağlanmaz, çünkü sağlıklı çalışma emekle ters orantılıdır.
Sonuç:
BAKIM GENEL HİZMETLERDENDİR
a) Meskenler, özel tüketim tesisleri.
b) Okul, mescit gibi kamu tüketim yerleri.
c) İşyerleri, özel üretim yerleri.
d) Ortak işyerleri, kamu üretim yerleri.
BAKIM İÇİN YAPILANLAR
a)Komisyoncular tarafından kiralanır. Toplanan kiralarla bakım yapılır. Artan kısımdan komisyoncu payını alır. Artan sahiplerine bölüştürülür.
b) Satışta işçilik alınır. Sonra işçilik parasız yapılır. Parça bedeli alınır.
c)Üretim yerlerinden kira payı üründen bir yüzde olarak alınır.
d) Hizmet yerlerinden kira payı hizmet için harcanan miktardan bir pay olarak alınır.
KİRALARIN TESBİTİ
Kiralanan miktar 100 olsun.
Kiraya verilen miktar 80 olsun.
Elimizde yüzde 20 boş daire vardır demektir.
80 dairenin kirası toplanır, 100 dairenin bakımı yapılır.
Olan paradan yüzde 2.5 komisyoncuya verilir.
Artan, 100 daire sahiplerine orantılı olarak bölüştürülür.
Bakımda parça bedeli daire üzerinde şarj edilir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
“Açılım” değil, “açlık” sorunu
Reşat Nuri EROL
Millî Gazete geçen gün (11.10.2009) “Millet ekmeğe muhtaç” manşeti ile çıktı. Sözün sahibi Saadet Partisi Lideri Prof. Dr. Numan Kurtulmuş doğru söyledi.
Gerçekten de millet ekmeğe muhtaç. Halkın asıl derdi “aş, iş, ekmek ve açlık”; her gün ismi (Kürt/ demokrasi/ anayasa vs. diye) değişen bilmem ne “açılımı” değil.
Bunu görmek için fildişi kulelerde inip halkın içinde olmak yeter.
Halkın ne olduğu belirsiz“açılım sorunu”ndan önce “açlık/ekmek sorunu” var.
***
Eskiden “devlet” deyince, güvenliği sağlayan ve düşmanlardan ülkeyi koruyan devlet anlaşılıyordu. O zamanki dönem “tarım dönemi”ydi, insanlar topraktan geçiniyordu. Topraksız kalmak aç kalmak, ekmeksiz kalmak demekti. Bugün ise toprak sahibi olmak demek karnını doyurmak demek değildir, topraksız olmak demek aç kalmak demek değildir. Bugünkü devletin görevi sadece toprağı korumak değildir.
Bugün devletler eğer “herkese aş/ekmek” sağlıyorlarsa, “herekse iş” sağlıyorlarsa, o zaman o ülkenin halkı o devlete sadık olur. Bunların sağlanması başta gelir ama; ekmeği olan halk, karnı doyan halk, yani aşı ve işi olan halk daha fazlasını ister. Önce “güvenlik” ister, sonra “adalet” ister, hakkının hukukunun korunmasını ister.
Halk mutlaka kendisini güven içinde hissetmek ister. Devletin ikinci derecedeki vazifesi “güvenlik”tir; ardından “adalet”tir. Karnı doyan, güvenliğe ulaşan, adaleti bulan halk bunlarla da doymaz. Bu sefer de gelişmek ister, eğitim ister, ilerlemek ister, yarışmak ister. Devletin dördüncü vazifesi de eğitim ve öğretim imkanlarını hazırlamaktır.
***
“Açılım” dediğiniz zaman, halkın işte bu sorunlarını çözmeniz gerekir.
Her şeyden önce “aidatsız genel sosyal güvenlik” sağlanmalıdır. Herkes sigortalı olmalıdır, “herkesin aş/açlık/ekmek sorunu” çözülmelidir. Devlet “faizli krediler”le içte ve dışta borçlanacağına, ekonomisini “sömürü sistemi”ne dayalı “zalim düzen”e göre yapılandıracağına; anayasada belirtildiği üzere gerçekten “sosyal devlet” olsun da önce “sosyal güvenlik sorunu”nu sadece aidat yatıranlar için değil, herkes için çözsün. Eski devletlerde, eski devlet anlayışında ülkeyi savunmak en başta geliyordu. Bugün “herkese aş ve herkese sosyal güvenlik sorunu” her ülkedeki halkın en başta gelen sorunudur.
Devlet “faizsiz çalışma kredisi” vererek “işsizlik sorunu”nu çözmelidir. Eğitimden ve ordudan önce, “işsizlik sorunu” çözülmelidir. İşsizlik sorunu çözülmez de üretim olmazsa, ne ordu ne de okul olabilir. Üretim yapamayan devletler bir müddet sonra yıkılırlar. İnsanlık tarihi üretimi başaramayan kavimlerin mezarlıklarıyla doludur.
Devlet üçüncü olarak silahlı kuvvetler sorununu çözmelidir. Kendisini düşmanlardan koruyamayan devlet varlığını sürdüremez. Ne var ki güçlü ordunun millî ordu olması için “adil yargı sistemi” olmalıdır. Ordu bağımsız yargı kararlarını infaz eden bir güç şeklinde yapılanmalıdır. İstediği zaman savaşan değil, yargı kararı ile karar verilen savaşları yapan kuvvet olmalıdır. Ordunun eşkıyadan farkı budur.
İşte, devlet bütün bunları yaptıktan sonra, halkın eğitimi ile ilgili müesseseleri kurmalıdır. Devlet kendisi iş yapmaz. İşleri halk yapar. Devlet sadece kredileri dağıtır, alt yapıyı yapar, hakemlik yapar.
***
-Devlet başta “herkese iş” temin etmelidir.
-Herkes iş bulup çalışınca ülkede “üretim” olur.
-Üretim olunca “herkese aş/ekmek” bulmak da kolaylaşır.
-Sonra devletin gelirleri artar, orduları bulundurmak kolaylaşır.
-Eğitim başta olmak üzere, diğer bütün genel hizmetler de bu sayede yapılır.
Asıl “açılım” budur
Reşat Nuri EROL
Borçlanarak devlet yaşatılamaz.
Borçlanma demek çağdaş kölelik demektir.
Başkalarına çalışıp “faiz” vermek köleliğin modernidir.
Borçlardan kurtulmanın yolu da “herkese iş”tir, “üretim”dir ve “ihracat”tır.
“Herkese iş” de son derece kolay temin edilir. Herkese bir “çalışma kredisi” tanınır. Git, bir işverenin yanında çalış, o borçlansın, sen maaşını devletten al denir.
İşletmelere de ayrıca “ham madde kredisi” açılır. Ham maddeyi al, parasını devlet ödesin denir. İşletmelere verilen bu kredinin faizi yoktur, cebrî icrası yoktur.
Bu işlemlerden sonra üretilen mamul ortak ambara konur ve çift anahtarla kilitlenir. Devlet ve üretici bu süreci birlikte paylaşır.
Parası ödenmiş, vergisi verilmiş mallar satın alana teslim edilir.
Böyle bir “faizsiz kredileşme sistemi” asla “enflasyon” yapmaz. Çünkü üretilen mal kadar piyasaya para sürülmüş olur. Piyasada artan para kadar mal da artmış olur, dolayısıyla fiyatlar sabit kalır. Sadece üretimdeki millî stok artmış olur.
Devlet parayı faizsiz vermiştir.
Ama üretim yaptığı için vergisini almıştır.
Böylece “zalim faiz”in yerini “adil vergi” almış olur.
İşte bu şekilde pek çok sorunun anası olan “işsizlik sorunu” çözülmüştür.
***
Çare ve çözüm bu kadar kolay ve basittir.
Bu kadar basit olan bu çare ve çözümü siyasi iktidar partiler, sırf dışarının (dış güçlerin), sadece Türkiye düşmanlarının, yani sömürünün, sömürücü tekel sermayenin hatırına yapmamaktadırlar.
Bu görüşümüzü ilgililer incelemeli, inceledikten sonra da bizi dinlemelidirler. Bu arada itiraz edenlerin itirazları da değerlendirilmelidir. Daha sonra Millî Güvenlik Kurulu’na öneri olarak getirilmelidir. Çünkü sözkonusu olan “ülke güvenliğimiz” ve “devletimizin bekası”dır.
Bu şekilde bir sene içinde “işsizlik sorunu” çözülmüş olur.
İki sene içinde de “dış borçlar sorunu” çözülmüş olur.
***
Tekrar hatırlatıyoruz!
Önerimiz gayet sade ve basittir.
IMF’yi dinlemeyip Merkez Bankası para basar ve “çalışma kredisi” olarak tüm çalışanlara kredi olarak verir. Herkes çalışır. İşverenler borçlanırlar. Mallar satılınca devlet kredisini tahsil eder. Krediler faizsiz olacağı için fiyatlar zamanla artmaz, enflasyon olmaz. Dolayısıyla stoklar kimseye zarar getirmez. Stoklar arttıkça üretilen malların fiyatları düşer. Devlet üründen pay olarak vergi aldığı için devletin de alacağı düşer. Denge korunur.
Piyasaya üretilen mal kadar para sürüleceği için enflasyon olmaz.
İhraç kolaylaşır ve bu sayede dış borçlar ödenir.
Ordu askeri müdahalede bulunmaz.
Seçim döneminde millî güvenlikle ilgili kararlar yayınlar ve bu kararların ne derece uygulandığı millete bildirilir. Halk seçimde ona göre oy kullanır.
“Açılım.. Açılım…” deyip duruyorsunuz ama ne açılımı yapacağınızı bilmiyorsunuz.
“Kürt açılımı/ sorunu” değil, “Demokrasi açılımı/ sorunu” değil, “Anayasa açılımı/ sorunu” veya bilmem ne açılımı/sorunu değil; “genel bir düzen/sistem açılımı” yani “Adil Düzen/ Adil Ekonomik Düzen açılımı” gereklidir. Asıl “açılım” budur ve bundan başkası veya gerisi “fasa fiso”dur.
Esnafa ilgisizlik, siyasi umursamazlık…
Reşat Nuri EROL
Mahallelerimizin babacan bakkallarını marketler;
Marketlerimizi her türlü irili ufaklı süpermarketler;
Süpermarketlerimizi ise daha büyük hipermarketler yok etti...
Büyük alışveriş merkezleri ise hepsini birden ortadan kaldırmakta…
Hattâ;
Küresel kapitalist sömürü sermayesinin tekelci zihniyeti yüzünden, şimdi de birçok alışveriş merkezi de can çekişmeye başladı bile...
Peki;
- Bu ekonomi politikalarıyla nereye kadar?!.
- Bunun sonucunda ülke ekonomisi nereye varacak?..
- Esnafımız başta olmak üzere, halkımızın durumu ve sonu ne olacak?..
***
Hükümetlerin ekonomi yönetiminden en çok etkilenen, elbette halkın bizzat kendisi…
Halkın büyük kesimini teşkil eden ise mütevazı sermayelerle işlettiği ticarethanelerde ve ona kattığı alın teriyle ekmek parasını kazanan esnafımız...
Esnafımız, hükümetlerin yürütmekte olduğu “faizci kapitalist ekonomi politikaları” neticesinde, büyük şirketlerin sermaye güçleri altında ezilerek maalesef yok olma noktasına getirildi.
Hükümet seçim zamanı oy isterken kapısını çaldığı halkını ve esnafını seçimden sonra ancak vergi kaynağı olarak hatırlamakta…
Refahtan pay almaya gelince ise rantiyecilerle, sadece rantiyecilerle, her zaman yerli ve yabancı rantiyecilerle paylaşmakta…
Nihayetinde ve sonuç olarak; siyaset, sadece büyük sermaye sahiplerinin, holding ve medya patronlarının güdümüne girmekte…
***
Maddî kaynakların ve refahın daha dengeli ve de adaletli bir şekilde paylaşıldığı bir ülkede, iş kuracak vatandaşa ve esnafımıza birçok konuda destek olunması gerekir.
Bizim ülkemizde bizim hükümetlerimiz ise milletin kaynaklarını “özelleştirme” adı altında yerli ve yabancı yandaşlarına peşkeş çekmekte; bilgisizlik, beceriksizlik, ufuksuzluk ve özellikle “Adil Ekonomik Düzen”e inançsızlık sonucu oluşan “bütçe açıkları”nı kapamak ve “borç faizleri”ni ödemek için “esnaf”ı gelir kaynağı olarak görmekte; başka zamanlarda değil ama sadece o zaman “esnaf”ı hatırlamakta!!!
Sayın Başbakan, “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız!” diyerek, aslında IMF’nin ümük sıkmaktan başka bir şey yapmadığını “itiraf etmiş”tir.
Ama -yedi yıldır yaptığı gibi- yine gidip küresel sömürü sermayesinin “faizli sömürü fonu”ndan medet umacak…
Sonra bu borcun yükünü de;
“Fahiş faizlerle” yine ağır yükler taşımaktan yorulmuş halkımıza,
“Haksız vergilerle” her zamanki gibi yine esnafımıza yükleyecektir…
***
Bu durumda, sorulası şu mukadder soruları sormalıyız:
-İç ve dış borçlarımız bu politikalarla 500 milyar dolara dayanmadı mı?!.
-Şimdi de IMF’den 50 milyar dolar daha almayı görüşmüyorlar mı?!.
-Özelleştirmeyle geçmiş birikimlerimiz peşkeş edilmedi mi?!.
-Şimdi de geleceğimiz borçlanmayla satılmıyor mu?!.
Bu gripte bir domuzluk var
Hilmi ALTIN
Domuz gribi ve aşısı konusunda olanları, yazılanları, konuşulanları ve halkın konuya bakışını incelediğinizde; konuyla ilgili çare ve çözümler konusunda bilgisizlik ve güvensizliğin olduğu görülmekte. İnsanlar domuz gribinin ne olduğunu doğru ve dürüst anlayamamakta, çare ve çözümün ne olduğunu bilmemekte; Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere, ilgili kurum ve kuruluşların açıklamalarına güvenmemekte. Bu arada domuz gribi ile ilgili kaygılar artmakta. Sadece domuz gribi ile ilgili değil, aynı zamanda grip aşısı konusunda da güvensizlik ve tedirginlikler var. Gribin gerçekte nasıl bir sorun oluşturduğu, gribin sorun oluşturmaması için neyin gerekli olduğu veya aşının gerekli olup olmadığı, aşının yan etkilerinin neler olduğu, işin içinde başka bir iş olup olmadığı gibi birçok konuda halk tedirgin. Halk bilgisiz ve örgütsüz; konuyla ilgili örgütlere “tekel örgütler” oldukları için güvenmemekte, kendisinin güvendiği kimseleri ise karar mekanizmalarında görememekte.
Sorun burada da gelip demokrasi, inanç/ahlâk, ekonomik model ve siyasi modele dayanmakta. Aynı konuda onlarca uzman birbirine tamamen zıt görüşler ortaya atmakta. Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere, konuyla ilgili yetkili kurum ve kuruluşlarda, bu farklı görüşlerden hiç temsilci ya yok, ya da çok az kişi var ve sesleri çıkmıyor. Yani tedirginliğin pek çok ciddî nedenleri var.
***
Türkiye son birkaç yıl içinde -önceki yıllardan çok farklı bir şekilde- böceklerden kırım kongo kene virüsü, uçanlardan kuş gribi, yürüyenlerden domuz gribi tehdidi ile karşı karşıya kalmakta. Şimdiye kadar böcek (kene), kuş, domuz gribi geldi… Halkımız bu durumda yarın hangi grip tehdidinin geleceği endişesine düşmüştür.
Tehdidin çözümünde yetkili ve örgütlü ilk muhataplar kimlerdir? Hükümet (Sağlık Bakanlığı) ve Türkiye Tabipler Birliği, özel sağlık ve sigorta kuruluşlarıdır. Çözüm de ilk olarak o çevrelerden beklenmekte. Konuyu incelediğinizde, Hükümetin, dolayısıyla Sağlık Bakanlığı’nın, Türkiye Tabipler Birliği’nin, özel sağlık ve sigorta kuruluşlarının yeterli çözüm üretmedikleri görülecektir. Sebep, kapitalizmin etkilerinin bireysel karar süreçleri yanında kurumsal karar süreçlerini de aşırı etkilemesi ve tekelci yapılanmaların diğer sorunlarda olduğu gibi sağlık sorunlarında da sorunların kaynağı olmaya devam etmesidir.
***
Şimdi meselenin püf noktasına gelebiliriz, bam teline dokunabiliriz.
Halkın sağlığı bozuldukça, hasta sayısı ve hastalıklar arttıkça, geliri artan bir sektör düşünün…
-Bir sağlık sektörü düşünün ki, hasta sayısı arttıkça gelirleri ve rantı artsın da artsın...
-Bir hastane işletmesi düşünün, sağlık sorunları arttıkça işletme gelirleri artsın...
-Bir ilaç fabrikası ve sektörünü düşünün, hasta sayısı arttıkça gelirleri artsın...
-Bir sigorta şirketi düşünün, hasta sayısı arttıkça sigorta gelirleri yükselsin...
Ve bütün bunlar olurken, halkın sermaye tekeline malzeme olmaya itildiğini düşünün.
Sağlık Bakanlığı’nın, Türkiye Tabipler Birliği’nin tekelci mantıkla oluştuğunu ve yetersiz kaldığını düşünün... Hastanelerin ya devletin tekelinde ve rekabetsiz, özerk olmayan bir yapıda kurumlaşmakta olduğunu, ya da sağlık sorunları arttıkça geliri artan sermaye hastanelerinin tekel sermayeye mahkum olduğunu düşünün... Sigortanın ya devlet tekelinde ya da sermaye tekellerinde olduğunu düşünün... Sonu aynı yere çıkan ya devlet tekelinde oluşmuş ve köhneleşmiş çözümsüz hastaneler, ya da hasta sayısı ve hastalıklar arttıkça zenginleşen özel sektör olduğunu düşünün…
Ve bütün bunların sonucunda “sömürülen halkı” düşünün...
Ne dersiniz, sizce de “bu işte veya bu gripte bir domuzluk” yok mu?!.
Bu gripte bir domuzluk var - 2
Hilmi ALTIN
Bu tekelci, sömürücü sermayeye dayalı yapılanmada sürünen (kene), yürüyen (domuz gribi), uçan (kuş gribi) ayaklı-ayaksız, kanatlı-kanatsız ne kadar hayvan, insan, hattâ bitki varsa, zamanla onların virüslerinin yayılmaması ve sağlığı, çevreyi tehdit etmemesi mümkün mü? Öyle olmasa, sonra ne ile ayakta kalacak ilaç fabrikaları, sigorta şirketleri, sağlık sektörü? Bütün bunlara ek olarak, Dünya Sağlık Örgütü’nün tekelci ve sömürü sermayesi yönlendirmesine dayalı yapısı da sorgulanmalıdır...
Günümüz dünyasında devletler ölçeğinde sermaye birikimine sahip özel ilaç firmaları oluşmuştur. Her şeyden önce bu firmaların da tekel sömürü sermayesi mantığından kurtarılması gerekmektedir. Yapıları gibi işleyiş mantıkları da sorgulanmalıdır. Hasta sayısı ve hastalığın oranının artması ile daha da tekelleşen bir ilaç sanayiinin, insanları daha da hasta yapmamasına herhangi bir engel var mı ki?!.
İlaç sanayiinin dünya insanlarını sömürmemesi için ülkeler içindeki çoğulcu, katılımcı, dayanışmacı, ahlâki örgütlenmelerin benzerlerinin insanlık çapında da oluşturulması gerekmektedir. Aksi taktirde, ya insanların bulduğu ilaçlar önce yasaklanır, hattâ bulan cezalandırılır, ya da unutturulur ve sonunda da herkese yetersiz, hattâ sakıncalı hâle getirilip insanlığa sunulur. Hiç biri olmazsa, özel virüs üretilir ve sonra da hazırlanmış aşılar insanlara enjekte edilir. İnsanlar en hafifinden kobay olurlar.
Bütün bu yanlışların hiçbirisinin olmayacağını düşünelim. Yanlış örgütlenmedeki hatadan dolayı insanların sürekli tedirginlik içinde yaşamasına ne denecektir? Ya da oluşabilecek yanlışların sorumlusu kim olacaktır? Daha doğrusu, sorunun doğrudan muhatabı insanların mağduriyetleri nasıl giderilecektir? Hesabı kim ve nereye ödeyecektir?
Ülkeleri, malları, halkı ezme ve sömürme adına, insanları savaştıran, hattâ kendi vatandaşlarını bile savaşa sokan sömürücü anlayışın hiç eziyet çekmeden ilaçla bunu yapmayacağının garantisini kim vermektedir? Ya da dünya çapında mafyalaşmış, sömürü ağını kurmuş, devletleri bile korkutan, baskı altına alan sömürü sermayesinin bir kurumu, bir memuru ya da bir görevliyi aşıya razı etmesini engelleyen hangi mekanizma var?
Domuz gribi ve aşısı konusundaki sorunun çözümünü iki açıdan ele almak mümkündür. Acil olarak yapılması gerekenler ve uzun vadede yapılması gerekenler.
Acil olarak yapılması gereken ilk konu, “Sağlık Sorunları Çözüm Kurulu”nun oluşturulmasıdır. Bu kurul geçici olarak “Sağlık Üst Kurulu” gibi de düşünülebilir. Bu kurul yirmi kişiden oluşmalıdır. Yarısını Türkiye’deki üniversite bilim adamları, diğer yarısını da bilimsel alanda çoğulcu yapıda örgütlenmiş dayanışma grupları/ortaklıkları belirlerler. Yerel yönetimlerde de kurullar vardır. Kurul üyelerini siyasi partiler oyları oranında seçmelidirler. Oy aranı yüzde 5’in üstünde olan siyasi partilerin kendileri, oy oranları yüzde 5’in altında olan siyasi partiler de aralarında anlaşarak bu kurula oyları oranında üye gönderirler. Bu kurulda oluşan ortak kararlar “Sağlık Üst Kurulu”nun konusudur. Bu ortak kararların işlerlik kazanmasını sağlamak ve denetlemek bu kurulun görevidir.
Bu sağlık kurulları, konu acil olduğu için geçici olarak siyasi partilerin seçeceği üyelerden oluşacaktır. Daha sonra ilgili alanda örgütlenmiş dayanışma ortaklıkları tarafından oluşturulacaktır. Yeni ve kalıcı kurullar oluştuğunda, bu kurul sadece sekreterya görevlerini üstlenecektir. Kurul, anlaştığı konularda kurul adına ortak çalışma yapar. Anlaşamadığı konularda her bilimsel dayanışma ortaklığı, ahlâki dayanışma ortaklığı, ekonomik dayanışma ortaklığı, siyasi dayanışma ortaklığı ayrı ayrı kendi görüşlerini ortaya koyar. Duyuruyu da kendileri ayrı ayrı yapar. Böylece halk ortak çözüme ulaşılmamış konularda serbest tercihini kullanır.
Domuz gribindeki sorunlar da bu şekilde çözüme kavuşturulur.