1967...1968...1969....AKEVLER 42 YILDIR ÇALIŞIYOR....2007...2008...2009
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 531
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜNYA DÜZENİ YENİ BİR MEDENİYET PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 10 Ekim 2009 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 531. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
AK PARTİ NE YAPMALIDIR?
AK PARTİ’NİN ZAFİYETLERİ
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 81. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SERA İŞLETMESİ
***
Faizli düzen muhafazakârları
Faizli düzen muhafazakârları - 2
Örnek olarak “O” yeter
Reşat Nuri EROL
***
AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 3
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EyYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
Bu sûre “Ey nebi!” diye başlamakta ve “Ey iman etmiş olanlar!” diye devam etmektedir. Kur’an’da “Ey resuller!” diye bir defa geçmektedir. Hazreti Muhammed’le beraber başka nebi resuller olmadığına göre, oradaki resuller başkanlar demektir. “Ey iman etmiş olan kimseler” dendiğinde, dayanışma ortaklıklarını kurmuş olan kimselerdir; yani ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını kuran kimselerdir. Kıyasla diğer üçü de dahil olur. Ama esas olan siyasî dayanışma ortaklıklarıdır. Bunların başına gelen kimse de başkandır, kabile başkanıdır.
“Ey iman etmiş olan kimseler” dendiğinde, siyasî dayanışma ortakları kastedilmektedir. “Ey nebi” dendiğinde onların başkanı gelir. O aynı zamanda bucağın başkanıdır. Bucağın başkanı olarak da resuldür. Cuma namazını birlikte kılan kimselere hitap etmektedir.
Aile 3 ile 10 arasındaki kişilerden oluşur. Cemi kıllet ve cemi kesret arasındaki sayıdır. Bir çocuk, anne ve baba asgari normal ailedir. Anne-baba, büyük anne ve büyük baba ile beş eder. Beş çocuk, 15 yaşına gelmemiş 5 çocuk da olursa,10 yahut 8 eder.
Bundan daha az aile de olabilir. Çocukları olmayan karı koca veya daha çok çocuklu aile de olabilir. Ancak normal aile 3 ile 10 arasında nüfusa sahip olur.
Aşiret 10 aileden oluşur. 30 ile 100 arasında nüfusa sahiptir. Bunlar beş vakit namazlarını birlikte kılarlar. Yaklaşık 10 aşiret bir semti oluşturur, nüfusları 300 ile 1000 arasındadır. Yaklaşık 10 semt yani 100 aşiret 1000 aile, 3000 ile 10 000 arasındaki nüfus bir kabileyi oluşturur. Onlu sistem caridir. Her kabilenin bir imamı vardır. Cuma namazını bu imam kıldırır. Halktan isteyenler askerlik yaparlar. İmamın semtlere atadığı emirlerden birini seçerek siyasi dayanışma ortaklığını kurarlar. İsteyenler de cizye vererek askerlik yapmazlar. Cizye verenler müslimdirler. Resul müslimlerin de mü’minlerin de başkanıdır. Nebi ise yalnız mü’minlerin başkanıdır. Diğer dayanışma sorumluları da nebileri oluştururlar. Yani başkanlık şurası nebilerden oluşur. Bunlar taşra bucaklarıdır. Merkez bucakları ise biat edilmişlerden veya atanmışlardan oluşur.
Bundan önce “nebi”den, yani bucak başkanından bahsetti. Şimdi ise bucak ordusundan bahsetmektedir. Kur’an “Ey nâs” diye tüm halka hitap etmektedir. Onları mükellef kılmaktadır. Din kitabı olarak onlara yol göstermektedir. Ancak düzen olarak “Ey nebi” ve “Ey mü’minler” diye hitap eder. Bunun için bu hitap yalnız Medine sûrelerinde bulunur. Kelime olarak da if’al veya mufaale bâbından gelir. İf’al bâbından gelirse müslimleri güven altına alma demektir. Mufaale bâbından gelirse birbirlerini güven altına alanlar demektir. “Bi” harfi ile gelirse, onunla kendisini güven altına alan demektir. “Alâ” ile gelirse, bir şeyi güven altına alan demektir. “Li” ile gelirse, emanet eden demektir.
اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ
(EuZKuRUv NıGMaTa elLAHi GaLaYKuM)
“Allah’ın sizin üzerinize olan nimetini zikredin.”
“Zikretmek” anmak ve anlamak anlamlarına gelir.
“Zikrediniz” deyince anınız, hatırlayınız, anlayınız, olayı değerlendiriniz mânâsınadır.
“Allah’ın nimetini anınız.”
Burada “nimet” izafe edilmiştir. Marifedir, bilinen nimeti anınız anlamındadır. Nimet sonra “iz” ile beyan edilmiştir. Rahmet, maddî ve manevî iyiliktir. Nimet ise daha çok maddî iyiliktir. Savaşta galibiyeti Allah’ın nimeti olarak zikretmektedir. Çünkü savaş aynı zamanda maddî kazançtır.
Buradaki “aleyküm” kimlerdir, emir kimleredir?
Emir Cuma namazını kılan cemaatedir. Onlar zikredeceklerdir. Ölüler veya uzaktakiler zikre katılamayacağına göre, emir Cuma cemaatinedir. “Zikret” ise Kuran ehlinedir. Mü’minleredir.
Bakara Sûresi’ni hatırlarsak; yeryüzünün düzeni Kur’an gelmeden evvel İsrail oğullarına verilmiştir deniyor. Kavim tafdil edilmiş, hilafet görevini o kavim yüklenmiştir. Kur’an geldikten sonra artık hilafet görevi bir kavimden alınmış, gönüllü mü’minlere verilmiştir. İnsanlığı artık Kur’an düzeni yönetecektir. Buna sahip çıkan, bunun askeri olan kimseler ise mü’minlerdir. İman etmiş olan kimselerdir. Bunlar kendi istekleri ile orduya katılmışlardır. Allah da bunlara in’am etmiştir. Burada Hazreti Musa peygamberin kavmini anlattığı gibi, burada aynı zamanda Hazreti Muhammed peygamberin mü’minlerini de anlatmaktadır. Kur’an nâzil olduğu zaman geçen olayları anlatmaktadır.
Hazreti Peygamber aleyhisselâmın hayatını kısaca hatırlayalım. Mekke’de vahiy gelmeye başladı. İman edenler Kur’an’ı ezberlediler ve yazdılar. Hazreti Ömer’in Müslüman olmasıyla Kur’an’ı Kâbe’de okumaya başladılar. Sonra hicret ettiler. Hicretin ikinci senesinde Bedir Savaşı’nı yaptılar. Şam’dan gelen kervanı Medine civarından geçirmediler. Onlar deniz kenarından gitmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Mekkeliler silahlanıp Medine’ye doğru yürüdüler, Bedir civarında mü’minlerle karşı karşıya geldiler ve yenildiler. Bundan bir sene sonra hazırlanarak yine Medine üzerine yürüdüler, Bedir’in intikamını almak istediler. Bu sefer Uhud’da Müslümanlarla savaştılar. Bu savaş çok zorluk içinde geçti. Yenilmiş gibiyken sonunda onlar bırakıp gittiler. Buna “Allah’ın nimeti” denmektedir. Mekkelilerle yapılan üçüncü büyük savaş Hendek Savaşı’dır. Medine’de savunma yapılmıştır. Dördüncü savaş ise Mekke’nin Fethi’dir. Onlar sözleşmelere uymayarak mü’minlerin korudukları kabileye saldırdılar. Bunun üzerine İslâm ordusu harekete geçti ve Mekke’yi savaşsız fethetti. Sonra karşı çıkan Mekke dışındaki Araplarla Huneyn Savaşı’nı yaptı.
Burada anlatılanlar Hendek Savaşı ile ilgilidir.
إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ
(EiÜAv CAvEaTKuM CuNUvDun)
“Size cunud geldiğinde.”
Mekkeliler tek başlarına mü’minleri yenemeyeceklerini anlayınca diğer Arap kabileleri ile anlaşma yaparak Medinelilerin bilmediği ve tanımadığı bir ordu ile geldiler. Böylece Medine’yi fethedecek ve İslâmiyet’e son vereceklerdi. Yahudi kabileleriyle de anlaşmışlardı. Dışarıdaki kabileler anlaşınca, Medine kabileleri de onlarla beraber olmuşlardı. İşte bu sebeple orduyu nekre yapmıştır. Durum son derece vahim ve ümitsizdi. Gelişmeden çok önceleri haber alınamamıştı.
Acele bir şekilde Medine’nin savunmasına geçildi. Araplarda hendek kazma yoktu. Selman-ı Farisi’nin önerisi ile acele Medine’nin çevresinde hendek kazılabildi ve savunmaya geçildi. Gelen askerler tanınmıyordu. Savaşma kabiliyetleri hakkında da bilgi yoktu.
Ordu Medine çevresine gelmiş ve saldırıya geçmişti. İçerdeki Yahudiler saldıranları desteklemişlerdi. Oysa Medine Devleti kurulurken Yahudilerle sözleşme yapılmıştı. Düşmanlar Medine’ye saldırdıklarında, Medine’deki herkes birlikte savunmaya geçecekti. Ne var ki bu büyük ordu karşısında Medinelilerin savunma şansı yoktu. Yahudilerin yardımıyla bir ara Mekkeliler Medine içine girme imkanını bile buldular. Mü’minler bile şaşkına dönmüşlerdi.
Böyle bir durum Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’na olmuştu. Viyana bozgunundan sonra imparatorluk yeniliyor ve beşyüz yıldan fazla beraber dostça yaşadığımız Rum ve Ermeniler ihanet ediyordu. Balkan savaşlarında hep mağlup olmuştuk. I. Cihan Harbi ise son darbe olmuş, düşmanlara Sevr ile teslim olmuştuk.
İşte Hendek Savaşı’nda da böyle bir şey oldu. Artık mağlup olunmuş, ama ümidin tam yitirildiği anda bir şey olmuştu.
فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا
(Fa EaRSaLNAv GaLaYHiM RIyXan)
“Onlara bir rih irsal ettik.”
Rüzgar esiyor. Bu sağanak bir yağmurun habercisidir.
Mekkeliler bu rüzgara dayanabilir, biraz sonra da rüzgar dinerdi. Muhasara altında bulunan Mekkeliler teslim olabilirdi. Muhasara edenler civar yerlerden yiyecek temin eder ve dayanabilirlerdi. Oysa Medinelilerin dışarı ile ilişkileri kesilmişti. Yani Medine’yi teslim alma ihtimali büyüktü. Ama esen rüzgar Mekkelileri korkutmuştur.
Bir araya gelen insanlar beyinlerinden yayınladıkları elektromanyetik dalgalarla birbirlerine etki eder ve bunun etkisiyle ortak bir düşünce doğar. Toplulukların ortak düşüncelere ulaştıkları görülür. Korku veya başarı zamanlarında bu duygu çok daha etkin olur. Ölüm ve benzeri hallerde insan ziyaretçileri bu sebeple bekler. Hasta ziyaretleri insanlara güç verir. Savaşta bu etkileşme en yüksek seviyeye çıkar. Askerler hep aynı duygu ve reflekslerle karşı tarafa saldırırlar.
Medine’yi muhasara edenlere fırtınayı haber veren bir rüzgar esmiştir. Bu rüzgar tek başına yeterli değildir. Ama bu rüzgarın ortaya çıkardığı psikolojik etkiler orduya cesaret verir; bir an evvel hücum edip Medine’yi alalım ve fırtınada Medine dışında kalmayalım diyebilir. Onlar saldırıya geçebilirdi. Yani rüzgar cesaretin bir etkeni olurdu. Aksi da olabilir. Biz fırtınaya tutunacağız. Medineliler evlerinde ısınacaklar, doyacaklar, istirahat edecekler. Biz ise yağmurda çamurda perişan olacağız. Öyleyse çekilelim.
İşte bu psikolojik tesirle muhasarayı terk edip Mekke’ye dönmüşlerdir.
Burada şu sorulabilir. Rüzgar doğal olay değil midir? Nasıl oluyor da Mekkelilerin üzerine yönlendirilmiş olmaktadır? Burada kelebek olayını hatırlayalım. Bir sırt üzerinde ark yapılmıştır ve su akmaktadır. Bir karınca geliyor, suya bir tarafta iz açıyor. Dalgalanan su o tarafa doğru taşıyor. Su toprağı biraz daha derinleştiriyor. Biraz sonra su o yamaca doğru akıyor. Bir istikamete doğru giden rüzgarın içinden bir kelebek geçiyor. Akış istikametinden başka istikamette havayı sürüklüyor. Bu sefer o tarafa doğru akıntı olmaktadır. Rüzgar o istikamette akmağa başlıyor. Rüzgar soğuk havadan sıcak havaya doğru akar.
Mekkeliler havayı ısıtmışlardır. Oradaki hava yukarıya doğru çıkmıştır. Çevredeki soğuk hava oraya hücum etmiştir. Onlar gelmeseydi belki de o rüzgar esmeyecektir.
“Biz rüzgarı irsal ettik”teki mânâ; öyle doğa kanunları vazettik ki, onlara o esnada rüzgar estirdik denmiş oluyor. Bununla beraber kâinatta insandan başka bizim görmediğimiz cinler, melekler ve ruhlar vardır. Onlar etkileyerek rüzgarı o istikamette estirebilirler. Bunları göremeyişimiz onların olmadığı mânâsına gelmez. Mikroskop icad edilmeden önce hücreleri göremiyorduk, ama onlar vardı. Radyo icad edilmeden önce o sesleri duyamıyorduk, ama sesler vardı. Televizyon icad edilmeden önce Ankara’dan çıkan o ışıkları alamıyorduk, ama şimdi alıyoruz. Ultrasonik seslerle birçok işler yapıyoruz ama duymuyoruz. İşte Allah bunları görevlendirmiş olabilir, onlar rüzgarın esmesine sebep olabilirler.
Olası olayların doğada kontrollü olup olmadığı hakkında bir bilgimiz henüz mevcut değildir. Yazı tura oynayan iki kişinin kazanma ve kaybetme ihtimali yüzde ellidir. Ama sonunda biri kaybeder. Bu kayıp tesadüflerin sonucu mudur? Yoksa müdahale var mıdır? Bizim için bilmek mümkün değildir. Başka bir deyişle şunu söyleyebiliriz. Raslantılar bizim bilgisizliğimizden mi doğmaktadır, yoksa gerçekten raslantı mıdır? Bu husus bilinmemektedir. Hiçbir zaman da bilemeyeceğiz. Bunu bilebilmemiz bizim küllî ilme vâkıf olmamızı gerektirir. Oysa bizim beynimiz küllî ilimleri alma kapasitesinde değildir. Beynimiz bir bilgisayardır. Kapasitesi vardır. Küllî ilimleri idrak etme kapasitesine sahip değildir.
وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا
(Va CuNUvDan LaM TaRaVHAv)
“Rüzgarı ve görmediğiniz bir orduyu irsal ettik.”
Rüzgarın gelmesi yeterli değildir. Aynı zamanda rüzgar onların içlerine korku düşürmelidir.
İşte bunu yapanlar meleklerdir.
Benim bedenim bir arabadır, ruhum ise onun şoförü. Arabamı sürüyorum. Şoför mahallinde göremediğim biri daha oturuyor. Ben göremiyorum. Çünkü benim gördüğüm ışıkta şeffaftır, görülmüyor; yumuşaktır, tutulmuyor. Ara sıra bedenime müdahale ediyor. Mesela arabanın lambalarını yakıyor.
İşte şeytan ve melek bunlardandır.
Beynime dışarıdan müdahale edebiliyorlar.
Savaş zamanında bu melekler gelir ve insanların beynine girerler. Cesaret verirler veya korkuturlar. Savaşanlar insan oldukları için sadece insanlara verdikleri cesaret ve korkularla istedikleri tarafı galip getirirler.
İşte bunlar bizim göremediğimiz ordulardır.
Cinler yani şeytan sıcak yerlerde, güneşte yaşayacak şekilde var edilmişlerdir. Atomlu varlıklardır. İnsan ve hayvanlar ise moleküllü varlıklardır. Bunların ikisi zahiri âlemin varlıklarıdır. Diğer taraftan ruhlar batıni âlemin soğuk dünyası âlemidir. Melekler batıni âlemin sıcak dünya âlemdir. Kur’an’ın tabiri ile melekler nurdan, cinler nardan, insanlar narın toprağından, ruhlar nurun toprağından halk olunmuşlardır.
“Cunud” nekredir. Bizim bilmediğimiz bir ordu ile gelinmektedir. O orduyu biz göremiyoruz.
Ordular galip geleceğiz inancı ile savaşa girerler. Biz güçlüyüz, onları yeneriz diyerek savaşa tutuşurlar. Savaşın bir yerinde karşı karşıya gelen ordunun birine ‘biz yenildik’ korkusu düşer, diğerine ‘biz yendik’ cesareti gelir ve sonunda bir taraf galip gelir. Bu cesaret ve korku sosyal olup tüm orduda birden teessüs eder. Öyle ki, öldürüleceklerini bildikleri halde teslim olur, direnç göstermezler. Savaşta bu direnci kırmak için esirler teslim olduktan sonra muhakemesiz öldürülmez. Savaşma dışında bir suçu varsa öldürülebilir.
Askerler komutanlarının cesaretine bakarlar. Komutan cesaretle savaşıyorsa, askerler de cesur olur ve ölesiye savaşırlar. Komutan gevşerse, kaçarsa veya ölürse, ordu da genellikle dağılır ve yenilir. Adet olmuştur, komutan savaşı kazanmış kabul edilir.
Kişilere dayanan partiler veya devletler kişi ölmüşse parçalanırlar. Oysa sisteme veya hanedana bağlı olanlar ölümle dağılmazlar. Türkiye, Mustafa Kemal’in veya İsmet İnönü’nün ölümü ile dağılmamıştır.
وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9)
(Va KAvNa elLAHu BiMAv TaGMaLUNa BaÖIyRan)
“Allah amel ettiklerinizi basir bulunmaktadır.”
Buradaki “Vav” vav-ı hâliyedir; “Erselnâ”daki “Nâ”nın hâlidir. Allah izhar edilmiştir. Amel ettiklerinize basir bulunmakta iken, rüzgar ve görülmeyen ordular göndermiştir.
Allah kâinatı var etmiştir. Değişmez kanunlar koymuştur. O kanunlardan yararlanarak insanlar çalışmakta ve yaşamaktadır. Bu durum, Allah ondan sonrasına karışmamaktadır anlamında değildir. Allah her kişi ve her toplulukla ayrı ayrı doğrudan hakim durumundadır. İnsanları külli iradesi dışında cüzi iradelerinde serbest bırakmaktadır.
“KâNe” kelimesi burada geçmişin hikâyesi olabilir. O takdirde bizden değil, o gün Hendek Savaşı’ndaki Allah’ın nezaretini anlatmış olur. “Kâne” mübteda ve haberi teyid anlamında ise o zaman bizi de ifade etmiş olur. Yani herkesin yaptığını basir bulunmaktadır.
“Basîr” kelimesi nekredir. Demek ki Allah’ın yanında melekler ve insanlar da basîr bulunmaktadır.
Allah insanları gözetlerken bir insan gibi gözetlemektedir. İnsanlar cüzi iradenin dışına çıkıyorsa müdahale eder. Allah Medinelilerin galip geleceğini takdir etmiştir. Doğa kanunları içinde galip gelirlerse Allah’ın külli iradesi ortadan kalkacak, Kur’an uygarlığı kurulmayacaktır. Onun için müdahale etmiş, rüzgar göndermiş, Medinelileri galip getirmiştir.
Viyana’daki mağlubiyetimiz de böyle İlâhi takdirden dolayıdır. Eğer biz Viyana’yı fethetseydik, Avrupa bir İslâm ülkesi hâline gelecek ve Avrupa uygarlığı gelişmeyecek, bugünkü seviyeye ulaşmayacak, hâlâ Orta Çağda kalacaktık. Hiç beklenmedik bir olay olmuş, Kırımlılar onlar tarafı olmuş ve bizi arkadan vurmuşlardır.
Sonra Sakarya’da savaşı kazanmamız da böyle İlâhi kaderin müdahalesi ile olmuştur. Yenilseydik, Anadolu bugün Rum ve Ermeni toprakları olacaktı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmayacak, “Adil Düzen” olmayacak, İkinci Kur’an Uygarlığı kurulmayacaktı.
Tarih İlâhi kaderle çiziliyor.
İnsanlar o kader içinde kendi cüzi iradelerini kullanıyorlar.
***
إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ
(EiZ CAyEUvKuM MiN FaVQıKuM)
“Fevkinizden geldiği zaman.”
“İz” kelimesi “İzâ”ya benzer. “İzâ” cümlenin başına geldiği zaman daha çok işaret olur. Olacağı zaman oluşun şartı olur. Oysa cümlenin içinde daha çok zarf olur. Yani şartlık vasfı zayıflar. “İzâ Câe Kul” dediğiniz zaman, gelince gelmesi sebebiyle söyle demektir. “Kul İzâ Câe” denirse, söylemen başka sebeple gereklidir. Ama sen ona gelince söyle demek olur. “İz Câe Hüve” dendiği zaman, hani o gelmişti anlamındadır. “Raeytuhu İz Câe” derseniz, ben onu geldiğinde gördüm olur.
“İz” burada zarftır. Buradaki “iz” bundan önceki “iz”in bedeli olabilir. Geldiler, böyle geldiler anlamında olur. Yukarıdaki “iz”i tasvir etmiş olur. Mazinin hikâyesi olur. Yahut “basir” kelimesinin zarfı olur. Yani siz bir şeyler yaparken Allah da gözetliyordu mânâsında olur.
Muzari “Kâne” ile mazi olmuştu. Eğer zarf olarak alırsak, bizim yapmakta olduklarımızı her zaman gözetliyor demektir. Yani ifade genel olur. “İz” o zaman zarf olmaz, bedel olur.
Medine yamaçta kurulmuştur. Dört tarafı saldırıya elverişlidir. Mekkeliler oldukça kalabalık orduya sahiptir. İkiye ayrılmış bir Medine’nin doğusuna yukarıdan saldırdılar. Yani güneyden gelen ordu ikiye ayrılır. Biri doğudan yukarıya çıkıyor, diğeri batıdan aşağıya doğru gidiyor.
وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ
(Va MiN EaSFaLa MiNKuM)
“Ve sizin esfelinizden.”
Burada tek ordudan bahsetmektedir.
Demek ki kuzeye doğru ilerleyen Mekke ordusu Medine’nin doğusunu ve batısını kuşatmıştır. Kuzeyi açık bırakmıştır. Bunun sebebi, Medinelilerin kaçmalarına imkan bırakmışlardı. Yahut henüz kuzey tarafına ulaşmamışken rüzgar gelmişti. Bırakıp gidiyorlar. Bu anlatıştan Medine kentinin batı yamacında kurulu bir kent olduğu anlaşılıyor.
وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ
(Va EiZ ZAvĞaTi eLEaBÖARu)
“Ve basar zayğ ettiğinde.”
Burada “Ve” harfi bundan önceki “İz”e atfetmektedir. Bir taraftan onlar Medine’nin altından ve üstünden gelirken, Medinelilerin de gözleri görmez oluyordu.
“Ebsar” burada marifedir. Medinelilerin basarlarıdır. Bir türlü doğru görmüyorlardı. Gözlerine inanamıyorlardı. Her taraftan gelen kalabalık ordu Medine’yi sarmıştı.
“İz”in tekrar edilmesinin sebebi faillerin değişmesidir. Görüntü, göze gelen ışığın göz içinde oluşturduğu elektrik dalgaları ile beyine gelirler ve beyinde görüntüye dönüşürler. Eğer beyin başka bir şeyi görmeye hazırsa görüntü değişebilir ve olanı değil de bekleneni görür.
İşte gözün zeyğ etmesi bu demektir. Hayatınızda çok defa görülür. Bir şeyi ararsınız, gözünüzün önünde görmezsiniz. Yahut başka türlü görürsünüz. Bu olay gözün zeyğ etmesi, yanılması demek olur. Demek ki gözün sınır uçlarında yanılma olmaktadır. Beyin uçlarına etki ederek başka türlü göstermektedir.
Gözün zeyğ etmesi gibi insan beyni de muhakeme ederken istediği sonuca varmak için devreleri ona göre hazırlayıp çok hatalı düşünceyi hiç hata etmiyormuş gibi bir sonuca varır. Ne kadar anlatırsanız anlatın konuyu değiştiremezsiniz. Bu zeyğ sebebiyledir ki insanlar düşmanları ile barışamazlar ve şeyhlerine ölesiye bağlanırlar.
Kur’an’da basarın ve kalbin zeyginden bahsedilmektedir.
وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ
(Va BaLaĞaTı elQuLOuBu eLXaNACıRa)
“Kalpler hançereye baliğ olunca.”
Korku ve heyecanla can boğaza dayanınca, heyecandan kalbim duracaktı deriz. Bu bir deyimdir. Anlamı nedir? Bunu bilebilmemiz için böyle durumlarda neler olmaktadır, bu tabirin biyolojik karşılığı nedir? Burada bir konu açıklanmıştır.
Ruhsal olaylar beyinde olmaktadır. Ne var ki, heyecan beyinde hissedilmektedir. Ancak belli bir hormonu vücuda verdiğimizde korku sevgi gibi duygular ortaya çıkmaktadır.
“Kalb” merkez demektir. Kalb yani hormon merkezi hormon salarak hançereye kadar ulaşmıştır. Hormonların en son etki ettiği yer olarak düşünebiliriz.
“Baliğ olmak” ulaşmak demektir. Kendisinin varması gerekmez, etkisinin varması demektir. Yahut korku esnasında kalp sık ve şiddetli şekilde atmaya başlar, tesiri solumaya kadar varır. Sesin tonu değişir. Demek ki kalbin hançerelere baliğ olması demek, hançereye dahi ulaşması demektir. Sesi kesildi veya kısıldı deriz. Burada “İz” tekrar edilmemiştir. Çünkü gözün zeyğ etmesi ile kalbin buluğu aynı tarafta olmuştur.
وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10)
(Va TaZunNUNa BielLAHi elJuNUVNA)
“Allah’ı zanlarla zannediyordunuz.”
“Zannetmek” demek, tereddütler sanmak demektir. Olumlu tarafı fazla olmaktır.
Biz de Kur’an’da defalarca okuruz. Olaylar olur, yaşarız. Güne de olacaklar konusunda şüphe ile başlarız. Bu kadar çok delil mevcut. Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu ispatlayan, 250 delil ile ispatlayan kitap yazdığım halde, zaman zaman Allah ve âhiret hakkında zan içine düşerim. Ama bu benim amellerime asla etki etmediği için zannım benim imanıma zarar vermez. Nitekim mü’minlere bu zan zarar vermemiştir.
Burada bir kural söyleyeceğim. Zaman zaman imanda şüpheler ortaya çıkabilir. Ya Allah benim bildiğim gibi değilse, ya öldükten sonra dirilme yoksa, ya Kur’an Allah’ın sözü değilse, ya peygamberlerin söyledikleri doğru değilse gibi şüpheler ve zanlar insanın aklından geçebilir. Bu tereddüt sizin elinizde değildir. Düşünen her insan zaman zaman şüpheler içinde olabilir. Bundan korkanlar; imanımı kaybetmeyeyim diye düşünmemeyi, bu konular üzerinde durmamayı tercih ederler. Bu da insanın raybını daha da artırır. Sizin tereddüdünüz eğer amele etki etmiyorsa, siz hâlâ Allah varmış, âhiret gerçekmiş, Kur’an Allah’ın sözü imiş gibi amel ediyorsanız, sizin imanınıza etki etmez. Ne zaman ki bu şüphe sizi amelde de kendisini gösterirse, o zaman dinden çıkmış olursunuz. Onun için iman şarttır. Ama asıl olan ameldir. Biz bu inançta idik. İstihsan ile buna kail idik. Şimdi Kur’an’da buna delil bulmuş oluyoruz.
İnsanın yaratılışı böyledir. Hislerine hakim olamaz. Aklen bilir ama hissen hâlâ tereddüt içinde olur. Amel ne tarafta ise oradadır kabul edilir. İnsan hangi cemaate katılmışsa o cemaate sadakat gösteriyor. Onlardan oluyor.
İnsan müslim olur. Mü’min olmazsa da insan iradesi ile her zaman müslim olur. İnsan galip geldiği zaman mağlup olmayacağını sanır. Mağlup olunca galip gelmeyeceğini sanır. Acıkınca doymayacağını, doyunca da acıkmayacağını zanneder.
***
هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ
(HuNALiKa uBTuLiYa eLMuEMıNUvNa)
“Burada mü’minler imtihan olundular.”
Bundan önceki âyette siz kuşkulandınız diyor.
Burada Allah mü’minleri imtihan etti diyor.
Demek ki kuşkulanma imana zarar vermiyor. Çünkü ya ölüm ya istiklâl diyor mü’minler. Teslim olmuyorlar. Savaşa devam ediyorlar. Mü’minlerle münafıkları böyle ayırmaktadır. Asıl mesele verilen karara devam etmektir, imanda sebat kılmaktır.
Medineliler bunu göstermişlerdir. Münafıklarla mü’minler bu sayede ortaya çıkmıştır. Oradaki Yahudiler karşı tarafa geçerek imansızlıklarını ortaya koymuşlardır.
Bir savaşta artık cephe değiştirilmez. Savaş savaştır.
Korktuğun için fikir değiştirme başkadır, görüş olarak fikir değiştirme başkadır.
Biz baştan beri İslâmiyet’te lâiklik olduğunu iddia ediyoruz. Biz şuna inandık. Eğer biz Kur’an’ı doğru anlarsak o zaman biz galibiz. Kur’an’ı yanlış anlarsak mağlup oluruz. Kur’an’ı yeniden ele alarak doğru anlamaya çalıştık. Kur’an’da demokrasinin olduğunu gördük. İçtihat sistemi demokrasinin kendisidir. İslâmiyet’te lâiklik vardır. “Dinde zorlama yoktur” demokrasinin kendisidir. Bu sebepledir ki daha altmışlarda yaptığımız konuşmalarla bunu ilan ettik. Sonunda zafer bizim oldu. İslâmiyet galip geldi. Ama bazı arkadaşlar 28 Şubat’tan sonra süngüyü görünce bunu kabul ettiler. Biz 1967’de, onlar 1997’de kabul ettiler; otuz sene sonra. Sonra da gömleği de çıkardılar. İşte bize göre bunlar yanlıştır.
Kur’an’dan anlıyoruz ki, Allah’tan zanlara düşmek doğaldır. Ama korku veya iktidar nedeniyle fiiliyatta ağız değiştirmek yanlıştır. Evet, insan içtihadını değiştirebilir ama bu kanaat değiştirmesi şeklinde olmalıdır. Baskı sonucu olmamalıdır.
وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11)
(Va ZuLZiLUv ZiLZAvLan ŞaDIyDan)
“Şedid zelzele ile zilzal olundular.”
Medine’de muhacirler gelmiş, ensar onlar yardım etmiş. Müşrikler ve Yahudiler başlangıçta düzeni benimsemişler. Bedir’de ve Uhud’da başarı elde edilmiş.
İşler normal giderken birden Medine Devleti yok olmanın eşiğine gelmiş, site devletinin yapısı sarsılmıştır. Önce Yahudiler baş kaldırmış ve Mekkelilerle bir olmuşlardır. Dolayısıyla Medine’nin huzurlu yapısı büyük sarsıntıya uğramıştır. Bunun dışında Medine’de münafıklar vardır. Kim güçlü ise onlar tarafı oluyorlardı. Medine’de artık Medine Devleti’nin son bulduğu havası yayılmaya başlamıştı. Münafıklar konuşmaya başlamışlardır. Mü’minler imanlarında sebat etmişlerdir. Ama Medine’nin yapısı birden değişmiştir.
Hendek Savaşı ile neler oldu?
Medine’nin huzurlu yapısı bozuldu, içte ayrılık çıktı. Ama sonra Yahudiler Medine’den tasfiye edildiler. O tarihten sonra Yahudiler Medine’de kalmadılar.
Benzer olay Türkiye’de oldu. Birinci Cihan Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, Türkiye Müslümanları perişan olmuşlardı. Ümitlenen azınlıklar Anadolu ve Rumeli Müslümanlarını yok etmeye kalkışmışlardı. Türkiye şiddetli bir zelzele ile sarsılmıştı. Sonra İstiklâl Savaşı olmuş ve Türkiye’deki azınlıklar Medine Yahudileri gibi tasfiye edilmişlerdir.
Bu durum yalnız Türkiye’de olmamış, 2000 yılının ilk yarısına kadar tüm dünya Allah hakkında değişik zanlarda bulunmuştur. Onlara göre Tanrı yoktur, dinler de uydurulmuştur. Din dönemi bitti, şimdi ilim dönemi ortaya çıktı. Yaşlılar ölünce Allah’a inanan kimse kalmayacaktır. Mabetler kapanacak, ibadetleri yapanlar olmayacaktır. Tanrı olsa bile O bize karışmıyor. Dünyayı lâik bir şekilde idare edeceğiz. Dünyada, hassaten Türkiye’de lâikliği dinsizlik olarak görüp Tanrı’yı kamu alanlarına sokmama cüretini gösteren cumhurbaşkanları bile ortaya çıktı.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ise Türkiye’de ve dünyada büyük değişiklikler oldu. Türkiye’de “Millî Görüş” ve “Adil Düzen” ortaya çıktı. Erbakan başbakanlığa kadar yükseldi. İran devrimi gerçekleşti, Müslümanlar iktidar oldu. Sovyetler’de Gorbaçov devrimi oldu, din düşmanlığına son verildi. İslâm ülkeleri bağımsızlıklar kazanmaya başladılar. Papalık İslâm’a karşı olmaktan vazgeçmiştir Böylece insanlık büyük bir sarsıntıyı atlatmıştır.
Artık Mekke’nin fethine yaklaşılmaktadır.
1950’ye varırken, onlara göre tüm dünyada artık dinler bitmiştir, kimse âhirete inanmayacak, kimse ibadet etmeyecekti. 50 sene sonra bugünkü geri kafalılar ölmüş olacak ve insanlık ilme dayanan bir döneme girecektir zannediliyordu. Allah’a inanmış olanlar da İslâmiyet’in tekrar canlanmasından ümitlerini kesmişler, kıyameti bekliyorlardı. Bugün ise o günler geçmiş, geride kalmış, insanlık yeniden Allah’a ve âhirete inanmaya başlamıştır.
***
وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ
(Va EiÜ YaQUvLu eLMuNAFIQUvNa)
“Münafıklar diyorlardı.”
Buradaki “Veİz” nereye atıftır?
Daha önce fiili mazi gelmiş olduğu halde, burada muzari getirilmiştir. Bundan sonra tekrar mazi gelmiştir. Kök aynıdır, “Kavl” kökü. Maziden muzariye gidildiğine göre birinci “İz”e atfedilmiştir. Fiili muzaride istimrar vardır. Yani orduların gelmesi ve zannetmeler kısa zamanda geçici olmuştur. Münafıklar ısrarla devamlı olarak söylerler.
Şimdi Kur’an’ı ele alalım. Mekke’de nâzil olmaya başlamış. Medine’ye göç edilmiş. Dünya fethedilmiş. Bugün İslâmiyet geri kalmış. İnsanlar her fırsatta; ‘İslâmiyet geri bırakmıştır’ diyor.
Araplar tarım dönemine hiç geçmemişlerdi. Devletleri yoktu, kabile hayatı yaşıyorlardı. On sene içinde İslâmiyet sayesinde Arabistan’da ilk devlet kuruldu. Bir asır geçmedi, bütün dünyada süper güç oldu. Sonra İslâmiyet 1400 yıl insanlığa ışık saçmıştır. Batı bugünkü seviyeye İslâmiyet’le ulaşmıştır.
Bütün bunlar unutuluyor ve bugün, ‘İslâmiyet geri bırakmanın sebebidir’ deniyor.
“Münafıklar” kurallı çoğul olarak getirilmiştir. Demek ki münafıklar tek başlarına hareket etmiyorlar. Örgütlenmiştirler. Bir kimse tek başına inanmadığı halde ‘inandım’ dese münafık olmaz, müslim olur. Bir örgütlenmeleri varsa münafık olurlar.
وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ
(Va elLaÜIyNa FIy QuLUBiHiM MaRAWun)
“Kalblerinde maraz olanlar.”
Alenen biz devlete karşıyız diyenler ve hakemliği kabul eden müşrikler ile vergi vermeyip hakemliği kabul etmeyenlerden başka iki grup daha vardır. Bunlardan bir kısmı alenen devlete karşı değildirler. Ama devleti yıkmak için faaliyet gösterenler vardır. Bunlar münafıktırlar. Diğerleri ise hakem kararlarına uymakta, vergilerini vermekte, devleti de yıkmak için yer altında faaliyet göstermemekte ama devletle olan ilişkilerde tereddütleri vardır, içlerinde buğuzları vardır.
Bunlar da kalblerinde maraz olanlardır.
Ülkemizdeki insanları tasnif edelim. Türkiye’de yaşayan Rum ve Ermeniler vardır; bunlar zahiren Türk vatandaşı görünür ama perde arkasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhinde çalışırlar. Şiiler vardır; zahiren Türkiye için çalışırlar ama Türkiye devletinin yıkılmasını isterler, İran devleti gelsin isterler. Sünniler vardır; Türkiye Cumhuriyeti’ne sadık görünürler ama bir İslâm imparatorluğunun kurulması için sömürü sermayesinin aracı olurlar.
Bunlar münafıktır. Bunların Türkiye devletinin, herhangi başka bir devletin ve gücün emrine girmesini istemezler. Ama mevcut yönetime karşı kinleri vardır, düşmanlıkları vardır.
İşte bunlar kalblerinde hastalık olanlardır.
Bunlar iktidarın yıkılmasını isterler. Ordunun düşmanıdırlar.
Peki, bu iktidar gitsin, kim gelsin?
Bu soruyu sorarsanız; bu gitsin de kim gelirse gelsin derler.
‘Bu ordu yok olsun diyorsun ama o zaman Türkiye nasıl yaşasın?’ diye sorarsanız.
Böyle devletin olması yerine yıkılsın derler.
Bunlar kalblerinde hastalık olanlardır.
Açık olarak anlatmak gerekirse; içlerinde, Türkiye yıkılsın, ülke bir başka gücün olsun diyenler münafıktır. İktidar gitsin de ne olursa olsun diyenler, kalblerinde maraz olanlardır. Yahut Türkiye devletinin var olmasını isteyip de yıkılacağını sananlar da kalblerinde hastalık olanlardır.
Biz ne yapıyoruz?
Biz bu devletin ayakta kalmasını, varlığını sürdürmesini istiyoruz. Gerekirse bu devlet için canımızı ve malımızı veririz. Çünkü bu devlet fiilen İslâm devleti olmasa da, bilkuvve İslâm devletidir. İlerde İslâm devleti olacaktır. Ama bir gün İslâm devleti olacağından ümidimizi kesersek, iktidarın yıkılmasını, ordunun zayıflamasını istemeyiz. Terk edip gideriz. Kendilerini kendi hastalıkları ile baş başa bırakırız. İktidar ve ordu uyarılarımızı önemsemez, kör ve sağır olmaya devam ederse, bir gün Türkiye Cumhuriyeti yıkılabilir. Biz eğer ülkeyi terk etmezsek, -ki etmeyeceğiz- yeniden ikinci istiklâl savaşını yapar ve cumhuriyetimizi kurarız. Biz iktidarın ve ordunun zayıflamasını katiyen istemeyiz.
مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12)
(MAv VAGaDaNav elLAHu Va RaSUvLAHUv EilLAv ĞuRUvRan)
“Allah ve resulü bize garurdan başkasını vaad etmedi.”
Kur’an’da “Resul” kelimesi başkanı, “Allah ve Resul” hakem olarak başkanı, “Allah ve Resulü” ise hakemlerden oluşan yargıyı ifade eder.
“Allah ve resulü” tabiri ile burada hakemlerin kastedilmesi zordur. Allah boş vaatte bulundu denmemektedir de Allah ve resulü vaatte bulunmaktadır.
Kur’an’da bir hüküm varsa, bu hüküm resul tarafından teyit edilmişse, bu “Allah ve Resulü” tertibi ile söylenir. Bu katiyeti ifade eder. Yani kanunlar onu gösteriyor ve resul de onu teyit ediyorsa, bu kesinlik kazanır.
Bir bucağın mevzuatı icma ile ortaya konacaktır. Herkes icma olup olmadığına kendisi karar verecektir. Ama eğer icma başkan tarafından teyit edilmişse bu kesinlik kazanmıştır. O halde icmaların icma olabilmesi için başkanın bunu teyiden ilan etmesi gerekir. Aslında hakem kararları da böyledir. Hakem kararlarını icra eden bucak başkanıdır. Dolayısıyla hakemler karar verdikleri halde bucak başkanı uygulamazsa, mağdur olanların yapacağı iş o bucağı terk edip başka bucaktan eski bucağına dava açmadır. Bizzat icrada bulunamaz.
İşte bu hükümlerin Kur’an’dan istidlâli, bu âyetteki “Allah ve Resulü vaat etti” demeleridir. Hendek kazıp Medine’de kalmalarını Hazreti Peygamber onlarla istişare etmiş, kimse itiraz etmemiştir. İttifakla Medine’de kalıp savunma yaparlarsa, Mekkelilerin Medine’ye giremeyecekleri hususu kati olarak sabit olduğu halde, şimdi Mekkeliler her şehrin tarafını sarmış ve Medine’yi işgal durumuna gelmişlerdi. İşte o zaman münafıklar ile kalblerinde hastalık olanlar; demek ki Allah bize boş şeyleri vaat etti demişlerdir.
Sûre bir başkanın hukukunu ortaya koymaya başlamıştır. Sonra savaş kısmına geçilmiştir. Bütün mesele “hukuk düzeni” ile “askeri düzen” arasındaki farktır. Hukuk düzeninde insanlar kişiye değil kurallara tâbidirler. Oysa savaş kurallarla yürümez. Ancak birlikte ve süratle hareket edildiği zaman başarıya ulaşılabilir. Bunun için de birliklerin emir ve komuta zincirlerine uyması gerekmektedir. Medine’yi Mekkeliler muhasara edince askeri davranış içine girilmiştir. İstişare edilmiş ve sonunda hendek kazılarak Medine’de savunmaya gidilmiştir.
Cizye ehli yani mü’min olmayanlar, müslimler kent dışına çıkılan savaşa katılmak zorunda değildirler. Ancak eğer düşman kente girerse herkes savunmaya katılmak zorundadır. Mesela hendek kazmaya herkes, kadın-erkek zimmiler de katılmalıdır. Düşman kentin içine girdiği zaman herkes savunmaya geçmelidir. Bu sebepledir ki zimmiler yani müslimler de evlerinde silah bulundurma hakkın sahiptirler. Silahlarla sokaklarda dolaşamazlar, ama evlerinde herkes savunma silahını bulundurmaktadır. Zimmilerin de kendilerini savunma hakları vardır. Savunma gereği silah kullananlar kısasa tâbi tutulmazlar. Zimmiler de kısasa tâbi tutulmazlar. Buna mukabil diyet öderler. Bunun yanında kendi ocakları ve bucaklarında da silah bulundurabilirler.
Mü’minler taahhütlerini yerine getirmezlerse, yani askerlik görevlerini yerine getirmezlerse durumları ne olacaktır?
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-531/ADİL DÜZEN DERSLERİ-361 10 Ekim 2009
AK PARTİ NE YAPMALIDIR?
AK Parti, Cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterdiği kararlılığı açılımda göstermelidir. Çıkmaz sokaklarda dolaşmalardan vazgeçip şeriatı kübraya yani ana caddeye gelmelidir. Sorunun anayasa sorunu olduğunu kabul edip yeni anayasa için kollarını sıvaması gerekir.
Neler yapılacaktır? Daha önce söylemişizdir. Ama biz yine hatırlatalım.
1- Siyasi partiler her % 5 için bir açılım ilim adamını atamalıdırlar. Partiler oylarını birbirlerine kullandırmalıdırlar.
2- Yirmi ilim adamından oluşan heyet açılım üzerinde çalışmalıdır. Bu heyet partilerle, diğer sivil kuruluşlarla, Akevler’le, PKK temsilcileri ile de görüşebilir. Bu ilim adamlarının görüşmesidir, devletin görüşmesi değildir. Askere de danışırlar. Resmi görüşlerini isteyebilirler.
3- Bu heyet sorunları çözen mevzuat ve kurumlar paketini hazırlar. Değişik görüşler raporda yer alır. Bu rapor belki bin sahifeyi bulur.
4- Bundan sonra orduda bir kurmaylar heyeti kurulur. Onlar da bu önerilere dayanarak kendi anayasalarını hazırlar. Bütün bunlar meclise gelir.
Mecliste önce parti grupları birlikte çalışırlar. Bir ortak anayasa hazırlarlar. İhtilaflar hakemler yoluyla çözülür. Maddeyi öneren bir hakem seçer. Başkan bir hakem seçer. İki hakem bir baş hakem seçerler. Böylece madde hakemler kararı ile karara bağlanır. Hakemlerin kararlarına karşı da hakemlere gidilebilir. Sonunda uzlaşma ve hakem kararları ile taslak komisyona gelir.
Bundan sonra normal prosedürler anayasa metni kabul edilir. Halk oylamasına sunulur. Eski anayasadan yani %92’den fazla oy alırsa yürürlüğe girer. Bir anayasanın değişmesi için eski ekseriyetten fazla alması gerekir. Almazsa, yeni anayasa komisyonu kurulur. Yeniden hazırlanır. Böylece anayasa gittikçe uzlaşma anayasası olmaya başlar.
Biz Adil Düzencilerin yeni anayasada önerilerimiz vardır. Biz sadece bunların değerlendirilmesini istemekteyiz. Yani bizi dinlemenizi istiyoruz. Sizin anlayışınıza göre ne ise ona göre ona yer vereceksiniz.
1- Türkiye’nin bir numaralı anayasa sorunu asker-sivil dengesi sorunudur. Bunun için şunlar olmalıdır.
a) Cumhurbaşkanı adayını meclis sıralama usulü ile göstermelidir. Yüzde beş oy oranını aşan her parti orgenerallerden birini aday göstermeli ve milletvekilleri sıralama usulü ile başkanı seçmelidir.
b) Türkiye’de 12 ordu oluşturulmalıdır. Samsun, Bursa, Tekirdağ, İzmir, Adana, Van, Diyarbakır, Konya, Kayseri, Afyon ve Ankara olmak üzere 12 ordu oluşturulmalı, bu merkez illerin yönetimi asker kökenli merkezden atanmış vali tarafından yönetilmelidir. Bu orduların askerleri başka bölgedeki vatandaşlardan oluşmalıdır. Halk kendi ordusunu kendisi seçmelidir. Başka bölgelerde istediği orduda askerliğini yapmalıdır.
c) Ordular doğrudan Cumhurbaşkanına bağlı olmalı, o atamalı ve o alabilmelidir. Genelkurmay ve kuvvet komutanları olmalı, kurmay başkanları olmalıdır.
d) Bölge merkezleri merkezi yönetime tabi olacak. Bölge valileri ve asker taşra illerine asla karışamayacak, izinsiz giremeyecektir. Başbakana bağlı olmayacak ama hükümetin işlerine de asla karışmayacaktır. Hükümetle ordu arasında çıkan ihtilafları asker kökenli başkan (cumhurbaşkanı) çözecektir. Hakemlere gidilebilecektir.
2- Türkiye yüze yakın ile ayrılacaktır. Bir ilin nüfusu 300 000 ile 1 000 000 arasında olacaktır. Taşra iller bağımsız olacaktır. İç güvenliği onlar sağlayacaktır. Lise öğrenimini kendi dilleri ile yapacaklardır; yerel yani kendi dilleri ile yapacaklardır. Ayrıca iller de yüze yakın bucağa ayrılacaktır. İlçelerde il güvenlik birlikleri olacaktır. Taşra bucakları ise bağımsız olacak ve ilk öğrenimini kendi dilleri ile yapabilecektir. Duruşmalar bucak dili ile yapılacaktır. Ama soruşturma ve kararlar Türkçe ile yapılacaktır.
3- Hakemlik sistemi getirilecektir. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçecek, baş hakemi hakemler seçecektir. Hakemlerin kararları kesin olacaktır. Yargıtay ve Danıştay da hakemlerden oluşacaktır. Yüksek mahkemeler hakemleri muhakeme edecekler, hakemlerin kararları kesin olacaktır. Yüksek hakemler aleyhinde yine yüksek hakemlere gidilebilecektir. Ayrıca Yüce Divan meclisteki hakemlerden oluşacak ve tüm dokunulmazlıklar kaldırılacaktır. Taşra illerde de İl Yüksek Mahkemeleri oluşacak, memurlar ancak o mahkemelerde muhakeme edilecektir.
4- Devlet parayı basacak, vatandaşlara faizsiz olarak üretim karşılığı kredi şeklinde verecektir. Karşılığında vergi alacaktır. Faizin yerini üretimden alınan pay alacaktır. Böylece ülkede işsiz ve aşsız insan bırakılmayacaktır.
Bunlar üzerinde bizimle tartışmanızı istiyoruz, kabul etmenizi değil.
Sağır ve dilsiz olursanız, mukadder akıbetinizi beklersiniz.
Herekse söz hakkı verirken; Adil Düzen Çalışanlarına söz vermemenin cezasını ağır çekeceksiniz, hem de çok ağır...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-531/ADİL DÜZEN DERSLERİ-361 10 Ekim 2009
AK PARTİ’NİN ZAFİYETLERİ
Yönetimde temel bir kural vardır. Yönetici düşünür, taşınır ve bir şeyi yapacaksa onu yapmaya karar verir. Karar verdikten sonra, yanlış da olsa onu gerçekleştirir. Halk bilir ki, yönetim bir şeye karar verdiyse artık onun geri dönüşü olmaz. Dolayısıyla direnmez. Direnenler de hep mağlup olacaklarından dolayı halk muhaliflere kulak vermez.
Muhalefet de aynı temel kurala tâbidir. İktidarı caydıracaksa muhalefet eder; caydıramayacaksa muhalefet etmez. İktidara talip olan muhalefet böyle yapar.
İslâmiyet’te iktidar için durum budur. Karar almaz, ama karar aldıktan sonra artık ne olursa olsun o kararı yerine getirir. Bu uygulama sebebiyle zarar oluşmuşsa onu tazmin eder.
Muhalefet ise bugün olduğu gibi muhalefet yapmaz.
a) Muhalefet görüşlerini iktidar karar almadan önce beyan eder, yanlış gördüğü hususlarda iktidarı uyarır. Karar alındıktan sonra artık iktidara ayak bağı olmaz. Uygulama aşamasında susar.
b) İktidar icraat yaparken doğru işlerde onu destekler, doğru yapmadığı işlerde engel olmaz, sadece destek de olmaz.
c) İktidar kararı uyguladıktan sonra muhalefet yeni kararlar üzerinde durur, eski uygulanan kararlardan dolayı iktidarı eleştirmez. Çünkü olan olmuştur. Takdiri İlâhi ile olmuştur. Hata olmuşsa içtihattaki hatadan olmuştur. Artık yapılacak bir şey yoktur.
d) İstemediğimiz bir sonuç ortaya çıkmışsa, yaptığımız hatadan dolayı çıkmıştır. İktidar hatayı kendisinde aramalı ve hatasını düzeltmelidir. Muhalefet de iyi muhalefet yapıp iktidara karşı etkin olamadığı için hatayı kendisinde aramalıdır. Muhalefetinde değişiklikler ve yeni gelişmeler yapmalıdır.
AK Partinin en büyük zafiyeti hep geri adımlar atmış olmasıdır. O zamanki Meclis Başkanı (Sn. Bülent Arınç), ‘Başörtüsü bizim namus meselemizdir.’ demiş ama sonra bizzat kendisi meclisi yani başkanlığı terk etmiş ve gitmiştir! Şimdi ise başka şeylerden bahsetmektedir. Cumhurbaşkanı seçiminde ise böyle yapmadılar, yanlışta ısrar ettiler ve başardılar. Bu doğru idi. Önce AK Parti dediğini yapmalı, sonra gerekirse yani yanlışı varsa düzeltmelidir.
PKK konusunda da geri dönüş olmamalıdır. Önce dağdaki eşkıya yok edilmelidir. Başlanan askeri operasyonlar ordunun zaferi ile son bulmalıdır. Asla taviz verilmemelidir. Kesin zafer elde ettikten sonra açılım yapılmalıdır. Dağda zafer elde etmeden masaya oturmak son derece hatalıdır. Biz Lozan’daki masaya Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni kazandıktan sonra oturduk.
Ama madem ki masaya oturduk, o halde bu sonuna kadar gitmelidir.
Önce Kürt açılımı dendi…
Mukavemet görünce, demokratik açılım dendi...
Bu da yanlışmış deyip, şimdi de anayasa açılımı denmeye başlandı…
Türkiye’de demokrasi sorunu yoktur. Türkiye’de anayasa sorunu vardır.
Demokrasi devleti zayıflatmamalı, aksine güçlendirmelidir. Türkiye’deki demokrasi uygulaması devleti zayıflatıyor, çıkmaza sokuyor. Askeri müdahaleler oluyor. Demokrasi ile devletin varlığı arasında denge kurulamadığı için askerler müdahale etmek zorunda kalıyorlar. O halde devletin varlığı ile demokrasi arasında denge kurulmalıdır. Bu dengeyi kuracak olan da anayasadır.
O halde Türkiye’nin sorunu anayasa sorunudur.
Anayasa sorunu herkes tarafından bilinmektedir. Herkes yeni anayasaya talip olmaktadır. Ne var ki yeni anayasanın bir uzlaşma anayasası olmasını istemiyor, herkes kendi anayasasını dayatmak istiyor. AK Parti de böyle yapıyor. Bu sebepledir ki diğer bütün gruplar anayasa değişikliklerine karşı çıkıyor. AK Parti’nin bunu yapmasına karşı çıkıyor. Halk Partisi gelse ona da aynı şekilde karşı çıkmaktadır. Çünkü o da kendi anayasasını dayatacaktır.
AK Parti önce “Kürt açılımı” dedi; olmadı!
Sonra onu “demokratik açılım”a çevirdi; o da olmadı!
Ardından “anayasa açılımı” diyecekti; diyemedi ve ondan da vazgeçti!
Küçük bir zorluk görünce çark etmesi, AK Parti’nin ve AK Parti yöneticilerinin ana zafiyetidir.
Kürt açılımı için anayasa değişikliğine gerek olmayabilir. Tavizler verirsin, PKK dağdan iner. Ama demokratik açılım ancak anayasa değişikliği ile olur. Mevcut anayasa yeterli ise sorun anayasanın uygulanmamasından doğuyor demektir. O zaman halka soracağın ne var? Yasaları uygulamayanları cezalandır veya görevden al, yeter. Bunun için halka değil, partilere değil, orduya git. Memurları hizaya getir. Yok, sorun mevzuat hazretlerinde ise, o zaman anayasayı değiştir. Yeni anayasayı tartış, hazırla ve getir.
İşte, AK Parti’nin zafiyeti budur.
Küçük bir direniş gördü mü hemen çark ediyor.
Batılılar, zikzak yapsın ve sorunlar çözülmesin diye AK Parti’nin iktidarda kalmasını istiyor. AK Parti de bu debelenmelerin içinde ömrünü tamamlıyor. Kararsız ve mütereddit bir sözde iktidar. Bu sebeple Türkiye düşmanlarının ona olan desteği devam ediyor.
İşte bugünkü iktidar partimizin hâli budur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
*531. GENEL; 81. İŞLETME SEMİNERİ
Adres: EMİNEVİM/EMİNOTOMOTİV Merkezi, Kısıklı Cad. No: 36 ALTUNİZADE - ÜSKÜDAR / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
Perşembe, 01.10.2009
SERA İŞLETMESİ
İLKELER
1- Taze sebzeler serada yetiştirilmelidir. Yeşil sebzelerin tarlalarda yetiştirilmesi sistemi ilkel sistemdir. Serada yetiştirilirse her mevsimde bulunabilir.
2- Taze sebzeler yakın yerler için yetiştirilmelidir. Uzağa nakledildiğinde tazeliği kaybolur.
3- Taze sebzelerin yaz-kış kasa fiyatları aynı olmalıdır. Sadece miktarı fazla veya az olmalıdır.
4- Bir serada sadece bir sebze yetiştirilmelidir. Değişik sebzeler değişik aile işletmelerince yetiştirilmelidir.
5- Bir sera bir işçi 12 saat ayarlanmalıdır. Yahut iki kişi 6’şar saat çalışmalıdır. Yani bir sera bir aile ,işletmesine ait olmalıdır.
6- Mahsul az veya çok olsa, işçi aynı emeği harcadığı için eline aynı para geçmelidir. Yani mevsime göre fiyatlar azalacaktır veya çoğalacaktır. Daha az emek harcayarak aynı mahsulü alacaktır. Yıl sonunda toplam mahsulden bir fazlalık almalıdır. Mahsulü fazla ise bir fazlalık almalıdır.
7- En az iki sera yapılmalıdır, iki aile oturtulmalıdır. Sera ile birlikte lojman da yapılmalıdır. Bir sera bir aileyi geçindirmelidir.
8- Kentin içinde bir soğuk hava deposu yapılmalıdır. Günlük olarak tüketilemeyen mallar klimalı yerlere alınmalıdır.
a) Sebzelerde günlük olarak tüketim yapmak asıldır.
b) Tüketilemezse, soğuk hava deposuna alınarak bekletilecektir.
c) Yine tüketilemezse, salça ve türlü gibi marmelat yapılacaktır.
d) Yapılamazsa, hayvanlara yem yapılacaktır.
e) Yem de yapılamazsa, gübre yapılacaktır.
9- Bir araba ile anlaşma yapılacaktır. Her gün seradan aldığı malları kentteki depoya götürecektir.
10- Depoda bir sipariş merkezi olacaktır. Bakkallardan gelen siparişler geceleyin ulaştırılacaktır. Yani bir günlük siparişlerini vereceklerdir. Satılmayan mallar geri alınacak ve soğuk hava deposuna konacaktır. Depolu mallar ucuz satılacaktır. Ayrıca merkezde müşteriler gelecek, perakende olarak da merkezden istedikleri malları satın alabileceklerdir.
11- Müşteriler seralara gidip serada bizzat kendileri de seradan toplayabileceklerdir. Çıkarken tarttırıp bedelini ödeyeceklerdir.
12- Evlerden haftalık kasa siparişleri yapacaklardır. Bunlar evlere de ulaştırılabilecektir.
İŞE BAŞLAMAK
Sebzenin kilosu ortalama 50 kuruş olsun. Bunun 25 kuruşu elektrik, su, gübre, ilaç, ısı masrafları farz edelim. 25 kuruş kira/tesis (10 kuruş), işçilik (10 kuruş) ve genel hizmete (5 kuruş) ayrılırsa; görüldüğü üzere işçiye 10 kuruş düşmektedir. Bir aileye günde en az 50 TL getirecekse, 500 Kg mahsul almalıdır. En az iki mahsul alsa, 250 Kg mahsul alabilir. Bunu da 1 dönüm üzerinde rahatlıkla yetiştirir.
Demek ki bir seranın yapılması için en az bir dönümlük yere ihtiyaç vardır.
Evin üstü de sera olarak kullanılabilir.
Hayvan besleme damının üstü de sera olarak yapılabilir.
İzmir, çevresi ile 2.5 milyon nüfusa sahiptir. Her aile 5 kişi kabul edilir. 500 000 aile vardır. On kadar rakip firma olmalıdır. Demek ki bir firmaya 50 000 aile düşmektedir.
Sebzelerin çeşitlerini sayacak olursak:
1) Domates,Kabak, Patlıcan, Patates.
2) Biber, Soğan, Marul, Pırasa, Enginar.
3) Ispanak, Lahana, Taze Fasulye, Barbunya.
4) Hıyar, Havuç, Turp, Maydanoz.
Demek ki 20 dönümlük bir yer işe başlamak için yeterlidir. Serbest rekabetin olması için her birinden onar tane olmalıdır. Demek ki 200 dönümlük bir alanda başlamak gerekir.
1) Toprak edinmek.
2) Proje yapmak.
3) Elektrik ve su temin etmek.
4) En az iki serayı lojmanları ile hazırlamak.
5) Kent içinde bir soğuk hava deposunu ve dağıtım merkezini oluşturmak.
6) En az bir ton taşıyacak kamyonet ayarlamak.
7) 3 tekerlekli dağıtıcı motosiklet ayarlamak.
8) Orada yerleşip çalışacak iki aile bulmak.
9) Seyyar satıcılar ve manavlar ayarlamak.
10) Genel Hizmetleri yapacak ekibi oluşturmak.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
Faizli düzen muhafazakârları
Reşat Nuri EROL
Bugün kendilerine “muhafazakâr” diyen grubun, özellikle de bir şekilde zengin olanların, Kur’an ve sünnette var olan yaşam biçimini hatırlamaları gerekir.
Gerekmesine gerekir ama nasıl hatırlayacaklar?
Şüphesiz zengin olmak ve zengin yaşamak günah değildir.
Yanlışlık zengin yaşamda değildir.
Yanlışlık; faizsiz, zinasız, açlık ve korkunun olmadığı “adil bir düzen”in gelmesi için çalışmayıp, “faizli zalim düzen” içinde zengin olduktan sonra, bu düzen içinde zenginliğini korumanın yollarını aramak ve servetini artırmak çabasıdır.
Faizli düzen içinde zengin olmak ve zenginliğini korumanın yolu, bu “faizli zalim düzen”e uyum sağlamaktan geçer. Bu da beraberinde geçmişteki değerlerden uzaklaşmayı ve stresi (gerginliği) getirir. Gerginlik çevreye karşı agresif davranışlara sebep olur. Hattâ kronik öfke nöbetlerine sebebiyet verebilir. Zenginliğine dokunacak kimselere karşı kin ve öç alma duygusunu getirir. Muarızlarına karşı kötü sözleri kullanmak gayet doğal hâle gelir.
Faizli zalim düzen içinde affetmek istenen sonuçları doğurmayacağı için zamanla af duygusu kaybolmaya başlar. Hattâ hırs o boyutlara gelir ki, fakire vermek şöyle dursun, kişi fakire indirim bile yapmamaya başlar.
Faizli zalim düzen içinde zenginliği korumak için rakiplerle de uğraşılması gerekmektedir. Onlar aleyhinde konuşmalar ve kınamalar başlar. Piyasadan çekilmelerine sebep olmak için onlar aleyhinde oyunlar oynamak da artık meşru hâle gelmiştir.
***
Faizli zalim düzende kazanılan üst düzey konumu korumanın yolu, topluluk içinde üst seviyede olduğunu göstermekten geçer. Bunun için en pahalı marka kıyafetler giyilmeli ve en lüks arabalar alınmalıdır. Aksi halde topluluk içinde ezik konuma düşeceklerinden ve itibar kaybedeceklerinden korkarlar. Sıradan ve markasız kıyafetler giyemeyen bu muhafazakâr kast için artık yeni markalar üretilmelidir. Eski anti-İslâmî markalar ise piyasaya hemen uyum sağlar, İslâmî ürünlerini(!) çıkarır ve bunlar daha çok rağbet görürler. Çok ünlü Paris markalarının artık İslâmî ürünlerini(!) giymek bu yeni İslâmî kast içinde vazgeçilmez normdur ve aşağısını giymek rahatsız edici bir durum hâline gelmiştir. Hattâ aynı kıyafeti artık iki defa giymek bile züldür.
Faizli zalim düzende sadece “kıyafetler ve araba modelleri” değildir değişen; artık “çevre” de değişmelidir. Eski oturdukları, sıradan insanların oturduğu mahallelerde oturamazlar. Ayrı, görkemli, korumalı, yüzme havuzlu vs. sitelerde veya gökdelenlerde oturulmalıdır. O sıradan insanlarla özellikle Ramazan ayında reklam kokan durumlar dışında aynı sofrada yemek yemek de kolay değildir. Ne de olsa arada artık seviye farkı vardır.
Faizli zalim düzende oluşan bu yeni, yenilikçi ve de muhafazakâr kast içinde artık övülmek, sadece övülmek hoşa gitmektedir; eleştiriler, uyarılar ve hatırlatmalar ise rahatsız edicidir. Hele eleştiriyi yapanlar alt kasttansa bu daha da rahatsız edicidir.
***
Faizli zalim düzende oluşan bu yeni, yenilikçi, girişimci ve de muhafazakâr kastın artık yeni işletmeler açmak için ya da işini büyütmek için kredi ihtiyacı da doğmuştur. Bu kredileri faizli bankalardan alacak değiller ya! “Faiz” haram olduğu için adı “katılım payı” olarak değiştirilmeli ve ihtiyaç hâlinde faizsiz(!) katılım paylı krediler alınmalıdır.
Faizli zalim düzene adaptasyon için ne kadar da güzel bir mekanizmadır bu.
“Faiz” haram, ama adını “katılım payı” yaparsan helal oluyormuş! Aslında adını değiştirmeye de gerek yoktu ki, çünkü Kur’an’daki adı da zaten “faiz” değil, “riba”dır!
Bitmedi, devamı var…
Faizli düzen muhafazakârları - 2
Reşat Nuri EROL
Önceleri tatil nedir bilmeyen, parasızlıktan mahallelerinden çıkamayan bu muhafazakâr insanlar için İslâmiyet’e uygun(!) lüks tatil siteleri ve 5 yıldızlı oteller mevcuttur. Artık Allah’tan korkan, israf etmekten(!) ve günah işlemekten son derece çekinen(!) bu yeni, yenilikçi ve de gayet “muhafazakâr kast” için haremlik-selamlık uygulamasında gayet dikkatli olan israf merkezleri vardır. [Sahi, Allah israf edenleri sever miydi, sevmez miydi? Yahu, dünyalık keyfimiz yerindeyken, şimdi Kur’an’ın bu âyetini hatırlamanın ve hatırlatmanın ne gereği vardı ki!]
Hac veya umre ibadeti de yeni-yenilikçi muhafazakârlarca normal ve sıradan insanlar gibi yapılamaz.
Peki, ya nasıl yapılır? Ya Kâbe manzaralı Hilton’da kalınmalı, ya da Zemzem Tower’da Umre ve Hac için devre mülk alınmalıdır. Huşu içinde ve son derece görkemli sadelikler(!) arasında Hac ibadeti gerçekleştirilmelidir. Mümkünse Hac her sene eda edilmeli, umre ise senede birkaç kere yapılmalıdır. Daha takvalı olmak içinse evin her köşesine 24 saat canlı olarak Kâbe’yi ve namazları yayınlayan kocaman ekranlar yerleştirilmeli, bu sayede gelen misafirlerine takvalarının derecesi gösterilmelidir.
***
Erkek muhafazakârlar arasındaki sohbetlerde Kur’an, sünnet, sevap, Allah rızası gibi kelimeler artık çok az duyulmaya başlanmış; ihale, yeni model arabalar, satışa yeni çıkan site içi lüks evler, kimin daha çok para kazandığı konuları duyulmaya başlamıştır…
Hanım muhafazakârlar arasında da nereden hangi evin alınacağı, hangi arabayı kocasının kendisine almayı planladığı, çocuğunu hangi kolejde nasıl okuttuğu, kimin çocuğunun daha iyi İngilizce bildiği, bunun için yurtdışına ne zaman okumaya gönderileceği, hangi marka ve model başörtülerinin nerelerde bulunduğu, marka giysilerin nerelerde satıldığı, diyet ve zayıflama merkezlerinin yerleri ve hangisinin iyi olduğu konuları yaygın olarak sohbetlerde işitilmeye başlamıştır…
Artık onlar yeni, hem de yepyeni bir kasttır; hem de gayet mütedeyyin ve de “muhafazakâr” bir kast!
“Sosyete” denen diğer kasttan farklıdırlar, ama fark artık yalnızca namaz kılmaları, başörtüleri, oruç tutmaları, hacca gitmeleridir. [Sahi, son zamanlarda “sosyete” denen öbür kastta da benzer şeyler,Kâbe’ye gitmeler moda olmaya başladı! Ne olacak şimdi?!.]
Faizli zalim düzene uyum gösterme ve bu düzen içinde mutlu olmanın yollarını arama bakımından aralarında ciddi bir fark görülmemektedir. Artık Allah’ın Kur’an’da verdiği onlarca, yüzlerce, binlerce emir ve ahkâm âyetleri, yukarıda saydığımız dört taneye (namaz, oruç, başörtüsü ve hac/umre) düşürülmüştür. Kur’an’ın kıraati evde, arabada, işyerinde ve her yerde sürekli yapılmaktadır ancak içinde yazılanların anlamı da artık önemini kaybetmiştir. Önemli olan sadece tecvitli okuma sırasındaki o güzel tınıdır.
Ve bunlara benzer daha nice yenilikler ve birçok değişimler…
***
Sonuç olarak:
- Yaşasın, “faizli zalim düzen” içinde namaz kılabilmek...
- Yaşasın, insanlar zulüm içinde iken, bir tanesi bile asgari ücretli bir işçinin aylık maaşı kadar olan başörtüleri takmak...
- Yaşasın, açlık çeken insanlar kölelikten daha az kaliteli bir yaşamı kazanmak için kendilerinden iş isterken, internette dört çeker cip seçmek için gezinmek...
- Yaşa ey “faizli zalim düzen” hem de çok yaşa!.. Sen bize ne güzel dünyalık imkânlar sağladın... Sen olmasaydın biz nasıl bu kadar takvalı, mütedeyyin ve de “muhafazakâr” olabilirdik ki?!. Nasıl?!.
Örnek olarak “O” yeter
Reşat Nuri EROL
‘Faizli zalim düzen muhafazakârları’ diyerek, bu başlık altında yaşanan değişimi anlatmaya çalıştım. Bugün kendilerine “muhafazakâr” diyen bu grubun, Kur’an ve sünnette var olan yaşam biçimini de hatırlamaları gerektiğini hatırlattım.
Bugün, olması gereken yaşam biçimine ve o hayata dair bir tek örnek vereceğim.
Bilmek, anlamak ve uygulamak isteyenler için örnek olarak sadece “O” yeter.
***
O daima düşünceliydi...
O’nun susması konuşmasından uzun sürerdi. Lüzumsuz yere konuşmaz, konuştuğunda ne fazla ne eksik söz kullanırdı.
Dünya işleri için kızmazdı.
Kendi şahsı için asla öfkelenmez ve öç almazdı.
Kötü söz söylemezdi.
Affediciliği tabii idi.
İntikam almazdı. Düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi.
Kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmezdi. Çok konuşmazdı. Boş şeylerle uğraşmazdı.
O umanı umutsuzluğa düşürmezdi.
Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı.
Hiç kimseyi ne yüzüne karşı ne de arkasından kınar ve ayıplardı.
Kimsenin kusurunu araştırmazdı.
Kimseye hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi.
Yanında en son konuşanı ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi.
Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse, o da güler, bir şeye hayret ederlerse o da onlara uyarak hayret ederdi.
Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi.
O her zaman ağırbaşlıydı.
Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı. Kelimeleri parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı.
Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü. Ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükûnetle rahatça yürürdü.
O, kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi.
Her zaman hüzünlü ve mütebbessim bir haletle dururdu.
Adet üzere sarf edilen hiçbir kötü sözü ağzına almamıştı.
Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı.
O fakirlerle birlikte yer, öyle ki onlardan ayırt edilemezdi. Önüne ne konulursa yerdi.
O sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı.
O konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı.
O, sabahları evinden çıkarken şöyle söylerdi: ‘İlahî, doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım.’
O sıradan değildi ama sıradan insanlar gibi yaşardı.
***
O, Hazreti Peygamberdi.
O, Hazreti Muhammed aleyhisselâmdı.
O, KUR’AN’ı hayat olarak yaşadı ve SÜNNET olarak bize miras bıraktı.