1967...1968...1969....AKEVLER 42 YILDIR ÇALIŞIYOR....2007...2008...2009
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 530
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜNYA DÜZENİ YENİ BİR MEDENİYET PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 12 Eylül 2009 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 530. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
EDİRNE NASIL CANLANIR?
TÜRKİYE’NİN SORUNLARI
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 80. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
EDİRNE-BATUM SERVİSİ VE
“İPEK YOLU, HAC YOLLARI”,
“ADİL DÜZEN İŞLETMELERİ”
***
Adaletsiz krediler ve seller…
Sistemsizlik ve gelişmeler…
Hükümetin programı ve yapılması gerekenler
Tekel sermaye sorunu ve çözümü
Ekonominin rakamlarla iflas itirafı
Dengeli ve sağlıklı ekonomi
Reşat Nuri EROL
***
AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 2
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4)
ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلاَّ أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8)
ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ
(EuDGUvHuM Li EAeBAEiHiM)
“Onları babalarına ait olmak üzere davet ediniz.”
İnsan hangi babadan doğmuşsa onun soyadını taşıyacaktır, onun oğlu olarak adlandırılacaktır. Kadın da kendi kızlık soyadını taşıyacaktır. “Ahmet’in karısı, Ayşe’nin kocası” şeklinde adlandırılabilir. Yahut “Karagülle damadı” veya “Karagülle gelini” denebilir. Eğer bir yere gelin gitmiş ve orada çocuk doğurmuşsa, onun soyadının anası denebilir. Mesela “Hocaoğlu anası” denebilir. Ama doğrudan kocasının veya karısının soyadını kullanmak İslâmî değildir.
İslâmiyet’te iki soy takip edilir. Oğulun oğlu ve kızın kızı. Karıştı mı terk edilir. Yani oğlu babasının soyadını taşır. Kız da anasının soyadını taşır. Kişi annesinin ve babasının soyadlarını kullanabilir.
“Onları babalarının olmak üzere çağırın.”
Şimdi usulümüze dönelim. Kıyas olarak alırsak, aynı zamanda analarının olarak çağırın olmuş olur. Mefhumu muhalefet olarak alırsak, onları analarının değil de babalarının olarak çağırın denmiş olur. Fıkıhçılar babaların babalarını sahih ata, nenelerin atalarını de sahih ata olarak adlandırırlar. Eğer arada cins değişikliği varsa, ona fasit ana veya ata diyorlar. Buna istisna olarak da babaların annelerini zikrediyorlar.
Biz “abaukum” veya “abauhum” ifadeleri ile sırf babalar ve sırf analar diyoruz. Baba annesi ile anne babasını tefrik etmiyoruz. Biz “atalar” dediğimizde analarını babalarını, “nineler” dediğimizde, anaların analarını anlıyoruz. “Dedeler” dediğimizde, anneden veya babadan dedeleri anlıyoruz. “Ceddeler dediğimizde, büyük anneleri anlıyoruz.
Biz kıyası muhalif mefhuma tercih ettiğimiz için araya cins değişikliği olmayan baba babalarına etkin babalar, aralarında cins değişikliği olmayan anneannelere de etkin anneler diyoruz. Miras ve akrabalık görevleri etkin annelere ve etkin babalara aittir. Diğer yakınlar ise bunlar yoksa söz konusu olur. Çocuğun kız veya erkek olması hükümde herhangi bir ayrılık ortaya çıkarmaz.
هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ
(HuVa EaQSaOu GıNDa elLAHi)
“Bu Allah’ın indinde eksattır.”
Burada “Hüve” zamirine raci bir yer yoktur. Bu mânâsınadır. “Zalike Hüve” demek olur. “Zalike” hazfolmuştur. Bu, yani babalarına ait olmak üzere çağırmanız, yani onları babalarına ait kabul etmeniz demek olmuş olur.
“Kıst” ayrılan parça demektir. Pay demektir. Adl olma, fiyatta denk olmadır. Üç kilo patates beşer kuruşta üç kilo domates beşer kuruşa adl olur. Kıst ise kiloda eşitliktir. Değerde eşitlik adldır. Hazımda veya ağırlıkta eşitlik kısttır.
Burada “kıst” kelimesi getirilmiştir. Babalara aidiyet biyolojik aidiyettir. Belki ilişkide babadan daha yakın kimse bulunabilir. Ama şeriatta aidiyet doğrudan biyolojik aidiyet olduğu için Allah’ın indinde ve topluluğun indinde daha eksattır.
Bu hüküm mutlaktır. Dolayısıyla bir kimsenin ülkesini veya dinini değiştirmekle akrabalığı sona ermez. Kardeş kardeştir. Dini ne olursa olsun kardeştir. Ülkesi ne olursa olsun kardeştir. O halde ihtilafı dineyle veya ihtilafı dareyne mirastan mahrumiyeti gerektirmez. Akrabalık hukukunu düşürmez. Bu çok önemlidir. Evlenmelere izin verildikten sonra mirastan mahrumiyet yanlış bir şeydir. Sadece taşınmazlara malik olamazlar. Cari değerden pay alırlar. Bir bucakta ancak o bucağın sakinleri taşınmaz elde edinebilirler. Bir il içinde ancak o ilin sakinleri taşınmaz elde edinebilirler. Bir ülkede ancak o ülkenin vatandaşları taşınmaz elde edinebilirler.
فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ
(FaEiN TaGLaMUv EaBAEaHuM)
“Âbâını bilmezseniz.”
Buradaki “Fa” harfi istisna fasıdır. İstisnadan farkı hükmün genelliğidir. Yani hüküm yalnız mensubiyeti ifade etmek için değil, tüm âbâsı meçhul kimse için geçerli hükümler getirmektedir. Babaların bilinmemesi iki sebeple olur. Yabancı birisi ülkemize gelmiş veya terk edilmiş bulunan kimseler için geçerlidir. Zinadan doğmuş çocuklar da böyledir.
Fıkıhta bu husus lakîd bahsinde incelenmiştir.
“Fa” harfi ile gelmiş olması, babasının bilinmemesi hâlinde bu hüküm uygulanır. Hüküm anne için de geçerlidir. Annesi de bilinmeyen çocuklar veya kişilere uygulanacak hüküm, babaya uygulanacak hükmün aynıdır diyoruz. Kıyas bunu gerektirir.
فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ
(Fa EiPVANuKuM FIy elDIyNı)
“Dinde kardeşlerinizdir.”
Bir kimsenin anne babası bilinirse dinde kardeştirler. Yani vatandaştırlar. Eğer anne veya babası bilinmiyorsa, çocuğun bulunduğu yerde birisi varsa onun sahibidir.
“Din” kelimesi burada inanç anlamında değildir. Buradaki din vatandaşlık anlamındadır. Yani bu kimsenin hangi aşirete, hangi kabileye, hangi şa’ba ve hangi kavme mensup olduğu hususunun tesbiti sözkonusudur. Aynı aşirete mensupturlar. Aynı bucağa mensupturlar. Aynı şa’ba/ile/vilayete mensupturlar ve aynı ülkenin vatandaşıdırlar.
وَمَوَالِيكُمْ
(Va MaVALıYKUM)
“Ve mevlalarınızdır.”
Bir kimse bir kimseye iltica ettiğinde, iltica edilen kimse kabul ederse köle olmuş olur. Yani bir kimse bir yere iltica edip orada yerleşmek isterse, onu birisi kabul ettiği takdirde o oranın vatandaşı olur; ancak onun kölesi olur. Bulunan kişi de böyledir. Eğer gelen birinin akrabası ise o zaman hür vatandaş olur. Demek ki iltica hususunda kölelik sistemi esas alınmıştır.
Bir kimse kendi bucağında istediği yerde mülk edinebilir. Oraya işini ve evini taşıyabilir. Eğer bir aşirete mensup değilse, bucağın merkez aşiretine mensup olur. Kişi sakin olduğu ilin bütün ilçelerinde yaşar, bucaklara ait olmayan yerlere ev yapabilir, işyeri kurabilir. İl merkez bucağına mensup olmuş olur. Bunun dışında bir vatandaş ülkenin illere ait olmayan topraklarına ev yapabilir, işyeri kurabilir. Ülke merkez bucağının sakini olur. Bütün insanlar bir ülkeye ait olmayan topraklarda her zaman ev kurabilir, işyeri açabilir. Buralarda iş yapması için bir yerden izin alması gerekmez.
Buna karşılık bir kimse kendi bucağı olmayan taşra bucaklardan birinde yerleşecekse, yahut kendi ili olmayan taşra illerden birinde yerleşecekse, yahut kendi ülkesi dışında başka bir ülkenin topraklarında yerleşecekse veya buralarda işyeri kuracaksa, oranın sakinlerinden birinin onu kabul etmesi gerekecektir.
Kabul eden için iki yol vardır. Önce köle statüsünde gelir. Orada yaşayabilecek hâle gelir. Yahut daha gelmeden hür olma şartı ile gelecektir. Onu yerleştirme göreviyle görevlidir. Köle olarak gelmiş olsa bile, eğer o bucağın sakini olabilecek statüyü kazanmışsa, hakemlere giderek hür hâle gelebilir.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus açıkça ifade edilmemiştir. Eman için fıkıhta hükümler vardır, ama vatandaşlık için yoktur. Biz bu âyete dayanarak, bir kimse taşra yerlere yerleşecekse, birisinin onu orada yerleştirmesini tekeffül etmesi gerekir.
Şimdi önemli bir soru ortaya çıkıyor. Esir alınan kölelere sahip çıkan başka ülkelerden birileri çıkarsa ve bedelini öderse hürriyete kavuşturabilir. Yani nasıl mükateb olmada istediği zaman hakemler onda kabiliyet görürlerse mükateb yapmak zorunda iseler; bunun gibi yabancı birisi ben bunun bedelini ödeyip hür hâle getireceğim derse onu kabul zorunda olduğu gibi, köle sahibini değiştirmek istediği takdirde ona satmakla yükümlüdür.
Buradaki “mevaliküm” kelimesi “diniküm”e atfedilmiştir. Bütün bu mânâlar ortaya çıkmaktadır.
Bu âyette kölelik ve vatandaşlık statüsü ele alınmıştır.
“Mevali” kelimesi önemli bir kelimedir. “Mevalî” kelimesi Kur’an’da bir defa geçmektedir. “Mevla” kelimesi çok defa geçmektedir. Efendi anlamına gelmektedir. Allah’ın sıfatı olarak geçmektedir. Burada köşe anlamında gelebileceği gibi, dayanışma ortağınızdır denmiş olabilir. Bu şekilde anladığımızda vatandaşlık yetkisini verme dayanışma ortaklığına aittir. Bu hükmü şöyle genişletiyoruz. Bir kimse bir yere iskan etme yükümlülüğünü yüklendi mi, dayanışma ortaklığı da yüklenmiş olur. Bir kimse dinde (Kur’an deyimiyle millette) dayanışma içine girmek zorunda değildir. Meslekte de böyledir. Ama siyasette ve ilimde ise dayanışma ortaklıklarına girmek zorundadır. Hiçbir dayanışma ortaklığının kabul etmediği kimse orada zimmi olabilir veya orasını terk etmekle yükümlü olur. Bunlar için ayrı siteler oluşturulabilir.
وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ
(Va LaYSa GaLaYKuM CuNAXun)
“Sizin üzerinizde cunah yoktur.”
“Cunah” Türkçede günah olarak geçmektedir. Bu şekilde anladığımızda mübahtır demektir. Kur’an’da bu mânâda getirilmiştir. Burada da bu anlamdadır.
Bazı âyetlerde cunah yoktur derken, yapmanız gerekir anlamındadır.
O halde günah değildir dendiğinde, eğer ibadetlerde söyleniyorsa ibahayı ifade etmez. Çünkü ibadetlerde cunah yoktur dendiği zaman, asgari olarak sünnettir demektir. Çünkü ibadetlerin mübahı sünnet olanlardır.
Demek ki Safa ve Merve arasında say etmek ibadetler arasında zikredildiği için, Hac merasiminden zikredildiği için asgari olarak sünnettir. Şimdi vacip midir, değil midir üzerinde durmamız gerekmektedir. Haccın iki farzı vardır; tavaf ve vakfe. Bir de yürümedir. Arafat’tan Mina’ya doğru yürümek farz kılınmıştır. Nâsın ifada ettiği gibi ifada edin deniyor. O halde buna eş bir yürüme de olmalıdır. Bu da say olabilir. Demek ki hareket için dört husus belirlenmiştir; tavaf, vakfe, ifada ve say. Biz Hac için bunları Haccı iptal etmeyen farzlardan kabul ediyoruz. Tavaf ve vakfe haccı ifsad eder. Say ve ifada ise Haccı ifsad etmez.
فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ
(FIyMa EaPOaETuM BiHIy)
“Hata ettiklerinizde cunah yoktur.”
“Cunah yoktur” dendiği zaman aksi geçersizdir demektir.
Bir kimse kıble bu taraftadır deyip içtihat yapsa, içtihat yaptığı tarafta namaz kılsa, onda bir cunah yoktur. İçtihat ettiğinin aksine amel etse ve isabet etse, ameli geçersizdir. Bu hükmü buradan istidlâl ediyoruz. Bir kimse kıble yönünün batı olarak zannetse ve o tarafa doğru namaz kılsa, ama sonra kıblenin güneyde olduğunu öğrense, namazı sahihtir, iade etmez. Ama kıbleyi batı tarafıdır diye içtihat etse, ama arkadaşının hatırı için onun güney tarafı kılsa, sonra da güney olduğu kesinleşse, namazını iade etmesi gerekir. Çünkü ibadette cunah olmamak vücubu ifade eder.
Kur’an’ı anlayabilmemiz için usul vazedip tüm âyetleri o usule göre yorumlamamız gerekir. Bütün âyetleri usulümüze göre yorumladıktan sonra sistem oluşuyorsa, o zaman usulümüz doğrudur demektir. Bakara Sûresi’nin son âyetlerinde; unutursak veya hata edersek bizi muahaza et diye dua ettirmektedir. Burada da hatadan sorumlu olmadığımızı ifade etmektedir. Hükmün genel olduğunu “Va” harfleri ile anlamaktayız.
Demek ki hatalarda cunah yoktur. Ama kıyasla bunun tesbit edilmesi gerekir. Hataen katillerde diyet vardır, kefaret vardır. Mallarda verilen zararlarda tazminat vardır. O halde hatadan muaf olması genel değildir. Kıyasla tesbit etmemiz gerekir.
Burada kıyasta asıl babası bilinmeyen kimsenin dinde kardeş ve mevali sayılmasıdır. Bu kısım cezayı kaldırır. Ancak sonradan hak tebeyyün edince ona göre zararın giderilmesi gerekir. Yani hatanın hükmü önemlidir. Geçen geçmiştir. Geçmişte işlenmiş olandan dolayı tazminat gerekmez. Hata düzeltilir. Ama ceza verilmez.
Farz edelim ki, evlenen kişilerin akraba oldukları anlaşılırsa evlilik sona erer. Ama daha önceki evlilikten oluşan her şey sahihtir. Mihir ve miras geçerlidir. Akrabalık geçerlidir. Gasp edilen bir maldan dolayı magsûb olan kişi ettiği zararları tazmin ettirir. Ama hataen alan kimse zararları tazmin etmez. Sadece aldıklarını iade eder.
Fıkıh ilminde sorunlara vakıf olduktan sonra Kur’an bu şekilde okunursa çok daha doğru bir şekilde mânâlara ulaşılmış olur. Sorunları bilmeden Kur’an’a bu mânâları vermek mümkün değildir. O zaman âyetler müteşabih olurlar.
Geçmişte yapılan içtihatlar onun için bugün yeterli değildir. Hattâ geçerli değildir. Misal verelim. Eskiden karşılıksız TL yoktu. Dolayısıyla fıkıh kitaplarında da ona ait hükümler bulunamaz. Belki mağşuş paraya benzetilebilir. Mağşuş paraların veya gümüşe başka madenlerin karıştırılması ile elde edilir. Bu takdirde kıyasa kıyas yapılmış olur ki, o zaman kıyas sahih olmaz. O zaman biz içtihadımızı yapmalıyız.
Kur’an’ın; az olsun çok olsun yazmaktan üşenmeyin âyeti, bize gerek semen gerekse mebiin belirli olması illetini getirmektedir. O halde kâğıt para belirsizlik illetiyle maluldür. Dolayısıyla onunla borçlanmak haramdır. Ama paranın o günkü altın değeri belli olduğu için peşin alışverişlerde belirsizlik illeti yoktur, o halde caizdir diyoruz. O halde karşılıksız para eğer o ülkede revaçta ise onunla peşin muameleleri yapmak meşrudur. Ama onunla borçlanmak caiz değildir. Çünkü ileride onun değerinin ne olacağı meçhuldür.
İşte bu hükmü fıkıh kitaplarında bulmanız mümkün değildir.
وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ
(VaLaKiN MAv TaGamMaDAT QuLUvBuKuM)
“Velakin kalblerin taammüdünde”
“Va” harfi atıf harfidir. “Lakin”siz gelirse daha önceki hükmü değiştirmiş olur.
“Ahmet gelmedi, lakin Hasan gelmedi” dersin. Oysa “Ahmet geldi velakin gitti” dersin. Yani daha önceki hükmü iptal etmezsin.
Hatada cunah yoktur, velakin kalblerin taammüdünde cunah vardır demek olur.
İnsanın düşünerek hata yapması, hata üzerinde ısrar etmesinden insan sorumludur. Çok önemli bu husus üzerinde durulmalıdır. İnsan önüne gelen konuları hatalı da olsa çözüp yapmalı mıdır? Yoksa düşünerek ve araştırarak doğru olduğunu bildikten sonra mı amel etmelidir? Kur’an’dan önce içtihat dönemi yoktu. Olaylar sınırlı idi ve insanlara ne yapacakları öğretilmişti. Oysa insanlık uygarlaştıkça artık olaylar o kadar çoğalmağa başladı ki, insanın başına gelecek olayları önceden bilmesi imkânsız hâle gelmiştir. Bu sebeple usul değişmiştir. Kişi karşılaştığı olaylarda içtihat yapacak, hatalı da olsa beklemeyecek, yapacaktır. Eskiden herkes kendi ürettiğini tüketiyor, belli kişiler arasında dayanışma ve iş bölümü vardı. Dolaysıyla kişinin beklemesinde fazla mahzur yoktu. Şimdi ise seri üretim yapılmaktadır. Kimse durmaz; durursa sistem durur. Hata ve yanlış olsa da sana düşeni yapacaksın. Hatalı da olsa imalat devam edecektir. İşte bu sebepledir ki insan yanlış söyleyebilir. Hatalı imalat yapabilir. Hatadan dolayı zarar oluşursa tazmin eder. Ama cezaya tabi tutulamaz. Diyelim ki bir ilaç imal ettin. İlaç hatalı olduğu için kişiye zarar verdi. Bunu tazmin edersin. İlaç zarar vermedi ama bana sen bu ilacı satmasaydın başka ilaç alacaktım. O ilaç beni iyi edecekti. Dolayısıyla ilaç sebebiyet verdi. Eğer bunu kasden yapmışsa öder. Ama hataen yapmışsa ödemez. Hukuk çok gerekli bir şeydir. Anlaşılması da o kadar zor bir şeydir. Eskiden kanunlarla sorunlar çözülmüştür. Bugün ise olaylar o kadar çoktur ki kanunlarla çözülemez. Onun için usul kanunlaştırılır. Ama uygulama kanunlaştırılamaz.
İşte kanunda madde olarak şu yazılabilir.
Kanun Maddesi- Bir kimse karar vermesi gereken yerde karar vermez de zarara sebebiyet verirse veya zararı önlemezse, karar vermeyen kimse tazmin eder. Ama hatalı karar verirse zarar âkilesi tarafından tazmin edilir. Zarar önlenememişse, görev zarar önleme üzerinde kurulmamışsa tazmin edilmez.
Hukuk fakültelerinde kanunlar ezberletilmez; onun yerine hukuk öğretilir, usul öğretilir. Almanya’da kanunlar çoğaldıkça hukuk tahsili uzatılmaktadır. Bunun çözüm olmadığı aşikardır. Sorunu çözmek için kanun sistemi yerine içtihat sistemi getirilmelidir. Anglosakson hukuku Osmanlılardan mülhem olarak içtihat sistemini getirmiştir.
Burada hata ile taammüd karşı karşıya getirilmiştir. “Amd” kelimesi yerine “taammüd” kelimesi getirilmiştir. Bunun sebebi amdın olduğunu ispat külfeti amd vardır diyenin ispat etmesi gerekir. Yani bir görevli karar verdi, hata etti. Sorumlu değildir. Ama kasden yanlış karar verdi. O zaman sorumludur. Ne var ki kasden böyle karar verdiğini ispat etme külfeti iddia edene ait olmuş olur. “Taammüd” kelimesi ispat külfetini belirtmiş olur.
Burada geçen “taammüd” kelimesinin ispat külfetini ifade etmesi bizim kabul ettiğimiz bir usuldür. Kim müteammiden adam öldürürse deniyor. Kur’an’da bulunan bu ifadeyi bugünkü hukukçular da kullanıyor. Cezası idamdır deniyor. Ancak müteammid kelimesini tasarlayarak, hazırlık yaparak şeklinde ifade etmektedirler. Oysa İslâm fıkıhçıları kasdın olduğu sabit olunca o taammüd olmuş olur diyor. Biz de bu görüşe katılıyoruz, çünkü burada hataya karşı taammüdü kullanmıştır.
وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا (5)
(Va KAvNa elLAHu ĞaFUvRan RAXIyMan)
“Allah gafur ve rahim bulunmaktadır.”
Görevli hatadan sorumlu değildir. Ama devlet görevlinin yaptığı hatadan sorumludur. Görevliye içtihadınla hareket et deniyor. İçtihat eder de zamanında karar verirse, hatasını âkilesi öder. Ama zamanında karar almadığı için zarar doğarsa onu kendisi öder.
Böylece bir görevlinin sorumluluğu netleşmektedir.
Bir mahkeme verdiği kararında hata ederse, doğacak zararları ona hakemlik ehliyeti veren dayanışma ortaklığı tazmin eder. Ama bir mahkeme zamanında karar almadığı için vatandaşlar mutazarrır olurlarsa bunu hakemlerin kendileri tazmin ederler.
Çalışma arkadaşımız Ali Bülent Dilek’in ortak olduğu bir arsa vardır. İrsen intikal etmiştir. Kırk senedir nizadadır. Şimdi bu kararı verme konusunda hakimler sorumludur. Onlara tazmin ettirilir. Ama bir hakim çıkıp da zamanında karar verseydi, bu kararın hatalı olduğu sonra ortaya çıksaydı, bunu devlet tazmin etmelidir. Çünkü bugün hakemlik sistemi yok, hakimlik sistemi vardır. Onu hakim olarak kim atamışsa o tazmin eder.
Gafur bulunmaktadır. Çünkü vermiş olduğu zararları devlet tazmin edecektir. Böylece zararlar kapatılacaktır.
Rahimdir. Çünkü görevliye rücu etmeyecektir.
Burada nekre gelmişlerdir. Çünkü hükümler Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan bucaklar da bu işi yapmaktadır. Bucaklar çok olduğu için nekre gelmiştir.
Bu sistem geçerli olsa, bugünkü bürokratik engeller tamamen ortadan kalkacaktır. Önce her görevli yetkisini geciktirmeden kullanacak ve karar verecektir. Rüşvet alayım diye savsaklayıp ‘Bugün git yarın gel!” olmayacaktır. ‘Ben yukarıya soracağım’ denmeyecektir. Sorulması gerekmeyen şeyi yukarıya soruyorsa, bunun iki mânâsı olur: Ya bilgisizdir, o zaman o görevde olmaması gerekir. Yahut da sırf uzatmak için soruyor, o zaman da kasden uzatıyor demektir. Bu durumda şu soruluyor: Bu ikisinden hangisi? Memur savsaklamadığını, bilmesinin mümkün olmadığını ispat etmekle yükümlüdür. Çünkü ona içtihat yapıp amel etme görevi verilmiştir.
Usulcüler bilgiyi dört sınıfa ayırmışlardır.
a) Muhkem ve müteşabih olanları görevli bilmek zorundadır. Bilmeyen görevli o göreve ehil değildir. Müfesserde zamanla değişme ihtimali vardır. Değiştiğine dair bir bilgi gelinceye kadar onunla amel eder. Muhkemde değişme ihtimali yoktur. Gelse bile o bildiğini yapacaktır.
b) Nass ve zahir olanları da içtihadı ile bilmek durumundadır. İçtihat ederek gecikmeden amel edecektir. Nassda eski içtihadı ile amel eder. Zahirde o anda yaptığı acele içtihadı ile amel eder. Olay tekerrür edince içtihat yapma durumundadır.
c) Hafi ve müşkülde içtihat tamamlanıncaya kadar uygulamayı bekletme durumu vardır. İçtihat yapabilecek bir zaman verilmiştir. Hafide sormak için beklemeye almaz. Müşkülde ise içtihat yapar ve uygular. Sorar, cevaba kadar bekletebilir. Bu hususta muhtardır. İkisinden de şahsan sorumlu değildir.
d) Mücmel ve müteşabihi beklemeye alma durumundadır. İçtihatla belli olmayan ve mutlaka yetkinin beyanı gereken hususlar böyledir. Mücmelde sorar, beklemeye alır. Müteşabihte sormaz, beklemeye alır.
İslâmiyet’te bazı müesseseler vardır. O müesseseler sayesinde düzen kurulabilmektedir. Bunların başta geleni dayanışma ortaklığıdır. Kişi hata yaptığı zaman kendisi sorumlu olmaz, dayanışma içinde tazmin edilir. Böylece içtihat müessesesi çalışır. Dayanışma ortaklığının olmadığı yerde içtihat müessesesi çalışmaz. Çünkü kişiler korkup bir iş yapamazlar. Ertelemede sorumluluk erteleyene aittir. Dayanışma tazmin etmez. Yahut içtihatla yapılabilenleri tazmin etmez. Böylece kişiyi içtihat yapma imkânına dayanışma ortaklığı götürmüştür. Cinayette de kısas ve diyet müesseseleri vardır. Af veya hata hâlinde diyete dönüşmektedir. Kesin olarak sabit olmayan cinayetler diyete dönüşmektedir. Faili meçhul cinayetler de diyete dönüşmektedir. Diyet de dayanışma ortaklıkları tarafından ödenmektedir. Böylece İslâmiyet içtihat müessesesini getirmekle yetinmemiş, onun için gerekli olan her türlü hükümleri koymuştur. Cezada kesinliği kabul etmiştir. Uygulamada içtihadı kabul etmiştir. Ne var ki dayanışmayı getirmediği için yani sigorta müessesesini çalıştırmadığı için sistem başarılı olmamaktadır.
***
النَّبِيُّ
(ElNaBiyYu)
“Nebi”
“Nebi” burada marifedir. Eğer tarihî mânâ verirsek, nebiden maksat Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır. Kur’an nâzil olduğu zaman Mekke’de öyledir.
Şimdi ise nebi dendiğinde Cuma namazını kıldıran kabile imamı ile günlük namazı kıldıran aşiret imamı kastedilmektedir. Bir de dayanışma ortaklıklarının sorumluları kastedilmektedir. Bu kelime çok önemli hükümleri içerir.
Daha önce çözemediğimiz sorunlar burada çözülmektedir. Yani “nebi” deyince “resulleri” de içeri almaktadır. Kabilede her resul aynı zamanda nebidir. Aşiretteki başkan resul değildir, nebi de değildir, ama bazı konularda onların ikisinin yerine geçmektedir. Kıyas yoluyla uygularız.
Demek ki “nebi” dediğimizde, Kur’an uygarlığının ilk resul nebisi Hazreti Muhammed’dir. Ondan sonra her dönemde ve kabilede nebiler vardır. Resulün de nebi olması gerektiği için hükümlere resuller de tâbidir. Her bucağın nebileri ve resulleri vardır. Nebi aynı zamanda savaşta komutandır. Askeri komutanlar da ilim adamlarından olmalıdır. Dolayısıyla onlar da komutandır demektir. Yani dayanışma ortaklıklarında ilmî ve siyasî dayanışma ortaklıkları sorumluları nebilerdendir, yani orta ehliyetlidirler. Dinî ve meslekî dayanışma ortaklıkları zorunlu değildir. Onlar bunların sorumluluğunda orta ehliyetli olmasalar da taşra bucaklarında dayanışma sorumlusu olabilirler. Ancak meslekî dayanışma sorumlusuna siyasî, dinî dayanışma sorumlusuna ilmî dayanışma sorumlularından biri kefil olmalıdır, yetki vermelidir. İllerde yüksek ehliyetliler ve ülkede üstün ehliyetliler nebi durumundadır. Yahut dayanışma ortaklıklarının başkanları nebidirler. Yani her âlim nebi yerinde değildir. Sadece sorumluların başkanları nebidirler. Bir de bucak başkanları hem resul hem de nebidirler.
أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ
(EaVLAv Bi eLMuEMiNIyNa)
“Mü’minlere evlâdır.”
Askerlikte başkanın emrindesiniz. Size emrettiğinde ölmeyi de göze alacaksınız. Askerliğin temel kuralı budur. Kim resule itaat ederse Allah’a da itaat etmiş olur. Üstün emrine uyarak şehit olmak suretiyle Allah’ın emrine uyarak şehit olmuş olursunuz.
Bu hüküm akla uygun gelmez. Ama zaten savaşın kendisi akla uygun değildir. Bütün ordularda bu mantık içinde savaşılır.
Kur’an insan psikolojisine göre hükümler koymuştur. Savaş kıyamete kadar devam edecektir. Savaşın hükümleri de öyledir. Kur’an gerçekçilikten ayrılan hayalî hiçbir hüküm koymamıştır. Mü’min olan seve seve amirin emrini yerine getirmek için ölür.
Acaba bugün askerlik yapanlara da bu emredilmiş midir?
Emredilmiştir. Çünkü ileride Türkiye’ye “Adil Düzen” gelecektir. “Adil Düzen” de İslâmiyet’i dünyaya getirecektir. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kuracaktır. Bundan dolayı bugün savaşan ve ölen kimse “Adil Düzen” için ölmüştür. Dolayısıyla şehittir.
Bir gün Türkiye’den ümit kestiğimiz zaman mü’minlere düşen görev Türkiye’yi terk etmektir. Türkiye’yi terk etmiyorsak, bunun mânâsı hâlâ Türkiye’den ümitliyiz demektir.
Ben Kırgızistan’a gittim. Bu Habeşistan’a yapılan hicret gibiydi. Daha sonraki gelişmeler Türkiye’ye dönmeyi gerektirmiştir. Türkiye’ye döndükten sonra Türkiye’de 28 Şubat olayları oldu. Benim ümidim arttı. Emekli askerlere parti kurmalarını tavsiye ettim. Onlar mevcut partilerin desteklenmesi gerektiğini söylediler. AK Parti’yi iktidar ettiler. AK Parti bu işleri başaramıyor, “Adil Düzen”e inanmıyor. Saadet Partisi de bugünkü hâliyle ondan farksızdır. Bundan dolayı “Adil Düzen Partisi” kurulmalıdır. Bana göre emekli askerler Adil Düzen âlimleriyle işbirliği yaparak “Adil Düzen Partisi”ni kurmalıdırlar. Muvazzaf askerler siyasete karışmamalıdırlar.
مِنْ أَنْفُسِهِمْ
(MiN EaNFuSiHiM)
“Kendi nefislerinden.”
“Evlâ”nın mukayesesinde “MiN” getirilmiştir. İsmi tafdillerde “MiN” getirilerek karşılaştırma yapılır. Bu kelimeyi getirerek yakınlığın birbirlerinden değil, kendi canlarından daha evlâ olması gerekir.
Ast üstü için ölebilmelidir. Başkanı biz böyle koruyacağız. Emirlerine böyle itaat edeceğiz. Askerlikte şeriat yoktur. Şeriatın yerini amirin emirleri almıştır. Dolayısıyla ne emrederse o yerine getirilecektir. Bundan kurtulmak mümkün değildir. Savaş durumu değilse, yani cephede değilseniz, komutanı değiştirme yetkisi vardır. Dolayısıyla emre itaat etmezsin ama onun birliğinden de ayrılırsın. Diğer birlik komutanlarından biri seni kabul ederse o birliğe intikal etmiş olursun. Seferberlik hallerinde yani savaş var ama çatışma yoksa komutandan izin istersin, eğer izin verirse değiştirebilirsin. Şayet çatışma hâli varsa, komutan izin verse de birlik değiştirilemez. Kişi çatışma alanını terk edemez. Terk ettiği takdirde öldürülür ve öldüren sorumlu olmaz.
وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ
(Va EaZVACuHUv EumMaHAvTuHuM)
“Ve eşleri anneleridir.”
Nebinin yani bucak başkanları ile ilmî ve siyasî dayanışma sorumlu başkanlarının eşleri onların yani kimlerin başkanı veya sorumlusu ise, onların eşleri/zevceleri sizin annelerinizdir.
Burada önemli bir sorun çözülmüş oluyor. Bu da şudur. Bir bucak başkanının eşi, kocası öldükten sonra kendi bucağındaki kimselerle evlenemez. Onların anneleri durumundadır. Ama başka bucağa göçmek şartı ile evlenebilir. Bir dayanışmanın sorumlusu olanın eşi, o dayanışmanın sorumlusu ile evlenemez, ama başka dayanışmanın erkekleri ile evlenebilir. Bu akrabalık velayet akrabalığı olup köle-efendi arasındaki ilişkiye benzemektedir.
Bucak başkanı olanlar bucak başkanı oldukları zaman mallarını bucağın mufavada şirketine koyarlar. Ölünceye kadar malları orada kalır. Öldüklerinde, konan mallar doğrudan vârislere intikal eder. Kâr ve zarar ise bucak yönetimine kalır. Bu husus tüm bucaklar için geçerlidir. Merkez bucaklarının başkanları için de aynı hüküm geçerlidir.
Burada sorulacak bir soru vardır: İl merkez bucağının başkanlarının eşleri, merkez bucağının halkı ile evlenemez, ama ilçe bucağının halkı ile evlenebilir mi?
İlçe merkez bucaklarının halkı ile de evlenemez. Taşra bucaklarının halkı ile, asker olmayan halkı ile evlenemeyeceği hükmünü buradan çıkaramayız.
Demek ki bucak başkanları ile bucak mü’minleri arasında akrabalık doğmaktadır. Ama bucak mü’minleri arasında bir akrabalık doğmamaktadır.
Köleler hakkında aynı şeyi söyleyebiliriz. Kölelerden mü’min olanlar arasında aynı akrabalık sözkonusudur.
O halde, şimdi evliliği yasaklayan akrabalıkları yeniden sıralarsak:
a) Neseb akrabalığı usul ile füruu içerir. Kardeşleri, kardeşlerin çocuklarını, usulün kardeşlerini de içerir.
b) Sıhri akrabalık eşin yakınlarıdır. Akrabalıkta kadın erkek farkı yoktur.
c) Süt kardeşler. Bunlarda biyolojik ve aynı yerde büyümeden doğan illet vardır.
d) Dördüncü akrabalık ise velayet akrabalığıdır. Kölenin sahibi ile akraba olması veya başkanın bucak halkına akraba olması bunlardandır. Burada nebilerden bahsettiğine göre, dayanışma sorumluları ile ortakları arasında da aynı akrabalık doğacaktır.
وَأُولُو الْأَرْحَامِ
(Va EuLu eLEaRXAMı)
“Erhamlı olanlar.”
“Erham” “rahm”ın çoğuludur.
Türkçede akrabalığı neseb ile ifade eder, daha çok erkeklerle ilgili sayarız. Oysa Kur’an akrabalığı rahim dolayısıyla saymaktadır. Babanın babası ile arasındaki akrabalığı da yine doğumlu saymaktadır. Yani insanın babası ile olan akrabalığı yine annesi aracılığı ile olmaktadır. Rahim erkek ile kadın arasında ortak olduğu için babanın çocuğu annesi aracılığı ile olmaktadır. Bu kelimeden dolayıdır ki, anneyi ilkah eden erkek kişinin babası olmaktadır. Anasını reddeden bir kimse babasını da reddetmiş olur. Babasını reddeden kimse anasını reddetmiş olmaz.
“Ulu’l-erham” anne-baba ve onların anne ve babaları ve yukarıya doğru anne ve babalar ve çocuklar ve çocukların çocuklarıdır. Erkek ve kadın eşittir. Yakınlık derecesi eşittir. Baba da anne kadar yakındır. “Erham” kıyasla erkeğin yumurtalıklarını da içerir.
İkinci derecede akrabalar kardeşlerdir. Kardeşlerin çocukları ve anaların kardeşleri yer alır. Bunlarda da akrabalık doğum sayısına göre ayarlanır. Bunlar arasında evlenme haramdır. Birbirine vâris olurlar. Bundan uzak olanlarla evlenmek caizdir. Daha yakınları bulunmadığı takdirde kıyas yoluyla onlar da erhamın yerine geçerler.
بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ
(BaGWuHuM EaVLAv BaGWuHuM)
“Bazıları bazılarına daha evladır.”
Yani nebi nefislerinden daha yakındır.
Siyasi velayetin dışında bir de biyolojik velayet vardır. Bunlar doğuştan olan velayettir. Siyasi velayet değişebilir ama doğuştan olan velayet değişmez. İnsan babasını veya kardeşini değiştiremez. Bu sebepledir ki İslâmiyet’te evlat edinme yoktur. Evlatlıktan çıkarma da yoktur. Ama insanlar birbirinin velileridir. Doğuştan dayanışma ortaklıklarına girerler. Usul ile füru arasında böyle doğuştan dayanışma vardır. Ayrıca kardeşler, yeğenler, dayı ve amcalar arasında da böyle doğal veli dayanışması vardır. Kısasta afv yetkisi vârislerden alınmış, bunun yerine vâris olmayan en yakınlısına verilmiştir. Böylece kısasla diyet arasında karar dengesi sağlanmıştır. Kur’an’da buna “min ehlihi” denmiştir.
Burada yine usulde sorun vardır. Kardeşleri vâris olunca ne olacaktır? İlletle bunların kısas isteme hakkına sahip olmaması gerekir. Bu âyetin “min ehlihi” hükmünün illeti ile sabit olur. Muhalefet mefhumu ile sabit olmuş olur. Kardeşler mirasçı olunca, kısas isteme yetkisinde amca çocuklarına intikal etmiş olur.
Baba varken dedenin kısas isteme hakkı var mıdır?
Baba varken de dede kısası affa çeviremez. Sebep, dede de oğluna binecek yükün hafiflemesini ister, bunun için afv tarafı olur. Yani kısasta sınır çizerken hikmetten yararlanılabilir. Çünkü burada illetin sınırı çiziliyor. İlletin illeti de hikmettir. Hikmet illet olamaz ama bir şeyi illet olarak kabul etmede hikmetin etkinliği vardır.
“Ba’duhum bi ba’d” demek, Türkçede birbirlerinin demektir.
فِي كِتَابِ اللَّهِ
(FIy KiTAVBi elLAHi)
“Allah’ın kitabında”
“Allah’ın kitabında” demek, Allah’ın değişmez kanunlarında demektir.
Haklar iki şekilde sabit olur. Bunlardan kimileri doğaldır. İnsanların yaratılışından beri vardır. Devlet olsun olmasın, mahkeme olsun olmasın, her zaman bu vardır. Bunlara doğal haklar diyoruz. Mesela yaşama hakkı herkesin doğal hakkıdır, yani akdî değildir. Hattâ kanunların verdiği haklardan da değildir. Doğal velinin velayeti başkanın velayeti gibidir. Birçok sahalarda doğal veli başkandan daha önce gelir. Mirasta önce erham gelir. Velayette de önce doğal veli gelir. Öyle ki, bir bucak başkanı bir kimseyi zorla hastahaneye koyabilir. Doğal veli koyabilir. Ne var ki ona itiraz edecek daha sonraki veli velayeti üstüne alarak yine koymayabilir. Hasta olan kimseye yapılacak tedavide hasta kendi lehine karar veremiyorsa hakemlerce hacredilir (kısıtlanır). Vâris olmayan yakın veli karar verir. Hakim karar vermez.
مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
(MiNa eLMuEMiNIyNa)
“Mü’minlerden.”
Mü’minler dayanışma ortaklıklarını kuranlardır. Akdî yakınlık doğmuştur. Akdî yakınlardan daha yakındırlar. Yani fıtrî velayet akdî velayetten öncedir.
Bu hususta geçmişte şöyle farklılık olmuştur. Resul Medine’de dayanışma ortaklıklarını akdî değil fıtrî yapmıştır. Hazreti Ömer ise fıtrî olan dayanışma ortaklıklarını akdî dayanışmaya çevirmiştir. Komutanlara bir defter verdi. Buna “divan” denir. İsteyen istediği komutanın divanına yazılırdı. O onun âkilesine girerdi. Savaşa onunla giderdi. Diyeti o âkile öderdi.
Biz anayasada Hazreti Ömer’in bu uygulamasını benimsedik. Bu âyetten sonra anlaşılıyor ki, Hazreti Ömer’in uygulaması ve bizim şimdiye kadarki içtihadımız doğruymuş. Şöyle bir kademelendirme yapmamız gerekir. Eğer zarar azsa kişi kendisi tazmin etmelidir. Zarar biraz fazla ise kişinin kanunî yakınları tazmin etmeli; çoksa bucak, daha çoksa il, daha çoksa ülke, daha çoksa insanlıktaki dayanışma tazmin etmelidir. Hattâ şöyle hüküm getirebiliriz. Hafif diyetler failin akdî velileri tarafından tazmin edilir. Ağır diyetler ise failin akrabaları ve onların dayanışması tarafından karşılanır. Sonra kendisine rücu ederler. Kasden katleden kimse kısasa tâbi tutulur. Affedilirse diyete dönüşür. Diyet katilin kendi mallarından karşılanır. Karşılanamıyorsa akrabalık dayanışmasınca karşılanır. Kendisi ağır çalışmaya alınır. Elde edilen gelir diyeti ödeyenlere ödenir.
وَالْمُهَاجِرِينَ
(Va eLMuHaCiRIyNa)
“Ve muhacirlerden başka”
Burada muhacirler mü’minlere atfedilmiştir. Muhacirler ve mü’minler akdî akrabalardır. Bu sebeple “MiN” tekrar edilmemiştir. Yani akdî akrabalık fıtrî akrabalıktan sonra gelir.
Ülkemize hicret eden mü’min veya müslim yardım görür ama bunlar akrabalık seviyesine yükseltilemez. Hicret etmeyen kimselerle bizim akdî velayetimiz olmaz. Dayanışma ortaklıklarına ancak hicret edenler alınır.
Burada şu sonuç çıkar. Bir kimse iki ayrı yerin dayanışma ortaklıklarına giremez. Bir yerin dayanışma ortaklıklarında yer alabilir. Bir yerin dayanışma ortaklıklarına girebilmek için oranın sakini olmak, oraya hicret etmiş olmak gerekir. Muhacir olmayanlarla dayanışma ortaklıklarına doğrudan girilemez. İnsan kendi bucağında, kendi ilinde ve kendi devletinde dayanışma ortaklıklarına girebilir.
Burada öğrendiğimiz başka bir şey, müslimler de dayanışma ortaklıklarına girebilir. Çünkü “ve” harfi muhacirlerle mü’minleri ayrı saydı, “ve” harfi ile atfetti.
Muhacirler bir veli tarafından iskan edilirler. Kölelerin sahipleri vardır, onu vatandaş yaparlar. Muhacirlerin veli kardeşleri vardır, onları iskan ederler. Topluluk onlara görev verir, destek verir, onlar da onu yaparlar. Ama bunlar kardeş olmazlar. Evlilikte haramlık doğmadığı gibi mallarında da ortaklık yoktur.
إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ
(EilLAv EaN TaFGaLUv EiLAv EaVLiYAEiKuM)
“Sadece velilerinize yaptıklarınız müstesnadır.”
Yani asıl olan doğuştan olan velayettir. Fakat bunun bazı istisnaları vardır.
Dayanışma ortaklığı istisnalardandır. Dört çeşit dayanışma ortaklığı vardır; ilmî dayanışma, meslekî dayanışma, siyasî dayanışma ve dinî dayanışma ortaklıkları mevcuttur. Bazı konular bu dayanışma ortaklıklarına yüklenmiştir. Bunlar istisnai durumdur.
Bilgisizlikten doğan zararları ilmî, beceriksizlikten doğan zararları meslekî, ihmalden doğan zararları dinî ve kasden iras edilen zararları siyasî dayanışma ortaklıkları tazmin eder.
Zarar büyüdükçe dayanışma ortaklığı genişler.
Görülüyor ki, asıl velayet Allah’ın kitabında yazılı olan fıtrî dayanışmadır. Ama bunlardan bazı konular istisna edilmiş, akdî dayanışmaya havale edilmiştir.
Resul zamanında akdî dayanışma yoktur ama demek ki Kur’an’da vardır. Hazreti Ömer’in yaptığı Kur’an’a dayanmaktadır. Biz de Kur’an’a dayanarak Hazreti Ömer’in içtihadına uyduk.
Burada bir değişiklik yapmış oluyoruz. Asabeye dayanan dayanışmaları da devreye sokuyoruz. Kasden iras edilen katillerin affı hâlinde ödenecek diyet asabe esasına dayanmıştır. Hattâ bu diyetler siyasi âkilesi tarafından değil, bütün topluluk tarafından ödenmelidir. Borç olarak verilmiş olmaktadır. Bucağın bütün halkı tarafından ödenmelidir.
Burada kasameye benzer durum ortaya çıkar. O zaman burada kasameye delil bulunmuş olur. Yani affedilen katilin diyeti verecek durumu yoksa bucak halkı paylaşarak öder. Malları vârislerine dağıtılır. Kendisi zorunlu çalışma sitesine alınır. Orada çalıştırılır ve gelirleri ona borç verenlere dağıtılır. Demek ki asıl olan diyetin ödenmesi, kasden cinayet yapanın cezasız kalmamasıdır.
Burada fiil masdarı “İlâ” ile gelmiştir, “Li” ile gelmemiştir. “Evliya” kelimesi “Küm”e izafe edilmiştir. “Yef’alu” değil de “Tef’alu” getirilmiştir. Çoğul yapılmıştır. Dayanışma ortaklıklarıyla ilgili hükümleri içermektedir. Sözleşmeye göre herkes kendine düşen payı verir. Dayanışma ortaklıklarında gaye, büyük zararın kişilere binip onların çökertmemesidir. Dayanışma ortaklığına verilecek ve dayanışma ortaklığı borcu kapatacaktır. Bu sebepledir ki “İlâ” denmiş, “Li” denmemiştir. Çünkü onlar vermiyor, onlar aracılığı ile veriliyor. Birlikte ödendiği için çoğul getirilmiştir. Yükümlülük mü’minlere ait olduğu için onlar muhatap alınmıştır.
مَعْرُوفًا
(MaGRUFan)
“Belirlenmiş olarak.”
Burada marife değil nekre gelmiştir. Ama maruf kelimesi getirilmiştir.
Bunun anlamı şudur ki; her dayanışma ortaklığı kendi sözleşmesini kendisi yapar. Bu sebeple nekredir. Ama her dayanışmanın tek sözleşmesi olacaktır, maruf olacaktır. Ancak o sözleşmede yer alan hususlarda dayanışma ortaklıklarının hükümleri uygulanır. Sözleşmelerde yer almayan hususlarda doğal velilik müesseseleri çalışır.
Burada istisna ile getirilmiştir. Dayanışma ortaklıklarının yetki ve görevleri kanunidir. Kıyas yapılarak genişletilemez. Sözleşmelerin hükümleri de kıyasla genişletilemez.
Bazı yerlerde “malum” denmekte, bazı yerlerde ise “maruf” denmekte, bazı yerlerde de “madut” denmektedir. Malumda icma şarttır. Marufta ise istişare yeterlidir demektir. Kıyasla yeni hüküm konamaz. Ama mevcut hüküm istişareyle tesbit edilir.
كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ
(KAvNa ÜAvLiKa Fıy eLKiTABi)
“Bu kitapta bulunmaktadır.”
Buradaki “Bu” işareti hükümlere gitmektedir. Yani maruf olan şey kitapta bulunmaktadır. Buradaki kitap dayanışma sözleşmesidir. Her dayanışma ortaklığı bir sözleşme yapar. Orada ortakların hak ve mükellefiyetleri, velilerin yetki ve mükellefiyetleri yazılı bulunmaktadır.
“el-Kitab”daki harfi tarif Kur’an’a da gidebilir. Ancak “mesturen” kelimesinin nekre olması, “maruf”un da nekre olması sebebiyle uygun olmaz. O halde kitapta mestur olan, dayanışma ortaklığında mestur olan anlamındadır. Bu ifade o zaman marufenin sıfatı olur.
“Zalike” marufeye giden zamir yerini alır.
Kur’an’ın çeşitli kitapları yazılacaktır:
a) Kıraat Kitabı. Bilgisayar programında bir âyete bastığınızda, mütevatir olan yedi kırattan yedisi gelmelidir. Ayrıca on kıraat da yer alabilir. İcaz kıraatlere de işaret edilir.
b) Sarf Kuralları Kitabı. Bilgisayar programında bir âyete basınca sarf ortaya çıkmalıdır.
c) Lugat Kitapları. Kök ortaya çıkarılmalı, o kökten Kur’an’da geçen kelimeler bulunmalı. Sonra akraba kökler bulunacak, Arapça Lugat buna göre tertiplenecek. Latin harfleriyle kelimeler yazılacak ve ona göre kelimeler sıralanacaktır.
d) Ondan sonra cümle yapısı ile ilgili kitaplar Meani, Beyan, Bediiyat ilimlerine göre tasnif olunacaktır.
Buna göre Kur’an’ın usulü sürekli olarak okunacaktır. O zaman anlaşılan mânâ uygulanacaktır. Eskilerin usulü geliştirilecek ve Kur’an yeniden anlaşılacaktır.
Bizim usulümüz budur, bizim mezhebimiz budur.
مَسْطُورًا (6)
(MaSOURan)
“Yazılı olarak.”
Üsküdar’da haftalık seminerlere başladığımız ilk yıllarda Burhan Erol ile bir konuda sözleşme yaptık, mutabık kaldık. Ertesi gün geldi ve vazgeçti. “Niye sözünden döndün?” dedim. Bana cevap verdi: “Ben imza koydum mu? İmza olmadan sözleşme olmaz.”
Onun bu sözü benim sorunumu çözdü.
Sözleşmenin tam olması için kimi meclisin dağılmasını, kimi karşılıklı tutuşturulan ellerinin çözülmesini gerekli görür. Görüşme esnasında rücu caizdir. Bu hususta fıkıh kitaplarında hükümler vardır. Ama delil yoktur.
Burhan Erol’un bu sözünden sonra sorunu çözdüm.
Mukavele ancak taraflar mukaveleyi imzaladıkları zaman kesinleşir. İmzalanıncaya kadar taraflar rücu edebilir. Nitekim bugün de birtakım akitlerin yazılı olması şartı vardır. Şifahi anlaşmalar bazı akitlerde geçerlidir.
İşte bu âyet bunun Kitap’ta mestur olduğunu bildiriyor.
Demek ki Kitap’ta mestur olmayanlar da vardır.
Kitab etmek, farz kılmak demektir. Mestur olması ise yazılı hukuk olması anlamındadır.
Bu âyet bize yazılı hukuku öğretmektedir. Yazılı olmayan kitap da olabilir demektir.
***
وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ
(Va EiÜ EaPaÜNAv MiNa elNaBiyYıNa)
“Hani nebilerden (misaklarını) almıştık.”
Burada nebiler erkek kurallı çoğul kullanılmıştır. Bunlar aşağıda sayılan resullerden farklıdır. Onlar resullerdir. Nebiler, resul olmayan nebilerdir. Her resul nebidir, ama her nebi resul değildir. Bir bucakta bir resul bulunur, oysa nebilerin yerini alan alimler ise çoktur; on civarındadır. Bir dönemde bir bucakta birden fazla başkan olamaz. Ama dayanışma sorumluları çok olur.
“Biz ahzettik” diyor.
Bugün milletvekilleri ve başkanlar yemin etmektedirler...
Seçilecek kimseler yeminlerini yaparlar. Seçim pusulalarında yazarlar. Seçildiklerinde o yemini tekrar ederler. Yemin ederler ve yeminleri de kabul olunur. Mesela Türkiye 70 milyondur. Adaylığını koyanlar yemin metnini yazarlar. İnternette yayınlarlar. Halk da o metni beğenir, onlara vekalet verirse, Allah onların yeminlerini ahzetmiş olur; yani kabul etmiş olur.
Burada alınan yemindir.
“Ahzetmek” demek, halkın onun bu yeminini kabul etmesi demektir. Herkesin, velisi tarafından da olsa, oy verdiğini kabul edelim. 100 000 oyla evet denilenin yemini kabul edilmiş olur. Böylece o kadar kimsenin veya yarısının evet dediğini Allah kabul etmiş olur.
Burada ne getiriliyor?
Öneri getiriliyor ve öneriye evet deniyor.
O halde yeminin metnini partiler hazırlayacaklardır. Her parti kendi partisinin metnini sunacaktır. Oy verenler partiye oy vermiş olurlar. Partinin bir yemin metni olur.
مِيثَاقَهُمْ
(MIyÇaQaHuM)
“Misaklarını”
“Misak” tekil, “zamir” ise çoğuldur.
“El-Misak” denseydi bütün seçmenler aynı misaka oy vereceklerdi.
“Mevasikahum” denseydi, her adayın kendi misakı olacaktı.
Her partinin ayrı misakı olacaktır. Parti seçimde milletvekiline oy verirken o partinin misakına yemin etmiş olur. Partilerin programı ortaya çıkar. Bu misaktır, yani sözleşmedir; Allah ile yapılan sözleşmedir; halk ile yapılan sözleşmedir.
Artık parti o seçim döneminde programını değiştiremez.
Her yeni seçimde programını değiştirebilir.
İşte bu yemin şeklini parti Ramazan Bayramı’nda tesbit eder. Halk Kurban Bayramı’na kadar oy kullanır. Son yirmi günde de oylar tasnif edilmiş ve seçim kesinleşmiş olur.
Bağımsız milletvekilleri ise kendi yeminleri ile seçime girerler ve o yıl o yemine göre iş yapmış olurlar.
وَمِنْكَ
(Va MiNKa)
“Ve senden”
“Ahz” tekrar edilmemiştir. Bunun anlamı şudur. Bir defa oy verilip kabul edildikten sonra Allah’ın bu görevlendirmesi süreklidir.
Hazreti İbrahim peygamber bizim de peygamberimizdir. “Sen” diye hitap edilen Hazreti Muhammed değildir. Öyle olsaydı sonunda zikrederdi. Nebilerden sonra ve senden demekle kastedilen, şimdi bizim başımızda olan başkanımızdır.
Peki, o zaman bunların arasında Hazreti Muhammed bulunmaktadır. Doğrudur. Hazreti Muhammed’den misak ahzedilmiştir. Daha doğrusu her başkan Hazreti Muhammed’in halifesidir. Dolayısıyla onun adına ahzı kabul edilmektedir.
Burada “Ve Minke” denmemiş, hazfedilmiştir. “Minhum”un içine girebilir.
“Ben onlardan 100’er liralarını alacağım ve senden de.”
“Senden de” ifadesinden, senin yüz liranı da alacağım çıkabilir.
Nebilerden alınan misak başkadır, resullerden alınan misak başkadır. Yani milletvekilleri milletvekili olur ve seçim beyannamesini yayınlar. Bakan olduktan sonra bakanlık için beyanname yayınlarlar. Burada “senden de” diyerek ve ayrı “Ehaznâ” kullanmayarak, bakanların misakı meclisten olacağı hükmü konuyor. Burada peygamberlerin aynı zamanda nebi olacakları da böylece oluşuyor.
وَمِنْ نُوحٍ
(Va MiN NuXın)
“Ve Huh’tan”
Buradaki “MiN” zaidedir. Yani zamire atfedileceği zaman harficer tekrar edilir.
“MiNKe” kelimesi nebilere de eklenebilir, resullere de eklenebilir.
Tarihte ulu’l-azm dört peygamber gelmiştir. Birincisi Hazreti Nuh’tur. Hazreti Nuh Mezopotamya’da Sümerler arasından gelmiştir. İlk kentleşme orada başlamıştır. Yazı orada icat edilmiştir. İlk uygarlık orada gelmiştir. Hazreti İbrahim orada yetişmiştir.
Hazret Nuh’un yazılı kitabı yoktu. Ama yazılı hukuk orada doğmuştur.
وَإِبْرَاهِيمَ
(Va EiBRaHIyMa)
“Ve İbrahim”
Burada “MiN” tekrar edilmemiştir. Yani onlardan bir misak alınmıştır. Hazreti Nuh kendi kavminde ilk şeriatı getiren peygamberdir. Hazreti İbrahim ise bu şeriatı beşerileştirmiştir. Yani kavmî olanı bin sene sonra beşerileştirmiştir, ilmîleştirmiştir.
وَمُوسَى
(Va MUVSAv)
“Ve Musa”
Hazreti İbrahim Mekke devri ise, Hazreti Musa da Medine devrine tekabül eder.
وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ
(Va GIySa iBNi MaRYaM)
“Ve Meryem Oğlu İsa’dan.”
Bunları “MiN”siz atfetti. “MiNKe”yi ise “MiN”le atfetti.
Şûrâ Sûresi’nde de bu peygamberleri bu sıra üzerinde saymaktadır. Hazreti Nuh ve diğer peygamberler için “vessaynâ” kelimesini getirmektedir. Burada ise sadece “MiNKe” ile işaret etmektedir. “Meryem Oğlu İsa” olarak ifade etmektedir. Demek ki Hazreti İsa’dan misak alırken annesi de aralarında vardır.
Burada üç çeşit misak sözkonusudur. Hazreti Nuh’tan alınan misak, son nebiden alınan misak ve diğer peygamberlerden alınan misak.
Senden alınan misakı ortadan alarak içtihadı da eklemiştir. Hazreti Nuh peygamberin şeriatı da sözlere dayalı idi. Şeriat peygamberin içtihatlarından oluşuyordu. Bizim sünnet benzeri idi. Bu bakımdan onun yanında zikretti. Yazılı kitap gelmiş olması bakımından da Tevrat ve İncil’e yakındı.
وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا (7)
(Va EaPaÜNAv MıNHuM MIyÇAQan ĞaLIyZan)
“Ve onlardan galiz misak ahzettik.”
Burada “Ve” ile atfedilmiştir Sonra “Misak” nekre gelmiş, “Galiz” ile tavsif edilmiştir. Burada “KüM” değil de “HüM” getirilmiştir. O halde “HüM” zamiri bütününe şamil değildir, ya nebilere gitmektedir, yahut da resullere gitmektedir.
Biz bunu resullere göndermekteyiz. Çünkü daha yakındırlar.
Bu nedir?
Başkanların ve bakanların yaptığı yemindir; ikinci yemindir. Milletvekilleri bir yemin yazarak yayınlarlar ve halktan oy isterler. Sonra da seçilirlerse o sözleşmeye uygun olarak yasama görevini icra ederler. Sonra vezirler ve başkan da bir sözleşme yapar ve ona göre yemin ederek işe başlarlar.
İki çeşit misak olduğunu biliyoruz; yeminli ve yeminsiz misak.
Yeminli misaka galiz misak denmektedir.
İşte gramer ile usul arasındaki fark burada doğar. Usulde kelimeler özel mânâlar kazanırlar. “Misak” ve “galiz misak” gramer bakımından belli iki deyimdir. Ama aralarındaki fark belirsizdir. Galiz olmasının mânâsı belirsizdir. Onu biz belirli hâle getiririz.
“Erzurum” kelimesi belirsizdir ama kanun onu belirli hâle getirir. Erzurum kelimesinin haritada sınırları kanunla çizilmiş olur.
Şimdi biz bunları şöyle tarif ediyoruz.
Misak, söz vermektir.
Galiz misak ise yeminli söz vermektir.
Yeminsiz misakta zaruret oldukça verdiğin sözü yerine getirmezsin, bir cezası yoktur.
Halbuki yeminli söz vermede zor olsa da sözünü yerine getireceksin, yahut kefaretini vereceksin.
Biz böyle tarif ediyoruz. Siz farklı tarif getirebilirsiniz. Nitekim mezhepler de böyle doğar. Allah buna izin vermiştir. Herkes kendi içtihadı ile amel eder.
“MiNHuM”daki zamir Hazreti İbrahim, Hazreti Musa ve Hazreti İsa’ya gidiyor. Biz usve yoluyla bütün başkanlara ve bakanlara teşmil edebiliriz.
Burada tekil olmasından anlaşılmaktadır ki her bucağın ayrı misakı olacaktır. Bakanlar bu misakın üzerinde yemin edeceklerdir. Aslında başkanın yaptığı yemini yaparak işe başlarlar. Başkan seçilmeden önce böyle bir yemin yapar, bakanlar da onun yeminini tekrar ederler. Böylece icrada birlik oluşur. Nekre olması, her bucak başkanının farklı yemin yapmasıdır.
Demek ki, seçilmek isteyen kimse bir sözleşme yapar ve seçenlere arz eder. Sıralama usulü ve kabul yoluyla kişi seçilir. Sonra kürsüye gelir ve yeminini yaparak işe başlar.
“Galiz Misak”ın mânâsı bu olabilir. Yani milletvekilleri de galiz yemin yaparlar. Milletvekilleri kendi yeminlerini tekrar ederler. Bakanlar ise başkanın yeminini tekrar ederler.
Bölge yönetimleri devlet başkanlarının, ilçe yöneticileri il başkanlarının, semt yöneticileri bucak başkanlarının yeminlerini tekrar ederler. Yeminle yönetimde birliği sağlarlar. Milletvekilleri yemin etmezler, sadece söz verirler. Böylece de içtihatları değiştiğinde yeni içtihada göre oy kullanırlar. Oysa bakan ve başkanlar yeminle söz verdikleri için onlar istifa ederler. İçtihatlarına göre değil, misaklarına göre amel ederler.
***
لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ
(Li YaSEaLa elÖaDiQIyNa)
“Sadıklardan sual etsin diye.”
Yukarıda misak alınmış, burada o misaka sadık olanlardan sıdkları sual olunsun denmiştir. “Sual etmek” sormak veya talep etmek anlamına gelir. Misakta yaptıkları tazminat taatleri, istensin diye onlardan misak almıştır.
İsteyen kimdir?
Allah.
O’nun halifesi olan kamu/devlet isteyecektir.
Bu sebeple diyetleri toplayıp mağdura teslim etmek görevi devlete aittir. Tahsil edemezse kendisi tazmin eder.
“Sadıklar” burada harfi tarifle getirilmiştir. Mallarından sadaka al, kadınlara sadukalarını verin âyetlerinde geçen sadakadır, burada verilenler. Diyete katılma da sadakadır. Ortakların birbirlerine olan sadakatlarını belirlemiş olur. Ortak kendisine düşen dayanışma payını ödemediği zaman sorulur. Bu takdirde suale ikinci mânâ sorması için olmuş olur. Bu sorgulama hakemler tarafından yapılır.
عَنْ صِدْقِهِمْ
(GaN ÖıDQıHıM)
“Sıdklarından sual etsin diye.”
“Sıdk” kelimesi müfreddir, masdardır. Bununla beraber dayanışma ortaklıkları müteselsilen kefil oldukları için birinin yapmaması hâlinde onun yükümlülüğünü de yüklenmiş olurlar, bölüşerek öderler. Ödemeyen dayanışmadan çıkarılmış olur. Bunlara ayrı site yapılır. O sitede askeri yönetim olur. Ödemedikleri borçlar için iflas hükümleri uygulanır. Acziyetten dolayı ödemiyorsa, bedenen de çalışamıyorsa, o muaf tutulur. Bu hususta kararı hakemler verirler. Onun için “Yes’ele”nin faili “Allah” kılınmıştır. Zekâta ve mihre uygulanan hükümler bunlara da uygulanır. Kelimenin aynı kökten gelmesi de illetin belirlenmesinde rol oynar.
Demek ki dayanışmadan gelen yükümlülük üzerinde cebri icra uygulanmaz. Borçlunun borcunu ödememesi hükümleri uygulanır. Âkileden çıkarılır. Siyasî veya ilmî âkileden çıkarılanlar o bucakta yaşayamazlar. O bucağı terk etmezlerse, zorunlu ikamet bucaklarına sürülürler.
وَأَعَدَّ
(Va EaGadDa)
“Ve i’dad etmiştir.”
“Eadde” hazırladı anlamındadır.
Bu âyetle güçleri yettiği halde diyete iştirak mükellefiyetlerini yerine getirmeyen veya çalışarak ödemeyenler, zorunlu çalışma sitelerine sürülerek orada askerî metotla çalıştırılırlar. Bunlar için özel site hazırlanır. Site devlet içinde hazırlanır. Devletin kuruluşunda, planlamasında bu siteler vardır. Bölgelerde vardır. İnfaz sitelerinin ilçede veya bölgede olması gerekir. İlçelerde böyle bir site oluşturma büyüklük bakımından yeterli değildir. Bu sitenin bucak olması gerekir. Yoksa bağımsız site olamaz. Bu da ancak bölgedir.
İşte bu belirleme istihsandır. İnsan aklı tereddütsüz bunu belirler.
لِلْكَافِرِينَ
(LiLKAFiRIyNa)
“Kâfirler için”
“Kâfirler” cizye vermeyen kimselerdir. Hakem kararlarına uyuyor ama cizye vermiyorlarsa, bunlara “kâfir” diyoruz. Hakem kararlarına uymayanlar ise müşriktirler. Müşriklere ülkemizde hayat hakkı tanımayız. Mü’min olanlardan diyetlerindeki payları ödemeyenler de kâfirler gibidir. Cizye vermeyenlere ne muamele yapılırsa diyet ödemeyenlere de aynı ceza verilir. Bunun için bölgelerde sürgün siteleri yapılır, oraya gönderilir ve askeri usulle orada idare edilirler. Çalışmayanlar darbedilir.
“Kâfirler” burada kurallı erkek çoğulla getirilmiştir. Demek ki bunlar bir bucak seviyesinde bir yerde toplanacaklardır. Bu bucaklar hakemler yoluyla değil, hâkimler yoluyla yargılanacaklardır.
عَذَابًا أَلِيمًا (8)
(GaÜABan EaLIyMan)
“Elim bir azab.”
“Elim bir azab” denmektedir. Sürgün sitelerinde değişik semtlerde değişik azab şekilleri uygulanabilir. Farklı askeri metot uygulanır. Buraya cizye vermeyenler de, diyet ödemeyenler de sürülür. Ancak askeri yönetim farklı seviyede olabilir. Bu hususta maslahat ne ise ona göre hükümler konur demektir.
“Azab” kelimesi Kur’an’da değişik yerlerde geçmektedir. Azap bu dünya için infaz şeklidir. “Adil Düzen” gelip siteler kurulduktan sonra sorunlar ortaya çıkacaktır.
İşte bu şekilde azap âyetlerinin okunup içtihatların yapılması gerekir. Bizim içtihatlarımız yeterli değildir. Kur’an’da geçen kelimelere siz hayatta karşılık bulacaksınız. Sonra Kur’an’da baştan sonuna kadar o kelime üzerinde o mânâsı ile duracaksınız. Hükümler bu şekilde ortaya çıkar. Sorun kelimelerin o konularda karşılığını bulmadır.
Kur’an’ın yorumunu ne üzerinden yapıyorsan, matematik üzerinde çalışıyorsan, orada da azabı elim vardır. Ne olduğunu bilebilmek için matematikçinin matematik kavramlarından birine koyması ve çalışması gerekir.
İnsanlık Kur’an’ı işte böyle ele alacak ve yeni uygarlıkları kuracaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-530/ADİL DÜZEN DERSLERİ-360 03 Ekim 2009
EDİRNE NASIL CANLANIR?
İstanbul-Edirne 227, İstanbul-Düzce 217 kilometredir.
Edirne’de ve Düzce’de iki büyük konaklama kenti oluşturulur, hava alanları tesis edilir. Avrupa ve Asya yolcuları bu iki ana konaklama yerlerinde konaklarlar. Böylece hem bu yerler gelişir, hem de İstanbul’un yükü kalkar. Sadece İstanbul’da iki yerde; biri Anadolu yakasında, diğeri de Avrupa yakasında olmak üzere, duraklayan bir hat oluşturulur. Bu hat araba+teren hattı olacaktır. Bu hat sürat treni olmalıdır. Bu mesafeyi saatte 100 kilometre gitse dört saatte alacaktır, 200 kilometre gitse iki saatte alacaktır demektir.
Bir taraftan Avrupa, Afrika, Kuzey ve Güney Amerikalar, diğer taraftan Asya ve Avustralya tarafında bulunan iki yakayı böylece birbirine bağlayacaktır. Edirne işte o zaman bugünkü gibi mahzun ve mağdur bir kent olmaktan kurtulacaktır.
Bu bir devlet projesi olmalıdır.
Bunun yanında, Edirne’yi nasıl canlandıracağımız üzerinde durmak istiyorum.
Edirne halkı hep CHP’li belediye başkanlarını başa getiriyor. Gelen başkanlar da maalesef son derece tutucu ve statükocu başkanlar olmaktadır. “Adil Düzen”de ‘sen git ben geleyim’ mantığı yoktur. Biz iktidarı yani başkan olanı daima destekleriz.
Dolayısıyla CHP’li belediye başkanına bunlar önerimiz olsun.
Biz Akevler olarak Edirne için gerekli desteklemeyi vermeye hazırız.
a) Edirne’de “Bin Dil Üniversitesi” kurulacaktır. Edirne Belediyesi, Edirne halkı ile bu üniversiteyi kurabilir. Bunun için 5000 metrekare üzerinde oturan 100 dairelik bloklar yapılacaktır. Her katta on daire olacaktır. Her katta bir dil konuşulacak ve tedris edilecektir. Her dairenin arsa ve proje dışındaki maliyeti 50 000 TL kabul edilirse, 10 daireye 500 000 TL gerekecektir.
b) Bu blokların zemin ve alt katları dükkanlar olacaktır. Her dükkan için 50 metrekare ayırsak, 100 dükkan için de 5000 metrekare yere ihtiyacımız vardır demektir. Bu dükkanlar da mesken değerleri ile mâl edilirse, 500 000 TL de bunlara gerekecektir. Hâsılı, projemizin arsa ve proje bedelleri dışında, 1 milyar TL’ye ihtiyacımız vardır. Edirne ilinin nüfusu 400 bindir, yani 100 bin aile vardır. Bir milyarı 100 bine bölersek, aile başına 10000 TL düşmektedir. Aylık aile gelirini 1000 TL kabul etsek, senede 2000 TL tasarruf edebilir. Edirne halkı beş senede bu üniversiteyi kurabilir demektir. Yani Edirne halkına biz ilim vereceğiz. Kazancın beşte birini “Bin Dil Üniversitesi”ne yatıracak demektir.
c) Bu üniversiteye değişik dil konuşan onar aile getirip her katta yerleştireceğiz. Bunlara Kur’an öğreteceğiz. Böylece dünyanın en gelişmiş dili olan Arapça ile kendi dillerini karşılaştıracaklardır. Ayrıca iş yerlerinde ve tedrisatta Türkçe öğreneceklerdir. Her aileye on yıllık bir uygulama yapacağız. Kendilerine bir meslek kazandıracağız. Sermaye biriktirmelerine imkan vereceğiz. Kedi dilleri ile Arapça arasında tercümanlıklarını sağlayacağız. Ayrıca on yıl sonra gittikleri memleketlerinde bu üniversitenin temsilcileri olacaklardır.
d) Dükkânlarda mala mal marketçiliği yapılacaktır. Amerika, Avrupa ve Afrika’dan gelen mallar burada Asya ve Avustralya’dan gelen mallarla takas edilecektir. Diller üniversitesinde okuyanlar buralarda çalıştırılacaktır. Gelen ve gidenlerin dil sorunları olmayacaktır.
Bu dükkânlardaki cirodan bir pay alınacak ve bu payla Kur’an öğreten “Bin Dil Üniversitesi” kurulacaktır.
Bu üniversitede neler yapılacaktır?
1) Bu üniversitede merkez dil Kur’an Arapçası kabul edilecektir. Bilgisayarlardan yararlanarak dünya dillerinden Kur’an Arapçasına, Kur’an Arapçasından dünya dillerine tercümeler bilgisayarlara yaptırılacaktır.
2) Bir internet merkezi kurulacak, dünyada çıkan bütün neşriyat Kur’an Arapçasına çevrilip dağılacaktır. İsteyenler kendi dillerine bilgisayarla tercüme ettirip takip edeceklerdir.
3) Dünyanın bütün büyük dillerine ait kaynaklar Arapçaya çevrilip yayınlanmış olacaktır. Bütün mukaddes kitapların ortak dili Kur’an Arapçası olacaktır. Böylece dünyadaki bütün diller Kur’an Arapçasında diyalog kurmuş olacaklardır.
4) Tüm ilmî terimler ve ifadeler Kur’an Arapçası ile ifade edilerek dünyanın ilim dili Arapça olacaktır. İkinci dil de Latince olabilir. Çince ve Sanskritçe de devreye girebilir.
Edirne’den müteşebbisler bekliyoruz...
Biz Akevler olarak onları desteklemeye hazırız...
Edirne Belediye Başkanı’na da bu bir tebliğ ve öneri olarak ulaşmalıdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-530/ADİL DÜZEN DERSLERİ-360 03 Ekim 2009
TÜRKİYE’NİN SORUNLARI
Yeryüzünde uygarlık Milattan Önce 3000 yıllarında Irak’ta Sümerler tarafından başlatılmıştır. Sümerlerin dili Türkçeye çok yakındır. İkinci uygarlık Mısır’da başlamıştır. Onların dili de Arapçaya yakındır. Mısır uygarlığı Milattan Önce 2500 yıllarında başlamıştır. Anadolu’ya ve İran’a uygarlık M.Ö. 2000 yıllarında gelmiştir. Bunların dilleri de Hint Avrupa dilleridir.
Avrupa uygarlığı Milattan Önce 500 yıllarında başlamış, Milattan Sonra 500 yıllarında Hıristiyanlaşmıştır. Avrupa 1500 yıllarında İslâmiyet’in etkisiyle bugünkü Batı uygarlığını kurmuştur.
Doğuda ise Bizans imparatorluğunun yerini Osmanlılar almışlardır. Yani Anadolu M.S. 1000 yıllarında Hıristiyan uygarlığında iken; önce Selçuklular, sonra Osmanlılar Anadolu’ya yerleşmişler, ancak Anadolu’nun tamamen İslâmlaşması için 500 sene daha gerekmiştir. Bugün %98’i Müslüman olan Türkiye’nin bundan yüz sene evvelinde nüfusunun yarısı bile Müslüman değildi.
Türkiye bir asır içinde çok büyük değişikliklere uğramıştır.
a) Geçmişte Türkiye halkının yarısı bile Müslüman değilken, bugün halkın yüzde yüze yakını Müslümandır. Böylece 1071’de başlayan Anadolu’nun İslâmlaşması ancak Cumhuriyet döneminde tamamlanmıştır.
b) Türkler yaptıkları inkılâplarla Müslüman kalarak çağdaş uygarlığı da yakalamış yegâne ülkedir. Türkiye diğer İslâm ülkeleri kadar Müslümandır, diğer Avrupa ülkeleri kadar da çağdaştır. Bunu da Türkiye yirminci yüzyıl içinde elde etmiştir.
c) Dünya sosyalizm ve kapitalizm âfetlerini geçirmiştir. Batlıların istilâ etmedikleri ülke kalmamış gibidir. Türkiye ise bağımsızlığını korumuştur. Kendisine özgü sosyalizmi ve kapitalizmi denemiştir. Hiçbirisi Türkiye’ye hâkim olup kendi halk ekonomisi yapısını bozamamıştır. Türkiye her zaman tekelleşmeden varlığını sürdürmüştür.
d) Türkiye bugün en ağır değişim dönemlerini geçirmektedir. Yüze yakın iç ve dış sorunu vardır. Çok büyük zorluklar içindedir. Türkiye sorunlarını çözmek zorundadır. Çünkü “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı Türkiye kuracaktır.
Türkiye’nin çözeceği sorunlar nelerdir?
a) Avrupa uygarlığının temel yapısı bürokrasidir. Bugün insanlığın çözmesi gereken en önemli sorunlardan biri de bürokrasidir. Türkiye’nin sorunlarını üreten bürokrasidir. Türkiye bürokrasi sorununu çözmelidir.
b) Türkiye’nin ikinci önemli sorunu faizli ekonomidir. Bu sebeple Türkiye borçlanmıştır. Kanser gibi Türkiye’ye günlerini saydırmaktadır. Türkiye faizli ekonomi sorununu çözmelidir.
Bu iki sorununu çözdüğü zaman Türkiye “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmuş demektir.
Bu iki sorun nasıl çözülecektir?
Bu iki sorun çözülürken iki şeye dikkat edilecektir.
1) Bürokrasi tasfiye edilirken bugünkü bürokratlar mağdur edilmemelidir. Yeniçerileri tasfiye eder gibi tasfiye etmek zorunda kalmamalıdır.
2) Faizsiz sisteme geçerken, bugün faizli çalışan işletmeler zarar görmemelidir. Faizsiz sisteme geçerken onları yaşatarak geçmeliyiz.
Bu işlemin, bu geçişin iki engeli vardır.
1) Birincisi, nasıl geçeceğimizi bilmeyişimiz.
2) İkincisi, biz bilsek bile halkımıza anlatmadaki zorluktur.
Bu engelleri nasıl aşarız?
İki gücümüzü bu engelleri aşmak için seferber etmeliyiz.
1) Siyasi partiler söz birliği, iş birliği yaparak inkılâp başarılıncaya ve muasır medeniyetin fevkine çıkıncaya kadar tek parti gibi birlikte çalışmalıyız. Hakemlere giderek ihtilaflarımızı çözmemiz gerekir. İnkılâbı başarıncaya kadar sabretmeliyiz. Hakem kararlarına kesin uymalıyız.
2) Bizim ikinci gücümüz de ordudur. Yapacağımız inkılâplara orduyu ikna etmeliyiz. Hattâ onların katkılarını sağlamalıyız. Ordu içinde kurmay subaylardan oluşan bir inkılap heyeti oluşturulmalı. Bizim kararlaştırdığımız öneriler onlar tarafından revize edilip tam mutabakat sağlandıktan sonra uygulanmalıdır.
Böylece Türkiye sömürünün sosyal ayağı olan bürokrasiden “genel hizmet” anlayışı ve sistemi içinde “serbest meslek sistemi”ne geçer.
Sömürücü faizin yerine de “karşılıklı para”ya dayanan “faizsiz kredileşme sistemi”ne geçmiş olur.
Bunlar gerçekleştikten sonra Türkiye muasır medeniyetin üstünde yer alır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
*530. GENEL; 80. İŞLETME SEMİNERİ
Adres: EMİNEVİM/EMİNOTOMOTİV Merkezi, Kısıklı Cad. No: 36 ALTUNİZADE - ÜSKÜDAR / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
Perşembe, 01.10.2009
EDİRNE-BATUM SERVİSİ VE
“İPEK YOLU, HAC YOLLARI”,
“ADİL DÜZEN İŞLETMELERİ”
a) Otobüs sabah saat 06.00’da Edirne’den kalkacak, iki saat sonra İstanbul’da olacaktır. Şoförler arabalarını değiştirecektir. Düzce’den gelen otobüsü Edirne’deki alıp götürecek, Edirne’dekini Düzce’deki alıp iki saat sonra Düzce’ye götürecektir. Düzce’de şoför değişecek ve Samsun’a götürecektir. Samsun’da değiştirilecek ve Trabzon’a götürülecektir. Trabzon’daki Batum’a götürecektir. Şoförler günde 4 ile 6 saat arasında mesai yapacaklar. Kalan vakitlerini evlerinde ailelerinin yanında geçireceklerdir.
b) Kişi Edirne-Batum arasında aldığı biletle her zaman aktarma yapabilecektir. Şöyle ki, istediği yerde inip ondan sonra gelen arabalardan birine binebilecektir. Devam etmek isteyen gece-gündüz seyahat edebilecektir. 10 saat veya 12 saat içinde Edirne’den Batum’a ulaşabilecektir. Edirne’den Sofya’ya kadar bu yolculuğu servislerle uzatabilir veya otobüsü götürebiliriz.
c) Demek ki, başlangıçta günde iki otobüs çalıştırabiliriz. Sonra dörde, sonra saatte bire, daha sonra yarım saatte, hattâ 15 dakikaya kadar indirebiliriz.
d) Yolcu bulabilmemiz için şu çarelere baş vuracağız:
1- Otobüs firmalarıyla anlaşarak kendilerine yolcu başına ücret vereceğiz. Doluluk derecesine göre pay alacaklardır.
2- Şoförlere de yolcu başına ücret vereceğiz. Günde dört-beş saat için buna razı olacaklardır.
3- Yakıta petrol ülkelerinden birini, mesela Rusya veya Azerbaycan’ı ortak edeceğiz. O da bizden yolcu başına ücret alacaktır.
4- Konaklama yerlerinde misafirhaneler ve garajlar yapacağız. Buradan gelip geçen araçlar yük başına ve yolcu başına konaklama payı vereceklerdir. Yolcunun bilet dışında buralarda konaklama masrafları olmayacaktır.
İşletme şekli:
1- Biletler internet üzerinden satılacaktır. Biletin iadesi kabul edilmeyecek ama binme ve inme saatleri belirlenmeyecektir. Kişi ne zaman isterse ve nerden isterse binecektir. Bindiği mesafeye göre biletten düşülecektir.
2- Biletleri bakkallar satacaktır. Bakkallara bilet başına bir yüzde verilecektir. Servis yapılmayacak, ancak indikleri yerde ücretsiz yatarak sabahlama imkanı sağlanacaktır.
3- Kargo taşımacığında kargo merkezlerinde teslim alınacak, merkezlerde ambarlara konacaktır. Ambar ücreti alınmayacaktır. Taşıma ücreti de kilo başına km uzaklığına göre tarifeli olacaktır.
4- Her merkezde işletme bankaya hesap açtıracak ve hesaptan kartla para çekilebilecektir. İşletmeye para yatıranlar işletmenin istedikleri hesaptan para çekebilirler.
Şimdi de bu işletmeleri nasıl kurabileceğimizi ele alalım.
1) Bir kooperatif kurulup böyle bir işletme yapacağımız tescil edilmelidir.
2) Edirne, İstanbul, Düzce/Bolu, Samsun, Trabzon ve Batum şehirlerinden veya belediyelerinden konaklama yerlerini iştirak olarak koymasını isteyeceğiz.
3) Otobüs işletme şirketlerine başvurup sıra geldiğinde böyle servisi yapacakları ile ilgili anlaşma yapmalıyız. Yolcu ve kişi başına ücret alacaklar. Ama sırası gelince bir-iki yolcu da olsa yola çıkacaklardır.
4) Merkezlerde bilet başına ücret almayı kabul eden çalışanlar bulunacaktır. Ayrıca bileti satacak ve internete girecek bakkal bulunmalıdır.
İşte bunları yapanları bulan, Edirne-Batum Otobüs ve Kamyon İşletmelerini kurmuş olabilir.
Bundan sonra neler yapılacaktır?
1- Bu merkezlerde “MALA-MAL MARKETLERİ” kurulacaktır.
2- Sonra bu yol yavaş yavaş uzatılarak Londra ile Tokyo arasına kadar götürülecek, Böylece “İPEK YOLU” şeklini alacaktır.
3- İş burada kalmayıp bu güzergah güneyden Pekin’e, Hindistan’dan Çin ve Avustralya’ya, Afrika ve Hicaz’a; kuzeyden Bering Boğazı’ndan Kuzey Amerika’ya ve Güney Amerika’ya götürülerek “HAC YOLLARI” yapılacaktır.
4- Hac Yolları üzerinde “MALA-MAL MARKETLERİ” kurulacak ve oradaki kooperatif payları ile “ADİL DÜZEN İŞLETMELERİ” oluşturulacaktır.
Bunlar hayal değildir.
Bunlar olacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
Adaletsiz krediler ve seller…
Reşat Nuri EROL
Cumhuriyet döneminde krediler sadece İstanbul’a, sadece İstanbul’daki iş adamlarına verildi, verildi, verildi…
Bu adaletsiz kredi vermeleri, bu adaletsiz kredileşme sistemi, bu zalim kredi dağılımı sadece İstanbul ekonomisini palazlandırdıkça palazlandırdı, şişirdikçe şişirdi, semirttikçe semirtti… Fabrikalar sadece İstanbul’a ve İstanbul civarına inşa edildi… Anadolu’da iş ve aş bulamayan halk, işte bu adaletsiz dağıtılan krediler sayesinde “taşı toprağı altına dönüşen” ve dolayısıyla bu kredilerle fabrikalar kurulan İstanbul’a hücum etti, hicret etti, göç etti, bu şehirdeki varoşlara yerleşti…
Nereye ve ne zamana kadar?
İstanbul artık bu çarpık kredileşmeden çatlayıp patlayıncaya kadar...
İstanbul bu çarpık kentleşmeden dolayı yaşanamayacak hâle gelinceye kadar…
İstanbul’a gelen gariban ırgatlar ev yapacak arsa bulamayıp da dere yataklarına bile ev denemeyecek gecekondular yapıncaya kadar…
Ve de bugünlerde bir sel felaketi gelip de İstanbul’daki bu çarpık şeyleri hatırlatana, yani evlerimizi, iş yerlerimizi ve en önemlisi insanlarımızı sürükleyip götürene kadar...
***
İstanbul’da olanlar tamamen çarpık ve adaletsiz bir düzenin sonucu doğmuştur.
-Krediler İstanbul’daki azınlığa (genellikle TÜSİAD üyelerine) verildi. Bunlar İstanbul’u bırakıp da Anadolu’ya gidemedikleri için yatırımlarını hep burada yapmışlardır.
-Anadolu’da artan nüfusa iş bulunamadı. İlkel tarımda aç kalan insanlar İstanbul’a akın etti. İstanbul nüfusu artan ama altyapısı yapılmayan bir varoşlar kentine dönüştü.
-İstanbul’a gelen taşralılar gündüzleri fabrikalarda iş bulmuşlar ama geceleri barınacak mağara bile bulamamışlardır. Halk ne yapmış? Kendilerine gecekondular kondurmuş!
-Belediyeler ve hükümetler bu duruma göz yumdu. Çünkü öyle yapmasalar fabrikalar dururdu. Onlara ev yapacak imkana da sahip değildiler. İşte bu arada çözüm yerine ütopik yasaklar konmuş ve rüşvet sayesinde İstanbul çarpık bir gecekondulaşma diyarı olmuştur.
***
Ana sorun ve asıl mesele nedir?
Ana sorun kredilerin küçük bir azınlığa verilmesi ve Türk halkının onlara esir edilmesidir. Halkımız onlara yani TÜSİAD ve benzerlerine esir edilmek istenmiştir.
Sonunda ne oldu? İstanbul’un nüfusu bir milyondu ve o nüfusun da yarısı azınlıktı. Şimdi İstanbul’un nüfusu 15-20 milyon olmuştur. Onların nüfusu ise artmamış, bilakis azalmış ve yüzde beşlerin altına düşmüştür. Anadolu’dan gelen ırgatlar yavaş yavaş genişlemekte, güçlenmekte, yerleşmekte ve patron olmaktadır. İşte bugünkü asıl mesele, asıl mücadele budur ve bu mesele ayrı bir yazı konusudur.
Çözüm olarak yapılması gereken nedir?
İstanbul’un belli yerleri tarla fiyatı ile kamulaştırılmalı, genel ve gerçekçi planlama yapılmalı, oluşturulan arsa ve araziler planlı inşaat yapanlara karşılıksız verilmelidir...
***
Başkan diyor ki:
“Birilerinin belki canı yanacak, ama kimse kusura bakmasın...
Kimseye acımayacağız, dere yataklarında ne varsa yıkacağız!..”
İçinden dere geçen gecekondular ve de lüks villalar!.. İstanbul’un su havzalarında son üç yıldaki betonlaşma uydu fotoğraflarıyla tespit edildi... Koruma kuşağındaki Ömerli’ye F1 pisti, Elmalı ve Terkos’a lüks siteler, Büyükçekmece’ye fabrikalar...
Uzmanlar uyarıyor: Betonlaşan tüm havzalar sellere teslim olacak!..
Bu konuda daha ne yazayım ki; aklı başında olanlar için bu kadarı da yeter!
Sistemsizlik ve gelişmeler…
Reşat Nuri EROL
Adam Smith anlayışına (kapitalizme) göre sistem; devletin ekonomiye müdahale etmemesi, kendi kendine en iyisinin olacağı şeklinde idi.
Marx’a (komünizme ve sosyalizme) göre sistem; devleti elinde tutan güç ekonominin dizginlerini tamamen devlete verir, devlet her şeye karışır.
İslâmiyet’e göre ise sistem; sadece “reel ekonomide” kapitalistlerin dediği gibi devlet asla ekonomiye karışmaz, ancak “finans ekonomisinde” tamamen sosyalizm anlayışı içinde ekonomik düzenlemeler yapılır.
Bugün ise yeryüzünde bu sistemlerin hiçbirisi uygulanmamaktadır.
Dünyamız tam bir sistemsizlik ve düzensizlik içinde kıvranmaktadır.
***
Ne var ki, zaman geçtikçe, her alanda olduğu gibi ekonomide de İslâmiyet’in istediği sisteme doğru gidilmektedir.
Bunlar, bu olumlu gelişmeler, bu yeni uygulamalar nelerdir?
- Faizler (başta ABD, Japonya ve Türkiye olmak üzere) pek çok ülkede gittikçe düşürülmekte, hattâ sıfıra doğru gitmektedir...
- Gümrük vergileri, dış ticaret kısıtlamaları, vize ve pasaport uygulamaları (AB’de ve son Suriye-Türkiye uygulamasında olduğu gibi) gittikçe azaltılmaktadır...
- Para işleri ister istemez devletlerin imtiyazına doğru kaymakta, “karşılıksız kâğıt para” yerine, giderek “enflasyonsuz kaydî para” anlayışına doğru gidilmektedir...
- Ülkelerde ve uluslararası ilişkilerde, zulümlerin sona erdirilmesi ve gerçek adaletin tesis edilmesi amacıyla “hakim sistemi”nden “hakem sistemi”ne doğru kayılmaktadır...
Millî Görüş Hareketi’nin en önemli meyvesi olan “Adil Düzen”in ve “Adil Ekonomik Düzen”in kırk senede ortaya koyduğu ilkelere doğru insanlık -ve birileri istese de istemese de- zorunlu olarak gitmektedir. Çünkü bundan başka bir çare ve çözüm yoktur.
***
Bugün bütün dünyada sistemsizlik ve düzensizlik hakimdir.
Bu böyle devam edemez, insanlık bu yükü daha fazla taşıyamaz.
Dünya ister istemez “Adil Düzen”e ve Adil Ekonomik Düzen”e gelerek sistematik sisteme doğru gidecektir. En sonunda bütün dünya devletleri ister istemez bu “adil sistem”e girecektir. Yoksa bu kadar büyümüş ve gelişmiş bir dünya ve bu dünyanın ekonomisi sistemsiz olamaz, düzensiz olamaz. Yani reel ekonomide kapitalizmin (liberalizmin) olumlu yönlerinin, mâlî yani finans ekonomisinde de sosyalizmin müsbet taraflarının uygulanacağı bir sistemi insanlık er veya geç kabul edecektir.
Dikkat edilirse, var olan ana sistemlerin olumlu yönlerini dışlamıyoruz, ancak o sistemlerin olumsuz yönlerini de insanlık zulüm tarihinin çöp sepetine atıyoruz.
Başka bir deyişle, “Adil Düzen” ve “Adil Ekonomik Düzen” çok basit ve sadedir. Bu düzende devlet “kâğıt para” basıp üretime faizsiz ve cebri icrasız kredi verecektir. Karşılığında ise anayasada belirtilmiş vergisini alacak, buna karşılık kamu görevlerini ve genel hizmetleri yapacaktır. Yani “faiz”in yerini “vergi” alacaktır. Krediyi devlet verecek ama faizsiz verecektir. Enflasyon yapmayan bütün kredileri devlet karşılayacaktır. Devlet için bunu yapmak çok kolaydır, çünkü devlet için paranın maliyeti sıfırdır.
Ekonomik programlama yapılırken millî hasılayı artıracak ekonomik sistem/düzen uygulanmalıdır. Böyle olunca artan millî hasıladaki kamu payı da artacaktır. Artan kamu payı sayesinde devletin genel hizmetlerini artırmak mümkün olacaktır. Adil gelir dağılımı ile birlikte bu artış her ülkeyi arzulanan seviyeye çıkarır.
Bu giriş yazısından sonra; “bu yazdıklarımın nasıl gerçekleştirilebileceği” ile “Ekonomiden Sorumlu Sn. Bakan Babacan’ın ekonomi programı ile ilgili söylemlerinin değerlendirilmesi” bundan sonraki yazımın konusu olacaktır.
Hükümetin programı ve yapılması gerekenler
Reşat Nuri EROL
Önceki yazımda, bir taraftan var olan sistemsizlik ve düzensizliğe rağmen, diğer taraftan olumlu gelişmelerin de olduğunu ve daha da olabileceğini yazdım.
Sözünü ettiğim bu olumlu gelişmeler nasıl gerçekleşecektir?
- Devletin dış borçları ve faizler sıfırlanmalıdır. Dolayısıyla faiz yükünden kurtulan halk ve devlet yatırımlara yönelecektir. Bu da millî hâsılanın, dolayısıyla devlet gelirlerinin artmasına sebep olacaktır.
- İşsizlik önce önlenmeli, sonra tamamen ortadan kaldırılmalıdır. Millî hâsılanın artması sadece emeğin artmasıyla sağlanabilir. Vatandaşlara tam istihdam sağlanabilirse, millî hâsıladaki artış gerçekleşebilir. Çünkü insanımız ve halkımız için emeğinden başkası yoktur.
- Yurt dışından emek ithali de millî hasılanın artışına sebep olur. Bunun için yurt dışından gelen insanların ülkede çalışmalarına izin verilecektir. Bu uygulamaya değişik sebeplerle karşı çıkacak olanlara deriz ki; Almanya ve Avrupa ülkeleri bizim işçilerin emeği ile kalkınmadı mı? Yasaklara rağmen ülkemizde pek çok kaçak emekçi yok mu?
- Bunlara ilaveten ayrıca teknik eğitimle, genel planlamayla ve çalışanın verimini artırma yoluyla millî hasıla artmış olacaktır.
Bu dört unsurun dışında söylenenlerin hepsi aldatmacadır.
***
Ekonomiden sorumlu Sn. Bakan Ali Babacan’ın konuşmasının tamamını canlı olarak dinleyemedim. Daha sonra kısmen takip ettim ve inceledim. Ancak, maalesef bu sefer de yukarıdaki ana meselelerden söz bile edilmemiştir.
Sn. Bakan’a -dolayısıyla Sn. Başbakan’a- tekrar hatırlatıyor ve soruyoruz:
- “Faizler sıfırlanacak ve cebri icralar kaldırılacak” dendi mi?
Hayır!
- “Çalışana çalışma kredisi verilerek Türkiye’de işsizlik kaldırılacak” dendi mi?
Hayır!
- “Dışarıdan gelecek emeğe serbestlik verilecek ve ülke kalkınacak” denebildi mi?
Hayır!
- “Usta-çırak sistemi ile tüm halk meslekî eğitime tâbi tutulacak ve tarım sektörü sanayi ile desteklenecek” dendi mi?
Hayır!
O halde, Sn. Bakan Babacan (yani Hükümet’teki ekonomiden sorumlu bakan) ne anlattı?
Büyüklere hikâyeler!!!
Bu hikâyeleri yedi yıldan beri dinliyoruz; sadece dinliyoruz…
Sonuç olarak, söyler misiniz ne oldu, ne yapılabildi?
Halkımızın hangi ana sorunu çözüldü?
***
Elektrikte enerji sabitse, volt ile amperin çarpımı sabit kalır. Trafolar koyarak akımı çoğaltır, gerilimi düşürebilirsiniz. Ama dışarıdan enerji enjekte etmediğiniz zaman elektriği artıramazsınız. Yani, ekonomi başta olmak üzere halkın hiçbir ana sorununu çözemezsiniz.
Ekonomiden sorumlu Sn. Bakan Ali Babacan (yani Hükümet ve Sn. Başbakan) ne yaparsa yapsın; yukarıda sözünü ettiğimiz dış borçları ve faizleri sıfırlamazsa, emeği çoğaltıp üretimi artıracak eğitimi yükseltemezse, ülkemizin ana sorunlarını çözemez.
Bununla berber, eksiklerine rağmen ilk defa ciddî bir program yapılmış ve IMF’ye; ‘biz bunları yapacağız, isterseniz programımızı kritik edebilirsiniz’ denebilmiştir.
Türkiye’nin böyle demesi gerçekten yenidir. Bunun şimdilik en önemli sonucu, Türkiye’nin bu konuları düşünmeye ve tartışmaya başlamasıdır. Bu da takdir edilip tebrik edilecek bir durumdur: Tebrikler… Allah tamamına erdirsin…
Tekel sermaye sorunu ve çözümü
Reşat Nuri EROL
Bugünkü Batı uygarlığı “faizli tekel sermaye”ye dayanmaktadır. Beşyüz yıllık birikim Batı uygarlığını oluşturmuştur. Ancak, her oluş sonunda kendi ömrünü tamamlar.
Bugün gelinen seviyeye bir taraftan uygarlık, gelişme, ilerleme sayabilirsiniz; diğer taraftan bazı değerler açısından barbarlık, gerileme ve çöküş diyebilirsiniz…
Hangi pencereden bakarsanız bakın, önemli değildir. Önemli olan sonuçtur; insanlık müsbet ve menfi yönleriyle, yani iyi ve kötü taraflarıyla tekel sermaye sayesinde gelişmeler kaydet ve bugünkü hâle geldi. Ama gelişme ömrünü tamamladı ve artık geriliyor…
Bütün bu tesbitler bir yana, insanlığın bugün en büyük sorunu da “tekel sermaye sorunu”dur. Bu sorun sebebiyle yeryüzündeki insanlar ve ülkeler borç batağı içindedir... Aile müessesesi çökmek üzeredir... İşsizlik hemen her yerde insanlığı inim inim inletmektedir... Her tarafta terör olayları sürüp gitmektedir...
Bütün bunların ana kaynağı “faizli tekel sermaye”dir.
İnsanlık tekel sermaye sorununu mutlaka çözmelidir.
Bu sorunu isterse tekel sermayenin kendisi de çözebilir.
***
Bu tekel sermaye sorununu çözmek için;
- Tekel sermayenin bizzat kendisi “faizli ekonomi”den vazgeçmeli, “faizsiz ekonomi”ye yani “faizsiz kredileşme sistemi”ne geçmelidir.
- Tekel ekonomi “karşılıksız para” ihracından vazgeçmeli, “karşılıklı kaydî para sistemi”ne geçmelidir. Merkez Bankaları faiz karşılığı değil, faizsiz kredi vererek para çıkarmalıdır. Sistem faiz karşılığı vergi almaktadır. Faizli ekonominin yerini “faizsiz ekonomi” almalı, tekele son vermeli, rekabete dayanan piyasa oluşturulmalıdır.
- Büyük sermaye Ortadoğu’ya taşınmalıdır. Şimdilik merkez İstanbul olabilir. Bu konuda yapılması gereken geniş düzenlemeler olacaktır, onlar ayrı bir yazı konusudur.
- Tekel sermaye rekabetli reel ekonomi içinde sadece uluslararası ticaretle meşgul olmalı, ülke içi ekonomilerden çekilmelidir. Bu arada -bugüne kadar yaptıklarının aksine- ilme, dine ve siyasete asla etki etmeye ve onları yönetmeye çalışmamalıdır.
Tekel sermaye varlığını sürdürmek istiyorsa, bunu kendi gücüyle yapmalıdır. Bunu kolaylıkla yapabilir. Bu yeni sisteme nasıl geçileceği hususunda, biz de dahil olmak üzere, ilim adamları onlara yardımcı olabilirler.
***
Tekel sermeye bu uyarılarımıza değer vermez, “faizli sömürü sistemi”ne devam ederse; o zaman insanlık kendisi bu sermayeye karşı cephe almalı ve onu devre dışı bırakmalıdır.
Tekel sermayeyi devre dışına itmek için ülke ve devletler şunları yapacakladır:
- Her devlet kendi parasını tanımlayacak, tanımlanan bu değerler karşılığı olarak parasını çıkartacaktır.
- Her devlet sadece kendi parasıyla alış-veriş yapacak, yabancı para ile bir şey satmayacak ve bir şey almayacaktır. Dış ekonomik ilişkiler halk tarafından halklar arasında yürütülmelidir.
- Devlet, para değeri korunmuş olarak “faizsiz kredi”yi halkına verecek, buna karşılık “faiz” yerine “vergi” alacaktır. Vergi geliri ile devleti yönetecek, ülke içinde işsizliğe son verecektir.
- Karşı taraf gümrük uygulasa bile; tek taraflı olarak gümrük ve kota gibi kayıtlayıcı uygulamalar kalkmalıdır. Giren mallardan sadece yüzde yirmiyi geçmeyen vergi alınabilir.
Bu hususta işe bir devlet başlar. Diğer devletlerle zamanla işbirliği yapılırsa, tekel sermayenin karşılıksız parası işe yaramadığı için tekel sömürü sermayesi de devletlerin parası ile iş yapmaya başlar. Böylece tekel sermayenin sömürüsü sona erer.
Ekonominin rakamlarla iflas itirafı
Reşat Nuri EROL
Türkiye’nin “orta vadeli ekonomik programı” açıklandı. Geçen gün (29.09.2009) “Hükümetin programı ve yapılması gerekenler” başlıklı yazımda bu konuyu bazı yönleri ile ele almıştım. Bugün programın başka taraflarını irdelemeye ve ülke ekonomisinin ne durumda olduğunu anlamaya devam edelim…
Ekonomiden Sorumlu Sn. Bakan Ali Babacan tarafından açıklanan “orta vadeli ekonomi programı” aynı zamanda hükümetin ekonomiye bakış açısını da yansıtması bakımından önemli. Programda hedefler belirlenmiş ve bunlar rakamlarla ifade edilmiş...
Sadece rakamlardan ibaret olan bir program ne kadar anlamlıdır?
Bugüne kadar, yani yedi yıldan beri böyle nice rakamlı programlar gördük... Halkımız açısından ise sonuç ortada; ülke ekonomisinin durumu ayan beyan meydanda... Bu arada “halkımızın ana sorunları” çare ve çözüm beklemeye devam ediyor…
***
Rakamları konuşturacaksak, birkaç rakam da biz verelim:
Ekonomik daralmanın yüzde 6’yı geçeğini bizzat yine Sn. Bakan ifade etti!
Bütçe açığı zirve yaptı:
-Temmuz ayında bütçe açığı yüzde 100 artmış!
-Ağustos ayındaki bütçe açığı daha da yükselerek yüzde 125 artmış!
Yaz ayları böyle geçtikten sonra, kış aylarında daha neler olacağını göreceğiz…
Bütün bu olumsuz gelişmelerin sonucunda;
İŞSİZLİK şaha kalkmış; yeri geldiğinde varlığıyla öğünmekten geri kalmadığımız genç nüfusumuz aş-iş-eş derdiyle müptela, ailelerimiz perişan…
DIŞ BORÇLAR faizleriyle birlikte yuvarlanan kar topu misali giderek büyümeye ve dolayısıyla sadece hükümetlerin değil, ülkemizin bekasını tehdit etmeye devam ediyor…
Bütçe açığı dedik. Cumhuriyet tarihinde böyle bir bütçe açığı yok. Rakamlara ve gidişata bakılırsa, açık yıl sonunda korkutucu seviyelere ulaşacak ve 50 milyar doları geçecek gibi görünüyor… 2009 yılını ilk sekiz ayında ortaya çıkan ve 31.3 milyar dolar olan açık, yüzde 780 gibi çok yüksek bir artış miktarını ortaya koyuyor… Halbuki geçen yıl, bu yılın bütçesi yapılırken açık sadece 10 milyar dolar olarak hesaplanıyordu… Ne oldu da evdeki hesap, yani hükümetteki planlama, çarşıya uymadı?..
Hani geçen yıla kadar ekonomi iyiye gidiyordu; nerede o iyi ekonomi?
Sonunda ne oldu; sadece ve sadece faizciler yani faizli bankalar kazandı!
2009 yılında ekonomi daha da kötüye gidiyor… Böyle giderse 2010 yılı daha kötü olur, daha da kötüye gider… Ama bütün bunlar olurken fahiş faizciler hep daha fazla, daha çok, daha fahiş kazanmaya devam ediyor!.. Birileri (yani faizli bankalar) kazanırken, başka birileri (yani halkımız) hep kaybediyor, kaybediyor, kaybediyor…
***
Hükümetin açıkladığı ve 2010-2012 yıllarını kapsayan “orta vadeli ekonomik program”, neresinden bakılırsa bakılsın, ayakları yere basmayan, denk bütçe olma özelliğinden fersah fersah uzaklarda ve Türkiye’nin içine düşürüldüğü acınası durumu rakamlarla itiraf edip iflas edildiğinin adeta resmî belgesi. Tek kelimeyle fiyasko!
Bir tarafta devletin borçları, diğer tarafta giderek artan özel sektörün borçları…
İç pazar ithal mallara teslim, ihracat ise felaket derecede ithal girdilere bağımlı…
Bütçe açığı yıl sonuna kadar değil 50 milyar doları, 60 milyar doları bile geçecek!..
Çalışan nüfusumuzun, genç nüfusumuzun neredeyse yarısı işsiz, işsiz, işsiz…
İthalatımız artarken ihracatımız durmadan azalacak, azalacak, azalacak…
Devletin ve özel sektörün borçları ise daha da artacak, artacak, artacak…
Böyle bir ülke ekonomisi ve böylesi programlarla daha nereye kadar?!.
Dengeli ve sağlıklı ekonomi
Reşat Nuri EROL
Bir ülke kendi yağıyla kavrulabiliyorsa, kendi ekonomisiyle ayakta durabiliyorsa; “savaş” veya “kriz” zamanlarını kolay aşabilir, uzun zaman savaş veya krizlere karşı dayanabilir. Buna mukabil böyle bir ülke, dünya ekonomisine yeterince entegre olmadığından, ekonomi bakımından diğer devletlerin ekonomileri karşısında zayıf olur.
Bir ülke için bunun tam tersi bir durumu da düşünebilirsiniz…
Sonuç olarak bu meselenin “dengeli ve sağlıklı” bir durumu vardır.
Bir ülke, bir devlet, gerektiğinde düşmanlarıyla uzun zaman savaşabilmek için uygun seviyede “kapalı ekonomiyi” benimsemelidir.
Ancak, bir ülke, bir devlet diğer ülkeler karşısında güçlü ekonomiye sahip olmak için de aynı zamanda “dışa açık ekonomiye” sahip olmalıdır.
*
Bütünlenmiş dengeli ekonomi için “Adil Düzen”in bulduğu çare nedir?
Potansiyel olarak savaş veya kriz zamanlarında “kapalı ekonomi”ye geçebilecek şekilde hazırlıklı olmalıyız. Ama savaş olmadığı barış zamanında daima “dışa açık ekonomi”yi uygulayıp yaşamalıyız.
Bu dengeyi nasıl gerçekleştireceğiz?
Ülke olarak onda bir seviyelerinde “kapalı ekonomi” faizsiz kredi ile desteklenmelidir. Mesela, bir dozer fabrikası, senede beş-on adet veya daha fazla tank imal etmeli, devletimiz yani ordumuz bunları satın almalıdır. Neden? Çünkü savaş durumunda kendi tankımızı kendimiz yapmalıyız. Bu tank örneğini bütün ana askerî silahlara teşmil edebilirsiniz. Ama daha ucuza mal oluyorsa, dozer dışarıdan ithal edilmelidir.
“Adil Düzen”de temel ilke şudur:
Gerektiğinde derhal “kapalı ekonomi”ye geçebilen;
Ama normal şartlarda “açık ekonomi” ile yaşayan bir ülke olmalıyız.
Bu temel denge ve sağlıklı ekonomi ilkesinin gerçekleştirilebilmesi için;
-Devlet üreticilere her yıl “sipariş vererek” belli miktarlarla mal satın alır. Fabrikalar normal barış zamanlarında yüzde doksana varan oranlarda “piyasa malları” üretirler. Savaş veya büyük kriz zamanlarında ise dışarıya muhtaç olmayacak şekilde, yüzde doksana varan oranda ülke ekonomisini ayakta tutacak “kriz malları” üretirler.
-Devlet üreticilere peşin sipariş için “selem senedi” verir. Onlar senetleri götürüp bankaya rehin bırakırlar. Aldıkları nakit kredilerle başka işler yaparlar. Bu değerlerle ürettikleri malları zararla da olsa satarlar. Böylece dünya piyasalarıyla rekabet ederek varlıklarını sürdürmüş olurlar. Günümüzdeki bir uygulamaya benzetirsek; çokça verilen faizsiz kredi kartları ile üreticiler sübvanse edilmiş olur.
-Vakıf işletmeler kurulur. Kâr eden işletmeler zarar eden işletmelere ortak edilir. Birinin zararı diğerinin kârı ile kapatılmış olur.
-Vergi muafiyeti getirilir; elektrik ve su gibi alt yapılardan karşılıksız yararlandırılır.
*
İşte bu ve benzeri tedbirlerle, hazineye yük olmadan, “kriz dönemlerinde” üretebileceğimiz malların “normal zamanlarda” da üretimine devam ederiz.
Yani; “savaş zamanı”nı “barış zamanı” ile finanse ederiz, “kriz dönemi”ni “normal dönem”deki birikimlerimiz sayesinde atlatırız.
Ama bunların hiçbirisini mikroda müdahale ederek yapmayız.
Sadece “faizsiz kredi” ve “vergi muafiyeti” ile sağlarız. Faizsiz krediler istisnasız isteyen herkese verilir. Vergi muafiyetleri ayırım yapılmaksızın herkese tanınır.
Bu uygulamalar sayesinde ekonomiye mikroda müdahale olmamış olur.
Bir ülkede dengeli ve sağlıklı ekonomi böyle gerçekleştirilir.