KUR’AN MATEMATİĞİ
55. Seminer – 15 NİSAN 2000
ŞERİAT VE DEVLET BAŞKANLIĞI
“Şeriat” kelimesini kullanmamdan gocunanlar olabilir. Ne var ki bunlara gerçekleri anlatmak için ben bu kelimeyi kasden kullanıyorum. Bir kelimeyi birileri istismar etmiş ve kötüye kullanmış olabilirler. Biz onlar yüzünden bu kelimeden vazgeçemeyiz. Hitler ve Mussolini cumhuriyet rejimi için kanlı faşizmi yürüttü. Stalin’in sosyalizmi cumhuriyetti. Mao bir cumhurbaşkanı idi. Bunların adı kötüye çıktı diye “cumhuriyet” kelimesini bırakamayız. Doğu Almanya bir “demokratik ülke” idi. Demokrat Parti resmen kapatıldı ve başkanı asıldı. Biz, bunlar oldu diye “demokrat”lıktan vazgeçemeyiz. Birisi “altın”a hile karıştırdı diye biz altının adını “çinko” yapamayız. Enflasyonlu “Türk Lirası”nın adı kötüye çıktığı için adını değiştirelim diyemeyiz. Üç tane sıfırı atıp TL yerine BN bile koyamadık. “Şeriat” falan veya filan tarafından istismar edilmiş olabilir, kötü kullanılmış olabilir. Ama biz “şeriat” kelimesinden vazgeçemeyiz. “Şeriat” kelimesi İbraniceden gelmedir ve en az dört bin yıllık mazisi vardır. Kimse akşam yatıp sabahleyin kalktığında onu değiştiremez. Nitekim Türkçede “meşru” yani “şeriata uygun” kelimesini hâlâ kullanıyoruz. Yerine koyduğumuz ve halk tarafından benimsenen uygun bir kelime de hâlâ bulunamamıştır.
Sizlerle “şeriat” kelimesi ile “kanun” kelimesi arasındaki farkı anlamaya çalışacağız.
“Kanun” da “şeriat” da “yol” demektir. Kanun, patika yol, tek yol, devlet demir yolları gibi yol; şeriat ise cadde, bulvar, oto yol demektir. Biri “merkezi tekel yönetimi”, diğeri ise “yerinden çoklu yönetimi” içerir. Askeri yönetim kanun yönetimidir. Hukuki yönetim şeriat yönetimidir. Devlet “askeri yönetim” ile kurulur ve korunur yani düzeni “kanun düzeni”dir. Devlet “hukuk düzeni” ile yaşar ve gelişir yani “şeriat düzeni” ile yaşar. Kanun düzeninde “serbest sözleşmeler” yoktur. Kanunda belirlenmiş “tip sözleşmeler” ile topluluklar oluşur ve kişiler arasında ona göre işler yürütülür. Ne Tevrat’ta ne de Roma’da serbest sözleşme esası yoktur. “Serbest sözleşme ilkesi”ni İslâmiyet getirmiştir. Batı bunu İslâmiyet’ten almıştır. O tarihten beri de batı şeriatı benimsemiştir.
Türkiye Devleti İstiklâl Savaşı’nı “vahdet-i kuvva” içinde yapmıştır. Askerliğin ve inkılapların gereği olarak kanun sistemi uygulanmıştır. “Şeriat sistemi”nden uygulamada uzak kalınmıştır. Ancak hiçbir zaman kanun sistemi yasallaştırılmamıştır. “Vahdet-i kuvva ilkesi” anayasalara girmemiştir. Medreseler kapatılmıştır. Tekkeler kapatılmıştır. Partilerin kurulmasına mâni olunmuştur. Ancak bunlar bir kural olarak değil de, o günkü durumun bir gereği olarak askeri sistem içinde yapılmıştır. Yasalar daima “şeriat sistemi”ne açık olmuştur.
Mustafa Kemal 1938 yılında ölmüş ve kendi hayatında normal düzene geçilememiştir. Türkiye’yi O’nun en yakın üç asker ve savaş arkadaşı yönetmeye başlamıştır: Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, Meclis Başkanı Kazım Karabekir. İşte bunlar “kanun sistemi”ni bırakarak “şeriat sistemi”ne geçmişlerdir. Mustafa Kemal için asıl olan “şeriat sistemi”dir. Onun için iki defa “çok partili sistem”i denemiştir. Mareşal ile Kazım Karabekir Türkiye iktidarı yani yönetim sistemini değiştirmeden ölmüşlerdir. İsmet İnönü ise yaşamıştır. Sivillerin “şeriat sistemi”ne göre “mevzuat”ı değiştirememiş olmaları sebebiyle 1960 Müdahalesi zorunlu olmuştur. İsmet İnönü’nün müdahalesi ile “çoklu sistem” korunmuş ve Türkiye 1961 Anayasası ile “şeriat sistemi”ne geçmiştir. 1924 Anayasası şeriata aykırı hükümler içermiyor ama şeriat sisteminin mekanizmasını düzenlemiyordu. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’nin ilk yapacağı iş, “1961 Anayasası”nı 1950’de çıkarmış olması idi. Ümmi bir devlet başkanının (Celal Bayar) bunu yapamayacağı açıktır. Sonunda 1960 Müdahalesi olmuş ve Türk ekonomisine çok büyük hizmeti bulunan Adnan Menderes ve arkadaşları asılmıştır. Bugünkü anayasamız istisnai hükümler dışında “şeriat anayasası”dır yani “çoklu sistem”i benimsemiştir. Şimdi bu iki sistemi ele alıp inceleyelim.
Tekli merkezi sistemde güçlüler yönetime hâkimdir. Bu güçlü olan bir mezhep olabilir, tekel sermaye olabilir, sinsi bir kadro olabilir. Bunlar seçim yaparlar; ama sadece güç gösterisi için seçim yaparlar. Kimin daha güçlü oluğunu göstermek, halkı kimin daha çok korkutabildiğini ortaya koymak için “sözde seçim” yaparlar. Seçimin adil olması şartı da yoktur. Bu kadro kendisine bir lider seçer ve insanları o lidere bağlar, ona taptırır. Onun adına da memleketi bu kadro yönetir. Burada başkanın görevi bu siyasi kadronun isteklerini dengeli bir şekilde yerine getirmek yani siyasi bir avuç yönetici arasında çıkacak ihtilafları halletmektir. Burada devlet başkanına düşen görev, siyasi kadronun içinde kuvvetliyi gözetip onun emrine girmesidir. Devleti yönetmeyi ve memleketin çıkarlarını düşünmeyi gerektiren bir durum yoktur. O işleri güçlü kadro kendisi yapar. Halk bu kadronun kim olduğunu bilmez. Halk her şeyi başkanın yaptığını kabul eder. Oysa asıl yöneticiler perde arkasındadır. Teokrasi, kapitalizm, sosyalizm bu tür yönetimlerdir.
Bazı Batı ülkelerinde, bilhassa Anglosakson ülkelerinde bir parti yerine iki parti, bir patron yerine sektör patronları bulunur. İlk bakışta “çoklu sistem” görüntüsündedir. Oysa bütün ekonomi Merkez Bankası’nın dolarına bağlıdır. Merkez Bankası da birkaç sömürücü sermayenin elindedir. İki partinin varlığı göstermeliktir. Herkes aynı yönetimi yapmak ve aynı sistemi uygulamak zorundadır. Seçim halkı kandırmak içindir. Arada Kenedi veya Clinton gibi kendilerini gerçek başkan sananlar çıkabilir. Bunların akıbeti de faili meçhul cinayet veya hapishanedir. Bütün bu yönetim şekilleri kanunidir.
Kanuni yönetim sisteminde “tek parti” veya göstermelik “iki parti” vardır. Kanuni sistemde “sermaye” tekelleşmiştir. Merkez Bankası’nın güdümündedir. Kanuni sistemde “din” tektir. Bir mezhep “resmi din”dir veya Sovyetlerde olduğu gibi “ateizm” resmi dindir. Burada başkanın görevi, bir avuç seçkin yöneticinin gönlünü yapmaktan ibarettir. Bu tür yönetimler önce halk tarafından sevilen yöneticilerin etrafında oluşturulur. Halkın sevip saydığı kişinin etrafını sararlar. Onu halka kötü gösterme tuzaklarını kurarak tehdit ederler. Sonra onu emirlerine alırlar. Ondan sonra artık halkın sevdiği adam nefret ettiği adam olur, ancak iş işten geçmiş olur. Halkın gücü bunları yenmeye yetmez. Sayın Süleyman Demirel’in durumu bu idi.
Ne var ki insanlık artık bu tür dikta yöneticilerine karşı direnmeyi öğrenmiştir. Herkes bilir ki Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı olmasını kendisinden çok kendisini hiç sevmeyen ama bugün emirlerine aldıkları için işlerine gelen zümreler idi. Başlangıçta halka dayanan ve ileri hamleler yapan liderler sonunda belli bir kadronun esiri olurlar. Bu durumdan Mustafa Kemal de kendisini kurtaramamıştır. İsmet İnönü dahil bütün silah arkadaşlarından uzaklaştırılmış ve yönetim bugünkü yolsuzlukların atası olan Demokrat Parti kadrosuna kalmıştı. Ne var ki Fevzi Çakmak müdahale ederek kendisinden sonra o kadroyu devlet yönetiminden uzak tutmuştur. İsmet İnönü Mareşal’ı emekli ettikten sonra kendisi de o kadronun ağına düşmüştür.
DEVLET BAŞKANININ GÖREVLERİ VE ÖZELLİKLERİ
Burada şunu belirtmek isterim ki, kanun yönetiminde devlet başkanlarının işi kolaydır. Kimin güçlü olduğunu sezmek ve onun isteklerini yerine getirmek devlet başkanlığı için yeter şarttır. Devlet için ne yapılacağı hususu ise kendisinin değil kadronun düşüneceği bir iştir.
Şeriat düzeninde ise başkanların çok önemli işleri vardır. “Şeriat düzeni” demek, “yerinden yönetimli çoklu sistem” demektir. Halk ilmi, dini, mesleki ve siyasi sosyal gruplara ayrılmaktadır. Her grup kendileri ile ilgili işleri kendileri çözmektedir. Yerinden yönetim vardır. Merkez hâkim değil hâdimdir. Burada çok seslilik içinde kurumlar vardır. Kurallar vardır. Kurumlar kurallar içinde kendi görevlerini yaparlar. Devlet başkanı bunlara müdahale etmez. Bunların işlerine karışmaz. Ancak bu çok seslilik içinde sosyal gruplar arasında dengeyi korur. Kurumlar arası dengeyi korur. Başkan artık belli bir zümrenin veya kişilerin gönlünü etmekle görevini yapamaz. Bütün sosyal gruplarla kurumlar arasında dengeyi sağlamakla yükümlüdür. Bunun için bilgili ve güçlü olmalıdır. Bilgili olmalıdır; çünkü hakemlik yaparken bilerek ve adil bir şekilde hükmetmezse denge derhal bozulur ve kendisi de devrilir. Güçlü olmak zorundadır; çünkü daima iktidarı ele geçirip onun nimetlerini paylaşmak isteyenler vardır. Çoğu zaman bunlar iktidara karşı birleşirler ve başkanı devirmek veya emirlerine almak isterler. Bunlara karşı dayandığı bir güç yoksa başkan olarak kalamaz. Şeriata göre memleketi yönetemez. Nitekim Asr-ı Saadet döneminde bile ilk dört halifeden ikisi halkın gücüne dayandığı için şeriata göre devleti yönetmişler, sonraki halifelerin zafiyeti sebebiyle mütegallibe yönetimi ele geçirmiş ve asrımıza kadar bu durum sürmüştür.
DEVLET BAŞKANININ DENGEYİ KORUYABİLMESİ İÇİN DÖRT TEMEL KRİTER:
Fahri Korutürk’ün cumhurbaşkanlığı zamanında bu kriterleri Tek Yol dergimizde yazmıştık.
a) Devlet başkanı herkese eşit uzaklıkta olmalıdır. Bir insan kötü olabilir, suçlu olabilir. Onları cezalandıracak kurumlar ve kurallar vardır. Devlet başkanı bir zümreyi veya kişiyi tutmamalıdır. Özel görüşmeler yapmamalıdır. Kur’an böyle bir görüşmeyi çok ağır şartlara bağlamıştır.
b) Devlet başkanı istişare müessesesini kurmalı ve tüm halkı ile istişare etmelidir. Bunlar siyasi parti temsilcileridir. Halk dertlerini ve görüşlerini partilere bildirir. Partiler merkezlerinde görüşleri birleştirir ve devlet başkanına arz ederler. Bu görüşmeler açık olur. Kararları kendisi alır. Şûra dışında her hangi bir tekelden veya locadan talimat almaz ve onlarla görüşmez.
c) Devlet başkanı her söze kulak vermeli ve onlardan en iyisini seçmelidir. Öyle bir mekanizma geliştirmelidir ki; herkes görüşlerini devlet başkanına ulaştırabilmelidir. Tabi ki bu yeni bir görüştür. Görüş önemli olduğunda görüş sahibi ile görüşmeli ve görüşünü değerlendirmelidir. Tekli sistemde devlet başkanını yeni görüşlerden uzak tutarlar. Belli kimselerle görüşmeyi engellerler. Devlet başkanı bu engeli aşamadığı taktirde şeriat düzeni içinde devlet başkanlığı yapamaz.
d) Devlet başkanı kurallar ve kurumlar normal çalışırken asla müdahale etmemelidir. İşleri uzaktan gözetmelidir. Kur’an “bizi güdün demeyin, bize nezaret edin deyin” ayeti ile bu hususta en açık hükmü koymuştur. Fatih Sultan Mehmet’in divana katılmak yerine divanı perde arkasından takip etmesi bu sebepledir. Ancak eğer kurumlar çalışamazsa veya kurallar yetmezse o zaman devlet başkanı olağanüstü yetkilerini kullanıp kurumları işler hâle getirmeli ve yeni kuralların gelmesini sağlamalıdır. Sivil devlet başkanları bu değişimi yapamadıkları için Türkiye’de sık sık askeri müdahaleler zorunlu olmuştur. Oysa bu müdahaleler devlet başkanınca yapılmalı idi.
Hukuk geçmişte cereyan eden olaylar üzerinde oluşur. Halbuki hayat devamlı evrim içindedir. Her gün beklenmeyen olaylar zuhur eder. Kurallar ve kurumlar bunlara cevap veremez duruma gelir. Askerlikte bu hallere çok sık rastlanır. Onun için askerlikte “mevzuat sistemi” değil, “emir - komuta sistemi” geçerlidir. Devlet başkanı bir yanıyla asker olduğu için; kurullar veya kurallar işlemez duruma düştüğünde devlet başkanı devreye girer, yeni kurumlar kurar, yeni kurallar koyar ve devleti yıkılmaktan korur. Anayasamız devlet başkanına bu yetkiyi ve görevi vermiştir.
a) Kurullar arasında dengeyi sağlamak görevi devlet başkanına verilmiştir. Her görev bir yetkiyi gerektirir. Oysa yetki belirtilmemiştir. Kendi takdirleri ile kendisini yetkili kılacak ve görevini yapacaktır. b) Anayasamız devlet başkanını vatana ihanet dışında hiçbir şeyden sorumlu tutmamıştır. Böylece devlet başkanına sonsuz yetki verilmiş oluyor. Devlet başkanının icraatından kendisi değil, emri kabul edip uygulayan sorumlu olmaktadır. c) Uluslararası anlaşmalar açıktır ve gizli anlaşmalar geçersizdir. Ne var ki uluslararası ilişkiler yalnız anlaşmalarla düzenlenmektedir. Savaş dahil her türlü hukuk dışı taktiklerle dış siyaset yürütülmektedir. Rutin dış siyaseti dışişleri bakanlığı yürütür. Ancak uluslararası siyaseti ise devlet başkanı yürütür. Bunun için büyükelçileri atama yetkisi devlet başkanına verilmiştir. d) Anayasamız meclis dahil bütün kurumların kararlarını cumhurbaşkanının imzasıyla yürürlüğe koymuştur. Bu da devlet başkanına verilen çok büyük bir yetki demektir. Hukuk düzeninin askıya alındığı sıkı yönetimi ilan etmeyi doğrudan doğruya kendi başkanlığında toplanan hükümete bırakmıştır.
Şeriat düzeninde devlet başkanı hangi şartlarda kurumlara veya kurallara müdahale edecektir? Bunu yasa ile sınırlamak mümkün değildir. Ancak fıkhi hükümlerle sınırlarsınız. Devlet başkanı bunlara uyarsa iyi devlet başkanıdır. Uymazsa kötü devlet başkanıdır. Fıkhın müeyyidesi dünyevi değil uhrevidir.
Kurumlardan biri bir mütegallibenin eline düşer de görev yapamaz hal alırsa, o kuruma re’sen müdahale eder ve o kurumu mütegallibeden kurtarır. Birkaç misal verelim: Diyelim ki orduda subay okuluna yalnız asker çocukları alınmaktadır. Ordu belli bir zümrenin veya sınıfın jandarması hâline gelmektedir. Ülke yerine o sınıfın çıkarları korunmaktadır. Devlet başkanı bu durumda orduya müdahale eder. Yeni kadro oluşturur. Avukatlar Barosunu düşünelim. Hakların korunması yerine çok para kazanmalarını hedefleyen barolar durmadan hukuk düzenini bozmakta ve nizalar çıkarmaktadırlar. Davaların çabuk bitmesini engellemektedirler. Devlet başkanı buna müdahale ederek yeni baronun oluşmasına imkan verir. Milletvekilleri öyle kanunlar çıkarabilir ki hep kendileri ve çocukları seçilirler. Meclis bir zümreye dönüşür. Devlet başkanı müdahale ederek seçilebilen herkesin milletvekili olmasını sağlar. Kurum bozulmamış olabilir ancak mevzuat çağın gerisinde kalmış olur. O mevzuatı değiştirmek normal kurumlar için mümkün değildir. Bunları yapacak kadroları yoktur. Yeni mevzuatı oluşturma özel ilmi çalışmalar gerektirir. Nitekim askeri başkanlar müdahalenin sonunda hemen “anayasa ilmi heyetleri” oluştururlar. Cumhurbaşkanı da gerekli görüyorsa bir “ilmi heyet” kurar, bu heyeti siyasi partilerin gönderdikleri ilim adamlarından oluşturur. Yeni anayasa hazırlatır ve meclise bu kanunun müzakere edilmesi için gerekli çoğunluğu talep eder. Bu arada askerlerin de görüşlerini alır. Böylece “milli mutabakat” içinde bir anayasanın hazırlanması imkan dahiline girer.
Eğer bir memlekette mafyalar oluşmuşsa her hangi bir yeniliği yapmanız mümkün değildir. Bu mafyalar çökertilmedikçe bir düzeltme yapamazsınız. Böyle bir “mafya”nın varlığına bir “savcı” değil ancak “devlet başkanı” karar verir. Mafyanın çökertilmesi için sıkıyönetim ilan edilir. Mafya kadrosu yok edilir. Sonra bir daha o tür bir mafyanın oluşmasına imkan vermeyen kurallar konur ve kurumlar oluşturulur.
Görülüyor ki “şeriat düzeni”nde devlet başkanlığı son derece zordur. Çok büyük bir ehliyet ister. Bu ehliyet “istişare ehliyeti”dir, “karar verme ehliyeti”dir. Bu konularda askerler eğitimlidir. Ani kararlarla sorunları iyi kötü çözerler. Onun için biz devlet başkanının askerlerden olması gerektiğini savunuyoruz. Talip olanlar bize 100 sayfalık programlarını getirsinler. Türkiye’de niçin “şeriat” sözünü kullandırmadıklarını şimdi anlamışsınızdır. Şeriat, belli bir zümrenin tahakkümünü önleyen mekanizmalar getiriyor. Oysa onların anayasaları şeriatın sonuçlarını temenni ediyor; ama mekanizma olmadığı için belli zümreler tarafından sömürülüyor. Ne var ki insanlık artık uyanmaktadır. Bunların boruları ötmez hâle gelmektedir.
MATEMATİK
0*0=0 0*1=0 1*0=0 1*1=0
0+0=0 0+1=1 1+0=1 1+1=1 Mantığı oluşturuyordu.
1+1=10 yaparak Matematiği kurmuştuk.
10110 gibi sıraya dizerek kümeleri oluşturduk. -1/0 den başlayarak +1/0 varan sayı kümesine zahiri sayılar cismi denmektedir. Buna benzer batıni sayılar cismi de tanımlanır. Her zahiri sayıya karşı kök –1 ile bağlantı kurulacağına göre ve tüm sayılar cismi veya kendi kendine yeterli sayılar cismini oluştururuz. Bu zihnimizde oluşan kâinatın dışarıda yani fiili karşılığı olan bir kâinatı düşünmeye başlayalım. İşte Allah böyle bir kâinatı varetmiştir. Tanım şöyledir: Bir zahiri sayılar cismini karşılayan gözle görebildiğimiz elle tutabildiğimiz bir varlık vardır. İki sayı arasındaki farka “uzaklık” demekteyiz. İki sayının bulunduğu yere “uç” veya “nokta” diyoruz. Bu sayılar cismini temsil eden varlığa “doğru” diyoruz. 1/0+a=1/0 dir yani sonsuza bir şey eklersek veya çıkarırsak sonsuz değişmez. Öyle ise sayılar cismine doğrunun istediğimiz noktasını karşılık yaparız. 1/0*a=1/0 dir. O halde doğrunun ikinci noktasını da istediğimiz sayıyı tekabül ettirebiliriz.
Bu iki belirlemeden sonra doğru sayılar cismine denktir. Sayılar cisminin her birini bir değişken ile belirlersek demek ki bir değişken bir doğruyu gösterecektir. Sadece iki nokta değişkenin iki sayısına biz tekabül ettiririz. Diğerleri kendileri tekabül eder. İki sayı arasındaki farka “uzaklık” diyeceğiz. Doğru üzerinde yaptığımız ölçmeler hep sayılar arasındaki ilişkiyi gerçekleştirir. Yani Allah doğruyu bizim zahiri sayılar cismine uygun varetmiştir. Bunun böyle varedilmesi zorunlu değildir. Mesela, bir daire üzerinde sonsuz sayıyı bulamayız. Aslında kainatta doğru yoktur. Matematikte vardır. Ama yarıçapı çok büyük olan kainattaki daireleri biz doğru olarak görürüz. Başka türlü ölçme imkanımız yoktur. Ancak galaksiler arası ölçme yaptığımızda doğrunun eğri olduğunu anlarız. Buradan çıkaracağımız önemli bir sonuç vardır. Beynimizdeki matematik ancak bize yetecek kadar kainata analogdur. Takrîbidir. Tamı tamına değildir. Çünkü kainatta sonsuz yoktur. Oysa bizim beynimiz sonsuzu içeren matematiği kolay hesaplayabilmektedir. Bilgimiz bize yetecek kadar doğrudur.
0+1=1 üretmesiyle bir diziyi üretelim. 0+1=1 başka sayılar dizisini üretelim.
0 ve 1 aynı ise bu iki sayılar sistemi birbirinin aynı olacaktır. Buna çakışık iki doğru tekabül eder.
0+1=1 0+1=1 lerde 0 lar aynı ama 1 ler farklı ise buna “kesişen iki sayı sistemi” diyoruz, yahut “kesişen iki doğru” diyoruz. 0 ve 1 ler farklı ise bunlara “aykırı sayılar cismi” diyoruz yahut “aykırı doğru” diyoruz. Şimdi bu tanımlardan sonra uzayları tarif edelim:
İki bir boyutlu uzayın ortak bir noktası varsa bunlar iki boyutlu uzayı temsil ederler. Bu iki boyutlu uzayın noktaları x/a+y/b=1 denklemi ile ifade edilir. Burada a u doğrusu üzerinde alınan bir noktayı, b v doğrusu üzerinde alınan bir noktayı belirler. Denklem ise bu iki noktadan geçen doğrunun üzerindeki noktaları belirler. Gerçekten x=0 iken y=b dir. y=0 iken x=a dır. Bu denklemde x ve y gibi ikili bir takım bir noktayı belirler. Şimdi ayını 0 noktasından geçen ama bu düzlemde bulunmayan bir doğruyu alalım. Bu da üç boyutlu uzayı temsil eder. BUNA GÖRE TANIMLAR YAPALIM:
x/a= 1 denklemi bir boyutlu uzayda bir 0 boyutlu uzayı tanımlar.
x/a+y/b= 1 denklemi iki boyutlu uzayda bir bir boyutlu uzayı tanımlar.
x/a+y/b/z/c= 1 denklemi üç boyutlu uzayda bir iki boyutlu uzayı tanımlar.
x/a+y/b/z/c/u/d= 1 denklemi dört boyutlu uzayda bir üç boyutlu uzayı tanımlar.
x/a+y/b/z/c/u/d+v/e = 1 denklemi beş boyutlu uzayda bir dört boyutlu uzayı tanımlar.
Yukarıdan aşağıya doğru da gelebiliriz.
x/a+y/b/z/c/u/d+v/e= 1 denklemi beş boyutlu uzayda bir dört boyutlu uzayı tanımlar.
x/a+y/b/z/c/u/d= 1 denklemi dört boyutlu uzayda bir üç boyutlu uzayı tanımlar.
x/a+y/b/z/c= 1 denklemi üç boyutlu uzayda bir iki boyutlu uzayı tanımlar.
x/a+y/b= 1 denklemi iki boyutlu uzayda bir bir boyutlu uzayı tanımlar.
x/a= 1 denklemi bir boyutlu uzayda bir 0 boyutlu uzayı tanımlar.
Diğer bir ifade ile: Bir değişken bir doğru üzerinde bir noktayı. İki değişken bir düzlem üzerinde bir noktayı. Üç değişken üç boyutlu hacim içinde bir noktayı. Dört değişken dört boyutlu uzay içinde bir noktayı. Beş değişken beş boyutlu uzay içinde bir noktayı tanımlar.
Farklı varlıkların oluşması için bir boyutlu uzaya gerek vardır. Hareketin olabilmesi için bir üst boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. Kesişmeden hareket için üç boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. Üç boyutta hareket için dört boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. İradeli hareketin olması için beş boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. Bunları ileride göreceğiz. Kâinat beş boyutludur. Kur’an üç boyutlu kâinatımıza “semavat ve arzın kuturları” demektedir. Dört boyutlu uzaya “kürsi”, beş boyutlu uzaya “arş” demektedir.
Yayına Hazırlayan: REŞAT NURİ EROL SÜLEYMAN KARAGÜLLE