KUR’AN MATEMATİĞİ
65. SEMİNER NOTLARI 24 HAZİRAN 2000
“HERKESE İŞ - HERKESE AŞ”
Bu söz bir siyasi partinin oy kandırmacası değildir. Bu İslâm’ın, şeriatın, Hak düzeninin, “Adil Düzen”in temeli olan bir düsturdur . Batılılar İslâm düzenine “lâiklik”, şeriat düzenine “demokrasi”, Hak düzenine “sosyal düzen”, Adil Düzene “liberal düzen” diyorlar. Yani tüm insanlığın Doğuda ve Batıda 10 bin yıldan beri uğraşıp kurmak istediği ve Anayasamızın temel dayanağı olan “Hukuk Düzeni”nin adıdır. Ne var ki siyasiler bunu oy aracı yapmışlardır. Bunda da yadırganacak bir şey yoktur. Bu hizmetleri verenlerin elbette oy almaya ihtiyaçları ve hakları vardır. Ne var ki oy almak için bir istismar ve kandırma aracı yapmışlardır. Suç olan budur, günah olan budur. Biz oy talep etmeden sizlere bu “HERKESE İŞ VE HERKESE AŞ”ın ne odluğunu anlatacak ve Halk Teşebbüsü olarak sizleri bu büyük projemize katılmaya çağıracak ve katmaya çalışacağız.
Bir Anayasa maddesi olarak sistemimizi koyalım:
Madde 1- Yeryüzü İnsanlığındır. İnsanlar atalarından devraldıkları yeryüzünü miras ve emek ile paylaşarak ondan yararlanırlar ve karşılığında onu imar ederek çocuklarına devrederler. Hereksin yeryüzündeki payının kirası ile yaşama hakkı vardır. Çalışanların ayrıca emeklerinin hakkı olarak da payları vardır. İşgal yararlanmanın, ihya mülkiyetin kaynağıdır. İslâmiyet, lâiklikle (hereksin başkasına zarar vermemek şartı ile istediği gibi çalışması ve yaşaması), Şeriat/ Demokrasi (halkın kendi kendilerini kendi içtihat ve sözleşmeleri ile yönetmesi) ile, Hak Düzen/ Sosyal Düzen (herkesin üretimden yeryüzündeki kira payını alarak yaşaması) ile, Adil Düzen/ liberalizm (Herkesin kendi emeğini kendi istediği yerde değerlendirme imkanı) ile sağlanır.
Yeryüzü: Kelimenin Arapçası “arz”dır. Bu yer yuvarlağının yüzeyini ifade ettiği gibi derinliklerini de ifade eder. Yerin kara ve denizlerini de ifade eder. Hatta gökteki ayı ve seyyarelerini içine alır. Yıldızlar “sema”, gezegenler “arz”dır.
İnsanlık: İnsanlık, Hz. Adem ile eşinin çocuklarına verilen addır. 23 çift kendine özel genleri taşıyan canlıların adıdır. Bu ifade gelmiş ve geçmiş kişileri ve topluluklarını da içerir. Yeryüzü sadece insanların değil tüm insanlığın malıdır. Ölülerin de doğacakların da hakkı vardır. Kimsenin tahrip etmeye hakkı yoktur. Kimse çevre kirliliğine çanak tutamaz. İnsanlar değil ekseriyetle, ittifakla bile karar alıp yeryüzünü bozamazlar. Peki insanlar nasıl karar alacaklardır? Hangi güç onu koruyacaktır? Önce haklıyı ve haksızı tarafların seçtiği iki hakem ile onların seçtiği baş hakem belirleyecektir. Buna uymak “hukukun üstünlüğü ilkesié ile belirlenmiştir. Hakemlerin kararlarına uymayanlara karşı cihad her mü’mine farzdır. Önce uyarır. Dinlemezlerse, aralarından ayrılıp gider ve yeryüzündeki payını ister. Vermezlerse, birleşip savaşırlar. İşte meşru savaş budur. Kimse hakem kararları yokken kendi kendine ihkak-ı hak edemez. Hakem kararlarına uymayanlara karşı herkes kendi müeyyidesini uygular. Bu da en büyük ibadettir.
İnsanlar: Yaşayan kimselerdir. Yararlanma hakkı bunlarındır. Karşılığını imar etmek sureti ile vererek daha fazla hak kazanırlar. Bunlar yeryüzünü ilk işgal ile bölüşmüşlerdir. İşgal eden çıkıncaya kadar orada kalır. Ancak işgal ettiği yerden fazlasından yararlanamaz. Başka yerde hakkı kalmaz. Ancak herkesin emeği kendisinindir. Eğer bir taşınmazda emeği geçmiş ise o emeğin hakkı ödeninceye kadar orasını kullanmakta evleviyet hakkı vardır. Bu hakkını istediği kimseye devreder. İşgalde devir yok, mülkiyette devir var.
Atalar: Ölmüş olan insanlardır. Herkesin yakın ataları ve çocukları vardır. Uzak ata ve çocuklar ortaktır. Herkes bütün uzak ataların çocuğudur. Bütün uzak çocuklarının atasıdır. Miras yakın ata ve çocuklarına intikal eder. Bu insanlığa bıraktığı kira karşılığı imardır. Bütün insanlığın olur. Nüfus artmazsa, bir kimse on nesil sonra bin kişinin, yirmi nesil sonra bir milyon kişinin, otuz nesil sonra bütün insanların atası olur.
Miras: İnsanların insanlığa olan kira borcu, yaptığı ürünü sağ kalanlara emanet etmesidir. Varisler onu insanlığın emaneti olarak alırlar. Mülkiyet yoluyla onlara geçmiş olur, ondan yararlanır ve yaşarlar, sonra çocuklarına emanet ederler. İnsanlar yeryüzünün mallarına mâlik değil emanetçidirler. Yöneticilerin yönetme yetkileri vardır, imha yetkileri yoktur.
Emek: Kişilerin ürettikleri ürünlerdeki kendi paylarıdır. Kişiliklerinin ve bedenlerinin paylarıdır. Bunda kendilerinin diledikleri gibi tasarruf hakları vardır. Kimse kimseye rızası olmadan bir iş buyuramaz. Kendi işgal ettiği yerde istediği gibi yaşar. Dört temel kuralla topluluğa başlanır. Herkes kendi hayatını kedisi düzenler ve yaşama ve çalışma kurallarını koyar. Bu emeğine sahip olma gereğidir. Ancak koyduğu kurallara onları değiştirmedikçe uymak zorundadır. Bu da insanlığın toprağından yararlanması karşılığı vecibedir. Herkes istediği kimselerle istediği sözleşmeyi yapar veya sona erdirir. Bu kendi emeğinin teşebbüs hakkıdır. Ancak sözleşme yürürlükte iken sözleşmeye uymak zorundadır. Bu da insanlığa olan kira borcunun gereği böyledir. İstediği topluluğa katılmak veya ayrılmak hakkına sahiptir. Merkezi yönetim yoktur. Küçük (30-100 kişilik) ve orta (3000-10000 kişilik) topluluklar vardır. İsteyen istediği topuluğu oluşturabilir, istediğinden ayrılıp diğerine katılabilir. Ama hiç kimse katıldığı bir topluluğun oluşmuş ortak sözleşmelerine karşı gelemediği gibi, yetkili yöneticilerini de dinlemek zorundadır. Bu da o topluluğun işgal ettiği toprağına kira payı karşılığı olarak bunu yapma zorunluğu vardır. Nihayet herkes kendi davranış ve sözlerinden sorumludur ve hakları vardır. Yöneticileri dahil herkes aleyhine herkes dava açma hakkına sahiptir. Davalı olmaya da ehildir. Taraflar kendi hakemlerini kendileri seçerler. Baş hakemi de kendi seçtikleri hakemler seçer. Bu onun emeğini dilediği gibi koruması anlamınadır. Ancak hakem kararlarına uyma zorunluğu vardır. Bu da topraktan yararlanma karşılığı yüklenilen yükümlülüktür.
İmar: Toprağın daha verimli hâle gelmesini sağlamak için insan emeği ile ona verilen yeni şekil olup, ilk insandan bugüne kadar yeryüzü bu evrimi geçirmektedir. Kıyamete kadar bu evrim devam edecek, böylece yeryüzü daha çok insan besleyebilecektir. Denizlere dalıp kentler kuracaktır. Göklere çıkıp orada güneş enerjisinden doğrudan üretim yapacaktır. Uzaya açılıp hidrojen enerjisinden yararlanacaktır. Bu Allah’ın insanlığa verdiği görev ve imkandır. Bizim görevimiz elimizden geldiği kadar bu evrime hizmet emek yani daha çok insanın doğup yaşaması için katkıda bulunmaktır.
Çocuklar: Gelecek nesildir. Çocuk erkek ve dişinin birleşmesi olmaksızın oluşmaz. Evlilik, çocuk yetiştirme ortaklığıdır. Anne doğurup büyütme, erkek ise besleyip koruma görevlerini yüklenmişlerdir. Kadın kendi görevini kendi ocağındakilerin yardımı ile başarabilmektedir. Oysa erkek bunu ocak içinde başaramadığı için; bucak, il, ülke ve insanlık olarak örgütlenmiştir. Devleti erkekler kurar, dolayısıyla onu yönetme de onların hakkıdır, ama devlet çocukların yetişmesi için kurulur, bu da kadınların görevidir. Dolayısıyla devlet kadınlara hizmet eder. Bu öncelik kuralıdır. Ancak birbirine dayandığı için hem erkeğin hem kadının devleti yönetme hakkı ve ondan yararlanma hakkı vardır. Kadın yönetmeye ehildir; yönetme yükümlülüğü yoktur. Erkek devletten yararlanmaya ehildir; yararlanma yükümlülüğü yoktur. Bir çocuğun doğmasına sebep olanlar onu büyütmek ve korumakla da yükümlüdürler. Çocuklar atalarına borçlanmış olurlar. Sonra onlar insanlığa çocuk yetiştirerek borçlarını öderler. Erginler yaşlılara bakar alacaklı olurlar, yaşlandıkça onu çocuklarından alırlar. Bu görev de öncelikle yakınlara düşer, ancak kademe kademe tüm insanlığın ortak borcu hâline gelir. Sosyal dayanışma bu ilkeden doğar.
Pay: Hayvanlar ya topluluk hâlinde üretip topluluk hâlinde tüketirler, ya da teke tek üretip teke tek tüketirler. İnsanlar ise kollektif olarak üretirler. Yapılarını, emeklerini, mallarını veya hizmetlerini katarlar, sonunda paylarını alırlar. Para ortak üretimdeki pay belgesidir. Kapitalizmde her ülkenin bir parası vardır. Sosyalizmde tüm insanlığın bir parası vardır. Adil Düzende ortak üretimle katılanlara işletme pay belgesi verilir. Sonunda ürünler ortak ambara konur. Kişiler pay belgelerini istedikleri kimselere devredebilirler. Tüketici ambara pay belgesi ile gelir ve malını alıp gider. Adil Düzende para mal alıp satmaz, sadece pay belgelerini alıp satar.
Yaşama: Çalışabilsin, çalışamasın yahut çalışsın veya çalışmasın, insan olduğu için insanlığın yeryüzündeki topraklarda payı vardır. Bu paydan elde edilen kira tüketiciye kişi başına ihtiyaca göre bölüştürülür. Böylece insanın yaşaması garantiye alınır. Bu bugün “vergi” yoluyla düzenlenmektedir.
Çalışma: Çalışmadan yeryüzü hiçbir şey vermez. Çalışanlara daha fazla vermek gerekir. Yoksa çalışmazlar. Bu emeklerine karşı aldıkları ile daha yüksek hayat yaşarlar veya daha fazla üretim yaparlar, imar yaparlar. Böylece yeryüzü de daha fazla kira getirir. Bu bugün “kredi” yoluyla düzenlenmektedir.
İşgal: Kişinin kendisine düşecek kadar parseli kullanmasıdır. Kendisine düşecek miktar, tüketim yerlerinde nüfusa göre eşitlik ilkesi içinde bölünür. Üretimde ise üretim kapasitesine göre bölünür. İşgal kalkınca kişinin oradaki bütün hakları sona erer.
İmar: Bir yerin verimini artırmakla ölçülür. İki misline çıkarmakla imar edilmiş olur. Değeri de iki misline çıkar. Eşit olarak bölüşürler. Bir fabrika bir ayda 1000 ton üretirken, eğer ilave olarak yaptığı tesislerle 2000 ton üretirse, o fabrikayı ihya etmiş olur. Yarısı onun olur.
İslâm: Barış içinde yaşama demektir. Bu barış korkudan emin olma barışıdır. Kişiler tek başlarına hürriyetlerini koruyamadıkları için bir araya gelir ve yaptıkları sözleşmelerle topluluğu oluştururlar. Yöneticilerini seçerler. Aralarında çıkacak ihtilafları hakemler yoluyla çözerler. Hakem kararlarına herkes uyar. Uymayanları topluluk dışlar. Onlar da beldelerini terk edip giderler. Savaş düzeninde ise hiyerarşik usulle bir korku mekanizması oluştururlar. Yöneticilere başkanın zulmünden, halk da yöneticilerin zulmünden korkarak itaat eder. Kişilerin kendi istekleri ile topluluk düzenine ve yetkililere uyması için kendi istediği gibi yaşamaya imkan vermek gerekir. Devlet bir dinin veya ideolojinin jandarmalığını yapmamalıdır. Bir din de devletin sözcüsü olmamalıdır.
Şeriat: Şeriat, halkın kendi içtihatları ve sözleşmeleri ile yönetilmesi, yerinden yönetilmesidir. Tarafsız ve bağımsız yargının üstünlüğüdür. Ekseriyet düzeninde demokrasi yoktur. Lâiklikle tam çelişki halindedir Batı demokrasiyi bir slogan olarak mekanizması olmadan kullanıyor.
Hak: Bâtıl karşılığıdır. İnsanların kendilerini sorumlu kabul etmesidir. İnsanlığın hakemlerin içtihat kararları ile getirdiği dinamik hukuk sistemi içinde insanların sorumluluk yüklenmeleridir. Ben bu görevi yapmazsam sorumlu olurum. Yanlışa karşı doğruyu, zararlıya karşı yararlıyı, kötüye karşı iyiyi ve zulme karşı adaleti kabul etmek demek, Hakkı kabul etmek demektir. İnsanın görevi, hakkın yanında bâtıla karşı cihat yapmaktır. Neyin hak neyin bâtıl olduğunu hakemler belirlerler.
Adil: Denge demektir. Bilhassa bölüşümü öyle yapmalıyız ki denge bozulmamalıdır. Mesela, zenginler daha çok zengin olmamalıdır. Fakirler de daha çok fakirleşmemelidir. Adalet yalnız kişilerin haklarını korumak demek değildir. Topluluk içinde dengeleri bozmamak demektir.
İşte dünyadaki tüm anayasaların ve hukuk sisteminin hedefi bu esaslara ulaşmaktır. Bunların nasıl gerçekleşeceğini Kur’an öğretmiştir. Bunların mekanizmalarını bulma yolunu öğretmiştir. İlim de bu mekanizmayı bulma gücüne sahiptir. Kur’an ilme yardımcıdır. Zorlayıcı değildir. Kur’an’ın koruyucusu Allah’tır. Kimsenin Kur’an’ı resmen yorumlama yetkisi yoktur. Kur’an’ın resmi yorumu yoktur. Kur’an sadece uyarma ve haber verme yükünü yüklenmiştir. Kendisini savunmak için orduların teşkil edilmesini yasaklıyor.
AKEVLER İSTANBUL TÜKETİM
ve
AKEVLER İSTANBUL KONUT YAPI KOOPERATİFLERİnde
halk olarak bu hususta yapabileceğimizi yapmak için faaliyetteyiz.
“Ahşap Evler”den oluşacak siteler kuracağız...
Halk Ekonomisi Sistemi ile işleyen “Satış Merkezleri” zincirini kuracağız.
Hedefimiz budur.
KUR’AN, MÂ’ÛUN SÛRESİ (107) - 3. ÂYET
بسم الله الرحمن الرحيم
ارئيت الذى يكذب بالدين فذلك الذى يدع اليتيم
ولا يحض على طعام المسكين
فويل للمصلين الذين هم عن صلوتهم ساهون الذين هم يرائون و يمنعون الماعون
XWW (HDD): Kur’an’da bu kelime yalnız yoksulların yiyeceği ile ilgili olarak üç yerde kullanılmaktadır. İkisini sülâsi bâbından, diğerini ise müfaale babından kullanmaktadır. Kur’an sûrelere, sûreler âyetlere, âyetlerin bir kısmı hadislere bölünmüştür. İlk baktığınız zaman bunların tertibinde daldan dala atlama vardır. Gerçekten de böyledir. Ormanlarda da ağaçlar böyledir. Ağaçta dallar da böyledir. Oysa onların derinliklerinde sıkı irtibat vardır. Kur’an ve canlı aynı üslûptadır. Kur’an 114 sûredir. Tekrar edilmiş besmeleli sûre 112 dir. Bunlar
1+{[(2+2+2+1(1))+(3+3+3+3)+3+1+3+(3+4+3+4+3+4+7)+10]+32+16=1+64+32+1} şeklindedir.
Son 16 sûre tebliğ tamamlandıktan sonra insanı kendi iç muhasebesine yöneltmektedir. İlk üç sûre kıyametten, sonraki üç süre mü’minlerin kendi aralarındaki ilişkilerden bahsetmektedir. Bundan sonraki on sûrenin ilk dördü toplulukların yaşama ve çalışma barışı içine girmeleri gerektiğini vurgulamaktadır. Yani herkese iş ve aş konusu işlenmektedir. Son altı sûre “Qul” sözleri ile başlayıp kişinim kendi nefsine dönmesi ile sonlanmaktadır. Daha önceki sûreler İslâm düzeninin kurulmasından, son on altı sûre İslâm düzeninin korunmasından bahsediyor. İç ilişkiler, çalışma ve yaşama düzeni, kişinin kendisine dönmesi Allah’a dönmesi demektir. Sûreler (3+3)+4+(3+3)=6+4+6
Barış içinde yaşamanın esasları dört sûrede belirlenmiştir:
1) Fil Sûresi: Genel güvenlik. Uluslararası güvenlik.
2) Kureyş Sûresi: Ticaret ve ulaşım. (Satış merkezleri zinciri).
3) Mâ’ûun Sûresi: Herkese aş ve herkese iş. (Ahşap ev, katlı ev siteleri).
4) Kevser Sûresi: Bolluk ve bereket.
MÂ’ÛUN SÛRESİNİN MEÂLİ
Dini tekzib eden kimseyi re’yettin mi? ( Hesaba çekilmeyi kabul etmeyen kimseyi bir düşün.)
İşte yetimi daa’eden kimse budur. (Çalışamayanların yaşama haklarını unutur.)
ve miskinin taamı üzerine Xadd etmez. (Çalışabilenlerin iş bulmaları için gayret sarfetmez.)
İşte ol musallilere veyl vardır. (İşte ol namaz kılanlara ateşler yağar.)
Onlar salâtlarından sehv eden kimselerdir. (Onlar namazlarının gereğini yapmayanlardır.)
Onlar irae eden kimselerdir. (Onlar gösteriş yapanlardır.)
Onlar mâ’ûunu men ederler. (Onlar yardımlaşmaya karşı çıkarlar, baskı yaparlar.)
Biz burada sadece “herkese iş âyeti”ni işleyeceğiz. Bu âyetin benzeri Kur’an’da başka bir yerde aynen geçer. Bir başka yerde de aynı anlamda ama başka şekilde geçer.
“Azim Allah’a iman etmemekte ve miskinin taamına xıdad etmemektedir.” (69/34)
“Yetimi daa’ eden kimsedir bu ve miskinin taamına xıdad etmemektedir.” (107/3)
“Hayır siz yetimlere ikram etmiyorsunuz Miskinlerin taamına xıdad etmiyorsunuz.” (89/18)
Va: Atıf harfidir. Azim Allah’a iman etmemeğe atfetmektedir ki bu işi yapmamak doğrudan doğruya inkârla bir tutulmuştur. Kâfir, bile bile aksini iddia etmedir. Burada ise bugünkü anarşist ve ateistler gibi inanmamak zikredilmiş ve ona atfedilmiştir. Kur’an’da inkârdan çok az bahsedilmiştir. Bunlardan biri de buradadır. İkinci âyette ise dini tekzib edenin özelliklerini sayarken, “bu öyle bir kimsedir ki yetimleri terk eder ve yoksulların yiyecekleri için gayret sarf etmez” demiştir. Üçüncü âyette yine aynı şekilde “yetimlere ikram etmiyorsunuz” diyerek eklemiştir. Yetim ve yoksul burada yan yana sayılmıştır. Yetim kelimesi, çalışamayacak kimseleri karşılıksız doyurma ve besleme anlamındadır. Yoksul ise çalışabildiği halde iş bulamaması anlamındadır. İnsanlık ilkel hayat yaşarken sorun bu kadar büyük değildi. Çünkü yakın akrabalar bu sorunu çözüyordu. Bugün ise sorun çok büyümüştür.
Bunlardan biri, çalışamayacak durumda olanlara kim bakacaktır? Bunlar çocuklar, yaşlılar, sakatlar ve hastalardır. İş yapmaya güçleri yetmemektedir. Bunun için kapitalistler aidatlı sigorta sistemini geliştirmişlerdir. Ne var ki bu da yalnız çalışanlara veya onların yakınlarına tanınan imtiyazlı hak olmaktadır. Sosyalizmde ise bunu devlet yüklenmiştir. Görülüyor ki insanlığın ancak yirminci yüzyılda yapmak zorunda kaldığı ve başaramadığı sosyal güvenliği İslâmiyet binlerce yıl önce bütün müesseseleri ile getirmiştir. Zekât ve nafaka müesseseleri kurmakla kalmamış, bu âyetlerle herkesin böyle bir müessesenin kurulması için gayret sarfetmesini iman ile eşit tutmuştur.
İkinci sorun ise çalışabilecek kimselere iş bulma sorunudur. Eskiden bu sorun aile içinde çözülüyordu. Herkesin tarlası vardı ve ekip biçiyordu. Üretim münferitti ve tek başına yapılıyordu. İnsanın topraktan bir garantisi vardı. Bugün ise üretim kollektiftir. Kimse kendi başına üretim yapıp yaşayacak durumda değildir. Herkes bir iş yerinde çalışmak zorundadır. Yani iş bulmak zorundadır. O halde çalışamayanları beslemek bir yükümlülük, çalışanlara iş bulmak da ikinci bir yükümlülüktür. Herkes böyle bir müessesenin kurulması için çalışmak ve gayret sarfetmek zorundadır. Bizim satış merkezleri zinciri ve ahşap evler ile yapmak istediğimiz bu hedefe ulaşmaktır. Yani “herkese aş ve herkese iş” formülü ile hareket ediyoruz.
VE: Bu “Ve” harfinin önemi burada başlar. Eğer bu fiiller sadece çoğul olarak getirilmiş olsaydı, “bu iş devletin işidir, biz iktidar olduğumuzda bunu yaparız” der, parti kurup iktidar olmağa çalışmakla yetinirdik. Emr-i bi’l-m’aruf için hâl böyledir. Ama burada iş ve aş güvenliği için çalışmamız hepimizin görevi hâline getirilmiş, tekil sığasıyla emredilmiştir. “Benim gelirim var. Ben zekâtımı da veriyorum” demek insanı kurtarmaz. Herkese aş ve herkese iş veren müesseselerin oluşması için elimizden geleni yapmak zorundayız. Bugün birkaç kişi bir araya gelip bu büyük hizmete talip oluyoruz. “Bu ne cesaret?!.” diyebilirler. Ne var ki biz çok güçlüyüz. Çünkü bizim arkamızda velimiz Allah’tır. Biz yapmayacağız, O yapacaktır. Bizim görevimiz sadece elimizden geleni yapmaktır. Kur’an’da peygamberlerin kıssaları bunu teyit için anlatılır. Dün Bediüzzaman’ın arkasında kaç kişi vardı? Şimdi dünyada teşkilat kuruyorlar. Siz hiç telaşlanmayın. Bir kaç kişiyiz diye ümitsizlenmeyin. Sizin açtığınız yoldan fevc fevc insanlar gelecektir. Siz çalışın ve Allah’ın emirlerini öğrenmeye gidin.
LA: Menfi edatıdır. Mâ, geçmiş için; Lâ, gelecek için kullanılır. Fiilin başına gelince gelecek hakkında haber verir. Geniş mâna da verilir. “Bu kişi bunu yapmayan kimsedir” şeklinde ifade edilmiştir. “Dini tekzib edeni gördün mü? İşte bu yetimleri terk eder ve yoksulların beslenmesi için çaba sarfetmez” deniyor. Buradaki ifade, dini tekzib eden ile herkese aş ve herkese iş için gayret sarfetmeyenin aynı kimse olduğunu ifade etmiş oluyor. “Din” demek “hesap” demektir. Yani sonunda herkesin borç ve alacağından hesap vereceğine inanmayan kimse günübirlik kendi hayatını düşünür, geleceğini hesaba katmaz, başkalarını hesaba katmaz. Bu âyetlerde adeta din “herkese aş ve herkese iş müessesi”nden ibaret kabul ediliyor. “Fa” harfini kullanmış, “huve” yerine “zâlike”yi kullanmış, bu suretle bu ifadeyi değişik şekilde takviye etmiştir.
XADİD: Bu kelime lugatta hayvanları sürmek, teşvik etmek anlamında mânalandırılmak istenmekte ise de Arapların buna dair sözleri lugatlarda hiç zikredilmemektedir. Bu kelimenin Arapçadaki karşılığını dört mânada toplayabilmekteyiz.
1) Dağın ovaya yakın eteği. Dağın ovaya temas ettiği yerden bir sonraki düzlük anlamları verilmiştir. Zemin, kat veya dolabın alt gözü anlamlarını taşır. Fiil olarak bir şeye geçici de olsa konacak bir yer bulmak, yerleştirmek anlamlarını taşımış olur.
2) Bir otun usaresi, otun kendisi, usareden yapılmış ilaçlar. Deve sidiğinden yapılan ilaçlar anlamını taşımaktadır. Fiil olarak besleyici gıdalarla beslemek, kişinin asgari gıda ihtiyacını gidermek. Sağlığını bozmayacak kadar bir besinle beslemek anlamlarına gelir.
3) Xaz pay demektir. Fiil olarak “yoksulun taamına pay ayırmazlar” anlamına gelir.
4) İnxıdad olarak kişinin kendisine bir yer bulması veya meşgale bulması anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamda Xadde kelimesi “iş bulma” mânasını taşır.
Kur’an’da bir kelime bir kalıp içinde birden fazla olarak kullanılıyorsa onun lugat mânası ötesinde ıstılahi mânası vardır demektir. Namazı ikame etme, zekâtı ita etme, ey iman edenler, es-sâil böyle kelimeler veya deyimlerdir. “Yetimleri da’etme”nin yanında “miskinler xaddetme” tâbirinin bir ıstılah mânası olmalıdır. Bunun ne olduğunu biz içtihat ederek bulmalıyız. “Ve Lâ yutgımu’l-meskinê” deneceğine, “a lâ yaxuddu” denmiş, “İt’âmı mesakin” yerine “Taami mesakin” denmiş. “Alâ Taami Mesakin” denmiş, ayrıca bir yerde de “tuxaddune” denmiş yani topluluğun birbiriyle xadıdlaşması kullanılmıştır. Bu sığa insanlar arasındaki ilişkileri göstermektedir. Tamamen bir sosyal müessese olduğunu ifade etmektedir. Bütün bunlardan anlaşılan, bu âyetin ifade ettiği mâna yoksullara yemek yedirmek gibi basit bir sadaka olayı değildir. Yoksulların doymaları için müesseseler kurmaktır. Sosyal müesseseleri kurmak farz-ı kifayedir. Başlangıçta herkese fert fert bunu yapmak düşmektedir. Müessese kurulduktan sonra o müesseseyi topluca yaşatma görevi devam eder. İşte bunun için Kur’an’da önce tekil olarak xaddı terğib etmekte, sonra da tefaul babıyla topluluğun bu müesseseyi yaşatması gerektiğini ifade etmektedir
ALÂ: Üzerinde demektir. Bir şeyin üzerinde durmak için kullanılır. Konu mevzu olarak da ele alındığında bu harf kullanılır. Bu harf “ilâ” gibidir. Farkı “ilâ”da kendisinden sonra gelen kelimede fiil etki etmediği halde, “alâ”da kendisinden sonra gelen kelimeye fiil etki eder. Yani “yoksulların doyma işi üzerinde gerekeni yapmazlar” anlamını taşır. “Alânnasi Haccı’l-beyti”nde olduğu gibi yükümlülüğü da ifade eder. Yoksulların doymasını sağlayan bir müessese olmalıdır. Onların görevi herkese iş ve herkese aş sağlamaktır. Herkese düşen de bu müesseseye yapabileceği katkıyı yapmasıdır. Farz-ı kifayelerin ifâ şekli budur. Hepimiz ayrı ayrı kendi işimizle meşgul oluruz. Ancak vaktimizden bir pay ve malımızdan bir pay ayırır, o hizmeti yapacak müesseseyi kurarız. O müessesede hizmet edenler emek paylarını alarak o hizmeti görürler. Bizden de farz sâkıt olmuş olur. Şimdi “herkese iş ve herkese aş sağlayan müessese”yi kurmak bize farzdır. Onu tek başımıza kurma imkanına sahip değiliz. Onun için biz bir araya geldik ve iki kooperatif kurduk. Buraya küçük katkılarımız olacaktır. Bu katkılarımız, kendimizin buraya zaman ve maddi imkan katkımızın olmasıdır. Ancak bu yetmez. Çünkü kendi küçük imkanımız bu büyük yükü yüklenemez, kaldıramaz. Bunun için diğer insanları da buna teşvik etmeliyiz, onlara da anlatmalıyız, onların da bu müesseseye katkıda bulunmalarını sağlamak için çaba sarfetmeliyiz. İşte bu sebeple “alâ yexuddu” denmiş de “va lâ yut’imu” denmemiştir. Burada bizim bu işi yapamayacağımızı ve beceremeyeceğimizi söyleyenler olabilir. Bunda da haklı olabilirler. Ancak o zaman onlar öne düşüp bizim kendilerine katkıda bulunmamızı isteyebilirler. Bir kardeşimizi bu hususta katkıda bulunması için dâvet ettik. Bize oğlunun bir iş açtığını, bizim ona sermaye ile katkıda bulunmamızı istedi. Haklı idi. Oturup yapacaklarını bize anlatsaydı, biz de ona anlatacaktık. Onların yaptığı “herkese aş ve herkese iş” için daha uygun idiyse, bizim onlara katılmamız gerekirdi. Ne var ki “herkese aş ve herkese iş formülü”nü “bana aş bana iş” şekline çevirmemek gerekir. Biz herkese aş verecek, herkese iş verecek bir müesseseye sahip olsak, o müessesemize başvurabilirler. Biz o müesseseyi kurmamız için çaba sarfediyoruz. Biz herkese aş ve herkese iş müessesesini kurmak için çaba sarfediyoruz. Bize verilen emir budur. Sonuç ise bize değil Allah’a aittir. Şimdi biz yardım edecek durumda değiliz. Hepimiz müesseseye katkıda bulunma görevlisiyiz. Bu husus gözden çıkarılmamalıdır. Herkesin az çok bir nakti vardır ve herkesin az çok bir maddi katkı yapacak gücü vardır.
TAAM: Besin demektir. Yiyecek şeyin adıdır. Doyurucu şey demektir. Fiil olarak doymak anlamındadır. Açlığın giderilmesidir. Nitekim bundan önceki sûrede “açlığından it’âm etmiştir” diyor. Böylece iki sûre arasındaki ilişki de ortaya çıkmıştır. Burada “it’âm-ı mesâkîn” olarak zikretmeyip “taam-ı miskîn” olarak zikretmesi, istenen bir yoksulu doyurmak değil, yoksulları doyurmak da değil, yoksulların kendi kendilerine doymalarını sağlamaktır. Biz doyurmayacağız, doymaları için imkan sağlayacağız. Daha doğrusu bu imkanın sağlanması için çalışacağız. Bu da ancak çalışabilecek yoksullara iş bulmakla sağlanır. Herkes iş bulursa kendi kendilerini doyurmuş olurlar. Burada yetim ve yoksuldan bahsediliyor. Bunlara illet bulup kıyas yapmak gerekir. Yetimde illet çalışamama, güç yetmeme; yoksulda ise iş bulamama illetleridir. Böylece bu âyetler bize iki müessesenin kurulmasını emretmiş oluyor. Çalışamayanlara aş, çalışabileceklere iş bulma müesseseleri.
Bu işi kim yapacak? Devlet yapacak diyenler vardır. Bu zihniyet tarihte gelişen merkezi yönetimlerin anlayışıdır. Devlet böyle bir müessese kuramaz. Çünkü onun işi bu değildir. Dört müessese vardır: İlim tartışmaya, din sevgiye, ekonomi çıkara, siyaset ise korkuya dayanır. Bu kaynakları bir diğer yerde kullanamazsınız. Dolayısıyla böyle bir şey beklemek yanlış olur. Bunu halk kuruluşları sağlayacaklardır. Kişiler bir araya gelecek, kooperatifler kuracaklar. Bu kooperatiflerde çalışanlara iş, çalışamayanlara aş bulacak mekanizmayı geliştireceklerdir. Bu hususta gayret sarfetmek her Müslümana farzdır. Biz bu farzı yerine getirmek için 1967’de İzmir’de “Akevler Kooperatifi”ni kurduk. Birçok tecrübeler edindik. Şimdi de İstanbul’da “Akevler İstanbul Tüketim Kooperatifi” ve “Akevler İstanbul Konut Kooperatifi”ni kurduk. Biri konut siteleri kuracaktır, diğeri satış merkezleri zinciri oluşturacaktır. Kapitalizm kârı maksimize eden bir sistemdir. İşsizliğin ve açlığın kaynağıdır. Bu da ancak ucuz alıp pahalı satmakla olur. Halbuki bu halkın eline geçecek satın alma gücünü yarıya düşürür. Halk aç olduğu halde mal alamaz. Mağazalar da mal satamaz. Fabrikalar durur ve ekonomik krizler oluşur. Bunu sosyalizmle def etme çareleri aranmış, ancak merkezi yönetim sebebiyle hantal düzenleme kapitalizmden daha kötü olmuştur. Oysa Kur’an daha Mekke’de iken “çalışamayanlara aş - çalışacaklara iş” ilkesini ilân etmiş ve bu sûrelere yerleştirmiştir. Sonraları ise Medine’de bu sistemin uygulamasını yapmıştır. Herkese iş ve aş ilkesini benimsemeyen pek çok insan olmuş, ancak Kur’an’ın “onlar maunu men ederler” âyeti ile bu olacakları da bize haber vermiştir. Görülüyor ki hep Allah’ın dedikleri oluyor. Bu sûreden sonra “Sana kevseri verdik” müjdesiyle bu zalimlerin başarıya ulaşamayacaklarını, şeriat düzeninin er geç galip geleceğini bildiriyor. Diyeceksiniz ki, şeriat düzeni nedir? Gayet açık, herkese iş ve aş bulan düzendir. Şeriat bunun edebiyatını yapmaz, mekanizmalarını üretir. Peki neden hasım oluyorlar? Hasım oluyorlar, çünkü onlar zannediyorlar ki bizim saltanatımız gidecektir. Oysa şeriat zenginliğe karşı değildir. Sadece tekele karşıdır. O hiç bir zaman mallarının elinden alınması mahiyetinde olamaz. Peki, devlet bu işi yapamayacağına göre halk bu işi nasıl yapacaktır? Allah’ın emirlerine uyacak olursak bütün bunları yapmak kolaydır. Okumak İslâmiyet’te farzdır. Ancak büyüklere farzdır. Çocuklara farz değildir. Biz büyükler uyuyoruz, çocuklarımızı baskı ile Kur’an Kursu’na gönderiyoruz. Bunun karşılığı şeytana fırsat tanımaktır.
Konsinye satışlı Satış Merkezleri açtığımızda, üreten kişiler bu mağazalara mal getirip satmak olarak koyacaklardır. Mağazada ham madde de bulunacaktır. Mağazadaki malları kredi olarak verebiliriz. Mamulle takas ederiz. Mal sahibinin malı mamul olarak mağazada mevcut olur. Halk üretip mağazalara koyduğu malların yerine de başka mal alabilir. Böylece herkes ürettiğini satabileceğinden karnını doyurur. İş ve aş bulmuş olur. Diğer taraftan mağaza satarken bir komisyon alacaktır. Bu komisyondan bir kısmı yetimler gibi çalışamayanlara verilmek suretiyle de onlara da aş vermiş oluruz. Bu mağazalar zinciri tüm dünyaya yayıldığı zaman işsiz ve aşsız kimse kalmamış olacaktır. Önce bizi sindirecekler... Sonra baktılar ki başaramayacaklar, kendileri yapmağa kalkışacaklar... Samimiler elenir. Bizim iddiamız insanlığı bunaltan aşsızlık ve işsizliğe çare bulduğumuzdur. Biz sizlere bunları anlatıyoruz. Varlıklılar bize katılmaz. Bize garibanlar katılır. Ancak biraz sonra başarıya ulaştık mı asıl tehlike orada başlar. İnsanlar hemen israfa giderler. Lüks otellerde düğünler ve merasimler yapmaya başlarlar. Bundan önceki sûrede belirtilen tekâsür başlar. Yöneticiler de hemen cephe değiştirir, eski arkadaşları unutur, yeni hayata dalarlar. İşte şeytanın kurduğu bir numaralı kazık budur. Bütün zenginleşenler bu tuzağa düştüler. Diğer işimiz de ahşap ev işidir. Tüketim mallarının gereğinden fazla üretilmesi zararlıdır. İnsanlar günlük ihtiyaçlarını süper mağazalarda giderecekler, ama artan zamanlarını imar için kullanacaklardır. Sonra kriz zamanında yiyecekler, refah zamanında evler değer kazanır. Herkese aş ve herkese iş her dönemde bulmamızı gerektiğinden ahşap evler de bu sûrenin emirleri içinde icra edilmektedir. Allah bize bir işi yapmamızı ilham eder. Bu takva da olabilir, fucur da olabilir. Bizim hemen Kur’an’a sarılıp bize ilham edilen şeyin takva mı yoksa fucur mu olduğunu araştırmamız gerekir. Eğer fucur ise, kaçınmamız takva ise yapmamız gerekir. Bizim giriştiğimiz satış merkezleri zinciri teşebbüsümüzle ahşap evler teşebbüsümüzün fucurdan mı yoksa takvadan olduğunu anlamamız bu âyetin tefsiri ile mümkün olmaktadır.
MİSKİN: “Sikkin” bıçak demektir. Canlı kesildiğinde artık sâkin olur. Hareketsiz hâle “sükûnet” denir. İnsanların oturdukları evlere “mesken” denmiştir. Yoksulluğundan hareketsiz kalan, işe gidecek imkânı bile olmayan kimseye “miskin” denir. Fıkıhta fakir, bir kabile veya şa’bda serveti vasat servetin altında olana “fakir” denir. Miskin ise kabilede, şa’bda veya kavimde geliri vasat gelirin yarısından az olana “miskin” denir. Bunun bugünkü tarifi “işsiz” demektir. Kendisini geçindirecek iş bulamayan kimse miskindir. Her insana düşen görev, yeryüzündeki bütün insanların iş bulabilmelerini sağlama hususunda gayret sarfetrmedir. Bir toplulukta herkes düzene uyarsa o topluluk düzen içinde olur. O halde biz ne yapmalıyız ki yeryüzündeki bütün insanların doyması için çalışmış olalım. Yeryüzünün bütün insanları diyorum. Çünkü burada “miskin” marifedir. Ahd için değildir. Yoksa hepimiz bir kişiyi doyurmakla yükümlü olurduk. Ancak istiğrak için olabilir. Uluslararası güvenlik ve ticareti anlatan sûrelerden sonra gelmesi de bunu ifade eder.
1- Yapacağımız işlerin başında, “benim gelirim var, emekli oldum” gibi bahanelerle oturmamaktır. Herkes her zaman elinden gelen işleri yapacaktır. Böylece işlerin akışı içinde sizin de katkınız olur. İşte biz satış merkezi ve ahşap ev teşebbüslerini kurarken hedefimiz, insanların artık zamanlarını ve artık emeklerini değerlendirsinler. Boş zaman ve imkan harcamasınlar diyoruz. Bu arada kendimiz de elimizden geleni yapıyoruz. Zarar ediyoruz diye bir işi bırakmıyoruz, zararlı işi kârlı işe dönüştürme çabası içindeyiz. Bunu başarmamız için de kişilerden küçük fedakârlıklar istiyoruz. Ne kadar artırabilirsek, işimizi ve aşımızı bozmayacak şekilde buraya katkınızı istiyoruz.
2- Bir işi yaparken sadece kendi kazancını düşünmeyecek, başkalarının da ne kazandığını hesaba katacaksın. Benim sayemde daha kimler yararlanıyor deyip çıkar paralelliği içinde iş yapmamız gerekir. Bunun için dört temel ilke vardır.
a) Bir sorun çözerken sadece o günün sorununu çözmemeli, ileride çıkacak benzer sorunlar aynı yolla çözülebilecek yollar bulunmalıdır. Kurallı çözümler bulmalıyız. Buna “içtihat” diyoruz.
b) Bir sorun çözülürken yalnız kendi sorunumuzun çözümü şeklinde çözüm yapmamalıyız. Bizim sorunumuza benzer sorunların da çözülebileceği çözüm yolları aranmalıdır. Bu genel çözümdür.
c) Kendi sorunlarımızı çözerken başkalarının çözüm yollarından yararlanmalıyız, ama kendimiz için çözümü kendimiz bulmalıyız. Projemizi kendimiz yapmalıyız. Ismarlama proje ile iş yapmamalıyız. Buna “zati çözüm” diyoruz.
d) Çözüm dinamik olmalıdır. Bir çözümü ürettikten sonra onu uygulamalıyız. Sonra elde edilen sonuçtan yararlanarak projemizi geliştirmeliyiz. Buna “ilmi çözüm” diyoruz. Bu dört kriter bizim çözümlerimizden herkesin yararlanmasını sağlamış olur.
3- Elimizdeki maddi imkanları ekonomi akışı dışında tutmamalıyız. Bu iki şekilde olur. Ya ortaklıklara katılınır. Kâr ve zarara iştirak edilir. Bunu yapabilmemiz için ortaklıklara kolay girilir ve kolay çıkılır mekanizma geliştirmemiz gerekir. İşte bu marketlerde gerçekleşiyor. Kişi bugün gelip markete parasını yatırıyor. Sermaye katkısında bulunuyor. Biz o gün onun iştirakini değerlendiriyor, mağazamızda olmayan malı getiriyoruz. O gün mağazada yapılan satıştan bir sermaye payı koyuyoruz. Ertesi gün geliyor ve parasını kazancı ile birlikte çekiyor. İşte kişinin iştiraki burada sağlanıyor. Yahut bir bina yapıyor, markete kiraya veriyoruz. Buradan pay senedi alan kimse o günkü cirodan bir kazanç sağlıyor. Böylece kimse evinde kasada nakdini saklamıyor. Sermayeyi hapsetmemenin ikinci yolu da karz-ı hasendir. Para değerini korumak şartıyla kasaya nakit emanet ediliyor. Hem para emniyetle muhafaza ediliyor, hem de başkalarının yararlanması sağlanıyor. Kuracağımız ahşap ev ve satış merkezleri zincirleri içinde iştirak veya ıkraz müessesesi harekete geçmiş olacaktır.
4- Hz. Peygamber’in “Komşusu açken kendisi tok yatıp uyursa bizden değildir” hadisini aklımızdan çıkarmayıp çalışıp kazanmalıyız ve komşularımızı doyurmalıyız. Kur’an’da da “onlar ki zekât için çalışırlar” diyor. Zekât, yardımlaşma ve dayanışmadır.
Hazreti İsa arkadaşlarına “Allah’a giden yolda bana yardım edecek kimler var?” demiş, havariler da “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” demişlerdir. “Senin yardımcınız” dememişlerdir. Sizler de benim yardımcım değilsiniz. Hepimiz Allah’a yani O’nu temsil eden topluluğa yardımcıyız. Hazreti İsa hayatında yapılmasını istediklerini göremedi. Ancak onun haber verdikleri 2000 yıldır gerçekleşiyor. Onlar öldüler, biz de öleceğiz. Allah’ın âhirette iman ettiği kimselerle bizi bir etmesi için çalışmalıyız. Başka bir şeyle bu dünyadan bir şey götüremeyiz.
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE