ADİL DÜNYA DÜZENİ497
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜNYA DÜZENİ YENİ BİR MEDENİYET PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 14 Şubat 2009 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 497. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
TÜRKİYE GELİŞİRKEN…
GİDİŞ NEREYE, BEKLENEN NE?
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 45. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
M A R K E T L E R
***
Büyük Oyun, Türkiye ve ABD / Seçim rüşveti! /
Kriz, krizler ve yapılması gerekenler / IMF’ye rest!
Reşat Nuri EROL
***
1- Hâsılım yoh ser-i kûyunda belâdan gayrı
Garazım yoh reh-i aşkında fenâdan gayrı
2- Ney-i bezm-i gamem ey âh ne bulsan yele ver
Oda yanmış kuru cismimde hevâdan gayrı
3- Yetti bîkesliğim ol gaayete kim çevremde
Kimse yoh çevrile girdâb-ı belâdan gayrı
4- Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-i sebâdan gayrı
5- Bezm-i aşk içre Fuzûlî nice âh eylemeyen
Ne temettu bulunur bende sadâdan gayrı
***
RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 4
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
المر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ(1) اللَّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى يُدَبِّرُ الْأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ(2) وَهُوَ الَّذِي مَدَّ الْأَرْضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْهَارًا وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ(3) وَفِي الْأَرْضِ قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِنْ أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاءٍ وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي الْأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ(4) وَإِنْ تَعْجَبْ فَعَجَبٌ قَوْلُهُمْ أَئِذَا كُنَّا تُرَابًا أَئِنَّا لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ الْأَغْلَالُ فِي أَعْنَاقِهِمْ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(5) وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ الْمَثُلَاتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ(6)
وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ إِنَّمَا أَنْتَ مُنذِرٌ وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ(7) اللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنثَى وَمَا تَغِيضُ الْأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُ وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ(8) عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبِيرُ الْمُتَعَالِي(9)
وَيَقُولُ (Va YaQUvLu) “Kavlediyorlar.”
Sana indirilen kitap haktır. Ancak insanların ekserisi iman etmiyor Aceb ediyorsan, onların kavilleri acibdir. Ve haseneden önce seyyieyi istical ediyorlar ve şöyle diyorlar. Acayip olan onların toprak olduktan sonra mı dirileceğiz sözleridir. Ve âyet indirilmeliydi diyorlar. Cümlesine atıf değildir. Öyle olsaydı “ve kavluhum” şeklinde olurdu. Fiil cümlesi fiil cümlesine atfedilmişse “yesta’ciluneke”ye atfedilmiş olur. Eğer burada “aleyhi” değil de “aleyke” olsaydı o zaman istical olurdu. Senden istical ediyorlar diyor. Ama sonra onun üzerine diyenler başkalarıdır demektir. Bu cümle yukarıdaki ekserisine atfetmektedir.
Kur’an’daki atıfların nerelere olduğu tesbiti en önemli sorundur. Burada olduğu gibi ifadeler öyle kullanılır ki nereye atfedildiği karine ile sabit olur. İnsanların ekserisi iman etmezler, kâfirler ise ona âyet inzâl olunmalıydı derler şeklinde atıf yapılmıştır.
الَّذِينَ كَفَرُوا (elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olan kimseler.”
“İman etmek” bir şeyi güven altına almak demek olduğu gibi, “bi” ile gelince de onunla kendini güven altına almak anlamında olur. Yukarıda “ekserisi iman etmez” diyerek gelen hak ile kendilerini güven altına alsınlar demektir, yahut da hakkı güven altına almazlar demektir. Dayanışma ortaklıkları kuruyorsunuz. Hakemlerin verdiği kararlara uymayanlara karşı birlikte savaşacağınıza söz veriyorsunuz. Bu imandır.
Bu hem kendimizi emniyete almak anlamındadır, hem de hakkı emniyet altına almak demektir. Sözleşmelerle tesbit ettiğimiz kuralları güvenceye almak demektir. Dolayısıyla hakkı güvenceye almak demek, kendimizi güvenceye almak anlamındadır. İşte iman budur. Yani iman demek güvenlik sistemini kurmak demektir. Kurucu olarak if’al babından emniyete alansın, ama sen de o güvenceden yararlandığın için de kendini onunla yani güvence sistemi ile emniyete alansın demektir.
Bu nasıl sağlanır?
Allah’ın nimetlerine şükretmekle olur. Madem ki Allah bize bu gücü ve kuvveti verdi, biz de onu kullanmakla yükümlüyüz. İman etmek demek genel güvenliğe katılmak demektir.
Bu genel güvenliğe katılmak nasıl olur?
Bedenen katılırsınız veya cizye verirsiniz.
Bunların hiçbirisini yapmazsanız küfranı nimet edersiniz, nankörlük yaparsınız. Bu “küfretmiş olan kimseler” cizye vermeyen kimselerdir. Yani askere gelmedikleri gibi cizye de vermezler. Ama bunlar hakem kararlarına uyarlar. Dolayısıyla aramızda çıkan ihtilafları hakemler yoluyla hallederiz. Hakem kararlarına uydukları müddetçe biz bunların mallarına ve canlarına dokunmayız. Ama cizye vermedikleri için biz onları korumayız. Kendilerine tahsis edilen topraklardaki olaylara karışmayız.
Burada kâfirleri zikretmiştir. İzmar etmemiş, “ve yekûlûne ellezine keferu” demiştir. Halbuki bir âyet önce “ve yesta’cilûneke” denmiştir. Çünkü her inanmayan kâfir değildir. İnanmaz ama kâfir de olmaz. Biz bunlara müslim diyoruz. İnanmayanlar hakka karşı çıkmazlar ama ona göre de amel etmezler. Burada önemli bir hususa işaret etmemiz gerekir.
İnsan bildiğine iman eder ve onu savunur. Yanlış olduğunu bildiğini reddeder ve ona karşı cihat yapar, mücadele eder. Mü’min budur.
Kesin olarak doğru olduğunu bildikleri halde onu kabul etmeyip reddedenler kâfirdirler. Kesin olarak yanlışlığını bildikleri halde onu savunanlar da kâfirdirler.
Asıl sorun şudur. Kesin olarak doğru veya yanlış olduğunu bilmediğimiz karşısında ne yapacağız? Görüşlerimizi beyan edecek ve ondan sonra kendi içtihadımızla amel edeceğiz, başkalarını kendi içtihadımıza davet etmeyeceğiz. Herkes kendi içtihadı ile amel edecek.
İşte kâfir olanlar onlardır ki bildiklerinin aksini iddia ederler.
En kötü tarafları, onlar kendi bildiklerini hak ve başkalarının görüşlerini bâtıl sayar, herkesi kendi görüşlerine zorlarlar. İşte bunlar kâfirdirler.
Lâiklik bu zorlamayı yapmamaktır. Herkesin kendi görüşünde olmasını sağlamak ve doğruyu bulmaktır. Sadece icmalarla sabit olanların herkes tarafından benimsenmesi gerektiğini kabul etmektir.
İşte mü’minler hakka yani icma ile sabit olanlara uymayanları zorlayan kimseler demektir. Cihad budur. Yani hakem kararlarına uymayanları hakem kararlarına uymaya zorlamaktır. İman etmeyen ama kâfir olmayanlar da kendileri hakem kararlarına uyarlar. Kendileri icmalara karşı çıkmazlar. Ama icmalarla sabit olanlara ve hakem kararlarına uymayanlara karşı da tavır takınmazlar. İşte bu anlayışımızı bu âyet teyit etmektedir.
Kâfir olanları iman etmeyenlere atfedince, küfredenlerle iman edenleri birbirinden ayırmış olur. Aralarında ilişki vardır ama iman etmeyenlerin hepsi kâfir değildirler demektir.
Yenibosna’da kooperatif merkezimizde yapılan çalışmalarda Arapça dersler yapılmakta ve okunmaktadır. Matuf, matufun ileyhin aynısı değildir kuralını biliyorlar. Bunu İmam Hatip Lisesi mezunları da biliyor. Ama bizim bu kurala verdiğimiz bu mânâyı acaba kaç hocaefendi kabul edecektir?
Evet, her iman etmeyen kâfir değildir. İman etmeyen inanmaz ama inkâr da etmez. Kâfir ise inanmaz ama aynı zamanda elinde hiçbir delili olmaksızın inkâr eder.
لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ (LaV LAv EuNZiLa GaLaYHi) “Ona inzâl olunmalıydı.”
“Kâfir olanlar ‘ona âyet inzâl olunmalıydı’ diyorlar.”
Burada da çok önemli bir münazara kuralı ortaya konuyor.
Bir kimse bir cümle söylediği zaman karşı tarafın ona karşı takınacağı tavır şudur.
a) Kendisine göre o cümle doğrudur. Ona düşen onu kabul edip muhatabını tasdik etmesidir. Sözün doğrudur diyecektir.
b) Kendisine göre doğruluğu sabit değilse karşı taraftan delil istemesi gerekir. Ancak bu delil her zaman âyet seviyesinde olmaz. Zannî deliller olabilir. Çünkü biz amellerimizi kesin delile dayanarak yapmayız. İçtihadımızla bize en doğru olan hangisi ise o delilleri getiririz. Bu deliller de ona uygun gelirse onunla işbirliği yaparlar.
c) Delil yeterli olmazsa ve bir hüküm oluşturmazsa, ona karşı çıkmaz ama ona uymaz da. Herkes kendi içtihadına göre amel eder.
d) Eğer karşı delil varsa, kesin delil varsa, karşı tarafın delilini cerh eder ve onu yanlışlıktan vazgeçirir.
Şimdi kâfirler ne yapıyor?
Siz bir şey söylerseniz delil getirmeniz gerekir, kesin ispat etmeniz gerekir.
Ama onlar bir şey söylerlerse onlara delil gerekmez, o söylerse yeterlidir!
Bunun tipik örneği başörtüsüdür. “Kur’an’da başörtüsü yoktur!” deyip kendilerine göre delilleri tevil ediyorlar. Bizden Kur’an’dan açık âyet istiyorlar. Hattâ âyetlerimizi bile inkâr ediyorlar. Öyle de, sizin Kur’an’dan başın açılması gerektiğine dair âyetiniz mi var? Kur’an’da, okula giden kızların başlarını açmaları gerektiğine dair bir âyet mi var? Aman efendim, âyete ne gerek var! Çünkü onlar tanrı, onlar bir şey söylediler mi âyete gerek yok! Biz bir şey söylediğimiz zaman ise onların gözüne sokacak âyet getirmemiz gerekir.
Önce kimse Kur’an’a inanmak zorunda değildir. Ama kimse de Kur’an’a inanmaktan başkasını alıkoyamaz. Lâiklik demek, Kur’an’a inanmayanlarla inananlar arasında Kur’an hakem değildir demektir. Ne biz Kur’an böyle söylüyor diye bir şeyin olmasını isteyeceğiz, ne de onlar Kur’an böyle söylüyor diye söylediklerimizden vazgeçmemizi isteyeceklerdir. Biz aramızda tartışırken başka şeyleri hakem yapacağız.
Kur’an’a inananlar kendi aralarında Kur’an’ı hakem yapacaklardır.
Kur’an’a inananlar da Kur’an’ın mânâsını anlarken anlayışlarını birbirlerine dayatamazlar. İcma olan kısımlarda birbirlerine emrederler.
Şimdi biz bir şey iddia ettiğimiz zaman kesin delillerle onu ispat etmek zorundayız. Onlar ise ‘anayasa mahkemesi böyle karar verdi’ diyorlar. İşte, mahkeme bizim tarafa yönelik karar verirse o bağlayıcı değil, ama onlara yönelik verirse bağlayıcı! Oysa mahkeme kararları sadece o davanın taraflarını ve olayla ilgili meseleyi bağlar. Ama onlara göre bizim aleyhimize olan delilsiz anayasa mahkemesinin gerekçesiz sözleri de bağlayıcı!
İşte bunlar kâfirdirler.
Âyet getirmemiz gerekiyorsa, sizin de getirmeniz gerekiyor.
İyi bilin ki sizin bizden hiçbir üstünlüğünüz ve ayrıcalığınız yoktur.
آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ (EAvYeTün MiN RaBbiHIy)
“Rabbinden bir âyet inmeliydi.”
Onların iktidar olmaları için bir âyet gerekmez. Bizim iktidar olmamız için doğrudan bize bir âyet gelmelidir. Rabbimizden bir âyet gelmelidir. Sen bir şey söylediğin zaman çok açık bir şekilde onun ispatı gerekir. Sizin zannî istidlâl onlar için makbul değildir. Ama onlar için böyle bir şey yoktur. Bir yerde eğer sömürü sermayesi uygulama yapmışsa tamamdır.
Dikkat eder misiniz; Meclis’te görüşmeler yapılırken, kanun yaparken, müsbet ilim böyle diyor, falan âlim böyle diyor, yahut bunun illeti budur, bunun hikmeti budur diye biriyle tartışmazlar. Fransa’da böyledir, Danimarka’da böyledir, İtalya’da böyledir. Tartıştıkları şey konusunda acaba Amerika’daki sömürü sermayesi ne diyor? Aman biz yeni bir şey yapmayalım, sonra çarpılırız. Amerikan tekel sermeyesi de bunlara doğrudan fetva vermez, çünkü sonra sahip çıkması gerekir. Meclis neyi tartışıyor? Acaba sömürü sermayesi bu işe ne der? Eğer Batı’da bir ülkede, hattâ dünyada bir ülkede bir uygulaması varsa, demek ki sermaye izin veriyor, biz de onu kanunlaştırabiliriz.
Bizim sözümüzün geçerli olması için bizim Rabbimiz bize doğa üstü kuvvet vermeli, sermayeyi sihirli kılıçla yenmeliyiz. İşte ona Rabbinden bir âyet nâzil olmalıydı demek, onlara göre öyle İlâhi bir güce sahip olmalıyız ki, salladık mı tüm başlar uçup gidecektir.
Çok açık ve net olarak şunu söylüyorlar: Siz kırk senedir Adil Düzen için çalışıyorsunuz. Bunu da Kur’an’dan istidlâl ettiğinizi söylüyorsunuz. Peki kırk senede ne yaptınız, ne oldunuz? Sizin Rabbiniz sizi nereye getirdi, neyiniz var, hangi iktidarınız var? Dinde cemaatiniz mi çoğaldı? Paranız mı arttı? İktidarlara mı geldiniz? Rabbiniz size bir belediyecik bile nasip etmedi. Susun artık, ne konuşuyorsunuz!
Burada müfret olarak kullandıklarını söylerken onlar olayları kişiye indirirler. Onlara göre Millî Görüşün tek kaynağı vardır, N. Erbakan. Risale-i Nurların tek kaynağı var, F. Gülen. Akevler’in tek kaynağı var, o da S. Karagülle. Onun için başarısızlığı ifade ederken “onlara” demezler, “ona” derler. Oysa bunların hiçbirisi onların eseri değildir. Onlar görevlidir. Başarı ise onların değil, Allah’ındır. O’na inananlarındır, yani Allah’a inananlarındır. Bu sebepledir ki burada “Min Rabbihi” kelimesi kullanılmıştır.
Onlara göre bir kimsenin bir şeyi söylemesi, insanlara anlatması için resmi görevinin olması, diplomasının olması gerekir. Onlara göre bir görevi yüklenmesi için ya babadan miras olarak intikal edecek, ya daha önce görevli olan kimse o görevi size tevcih edecek, ya da seni ekseriyet sistemi ile de olsa seçecek, ya da senin para veya silah gibi gücün olacak. Durup dururken bir adamın çıkıp akıl vermesi ne anlama gelir?
İSAV (İslâmî İlimler Araştırma Vakfı) Başkanı Prof. Dr. Ali Özek’le samimi bir diyaloğumuz vardı. İSAV’da konferanslar vermiştik ve vakıf bizim çalışmalarımızı yayınlamıştı. Erbakan’a onu (Ali Özek’i) ilim heyetimize almamız gerektiğini söyledik. Davet edildi. O da kabul etti. Birlikte Almanya’ya gittik. Birden değişiverdi ve dedi ki: “Senin İslâmî bakımdan bir ehliyetin yok, medrese icazetin yok, okullardan diploman yok, konuşamazsın! Bu hususta konuşma yetkin yok!”
Böylece bizimle çalışmayı terk ederek o gün güçlü sandığı kimselere gitti.
Oysa Kur’an’dan sonra artık ‘sen peygambersin’ diye Allah’tan atanmış kimse yoktur. Herkes beşikten mezara kadar öğrenmekle yükümlüdür. Herkes takati derecesinde ne yapabiliyorsa onunla yükümlüdür.
“Sen” deyince Hazreti Muhammed’i anlarsanız, o zaman kimsenin tebliğe yetkisi olmaz. Ancak Şiilerin imamiye mezhebi kalabilir. O da on ikinci imam gitmiş ve gelmemiş olduğu için İslâmiyet 1300 seneden sonra yoktur demektir.
İnanmamış insanların, samimi olmayan insanların yaptıkları bizi üzmüyor da; samimiyetlerinde, imanlarında, takvalarında en küçük şüphe etmediğimiz kimselerin bu davranışlarını nasıl karşılayacağımızı bilemiyoruz. Onlar görüşmek istemiyorlar. Biz de onları bırakıyoruz. Ama onlardan ayrı kaldığımız için sıkıntıda olduğumuzu ve üzüldüğümüzü itiraf etmeliyim.
YUNUS EMRE şöyle diyor:
Bir garip öldü diyeler,
Üç günden sonra duyalar,
Soğuk su ile yuyalar,
Şöyle garip bencileyin.
Her halde Yunus Emre de böyle garip bırakılmıştır.
FUZULİ bir gazelinde şöyle diyor:
1- Hâsılım yoh ser-i kûyunda belâdan gayrı
Garazım yoh reh-i aşkında fenâdan gayrı
2- Ney-i bezm-i gamem ey âh ne bulsan yele ver
Oda yanmış kuru cismimde hevâdan gayrı
3- Yetti bîkesliğim ol gaayete kim çevremde
Kimse yoh çevrile girdâb-ı belâdan gayrı
4- Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-i sebâdan gayrı
5- Bezm-i aşk içre Fuzûlî nice âh eylemeyen
Ne temettu bulunur bende sadâdan gayrı
Açıklama: 1- Senin sokağının başında beladan başka elde ettiğim (bir şey) yok -aşkının yolunda yok olmaktan (ölmekten) başka da bir amacım yok. 2- Ey ah! Gam (hüzün) meclisinin ney'iyim, ateşe yanmış kuru vücudumda arzudan başka ne bulursan yele ver (savur) dağıt. 3- Kimsesizliğim o dereceye vardı ki, çevremde -bela girdabından başka dönen kimse yok. 4- Bana, ne gönül ateşinden başka kimse yanar,-ne de tan yelinden başka kimse kapımı açar. 5- Fuzûlî! Aşk meclisinde nasıl ah etmeyeyim? -bende sesten başka ne kâr bulunur.
Bunları niçin anlattım?
Adil Düzen Çalışanlarının başına hep bunlar gelecektir.
Böyle olduğunu bilsinler ve sabredip ecirlerini alsınlar diye anlattım.
إِنَّمَا أَنْتَ مُنذِرٌ (EinNaMAv EaNTa MuNZiRun)
“Sen sadece münzirsin.”
Sen ey Kur’an’ı okuyup anlamaya ve anlatmaya çalışan kişi. Evet, senin gücün yok, diploman yok, paran yok, cemaatin yok, makamın yok, hâsılı onlara söylediklerini inandıracak bir gücün yok. Çünkü sen münzirsin. Sadece hiçbir güce dayanmayan hakkı ifade ediyorsun. Söylediklerin haktır. Başka bir gücün yok, doğru söylemenin ötesinde hiçbir artın yok. Yok, çünkü onlar olsa hakka değil senin gücüne inanırlar. O zaman senin söylediklerin ile diğerlerinin söyledikleri arasında fark olmaz. İnsanları hakka götürmez, sana götürürsün, kendine taptırmış olursun. Nitekim sonra güçlenince peygamberlere tapmışlardır.
Sen sadece inzar edeceksin. Gariban olacaksın, yalnız olacaksın, güçsüz olacaksın; ama söylediğin hak olacak, verdiğin haberler doğru çıkacaktır.
Kur’an ilk nâzil olduğu zaman böyle idi. Mü’minlerin Kur’an’dan başka bir güçleri yoku. Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa da böyle değil miydi, hangi güçleri vardı, suhuflarından ve kitaplarından başka neleri vardı?
Sen sadece münzirsin, başka bir görevin yok. Onları yola getirme görevi senin değil. Onlar gerçekleri görüp kendileri inanacak. Sana değil hakka inanacak. Söyleyen kim olursa olsun doğru söze inanacak, doğru söyleyene değil.
İşte bu sebepledir ki hakkı söyleyene herhangi bir imtiyaz vermedi, âyet kılmadı. Kişiye mucize vermedi, Kur’an’a mucize verdi.
Biz de insanlara Kur’an’ı mânâsıyla, usulü fıkıh kurallarıyla, geçmişteki fıkıhçıların ve kelamcıların kurallarıyla yorumluyor ve size aktarıyoruz. İmamı Azam Ebu Hanife ne yapmışsa, İmamı Malik ne yapmışsa, İmamı Şafii ne yapmışsa, İmamı Ahmet b. Hambel ne yapmışsa onu yapıyoruz. Buhari, Müslim, Davud, Nesei, Tirmizi ve İbni Mace ne yapmışsa onu yapıyoruz. Gazali ne yapmışsa, Razi ne yapmışsa onu yapıyoruz. Süleyman Tunahan ve Bediüzzaman ne yapmışsa onu yapıyoruz. Onların hepsi bizim gibi garibandı. Sonunda insanlar onlara inandı. Onlara inanmadı, onların söyledikleri hakka inandılar. Sizler de ben garibana inanmayacaksınız, birkaç Akevler Adil Düzen Çalışanı garibana inanmayacaksınız, ama hak olarak söylediklerimizi baş tacı yapacaksınız. Evet, Erbakan şimdi evde siyasi haklardan mahrum olarak oturuyor ama onun siyaseti Türkiye’yi yönetiyor.
Bu cümle atfedilmemiştir. Eğer “kalu”dan sonra gelen cümleden sonra gelen cümle atfedilirse, o cümlede söylenen cümle olur. “Sen sadece münzirsin” sözü kâfirlerin değil de Allah’ın sözü olduğu için atfedilmiştir. Ona Rabbinin kelimeleri ile “sen sadece münzirsin” demiş olması da bu sözlerin kâfirlerin sözleri olmadığını kanıtlar.
وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ(7) (Va LiKulLi QaVMın HAvDin)
“Her kavmin bir hâdisi vardır.”
Buradaki “Vav” iştirak içindir. Birinci cümledeki münzire bu cümledeki hadiyi atfetmiştir. “Li Külli Kavmin Hadin”in zarfıdır. Bunun mübtedası mahzuf olan “gayruke”dir. Sen sadece münzirsin, had ise senden gayrıdır. Her kavmin bir hâdisi vardır.
“Kavm” aynı fiili konuşan topluluktur. Nüfusları 30 milyon ile 100 milyon arasında olmalıdır. 30 milyondan az olurlarsa yeterli güce sahip olamazlar, ülkelerini savunacak orduya sahip olamazlar; 100 milyondan fazla olurlarsa bu sefer de aralarında birlik sağlayamazlar. Topluluk gevşer. Yaşlılık alâmetleri gösterir. Daha fazla nüfusa sahip olanlar bölünerek iki devlet oluşturmalıdırlar.
Burada “her kavmin bir hâdisi vardır” demekle, başkanın bir tek kişiden ibaret olacağını bildirmektedir. Nekre getirerek başkanın değişik olacağını anlatıyor. “Likülli kavmin hadihim” olurdu.
“Kavm” kelimesi aynı zamanda müşterek isimdir. Nâs, şa’b ve kabilenin, hattâ aşiretin bir başkanı vardır.
1961’de İzmir’e gitmiştim. İzmir öncesinde DP’lisin diye beni devlet görevinden uzaklaştırmışlardı. Halbuki ben DP’li değildim, oyumu bile Millet Partisi’ne vermiştim. Bu arada Başbakan Menderes’i de astılar. Düşündüm, bize yapılan bu zulümler neden? Menderes’in İslâmiyet’le bir ilgisi yoktu, ama Türkiye’yi kalkındırmıştı, onun için astılar. Benim ise namaz kılmam dışında hiçbir suçum yoktu. O halde ne diye kovdular?
İşte buradan çok açık anlaşılıyordu ki bizim suçumuz varlığımız idi.
İzmir’e gittiğimde orada Halil Rifat Paşa Cemaati’ni (Halil Rifat Paşa semtinde oturanları) buldum. Remzi Güres’in başkanlığında Dursun Aksoy, Mehmet Gemalmaz ve Ahmet Remzi Hatip.
Bir gün Remzi Güres ile bir İslâmî sahil sitesi tesis etmeyi konuşuyorduk. ‘Bana göre bu cumhurbaşkanlığından önemli bir iştir.’ dedi. Ben de buna inandım, aynı görüşteyim ve bugün yani şimdi de hâlâ o görüşteyim.
Onun başka bir sözünü daha burada nakletmek isterim: ‘Haktan sonra sadece dalâlet vardır.’ âyetini okuyor, CHP ile AP arasında fark olmadığını söylüyordu. Ben buna da inandım, hâlâ da inanıyorum. “Adil Düzen”i benimsemeyen herkes bizim için birdir.
Çalışmada usul ayrılığımız olduğu için biz Akevler’i kurduk. Ahmet Tahir Satoğlu, İhsan Emci ve Osman Eskicioğlu ilk kurucular olduk. Onlar da kendi aralarında ortak oldular.
Daha önce İzmir’de Nur medresesi vardı, Mustafa Birlik büyük bir samimiyetle toplantıları devam ettiriyordu. Biz onların toplantılarına katıldık. Sonra Fethullah Gülen geldi. Yine usulde anlaşamadık. Onlar ‘vakıf kurun’ diye dayatıyorlardı, biz ise vakfın tuzak olduğuna inanıyorduk. Vakfı kurduracaklar, sonra kapatacaklar, mallar devlete kalacaktı. Kooperatif de kapanabilirdi ama mallar ortaklarına yani üyelerine kalırdı. İşte bu usul ayrılığımız bizi birlikte çalışmadan birbirimizden ayırdı.
Biz Akevler Kooperatifi’ni kurduk...
Onlar Akyazılı Vakfı’nı kurdular…
Süleyman Tunahan cemaati ile ilgilendik, bize yakınlık gösterdiler ama mensuplarına bizim ilgimizi değerlendirtmediler...
Necmettin Erbakan’la siyasi faaliyete girdik, bağımsızlar hareketinde ve partilerde görevler yaptık, “Adil Düzen”i beraber oluşturduk...
Bu arada İlâhiyatçılarla yaptığımız ortak çalışmalarımız ilmî olmadı/olamadı, iktidarın baskısı ile bizden uzak kaldılar…
AK Parti’nin bir kısım kadrosu Akevler’den harekete geçmiş olmasına rağmen, bizden hep uzak durdular...
İşte bu gelişmelerin mânâsı bunu çok açık göstermektedir. Biz ilmini ortaya koyacağız, biz örnek uygulamalar yapacağız. Ama asıl uygulayan hâdiler olacak. Onlar güçleri olan kimseler olacaktır. Bediüzzaman’ın söyledikleri ancak F. Gülenciler’in elinde gelişti. Bizim siyasi söylemimizi Millî Görüşçüler uyguladılar. Millî görüşçülerin söylediklerini AK Partililer uyguladılar...
Demek ki bu âyet bize çok açık olarak göstermektedir, Akevler’in gücü yoktur, olmayacaktır da. Ama birer hâdi çıkacak ve o hâdiler uygulayacaklardır.
Her kavmin bir hâdisi vardır. Ve sen o değilsin.
Bu âyet Mekke’de nâzil olmuştur. Bu âyette ‘sen hâdi değilsin’ demiyor, ‘sen başka kavimlere hâdi değilsin’ diyor. Ama kendi kavmine hâdi olabilirsin demektir. Nitekim Hazreti Muhammed Mekke’den Medine’ye hicret etmiş ve orada devlet kurmuş, güç elde etmiş, Allah’tan ona âyet nâzil olmuştu. Bedir Savaşı’ndan sonra artık tüm Arabistan Müslümanlarla ilgi kurmuştur. Sonunda Mekke fethedilince de sorun bitmiştir.
Akevler başka hâdileri desteklemiştir. Yani İslâmî faaliyet gösteren herkesin yanında olmalıdır. Örnek olarak Anadolu holdinglerini desteklemek istedik, ama kendileriyle yaptığımız görüşmeleri ya reddettiler yahut değerlendirmediler. Biz kendimiz için değil, onlar için görüşmeler istiyorduk. Bizim sistemi N. Erbakan ve F. Gülen alıp uyguladı. Bizden ayrı kaldılar ama hep bizim sözlerimizi değerlendirdiler. Bugün her ikisi de dünya çapında en etkin kuruluş hâline gelmiştir. Akevler ilmî çalışmalara devam etmektedir. Belki onlar da bir iş yapacaklar. Ama asıl “Adil Düzen” her kavmin hâdileri tarafından uygulanacaktır.
Evet, Akevler Çalışanlarının cemaatleri olmayacak, paraları olmayacak, makamları olmayacak, akademik kariyerleri olsa bile akademik örgütleri olmayacak. Ama Akevler’in ortaya koyduğu gerçekler benimsenecek ve “Adil Düzen” dünyaya hakim olacaktır. Adil Düzen Çalışanları bu gerçeği bilsinler, dünyada nimetler beklemesinler, ama âhirette alacağımız O’nun rızasını isteyeceksiniz...
***
اللَّهُ يَعْلَمُ (elLAvHu YaGLaMu) “Allah alimdir, Allah bilir.”
Bir şeyi bilmek iki şekildedir. Saati geldiğinde güneşin batacağını bilmek bir ilimdir, bunu bilir. Bu geleceği bilmedir. Yahut geçen akşam saat 7’de güneş batmıştır. Bunu da insan beyniyle bilir. Şimdi akşam saat 7 iken güneşe baktığınız zaman onun batmakta olduğunu görmektesiniz. Güneş batıyor. İşte bu bilgiyi idrak olarak bilirsiniz. Beyninizdeki kuralla değil, bizzat onu müşahede ederek bilirsiniz. “Allahu âlimün” şeklinde bilir olsaydı, o zaman zihnî bilmedir, kuralla bilmedir. “Ya’lemu” deyince, bizzat gurub ederken müşahede ile bilme olur. Görerek, duyarak bilmedir. Allah burada fiil ile isim cümlesi yapmakla Allah’ın müşahede ile bilmekte olduğunu ifade ediyor.
Filozoflar, Allah küllü bilir cüzü bilmez demişlerdir. Yani Allah kanunları koyar, cisimleri var eder, onlara nasıl hareket edeceklerini öğretir. Sonra onlar bu hareketleri yaparlar. Allah hesaplayarak o zerrelerin nerelerde olduğunu bilir diyorlar, ama Allah müdahale edecek şekilde cüzü bilmez diyorlar.
Biz de diyoruz ki; Allah geçmişte yaratmış, şimdi istirahat etmiyor, şimdi de yaratıyor. Her zerrenin hareketini değiştirebilir, ne yaptığını ayrı ayrı takip eder. Allah kanunları değiştirmiyor, biz şaşırmayalım diye. Yoksa O’nun gücünün yetmemesinden dolayı Allah’ın kanunları sabit değildir.
“Allah bilir” diyerek kadının ne hamlettiğini, nasıl tuttuğunu ve neyi artırdığını bilmektedir. Miktar ise O’nun indindedir.
مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنثَى (MAv TaXMiLu KulLu EuNÇAy)
“Her unsa neyi tahmil ederse onu bilir.”
Daha önce her semerattan çift yarattığını söylemiş, arada insanı anlatmış ve tekrar ikili yaratma konusuna dönmüştür. Canlının yaratılışını tasvir etmektedir.
Burada “Mâ” demektedir, “Men” dememektedir. “Meni” ma’dır men değildir. Ziyade olan da insanın bedenidir. Men değildir. O halde insanın bedeni anlatılıyorsa bu men değil ma olarak anlatılır.
“Ünsanın hamlettiğinden” bahsedilmektedir. Bakteride de eşleşme vardır. Erkek ve dişi belli değildir. Ancak iki bakteri arasında bir boru oluşur. O borudan diğerine aktarma yapılır. Ve boşalan yok olur. Yok olmasa bile iki tarafa akış olmaz. Dolayısıyla biri hamleder. Yüklenen ünsadır.
“Küllün” kelimesini kullanmaktadır. Nekrenin üzerine küllün gelirse bütün türlerden ayrı birerleri içerir. Harfi tarifte istiğrak vardır. Burada tamim vardır. “Mâ” “haml”i tamim eder.
“Ünsa” kelimesi “ins” kelimesine akrabadır. “Nisa” kelimesi ile de akrabalığı vardır. Nisa, savaşta ve avlanmada yerleşik olan, savaşa ve avlanmaya katılmayan kimselerdir. Rical karşılığı kullanılır. “Ensa” ise yaka demektir. Çiftlerden biri olarak alınır. Zeker çeliğe denir. Ünsa yumuşak demire denir. Kadınların uyumlu olması nedeniyle onlara “ünsa” denmektedir.
“Haml” yük demektir. Döllendikten sonra haml olunan erkek veya dişi olur. Bir döllenmede erkeklik ve dişilik haml esnasında ortaya çıkar. “Mâ tahmilu” deyince, erkek mi yüklenmiştir, dişi mi, bunu bilmektedir.
Genel olarak dişi yumurtası azdır. Erkek sperm ise çoktur. İnsanda erkek doğum oranı kadınınkinden biraz fazladır. Erkekler yarışırlar. Başarılı olanlar döllemiş olur. Milyonlarca sperm yarışa çıkar. Birçok engebeli yollardan sonra yumurtanın çevresinde yumurtaya dalma yarışında olurlar. Sperm kuyruğunu dışarı bırakarak yumurtaya girer. Yumurtanın çevresinde sert bir kabuk oluşur, başka sperm giremez. Yani bütün canlılarda dişiler için tek evlilik vardır. Erkek spermler de bir tanesinden fazlasını dölleyemezler. Ama bir çiçekte bulunan çiçek tozları pek çok çiçeği dölleyebilir. Dişideki yumurta her dişi için aynıdır. Oysa erkekteki sperm ya Y kromozomludur, erkektir, ya da X kromozomludur, dişidir. İşte yarışı kazanan sperm Y’li ise çocuk erkek olur, X’li ise dişi olur. Haml o zaman başlar. Cinsiyet o zaman başlar.
Ondan sonra ne olur?
İnsanın sırtına aldığı yüke “vizr” denir.
Merkebin sırtına yüklenen yüke “haml” denir.
Bir şeyi bastırmak için üstüne konan ağırlığa “sıkl” denir.
Mıknatıs gibi kendisinde olan kuvvete “vıkr” denir.
Dişi taşımak üzere yük yüklenmiştir.
وَمَا تَغِيضُ الْأَرْحَامُ (Va MAv TaĞIyWu elEaRXavMu)
“Rahimler neyi ğayd ederse.”
“Sınvan” bir yerde toplanan ağaçlardır. Hurmalıklar sulak yerde toplanırlar. Bunlara sınvan denir. İkisine veya dördüne denir. Bunları toplayan sulak yere de “gayde” denir.
“Gayde” suyunu içmiş toprak demektir. Su toprak tarafından emilirse su gayd etti denir. Kur’an’da Nuh Tufanı’ndan sonraki suyun durumu anlatılmıştır. Burada hamlden bahsetmektedir. Bir de gaydan bahsetmektedir, yani rahmin tuttuğu denmektedir.
Erkekten dişiye hormonlar ve milyonlarca sperm gelir. Bunlardan bir tanesinin bir kısmı yumurtaya girer, diğer bütün spermler ve hormonlar kadın rahmi tarafından emilir ve tüm vücuda gönderilir. Dişinin her hücresine erkekten gelen aminoasitler, enzimler ve vitaminler yer alırlar. DNA’lar da yer alırlar. Anne vücudu bunlarla hamledilen çocuğa göre ayarlanır. Nasıl bir tarlayı ektiğimiz zaman ona uygun su, gübre ve ilaç verirsek, Allah da erkekte bunları halk etmiştir. Bu sebepledir ki bir dişi birden fazla erkekle birleşirse çocuğun çevresi bozulur, çocuk ya sakat doğar ya hiç doğmaz. İşte bu yasaklanmıştır.
Biz zinayı böyle tarif ediyoruz. Bir kadının bir doğurma deresinde iki erkekle birleşmesi şeklinde tarif ediyoruz. Bu o kadar önemlidir ki değişik erkekten gelen değişik yapıdaki hormon DNA, RNA, aminoasitler oradaki kromozomlara etki ederek öldürücü virüslerin ortaya çıkmasına sebep olur. Cinsel hastalıklar ve AİDS böylece ortaya çıkar.
Zinanın yasaklanmasının ikinci sebebi ise yakın akrabalar arasındaki evliliklerdir, cinsel ilişkidir. Bu sebeple zina gizli yapılan veya akrabalar arasında yapılan cinsi ilişkilerdir. Fuhuş ise bir kadının aynı iddet içinde birden fazla erkekle buluşmasıdır. Kur’an’daki cezaları farklıdır. Eşler cinsi ilişkilerde bulundukça bu çevre o kadar o özelliği korur ve sağlıklı olur.
وَمَا تَزْدَادُ (Va MAv TaZDAvDu) “Ne ziyade ederse.”
Anne rahmi erkekten aldığı suyu bedeninde sindirerek doğuracağı çocuğa çevre hazırladığı gibi, onu kendi kanı ile besleyerek onun çoğalmasını sağlar. Anneden gelen maddelerle çocuk anne karnında büyür. Kalbi ve ciğerleri oluşur ama iki kalple çalışmada uyum zorluğu olduğu için ve ciğerlerine hava alacağı yer olmadığı için solunum olmaz. Bununla beraber çocuğun DNA’larında üretilen maddeler annenin vücuduna girerek anne DNA’ları ile çocuk DNA’ları birlikte çalışırlar. Hattâ o kadar ki kadın bu çocuk DNA’ları nedeniyle kocasına benzemeye başlar.
Bir arabanın benzini değişince, kalitesi değişince araba tekler. Annenin karnındaki çocuğun DNA’larına başka erkeğin DNA’ları karışınca neler olacağını düşünebiliriz.
İşte böylece kadının neden birden fazla erkekle ilişki kuramayacağını bu âyet çok açık ifade etmektedir. Demek ki Allah dölleme, bedeni hazırlama ve çocuğu büyütmeyi planlamıştır. Ona göre var etmiştir.
Bu âyetten önce daha çok doğayla ilgili konulara temas etmiş ve onları tasnif etmiştir. Burada da sosyal olayları esas almıştır. O da insan vücudunun yaratılışı ve aile müessesesinin zaruretidir. Marx bunları bilmiyordu. Onun için aileyi suni ve insanların icat ettiği bir şey saydı. Oysa aile tüm hayatın biyolojik, ekonomik ve sosyolojik temelidir.
İşte peygamberler böyle hatalar yapmamışlardır. Binlerce sene önce söylenenler ilimce yalanlanmamaktadır, aksine tasdik edilmektedir. Oysa Marx bir asır geçmeden çökmüştür.
Kanunları yaparlar, güya müsbet ilme dayanarak yaparlar. Birkaç sene geçer, tekrar yaparlar. Böylece o kanun olmaz, karar olur. Halbuki fıkıh binlerde sene sonra getirdikleri ile sapasağlam ayaktadır. Usul değişmiyor, kaynaklar değişmiyor.
Bizim yaptığımız nedir?
Dört ana delil olan kitap, sünnet, icma ve kıyası kullanıyoruz ve fukahanın ortaya koyduğu usul ilmi ile yorumluyoruz. Günümüzün meselelerini çözüyoruz. Ebu Hanife, Şafii, Malik veya Hambeli bugün sağ olsaydılar ne yapardıysalar biz de şimdi onu yapıyoruz. Matematik değişmez, doğadaki kaynaklar değişmez ama onu bugün başka türlü değerlendiririz. Eskiler başka türlü değerlendirdi. Deve devedir. Rüzgar rüzgardır. Matematik aynı matematiktir. Matematik gelişmiştir, değişmemiştir. O matematiği kullanıyoruz. O doğayı kullanıyoruz, onlarla gelişiyoruz. Fıkıhta da aynı şeyi yapıyoruz, dört delili kullanıyoruz. Fıkıh usulünü geliştirerek kullanıyoruz ve biz günümüzün meselelerini çözüyoruz. İşte dostlarımız bu sebeple bizden hicret ediyorlar.
Burada bizim hatamız nedir?
Hatamız onlardan daha başarılı sonuçlar almamız, onlar yerinde saydıkları için geri kalmalarıdır. Cemaatlerini geride bırakıp zalimlerin sömürüsünde tutmak için bizden i’raz ediyorlar. Ey Adil Düzen Çalışanları, siz de bizim gibi izole edileceksiniz. Ama dünya ve âhiret saadeti sizin olacaktır.
وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ(8)
(Va KulLu ŞeyEin GıNDaHUu Bı MıKDAvRın)
“O’nun indinde her şey mikdar iledir.”
“Şey” meşiet edilen demektir. Yani öyle olması istenmiştir. O da olmuştur. Allah zaman ve mekân dışındadır. Geçmişi ve geleceği yoktur. Bunu kelamcılar açık şekilde beyan etmişlerdir. Bugün bunun böyle olduğu ispatlanmıştır.
Kâinat bundan 13.7 miyar yıl önce yaratılmıştır. Ondan önce mekân yoktur, zaman yoktur. Kendi var ettiği zaman kendisi üzerine nasıl gelecektir. Allah bize bizim anlayacağımız şekilde görünür. Dolayısıyla Allah’ı zatı ile değil, bize görünen biçimi ile anlamalıyız. Ama O’nun öyle olmadığını da bilmeliyiz. Allah bir şeyi var ederken onu mikdarı ile var eder. Kâinatta ölçülü olmayan hiçbir şey yoktur.
“Indehu” O’nun indinde demektir. O’nun iradesinde, meşietinde demektir. Mikdar şeyin zarfı, müstakarrıdır. Mikdar ismi âlettir. Kaderini tayin eden araç demektir. Tava bir şeydir. Sapı da bir şeydir. Her atomu da bir şeydir. O halde şey olmayan nedir? Ne varsa hepsi mahluk olduğu için bir şeydir. Ancak bizim için şey kendisine ad verdiklerimizdir. Tavanın sapı şeydir, dibi şeydir, çevresi şeydir. Ama ad olarak ifade etmediğimiz tavanın dibi bir şey değildir. Müsbet ilimler şeylerin ölçülmesi ile ortaya çıkar.
Sıcaklığı ölçüyorsanız ondan yararlanırsınız. Ölçemiyorsanız sizin için o bilinmeyendir. Bir kişinin sağlığını ölçmeye başladığımızda ilmi tıp ortaya çıkmaktadır.
Bugün birçok şeyleri ölçemiyoruz. Kur’an bize bunların hepsinin ölçülmesi vardır diyor. Ancak onun yanındadır diyor. “Bilir” kelimesine “ve” harfi ile atfetmiştir. Bilmekten farklıdır. Mikdarı ile yanında olmak demektir. Onun varlığı da ona aittir demektir. Bilir ve halk eder demektir. Yani ne olacağı O’nun malumudur. Her şeyi planlamıştır. O plana göre olmaktadır. Ama o planın gerçekleşmesi de bilgisi dahilindedir. Biz önce plan yaparız, sonra o planı uygularız. Allah için plan yapma ile uygulama arasında öncelik yoktur. Bununla beraber plan yapar demiyor, onun indinde mikdarı vardır diyor.
İsim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. Dolayısıyla bu “ve” hâl vavıdır. Plana göre her şey cereyan eder. O cereyanını da ilmen takip eder. Uygulamamıza dönelim. Bir planlar yapılır. Bütçeler yapılır. Görevliler o plana uyarak bütçenin emirlerine göre uygulama yaparlar. Uygulama da hemen kayda geçer ve kayıtlara işlenir.
Eskiden bu kayıtlar kâğıtta yapılıyordu. Herkesin görmesi mümkün değildi. Hattâ planlar görülmezdi. Bugün ise bilgisayarlar ortaya çıkmıştır. Artık bu sorunlar son derece kolay çözülmüştür.
Türkiye Büyük Millet Meclisi bütçe yapar, yapılacak işleri ve işlere ayrılacak miktarları tesbit eder. Bunlar adım adım ilgili görevlilere kadar ulaşır. Bunları biz internetten kolaylıkla takip edebiliriz.
Sonra farz edelim ki köprü faslında bunların hepsi meşiettir. Yani yapılması kararlarıdır. En sonunda biri gider ve ton demir satın alır, köprüye getirilir. İşte bu kaza kısmıdır, yani uygulamadır. İşte bu da muhasebeye geçer. Demir muhasebeye geçer. Köprüye beton dökülür. Muhasebeye geçer. Her şey mikdarı iledir. Demek her şey planlama iledir. Sonra o icra edildiğinde onlar kayıtlara geçer demektir.
Allah kâinatı yarattı, yeryüzünü düzenledi. Canlıları var etti. Canlıları bize rızık yaptı. Canlılarda temel kural koydu. Eşleşecekler. Anne rahminde veya yumurtada oluşacaklar. Sosyal yapıları böylece oluşacak. Bu dünya yolculuğunda onlar sorumlu olacaklardır.
Bugünün ilimleri bütün bunları çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kur’an bize bunları anlatarak bu kitabın İlâhi söz olduğunu ispat etmektedir.
İlk sekiz sûre İslâmiyet’in ne olduğunu anlatır. Bunlar Kur’an’ın üçte biridir. Bu sûreler de bizi Allah’a ve Kur’an’a inandırmak için deliller getirmektedir.
***
عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ
(GAvLiMu eLĞaYBi Ve eLŞaHaDaTı)
“Gaybın ve şehadetin âlimidir.”
“ELMR”yı aldı. Tüm kâinatın yaratılışının işaretlerden, köşe taşlarından ibaret olduğunu söyledi. Rabbinin bedelini Allah olarak aldı. Rabbinden sana indirileni dedikten sonra O Rabbi Allah olarak açıklamaya başladı. “Min Rabbike”de “Rab” “ünzile”nin mef’ulüdür. Ama aynı zamanda meçhul olmazsa faildir. Dolayısıyla makamı ref’dir. O sebeple merfu gelmiştir. Bu Kitap Rabbinden indirilmiştir. O Rab Allah’tır şeklinde alırsak, O Rab hazfedilmiş, Allah mahzuf olan failin haberi olur. Bununla beraber cümle istinaf cümlesi olur.
İndiren Rab kimdir?
Sualine cevap olur. Rabbin Allah’tan başkası değildir anlamında tahsis edilmiştir. Haberden sonra haberdir. Haberler birbirine atfedilirler veyahut edilmezler. Bu da iki şeyin ayrı veya aynı olmasından ileri gelir. Yani haliktır. Ama aynı zamanda şehadet ve gaybın âlimidir. Bundan önceki âyette geçen ya’lemu/bilir, olayların cereyanını bilir. Her şey O’nun indinde mikdar iledir. Bu âyet açıklıyor. O gaybı da şehadeti de bilmektedir diyerek mikdar ile olmasını tavzih etmektedir. Yani cümle bir taraftan en yakını ifade ile ilişkilidir, diğer taraftan uzaktaki Allah’ın irabını taşımaktadır. Yani Kuran sıralanmış kelimelerden ibaret ise de, irabı dolayısıyla değişik cümle ve kelimeler yan bağlantılarla birbirine bağlanmışlardır. Dil hatti olmaktan çıkmış sathi ve hacmi olmuştur.
İsmi faille getirilmiştir. Muzariyle değil, ismi faille getirilmiştir. Burada teceddüd yoktur. Sadece istikrar vardır. Sıfatı müşebbehe olarak da getirilmemiştir. O zaman rijit bilgi olurdu. Yani bilmiş ama taze bilgilerle bilmemiş olurdu. İktisabi olmayan ilimle bilmiş olması bakımından O âlimdir. Ama iktisabi olmaması O’nun güncel bilgileri bilmemesi demek değildir. Onun için O alimdir. Hem âlimdir, hem de ya’lemudur. Bununla Allah’ın her an bizimle ilgilenmiş olduğunu ifade eder. Ölü kuvvet değil, hay olan kayyumdur.
“Şehadet” görünen anlamında olduğu gibi yaşanan anlamındadır. O yaşanan olayları bildiği gibi geçmişte yaşanmış olayları da bilir, gelecekte yaşanacak olayları da bilir demektir. Görünen maddeyi bildiği gibi görünmeyen radyo dalgalarını da bilir. İşitilmeyen ses dalgalarını da içerir.
Önce gaybı aldı, sonra şehadeti aldı. Şehadet az bir şeydir. Oysa geçmiş ve gelecek uzundur. İşitilen ses ile işitilmeyen ses arasında çok büyük oran vardır. İşitilmeyenler binlerce katıdır. Aynı şekilde görülenler görülmeyenlerden çok çok küçüktür. Bu sebepledir ki önce gaybı bilir dedi.
Gaybın ve şehadetin âlimdir. Gayb ve şehadet marifedir. İkisi de marife gelmiştir. Yani yalnız Allah âlimi gayb ve şehadettir. Buradaki lamlar istiğrak içindir, cins için değildir. Bütün gaybın ve şehadetin âlimi O’dur. Parça parça ise değişik kimseler bilirler. Cins için alınırsa başkaları hiç bilmemiş olurlar.
Zahir-batın, gayb-şehadet, sır-aleniyet ve hafi-cehr sekiz çifttir.
Zahir-batın, reel-imajiner, gayb-şuhud duygularımızın algılandığı ses ve ışık dalgalarıdır. Hafi-cehr dört boyutlu ve üç boyutlu uzaylardır. Sır ve aleniyet ise söze dönüşmüş düşüncelerle söze dönüşmeyen düşüncelerdir.
Gayb ve şehadet bunların hepsinin temsilen ifadesidir.
Bir okulda gruplar oluşturuyoruz. Diyelim ki beşer kişilik beş grup yaptık. Herkes grupları biliyor, kimlerin hangi grupta olduğunu biliyor. Grupta olanlar Ahmet, Hasan, Cemal, Yavuz olsa, bunların ayrı ayrı adlarıdır. “Ahmet’ler gelsin” dediğimizde artık Ahmet’lerin kimler olduğunu herkes bilecektir. O halde diğerlerinin adı Ahmet olmadığı halde çoğaltılırken diğerlerinin ismi de Ahmet oluyor. Ahmet kelimesi ile yalnız biri kastediliyorsa has isimdir. Ama bu kelime ile Ahmet’in arkadaşlarından biri kastediliyorsa bu takdirde müşterek kelimedir. Gayb ve şehadet de böyle müşterek kelimedir. Diğer batın ve zahiri, hafi ve cehri, sır ve aleniyeti de içeren ortak bir kelime olur.
الْكَبِيرُ (elKeBiYRu) “Kebirdir.”
“El-Kebir” sıfattır. Allah’ın sıfatı olabilir yahut “âlimu’l-gayb”ın sıfatı olabilir. Âlim sıfattır. El-Kebir sıfatı müşebbehedir. Büyüklüğü ifade eden kelimelerden “azim” vardır, “kebir” vardır, “âli” vardır, “şedid” vardır, “kesir” vardır.
Kesir sayıda çokluktur. Şedid ise vasıfta büyüklüktür. Kebir yaşta büyüklüktür. Azim hacimde büyüklüktür. Vâsi sahada büyüklüktür. Tavil uzunluktur.
“Kebirlik” demek yaşlı olmak demektir, yaşlı olmanın anlamı vardır. Tecrübeli ve bilgili olmadır. Allah bütün her şeyi bilmektedir. Hem sıfatı müşebbehe kullanılmış hem de marife haber gelmiştir. Başka böyle kimse yoktur demektir.
الْمُتَعَالِي(9) (elMuTaGALıY) “Mütealdır.”
“Âli” bir şeyin üst tarafıdır. “Sema” ise üst tarafının üstüdür. “Sefil” alt tarafıdır. “Erd” altın altıdır. Fiil olarak üzerine çıkma demektir. “Alâ” harficeri de bu mânâdadır. “Taalâ” demek, üstün olmak için yarıştılar demektir. Herkes diğerinin üstüne çıkmaya çalışır. “Teala” dediğinizde, üste çıktı, onları geri bıraktı, onlar yarıştan çekildiler demektir. “Müteal” onunla boy ölçüşecek kimse yok demektir. İsmi fail sigası ile gelmiş bulunmaktadır. Taala amma yüşrikûn, taala amma yasıfûn denmektedir.
Subhanehu ve taalâ amma yüşrikûn ve amma yasıfûn getirilmektedir. Sübhandır, mütealdır. Şirkten ve vasıftan. Vasıf özelliktir, eksikliktir. Kendisinde mevcut olan özelliktir. Şirk ise başkasını onun gibi görmektir, kendi eşi olmayanı ona eş yapmadır. Sübhan olmak yüzmek demek Müteal olmak yüksekte olmak demektir. Her ikisi de “anma” ile geldiği zaman yakın mânâlar ifade eder.
Şirk ile vasıf kelimelerini birbirinden ayırdık. Biri kendi zatı ile ilgilidir. Biri de çevre ile ilgilidir. Acaba sübhan ile müteal arasında ne fark vardır? Sübhan kelimesini mânâlandırırken onda eksikliğin olmadığını ortaya koymaktır. Tesbih etmek demek, insanın halife olarak yüklendiği görevi yapması demektir.
Şöyle bir yaklaşım sergileyebiliriz:
a) O şirkten sübhandır.
b) O şirkten mütealdır.
c) O vasfettiklerinden sübhandır
d) O işrak ettiklerinden mütealdır.
Bunların ayrı ayrı mânâları olmalıdır.
Kamuda da bunların yeri olmalıdır.
Şirk nedir?
Şirk takunya üzerinde bağlanan kayıştır. Ortaklık demek, bir kimsenin başkasına bağlanması ve onun ayrı bir iş yapmaması demektir. İşte bundan hem mütealdır, hem sübhandır. Sübhandır demek, ortağı olmasa da o işi yapmaya muktedir demektir.
“Mütealdır” demek, kimseye sormak, ondan izin almak zorunda değildir demektir. İşleri kendisi eksiksiz yapabilir. İstediğini yapmada serbesttir. Kimse onun iradesine mâni olmaz demektir. Devletin sübhan olması demek, kendisine düşen görevleri eksiksiz yerine getirmesi demektir. Görevleri yerine getirmekte eksiklik veya acziyet duymaması demektir.
Devlet mütealdır demek, devlet otoritesini durduracak başka gücün olmaması demektir. İktidarın tecezzi etmemesi demektir. Başkanların da devletin üstünde olmadıklarını ifade etmesidir.
Vasfetmek demek, savfa yakındır, kıyafetini tarif etmek demektir. Yani özelliğini anlatmak demektir. Sıfat kıyafet demektir.
O vasfettikerinden sübhandır demek, O’nun görüntüsü onların söyledikleri gibi değildir, yani O insan biçiminde değildir.
O vasfettiklerinden mütealdır demek, O onların söyledikleri kıyafeti taşımamaktadır demektir.
Kamu yönetiminde devletle görevliyi aynı görmek işrak değil isfadır. Bundan sübhan olmak demek, devlet görevlisine ihtiyacı olmamak demektir. Yani bürokrasiden uzak olması demektir. Her fert kamuyu halifeten temsil eder demektir. Tavsiften âlidir demek, bürokrasiye ihtiyacı olmamak demektir.
Sonuç olarak vasıf insanın kendisindeki özelliklerdir.
Sübhan olmak, bazı özelliklere muhtaç olmadığını ifade eder.
Müteal olmak demek, bazı özellikler onda yoktur demektir.
“Sübhan” muhtaç olmamayı, “müteal” onların kendisinde olmadığını ifade eder. Sıfat özelliktir. Şirk ise kendi dışında olan oluşlardır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-497/ADİL DÜZEN DERSLERİ-327 İstanbul, 14 Şubat 2008
TÜRKİYE GELİŞİRKEN…
Türkiye’nin sorunları vardı, hâla var olmaya devam ediyor.
1- 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde yapılan Siyonizm Kongresi’nde alınan kararla Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerine dinsiz bir Türk devleti kurulmuştur. İkinci Cihan Savaşı’na Türkiye sokulmamış, 1997’de kurban edilmek üzere saklanmıştı. 1997’ye kadar her on yılda bir yapılan askeri müdahalelerle ülke ekonomik bakımdan zayıf bırakılmış, ayrıca ülke içinde Kürt-Türk, lâik- dinci, Atatürkçü- tarikatçı, Sünni- Alevi çatışması ile birbirine parçalatılmak istenmişti. Bulgaristan, Yunanistan, Suriye, Irak, Ermenistan ile çatıştırmak ve zayıflatmak suretiyle Türkiye’yi kendilerine yem yapmak istemişlerdir. Yunanlıları ve Rumları Türklerle çatıştırmış, sonunda Anadolu’yu terk etmek mecburiyetinde bırakmışlardı. 1997’de yaptıkları 28 Şubat müdahalesi sonrasında beş yıllık zulüm dönemi ile Türkiye’yi yıkamamışlar, aksine Türkiye’de büyük değişiklikler olmuştur. Türk ordusu Batı ile ittifak hâlinde Türk halkı ile seksen yıl boğuşmuştur. Medreseleri kapatmış, tekkeleri kapatmış, vakıflarına el koymuş, bin yıllık yazısınI değiştirmiş... Demokrat Parti’yi iktidardan indirmiş ve başbakanı asmıştır. 1971’de Adalet Partisi’ne de darbe yapmış, 1980’de bütün siyasi partileri kapatmıştır. Böylece Türk ordusu Türk düşmanlarının Türkiye temsilcileri ile işbirliği içinde imiş gibi görünmüştür. Yine de Türk Milleti ona güvenini yitirmemiştir. Sonra ne oldu? 28 Şubat’ın kötü tesirleri Türk ordusunu uyandırmış ve ordu milleti ile barışmış, milletin iktidarına saygılı olmuştur. Bir gün Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt hastahaneye başbakanı ziyarete gider. Onu görüştürmek istemezler. “Ben girerim, burada devlet var.” Böyle demiş ve girmiştir. Böylece Türk ordusu millî irade ile iktidar olan ekseriyet partisini devlet olarak görmüş ve onu koruyacağını bildirmiştir. Sonra onu kapattırmak isteyen sömürü sermayesinin etkisinde karar alan mahkemeye etki ederek devleti koruduğunu ilân etmiştir. Yani, 28 Şubat şer gibi görünmüş ama bu büyük hayır olmuştur. Türk ordusu milletin yanında yer almıştır. 28 Şubat’tan önce de elbette milletin yanında idi ama görünürde hep bize karşı imiş gibi davranıyordu. 28 Şubat’ın yalnız orduyu alenen bizim yanımızda yer almakla bırakmamış, 28 Şubat Türk halkını da cesaretlendirmiş ve pervasızca Millî Görüş hareketinin ikinci kuruluşuna hiçbir partiye nasip olmayan bir desteği vermiştir.
2- 28 Şubat uygulamasından sonra Türkiye dışında da birçok değişmeler olmuştur. ABD’de Başkan Clinton, Başbakan Erbakan’ın jestine karşı Müslümanlara Beyaz Saray’da iftar yemeği vererek İslâm-Hıristiyan çatışmasına son vermiştir. Bu tarihin büyük olayıdır. Bu gelişme CHP-MSP koalisyonunun sonunda varılan bir noktadır. Papa John Paul Türkiye’nin İbrahimî dinden olduğunu belirtmiş ve AB’ye alınmasına fetva vermiştir. Bu fetvanın sonunda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması için Avrupa Parlamentosu’nda yapılan oylamada üçte iki ekseriyetle lehte oy kullanılmıştır. Sonraki Papa Türkiye’ye gelerek Sultan Ahmet Camii’nde dua etmiştir. Suriye, İran, Bulgaristan, Yunanistan ile dostluğumuz gelişmiştir. Türkiye’den Ekmelüddin İhsanoğlu İKÖ Genel Sekreteri olmuş, Putin İslâm Konferansı Örgütü’ne katılmak istemiştir. Arap ülkeleri içindeki prestijimiz gittikçe artmıştır. Amerika’daki sömürü sermayesi bu gidişattan şiddetle rahatsız olmuş, sonunda Davos’ta iki devlet adamı tongaya düşürülmüştür. Ne var ki onların istediği sonuç alınamamış, statüde herhangi bir değişim olmamıştır. Demek ki iç gailemiz sona ermiş, dışta da en rahat dönemi yaşamaktayız. “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesinin gerçekleştiği bir durumdayız.
3- Bu durum bizi asla rahatsız etmemelidir. AK Parti iktidara geldiği zaman dört tane komalık hastalığımız var, acilen tedavi edilmelidir demiştim.
a) Türkiye’de 15 milyona varan işsiz vardır. Bunlara iş bulmalıyız. Bunun için çalışana faizsiz ve icrasız kredi vermeliyiz. İşverenlerin yanında çalışacaklar, işverenler borçlanacaklar. Yapıldı mı, yapılmadı mı? İşsizlik sona erdi mi, ermedi mi?
b) Türkiye’de aile başına düşen 100 000 dolar dış borç vardır. Dış borcu iç borca, faizli borcu kredileşme borcuna, para borcunu mal borcuna, borcu iştirak borcuna çeviriniz. Ülkeyi boş yere sömürü sermayesinin kölesi olmaktan kurtarınız.
c) Yargımız bağımsız değil, etkin değil, saygın değil. Hakemler sistemine geçerek yargıyı tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın hâle getiriniz.
d) Dış sermayenin tekelinde olan basını millî basın hâline getiriniz. Basın kooperatifleri kurunuz, yazarlar yönetici okuyucular da üye olsun.
Bunları demiştik.
Hiçbiri yapılmadı.
4- Ülkemiz çok partili sisteme geçmiştir. Ama hâlâ tevhidi tedrisat var. Kanunu doğru anlatın. Tevhidi tedrisatı tevhidi ehliyete çevirin ve tedrisatı serbest bırakın. Türkiye’de tek diyanet işleri vardır. Diyanet işlerini savunma bakanlığı benzeri hizmete getirip tarikatların kurulmasını serbest bırakınız. Ülkemizde tek odalar sistemi vardır, yanlıştır. Odaları mesleki dayanışma ortaklıklarına çeviriniz.
Bizim söylediklerimize kulak verilmemiştir. Şartlar müsait hâle geldiği halde hastalıklar devam ediyor, komalık durum devam ediyor. İmkanlar değerlendirilmezse o imkânlar sonra yük olur. Artık söylenenlere kulak veriniz.
Bunlar benim sözlerim değil, ilmin ve Yaratıcı’nın söylediklerinin tercümesidir. Hatalar varsa benim. Siz belki benden daha iyi tercüman bulabilirsiniz ama her halükârda mektubu okumak zorundasınız. Okumazsanız…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-497/ADİL DÜZEN DERSLERİ-327 İstanbul, 14 Şubat 2008
GİDİŞ NEREYE, BEKLENEN NE?
1500’lerde Osmanlıların beklentileri ve hedefleri Avrupa’yı ve Asya’yı fethetmekti. 1600’larda Asya sorunundan çok Avrupa’yı fethetme çabaları vardır. 1700’lerde Avrupa’da tutunma, 1800’lerde ise Avrupalılaşma çabaları başlar. 1900’larda imparatorluk dağılır ve Türkiye Cumhuriyeti kurulur.
Yirminci yüzyılda Türkiye için birinci sorun lâiklik sorunu olmuştur. Batılılar Türkiye’yi dinsizleştirmek ve Sovyetler gibi ateist bir ülke hâline getirmek istemişlerdir. Bu siyaset yalnız Türkiye’de değil tüm dünyada uygulanmıştır. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde resmi bir dinsizlik olmamış, onlar dışında tüm dünyada dinsizleştirme çabası mevcuttur.
Türkiye’nin 2000’li yıllardaki sorunu veya sorunları ne/ler olacaktır? Türkiye’yi dinsizleştirme isteği Batı’dan geliyordu. Bunun uygulamasını ordu yapıyordu. 1920’lerde Türkiye’de İslâmiyet bakımından çok çelişkili iki olay oldu. Bir taraftan mübadele ve muhaceretle Türkiye tam olarak saf Müslüman halktan oluştu. Bu bin yıllık mücadelenin sonucu idi. Diğer taraftan ise dinsizleştirme inkılâpları bu tarihlerde gerçekleşti. 1930’larda inkılâplar durdu ve Mustafa Kemal yeni bir start verdi, muasır medeniyetin fevkine çıkma hedefini gösterdi. Müsbet ilim meş’ale olacaktı. Bu hedefte herhangi bir başarı kaydedilemedi. Tevhidi tedrisatın olduğu bir yerde müsbet ilim gelişemez. Askerler bunun farkına geç vardılar. 1940’lardan itibaren yeniden İlâhiyat Fakültesi açıldı, yeniden İmam Hatip Okulları kuruldu.
1950’lerde Türkiye’nin başına çağın eğitimini almamış ama çağdaşlaşma aşığı biri cumhurbaşkanı oldu. Kendisi sadık bir din düşmanı idi. Türkiye 10 senesini dinsizlik ve dindarlık mücadelesi ile geçirdi. Celal Bayar ‘Atatürk’ü sevmek ibadettir’ sloganı ile yola devam ederken, Adnan Menderes ‘Türkiye Müslümandır ve Müslüman kalacaktır’ diyordu.
1960’larda Batı müdahale etti. Menderes’i astılar ve bunu Türkiye’yi kalkındırıyor diye yaptılar, yaptırdılar. Ne var ki askerler Türkiye’yi demokratik ülke hâline getirmek için çaba gösterdiler. Demokratik anayasa yaptılar. Çok partili sistem geldi, hürriyetler geldi. Batı rahatsız oldu ve askerleri müdahaleye zorladılar. Sonuç Müslümanların lehine oldu.
1970’lerde faaliyete geçen Millî Görüş Hareketi adım adım ilerlemiştir. Önce koalisyona ortak olmuştur. Sonra askerler müdahale ettiler ama Millî Görüş İzmir milletvekili adayı Turgut Özal sonra tek başına iktidar oldu, 1980’ler böyle geçti.
1990’larda Necmettin Erbakan başbakan oldu. Koalisyon hükümetini kurdu.
28 Şubat 1997 müdahalesiyle İslâmiyet’e çökertici darbe vurulmak istendi. Beş sene halk inim inim inletildi. Ama çok büyük değişme oldu. Ordu artık Millî Görüşçü olmuştu. Millî Görüş hareketinin birinci kadrosu iktidar edilmedi ama ikinci kadro anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu ve senelerdir onun iktidarı sürmektedir…
Gidişat neyi gösteriyor?
Gayet açık bir şekilde Türkiye’nin İslâmlaşması hızla devam etmektedir. Türkiye’yi dinsizleştirmek isteyen dış güçler de devreden çekilmek durumundadırlar. Sömürü sermayesi dünyayı dinsizleştirecek ve koyun sürüsü olarak sermayesi ile insanları köle gibi idare edecekti. Bu gidişe yine darbeyi vuran Erbakan olmuştur. Erbakan bir makine profesörü olarak, ‘din ile ilim arasında çatışma yoktur, dayanışma vardır’ dedi ve yola çıktı. MSP girdiği ilk seçim sonrasında CHP ile koalisyon yaptı ve sömürü sermayesinin tezgahını dağıttı. Bugün artık sömürü sermayesi de anlamıştır ki dünyayı dinsizleştiremeyecektir.
Kara Avrupa’sında Papalık bin yıldır hükümranlık sürerken, 1900’lü yıllarda kenara itilmiş ve acınacak bir durma gelmişti. Ama 2000’li yılarda Papalık yine dünyanın en etkin kuruluşu hâline geldi ve İslâm’la savaşmayı değil barışmayı yeğledi. Sosyalist ülkeler de dinlerle savaşmayı bıraktılar. Dolayısıyla Türkiye’nin dinsizleşmesini bazı ömrünü doldurmuş ve mezara yaklaşmış eski kafalılardan başka savunan veya ümit eden yoktur.
Yapılacak işler nelerdir?
Dinleri çağdaşlaştırmaktır. İnsanlık dindarlaşıyor diye geriye gidiyor anlamında değildir. Dindarlığı muasır medeniyetin fevkine çıkarmak, çağımıza hitap eden bir din getirmek gerekmektedir. Yoksa dinde de olsa gerisin geriye dönülmeyecektir.
Dinler neler yapmalıdır?
a) Dinler lâikliği benimsemektedir. Siyasete, ekonomiye ve ilme baskı yapmamalıdır. Dinler kendi sahalarında kalmalı, iman ve ibadetin yanında insanlığa zorlamadan hidayeti göstermelidir. Tebliğ vazifesini yapmalı, mübelliğ ve mübeşşir olmalı, musaytır olmamalıdır.
b) Büyük dinler dayanışma içine girerek birbirlerinin eksikliklerini tanımalıdırlar. Artık dört büyük din birbirlerini küfürle itham etmemelidir. Hıristiyanlık, Müslümanlık, Brahmanlık ve Budistlik hak dinlerdir. Bunlar birbirlerini tanımalı, hayırda yarışmalıdırlar.
c) Bütün dinler Kur’an’dan yararlanmalıdırlar. Son kitaptır, değişmeden lafzıyla ve mânâsıyla elimizdedir. İçtihat ve icma sistemiyle çağların sorunlarını çözecek durumdadır. Onların kitaplarını müheymin ve musaddıktır.
d) En önemli olanı da dini metinlerin yorumu ilmin verilerine göre yapılmalıdır.
Hâsılı, Allah 2000’li yılları bize hazırlamıştır. Biz bunun hakkını vermek zorundayız.
İşte bizim Adil Düzen Çalışmalarımız budur. Hakka inanan herkesi bu çalışmalara katılmaya dâvet ediyoruz. Yanlışımız varsa düzeltin, eksiğimiz varsa tamamlayın. Kaynağımız dört delil ve müsbet ilimdir, aklî ve naklî delillerdir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92