1967...1968...1969....AKEVLER 42 YILDIR ÇALIŞIYOR....2007...2008...2009
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 532
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜNYA DÜZENİ, III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 17 Ekim 2009 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 532. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
“AÇILIM SORUNU” DERKEN…
“KÜRT SORUNU” DEĞİL,
“EKMEK SORUNU” YANİ
“AŞ VE İŞ SORUNU”
ADİL DÜZENDE BARIŞ
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 82. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
Genel Hizmet; TAKİP
***
Saadet anlayışı ve AKP zihniyeti
“No stand-by, IMF bye bye!” - 1
“No stand-by, IMF bye bye!” - 2
“No stand-by, IMF bye bye!” - 3
Doğru “teşhis” ve “tedavi”
Ekonomik çözümler…
Reşat Nuri EROL
***
AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 4
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12)
وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ يَاأَهْلَ يَثْرِبَ لاَ مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِنْ يُرِيدُونَ إِلاَّ فِرَارًا(13) وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلاَّ يَسِيرًا(14) وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ لاَ يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولاً(15) قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ وَإِذًا لاَ تُمَتَّعُونَ إِلاَّ قَلِيلًا(16) قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً وَلاَ يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلاَ نَصِيرًا(17)
وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ
(Va EiÜ QAvLaT OAEiFaTun MiNHuM)
“Hani onlardan bir taife demişti.”
Buradaki “Hum/onlar” zamiri, yukarıda geçen münafık ve kalblerinde hastalık olanlara gitmektedir. Onlardan bir grup öyle demişti. Orada fiili muzari, burada fiili mazi gelmiştir. Fiili muzari genel kuralı göstermektedir. Onların genel demelerini göstermektedir. Fiili mazi ise bir olaya işaret etmektedir. Birinde bir sünneti ifade etmektedir. Mazide ise bir olay gösterilmektedir. Burada ahit, yukarıda ise istiğrak veya cins vardır.
“Onlardan bir taife/grup” nekre getirilmiştir. Belli olan kimseler değil de, bir grup bunu söylemiştir. Bir toplulukta o topluluğu sevk ve idare eden bir grup oluşur. Buna “taife” denir. Taifenin başkanları yoktur. Ümmet değildirler. Sadece oluşan grupturlar.
Toplulukta birkaç kişi birleşip bir karar alırsa ve topluluğu davet ederlerse; topluluk bunlara kulak verir veya vermez. Kulak verirse kabul etmiş olur ve o topluluğun malı olur. Topluluk kendisi bir karar almaz. Alınan kararlara uyar veya uymaz. Bazen böyle öneri getirenlere karşı başka taife başka öneride bulunur. Topluluk bunlardan birini benimser. Dolayısıyla topluluk karar almış olur. Genellikle topluluk bölünmez. Baştan iki tarafı dinler. Ama sonunda herkes bir tarafta toplanır.
Demokrat parti kapatılınca çeşitli partiler kuruldu. Ama sonunda Adalet Partisi’nde birleşmiş oldular. Bediüzzaman’dan sonra Nur şakirtleri parçalandı ama sonunda hepsi Gülen’de birleşti. Öbürleri çok azınlıkta kaldı.
Mekke, mü’minlere karşı şiddetli bir şekilde karşı görüş olarak yer aldı. İslâmiyet’in gelişmesini önlediler. Sonra mü’minler Medine’ye gidince, bu sefer baştaki uzak durma sona erdi ve mücadelelerin sonunda herkes İslâm düzenine uydu. Ancak sosyal baskı sonucu uyduğu için münafıklar ve Yahudiler fırsat buldukça karşı çıkmışlardır.
Burada da böyle olmuştur. Münafıklar ve kalblerinde hastalık olanlar İslâmiyet’in sona erdiğini sanmış ve düşmanların tarafına geçmişlerdir.
28 Şubat’ta da böyle olmuştur. Millî Görüş’ün sona erdiği zannedilmiştir, “Adil Düzen”in unutulduğunu sanmışlardır. Oysa “Adil Düzen Çalışması” hiç kesilmeden devam etmiştir. Bugünkü “Adil Düzen Külliyatı” bu sayede oluşmuştur.
Sonra ne oldu?
AK Parti iktidara geldi.
Bu sefer ‘ne oluyoruz’ denmiştir.
“Adil Düzen” adım adım yeniden tüm ülkede, hattâ askerlerin nezdinde ve bu arada yurt dışında da yeniden dirilmeye başlamıştır.
يَاأَهْلَ يَثْرِبَ
(YAv EaHLa YaÇRiBa)
“Ey Yesrib ehli.”
Burada Medine muhasarasından bahsettiği bu ifadeden de anlaşılıyor. Tarihî olayı anlatmaktadır. Kur’an Hazreti Musa’dan bahsettiği gibi, Hazreti Muhammed’den de bahsetmektedir. Burada bilmemiz ve üzerinde durmamız gereken tarihî bir olay anlatılmaktadır. Bize örnek olarak o olay gösterilmektedir.
Oradaki münafık ve kalblerinde hastalık olanlardan bir taife onlara diyordu. Bunlar yalnız kendi grubuna değil, tüm Medinelilere söylemektedirler. Mekkelileri yani Muhacirleri barındırmakla hata ettiklerini, çünkü bu sayede tüm Arapların Medinelilere düşman olduklarını ve böylece Medine’nin işinin zor olduğunu hatırlatmaktadırlar. Şimdi söyledikleri şudur: Medinelilerin yanlış yaptıklarını, artık kurtuluşları olmadığını yayıyorlardı.
لاَ مُقَامَ لَكُمْ
(LAv MUQAvMa LaKum)
“Sizin için mukam yoktur.”
“Mukam” “mukaveme”den dönüşmedir. Aslı “muqvem”dir (مُقْوَمَ). İsmi mef’uldür. İf’al bâbından ikamet edilecek yer demektir.
Sizin artık kalacağınız, ikamet edeceğiniz bir yer kalmamıştır. Mekkeliler Medine’yi işgal ettikleri zaman hâliniz ne olacaktır, nereye gideceksiniz? Tüm Araplar onlarla bir olmuşlardır. Sizi kabul edebilecek bir kabile bulunamaz, Mekkelilerin korkusundan bulunamaz. Böylece Medinelileri büyük bir korku içine salmaktadırlar.
Topluluklarda bu nevi kara günler olur. Galip gelecekler hissedilince gruplar cephe değiştirirler ve karşı tarafın mağlup olmasına sebep olurlar. Savaş insanların maddi güçlerine değil, psikolojik olaylara bağlıdır. Kitle kuvvetlinin yanında yer alır. Mekkelilerin galip geleceğini hissettiklerinde halk onların tarafına geçer ve siz mağlup olursunuz. Bu durum bilhassa sizde moral çöküşünü gördükleri zaman gerçekleşir. Eğer sizde azim devam ediyorsa, o anda siz etki ettiğiniz için size olan bağlılıkları ve korkuları devam eder.
O halde savaşı kim kazanır?
‘Ben savaşı kazanacağım’ diyenler ve buna inananlar kazanır.
فَارْجِعُوا
(Fa iRCıGUv)
“Rücu edin.”
“Rücu edin” ne demektir?
Artık muhacirlere arka olmaktan vazgeçin, bunları Mekkelilere teslim edin ve anlaşma yapın demektir. Yani muhacirleri barındırma sözünüzden rücu edin demektedirler.
Bu durumda yapılacak iş, muhacirleri teslim ederek kentlerini korumak en akıllıca bir iştir. Münafıklar ve kalblerinde hastalık olanların içinden bir taife Medinelilere bu aklı vermektedir. Durumun ne kadar vahim olduğu buradan anlaşılmaktadır.
Acaba Hazreti Muhammed bu durumda ne düşünüyordu? O da ümidini kesmiş miydi?
Ben olsam ne yapardım?
Ben galip geleceğimizden ümidimi keserdim ama Allah ne takdir etmişse o olur der ve savaşa devam ederdim. 1960’larda inanmışların durumu bu idi. Demokrat Parti iktidardan indirilince, Müslümanların artık Türkiye’de yaşama şansı kalmamıştı.
Medineliler için yapılacak iş irtidat etmek ve muhacirleri Mekkelilere teslim etmekti.
“Rücu edin” demekten maksat, verdiğiniz sözden dönün anlamındadır.
وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ
(Va YaSTaEÜiNu FaRIyQun MiNHuM elNABiyYa)
“Onlardan bir fırka nebiden isti’zan istemişti.”
Onlardan bir fırka nebiden isti’zan istemiş ve savaşa katılmaktan kaçınmışlardı. İşin vahametini görenler başkandan izin istemişlerdi.
Yukarıda “bir taife” burada “bir ferik” kelimesi getirilmiştir.
“Taife” ile “ferik” arasında ne fark vardır?
Demek ki toplulukta iki grup oluşur.
Birileri bir şey yapar, diğerleri de onların yanında olurlar. Kötünün çevresinde toplanırlar. Herkes kendi canını kurtarmaya başlar ve korkularından kaçışırlar.
Bunlar feriktirler.
Bir kısmı ise halkı korkutup belli bir hedefe götürmek isterler.
İşte bu iki grubu ayrı ayrı anlatmaktadır.
Mü’minler eğer kararlı iseler, onların bu durumlarından rahatsız olmuyorlarsa, onlar da ümitlerini kaybetmezlerse, o zaman olay zamanla tersine döner ve onların hepsi tekrar size katılmaya gelirler.
İşler de böyledir. Bir iş yaparken siz kararlı iseniz, sonunda size karşı olanlar yanınızda yer alırlar ve başarıya ulaşırsınız. Ümidinizi keserseniz dağılıp gidersiniz.
“Adil Düzen”i ortaya koyduğumuzda, bir gün geldi ki herkes “Adil Düzen”den kaçtı. Herkes ümidini kesti. Biz ise hâlâ ümidimizi kesmedik. Mücadeleye devam ediyoruz. Başarısızlığımızın sebebini “Adil Düzen”de değil, bizim bilgisizliğimizde ve beceriksizliğimizde aradık. Kendimizi düzeltmeye ve geliştirmeye koyulduk.
İşte, gelecekteki başarı bu inanç sayesinde olacaktır.
Medineliler böyle sebat gösterdiler, iman selabetinde oldular. Medineliler (Ensar) Mekkelilerden korkup da muhacirleri terk etmediler.
يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ
(YaQUvLUvNa EinNa BuYUTaNAv GaVRaTun)
“Evlerimiz çıplaktır diyorlardı.”
Medine sıcak bir yerdir. Yazın çatı açılır ve öyle yaşanır. Sonbaharda yağmurlar başladığı zaman ise üstü kapatılır, kışın yağmurdan korunur.
Mekkeliler Medine saldırısını soğuklar gelmeden ama serinlik zamanında yapmışlardır. Nitekim yağmur gelmiş, fırtına esmiş ve bu sebeple muhasarayı bırakmak zorunda kalmışlardır. Medinelilerden münafık olanlar ve kalblerinde hastalık bulunanlar bahane uydurmuş, henüz evlerimizi kapatamadık diye izin istemişlerdir. Oysa asıl gayeleri savaşa katılmamaktır. Mekkeliler Medine’yi işgal ettikleri zaman onlara ‘biz savaşa katılmadık’ diyeceklerdir. İşte toplulukta bir kısım insanlar böyle bahanelerle tarafsızlıklarını sürdürmek isterler. Oysa bunların yapacakları iş, daha savaş olmadan Medine’den ayrılacak, Mekkelilerle bir olacaklardı. Diğer Araplar gibi Mekkelilerle anlaşmış olacaklardı ve Medinelilere saldıracaklardı. Bunlar böyle yapmadılar. Medine’de kaldılar ama sonra verdikleri ortak savunma taahhüdünden vazgeçtiler. Bu davranışları suç teşkil ediyordu.
Askerler bunu çok iyi bildikleri için ordunun psikolojisini devamlı kontrol altında bulundururlar. Türkiye’de 1960’dan beri askeri müdahaleler bu psikolojik savaşa karşı yapılmıştır. Ordunun dağılmaması ve birden ülkede anarşinin başlamaması için komutanlar müdahale ediyor ve böylece gerginliği söndürüyorlardı. Baştan solcu imişler gibi beyannameler yayınlıyor, sonra solcuların canına okuyorlardı. Yavaş yavaş İslâmiyet getirilmekte idi. Türk ordusu en büyük tehlikeyi 1960’larda geçirmişti. Solcu ve sağcı subaylar ittifak ederek iktidara el koymuşlardı. Cemal Gürsel’i ihtilalin lideri yapmakla ordudaki çekişmelere son vermişlerdi. Beş bin subayı emekli ettiler. Millî Birlik Komitesi tasfiye edildi. Böylece ihtilâl önlenmiş oldu. Ondan sonra hep üst kademe zamanında el koyarak askeri çatışma önlenmiştir.
Büyük devlet tecrübesi olan milletimiz bu oyunları atlatmıştır.
Benzer tehlikeler 1924’den sonra inkılaplar zamanında olmuştur. Batılıların dayatması ile inkılaplar yapılmış, ama Türkiye’nin lehine olanlar yapılmıştır. Türk milletinin birden isyan etmesi önlenmiştir.
28 Şubat’tan sonra da beş sene beklenmiş, sonunda Millî Görüş iktidar edilmiştir.
وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ
(Va MAv HiYa BiGaVRaTin)
“Oysa onlar çıplak değildi.”
Yalan söylüyorlardı. Yapılacak fazla bir şey yoktu. Onlara izin vermeyip cezalandırmaya başlasanız, onlar tarafı güçlenecek, düşman daha çok kendisine taraftar bulacaktır. İşte askeri mantık ile sivil mantık bunun için farklıdır. Askerler bu durumda nasıl davranacaklarını iç sezileri ile bilirler. O anda yapılacak işlem durumu lehe çevirir.
İstiklâl Savaşı’nda da böyle mütereddit olanlar vardır. Bunlar süratle tenkil edilip korku salınınca, bu durum halkın cesaretini artırmış ve İstiklâl Savaşı’na ümit bağlanmıştır.
AK Parti ve Erbakan bunu bilmediği için korku yaratılamamıştır. Oysa 28 Şubat’ta Erbakan basında belli kimseleri yakalayıp canına okumalı idi. Dehşete salmalı, kimse aleyhte yazı yazamamalıydı. Bu orduya da cesaret verirdi ve ordu da Refahyol Hükümeti tarafında olurdu. Refahyol iktidarı bu gücü gösteremediği için gösterenler iktidar oldular.
Bugün AK Parti gerçekten iktidar olamamıştır. Çünkü hukuk dışı davranan Anayasa Mahkemesi’ne gerekli dersi verememiştir. Oysa cumhurbaşkanı hepsini görevden almalı idi. ‘Atayan alma yetkisine sahiptir’ kuralını onlar koymuşlardı.
Sonunda askerlerin müdahalesi ile kıl payı kurtuldular.
İsmet İnönü’nün bir sözü vardır: “Orduya dayanan iktidardan ahmağı yoktur” demiştir. Ordu yanlış yapıyor. Çünkü ordunun desteği ile iktidarda olan parti veya partiler iş yapamaz ve orduyu da memleketi de batırır.
O halde ne yapılacaktır?
Ordu, bizzat kendisi anayasayı hazırlamalıdır. Bütün görüşleri dinlemeli, bu arada Adil Düzen Çalışanlarını da dinlemelidir. Anayasa, Harp Akademisi’nde hazırlanmalı, sonra Millî Güvenlik Kurulu’na askerin teklifi olarak sunulmalıdır. Baskı yapılmadan eğer bunu AK Parti kabul ederse iktidarda kalır; yoksa gider. Askerin hukuk dışı müdahaleleri yanlıştır. Devletin varlığını sürdürmesi için güçlü olduğunu göstermek zorundadır. Asker müdahale etmemelidir. Ama devletini korumalıdır.
Daha önce ne yapmıştır?
Siviller devleti yıktıklarında onlar müdahale eder, sonra yeniden seçime giderlerdi. Müdahale şekli yanlıştı. Meclis kapatılmamalıydı. Mustafa Kemal hiçbir zaman meclisi kapatmamıştır. Ama hükümeti değiştirmeyi zorlamıştır. 1870’lerde böyle olmuştur. O zamanki komutanlar tebcil edilmelidir. 28 Şubat da böyle olmuştur. 60 ve 80 müdahaleleri büyük devrim olmuştur. Ancak devlet büyük yaralar almıştır.
إِنْ يُرِيدُونَ إِلاَّ فِرَارًا(13)
(EiN YuRIyDUvNa EilLAv FiRARAn)
“Sadece firarı murat ediyorlardı.”
İstiklâl Savaşı’nda karşı çıkmışlar ve uzak durmuşlardır. Savaş kazanıldıktan sonra kendileri devlete sahip çıkmak istemişler ve asıl savaşanları devre dışı bırakmışlardır.
Demokrat Parti iktidar olunca, parti kurucuları itilmiş, onların yerine sonradan gelenlere yer verilmiştir. Aynı şeyi Millî Görüşçüler yapmışlardır. AK Parti de böyle bir denemeye girişmiş, 160 milletvekilini tasfiye etmiş, bakanlar değiştirilmiştir. Seçime girince halk hemen değerlendirme yapmış ve yüzde 10 civarında AKP’nin puanını düşürmüştü. Bundan ders alan Erdoğan yeniden Millî Görüşçülere dönmüştür.
Böyle anlarda sadık dostlar bulabilmek için işte bu dışlama olmamalıdır. Baştan kurucu olanlar sonuna kadar kadrosunu korumalıdır. Böyle yapılmaz da münafıklar ve kalblerinde maraz olanlar iş başına getirilip onlara dayanılırsa, onlar böyle zamanlarda partiyi terk edip giderler, o ilk kurucular da gelmezler ve böylece parti yıkılıp gider.
***
وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا
(Va LaV DuPiLaT GaLaYHiM MiN EaQOARıHAv)
“Onların kuturlarına girilseydi.”
Yani Medine fethedilseydi durum ne olurdu?
“Kuturlarına girilseydi”deki ifade nedir?
Yönetimde birlik esastır. İktidara gelenler hepsine birden hakim olmalıdır. İktidar tecezzi etmez. Dolayısıyla yeni iktidarda olanlar eski her şeyi yıkarlar. Bu sebeple “aktarından” diyor.
Türkiye’de Refahyol Hükümeti iktidar olamamıştır. Çünkü bütün müesseselere hakim olamamıştır. Şimdi de AK Parti için durum budur. Meclis elde edilmiş. Hükümet elde edilmiş. Devlet başkanı uzun zaman elde edilememiştir. Sonunda devlet başkanlığını da ele geçirmiştir. Sonra meclis başkanlığını elinden kaçırmıştır. Sonra orduya hakim olamamıştır. Zamanla bunları da ele geçirmiştir. YÖK henüz tam olarak teslim alınamamıştır. Ordu ile anlaşma devam etmektedir. Yargı ise tamamen kendisine karşıdır.
Böyle iktidar olmaz.
Bütün müesseseleri ele geçirmeye çalışırken iktidarı kaybeder. Dolayısıyla Türkiye devamlı çalkantılar içinde olur. Hepsini ele geçirdiğini farz edelim. O zaman da onun diktatörlüğü başlar. Böylece huzurlu bir Türkiye hiçbir zaman oluşamaz.
İşte burada “Min Aktarihâ” denmiş olmasının sebebi; düşmanlar Medine’ye girselerdi ve tamamen yönetime hakim olsalardı ne yaparlardı? Acaba onlarla beraber olan münafıklar ve kalblerinde hastalık olanların durumu ne olurdu? Sizin sayenizde Medine’yi aldık deyip onları mesut edecekler miydi? Hiç de öyle bir şey olmazdı.
ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ
(ÇümMa SuEiLUv eLFıTNaTa)
“Sonra onlardan fitne istenseydi.”
Yeni iktidar onları destekleyen münafık ve kalblerinde hastalık olanları kullanmaya başlar, zulmü onlara yaptırır, Medine halkını onlara ezdirirlerdi. Kendileri zulüm yapıp zalim olmaz, onlara zulüm yaptırıp onları zalim yaparlardı.
İktidara gelenler şunu çok iyi bilmektedir ki; halkına dayanmayan, halkı tarafından sevilmeyen iktidarlar orada kalamazlar. Bu sebeple halkı memnun etmek isterler.
Onları destekleyenler ise iki yüzlü oldukları için en tehlikeli adamlardır. Onları bertaraf etmek onların ilk işleri olur. Bunu başarmak için de onları belli makamlara getirip onlara zulüm yaptırırlar. Böylece halk onlardan nefret eder. Onlar da yıpranırlar.
İşte bundan dolayı, “sonra onlardan fitne istenir” deniyor.
لَآتَوْهَا
(La EaTaVHAv)
“Onu yaparlardı.”
Münafıklara ve kalblerinde hastalık olanlara imkan verilir, onların fitne yapmaları istenirdi. Onlar da bunu seve seve yaparlardı, bu tuzağa düşerlerdi. Kendilerini bir şey zanneder, zulme başlarlardı.
Mustafa Kemal, Topal Osman’ın desteğinde İstiklâl Savaşı yapmıştır. Savaş kazanıldıktan sonra ona bir cinayet yaptırılmış ve cinayet sonunda onlar idam edilmiştir.
İktidarın kuralı budur. Zorla iktidarı elde edenler, önce kendilerini iktidar edenleri bertaraf ederler. İhtilâl yapanlar ihtilâlden sonra birbirlerini yer bitirirler. Çünkü iktidar müdahaleyi kabul etmez. Ama iktidarı destekleyenler iktidardan çok şey isterler. İktidar da onlara yetkiler verir, zulüm yapmalarını ister. Böylece yıpranırlar. Sonra da iktidar onları bertaraf ederek kendi iktidarını sağlamlaştırmak ister. Bazan bunu beceremez. O zaman ihtilâl yapanlar aralarında kavgaya girişirler.
وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلاَّ يَسِيرًا(14)
(Va MAv TaLabBaÇUv BiHAv EilLAv YaSIyRAn)
“Onunla ancak yesirayı telebbus ederler.”
“Lebise” giyinmek, sarılmak demektir. Fitneye uzun zaman devam edemezler. Daha doğrusu fazla fitne yapmaya muvaffak olamazlar. Fitne kısa zamanda sona erdirilirdi. İktidarda olanlar onların uzun uzadıya fitne yapmalarına izin vermezlerdi. Yani ikili oynayanlar da postlarını kurtaramazlardı. Çünkü yeni iktidar bilir ki, bunlar daima ihanet eden kimselerdir. Bunların şerrinden kurtulmak gerekir. Yeni iktidar ilk fırsatta onları bertaraf ederek halkla bir olmaya çalışır.
Her iktidar daima halkı kendisine bağlamak ister. Bu sebepledir ki yönetimde gaddar olan saltanat, halka karşı son derece adil olmuştur. Böylece 600 sene saltanat sürmüştür.
İşte Kur’an burada iktidarların yaptıklarını sosyolojik olarak anlatmaktadır.
Evet, Medine’ye girememişlerdir. Girselerdi durum böyle olurdu deniyor.
Türk ordusu uzun zaman dine karşı olmuş, ama halk dinine sadık olunca, ordu da sonunda halk tarafı olmaya mecbur olmuştur. Şimdi ordu ile Halk Partisi birbirine karşıdırlar. Çünkü Halk Partisi ile ordu arasında büyük bir çatışma başlamıştır. Halk Partisi ordunun hâlâ eskisi gibi kendisini desteklemesini istemektedir. Ordu ise bu desteğin artık işe yaramadığını gördüğü için vazgeçmiştir. CHP kin kusmaktadır. Dolayısıyla CHP yarın en büyük zulmü ordudan görecektir. Şimdi o kadro AK Parti ile ordunun arasını açmak için uğraşmaktadır. Türkiye için tehlikeli günler gelmektedir.
Orduya tavsiyemiz; “Adil Düzen”i öğrensinler ve Türkiye’ye barış gelsin.
CHP orduyu istismar etmekten vazgeçmelidir. Ordu da partiler arasında fark görmemelidir. Münafıklar ve kalblerinde hastalık olanların durumuna düşülmemelidir.
***
وَلَقَدْ كَانُوا
(Va LaQaD KAvNUv)
“Etmişlerdi.”
Buradaki “Ve” hâldir. Onların yani uydurma mazeret dolayısıyla izin isteyen kimselerin hâlidir. Oysa onlar Allah’la ahitleşmişlerdi.
Buradaki “Kânu” geçmişi hikâyeden ziyade, olay geçmişte cereyan etmekle beraber hükümleri hâlâ geçerli olan durum için getirilmektedir. Akdetmiş durumdadırlar demektir.
“Allah alimdir, Allah alim bulunmaktadır”ın mânâsı, “Allah alimdir” dediğimiz zaman geniş zaman mânâsını bildirir. “Kâne” geçmişten beri böyledir. “Kad” gelmesi de te’kid içindir. “Le” ayrıca teyid harfidir. Yani burada onların ahit yaptıklarını hatırlatmaktadır.
عَاهَدُوا اللَّهَ
(GAvHaDUv elLAHa)
“Allah’la ahitleştiler.”
Allah insanları yarattı. Onların İslâm olmalarını istedi, yani şeriata uymalarını istedi. Kendi haklarını ve görevlerini topluluğa devretti. Topluluk yeryüzünde Allah’ı temsil eder. İnsanlar topluluğa karşı görevlidirler. Topluluk da onların hukukunu korur. Kişinin toplulukla yaptığı sözleşme Allah’la yaptığı sözleşmedir.
Medineliler muhacirlerle sözleşme yapmışlardır. Sözleşmede yalnız Evs ve Hazreç kabileleri imza koymuşlardır. Muhacirler imza koymuşlardır. Ancak diğer Yahudi ve müşrik Arap kabilelerinin adları da sayılmış, isterlerse onların da katılabilecekleri belirtilmiştir.
Sözleşmede iki grup vardır. Biri mü’minlerdir. Bunlar Muhacir ve Ensardır. Diğerleri ise Yahudiler ve Medine Araplarıdır. Medine’ye yapılan saldırında hepsi birden şehri savunacaklardı. Dışarıda yapılacak savaşlarda ise yalnız mü’minler savaşacaktır. Böylece hem mü’minler hem müslimler Allah’la ahitleşmişlerdi.
مِنْ قَبْلُ
(MiN QaBLu)
“Daha önce”
Medine Anlaşması’nda bu ahdi yapmışlardı. Burada “Min Kablu” sözü ile bu ahdin fıtrî ahit değil, gerçekten sözleşme olduğunu ifade etmiştir.
Fransız inkılapçıların “içtimai mukavele” olarak tercüme ettikleri bu akdi Kur’an Allah’la yapılan akit olarak ifade etmektedir.
Bir çocuk bir ülkede doğduğu zaman onun adına toplulukla anne veya babası ahit yapar. On beş yaşına geldiğinde yani baliğ olduğunda kişi ya o toplulukta kalmaya karar verir ve babasının veya annesinin ahdini kabul eder, yahut o topluluğu terk eder. Bu topluluk aşireti, kabilesi, şa’bi (vilayeti) veya kavmi olabilir. Eğer aşirette kalmak istemiyorsa o aşiretten değildir. Kabilesini değiştirebilir. Şa’bini veya kavmini değiştirebilir. Hiçbir devleti (kavmi) veya ili (şa’bı) veya kabileyi (bucağı) veya aşireti (ocağı) kabul etmeyenler için serbest bölgeler bulundurulur.
Buralar koruma alanları gibi alanlardır. İnsanlar buralara giderler ve orada hiçbir toplulukla ahitleşmeden yaşarlar. Onların bir mükellefiyetleri yoktur. Ama bir aşiret, bir kabile, bir şa’b veya kavim içinde kalırlarsa, o toplulukla ahitleşmiş olurlar. Müslim veya mü’min olarak ahitleşirler. Mü’min olarak ahitleşirlerse asker olurlar ve gerektiğinde orası için savaşırlar.
لاَ يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ
(LAv YuValLUvNa eLEaDBARa)
“Dübürlerini çevirmeyeceklerdir.”
Arka çevirmek demek, savaştan vazgeçirmek demektir. Geri çekilme, gerisin geriye gitmedir. Yani yeri kontrollü olarak değiştirme demektir. Mağlup olarak değil, savaş gereği geri çekilmedir.
“LâYuvellûne’l-Edbâra” burada “Âhedullahe” ifadesinin izharıdır.
Sırlarını vermeyecekler. Savaşın kuralı şudur. Mü’minler ya galip gelirler ya da ölürler. Mü’minler mağlup olmazlar. “Ya istiklâl ya ölüm”ün mânâsı budur. İşte mü’minleri mutlak galip kılan budur. Mü’minlerin galip gelmenin dışında seçenekleri yoktur. Oysa mü’min olmayanlar teslim olarak barış yaparlar, o onlar için daha kârlı olur. Mü’minler için teslim olup barış yapma yoktur. Çünkü yeryüzünde adaleti tesis etmekle yükümlüdürler. Daha önce İsrail oğullarına verilmiş olan bu görev şimdi mü’minlere verilmiştir.
Mü’minler gönüllü askerlerdir. Artık bir ırkın veya dinin değil, tüm insanların katılabileceği bir topluluk dünyayı yönetecektir. Bunlar mü’minlerdir.
Mü’minlerden istenen nedir?
1- Allah’a ve âhirete inanma. Cennet karşılığı mallarını ve canlarını Allah’a satma.
2- Bütün peygamberlere ve kitaplara inanma. Onları hak kabul etme. Amelde bir kitap veya peygamber kabul edilebilir ama imanda bütün peygamberlere ve kitaplara iman etmek gerekir.
3- Askerlik yapma ve savaşta sırtını döndürmeme. Ölmek ama yenilmemek.
4- Mü’min olarak gerekli yetkileri kullanma ve diyet taksitlerini ödeme gibi görevleri yüklenme.
Medine Devleti işte budur. Bu devlet kıyamete kadar devam edecektir. Yirminci yüzyılda geçici olarak dinsiz lâikler dünyanın yönetimini aldılar. Ama bundan sonra devlette lâiklik olacak, halk tam lâiklik içinde yaşayacaktır. Yönetim ise lâik olamaz. Lâik yönetim zalim olur. Oysa Allah’a inanan ve lâik yönetimi kabul eden mü’minler bunu samimiyetle yapacaklardır. Bu görev İncil ve Kur’an ehline verilmiştir. Hazreti İsa’ya ve Hazreti Muhammed’e tâbi olanlara verilmiştir. Kıyamete kadar bunların üstünlüğü devam edecektir.
وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولاً(15)
(Va KAvNa GaHDu elLAHi MaSEuLAn)
“Allah’ın ahdi mes’ul bulunmaktadır.”
“Allah” kelimesi burada izhar edilmiştir, izmar edilmemiştir. Bunun sebebi Allah’ın yalnız burada değil, nerede olursa olsun ahdi sorumluluk taşımasıdır.
“Ve” harfi getirilerek ahitleşmenin ayrı, sorumluluğun ayrı olduğu ifade edilmiştir.
Yani insanlar müslim olmakta veya mü’min olmakta serbesttirler. Ama bir defa mü’min olduktan sonra artık rücu edemezler, sözlerinden vazgeçemezler. Bu dünyada da âhirette de sorumlulukları vardır. Bu da Allah’ın genel bir kuralıdır. Askerlikte devleti değiştirerek nöbetli olmaktan çıkabilirsin. Ama o devlet içinde kalarak nöbetli olmaktan çıkamazsın. Yani mü’min müslim olamaz. Savaş zamanında ise savaş meydanını bırakamazsın. Bırakan öldürülür. Bu kural olmazsa savaş olmaz. Savaşın ciddiyeti buradadır. İki ordu karşı karşıya geldiği zaman ikisi de ‘ya galibiyet ya ölüm’ der. Savaş böyle cereyan eder. Sonunda galip olanlar yaşar, mağlup olanlar ya ölür ya da esir olurlar.
Şimdi sömürü sermayesi öyle yapmıyor. Silahını veriyor, savaştırıyor. Sonra barışı ise masada oturarak o yapıyor, mağlup olanları galip, galip olanları mağlup hâle koyuyor.
“Adil Düzen” geldiği zaman böyle olmayacaktır. Savaş savaştır. Savaşta mağlup olanlar mağlup olmanın cezasını çekeceklerdir. Savaş çocuk oyuncağı olmaktan çıkacaktır. Savaşa girenin mağlup olursam yok olacağım diye bilmesi gerekir. Ona göre savaşa girmeli veya girmemelidir.
Medineliler Allah’a taahhütte bulundular. Kıyamete kadar sürecek olan İslâm devletini onlar kuracak ve yaşatacaklardır. Muhacir ve Ensar bu sözlerinde durdu. Sonunda İslâm devleti kuruldu. Bütün Arabistan’a hakim oldu. Dünyayı fethetti. İslâmiyet tüm eski dünyada yayıldı. Hıristiyanlar da tüm dünyaya yayıldılar. Bu arada sol cereyan başladı, dinsizlik başladı. Dinsiz bir dünyanın oluşacağı iddia edildi. III. bin yılın başına kadar bu sürdü.
Şimdi insanlık yeni düzen aramaktadır. Artık bunu akılları ile bulamayacaklarını anlamış durumdadırlar. Sosyalizm çöktü. Kapitalizm de iktidarını kaybetti. Hıristiyanlarla Müslümanlar barıştılar. Türkiye’de başlayan “Adil Düzen Çalışmaları” karşı çıkanları mağlup etti. Artık insanlık hidayeti aramaktadır.
Yani kabul edenler Allah’la ahitleşmiştirler. Bundan vazgeçenler mesuldürler.
Türkiye’de “Adil Düzen” tam yok edileceği zamanda dünyada fırtına çıktı. Sovyetler yıkıldı. Rusya Devlet Başkanı Putin, İslâm Konferansı’na dahil olmak istedi. Amerika’da siyahî bir Müslümanın çocuğu başkan seçildi. İslâm ülkeleri bağımsızlıklar kazandı. Avrupa devletleri anlaştılar, savaşı bırakıp birlik yapmaya başladılar. Elli sene içinde çok büyük gelişmeler ve değişmeler olmuştur. “Adil Düzen Çalışanları” Allah’la ahitleşmiş bulunuyorlar. Bırakanlar ahitlerinden dönmüş olacaklardır. Allah’ın ahdi mes’uldür.
***
قُلْ
(QuL)
“Kavlet”
Allah Kur’an’da mü’mini muhatap alır; yani, Kur’an’ı inanmayan kimsenin okuyacağını kabul edip de onları muhatap almaz. Kur’an mü’minlere inmiştir. Kur’an’ı mü’minler okuyacak ve onu insanlığa ulaştıracaklardır.
“Kul/Söyle” emri de mü’minlere verilmiştir. Her mü’min söyleyecek veya mü’minlerin temsilcisi olan başkanları söyleyecektir. Bucaklarda emredilen kimse bucak başkanıdır. İllerde il merkez bucağının başkanıdır. Jandarma kuvvetleri onlara bağlıdır. Devlet içinde de emredilen devlet başkanıdır. İnsanlık içinde Mekke bucağının başkanıdır.
Söylenen şey geneldir.
İnsanlar ölümden veya öldürülmekten kaçsalar bile sonunda öleceklerdir. Dünyada kalmayacaklardır. Başbakan Adnan Menderes’i astılar. Asanlar şimdi hayatta mıdır? Cemal Gürsel birkaç yıl devlet başkanlığı yaptıktan sonra komaya girdi altı aydan fazla komada can çekişti. Şimdi hepsi oradadır, orada hesap vermektedirler.
İşte biz mü’minlere “kul/söyle” emri verildiğine göre, insanlığa söylemekle mükellefiz. Bunu nasıl başaracağız?
“Bin Dil Üniversitesi”ni kuracağız. Tüm dünya dillerine Kur’an’ı çevireceğiz.
Bunu nasıl başaracağız?
a)On bin dairelik site kentler kuracağız. İnşa edilen apartmanlarda her katta on daire olacaktır. Her katta ayrı bir dil konuşan on aileden oluşan kimseler olacaktır. Bunlar burada Arapça öğrenecekler, Kur’an’ı kendi dillerine çevireceklerdir.
b) On yıl burada kalacaklar, hem çalışacaklar hem okuyacaklar. On yıl içinde üniversiteyi bitirecekler ve bir de meslek sahibi olacaklardır.
c)Bu arada bir taraftan Arapça öğrenirken, diğer taraftan bir meslek edinecekler, üretim yapacaklar. On yıl içinde sermaye biriktirecekler ve on yıl sonra ülkelerine ilim ve meslek sahibi olarak döneceklerdir.
d) Orada meslekleri ve sermayeleriyle “Adil Düzen İşletmesi”ni kuracaklardır. Böylece tüm dünya dillerine Kur’an aktarılacaktır.
Bizim, bizimle karşılaşan kimselere söyleyeceklerimiz bunlardır.
“Adil Düzen Çalışanları”ndan münafık olanlar vardı, kalblerinde maraz olanlar vardı. Küçük tehlike gördüklerinde firar ettiler. Sonunda ne oldu? Beş sene sonra tekrar biz devreye girdik. Bize saldıranlar mağlup oldular. Biz henüz zafer kazanmış değiliz. Çünkü bizim hazırlığımız yeterli değildir. Ama onlar mağlup olmuşlardır.
لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ
(LaN YaNFaGaKuMu elFıRaRu)
“Firar size fayda vermez.”
Gömlek değiştirmek, yani Millî Görüş gömleğini çıkarmak bir işe yaramaz.
Türkiye’yi bölmek için çeşitli bölücülük argümanları elde ettiler.
Osmanlı Devleti bir İslâm devleti idi. Roma/Bizans İmparatorluğu’na vâris olmuş, görevi yeryüzünün güvenini sağlamaktı.
İmparatorluk yıkıldı.
Yerini Türkiye Cumhuriyeti aldı.
Kurulan yeni devletin görevi nedir?
“Adil Düzen”i insanlığa ulaştırmaktır.
İslâm cihadından kaçarak postunu kurtaracaklarını zannedenler vardır. Biz, Kürt-Türk birliği iddiasına şiddetle karşıyız. Türkiye’de “Türk milleti” vardır. Değişik halklardan oluşabilir. Ama Kürtler asla Türklük seviyesine çıkarılamaz. PKK olayı Türkiye’ye Allah’ın uyarısıdır. İnsanların bir hedefi vardır. Bu dindir.
Herkes şöyle düşünür: Ben en doğru dini bulayım, o dinde yaşayayım, dünya ve âhiretimi kazanayım. Belki insanlar tam dindar olamayabilirler, dinlerine gerektiği gibi bağlı olamayabilirler. Ama sadece dinine bağlı olanlar bunu düşünürler, savaşı bunlar yaparlar.
Kürt sorununu çözmek istiyorsak, Türkiye lâik kalmalıdır ama Türk halkı dindar olmalıdır. Türkiye dindarlıktan firar etmiş ve böylece yaşayacağını sanmıştır. Firar fayda vermemiş, dünya dinsiz oldunuz diye dost olmamıştır. Tam tersine dinsizliğimiz bizi birlik ve beraberlikten uzaklaştırmıştır.
Peki, bu durumda ne yapmamız gerekir?
Türk halkı olarak Kur’an’a sarılmamız, Kur’an’ı okumamız gerekir. Bizi Kur’an birleştirecektir. Kur’an’ı yeniden ele almamız gerekir.
Türkiye, düşmanlarının korkusundan lâikliği dinsizlik anlayarak İslâmiyet’e karşı baskı uygulamıştır. Ama işte görüldüğü gibi firar fayda vermemiştir.
Ne yapmamız gerekir?
Bütün camiler eskisi gibi medrese hâline gelmelidir. Camide rahle başında oturan istediği dersi vermeye başlayacaktır. Halktan isteyenler ders vereni dinleyecektir. Bu dersler evlerde ve kapalı yerlerde değil, camilerde olmalıdır. Papazlar bile gelip Sultan Ahmet, Fatih, Süleymaniye camilerinde rahle açıp Hıristiyanlığı anlatabilmelidir. Budistlerin rahipleri de kendi dinlerini anlatabilmelidir. İsteyen fizik, isteyen felsefe derslerini verebilmelidir.
İşte o zaman artık PKK ve benzerleri yaşayamaz.
Ama siz medreseleri kapatır, Kürt âlimlerine Kur’an dersini vermeyi yasaklarsanız, sizinle o mollalar savaşmaz. Dağa ahlâksız PKK’lılar çıkar, onlar sizinle savaşırlar.
Gelin, Batı’dan korkup zulüm düzenini yaşatmayalım. İnsanları serbest bırakalım. Herkes her türlü dinî ve ilmî faaliyetini istediği gibi serbestçe yapsın.
Devletimizin varlığı neye dayanacaktır?
1) Ortak vatanımız vardır; Türkiye. Bizi o vatan yaşatıyor. Yaşayabilmemiz için ortak vatanımızı koruyalım.
2) Ortak dilimiz vardır; Türkçe. Onun sayesinde anlaşabiliyor, bir dilde yaşayabiliyoruz. Hepimiz Türkçemizi benimseyelim ve onu öğrenelim.
3) Ortak kimliğimiz olacaktır, ortak adımız olacaktır; bu da “Türk” kimliğimizdir. Bizim ırkî kimliğimiz değişik olabilir ama ulus kimliğimiz “Türklük”tür. “Ben Türküm” diyebilmeliyim. Bunu söylemek için benim Türk ırkından olmam gerekmez. Zaten saf Türk ırkı tarihte yoktur. “Türk” ırk adı değildir, ulus adıdır. Birbirleriyle evlenen değişik ırkların oluşturdukları ortak bir kültürdür, dildir. Türkçeyi bilmek başka bir dili bilmemek demek değildir.
4) Mustafa Kemal din birliğini dördüncü olarak koymuştur. Biz onu değiştirelim, lâiklik olsun. Ama “din düşmanı lâiklik” değil, “din serbestliğini sağlayan lâiklik” olsun. Bütün dinlere müntesiplerinin sayılarına göre kamuda yer verilen bir lâiklik; dindarları dışlayan bir lâiklik değil.
إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ
(EiN FaRaRTuM MiNa ELMaVTi EaVi eLQaTLi)
“Mevtten veya katilden firar etseniz de size menfaati olmaz.”
İstiklâl Savaşı’nda atalarımız mevt ve katilden firar etmediler. İşte onların istiklâl mücadelesi sayesinde bugün 70 milyon insanımız vardır. Oysa onlar ölümden kaçsalardı bugün biz olmazdık. Onlar da uzun zaman yaşayamazlardı.
Ölümden veya katilden kaçmak insanın ömrünü uzatmaz.
İlâhi düzen böyle kurulmuştur. Cesaretle ölüme gidenler yaşarlar. Ölümden korkup kaçanlar ise ölürler ve yok olurlar. Kaçma insanlara fayda vermez. İnsanlar er veya geç öleceklerdir. Bu dünyada sonunda herkes ölür. Ölümün üzerine yürüyenler daha çok yaşarlar.
Türklerde bir atasözü vardır: Korkunun ecele faydası yoktur.
وَإِذًا لاَ تُمَتَّعُونَ إِلاَّ قَلِيلاً(16)
(VaEiÜan TuMatTAGuVNa EilLAv QaLIyLan)
“O zaman sadece kalilen istimta’ olunursunuz.”
Birisi cinayet işler ve firar eder. Ne kadar zaman firarda kalabilir? Sonunda yakalanır.
Halbuki cinayet işlediğinde teslim olsa daha rahat etmiş olur.
Dolayısıyla firar kurtuluş için çare değildir.
İslâmiyet’te hukuk düzeni kendiliğinden teslime dayanır. Hakemler kararına kişi kendisi teslim olur. Verilen kararı kendi isteğiyle yerine getirir. İdamda sehpaya çıkar ve öldürülmesine razı olur. Bu sebeple İslâmiyet’te tutuklama ve yakalama yoktur. Göz altına alma yerleri yoktur. İnsanlar serbesttir. Hakemler karar verir, kendisi de uyar. Uymaz da firar ederse, ona yapılacak iş onu öldürmedir. Firarda biraz yaşar ama sonra öldürülmüş olur. Demek ki burada bizim tenkil kuralımız anlatılıyor. Firar edenler çok az zaman yaşarlar. Biraz sonra öldürülürler. Söyle ki, firar etmeniz size fayda vermez.
Medine’deki savaşı anlattıktan sonra arada bir de firara ait hüküm getirilmektedir. Firari takip edilir ve en kısa zamanda tenkil edilir.
Şimdi PKK’lılara yapacağımız nedir?
Önce bunların kimliklerini öğrenmeliyiz. İsimlerini ilan edip Türkiye’ye girmelerini yasaklamalıyız. Türkiye’ye girenlerin öldürüleceklerini ilan etmeliyiz. Türkiye’de olanlardan bunları öldürüp getirenlere ödül koymalıyız. Ödülün miktarı azgınlıklarına göre olur. Sadece erlik yapanın başı 10 bin TL ise, onbaşıların 20 bin, yüzbaşıların 40 bin. Buna fıkıhta “cuale” denmektedir. Yurt dışında olanlara biz karışmayız. Orada ne yaparsa yapsınlar ama yurt içine girmesinler. Ne yapacağız? Hudutlara kameralar koyacağız. Giren çıkan kontrol altında olacaktır. Girenin kimliğini böylece tesbit ettikten sonra, ‘kim başını getirirse şu kadar lira vardır’ deriz ve onun başını aldık mi bir başkası zor gelir. Ekmek almak için akrabasının yanına gelenin başını akrabası keser ve bize teslim eder.
***
قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ
(QuL MaN Üa elLaÜIy YaGÖıMuKuM MiNa elLAHı)
“Allah’tan sizi ısmet edecek kimdir, kavlet.”
“Kul” atıf harfi getirilmeden tekrar edilmiştir. Birinci “Kul”un izahı olduğu için “Ve” harfi getirilmemiştir. Muhataplar da aynı kimselerdir. Firar etseniz de firarınızın bir menfaati yoktur demektir. Burada da bu söz izah edilmiştir.
Allah’a karşı sizi koruyacak kim vardır?
Sosyal kanunlar vardır. O kanunlara göre hareket edilmektedir.
Bunun dışında tarihî akış vardır. Bu akışta insanlık III. Bin Yıl Uygarlığında “Adil Düzen”e ulaşacaktır. Tarihte Hazreti Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Hazreti Muhammed uygarlıkları oluştu. Bunların ömürleri biner yıl olmuştur. Bunlar peygamber uygarlıklarıdır. Şimdi de II. Kur’an Uygarlığı oluşacaktır. Peygambersiz oluşacaktır. İlim adamları tarafından oluşturulacaktır. Kur’an’ı okuyup kabul edenler Allah’la ahitleşmişlerdir. Onları destekleyenler de o ahdi yapmışlardır. “Adil Düzen” yeryüzüne yayılacaktır. İnsanlık “Adil Düzen”e kavuşacaktır. Bugünkü teknoloji içinde bu başarılacaktır.
Bundan kaçanlar kurtulamayacaklardır. Ne Avrupa Birliği, ne Amerika, ne de sosyalizm kaçkınları kurtulamayacaklardır. Medine’deki savaştan sonra Yahudilerin başına gelen onların da başına gelecektir.
إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا
(EiN EaRAvWa BiKuM SUvEan)
“Size sui murad ederse.”
Allah sizin için bir sui murad ederse sizi kim koruyabilir, saldırıyı kim durdurabilir?
“Vikaye” muhtemel bir tehlikeye karşı korunmadır.
Gelecek fırtına veya canavarlara karşı korunma tedbirleri alma “ittika”dır.
“Ismet” ise fiilen gerçekleşen saldırıya karşı savunmadır, müdafaadır, def’dir.
Def etmek düşmanı karşı saldırı ile savunmaktır. Taarruzdur.
Ismet ise savunmadır. Yani kendini korumadır.
“Sue’” kötülük demektir. Allah kötülüğü murad etmişse sizi kim koruyacaktır?
Allah birilerine bir kötülük yapmak isterse ya kendisi doğrudan belalar getirerek verir, yahut birilerini musallat eder, onlar cezalarını verirler. Bunların hepsi İlâhı takdirin gereği olmaktadır. O’nun izni olmadan bir yaprak bile kıpırdayamaz.
أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً
(EaV EaRAvWa BiKuM RaXMaTan)
“Yahut sizin için rahmet murad ederse.”
Burada “Ev/veya” ile atfedilmiş. Hem de “İrade/murad” iade edilmiştir.
İki irade farklıdır. Rahmeti irade farklıdır. Sui irade farklıdır.
“Sizi kim koruyacaktır?” denmektedir.
“Rahmetine karşı sizi kim koruyacaktır?” ifadesinde derin mânâ vardır. Birçok rahmet vardır ki başlangıçta sıkıntıdır. Allah mü’minleri âhirette yücelere çıkarmak için bu dünyada şehitlik mertebesini verir. Eğer onu birileri koruyup şehitliği engelleyebilse cennette makam-ı mahmuda çıkarmazdı. Yani şehadete kim mâni olacaktır?
Demek ki insana gelen sıkıntıların iki mânâsı vardır.
Yani bir kötülük yaptık, onun cezasını vermektedir. Bu da rahmettir. Çünkü bu dünyada çekilen cezanın âhirette bir daha cezası yoktur. Dünyada cezalandırması rahmettir. Yahut âhirette daha yüksek makama yükseltme amacıyla yapılmaktadır. Bu da rahmettir.
Burada “irade”nin tekrar edilmesi iki iradenin ayrı ayrı olmasındandır. Topluluk içinde, devletin kendi kuralları içinde bir ceza varsa, kimse affedemez. Hırsızlık, iftira, zina ve soymanın cezaları Kur’an’da belirlenmiştir. Bu suçlar sabit olduktan sonra artık affı sözkonusu değildir. Bunun gibi müktesep haklar da iptal edilmez. Bir mevzuat yürürlükte iken kurulan bir parti, bir vakıf, bir dernek veya şirket sonradan çıkan kanunlarla statüsü değiştirilemez. Müktesep hakkıdır. O hakkı kimse iptal edemez. Lehte olanlardan yararlanırlar. Aleyhte olanlar uygulanmaz. Ceza hukukunda bu kural uygulandığı halde, hukuk düzeninde ve sosyal müesseselerde uygulanmamaktadır.
وَلاَ يَجِدُونَ لَهُمْ
(Va LAv YaCiDUvNa LaHuM)
“Kendilerine vecd edemezler.”
Burada “siz bulamazsınız” yerine “onlar bulamazlar” denmiştir.
Eğer cümlenin aynen tekrarı isteniyorsa, “yarın merkeze gelin de” şeklinde emrolunur. “Yarın merkeze gelmelerini söyle” derseniz, sen kendi cümleni kullanabilirsin demektir.
Yukarıda soru sorulması emredilmiş ve sözlerin aynen tekrarı istenmiştir.
Burada ise onlara izah edilmesini emretmiştir.
Bize iki görev düşmektedir.
-Biri Kur’an’ı olduğu gibi kendilerine ulaştırmaktır. Kendi dillerine tercüme edip Arapça metinle beraber sunmaktır.
-İkincisi ise Kur’an’ın emirlerini izah etmektir. Kendi ifadelerimizle anlatmaktır. Usûlü fıkha göre açıklamaktır.
Burada ikisi birden emredilmiştir.
Yani;
-Biri, Kur’an’ı lafzı ve mânâsıyla onlara ulaştırmamız;
-Diğeri ise Kur’an’ın usulü fıkha göre hükümlerini ve tesirini anlatmamızdır.
Bu nasıl sağlanacaktır?
Her dil Arapçaya göre kodlanacaktır. Yazı dilleri arasında Arapça ile o diller arasında fark olmamalıdır. Hattâ o dillerde mevcut olduğu halde Arapçada olmayan mânâları verecek okunmayan harfler koymalıyız.
Mesela, Türkçedeki “dedi” ile “demişti” Arapçada tektir. Dediydi de tektir. Diyebilmiş de böyledir.
“KaLa”nin sonundaki “a”nın yanına küçük bir “z” eklersek zannî olur. Gelmiş anlamını vermiş oluruz. Küçük bir “o” eklersek gelebilme anlamını kazandırır.
O halde Türkçedeki dedi, demiş, diyebildi ve diyebilmiş kelimelerine Arapçada QAvLa, QAvLaz, QAvLao ve QAvLazo şeklinde yazılır. Arapçada ise bu harfler yazılır. Hareke konmaz. Tercüme böyle yapılır. Sonra istenirse bu harfler silinir.
Böylece tüm dillerden Arapçaya ve Arapçadan tüm dillere tercümeleri bilgisayar eksiksiz yapar. Böylece biz “Kul/söyle” emrini yerine getirmiş oluruz.
مِنْ دُونِ اللَّهِ
(MiN DUvNı elLAHı)
“Allah’ın dununda”
Allah’tan başka bulamazlar.
Eğer mefhumu muhalefeti kabul edecek olursak, veli ve nasırı affeden mânâsında alırsak, burada yukarıda saydığımız suçların affedilebileceğini bildirmiş olur ki, af yetkisinin sadece meclise ait olduğu ifade edilmiş olur. Yani cezaların affedilebileceğini ama bunun meclis tarafından affedileceği anlamına gelir. İcma veya istişare yoluyla meclis karar alır.
وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا
(VaLIyYan Va LAv NaÖIyRan)
“Veli ve nasır bulamazsın.”
“Veli” başkadır.
“Nasır” başkadır.
Onun için “Lâ” iade edilmiştir.
“Veli” doğrudan kişi kendi yaşayışı içinde korur.
“Nasır” ise düşmana karşı korur.
İkisi de nekre olduğuna göre, herkesin bir velisi, bir de nasırı vardır.
İlmî dayanışma ortaklığı sorumlusu “veli”dir.
Siyasi dayanışma ortaklığı sorumlusu “nasır”dır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-532/ADİL DÜZEN DERSLERİ-362 17 Ekim 2009
“AÇILIM SORUNU” DERKEN…
“KÜRT SORUNU” DEĞİL,
“EKMEK SORUNU” YANİ
“AŞ VE İŞ SORUNU”
Eskiden “devlet” deyince, güvenliği sağlayan ve düşmanlardan ülkeyi koruyan devlet anlaşılıyordu. O zaman tarım dönemiydi, insanlar topraktan geçiniyordu. Topraksız kalmak aç kalmak demekti. Bugün ise toprak sahibi olmak demek karnını doyurmak demek değildir; topraksız olmak demek aç kalmak demek değildir.
Bugün devletin görevi toprağı korumak değildir.
Bugün devletler eğer “herkese aş” sağlıyorlarsa, “herekse iş” sağlıyorlarsa, o zaman o ülkenin halkı o devlete sadık olur.
Bunların sağlanması başta gelir ama; karnı doyan halk, yani aşı ve işi olan halk daha fazlasını ister. Önce güvenlik ister, adalet ister, hakkının hukukunun korunmasını ister.
Halk mutlaka kendisini güven içinde hissetmek ister. Devletin ikinci derecedeki vazifesi güvenliktir. Ardından adalettir. Karnı doyan, güvenliğe ulaşan, adaleti bulan halk bunlarla da doymaz. Bu sefer ve üçüncü olarak da gelişmek ister, eğitim ister, ilerlemek ister, yarışmak ister. Devletin dördüncü vazifesi de eğitim ve öğretim imkanlarını hazırlamaktır.
“Açılım” dediğiniz zaman, halkın işte bu sorunlarını çözmek gerekir.
a) Her şeyden önce aidatsız genel sosyal güvenlik sağlanmalıdır. Herkes sigortalı olmalıdır. Herkesin aş sorunu çözülmelidir. Devlet okul açacağına, ordu besleyeceğine; -elbette bunları da yapsın ama- bunlardan önce “sosyal güvenlik sorununu” sadece aidat yatıranlar için değil, herkes için çözsün. Eski devletlerde, eski devlet anlayışında savunma en başta geliyordu. Bugün “herkese aş sorunu” her ülkedeki halkın en başta gelen sorunudur.
b) Devlet “faizsiz çalışma kredisi” vererek işsizlik sorununu çözmelidir. Eğitimden ve ordudan evvel “işsizlik sorunu” önce çözülmelidir. İşsizlik sorunu çözülmez de üretim olmazsa, ne ordu ne de okul olabilir. Üretim yapamayan devletler bir müddet sonra yıkılırlar. İnsanlık tarihi üretimi başaramayan kavimlerin mezarlıklarıyla doludur.
c) Devlet üçüncü olarak silahlı kuvvetler sorununu çözmelidir. Kendisini düşmanlardan koruyamayan devlet varlığını sürdüremez. Ne var ki güçlü ordunun millî ordu olması için adil yargı sistemi olmalıdır. Ordu bağımsız yargı kararlarını infaz eden bir güç şeklinde yapılanmalıdır. İstediği zaman savaşan değil, yargı kararı olan savaşları yapan kuvvet olmalıdır. Ordunun eşkıyadan farkı budur.
d) İşte devlet bütün bunları yaptıktan sonra halkın eğitimi ile ilgili müesseseleri kurmalıdır. Devlet kendisi iş yapmaz. İşleri halk yapar. Devlet kredileri dağıtır, alt yapıyı yapar, hakemlik yapar.
Devlet başta herkese iş temin etmelidir.
Herkes iş bulup çalışınca ülkede üretim olur.
Üretim olunca herkese aş bulmak da kolaylaşır.
Sonra devletin gelirleri artar, orduları bulundurmak kolaylaşır.
Eğitim başta olmak üzere, diğer bütün genel hizmetler de bu sayede yapılır.
Borçlanarak devlet yaşatılamaz.
Borçlanma demek kölelik demektir.
Başkalarına çalışıp faiz vermek köleliğin modernidir.
Borçlardan kurtulmanın yolu da herkese iştir, üretimdir ve ihracattır.
“Herkese iş” de son derece kolay temin edilir. Herkese bir “çalışma kredisi” tanınır. Git, bir işverenin yanında çalış, o borçlansın, sen maaşını devletten al denir.
İşletmelere de ayrıca “ham madde kredisi” açılır. Ham maddeyi al, parasını devlet ödesin denir. İşletmelere verilen bu kredinin faizi yoktur, cebrî icrası yoktur.
Bu işlemlerden sonra üretilen mamul ortak ambara konur ve çift anahtarla kilitlenir. Devlet ve üretici birlikte paylaşır.
Parası ödenmiş, vergisi verilmiş mallar satın alana teslim edilir.
Böyle bir “faizsiz kredileşme sistemi” asla “enflasyon” yapmaz. Çünkü üretilen mal kadar piyasaya para sürülmüş olur. Piyasada artan para kadar mal da artmış olur, dolayısıyla fiyatlar sabit kalır. Sadece millî stok artmış olur.
Devlet parayı faizsiz vermiştir.
Ama üretim yaptığı için vergisini almıştır.
Böylece “zalim faiz”in yerini “adil vergi” almış olur.
İşte bu şekilde pek çok sorunun anası olan “işsizlik sorunu” çözülmüştür.
Çare ve çözüm bu kadar kolay ve basittir.
Bu kadar basit olan bu çözümü siyasi partiler sırf dışarının, sadece Türkiye düşmanlarının, yani sömürünün, sömürücü tekel sermayenin hatırına yapmamaktadırlar.
Ordu bizim bu görüşümüzü incelemelidir, bizi dinlemelidir. İtiraz edenler varsa, itiraz edenlerin itirazlarını da değerlendirmelidir. Sonra da Millî Güvenlik Kurulu’na ordu önerisi olarak getirmelidir. Çünkü sözkonusu olan ülke güvenliğimiz ve devletimizin bekasıdır.
Bu şekilde bir sene içinde işsizlik sorunu çözülmüş olur.
Dış borç sorunu da iki sene içinde çözülmüş olur.
Tekrar hatırlatıyoruz; önerimiz gayet basittir.
IMF’yi dinlemeyip Merkez Bankası para basar ve “çalışma kredisi” olarak tüm çalışanlara verir. Herkes çalışır. İşverenler borçlanırlar. Mallar satılınca devlet kredisini tahsil eder. Faizsiz olduğu için fiyatlar zamanla artmaz. Enflasyon olmaz. Dolayısıyla stoklar kimseye zarar getirmez. Stoklar arttıkça üretilen malların fiyatları düşer. Devlet üründen pay olarak vergi aldığı için devletin de alacağı düşer. Denge korunur.
Piyasaya üretilen mal kadar para sürüleceği için enflasyon olmaz.
İhraç kolaylaşır ve bu sayede dış borçlar ödenir.
Ordu askeri müdahalede bulunmaz.
Ama seçim zamanında millî güvenlikle ilgili kararları yayınlar ve bu kararların ne derece uygulandığını millete bildirir. Halk seçimde ona göre oy kullanır.
“Açılım.. Açılım…” derken;
“Kürt açılımı/sorunu” değil,
“Demokrasi açılımı/sorunu” değil,
“Anayasa açılımı/sorunu” veya bilmem ne sorunu değil;
Her şeyden önce “EKMEK SORUNU” yani “HERKESE AŞ VE İŞ SORUNU”.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-532/ADİL DÜZEN DERSLERİ-362 17 Ekim 2009
ADİL DÜZENDE BARIŞ
Bugün Türkiye’de PKK sorunu vardır. Kürt elebaşıları, Kürtlerin ayrılıp bağımsız hâle gelmelerini istiyorlar. Diyelim ki Diyarbakır merkezli bir Kürdistan devletini kurdular. Kuzey Irak’ı da alıp kendilerine kattılar. Hatta İran’daki Kürtlerden dolayı İran’dan da bir miktar toprak kopardılar. Sorun bitecek mi? O devletin içinde yer alacak Türkler, Farslar, Araplardan başka onlarca diller konuşan halklar olacaktır. Sorun değişecek mi? Hayır! Sonuç olarak Kürtler savaşı kazanmış ve Kürt devletini kurmuş olacak, Türk hakimiyeti yerine Kürt hakimiyeti olacaktır.
Bu husus yalnız Türkiye’ye mahsus değildir ki. Irkı ve dini saf olan dünyada bir devlet yoktur. Hemen hemen her devlet içinde Kürt sorunu gibi sorunlar vardır.
Bu kavgaların sona ermesi için Kur’an’ın bize öğrettiği devletler yapısını kabul etmemiz gerekiri.
A) 1- Yeryüzü yüze yakın devlete ayrılır. Devletlerin nüfusları 30 milyondan az olamaz, 100 milyondan fazla olamaz. Büyük devletler bölünerek küçülmelidir. Küçük devletler de birleşerek büyümelidirler. Bu er geç dünyanın her yerine hakim olacaktır. Ama kanlı veya kansız bu olacaktır.
2- Her devletin bir dili olacaktır. Her devletin bir silahlı kuvvetleri olacaktır. Her devletin kesin çizilmiş bitişik toprağı olacaktır. Bu birlik savaşla veya barışla sağlanır. Açık ifade edelim. Kürt devletini kurmak isteyenler: 1) Başkentlerini belirleyecekler. 2) Anayasalarını belirleyecekler. 3) Yönetim kadrolarını belirleyecekler. 4) Dillerini belirleyecekler. Bundan sonra halka sorulacak.
3- Merkezi Diyarbakır olan ve Abdullah Öcalan tarafından kurulması istenen, anayasaları da şu olan devlet içinde kalırsanız oradan hicret eder misiniz? Dışlarda kalırsanız oraya hicret eder misiniz? Bu taahhüde cevap verenlerin yerleri belirlenir. Kuruculara sorulur.
4- Bu şartlar altında sınırınızı çizin. Sınır içinden gidecekler çıkarılır, gelenler eklendiğinde; 30 milyonu geçerse, 100 milyondan fazla olmazsa, mevcut devletlerin nüfusu 10 milyondan aşağı düşmüyorsa, müteşebbisler Kürt devletini kurmuş olur.
B) İl içinde yaşayanlar da kendi bucaklarını kurarlar. İllerin de il dilleri olur. Lise öğrenimini kendi dilleri ile yaparlar. Devlet dilini de bilirler. Kuruluşları devlet kuruluşu gibi olur, bölge halkına sorulur.
C) Bucak içinde de ocaklar kurulur. Her ocağın kendi ocak dili olur. Üç yıllık temel eğitimlerini o dille yaparlar.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bütün bunlar açıklanmıştır.
İnsanlık devletlere, devletler illere, iller bucaklara, bucaklar ocaklara ayrılacaktır.
Ocaklar birlikte yaşama, bucaklar birlikte çalışma, iller iç güvenlik, devletler dış savunma ve insanlık uygarlaşma görevlerini yüklenmişlerdir.
Hakemlerden oluşan yargı tüm kuruluşların üzerindedir ve tüm tüzel kişilikler eşittir. Yani devletle ocak arasında tüzel kişilik bakımından fark yoktur. İnsanlıkla kişiler arasında kişilik bakımından fark yoktur. Hakemlerden oluşan yargı önünde eşittirler. Yargı bağımsızdır, tarafsızdır, etkindir ve saygındır. Hepisin üstündedir.
İlin nüfusu 300 000 ile 1 000 000 arasındadır.
Bucağın nüfusu 3000 ile 10 000 arasındadır.
Ocağın nüfusu 300 ile 1000 arasındadır.
Bu nüfusu bulan herkes bu kademede kuruluşları kurma durumundadır.
Türkiye’de 30 milyon Kürt var mıdır? İstanbul’daki Kürtler Kürdistana hicret edecekler midir? Bütün Kürtler Öcalan’ı kabul ediyor mu?
Kürtlerin çoğu koyu dindardırlar. Türkiye’ye bağlılıkları da İslâmlıktan dolayıdır. İktidara Müslümanlar geldikçe onların bağlılıkları da artmaktadır. Turgut Özal bir Kürt olduğu halde oralardan AK Parti kadar oy alamamıştır. Millî Görüş’ün oyları oradan gelmektedir.Nüfus kağıtlarında mezheplerini ve ırklarını bile yazmıyoruz. Biz de onlar da ne kadar olduklarını bilmiyoruz. Başımızı kuma gömmekle kurtulacağımızı sanmak büyük yanılgıdır, büyük gaflettir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
*532. GENEL; 82. İŞLETME SEMİNERİ
Adres: EMİNEVİM/EMİNOTOMOTİV Merkezi, Kısıklı Cad. No: 36 ALTUNİZADE - ÜSKÜDAR / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
Perşembe, 15.10.2009
Genel Hizmet; TAKİP
Gelişmiş topluluklarda en önemli müessese kayıt müessesesidir.
a) Evrak
b) Zimmet
c) Envanter
d) Demirbaş
a) Belgenin tanzimi
b) Belgenin bilgisayara geçirilmesi
c) Kaydın borçluya duyurulması
d) Hesapların yapılması
a) Reel hayat
b) Muhasebe
c) Takip
d) Hakemler
a) Takipçiler bir meslekî dayanışma ortaklığına bağlıdırlar.
b) Herkesin bir takipçisi vardır.
c) Takipçinin işi kayıtların gerçeğe uyup uymadığını denetlemektir.
d) İşler muhasebeden takip edilir.
Talepler iş sahipleri tarafından yapılır.
Şikayetler hakemlere yapılır.
a) Aynı dayanışma takipçileri birbirlerinin işlerini takip ederler.
b) Takip edenler paya ortak olurlar. Böylece takip yerinden yapılmış olur.
c) Takip de muhasebeleşmiş olur.
d) Bir işletmeye kredi verirsiniz. Onunla mal mübayaa eder. Kredinin harcandığı yerler muhasebede görülür. Muhasebede mal miktarı belli, para miktarı belli, bu kontrol edilecektir.
a) İşletme takipçileri işletmeden pay alırlar. Bu pay cirodan paydır.
b) Payların yarısı kendilerine aittir. Yarısı ortak fonda toplanır.
c) Ortak fonda toplananları kişi sayısınca bölüşürler.
d) Astlar üstlere beşte birerler verirler.
TAKİPÇİLERİN İŞİ
a) Yaptırılan iş internette yayınlanır. İşin bedeli de konur. İcap yapılır.
b) Takipçiler bakarlar, kabul yaparlar.
c) Anlaşma yapılmış olur. Kişiler anlaşmaları yerine getirirler.
d) Anlaşmaların kredileri düşer. İcap veya kabul yapamazlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
Saadet anlayışı ve AKP zihniyeti
Reşat Nuri EROL
Millî Görüş Hareketi bu yıl 40. yılını kutluyor… Kırk yıldır Millî Görüş partilerinde yapabileceğim görevler alıyorum… MSP İzmir Gençlik Kolu Başkanlığı ve yine MSP İzmir Merkez İlçe Başkanlığı ile başlayan resmî görev, RP İstanbul İl Başkan Yardımcılığı ile devam etti… Saadet Partisi’nde istişare ve danışma meclisleri ile ekonomi birimlerinde görev alıyor, elimden geldiğince hizmet etmeye çalışıyorum… Refah Partisi döneminde, Necmettin Erbakan ve Süleyman Karagülle hocalarımızın önderliğinde, özellikle “Adil Düzen ve Adil Ekonomik Düzen Projeleri” üretildi; bendeniz kırk yıldır bu projeyi üreten ekibin içinde hizmet etmeye gayret ediyorum… Dikkatli okuyucularım farkındadır; bu köşede ele aldığım konuları (günlük ve geçici politikalara fazla takılıp bulaşmadan) genel olarak Millî Görüş anlayışı ve özel olarak da Adil Düzen ile Adil Ekonomik Düzen açısından ele alıyor, “kalıcı çözümler” üretmeye çalışıyorum…
***
Saadet Partisi de, Millî Görüş Hareketi’nin son partisi olarak “millî siyaset” ve “millî ekonomi” alanlarındaki faaliyet, çalışma ve hizmetlerinin sürdürüyor…
SP İstanbul İl Teşkilatı, kongresini yaptı ve Erol Erdoğan’ın başkanlığında yeniden yapılandı. Bendeniz de istişare kurulu ile danışma kurulunda hizmet ediyorum. Sözü asıl Saadet Partisi İstanbul İl Başkanlığı Ekonomik Konular Birimi çalışmalarına getirmek istiyorum. Bu birim, yeniden yapılanma ve yeni çalışmalar organize etme çerçevesinde, bir taraftan Ekrem Arıkan arkadaşımızın başkanlığında, bendenizin de katılımı ile şimdilik periyodik haftalık toplantılarını yaparken, diğer taraftan önemli çalışma ve organizasyonları hazırlama faaliyetlerini sürdürüyor… Bütün bu çalışmalar elbette bir taraftan Saadet Partisi Genel Merkezi ve Ekonomi Çalışmaları Başkanı Dr. Ertan Yülek ile insicamlı bir şekilde sürdürülürken, diğer taraftan özellikle Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (ESAM) ve onun Genel Sekreteri Prof. Dr. Arif Ersoy başta olmak üzere, diğer ESAM çalışanları ile koordineli bir şekilde yürütülüyor…
Aslında bu özetlediklerimle, “Saadet Partisi’nin siyaset anlayışını” hatırlatıyorum…
***
Hatırlayacaksınız; bundan önceki AKP Hükümeti’nin, gözüne kestirip satabileceği her şeyi “Babalar gibi satarım!” deyip satan bir Maliye Bakanı vardı! Merkezî hükümette satacak pek bir şey kalmayınca, o bakanın görevi sona erdi, misyonunu tamamladı!
Şimdi İstanbul’daki değerlerimiz, varlıklarımız, birikimlerimiz satış için gündemde! KİT’ler (Kamu İktisadi Teşekkülleri) satıldı!.. Şimdi de BİT’ler (Belediye İktisadi Teşekkülleri) satılacakmış…
Öncelikle İGDAŞ ve İDO gibi dev teşekküller satılmak isteniyor!..
Sonra sıra İETT, İSKİ ve İstanbul halkının diğer teşekküllerine gelecek!..
Millî Görüş öncesindeki partiler; İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu kuruluşlarda, bu BİT’lerinde sadece “suiistimal ve yolsuzluk” yapıyordu…
AKP Hükümeti ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, İstanbul’daki halkımızın bu kuruluşları için daha “pratik ve kalıcı bir çözüm” bulmuş; bunları toptan satmak için hazırlık yapıyormuş, yani “toptan satacak”mış!..
İşte bu da Millî Görüş gömleğini çıkaran “AKP’lilerin siyaset zihniyeti”dir…
***
Biz, bu kuruluşlarımız satılmasın, “özelleştirilmesin” diye haykırıyoruz… Mutlaka bir şey yapılmak isteniyorsa, “özerkleştirilsin” diyoruz… Malumunuz, bu köşede pek çok “özerkleştirme yazısı” yazıldı; ilgililer ve yetkililer çare ve çözüm olarak o yazılara baksınlar… İstanbul halkının BİT’lerini zinhar sömürü sermayesine peşkeş çekmesinler.
“No stand-by, IMF bye bye!”
Reşat Nuri EROL
İstanbul’da yapılan IMF-Dünya Bankası Zirvesi sona erdi. Şimdi sakin ve salim kafayla değerlendirme yapmak zamanıdır.
Ben, her şeyden önce toplantı öncesi yapılan ve kendimce en etkili gördüğüm yazılı ve görsel bir etkinlikten söz edeceğim. Saadet Partisi İstanbul İl Gençlik Kolları, partilerinin İstanbul Topkapı’daki meşhur il merkezi binasına, IMF’ye karşı olduklarını beyan eden dev bir pankart astılar; görmek isteyenler için pankart hâlâ orada. Üzerinde Saadet Partisi’nin amblemi ile “Gençlik / Saadet Partisi” ibaresi bulunan dev pankarta yazılan şu:
NO STAND-BY, IMF BYE BYE!
IMF’ye karşı İstiklal Caddesi başta olmak üzere, İstanbul’un değişik yerlerinde yapılan maskeli, vurdulu, kırdılı, cam-çerçeve indirici, molotof kokteylleri ile yakıcı vahşi protestolar gibi değil; Saadet gençliğine yakışır bir şekilde protestolar sergilendi.
Protestonun “görsel” kısmı böyleydi ve o dev pankart orada asılı olduğu sürece devam edecek…
Millî Görüş Gençliği’nin, Millî Görüş gömleklerini çıkarıp IMF ve Dünya Bankası paralelinde ekonomi politikaları yürütenlere karşı yürüttükleri protestonun bir de “yazılı” olanı yani “beyanat” şeklinde olanı vardı ve onun da başlığı şöyleydi:
Açık beyanımızdır: IMF’yi İSTEMİYORUZ!
***
Üç yılda bir Amerika dışında yapılan “IMF Yıllık Toplantıları”nın, 1955 yılından sonra bu yıl tekrar İstanbul’da gerçekleştirilmesi ile birlikte, Türkiye ikinci kez küresel sömürü sermayesinin bu iki kuruluşuna, yani sadece IMF’ye değil, aynı zamanda Dünya Bankası’na da ev sahipliği yapan tek ülke oldu.
IMF ile ilki 1958 yılında olmak üzere bugüne kadar 19 kez anlaşma yaptık... Son yarım yüzyılın büyük bölümünde ekonomimiz, borç aldığımız ve sürekli olarak borç batağına sürüklendiğimiz bu kuruluş tarafından gözetim altında tutuldu... Bugün gelinen noktada tarım ve sanayi gibi ana üretim sektörleri can çekişirken, işsizlik artarken, “bankacılık” gibi sömürüye hizmet sektörleri hızla büyümüştür... Böylece Türkiye, “üretmeyen” ama hep “tüketen” ve “yüksek faizlerle” sürekli borçlandırılarak tüketimin teşvik edildiği pazar bir ülke hâline getirilmiştir...
IMF’nin 2000 yılından beri Ankara’da “Temsilcilik Ofisi” bulunmaktadır ve bu ofis yedi yıllık AKP iktidarı döneminde gayet verimli bir şekilde çalışmaktadır...
***
Ofis deyip geçmeyin. Ümüğümüzü elli yıldan beri sıkan “küresel tekel sömürü sermayesi”nin bu kuruluşu, işte bu ofis sayesinde, Ankara’daki Türk makamlarıyla Washington arasında irtibat sağlayarak IMF politikalarını ülkemizin sömürülüp soğana çevrilmesi için koordine etmektedir... İşin bir de garip bir yönü var:
IMF Direktörler Kurulu’nda ülkemizin temsili dahi “Belçika İcra Direktörü” tarafından yürütülmektedir!.. Artık zirvede olan ve çökmeye başlayan Batı uygarlığının gelişmiş ülkeleri, son yıllarda yaşanan küresel ekonomik krizden derinden etkilendiler, batağa sürüklendiler, eski güçlerini kaybettiler, kapitalizmin ana kurumları tek tek iflas ediyor... ABD ve AB ülkeleri, karşılıksız kredi tıkanıklıklarını açmak, şirketleri kurtarmak, talep oluşturarak üretimi canlandırmak için piyasalara trilyonlarca dolar pompaladılar... Küresel kapitalizmin ana ülkeleri bütün bu problemleri yaşarken bile, IMF’den ‘faizli kredi’ kullanmadılar, aksine gelişmekte olan ülkelere faizli kredi verilmek üzere IMF’ye para aktarmayı sömürgeci çıkarlarına uygun buldular; sömürü çarkı böyle işlemeye devam etti… İşte bu gibi sebeplerle; “IMF’yi İSTEMİYORUZ!..”
“NO STAND-BY, IMF BYE BYE!”
Bitmedi, “No stand-by, IMF bye bye!” demeye devam edeceğiz…
“No stand-by, IMF bye bye!” - 2
Reşat Nuri EROL
Artık bütün dünya biliyor ki; IMF kalkındırmaz, sadece süründürür!..
Uzun yıllar tecrübe edilerek görülmüştür ki; IMF, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri sömürüsü için “sürdürülebilir borçlandırma ve sömürü fonu”dur.
Bugüne kadar IMF ile ekonomik programa devam edip de belini doğrultabilmiş ülke yoktur. Aksine, son zamanlarda bazı Güney Amerika ülkelerinde görüldüğü üzere, IMF güdümünden kurtulup kendi kaynaklarını değerlendiren ve kendi başının çaresine bakabilen ülkeler, ekonomik istikrar ve kalkınmaya kavuşmuştur.
Türkiye bugüne kadar IMF ile 19 anlaşma yaptı da ne oldu?!.
Başbakanımız bile bunu bilip itiraf edercesine, “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayacağız!” demesine rağmen; İstanbul’da IMF ve Dünya Bankası ile Hükümet arasında sürdürülen faaliyetler neyin nesi?!.
***
Bütün bu faaliyet, organizasyon, planlama ve yeniden yapılanmalar, “küresel finans sömürüsü”nün yeniden oluşturulması ve iflas eden vahşi kapitalizm için yapılıyor...
“Küresel sömürü sermayesi”nin, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların güdümüyle, Ortadoğu başta olmak üzere tüm dünya ülkelerinin siyasal ve ekonomik yapıları kan ve gözyaşı ile yeniden şekillendirilirken, paralelde “küresel finans mimarisi”nin sömürüye dayalı olarak yeniden oluşturulması hedeflenmektedir.
Yedi yıllık iktidar partisi tarafından yapılan açıklamalarda görülmüştür ki; Türkiye’nin önce bölgesel, daha sonra küresel finans merkezi yapılması planlanmaktadır. Bu plan elbette ülkemizde değil, malum yerlerde hazırlanmıştır. Millî menfaatlerimize, uluslararası hak, adalet ve refaha hizmet edecek bir merkez olmak, -geçmiş tarihimizde zaten var olduğu gibi- bize elbette onur ve şeref verir. Ancak küresel tekel sermayenin sömürü planlarına hizmet edecek bir rolün Türkiye için biçilmesi kabul edilemez.
İstanbul’da yapılan IMF-Dünya Bankası Zirvesi ile ilgili bu toplantılar hangi plana, hangi hedeflere, hangi yeni sömürü çarklarına hizmet edecektir?!.
6 Ekim, “İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşu”nu andığımız günlerde, “ekonomik özgürlüğümüzü teslim ettiğimiz IMF ve Dünya Bankası toplantıları”nın İstanbul’da yapılıyor olması, ibretle değerlendirilmelidir...
İşte bu ve benzeri gerekçelerle; “Millî Görüş”ün, “Adil Düzen Ekonomisi”nin biricik temsilcisi Saadet Partisi, Türkiye üzerinde IMF yönlendirmeleri olduğu sürece “ekonomik özgürlüğün”, hattâ gerçek anlamda “siyasal bağımsızlığın” dahi olamayacağını açıkça ifade etmektedir.
Saadet Gençliği, “yazılı” ve “görsel” etkinliklerde ne diyordu?
“IMF’yi İSTEMİYORUZ!..” “NO STAND-BY, IMF BYE BYE!”
***
“IMF’Yİ BIRAK, ÜRETMEYE BAK!”
Çözüm için millî değerlerimizi esas alan, öz kaynaklarımızın harekete geçirildiği, “faizsiz kredileşme sistemi”ne dayanan kalkınma modeli oluşturulmalıdır.
Bunun için Genel Başkanımız Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’un hükümete uyarılarında belirttiği gibi; Türkiye’de istihdamı özendirecek, üretimin önündeki engelleri kaldıracak, tezgâhı dağıtmayacak tedbirlerin acilen alınması şarttır.
Bu bağlamda istihdam artıran kuruluşlardan vergi alınmaması, sosyal güvenlik primi cezalarının affedilmesi, elektriğe zam yapmanın aksine bu tür temel maliyet girdilerinin azaltılması gibi somut öneriler de getirilmiştir…
“NO STAND-BY, IMF BYE BYE!”
“No stand-by, IMF bye bye!” - 3
Reşat Nuri EROL
IMF-Dünya Bankası İstanbul Zirvesi ardından, yapılması gereken “değerlendirme notları” daha çok önem arz ediyor. Deşifre edilmesi ve üzerinde durup değerlendirilmesi gereken “anahtar kavramlar ve konular” var. Bunlar üzerinde durulmalı, tedbirler alınmalı.
Tedbirler alınmalı; aksi halde “vahşi kapitalizmin ve küresel sömürü sermayesinin bu iki kuruluşu”ndan, altmış yıldan beri yediğimiz kazıkların bileşkesi olabilecek yeni ve yıkıcı darbelere maruz kalabiliriz. Uyanık olmaz ve uyarılması gerekenleri vaktinde uyarmazsak, birileri “Ümüğümüzü sıktırmayız!” dese de, ümüğümüz öyle bir sıkılır ki; bu sıkma sonuncusu olur ve bir daha ebediyen kendimize gelemeyiz!..
Biz yapabileceğimizi, yani tarihî uyarılarımızı yapalım; gerisi, şimdilik ilgili ve yetkililerin insiyatifine kalmış…
IMF ile yapılan anlaşmanın (gizli veya açık) ana şartlarından biri ve en önemlisi nedir, biliyor musunuz? Gelirler İdaresi’nin özerkleşmesi!!!
Yani; Osmanlı’daki Duyun-u Umumiye musibetinin çağdaş versiyonu...
Bu ne demek? -Türkiye, topladığı vergi gelirlerinin nasıl ne şekilde kullanılacağı ile ilgili egemenlik haklarını IMF’ye devretmesi demek!
Yani; Koca Osmanlı İmparatorluğu’na diz çöktürüp çökerten ve en sonunda yıkılışa sebebiyet veren Duyun-u Umumiye’nin post modern adı işte budur!
***
IMF-Dünya Bankası İstanbul Zirvesi ile ilgili “anahtar kavram ve konular”ın değerlendirilmesine gelelim ve üzerinde büyük bir dikkatle duralım.
Neymiş? -“Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin dünya siyasi ve ekonomik yapısıyla entegrasyonu, küreselleşme, “ticari ve finansal açıklık” getirilmesi…” imiş.
Yani; sürdürülebilir borçlandırma kapanına sıkıştırılmış, stratejik yönlendirmelerle tüketimi körüklenen ve üretimi baltalanan, zenginlikleri ve kaynakları sömürülen veya işbirlikçiler eliyle peşkeş çekilen, pazar olarak kullanılan, sömürüye açıklık durumu…
Neymiş? -“Küresel kriz ve toparlanma stratejileri ve dünya finans mimarisinin yeniden oluşturulması…” imiş.
Yani; yaşanan, ya da planlı olarak yaşattırılan “küresel kriz”le dünya finans mimarisindeki geçiş dönemi, Batılı ülkelerden kaynakça zengin Doğuya sermaye akışı, bâkir kalmış coğrafyaları ucuza kapatma, bu geçiş döneminde finansal yapılanmayı yeniden düzenleme ve vahşi kapitalizm, daha doğrusu küresel sermaye adına sömürüye devam…
Neymiş? -“Uluslararası finans kuruluşlarında reform yapmak…” imiş.
Yani; IMF ve Dünya Bankası’nı masum gösterme, mevcut sistemlerini revize etme, sömürüye aracı bu kurumları reformlarla tekrar maskelemek ve böylece küresel sömürü sermayesine hizmete devam etmek üzere varlıklarının etkin bir şekilde devamını sağlamak…
Daha da önemlisi ve ana hedef neymiş?
-ANA HEDEF: IMF-DB İstanbul Zirvesi Kararları aracılığıyla; önce BÖLGESEL, sonra KÜRESEL FİNANS MERKEZİ İSTANBUL!..
Yani; Türkiye’deki şartların küresel sömürü sermayesi lehine tesisi sonrasında, Batı ile Doğu arasında hem tarihî hem coğrafî özellikleri ile her türlü stratejik öneme sahip olan dünyanın doğal merkezi İSTANBUL’un küresel sermayenin küresel sömürü planlarına hizmet edecek bir role büründürülmesi...
***
İşte, bunlar ve benzeri daha nice sebeplerden dolayı, üç günden beri ne diyoruz?
“IMF’yi İSTEMİYORUZ!..”
“NO STAND-BY, IMF BYE BYE!”
Doğru “teşhis” ve “tedavi”
Reşat Nuri EROL
Mahir Kaynak, “IMF-Dünya Bankası İstanbul Zirvesi”ni kastederek, “Ekonomi zirvesi” başlıklı bir yazı yazdı. Yazısının başlangıcı şöyle: IMF ve Dünya Bankası’nın ortaklaşa düzenlediği toplantı İstanbul’da yapılıyor ve ekonomik krize çare aranıyor. Bir hastalığın tedavi edilebilmesinin ilk şartı doğru teşhistir. Acaba teşhis doğru mudur?
Yazar doğru söylüyor; her şeyde olduğu gibi ekonomide de “tedavi” için her şeyden önce “doğru teşhis” şart. Sonrasında, kendisinin de yazının sonunda ifade ettiği üzere, örneklerle meseleyi izah ediyor ve diyor ki; böyle sıkıcı bir makale yazdığım için okurlardan özür dilerim… Öyleyse, yazının sıkıcı kısmını geçelim ve bence sıkıcı olmayıp önemli olan kısmına gelelim. Bu çok karmaşık bir süreçtir ve bir makalede açıklanması imkansızdır, bunun akademik olarak incelenmesi gerekir. Ancak şunu söyleyebiliriz: Ekonominin bugünkü işleyişi geçmiştekinden farklıdır ve yeni bir teorik yaklaşım gereklidir.
Ekonomik kriz liberal ekonomik düzenin işleyişinden kaynaklanıyor. Herhangi bir müdahale olmadığı halde ekonomi hastalanıyor. Bunun tedavisi ise devletler tarafından yapılmaya çalışılıyor. Devlet müdahalesi sadece bir kriz çıktığı zaman mı gerçekleşmelidir, yoksa krizlerin önlenmesi için sürekli bir denetim mi gereklidir? Böyle ise bu durum liberal ekonomi ilkeleriyle uyumlu mudur?
Belki de asıl değişim ekonomi anlayışında olacaktır. Yani ekonomik büyüklükler bireysel davranışlar tarafından belirlenmeyecek ve tam tersi olacaktır. Yani bir güç, belki de devlet, ekonomik büyüklükleri belirleyecek, sistemi düzenleyecek ve bireysel davranışlar çizilen bu sınırlar içinde gerçekleşecektir. Bu belirleyenle belirlenenin yer değiştirmesi anlamına gelir.
***
Hatırlayalım: 1929 krizi üretim fazlalığı ve tüketim fazlalığından ileri gelmiştir.
Bugünkü kriz ise tüketim fazlalığı ve üretim azlığından ileri gelmektedir.
-O gün sanayiciye kredi verilerek kriz aşıldı.
-Şimdi ne/ler yapılacak, nasıl olacak da kriz aşılacak?..
Ekonomik krizden kurtulmanın yolu; üretildiği kadar tüketmek, ne eksik ne de fazla ürün üretmektedir. Artan emek ise yatırımlarda harcanmalıdır. Bunu sağlamanın tek yolu vardır; o da çalışanlara resmi ücretleri kadar “çalışma kredisi” vermektir.
İnşaatta sektöründe resmî ücretle çalışılır.
Üretim sektöründe ise serbest ücretle, daha fazla ücretle çalışılır.
Bu uygulama “yatırım” ile “üretim” arasında olması gereken “denge”yi kurar.
***
İlkel ekonomilerde herkes ürettiği kadar tüketirdi...
Sonraları kişiler ürettiklerini sattılar, ihtiyaçlarını piyasadan sağlamaya başladılar.
Bugünkü insanlar emeklerini satıyorlar, ücret alıyorlar; sonra ücret olarak elde ettikleri paralarla ihtiyaçları olan şeyleri (mal, eşya, hizmet vs.) satın alıyorlar...
Ekonomin bir numaralı sorunu, “yatırım” ile “üretim” arasında “denge”yi kurmaktır.
-Refah zamanlarında az emekle insanlar günlük ve yıllık ihtiyaçlarını giderirler.
-Kriz zamanlarında ise insanlar emekleri ile elde ettikleri gelirlerinin çoğunu günlük ve yıllık ihtiyaçlarını gidermek için harcarlar.
Devlet müdahalesi olmaksızın bu “denge”nin serbest ekonomide gerçekleşmesi ekonominin en önemli problemidir. Eskiden bu “altın ve gümüş para”da halkın tasarruf miktarı ile dengeleniyordu. Bugün ise “karşılıksız kâğıt para” basıldığı için halkın tasarrufu bu dengeyi sağlayamıyor.
Bizim ekonomi ile ilgili kısa ve öz “teşhis”imiz, “doğru teşhis”imiz böyle.
“Adil Ekonomik Düzen”e göre “tedavi ve çözüm” ise bundan sonraki yazıda…
Ekonomik çözümler…
Reşat Nuri EROL
Ekonomide sorun, problem, kriz varsa; her şeyden önce “doğru teşhis” çok önemlidir, “tedavi” ondan sonra gelir. Bir önceki yazımızda özetle bunu anlattık.
Bu “doğru tesbit ve teşhisler”den sonra; özellikle “Adil Ekonomik Düzen”de sorunlara nasıl “tedavi, çare ve çözümler” bulunmuştur?
Başta ekonomik kriz olmak üzere, çözüm açısından işte bu sorunun cevabı önemlidir.
“Adil Ekonomik Düzen”de bütün çalışanların resmî ücretleri vardır. Bu ücret bilgiye, tecrübeye, kabiliyete ve işin ağırlığına dayanılarak belirlenir. Emek sahiplerinin üye oldukları meslekî dayanışma ortaklıkları resmî ücreti belirlerler.
Devlet her çalışana bir “çalışma/emek kredisi” açar. Bu kredi resmî ücret kadardır.
Devlet ayrıca işverenlere de “faizsiz krediler” açar. İşverenler bu kredilerini ancak işçi bulduklarında kullanırlar. İşçilerin ücretleri ödendiği gibi; işverenlere ayrıca “ham madde kredileri” veya “malzeme kredileri” de verilir.
Dolayısıyla bütün bu kredileri alabilmenin yolu, işletmelerin işçi bulmalarına bağlıdır.
***
Üretim işletmeleri o yılın içinde işçilerine istedikleri ücreti verirler. Devlet krediyi resmî ücretle verir. Ama işletmeler işçilere fazla veya eksik ücret verebilirler ve ürettikleri malları buna göre fiyatlandırıp satarlar.
Üretim sektörlerinde devlet ödediği maaşları yani kredileri, üretilen mallar satıldığında faizsiz olarak tahsil eder. Üretilen mallar satılmadan üreticilere müdahale etmez. Üreticilerin üretilen mallarını da ellerinden almaz.
İnşaat sektöründe ise çalışanlara resmî ücretten ücretleri ödenir. Malzemelerin değeri de resmî fiyattan ödenir. İnşaat resmî ücret ve fiyatlarla biter. Kamu müteahhitleri de bu maliyet değeri ile alıp satılığa arz ederler. Müteahhitler de yaptıklarından dolayı müteahhit paylarını alırlar. Krediler, üretilen inşaatlar satılıncaya kadar kapalı kalır.
Halk eğer “resmî ücretler”in üstünde özellikle üretim sektöründe bir iş bulursa, orada çalışır. İnşaat sektörü durur. Ama halk resmî ücretle üretimde iş bulamazsa, o zaman resmî ücretle çalışmaya razı olup inşaata gider ve orada çalışır. Böylece “yatırım dengesi” kurulur.
Eğer yıllık tüketim malları az ise fiyatları pahalı olur, üreticiler işçilere daha fazla ücret verir, halk inşaatlara gitmez, yıllık tüketim mallarının üretimine gider.
Eğer o mallar değerinden fazla ise fiyatları düşüktür. Dolaysıyla işverenler buralarda işçileri resmî ücretin altında çalıştırırlar. Halk da resmî ücretin altında çalışacaklarına, gidip inşaatta resmî ücretle çalışırlar. Müteahhitler resmî ücretle işçi bulurlarsa malzeme kredisini de alırlar ve inşaat yaparlar. Aksi halde inşaat yapmazlar.
İşte bu yolla “yatırım” ile “üretim” arasında “denge” oluşmuş olur.
“Denge” artan emeğe sabit ücret verip inşaatta çalıştırmakla sağlanır.
***
İnsanlık, Kur’an’ın öğrettiği bu sistemi kabul etmediği taktirde, “ekonomik ve sosyal krizler”den hiçbir zaman kurtulamayacaktır.
İnşaat on yıl sonraki ihtiyaçlara tekabül ettiği için arz ve talep kanunlarına tâbi tutulamaz, sosyalizmde olduğu gibi maliyetlere arz edilir.
Tüketim mallarının fiyat ve ücretlerinde arz ve talep kanunları geçerli olacağı için kapitalizmin kuralları geçerli olur.
Kur’an, yani İslâmiyet; işte bu şekilde kapitalizm ve sosyalizmin olumlu yönlerini alarak, olumsuz yönlerini ise dışlayarak, ekonomik ve sosyal sorunları çözer, ekonomik ve sosyal dengeyi gerçekleştirir.