ADİL DÜNYA DÜZENİ498
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜNYA DÜZENİ YENİ BİR MEDENİYET PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 21 Şubat 2009 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 498. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
ÇEVRE KİRLİLİĞİ
MİLLÎ ÇÖZÜM DERGİSİ
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 46. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
ADİL EKONOMİK SİSTEM
***
IMF veya ‘Bu Ekonomi, Aptal!’ /
‘Aptal Ekonomi’de neler oldu? /
Beyin yıkama ve çöküş; ‘Bu Ekonomi, Aptal!’ / ‘It’s the Economy, Stupid!’ın sonu ve sonucu
Reşat Nuri EROL
***
RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 5
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
المر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ(1) اللَّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى يُدَبِّرُ الْأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ(2) وَهُوَ الَّذِي مَدَّ الْأَرْضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْهَارًا وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ(3) وَفِي الْأَرْضِ قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِنْ أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاءٍ وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي الْأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ(4) وَإِنْ تَعْجَبْ فَعَجَبٌ قَوْلُهُمْ أَئِذَا كُنَّا تُرَابًا أَئِنَّا لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ الْأَغْلَالُ فِي أَعْنَاقِهِمْ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(5) وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ الْمَثُلَاتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ(6) وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ إِنَّمَا أَنْتَ مُنذِرٌ وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ(7) اللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنثَى وَمَا تَغِيضُ الْأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُ وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ(8) عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبِيرُ الْمُتَعَالِي(9)
سَوَاءٌ مِنْكُمْ مَنْ أَسَرَّ الْقَوْلَ وَمَنْ جَهَرَ بِهِ وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِاللَّيْلِ وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ(10) لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ(11)
سَوَاءٌ (SaVAEun) “Birdir.”
“Sevaün” haberdir, masdar olarak haberdir. Fiil gibidir. “Darabe recülan” dersiniz. “Recülani darebani” dersiniz. Ayrıca masdar olduğundan da cem ve te’nis yoktur. “Suva” ikisinin arasındaki orta yerdir. “Seva” eşit demektir, aynı seviyededir demektir, sonuç değişmez demektir. Allah için birdir. Kişi ister sesli söylesin ister sessiz söylesin, aynı suçu işlemiş olur. Gece saklansın veya gündüz görünsün, bir şey değişmez. Demek iki çift mübteda vardır. Bunlardan bir çifti söz söyleyenlerdir, diğer çift fiil yapanlardır.
İnsan düşünür, söyler, yapar. Düşünme fiile intikal etmeyebilir. Allah düşüncelerden dolayı insanı sorumlu tutmayacaktır. Düşünmek ama yapmamak için konmuş bir ceza hükmü yoktur. Düşünmek ve yapmak, tam karşılığı olan ve sorumluluğu olandır. Düşünmüş ama yapmamış, düşünmeden iradesi dışında yapmış. Bunlardan da sorumluluk yoktur.
Burada yapılanlardan bahsedilmektedir. Yapılanlar da iki çeşittir, ya söz söylersiniz, ya da yaparsınız. Bunlardan sorumlusunuz. Bunu yani yaptığınızı diğer insanların görmüş veya bilmiş olması fark etmez.
Burada bugünkü dünyanın anlayışında insanların söylediklerinden sorumlu olması sözkonusu değildir. Sözlerin kendi hükümleri vardır.
a) Kişi haber verirken söyledikleri yanlış olabilir. Eğer yeminle teyit etmemişse sorumluluğu yoktur. İnsan yanlış yapmış olabilir. Tahminlerini de söyleyecektir. Yemin ederse o zaman söylediklerinden sorumludur.
b) Şehadette veya hükümde hata yaparsa âkilesi (dayanışma ortaklığı) sorumludur. Kendisinin sorumlu olması gerekli dikkati yapmamış olması kadardır.
c) Kişi bir vaatte bulunursa bundan sorumludur. Ancak gücü yeterse yerine getirmekle yükümlüdür. Gücü yetmezse sorumluluğu düşer.
d) Kişi yeminle söz verse, zorda da olsa yerine getirmekle yükümlüdür.
Bir örnek verelim. Kişi bir malı aldı ve borçlandı. Borcunu yerine getirmezse sorumludur. İflas eder. Alacak ehliyetini kaybeder. Bir kimse birine borç vereceğini vaat eder de yerine getiremezse iflas etmez. Ama gücü yettiği halde yerine getirmezse iflas eder.
مِنْكُمْ (MiNKuM) “Sizden”
Rabbin sana kitabı indirdi. O Rab ki semayı görmediğiniz direkle yükseltmiştir.
Sûrenin başındaki bu âyetlerde hitaba “sen” ile başlamış, “siz” ile devam etmiştir. Çünkü Kur’an her okuyucuya ayrı ayrı hitap eder ama sonra okuyucuyu diğer insanlarla birleştirerek birlikte hitap eder.
Yani benim iki çeşit görevim vardır. Yalnız kişi olarak görevlerim vardır. Bir defa topluluk içinde onların üyesi olduğum için görevim vardır. İşte o zaman “siz” diye yine “bana” hitap eder. “Teravnehâ”nın çoğul olması, bizim için onu birlikte görmemiz gerektiği ortaya çıkar. Yani ilmi birlikte elde edeceğiz, ortak çalışmalarla anlaşmaya başlayacağız.
Şimdi de hitabı genişletip bütün insanlara teşmil etmek için “MiNKüm” getirilmiştir. “Minküm/sizden” getirilmeseydi, hitap yalnız inanmayan kimselere raci olurdu. O halde ey insan senin temsilciliğinde seva takarrur etmiştir. Ey okuyucudaki “entüm”ün hâlidir.
مَنْ أَسَرَّ الْقَوْلَ (MaN EaSarRa elQaVLa) “Kavli israr eden.”
Men, sevaün’ün muahhar mübtedasıdır. Kavli ihfa etmek demek, fısıltı ile söylemek demektir. Kavli israr etmek demek, gizli sırdaşa söylemek demektir. Sırrın karşılığı aleniyettir. Hafinin karşılığı cehriyettir. Burada çapraz olarak ifade edilmiştir. Kavli kim israr ederse ve onu kim cehr ederse denmiştir. Yani sözü ihfa veya israr edenler, sözü cehr veya ilan edenler birdir denmektedir. Burada kavl esas alındığı için israr kelimesi daha uygun olmuştur. Lafz ihfa edilir, kavl israr edilir.
وَمَنْ جَهَرَ بِه ِ (Va MaN CaHaRa BiHIy) “Onu cehr eden.”
Kişi mesrur olur, kavl mechur olar. Yani her iki fiil de lazımdır. Birinin faili insandır, diğerinin faili sestir. Her ikisi de lazım fiildir. Biri if’al bâbı ile müteaddi olmuştur. Bir de “Bi” harfi ile müteaddi olmuştur.
Nahivde tadiyenin kurallarını okuturken “bi” ve “if’al” bâbını birlikte zikrederler. Meani ise bu iki tadiye arasında ne fark vardır. Onu inceler. Meaninin konusu budur. Sarf ve nahiv, lugat, cümlenin veya kelimelerin diğer cümle veya kelimelerle karşılaştırmasını yapar.
Bu âyette biri if’al bâbı ile biri ise tadiye ile müteaddi yapılmıştır. Amr Zeydi ihraç etti dediğimizde Amr Zeydle beraber çıkmamıştır. Zeyd Amr ile huruc etti demek, onunla beraber o da çıktı demektir. “Bi”de aynı zamanda maiyet vardır.
İsrar eden kimse kendisini gizlemiştir. Sözünü gizlemiştir. Onun için müteaddi olarak getirmiştir. Oysa sözü cehreden kimse kendisi de ortaya koymuştur. Her ikisinde kavil vardır. Kaviller aynı olduğu içindir ki zamirle getirilmiştir.
“Men/kim” sizden demek olur. Burada “minküm” tekrar edilmemiştir, “Men”lerden öne alınmıştır. Buradaki “Men” bundan önceki “Men”e atfedilmiştir. Kavl kelimesinin durumunu karşılaştırmaktadır.
وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِاللَّيْلِ (Va MaN HuVa MuSTaPFın Bi elLaYLı)
“Leyl içinde müstahfi olan kimse.”
Buradaki atıf başa alınmıştır. Yani “men eserra’l-kavl”e atfedilmiştir. Her üç cümle isim cümlesidir. “Men” mübtedadır. “Eserra” ve “Müstahfin” haberleridir. Burada haberin fiil olması ile haberin isim cümlesi olmasıyla birbirinden ayrılmıştır. Bundan sonra müstahfin birbirine atfedilmiştir. Kavli israr edenle kavli ichar eden ayrılmıştır. “Men” tekrar edilmekle ayrı ayrı kimseler olduğu ifade edilmiştir. Oysa burada müstahfi ve sarib olan bir kimse olmuştur. Bir huve ile gösterilmiştir. “Men” mübteda “hüve” haberdir. Müstahfi ve sarib “hüve”nin halleridir. Ya da “hüve” mübteda ile haberi ayıran fasl zamirdir. Müstahfi sarib “men”in haberidir. Eğer fasl hüvesi ise tekit veya tahsis yoktur. Hüve mübteda ise ve cümle haber ise o zaman tekit veya tahsis vardır. O zaman mânâ, kim ki leylde müstahfidir ve neharda saribdir, o kimse kavli israr eden kimse ile kavli cehr eden kimse ile birdir.
“Hafi” demek kapalı demektir. Leyl içinde hafi olan yani hareketleri gecenin gizliliğinden yararlanarak yapan demektir. Hafi lazım bir fiildir. Gizli olan demektir. Lazım fiilin müteaddisi ancak harficerle teaddi ederse olur. Leyl aracılığı ile ihfa eden olabilir. Müstahfi ise başkasının arzusu işle değil, kendi isteği ile harficerle teaddi eden fiili lazım yapar. Geceden yararlanarak kendisini saklayıp gizleyen demektir.
“Leyl” burada zaman zarfı değildir. Müstahfinin mefulüdür.
“Bi” âlet anlamındadır. Onunla kendisini istihfa ediyor demektir. “Bi” değil “Fi” gelebilirdi. Bununla beraber gecenin belli saatinde hareket eden kimse mânâsına da gelebilir. Zaman zarfı olur.
وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ(10) (Va SaRiBun Bi elNaHAvRı) “Neharda sarib olan.”
“Serab” su gibi görünen ama su gibi olmayan demektir. Güneşten gelen ışık düzgün alanda yansır. Havada yansıyarak kıvrılır. Güneşin ışınları uzaktan su gibi görünür. Yakına vardığınızda su diye bir şey olmadığını görürsünüz. Buna “serab” denir.
“SeReBe” demek görünüp kaybolmak demektir. Denizde serab oldu denmektedir. Nehar içinde sarib olan, görünüp kaybolan demektir.
“Müstahfin bi’l-leyli” gizli örgütlerdir.
Bugün oluşturulmuş mafyalar vardır. Mafyayı örgütleyen sömürü sermayesidir.
Tekel sermaye devletleri önce müstemlekecilik sistemi ile yönetti. Dünya devletlerini bölüştürdü, güvenliği onlara temin ettirdi. Masonluk teşkilatı ile de ekonomi düzenini kurdu. Dünyadan ham maddeyi alıyor, Avrupa’da işletiyor, mamul madde olarak satıyordu.
İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra sistemi değiştirdi. Müstemlekeciliği kaldırdı. Tüm dünyayı tek pazar hâline getirdi. Karşılıksız para ile dünyayı tek ekonomik çevre yaptı. Bunu yönetmek için iki gizli örgüt kurdu. Gizli istihbarat örgütleri kurdu. Dünyayı sağcı ve solcu olarak böldü. Kendisi iki tarafa haber taşıyordu. Legal gizli istihbarat örgütlerini denetlemek için illegal mafya örgütleri kurdu.
Ancak bir müddet sonra gizli istihbarat örgütü ile yeraltı mafya örgütü alt kademede temas kurarak anlaştı. Böylece sermaye ne gizli örgüte ne de mafyaya söz geçiremez oldu. Şimdi ikisini de dağıtmak istemekte, ancak başaramamaktadır.
Gizli istihbarat ile yeraltı mafyası “müstahfin bi’l-leyl”dir.
Masonluk teşkilatı “saribun bi’n-nehar”dır.
Kur’an burada bize diyor ki, bunlar ister legal ister illegal, ister açık ister gizli olsun, böyle olan tüm kuruluşlar Allah’ın emri ve bilgisi altındadır. Kendiliğinden olmamaktadır. Hepsi Allah’ın bilgisindedir, O’nun iradesindedir.
Bir işe başladığınız zaman baştan size muhalefet eden kimseler çıkar, sizi o işi yapmaktan vazgeçirirler. Bunlar samimidirler. Akılları olmadığı için karşı çıkarlar.
İkinci grup da vardır. Bunlar sizin yapmak istediğiniz işi sizin yapmayıp da kendilerinin yapmaları için size karşı çıkarlar. Siz vazgeçtikten sonra onlar sizin önerinizi bozarak kendileri yapmaya kalkışırlar.
Başka bir grup insanlar daha vardır. Bunlar başlangıçta sizin yanınızda olur, sizi destekler görünürler. Biraz sonra sizi bırakıp giderler.
Bunu yapmalarının değişik sebepleri vardır.
a) Sizi olmaz işe sokup batırmak için yanınızda görülebilirler.
b) Denemeleri sizin yapmanızı isterler, size yaptırırlar. Başaramazsanız sıkıntısı sizin olur. Başarırsanız hemen sizin yanınızda oldukları için kendileri sizin elinizden alıp sizi devre dışı ederler. Sizin sıkıntınızla onlar keyif çatarlar.
c) Kendilerinin karşı tarafta yer alabilmesi için önce sizin yanınızda yer alırlar. Siz güçlenmeye başlayınca hem kendilerine eleman kazanmak hem sizi zayıf düşürmek için transfer ederler, o arkadaşlar oraya transfer olurlar.
d) Önce iyi görünür, kolay gelir, onlar sizin yanınızda yer alırlar, ama zorluğu gördüklerinde yok olurlar.
İşte bütün bunlar saribü’n-nehardır.
Baştan görünüp sonra kaybolan kimseler saribü’n-nehardır.
İşte bütün bu olaylar içinde bizim yapacağımız bir şey vardır: Kur’an ne diyorsa onu yapmak. Bunlarla ayrı ayrı uğraşarak yenmemiz mümkün değildir. Eğer Kur’an’ın dediklerini yaparsanız, zamanla bunlar kendiliğinden silinip giderler.
***
لَهُ (LaHUv) “Onun”
“Men” kelimesi erkek ve dişiye, tekil ve çoğula delalet eder. Bununla beraber eğer ona zamir gönderilecekse tekil eril zamir gönderilir. Dolayısıyla burada “o” zamiri onlardır. Onların üzerinde, her birinin üzerinde demektir.
مُعَقِّبَاتٌ (MuGaqQıBAvTun) “Takipçileri vardır.”
Gramercilere göre “LeHu” mübteda olamaz. “Muakkıbatun” mübtedadır. Bize göre ise “LeHu” mübtedadır, “Muakkıbatun” haberdir. “Lehu” marife olmadığı için mübteda olamaz denebilir ama “lehu” nekre de değildir, kayıtlanmış nekredir. Kayıtlı nekreler mübteda olur. Bir kimsenin çok muakkipleri var demektir. Ancak Lehu’daki “Hu”nun manasında olduğu için onların muakkipleri vardır mânâsı çıkar.
“LeHu”daki “Hu” zamiri, gayb ve şehadetin alimine racidir. Yoksa aleyhi olurdu.
“Muakkıbat” organize olmuş kuruluştur. Erkeklerden oluşmazı gerekmez. Buradan öğreniyoruz ki Allah’ın sistematik takipçileri vardır, gözetleyicileri vardır. İnsanın bu dünyada yaptıklarını kaydeden kâtipler vardır. İyileri yazarlar.
Bir kimsenin borçlarını takip eden muhasibi olacak, bir de alacaklarını takip eden muhasibi olacaktır. Ayrıca alacak ve borçları birlikte kaydeden muhasibi olacaktır. Kişinin borçlarını ve alacaklılarını takip eden ayrı muhasipler olmazsa iki kişinin muhasibi aynı kimse olur. Kaydı karıştırabilir. Yani bir kimsenin borçları ve alacakları yazan muhasibi ayrı olacaktır. Alacak muhasipleri ayrı, borç muhasipleri ayrı kişilerden oluşacaktır. Denge muhasipleri de ayrı kimseler olur. Böylece borçlu muhasibi ile alacaklı muhasibi tedahül etmez. Bunlar birbirlerini tamamlayan muakkiplerdir.
مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ (MiN BaYNı YaDaYHi Va MiN PaLFıHIy)
“Geçmişini ve geleceğini takip eden muakkipleri vardır.”
“LeHu”daki zamir eğer “MeN”e raci ise herkesin geçmişte olanları kayda alan kimseleri vardır. Gelecekte yapacaklarını planlayan takipçileri vardır.
İki tip plan proje vardır. Biri geçmişte olanları tesbit eden planlar, diğeri de gelecekte yapacaklarını planlayan plan ve projeleri vardır. İnsanın hayatını sürdürmesinin aracı hafızası ve tahayyülüdür. Hafızası ile geçmişini bilir, tahayyülü ile de yapacaklarını hayal eder.
İşte insana bunları yaptıran muakkipleri vardır. İnsan böylece insan olmaktadır. O zaman bunlar meleklerdir. Toplulukta da böyle takipçiler olacaktır. Evrak, zimmet, envanter ve demirbaş kayıtları geçmişi kaydeder. Planlama gelecekte ne yapacaklarını tesbit eder. Devletin içinde muakkıbat olacaktır. Herkesin bunlardan kendisine istediklerini özgür olarak seçmesi gerekir.
يَحْفَظُونَهُ (YaXFaJUvNaHUv) “Onu muhafaza ederler.”
Buradaki zamir kişiye racidir. “Lehu”daki zamir Allah’a ait olsa da “Min Beyni Yedeyhi ve Min Halfihi”deki zamirle kişiye ait olacağı için buradaki zamir de ona aittir. Açık ifade ile kişi için görevlendirilmiş bir takip ekibi vardır. Ekip olduğu dişi kurallı çoğuldan anlaşılmaktadır. Saffat’taki dişi kurallı çoğulda erkeklerin de olduğu namaz safları olduğunu beyan ediyoruz. Yani nasıl erkek kurallı çoğulun içinde kadınlar da varsa, aynı şekilde kurallı dişi çoğulda erkekler vardır, hattâ tamamı erkek olabilir. Dişilik işareti kadın ve erkeği değil, eşlerden birini ifade eder. Bu sebepledir ki muakkıbat dişi kurallı cem olduğu halde, burada erkek kurallı çoğul zamiri onlara irca edilmiştir.
Şimdi meanide incelenmesi gereken cemlerdir. Türkçede tek tip cem olduğu halde Arapçada değişik tür cem vardır.
a) Kırık cemler. Bunlar sadece çokluğu ifade ederler. Sistemi veya topluluğu ifade etmezler. Bununla beraber bunların da değişik türleri vardır.
1) Kıllet çoğulu üç ile on arasındaki çoğullardır. Değişik kelimelerin değişik çoğulları vardır.
2) Cemi kesret ondan daha çok çoğullar için kullanılır. Bazı kelimelerin azlık çoğulları yoktur. O zaman bu çoğullar üçten daha büyük sayılar için kullanılır.
3) Cemin cemleri ise çokluklar grup grup olup gruplar da çok ise cemin cemi kullanılır. Bazı kelimelerin yalnız cemin cemi vardır. Onlar da üçten veya ondan daha büyük sayılar için kullanılır.
4) Sıfat ve zamirlerde erkeklerden oluşan çoğullara dişi zamir, dişilerden oluşan çoğullara erkek zamir gönderilir. Hem erkek hem dişilerden oluşmuşsa bunların çoğunluğuna erkek zamir gönderilir. İsmi fail veya mef’ullerde dişilik edatı karma çoğulu ifade eder.
b) Kurallı çoğullar. Kurallı çoğullar sadece sayıları göstermezler, aynı zamanda birlikteliği de gösterirler. Birliktelik de iki grupta toplanır.
1) Topluluk çoğulu. Burada tüzel kişiliği ifade eder. Başkanları var, adresleri var, sözleşmeleri var, müeyyideleri vardır. İsimlerde vav ve ya ile bu çoğullar gösterilir. Sonunda düşen “nun”ları vardır.
2) Sistem çoğulu. Bu da ÂT ile gösterilir. Eşya için de kullanılır, insanlar için de kullanılır. İnsanlar bir sistemi, bir organizeyi teşkil ediyorlarsa, hepsi tek olsalar da bu çoğul kullanılır. İnsan olan çoklukta ister kurallı ister kuralsız çoğulla zamir gönderilecekse “vav”lı çoğul zamir kullanılır.
İşte burada bu kuralı teyid eden açık ifade vardır. Muakkıbata yahfezunehu zamiri göndermiştir. Bizim varsayımımızı teyid etmiştir.
مِنْ أَمْرِ اللَّهِ (MiN EaMRi elLAHı) “Allah’ın emirlerinde”
“MiN” burada “Fî” mânâsınadır. Allah’ın emirleri yani işleri içinde onu muhafaza ederler. Geçmişi ve geleceği plan ve proje içinde alırlar. Onun geçmişte yaptıklarının hukukunu muhafaza ederler. Onun gelecekte yapacaklarının plan ve projelerini muhafaza ederler. “Fî yerine “Min” gelmesinin sebebi, Allah’ın her insan için çizdiği ayrı bir planın olması sebebiyledir. Yani nasıl bugün her arsa için ayrı plan çizmekte isek, Allah da her insan için ayrı kader tayin etmiştir. O kaderi melekler yürütürler.
Herkes kendi hayatını düşünsün. Bugünkü varlığı kendi özel kaderine bağlıdır.
Harf inkılâbı olup medreseler kapatılınca, babam başka talebe bulamadığı için özel olarak benimle meşgul oldu. Bu sayede tamamen özel bir öğretmen tarafından, başka öğrencisi olmayan bir öğretmen tarafından yetiştirildim. Bugün bunları bu sayede yazıyorum.
İlkokula arkadaşım -sonra kaynım olacak- Yusuf Arslan’ın teşviki ile başladım. O okulda okumasaydı ben okulda okumazdım. Çünkü her gün birbuçık saat yol alarak okula gidiyorduk. İlkokula on bir yaşımda başladım. Başladığımda her iki yazıyı da biliyordum.
Başarılı öğrenci oldum. Köyde çocukları okutmaya başladım. Komşular bana iyi muamele yapmadılar. Bu sebeple hocalığı bırakıp ortaokula gittim. Yoksa şimdi köyümde basit bir imam olurdum.
Ondan sonraki hayatım da hep böyle zorlamalarla doludur.
Sonunda 1960’larda devlet görevinden atıldım. DP’li olmadığım ve DP’ye oy bile vermediğim halde, DP’lisin diye işten attılar. Askerlerden başka kimse iş vermedi. Zorunlu olarak İzmir’e gittim. Orada başka yerlerde tanışmadığım insanlarla tanıştım. Ben topluluk tarafından hep dışlandığım için hiçbir aktif rolüm olmazdı. İhsan Emci beni Türk Ocağı yönetim kuruluna aldı ve bana konferanslar verdirdi.
Remzi Güres’lerin grubu ile tanıştım... Mustafa Birlik’in Nurcu grubu ile tanıştım... Ahmet Tahir Satoğlu grubu ile tanıştım... Bunların hepsi de bana değer verdiler ve desteklediler. Böylece Akevler oluştu.
Ondan sonraki hayatım bilinmektedir.
İşte ben böyle birtakım kader zincirinin halkaları içinde buraya geldim. Birçok dönüm anlarım olmuştur. Bunlar müsbet neticelenmeseydi ben bu satırları yazamaz ve anlatamazdım.
Ben size benim hayatımı çok kısa olarak özetledim.
Şimdi siz de kendi hayatınızı düşünün. Sizin için de böyle özel dönemler ve zorlamalar vardır. Çünkü herkesin kaderi vardır ve herkesin yanında melekler bulunur. İnsan kendi özel hayatını düşündüğü zaman onun böyle muakkipleri olduğunu çok iyi bir şekilde bilebilir. Allah’a ve âhirete inanmak için herkesin kendi özel hayatı bile yeterlidir.
“Allah” kelimesi burada izhar edilmiştir. Çünkü zamir olsaydı kişinin işleri anlaşılırdı. Oysa burada ifade edilmek istenen kişinin topluluk içindeki görevidir, yani topluluğun işleridir. Takipçiler topluluğun işlerini yapacak şekilde kişileri yetiştirirler. Onun için “Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Burada Allah’ın zatı değil halifesi olan topluluk kastedilmiştir.
İşte meaninin bize öğreteceği şey bu ayırımdır. Lugatta “Allah” kâinatı var eden kimsenin zatına verilen isimdir. Kur’an ise O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluk içinde getirmektedir. Bu ıstılahi mânâsıdır. Bunlar ancak meani ilimleri ile bilinebilir.
إِنَّ اللَّهَ (EinNa elLAHa) “Allah”
Bir cümleden sonra ikinci cümle geldiğinde ya yeni bir şey ifade etmektedir, (‘Ahmet geldi. Babası ile görüşüyor. Namazı kılınız, zekâtı veriniz.’ gibi cümleler bu kabil cümlelerdir;) yahut birincide söylenmiş cümleyi ikincisi açıklar. ‘Ahmet geldi. Erkenden geldi. Özel arabası ile geldi.’ dediğiniz zaman birinci cümleyi açıklamaktadır. Buna istinaf cümlesi diyorlar.
Kur’an’ın özel bir üslubu vardır. Bir örnek verir. O örneğe göre biz kıyas yaparız. Bundan dolayıdır ki bir şeyi söyler, arkasından o sözü genişletmek için ikinci cümleyi söyler.
Bu durumda üç türlü hâl ile karşılaşırız.
a) Birinci cümlede söylenen genel bir kuralın sonucudur. Tümdengelim yoluyla ikinci cümleden istidlâl edilir. Süt içiniz, süt besleyicidir. Bu “Fe” harfi ile getirilir. Bütün besleyiciler içilebilir anlamı çıkar.
b) Kıyas yoluyla yapılması gerekiyorsa “Fe” yerine “Ve” kullanılır. “Ve” ile gelmişse bazı besleyiciler içilir demek olur. Süte kıyas yapın anlamı çıkar.
c) Bazen de kıyas yapılmaz. Sadece o hüküm onu ifade eder. O zaman da hiçbir harf kullanılmaz.
Burada “Fe” veya “Ve” harfi getirilmemiştir. O halde takipçiler Allah’ın tağyir edilmeyen hükümlerini icra ederler. Kendileri karar almaz, kararları uygularlar.
Toplulukta kamu görevlileri vardır, genel hizmetliler vardır. Bunlar muakkibattır. Bunlar kendilerine verilen plan ve projeleri uygularlar. Bunlar kendileri plan ve projeleri yapmazlar, kararları almazlar. Kararları alanlar ya kişilerin kendileridir, herkes kendisi karar alır. Eğer burada karar alma yetkisi kişiye verilmişse, planda bu hususta kişinin aldığı kararı uygulayın denmişse, kişi kendisi karar alır. Takipçiler onu uygularlar. Ama planda bu böyle olmalıdır denmişse, kişinin kararına bakılmaz, onlar planı uygularlar.
Bundan önceki “Allah” kelimesi topluluğu ifade ettiği halde, topluluğun işleri kastedildiği halde, burada Allah’ın zatı murad edilmiştir. Allah’ın emri topluluğun işleridir. Allah kendi işlerini topluluğun işleri için getirmektedir. Burada ise topluluğa uygulanan sünnetullahtır ki bu değişmez. Bu sünnetullahı topluluğun kanunlarına uygulayacak olsak içtihat ve icma ortadan kalkar. Dolayısıyla Allah’ın kâinattaki tezahürü iki şekilde olmaktadır.
Biri doğa kanunlarını koymaktır. Değişmeyen sosyal kanunlar da vardır.
Diğeri ise insanların içtihat ve icmalarına bağlı kanunlardır.
Yukarıda içtihat ve icmalara dayanan işleri içermekte, burada ise içtihat ve icmanın dayandığı kanunları içermektedir.
Topluluk değişmedikçe Allah topluluğun durumunu değiştirmez.
لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ
(LAv YuĞayYiRu MAv Bı QaVMin)
“Kavimde olanı tağyir etmez.”
Buradaki “Bi” “Fî” mânâsındadır. Kavimde olanı değiştirmez. “Bi” ile gelmesi olanların marifeli olmasıdır. Belli hususlar için bu söylenmektedir. Kavim rahat ve huzurlu iken birden bire onların rahat ve huzurları bozulmaz. Yahut sıkıntıda, krizde iken de birden bire krize girmezler. Topluluğun durumlarını değiştirmesi için topluluğun değişmesidir. Kavimde mevcut olan bir hâl varsa bu hallerinde değişme olmaz, yani Allah durup dururken topluluğun hallerini değiştirmez. Topluluk değişirse Allah da o topluluğun hallerini değiştirir.
حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ
(XatTAy YuĞayYiRu MAv Bi EaNFuSiHiM)
“Kendi nefislerinde olanı tağyir etmedikçe.”
Buradaki “Hattâ” “İllâ” mânâsınadır. “İllâ”da zaman ve hedef yoktur. “Hattâ”da ise aynı zamanda zaman vardır. Yani zaman içinde istisna edilecektir.
“Tağyir” durumdaki değişmedir. Burada “Hattâ Yuğayyirû Mâ Bihim” denmiyor, “Hattâ Yuğayyirû Mâ BiEnfusihim” diyor. Topluluktaki inkılâpların veya dejenerasyonun nasıl olduğunu ifade ediyor.
İnsanlar önce kişiler olarak bozuluyorlar, sonra topluluk çöküyor. Önce insanlar düzeliyorlar, sonra topluluk oluşuyor. Yani kişileri değiştirmeden topluluğu değiştiremezsiniz.
Bu kural iyi bilinmelidir.
Cumhuriyet döneminde yapılan inkılâpların hiçbiri hedefe ulaşmamıştır. Çünkü halkta değişiklik yapmadan toplulukta değişiklik yapılması istenmiştir. Sosyalizm uygulamaları da hiçbir yerde hiçbir sonuç vermemiştir. Baskı kalkınca sosyalizm de tarih olmuştur. Oysa peygamberler önce halkı değiştirdiler, sonra topluluğu oluşturdular.
Bizim Adil Düzen uygulamalarında yaptığımız hata bu olmuştur. Akevler’i kurduğumuzda namaz kılanların mü’min olduklarına inandık. Onları sadece bir araya getirirsek, Kur’an ne söylerse onu yaparlar zannettik. Onun için onlarla iş yaptık. Siteyi inşa ederken namaz kılmayanlara ayrı bloklar yapmayı düşündük. Evler ve bloklar bir araya geldi, ama herkes kendi geleneği ile İslâmiyet’i yaşamağa başladı. Kimse Kur’an’ın dediklerine kulak vermiyordu. Kur’an’ı anlayacak durumları yoktu. Kur’an’ı ve ilmileri (ilmî çalışmaları) hiç düşünmüyorlardı. Bin sene önceki içtihatları ilmihallerden okumakla yetiniyorlardı…
İşte Akevler’in başarısızlığı buradan ortaya çıkmıştır.
Bunun üzerine biz insanların Kur’an’la meşgul olmaları için çalışmalar yaptık.
Allah’ın kaderine uyuldu.
Kimler ne gibi hizmetler verdiler?
a) Süleyman Tunahan Kur’an Arapçasının tedrisini kaçak da olsa devam ettirdi. Sonra İmam Hatip Okulları ve İlâhiyat Fakülteleri kurulunca buralarda yetişenler Kur’an ilimlerini öğrenme imkanını buldular.
b) Bediüzzaman’ın talebeleri Kur’an’ı çağımızın ilimleri içinde yeniden anlama gayretine giriştiler ve bu konuda büyük adımlar attılar.
c) Bu arada bir de Türkçeciler, Türkçe mealciler ortaya çıktı. Bunlar Türkçe ibadet yapmaya başladılar. Tekel sermaye bunları destekledi, bu yolla Kur’an’ı tahrif etme imkanını bulacaktı. Türkçeciler sonunda anladılar ki kendileri Arapça bilmezseler Kur’an’ı nasıl tercüme edecekler? Böylece onlar da Arapça öğrenmeye başladılar. Tekel sermayenin desteği kesildi, ama onlar bu çalışmalarıyla Kur’an’ın mânâsı ile anlaşılmasını sağladılar.
d) Akevler Ekolü mensupları ise Kur’an ilimlerini tedris etmiş, ayrıca Batı ilimlerini de öğrenmiş olarak Kur’an’dan hükümler çıkarmaya, yeniden içtihatlar yapmaya başlamışlardır. Okumakta olduğunuz bu sahifeler o çalışmaların sonunda oluşmuştur.
Yani Akevler henüz başarılı olamamıştır. Çünkü kavim henüz nefislerindekileri değiştirmemiştir. O sebepledir ki her sahada büyük gelişmeler oldu. Büyük başarılar elde ettik. Ama bunların hiçbirisi Kur’an düzenine göre yapılmadı, cari sistemle yapıldı. Çünkü o zaman kavim nefislerinde olanları değiştirmemişti.
a) Önce Millî Görüş oluştu. Sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın en güçlü siyasi kuruluşu olarak ortaya çıktı.
b) Risaleciler gelişti. Bugün dünyanın en ileri ve güçlü, modern ilimleri benimseyen bir dini kuruluşu ortaya çıktı.
c) Anadolu Holdingleri oluştu. Dünyanın en güçlü halk ortaklıklarını ve halk ekonomisini oluşturdular.
d) Akevler Ekolü içtihatları ile “Adil Düzen”i ortaya koydu, Millî Görüşçüler dünyaya duyurdular.
Görülüyor ki, gelişme ve büyüme çok büyük ve süratli bir şekilde oldu. Ama sistem değişmedi. Zulümler ve krizler hâlâ devam etmektedir. Sömürü devam etmektedir. Ahlâksızlık devam etmektedir…
Olması gereken inkılâp olmadı. İnsanlığın hallerinde, toplulukların hallerinde değişen bir şey yoktur. Bugünkü hürriyetlerle, bugünkü demokrasiyle olan ilgimiz Meşrutiyet dönemi kadardır. Çünkü kavim nefislerinde olanı değiştirmedi.
Şimdi Türk halkı Kur’an okumağa başladı, Kur’an’ı anlamağa başladı…
Yakında tüm Kur’an cemaatleri Akevler’in içtihat metodunu benimseyecek ve Türkiye’de belki ikiyüze yakın yeni mezhepler ortaya çıkacaktır. Ebu Hanifelerin, Şafiilerin yetiştiği devre benzer bir döneme girmek üzereyiz. Bizim yaptığımız Maliki’nin, Ebu Hanife’nin yaptığıdır. Ekol kuruyoruz. Bizim ekolün gelişmesinden çok, bu sayede ekoller gelişecektir. Bunların sayıları yüzleri bulacaktır. Sonra elenecek ve on civarına inecektir.
İşte o zaman kavim kendi nefsindekini değiştirmiş olacaktır. O zaman topluluğun düzeni de değişecektir. O zaman Türkiye demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk devleti olacaktır. Hakemlerden oluşacak yargı üstünlüğü sağlandığı zaman hukuk devleti olacaktır. Türk ordusunun görevi bu hukuk düzenini yani hakemlerden oluşan yargı kararlarını korumak olacaktır; anayasayı ve inkılâpları değil.
Silah zoru ile inkılâp gelmez, silah zoru ile inkılâp korunmaz. Çünkü inkılâpçılık değişmedir, değişenleri koruma değildir. Biz Türk inkılâplarının bekçisiyiz demek, biz sömürü sermayesinin jandarmasıyız demektir. Mustafa Kemal Türk ordusuna inkılâpları ve lâikliği değil, istiklâl ve cumhuriyeti emanet etmiştir. Demokrasi demek şeriat demektir. Lâiklik demek İslâm demektir. Liberallik demek adillik demektir. Sosyallik demek haklar demektir. Hukuk devleti demek kurallar devleti demektir, hakemler devleti demektir.
Kişiler zamanla bozulurlar. Ahlâklarını ve dindarlıklarını kaybederler. İşte o zaman o topluluk bozulmuş olur. Böylece bozulma da düzelme de önce kişilerde oluşur. Bu düzen böylece kıyamete kadar devam edecektir.
Şimdi siz Kur’an ehline hitap ediyoruz.
a) Arapçacılar! Âlet ilimlerini öğreniyorsunuz. Evet, araba satın alıyorsunuz ama onu sürmeyi bilmiyorsunuz. O âlet ilimlerini nasıl kullanacağınızı bilmiyorsunuz. Gelin Akevler Ekolünde şoför kursunuzu alın, içtihat ve icma yapmayı öğrenin. Böylece o Arapça ilimler işe yarasın.
b) İmancılar, Risale-i Nur şakirtleri! İman şarttır ama ameli salih olmazsa o iman ne işe yarayacaktır. Gelin Akevler Ekolünden içtihat ve icma ilimlerini öğreniniz de o iman işe yarasın. Amellerimiz imana göre olsun; yoksa bilinçsizce rüşvet vermeye, okullarda Mustafa Kemal’e tapmaya devam ederiz.
c) Millî Görüşçüler! İktidarınız var, Anayasa ekseriyeti ile iktidar oldunuz, ne işe yaradı. Solcuların ve renksizlerin yaptıklarını yapıyorsunuz. Kırk senelik mücadelemizin sonucu KİT’leri satmaktan ibaret mi olacaktı? Gelin, artık Akevler’deki içtihat ve icmaya kulak verin, Adil Düzeni öğrenin ve onu uygulayın. Ancak ondan sonra sizin için kurtuluş vardır.
d) Adil Düzenciler! Siz de artık elinizi çabuklaştırın. İzmir, İstanbul ve Ankara’daki çalışmaları daha derli toplu hâle getiriniz. Çalışmalarınızı çoğaltınız...
Yoksa ne olacaktır?
Bundan sonraki İlâhi beyanlar ne olacağını haber vermektedir.
وَإِذَا أَرَادَاللَّهُ (Va EiÜAv EaRAvDa elLAvHu)
“Allah irade edince.”
Toplulukta değişme ancak nefislerinde meydana gelecek değişme ile olur. Kişiler zamanla bozulurlar, ahlâklarını kaybederler. O zaman sosyal yapıları ve devlet düzenleri de bozulur. Zulüm yönetimi ortaya çıkar. Bu durumun değişmesi için uyarıcılar ortaya çıkar ve onları değiştirmeye çalışırlar. Eğer halkta değişme meydana gelirse Adil Düzeni getirirler. İslâm düzenini getirirler. O zaman o topluluk kurtulmuş olur.
Ancak tüm uyarılara rağmen topluluk düzelmeyecekse, o zaman da Allah’ın emri gelip Allah onlara sû’i irade eder. Burada irade eden Allah’tır. Yukarıdaki insanlara dokunmayan da Allah’tır. Burada Allah üç ayrı sıfatla zikredildi. Zamiri de sayarsanız dört defa zikredildi.
Lehu Makkıbat: Takipçileri olan Allah. Bu insanları, melekleri, ruhları ve cinleri halk eden ve kâinatı onlarla tedvir eden Allah’tır.
Min Emrillah: Sünnetullahı vazedip meleklerin, ruhların, insanların ve cinlerin onunla hareket etmelerini sağlayan Allah. Kaderi çözen Allah.
Toplulukları kendisine halife yapıp fertleri onun içinde var eden ve topluluklara irade veren Allah, yani her insan Allah’ın halifesidir. İçtihat yapar ver amel eder. Buna göre mücazat ve mükafat sahibi olur. Bir de toplulukların karar ve hareketleri vardır. Onları da şeriatlarında muhtar kılan Allah’tır. Bu topluluk aynı zamanda kişiler için Allah’ın halifesidir.
Sû’i irade eden Allah ise insanı, doğayı ve toplulukları yaratıp onlara kanunları içinde hareket imkanlarını vermiştir. Ama kendisi büsbütün kâinattan uzakta değildir. Genel kaderde bir değişiklik yapılacaksa o hususta kararı kendisi vermektedir. İşte beklenmedik gün ve saatte zelzele olur gibi iktidarlar değişir. Savaşlar olur. İşte buna Allah’ın irade temsili olarak burada ifade ediliyor. Bu olaylar ne değişmez kanunlara tâbidir, ne melek veya insanların iradesine bağlıdır, ne de sosyal oluştur. Takdir de değildir. İlâhi iradesi ile olmaktadır. Allah’ın böyle iradesi olsaydı, her şey kadere bırakılsaydı, o zaman bizim irademiz olmazdı. Yahut bizim duamız olmazdı. Bizim irademiz olduğu gibi o anda karar alır ve yaparız, daha önce alınmış bir karar veya konmuş kural sözkonusu değildir.
Allah’ın kaderinde “Adil Düzen”in gelmesi vardır.
“Adil Düzen” nedir?
a) Halk kendi iradeleriyle hareket edecek ve kendisi sorumlu olacaktır. Merkezi irade veya başkanların emriyle idare olmayacaktır. Biz buna ‘şeriat’ diyoruz, Batılılar ‘demokrasi’ diyorlar.
b) Herkes kendi içtihadı ile yaşayacak ama başkalarına zarar vermeyecek, baskı yapmayacak. Davet ve tebliğ dışında zorlama yoktur. Karşılıklı zararlar hakemler kararı ile giderilecek. Herkes hakemler kararına uymak zorunda bırakılacak. Biz buna ‘barış/İslâm’ diyoruz, Batılılar ‘lâiklik’ diyorlar.
c) İnsanlar yaşarken özgür oldukları gibi çalışırken de özgürdürler. Herkesin kredi hakkı vardır. İstediği yerde bu krediyi kullanır ve iş yapar. Herkes sosyal güvence içindedir. Biz buna ‘adalet’ diyoruz, Batılılar ‘liberallik’ diyorlar.
d) Herkesin yaşama hakkı vardır. Yeryüzünün toprağına ortaktır. Yeryüzünün kira parası ile sosyal güvenliği vardır. Biz buna ‘hak düzeni’ diyoruz, Batılılar ‘sosyalizm’ diyorlar.
Bütün bunların sonucu olarak herkes kendi içtihadı ve iradesi ile hareket eder. Kimse kimsenin emrinde değildir. Yaptığı işlerden dolayı başkalarına karşı sorumlu değildir. Hakemlerden oluşan yargıya karşı sorumludur. Biz buna ‘ahkam düzeni’ diyoruz, Batılılar buna ‘hukuk düzeni’ diyorlar.
İşte, insanlık tarih boyunca adım adım bu düzene yaklaşmıştır. Peygamberler ve filozoflar buraya ulaşmak için büyük çabalar sarf ettiler.
İşte bizim ‘Adil Düzen’ dediğimiz budur.
Eğer insanlar bunu kansız başarmak istiyorlarsa, kabul edecekler ve sû’den kurtulacaklardır. Yok eğer kabul etmezlerse, işte o zaman Allah sû’ü ile dokunacak, belki de oluk oluk kan akacaktır. Nitekim, yirminci yüzyıl böyle geçmedi mi? İki büyük savaş dışında diktatörler oluk oluk kan akıtmadılar mı? Bugün de her yerde terör olayları olmuyor mu?
Bunlar birer görüntüdür.
İnsanlık ya Adil Düzeni yani demokrasi ve lâikliği kabul eder, ya da yeryüzü kan çanağına döner, insanlar birbirini kırarlar. İnsanlığa Adil Düzeni getirecek ülke, örnek uygulaması ile Türkiye olacaktır, Kur’an ehli olacaktır. İşte Türkiye’deki Kur’an ehli kendilerine yüklenen bu görevi yerine getirmek zorundadır.
Artık Akevler Adil Düzen Ekibi, çalışmalarını uygulama yaparak göstermek zorundadır.
Artık Millî Görüşçüler Adil Düzeni yeniden kabul etmek zorundadırlar.
Artık Risale-i Nur şakirtleri de Adil Düzeni kabul etmek zorundadırlar.
Nihayet, Anadolu holdingleri de Adil Düzene dönmek zorundadırlar.
“Adil Düzen” nedir?
“Adil Düzen” demek Kur’an düzeni demektir.
بِقَوْمٍ سُوءًا (Bi QaVMin SUvEan)
“Bir kavme sû’ murad ederse.”
Allah tüm insanlığı birden cezalandırmıyor. İnkılâbı, şerait düzenini, demokrasiyi getirmeyi bir kavme veriyor.
Bugün o kavim Türkiye’dir.
Çünkü yeryüzünde batıyı ve doğuyu en iyi öğrenen Türkiye’dir. Türkiye bugün dünyanın en ileri ülkesidir. Nüfusu ve toprağı ile ideal büyüklüktedir. Dünyanın coğrafi merkezindedir. Aynı zamanda uygarlığın merkezindedir. Bunun dışında üçyüz yıldır Batılılaşma hareketindedir. İslâmiyet’i de unutmamıştır.
Bugünkü Türkiye;
a) Çok partili demokratik sisteme sahip yegane ülkedir. Diğer ülkelerde tek veya iki partili sistemler vardır, yahut istikrarsız demokratik sistemler vardır. Türkiye çok partili sistemde istikrar sahibidir.
b) Türkiye bugün en ileri lâikliğe sahip bir ülkedir. Halkı dindardır, tüm insanlığa örnek olacak dini kuruluşları vardır. Yasak olmasına rağmen güçlü tarikatlar mevcuttur. Çoklu dinler Türkiye’de vardır. Gerçek lâiklik Türkiye’de vardır.
c) Türkiye halk sermayesine dayanan güçlü ekonomiye sahiptir. Anadolu holdingleri tüm saldırılara rağmen ayaktadır. Dünyada tektir. Bankaların kredisi ile değil halkın katkısıyla iş yapan firmalar vardır.
d) Aklî ve naklî ilimleri birleştirip “Adil Düzen”i ortaya koyan ülke Türkiye’dir. Çağımızın felsefesini oluşturan Türkiye’dir. Din ile ilmi barıştıran ülke Türkiye’dir.
İşte Allah’ın bu kadar nimetler verdiği Türkiye’den istediği bir şey vardır.
Artık “Adil Düzen”i kurun.
Kuramazsanız Allah kavminize sû’i murad eder.
Görevinizi yapmazsanız başınıza nelerin geleceğini biliniz.
فَلَا مَرَدَّ لَهُ (Fa LAv MaRadDa LeHUv)
“Onu reddedecek yoktur.”
Allah sizlere bu kadar nimetler verdi, imkanlar hazırladı. Yine de eski gaflette ve zulümde devam eder, demode olmuş aldatmaca sistemlerle devam ederseniz, o zaman Allah size sû’i irade edecektir.
Kötü durumunuz nelerdir?
a) Merkezî yönetimden vazgeçiniz, atlamalı yerinden yönetim sistemini getiriniz. Bölgeler, ilçeler ve semtler merkezî yönetimli olsun, ama iller, bucaklar ve ocaklar yerinden yönetimli olsun. Her bölgeye o bölgeden olmayan Türk ordusu yerleştirilsin, bunlar hem o bölgeyi savunsun hem de bölgenin devletten kopmasını önlesin.
b) Hakimlik sistemini kaldırınız, hakemlik sistemini getiriniz. Yargıyı merkezden denetim sistemini kaldırınız. Hakemler yine hakemlerce denetlensin. Bu şekilde oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargının üstünlüğünü tanıyınız. Hakemlerden oluşan yargı cumhurbaşkanının da parlamentonun da üstünde olsun.
c) Ekseriyet sistemini kaldırınız, yerine ortak vekalet sistemini getiriniz. İstişareli karar sistemini getiriniz. Bu kararlar da hakemlerin denetiminde olsun.
d) Faizli kredi sistemini kaldırınız, yerine vergili faizsiz sistemi getiriniz. Vergi ödeyenlere faizsiz o nisbette kredi verilsin. Cebri icra kaldırılsın, sadece borçlarını ödemeyenlerin borçlanma ehliyetleri kalksın.
İşte sizden istenen sahte demokrasi, sahte lâiklik, sahte liberallik, sahte sosyallik yerine gerçek demokrasi, gerçek lâiklik, gerçek liberallik, gerçek sosyalliktir. Hâsılı, sözde değil, fiiliyatta hukuk devletidir. Bunları yaparsanız yaşayacak ve dünyaya örnek olacaksınız. Yapmazsanız sû’i ile Allah size dokunacaktır. Ne zaman derseniz, onu kendisinden başka kimse bilemez. Bağteten, ansızın gelir.
Şimdi bazı özel kurumlara da buradan davette bulunmak isterim.
a) Başta ordumuza şunu söylemek isterim. Bizi öğrenin. Adil Düzeni öğrenin. Biz size düşman isek öğrenin, kendinizi kolay savunursunuz. Biz size dost isek öğrenin, yararlanır ve varlığınızı korursunuz. Düşmanlardan korkarak bizden uzak durmayın. Korku sebebiyle ölüme çare yoktur. Türk askerine korku yakışmıyor. Akevler’le doğrudan temas kurarak öğrenin.
b) Siyasi partilere rica ediyoruz. Bizi öğrenin. Göreceksiniz ki biz sizden farklı düşünmüyoruz. Siz ne yapılacağını söylüyorsunuz, bizimle aynı söylemdesiniz. Biz nasıl yapacağımızı söylüyoruz. Sizin de varsa, çözümlerinizi dinleyelim, tartışalım, uygulayalım. Ama gerçeği bulalım. AK Parti, Saadet Partisi, Büyük Birlik Partisi ve Bağımsız Türkiye Partisi’ni çalışmalarmıza yardıma davet ediyorum. Onlarla görüş ayrılığımız yoktur. Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Demokratik Toplum Partisi; sizleri “Adil Düzen”i öğrenmeye davet ediyorum. DYP, ANAP, DSP, GP de bu çalışmalara katılmalıdırlar. Diğer partilere gelinirse, o partiler niçin varlar bilemiyorum. Onlara bu partilerden birileri ile birleşmelerini tavsiye ederim. Ama içinizden biri çıkıp Adil Düzen Partisi’ne dönüşeceğim diyecekse, hemen bizimle temasa geçsin.
c) Bu arada üniversiteleri bizi anlamaya ve bizi kritik etmeye davet ediyoruz. Gelecek sû’lerin çoğu onlara çarpacaktır. Çünkü Adil Düzeni ortaya koymak Akevler’in değil, milyarları yutan onlar ait değil midir? Akevler’le yarışacak ilminiz yok mu, hiç bu durum sizi düşündürmüyor mu? Başkalarını küçümseyen ilim adamları cehli mürekkeple maluldürler, cahildirler ama cahilliklerini bilmezler.
d) Son davetim Millî Çözümcülere olacaktır. Gelin başkalarına saldırmaktan vazgeçip Akevler’le birlikte “Adil Düzen”i tebliğ edin. Harun Yahya Grubunu, Yaşar Nuri Öztürk Hocayı, Hayrettin Karaman’ı birlikte çalışmaya davet ediyorum. Yoksa siz de o sû’den kendinizi kurtaramazsınız.
وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ(11)
(Va MAv LaHuM MiN DUvNiHi MiN VALin)
“Onların O’ndan başka bir valileri yoktur.”
Sizi kimse Allah’tan koruyamayacaktır. Büyük sermaye Masonları koruyamayacaktır. ABD’liler sizi koruyamayacaktır. AB sizi koruyamayacaktır. Türk ordusuna güveniyorsunuz ama böyle giderse bir gün o da sizi koruyamayacak hâle gelecek ve sizi koruyamayacaktır.
Gelin “Adil Düzen”i öğrenin, hep beraber uygulayalım.
Bizimki yanlış ise daha iyisini, daha doğrusunu getirin.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-498/ADİL DÜZEN DERSLERİ-328 İstanbul, 21 Şubat 2008
ÇEVRE KİRLİLİĞİ
Su kirlenmektedir...
Hava kirlenmektedir...
Toprak kirlenmektedir...
Bunların hepsinin çözümü vardır. Gerekli tedbirleri aldığınızda bu kirlilikler zamanla temizliğe dönüşür.
Çevre kirliliğinin dördüncüsü vardır ki onu temizlemek mümkün değildir. Bunu şöyle ifade edelim. Kimyada öyle moleküller vardır ki ışığı sağa kırarlar, öyle moleküller de vardır ki ışığı sola kırarlar. Bir cins molekülden sağa kırılanla sola kırılan moleküller aynı kimyasal özellik gösterirler.
a) Sağa kıran molekülleri yalnız canlılar üretirler ve bunları bütün canlılar kullanırlar.
b) Sola kıran moleküller doğada yoktur. Bunları sadece insanların ürettiklerinde vardır.
c) İnsanların ürettikleri kıran moleküller karmadır ve birlikte oldukları için ne sağa ne de sola kırarlar. Sanayi ürünü moleküller karmadır.
d) Karma molekülleri ayırmamız mümkün değildir. Çünkü bütün fiziki ve kimyevi özellikleri aynıdır. Ama sağ moleküller sol moleküllere her zaman karışarak karma molekül oluşturabilirler.
e) Canlılar sol molekülü üretmedikleri için insandan evvel yalnız sağ molekülleri kullanıyorlardı. İnsanlar suni olarak karma moleküller üretmeğe başladıktan sonra canlıların bünyesine bunlar da girmeğe başladı. İşte canlı kirliliği bünyelerinde sol molekülleri de bulundurmalarıdır.
f) Canlılar birbirlerinin besini oldukları için bir canlı kirlenince onun kirliliği bütün canlılara intikal eder. Avlanır, besin olur ve intikal eder. Çürür, toprağa karışır, topraktaki molekülleri sonra köklerinden bitkiler alır ve onlar da kirlenir. Bütün canılar birbirlerinden beslendikleri için tüm canlılar kirlenmeğe başlar. İşte bu kirlenmenin tedavisi yoktur.
g) Kirlenen canlılarda yapı hormonlu besinleri oluşturmaktadır. İnsanlarda hastalıklar ve kanserler oluşturmaktadır. Tehlike o kadar korkunçtur ki bir iki veya üç nesil sonra tüm canlılar kirlenecek ve canlılık yok olacaktır.
Bu korkunç tehlikeye insanlık nasıl çare bulur?
Bunun için tek çare vardır. Henüz kirlenmemiş bölgeleri sıkı bir şekilde korumamız gerekir.
a) Korunan çevreye dışarıdan besin sokulmamalıdır. İnsanlar orada üretilenleri yemeli, orada üretilenleri giymelidirler. Hayvan yemi de girmemeli, kesinlikle gübre de girmemelidir. Organik ilaçlar girmemelidir. Suni ilaçlar kullanılmamalıdır. Hâsılı tüm organik girdiler yerli üretimden temin edilmelidir.
b) Ölen cenazeler orda gömülmemelidir. Hattâ insan pisliği bile oradan alınıp dışarı çıkarılmalıdır.
c) Oraya hiçbir yabancı hayvan, bitki veya tohum sokulmamalıdır. Kendi doğal oluşması içinden geçinmelidir.
d) Orada doğaya müdahale edilmemeli, doğa şartları içinde doğal besin ve giyecek üretilmelidir. İhracat yapan ama ithalat yapmayan bir çevre olmalıdır.
Buranın doğa ürünleri başka yerlerin doğa ürünleri ile değişebilir.
Sonra kirli yerleri nasıl temizleyebiliriz?
Oradaki tüm canlıları yakarız. Kül ve dumandan başka bir şey bırakmayız. Bu da yetmez. Bitkilerin beslendikleri humuslu toprakları en az 200 derece sıcaklığa çıkarıp ısıtırız. Bunun için çok büyük enerjiye ihtiyacımız olacaktır. Böylece korunmuş çevre dışında canlı değil, canlının kemikleri ve derileri, pislikleri yok edildikten sonra bozulmamış sol molekül almamış canlıları getiririz. Böylece çevre kirliliğini önlemiş oluruz. İyi taraflı sol moleküller kendilerini çoğaltamadıkları için az miktarda sol moleküller kalsa da zarar getirmez.
Artvin’in Camili köyleri vardır. Henüz kirlenmemiştir. Ama her geçen gün kirlenmektedir. Dışarıya pazarlayarak yardım aldılar. Oralarda değil başka yerlerde kullandılar. Cinayetler işlenmektedir.
a) Halk ormanları kullanamadığı için besinini ve elbisesini dışarıdan almaktadır. Halbuki bundan elli sene önce köye yiyecek girmez, giyecek bile girmezdi. Kendileri dokur kendileri giyerlerdi.
b) Halk kendi ürettiklerini tüketirdi. Fındık ektirmeye başladılar. Fındığın ilacı ve gübresi oraları kirletmektedir. Ayrıca yiyeceğin dışarıdan gelmesiyle tüm kirlilik sürmektedir.
c) Doğa arıları vardı. Doğal seleksiyon sonucunda en üstün Kafkas Arı Irkını oluşturuyordu. Suni kovanlar getirildi. İlaçlama getirildi. Böylece arı ırkı bozuluyor. Artık doğa ile mücadele eden arılar kalmamıştır.
d) Doğal su akıntıları vardır. Arklı değirmen suları ile küçük elektrik santralleri kuracaklarına, elverişli olmayan büyük baraj ve santraller kuruluyor. Bunların işletilmesi için buraya teknik eleman geliyor. Bunların besinleri dışarıdan geliyor. İlaçları dışarıdan geliyor. Sonuçta bu korunmuş alan katlediliyor.
Bu konular tarafımdan Tarım Bakanlığına iletilmiş, Tarım Bakanlığından yem fabrikası kurulması için beş milyon dolarlık kredi istenmişti. Oradaki bürokratlar orman köylülerine baskı yaparak ‘biz yem fabrikasını istemiyoruz’ dedirttiler. Doğa tahribine devam edilmektedir.
Geçen Pazar Camililerin toplantılarına katıldım. Acı acı onları seyrettim. Önerdiklerimin sahtesini kurmuşlar ve tahribata devam ediliyor. Şu sonuca vardım ki, mevcut bürokrasi ve iktidarla bir şey yapmak mümkün değildir.
Söylediklerimi hemen dejenere edip ülke aleyhinde kullanıyorlar. Kurtuluş sadece “Adil Düzen” ile mümkün olacaktır. Bu durumda tekrar Yenibosna Zafer Mahallesi’ne dönüp derslere devam etmek dışında yapacağımız hiçbir şey yoktur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-498/ADİL DÜZEN DERSLERİ-328 İstanbul, 21 Şubat 2008
MİLLÎ ÇÖZÜM DERGİSİ
Ahmet Akgül ile eski tanışıklığımız vardır. Sait Çekmegil, Mehmet Erol, Ali Kemal Belviranlı gibi kendi özel çalışmaları ile Anadolu fikriyatının merkezi olmuşlardır. Yani ne bin sene önceki içtihatları ezbere aktaran medrese âlimlerine, ne de yüz sene evvelki Batı’yı anlamadan anlatan diplomalı okul hocalarına benzemeyen bu kişiler yeni dünyayı anlatıyorlardı. Yazdığı Erbakan kitabı ile bu çalışmasındaki gayretini görmekteyiz.
Bana bu kitabı getiren Metin Toprak Milli Çözüm dergisini de getirdi.
Millî Çözüm dergisinin gerek görünüşü gerekse içeriği ile Türkiye’nin en iyi dergisi olduğunu daha önce de yazmıştım. Ne var ki dergi ısrarla İslâmî olmayan üslup kullanmakta ve küçük kalma gayretinde olmaktadır. Hakkı tavsiye kabilinden bu makalemi yazıyorum. Sabrı tavsiye içinde olacaklarından eminim.
Türkiye’nim Millî Çözüm dergisine ihtiyacı vardır. Bunu siz başarabilirsiniz. Ancak bazı yenilikler yapılmalıdır.
a) Milli Çözüm dergisi haftalık dergi hâline getirilmelidir. İslâmiyet’te aylık ibadet yoktur, haftalık ve yıllık ibadet vardır. Kur’an’dan istidlâl edilmeyen hiçbir şey yapılmamalıdır.
b) Millî Çözüm dergisi 32 sahifeye indirilmeli, fiyatı da 2 TL olmalıdır. Kapak kendisinden olabilir, ayrıca kapağı olmaz.
c) Millî Çözüm yalnız abonelere verilmelidir. Abone kampanyası ile dergi sayısı haftalık bir milyon adede çıkarılmalıdır.
d) Milli Çözüm dergisinde her görüşe yer verilmeli ve bunun için konuk yazarların yazıları da yayınlanmalıdır.
Milli Çözüm dergisinin millî olması için Kur’an’ın şu âyetlerine kulak verilmelidir.
1) “Onlar her söze kulak verirler en iyisine uyarlar.” (39 Zümer18) Âyette geçen ‘kavl’ kelimesi hükümler içeren sözlerdir. İnsanlar mukavelelerle birbirlerine bağlanırlar. Her kavle kulak vermek demek, her öneriyi değerlendirmek demektir. Dergide her söyleyene değil her yeni söze yer verilmelidir. Dikkat edilsin, her söyleyene kulak verirler anlamında değil, her söylenene denmektedir. Yanlış-doğru her görüş ve iddia yer almalıdır.
2) “Dostluk ve iyilikte yardımlaşın, kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” (5 Maide 2) Burada da iyilerle yardımlaşın demiyor, iyilikte yardımlaşın diyor. Adam kötü olabilir, ama iyi, iş yapıyorsa yardımlaşılmalıdır. Adam iyi olabilir, ama kötü iş yapıyorsa uzak dururuz.
3) “Siz onları seversiniz, onlar sizi sevmez.” (3 Ali İmran119) Biz kötülerle değil, kötülükle mücadele ederiz. Bütün insanları sevdiğimiz için onları kötülükten kurtarmak için çalışırız. Cihadımız kötülükleri önlemek içindir.
4) “İnsanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmediniz.” (4 Nisa 58) “Yakınlınız da olsa sizi adaletten ayırmasın” (Bir kimsenin yaptıkları hakkında beyanda bulunmak şehadet etmedir. Hükmetmektir. İyi veya doğru yaptıklarını doğrulayacağız. Yapana değil yapılana bakacağız. Kötü veya yanlış yaptıklarını yapmayacağız. Yapana bakmayacağız.
Bunlar benim sözlerim değildir. Bunlar Kur’an’ın benim anladığım mealleridir. Siz de okuyun, başka bir şey anlayacağınızı sanmıyorum.
Bu âyetlerin emrine uyularak Millî Çözüm dergisi tevbe etmelidir, istiğfar etmelidir. Ve bu âyetlere aykırı yazıları yazmaktan vazgeçmelidir. Bunlar nelerdir?
1) Mustafa Kemal hata etmez biri olarak tanrılaştırılmamalıdır. Her yaptığı kötüdür diyerek deccallaştırılmamalıdır. Kimseye hakaret etmemeliyiz, Mustafa Kemal’e de etmemeliyiz. İsmet İnönü İstiklâl Savaşımızın dört büyük komutanından biridir, onlar kadar İstiklâl Savaşımıza katkısı vardır. İsmet İnönü İstiklâl Savaşı’ndan sonra Türkiye devletinin oluşmasında herkesten fazla emeği ve etkisi olan kimsedir. Onu kötülemek ve ona hakaret etmekten vazgeçilmelidir. Yanlışları tarafsız olarak gösterilmelidir.
2) Bediüzzaman çağımızı aydınlatmış İslâm âlimlerinden biridir. Onlar nebilerin hizmetlerini yapmaktadırlar. Fethullah Gülen de Erbakan kadar İslâmiyet’e hizmet eden kimsedir. Herkesin hatası vardır. Nur cemaatine karşı cephe alınmamalıdır. Yanlışları ve hataları göstertmek ayrıdır, onalar saldırmak ayrı şeydir. Bir cemaatin içinde biri bir yanlış yapabilir, o yanlışı bütün cemaate yüklemememiz gerekir.
3) AK Parti Milli Görüşün yerlere dökülen oylarını toplayarak bozulmuş (değişmiş) bir şekilde de olsa bu görüşü götüren bir kuruluştur. Kendisinden beklenilenleri yapamamaktadır. Hataları vardır. Uyarmak görevimizdir. Ama ona karşı cephe almamız yanlıştır. Biz hazırlanalım ve gelelim, onlar kendiliğinden gider. Onların gitmesi ile hak gelmez. Recai Kutan’ın veya Numan Kurtuluş’un R. Tayyip Erdoğan’dan veya Abdullah Gül’den daha iyi yapacaklarını iddia etmek gaflettir. Bu düzende değil Erbakan, Hazreti Musa gelse, Hazreti Muhammed gelse, bundan başkasını yapamaz.
4) Bizden olmayanlara cephe almak yanlıştır. Biz herkesle diyalog içinde olacağız. Bize selam verenin selamını alacağız. (4 Nisa 94) Takiyye yapıyorsun, münafıklık yapıyorsun demeyeceğiz. Kur’an der ki, “Selâmı ilka edene mü’min değilsin demeyin.” (4 Nisa 94) Barışanla korkmadan barışacağız. (8 Enfal 62) Akrabanız olsa da yanlı söylemeyin. (8 Enfal 61)
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92