KUR’AN MATEMATİĞİ
66. SEMİNER NOTLARI 01 TEMMUZ 2000
DAYANIŞMA SİSTEMİ
İslâmiyet’te kamu, “dayanışma ortaklıkları”ndan oluşur. Kamu aşağıdaki kademelerden oluşur:
1- Aşiret = Ocak 30 - 100 arası kişi
2- Kabile = Bucak 3 000 – 10 000 arası kişi
3- Şa’b = İl 300 000 - 1 000 000 arası kişi
4- Kavm = Ülke 30 000 000 - 100 000 000 arası kişi
5- Nâs = İnsanlık 3 000 000 000 - 10 000 000 000 arası kişi
Dayanışma Ortaklığı: Ortaklardan birinin maruz kaldığı mağduriyeti ortakların kendilerinin mağduriyeti olarak kabul ederek gidermeleri üzerine oturur. Mağduriyetlerini nöbetleşerek giderirler. Askerlik hizmeti bu ortaklık gereğidir. Mağduriyeti birlikte taksitlerle diyet ödeyerek giderir ve tehlikeyi önlerler. Barış böyle sağlanır.
İslâmiyet’te Kamunun Oluşması: İslâmiyet’te kamu, kişilerin kendi rızaları ile birleşip edindikleri toprak üzerinde dayanışma ortaklığını kurmaları ile oluşur. Bu amaçla teşkilatlanmada Türkiye Cumhuriyeti Mevzuatına en uygun olanı “kooperatif”tir. Kooperatifler kamu kuruluşları meyanında sayılmıştır. Kâr amacı gütmemek ve ana sözleşmelerinde bu hususu belirtmek şartı ile kurumlar vergisinden muaftırlar. Yöneticileri yönetim hususunda işledikleri suçlardan dolayı “Devlet Görevlisi” gibi sorumludurlar.
Kooperatifin Kurulması: Bilgisizlikten dolayı iras ettikleri zararları ilmi, beceriksizlikten dolayı iras ettikleri zararları mesleki, ihmalden dolayı iras ettikleri zararları ahlaki ve kasden iras ettikleri zararları sosyal dayanışma ortakları tazmin eder. Bu amaçla bir kooperatif kurulur.
Kooperatifin bir sözleşmesi olacak, Kooperatifin bir yönetimi, olacak, Kooperatifin hakemler kurulu olacak, nihayet Kooperatifin geçici olarak sorunları çözen bir hakemi olacaktır ve bu “başkan”dır Genel Hizmetleri gören bir “merkez”i olacaktır. Merkez hâkim değil hâdimdir. Hâkim olan “sözleşme”dir. Sözleşmeleri yorumlamak da hakemlere aittir.
Hesabi Değer: Kooperatif içinde bütün nakit ödemeler Türk Lirası üzerinden yapılır. Kimse başka bir nakdin ödenmesini isteyemez. Kooperatif içindeki bütün nakit borçlanmalar Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın altın satış kurundan hesaplanmak üzere “altın gram” üzerinden ödenir, “ag” olarak gösterilir. Altın gram üzerinden hesaplanan borca ayrıca bir faiz veya benzeri fark yüklenmez.
Kredileşme: Her ortağın diğer ortaklara altın gram olarak nakdi kaç gün kullandırmış ise o kadar gün altın gram olarak nakdi kullanma hakkı vardır. Her işletmenin diğer işletmelere altın gram olarak nakdi kaç gün kullandırmış ise o kadar gün altın gram olarak nakdi kullanma hakkı vardır.
İşletmelere Katılma: Her işletmenin demirbaşları borç ve alacakları dışında satılmak üzere ambar veya raflarda mevcut malları (bunlar konsinye mallar da olabilir) ile kasa veya bankada mevcut nakdi (bunlar kredileşme yoluyla sağlanmış olabilir) “günlük sermaye” olarak adlandırılır. Bir işletmenin günlük sermaye hareketine bir yüzde eklenir. Buna da “günlük gelir” denir. Günlük gelirin günlük sermayeye bölümüne “sermayenin günlük dayanışma payı” denir. Bozulup harap olan ve çalınan mallar da bu hesaptan karşılanır. Tahsil edilemeyen alacaklılarla ödenmeyecek olan borçlar bu hesaba eklenir. Her ortak bir işletmeden bir pay alırsa o işletmenin günlük dayanışma payına iştirak etmiş olur. Bu paylar yıl sonunda netleştirilir ve ona göre vergisi ödenir.
Emanet Sınırı: Her ortağın diğer ortaklardan veya işletmelerden alabileceği bir emanet sınırı vardır. Ortaklar bu emanet sınırları içinde alıp verdikleri nakdi kooperatife vermiş veya kooperatiften almış olurlar. Kooperatif bunları dayanışma içinde ödemeyi taahhüt eder. Emanet sınırları:
a) Emanet olarak verdiği nakit kadar,
b) İştirak olarak katıldığının yarısı kadar,
c) İpotek veya rehin ettiği demirbaşın yarısı kadar,
d) Bir işletmenin sorumlusu olarak iştiraklerinin veya ipotek ettiği taşınmaz değerlerinin diğer yarıları kadar meblağların toplamınca emanet üst sınırı sahibidir.
Ortaklar emanet sınırlarını birbirine devredebilir ve kullandırabilirler. Böylece özel dayanışma içinde ortaklık kurulmuş olur.
Emanet Sınırlarının Arttırılması:
a) Her ortak yıl içinde gün olarak kullandırdığı altın gram kadar, gün olarak altın gramı kullanma hakkına sahiptir. Yıl içinde daha az kullanmış ise bu sınır artar. Fazla kullanmış ise bu sınır azalır.
b) İşletmenin sorumlusu olan ortak işletmenin sermayesini serbest olarak değerlendirir ve ortağın bu işletmenin nakdini üzerinde taşıma hakkı vardır. Bu hak yıl sonunda getireceği genel hizmet payı nisbetinde artırılır veya azaltılır.
Emanet Alacaklılara Ödeme: Kooperatifin kasası emanet limitleri içinde kooperatif ortakları üzerindeki nakitler ile banka hesaplarıdır. Kasa sorumlusu kendisi para taşımaz. Sadece ortakların emanetlerinin ödenmesini yönlendirir.
a) Her ortak başka ortaktan emanet alacağını isteyebilir. Rızaları ile bu ödemeler gerçekleşir.
b) Kasa sorumlusu bankada nakit varsa çek vererek ödeme yapar.
c) Bankada nakit yoksa alacağını isteyen ortağa kimlerde ne miktarda emanet alacak olduğunu bildirir. O bunlardan istediğinden talep eder, vermeyenleri kasa sorumlusuna bildirir.
d) Alacaklı borçlulardan istediklerinden alamazsa kasa sorumlusuna bildirir. Kasa sorumlusu en çok emanet borçlusu olan kimselerden başlayarak talep eder. İki gün içinde ödeme yapamayanların borçlanma ehliyetini kaldırır. Kim erken öderse onun borçlanma ehliyeti hemen iade edilir ve emanet sınırına dokunulmaz. Diğerleri alacaklı hâle geldiklerinde borçlanma ehliyetleri iade edilir. Yıl sonunda limitleri düşürülür.
Bütün bu yollarla emanet alacağının emaneti ödenemezse, en çok emanet borçlusu olan kimsenin iştiraklerine veya ipoteklerine el konarak değeri yarıdan az olmamak üzere satılır ve emanet borçlusunun borcu ödenir.
Ödeme Belgesi: Kooperatifte her ortağa bir ödeme belgesi verilir. Ortak verdiklerini sağ, aldıklarını sol tarafa yazar. Bakiyeler de gösterilir. Alan verenin, veren alanın belgesini imzalar. Nakit borçlanma limitleri altında olmak üzere bu alınan ve verilen kooperatife verilmiş ve kooperatiften alınmış olur.
Belgelerin Geçerliliği: Ödeme belgeleri doğrudan veren ve alan tarafından tanzim edilir. Hafta sonunda kooperatif muhasebesine verilir. Yeni mühürlü belgesi ortağa verilir. Kayıttan sonra belge yeni belge verirken iki evvel numaralı belge iade edilir. Böylece kayda geçen belgeler kooperatifin muhasebesine girdiği için resmi belgedir. Kooperatif muhasebesi her hafta sonu belge iade edilirken eski hesap da yapılmış ve kontrol edilmiş olur. İtirazlar muhasipler tarafından düzeltilir. Bunun için düzeltme maddesi yazılır. Yıl içinde yapılmayan itirazların düzeltilmesi ancak hakemlerce yapılabilir.
AÇIKLAMA:
Arapçada eğer bir kökten değişik mastarlar türetilmişse, fiilde bunlardan herhangi birisi için benzer şekilde söylenir. Farklılık mastarlarla ifade edilir. “Tedayün âyeti”ndeki “tedayentüm”, “deyn” yani “borç” kökünden gelmiş olabilir; “din” yani “hesap” mastarından gelmiş olabilir Bu takdirde “hesaplaştığınız” anlamı ortaya çıkar İşte bir muhasebe merkezi aslında ‘bir işletme’dir. Kooperatifimiz bu hizmeti görecektir. İzmir Akevler’de yaptığımız otuz yıllık uygulamalarda bilgisizliğimizden pek çok eksiklikler olmuştur. İstanbul Akevler Kooperatifi’nde bu eksikliklerin olmaması için bu statüleri iyi uygulamamız gerekir. Hepimiz birbirimizi kontrol edecektir.
بسم الله الرحمن الرحيم
و أذا قيل لهم أنفقوا مما رزقكم الله قال الذين كفروا للذين أمنوا
أنطعم من لو يشاء الله أطعمه ان انتم ألا في ضلال مبين
YÂSİN SÛRESİ (36) – 47. ÂYET
و Va : Birleştirme harfidir. “İnfak edin dendiğinde” sözünü, “İttika edin dendiğinde” sözüne birleştirmektedir. Kur’an’da sınıflamalar birlikte kullanılmakla yapılır. Burada “ittika” “infak”la karşılaştırılmaktadır. İttika “vıkaye”den yani kulübeye girip fırtına ve canavarlardan korunmaktır. İnfak, servetten bir şeyler ayırıp çevreyi düzenlemektir. Biri kendini korumak, ikincisi ise çevreyi korumaktır. İşte burada bu iki âyet birlikte aynı kalıp içinde getirilmiş ve “va” harfiyle birbirine bağlanmıştır. Âyetler Yâsin Sûresi’nin üçüncü öşründe yer alır. Üçüncü öşr de üç bölüme ayrılır. Bunlar “va âyetün” ile başlarlar.
1. Bölüm arzın delillerinden,
2. Bölüm göğün delillerinden,
3. Bölüm insanın kendisinden bahseder. Bu da üç gruptur:
- İnsana verilen nimetlerden,
- İnsanın küfründen (bu iki âyet bu grupta yer alır),
- Üçüncü bölüm insanın dünyada başına geleceklerden bahseder.
Yâsin Sûresi’nin; Birinci öşrü insanları kâfir ve mü’min olarak ayırır.
İkinci öşrü kâfir ve mü’min arasındaki tartışmayı belirler.
Üçüncü öşrü imânın delillerini ortaya koyar.
Dördüncü öşrü âhireti anlatır.
Beşinci öşrü yeniden dirilmenin âyetlerini ortaya koyar.
Kur’an “Fâtiha” ve “Büyük Kur’an” diye ikiye ayrılır. Fâtiha Kur’an’ın veciz özetidir.
Büyük Kur’an’da; İlk ikili 7 sûre İslâmiyet’i tanıtır.
Sonraki üçlü 15 sûre İslâmiyet’in gelişini anlatır.
Arada 1 sûre vardır.
Sonra yedili 31 sûre delillerini ortaya koyar.
Sonra hükümlerle ilgili 10 sûre vardır.
Bunların toplamı 64 eder.
Sonra 32 sûre gelir. Bu sûreler âhiretle ilgili delilleri ortaya koyar.
Son 16 sûre mü’minlerin iç muhasebesi ile ilgilidir.
Yâsin Sûresi bu sûreler içinde yer alır. “HA Mim”lerden önce gelen sürelerin dördüncüsüdür.
Bu sınıflamada “Va” harfi infakı ittikaya bağlar.
أذا İZA: Şartı içeren zarftır. Geçmişi geleceğe çevirir. Beklenen bir fiilin başına gelir. “İza Kumtum İla’s-Salâti” gibi. Demek ki bizim insanlara böyle dememiz gerekir; “İttika edin” dememiz gerekir. Bütün dünyadaki insanları ülkemize, barış dünyamıza dâvet etmemiz gerekir. Ülkemize giriş - çıkış yasağı koyamayız. Vizeler ve gümrükler uygulayamayız. Bakınız buradaki bir “iza” ne kadar mânâları içermektedir. Hz. Peygamber bunu böyle anladı ve sahâbeler de uyguladı. Kur’an’ın mucizesi budur. İttika, barış dünyasına girmedir. İnfak ise güven dünyasına girmedir. Bir yerde barışın olabilmesi için orada herkesin karnının doyması gerekir. Genel güvenliğin yanında sosyal güvenlik de olmalıdır. Bu kişilerden sigorta primini keserek değil, doğrudan doğruya yeryüzünün kira karşılığı elde edilen gelirleri ile sağlanacaktır. Madem ki yeryüzü bütün insanların ortak malıdır, herkesin o mülkün kira payından yararlanma hakkı ardır.
قيل QIyLa: “Denildiğinde” anlamındadır. “Kavl” mukavelenin kökünü oluşturur. Karşı tarafa bir hükmü taşıyan bir söz söylediğiniz zaman eğer o bir icap veya kabulü içeriyorsa yani herhangi bir sözleşme söz konusu ise “kavl” kökü kullanılır. Yoksa “kelam” kökü kullanılır. İnsanlara öneride bulunuluyor: “Gelin barış dünyasına girin ve gelin güven içinde yaşayalım.” Güven de ancak herkesin karnını doyurduğu ülkede olur. Burada malum sığası yerine meçhul sığası kullanılmıştır. “Va La yaxuddu”daki inceliğe uyulmuştur. İttika ve infak toplulukça yapılacak bir iştir. Onun için “itteku” ve “enfıku” çoğul olarak kullanılmıştır. Ama topluluğun oluşması için fertlerin harekete geçmesi gerekir. Topluluk bir yapı gibidir. İnsan dediğimiz taşlardan oluşur. Ne var ki bu duvarı bizzat taşların kendileri örerler. Herkes gider konması gereken yere kendisi konar. Canlılarda hücreler böyledir. Her hücre oluşurken yerini bilir ve oraya konar. İşte sizin gözleriniz ve kulaklarınız böyle oluştu. Demek ki başlangıçta her birimizin ayrı ayrı görevi; “ittika edin”, “infak edin” diyecek bir topluluğu oluşturmaktır. Topluluk olmadan bunları demenin mânâsı yoktur. İşte biz “AKEVLER İSTANBUL TÜKETİM KOOPERATİFİ”ni bunu diyebilmek için kurduk. “AKEVLER İSTANBUL KONUT YAPI KOOPERATİFİ”ni bu amaçla kurduk. Allah’ın bu emrini yerine getirmemiz gerekir. Meçhul sığası ile gelmiş olmasının başka bir hikmeti de, diyecek kimsenin bir yandan topluluk olmasıdır. Diğer yandan sözün başkana ait olmasıdır. Topluluk adına ise başkan söyleyecektir. Çünkü “ittika” ve “infak” gelişigüzel değil, bir teşkilat işidir, işbölümü işidir, düzen işidir. Herkesin kendi başına hareketi ile olmaz. Demek ki “söyleyecek bir topluluğu” oluşturmamız gerekir. Ancak topluluğu kişiler oluşturur. Müvekkil topluluk, vekil ise kişidir. Bu sebeple söylenen belirtilmemiştir.
لهم LaHuM: “Onlara” demektir. “Kal” kökünün mef’ulu “söz”dür. Söylenen kimse ise “mef’ulun leh”dir. Arapçada “kal” kelimesi “Lı” ile kullanılır. Oysa “kelam” kelimesi meful ile kullanılır. Çünkü insan başkasına bir şey teklif ettiği zaman onun yerine kendisini koymalıdır ve onun da çıkarı varsa öneride bulunmalıdır. Kimseye aleyhine olacak bir öneride bulunulamaz. Burada önerilen onların lehine olan şeydir. İttika da infak da lehlerine olan şeydir. Bir kulübeye girmek görünürde kendini kulübede hapsetmektir. İnfak etmek, görünürde malları heder etmektir. Ama gerçekte ise kulübeye girmekle kendini korumuş olursun. Başkalarının fiili saldırılarından kurtulursun. İnfak etmekle de iç karışıklığı önlersin, anarşiyi önlersin, isyanı önlersin. Bu sayede barış ve güven içinde yaşarsın. Yoksa her gün saldırı ve açlık korkusu içinde olursun. Buradaki “Hum” zamiri Yâsin Sûresi’nin başlarında “Lı Kavmın Mâ Unzire Âbâuhum”daki “kavm”a râcidir. Yani bir topluluğa birden söylenmesi gerekmektedir. Çünkü bu ayrı ayrı kişilerin yapacakları iş değildir. Topluluğun yapacağı iştir. Kavmimize yani milletimize söylemeliyiz. İttika ve infak işini anlatmalıyız. Bugün sesimiz kısıktır. Çünkü daha biz ne söyleyeceğimizi bilmiyoruz. Yarın ise ne söyleyeceğimizi öğrendiğimiz zaman, göreceksiniz bütün duyurma imkanlarına sahip olunacaktır. İlk anda topluluğa hitap ederken topluluk ikiye ayrılacak; bir kısmı bizim yanımızda yer alacak ve ittika infakı kabul edecek, bir kısmı ise karşımıza çıkacak ve bizi susturmağa çalışacak. Evrimin tabii kuralı budur. Direnme olmadan hiçbir gelişme ve hiçbir evrim olmaz. Allah’ın öğrettiği bu çatışma kaçınılmazdır. Ancak bu çatışma iç savaşa dönüşmemelidir. Bize zulmetseler de sabretmeliyiz. Söylemeye devam etmeliyiz. Fiilî hiçbir harekette bulunmamalıyız. Eğer burada bu ittika ve infakı gerçekleştiremiyorsak hicret etmeliyiz. Başka ülkelere hicret etmeliyiz. Topluca bizi neresi kabul ederse oraya hicret etmeliyiz. Orada ittika ve infak yurdunu oluşturmalıyız. Genel güvenliğin ve sosyal güvenliğin olduğu bir vatan kurmalıyız. Hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargı oluşturmalıyız. Bunu barış içinde oluşturmalıyız. Oluşturamıyorsak, buradan gidip başka yerde oluşturmalıyız. İç savaş çıkarmamalıyız. Çünkü iç savaş hepimizi ortadan kaldırır. Sonra bu işi yapacak adam da bulamayız. İşte topluluk ikiye ayrıldıktan sonra, bâtıl ile hak diyaloğa girdikten sonra bu sözleri bâtıl tarafında olanlara söylemeliyiz. O zaman bu zamir bütün kavme değil, sadece hakka karşı gelen bâtıl tarafında olan kimselere söylemiş oluruz. Buradaki zamir onlara râci olur.
أنفقوا ENFIQUv: İnfak ediniz. Harcayınız. Nafaka, köstebek yuvasıdır. Köstebek kendisini korumak için iki ağzı olan yuva yapar. Düşman bir taraftan gelince diğer tarafa kaçar. Sonraları insanlar ürettiklerini alıp satmak için bir üstü örtülü kapalı uzun yer yaptılar. Bunu köstebek yuvasına benzettiler. Sonraları beslenmek veya üretmek için yapılan her harcamaya “infak” adını verdiler. Kur’an iki yüzlülük anlamında “münafık” kelimesini kullanmaktadır.
Ekonomi, mal - para döngüsü ile emek - yapı döngüsünden ibarettir. Mal işyerinden ambara, ambardan mağazalara, mağazalardan halka ve halktan emek olarak işyerine dönerken para da aksi istikamette işyerinden ücret olarak halka, halktan bedel olarak mağazalara, mağazalardan tüccarlara ve tüccardan işyerlerine döner. Bu sayede insanlar doğup büyürler, çalışıp ülkeyi imar ederler ve yaşlanıp ölürler. Yeryüzü ise devamlı olarak imar edilmiş olur. İmar edildikçe de mal - para dolaşımı artar. Mal - para dolaşımı arttıkça nüfus artar, imar artar. İşte insanlığın evrimi böyle gerçekleşir. Bu genel yaşayışın olabilmesi ve imar evriminin gerçekleşesi için insanların yiyip içmeleri ve beslenmeleri gerekir. Ayrıca toprağın ekilip biçilmesi ve inşaatın yapılması gerekir. Bütün bunlara yapılan harcamalar “infak”tır.
İnsanların kendileri için infak yapmaları normaldir. Ancak ekonomik hareket bir zincirin halkaları gibi birimlerden oluşur. Zincirin bir halkası koptu mu bütün halkalar kopar. Öyleyse yalnız kendi bulunduğumuz halkamızın sağlamlığı yetmez, bütün halkaların sağlamlığını gözetmemiz ve desteklememiz gerekmektedir. İşte bu anlamda “infak” özel olarak topluluğa harcamaktır. Mesela yol yapmak, su getirmek infakın özel mânâsıdır. İnfakın çok daha özel mânâsı vardır. O da karnını doyurmaktır. Çünkü yolu yapmasak insanlar yine yaşarlar. Oysa yiyeceksiz kalan kişiler ölürler. Öyleyse herkesin karnını doyurmasını gözetlememiz “infak”ın en derin anlamıdır. Bu âyette infak bu mânâda kullanılmıştır. Bunu biz bundan sonra gelen cümledeki “Biz mi doyuracağız?” cümlesinden anlıyoruz. “Enfiku” kelimesi çoğuldur. Aramızda birisi aç ise hepimize onu doyurmak farzdır. Bunun nasıl yapılacağı hususunu Kur’an bize değişik âyetlerle belirtmektedir. Zekât müessesesi bunun için konmuştur. Bunlar aşağıdaki şekilde belirlenmiştir: Bir kabilede, bir ilde veya bir ülkede vasat servetin altında servete sahip olanlar fakirdir. Fakir olduğu halde vasat gelirin yarısından az geliri olanlar miskindir. Miskinlerin doyurulması gerekir.
Zengin olanlar, sermayelerinin kırkta birini,
Toprak kullananlar, toprak hâsılasının onda birini,
Sanayi üretimi yapanlar, üretimin beşte birini kamu bütçesine ayırır.
Bu bütçe ile sosyal güvenlik sağlanır.
Başta yoksullar doyurulur. Yoksulun çalışamaz durumda olması gerekmez. Tembel de olsa, yoksulsa hakkını vermeliyiz. Çünkü yarın çalışkan hâle gelir. Sosyal faaliyetleri vardır. Başka bir temel kaide de ekonomide rıza şarttır. İşverenle işçi hiçbir suretle hiçbir konuda zorlanamaz. İşçinin karnını biz çalışmasa da doyurursak, işveren ile işçi eşit hâle gelir ve serbest düzen oluşur. Yani yoksulların doyurulması yalnız sosyal bakımından değil ekonomik denge için de gereklidir. Bu denge çalışanlardan prim kesilerek zorla sigorta edilmesiyle sağlanamaz. Karşılıksız herkesin yeryüzünün kira payı karşılığı dengelenmelidir.
“HERKESE İŞ VE HERKESE AŞ” konuşmamızda (65. Seminer) bu hususu belirtmiş oluyoruz. Bugün sizlere herkese bir emanet sınırı tanıyoruz. Onun mekanizmasını anlattık. Şimdi o mekanizmada hereksin bir hafta yetecek kadar bir emaneti sınır olacak. Borcunu ödeyemezse de biz ona yaşama hakkı tanımamız gerekir. Bu tamamlanacak siteleşmeden sonra mümkündür. Bizim sitede kimler ikamet ediyorsa biz ancak onlara bu hakkı tanıyabiliriz. O halde yalnız “Ahşap Evler”yapmakla, yalnız “Satış Merkezleri” kurmakla bu işi başarmış olmayız. Mutlaka ittika eden ve infak eden siteler kurmalıyız. Konut kooperatifimiz bunun için şu ilkeyi geliştirmiştir:
100 villadan 25 i toprak sahibi olan kimselere,
25 i buranın alt yapısını getiren belediyeye,
25 i buraya kereste koyan tüccarlara,
25 i de keresteyi ev hâline getiren çalışanlara verilecektir.
Böylece ucuz evler üretilecek, siteler oluşturulacak, bu sitelerde herkese öyle bir emanet sınırı tanınacak ki yaşadıkça onu kimse ondan alamayacak. Ödeyemezse, zekât sayılacak.
مما MimMa: İnsan topluluk içinde tek başına yaşayan bir varlıktır. Günün bir kısmını topluluk içinde geçirir. Cemaatleşme budur. Büyük kısmını kendi başına geçirir. Kazandıklarının çoğunu kendi başına harcar. Bir kısmını ise ortaklığa koyar. Ortaklığa koyduğu kısmın bir kısmını hak olarak zekât kabilinden verir. Bir kısmını ise topluluğa sermaye olarak koyar, sonra onu geri alır. Kâr ve zararına iştirak edecekse bu “şirket-i kıraz”dır, etmeyecekse “karz-ı hasen”dir. İşe bu sebeple “Min” getirilmiştir. Bütününü değil de bütünden bir kısmını topluluğa katacaklardır.
“Mâ” ma-i umumidir. Her türlü kazançta topluluğun payı vardır. Bu payın bir kısmı devlete verilmekte devlet de o hizmetleri görmektedir. Mesela, ülkenin güvenliğini sağlamakta, yollar yapmaktadır. Ama devlet bir kısmını geliri yetmediği için yapamamaktadır. Yani herkese iş ve herkese aş sağlayamamaktadır. İşte bunu da halk örgütleri yapacaktır. Kurulacak kooperatifler yapacaktır. Kooperatiflerimiz bunun için kurulmaktadır.
رزقكم RaZaKaKum: Razaki, bir tür üzümdür. İnsanın beslenmesi için çeşitli gıdalara ihtiyaç vardır. Ancak üzüm şekeri günlük ihtiyacını karşılar. Diğer ekmek ve gıdalar enerji haline dönüşmesi için üzüm şekerine girmesi gerekir. O halde bize farz olan kişilerin günlük kalori ihtiyaçlarını karşılamaktır. Burada bölüşerek bu ihtiyaçları birlikte karşılamalıyız. Diğer besinler ve giyim gibi ihtiyaçlarda eşitlik ilkesine riayet edilmez. Çalışanlar daha fazla onları kullanma hakkına sahip olurlar. “Razaka” demek, insanın yaşaması için kendisine verilen şeylerdir. Geniş ve dar anlamaları vardır. Buradaki “Kum” yukarıdaki “Hum”lerdir. Bütün kaim veya bâtıl yanlısı olanlardır. “Bölünmeyelim” diyorlar. Bu çok güzel, ama hakta bölünmeyelim. Yoksa bâtılda birlik olmaz. Çünkü Hak tektir; birleşilebilir. Bâtıl ise çoktur; nasıl birleşeceğiz? Doğru yoldan gidersek herkese tarif edebiliriz. Ama eğri yolları biz halka nasıl tarif edeceğiz? Hep onun yanında mı olacağız? Burada “Küm”de o doğru yoldan sapanlara hitap vardır.
الله Allah: Burada insanların kendi kendilerine rızıklarını temin etmediklerini, Allah’ın yeryüzünden yararlanarak bu rızkı temin ettikleri, o halde bunun kirasını Allah’a vermeleri gerektiğini ve bunun da yoksulun doyurulmasında harcanacağını bildirmiş oluyor. Allah’ın yeryüzündeki halifesi topluluktur. Başka bir ifade ile insanın kendisinin tek başına üretmediği, topluluk içinde onların yardım ve desteği ile ürettiği, dolayısıyla o topluluğa da genel hizmet payını vermeleri gerektiğini ifade etmiştir. Bu sebepledir ki burada “Allah” kelimesini kullanmış “NA” kelimesini kullanmamıştır.
قال QALe: “QıLa”ye cevap olmak üzere “dediler” deniyor. Yukarıda meçhul sığası ile getirilen “QILa”de söylenen kimselerde zamir ile ifade edilmişti. Söyleyen kim, söylenen kim, açık değildi. Burada bu açığa çıkmaktadır. Demek ki söyleşme mü’minlerle kâfirler arasında geçmektedir. Daha doğrusu söz bütün kavme söyleniyor. Sözü tebliğ eden söylüyor. Ancak bu tebliğden sonra halk ikiye ayrılıyor; mü’min olanlarla kafirler. Kafirler mü’minlere söylüyorlar. Topluluk azim sahibi olarak gördüğü kimselerle değil de onlara uyanları çevirmek için uğraşır. Bir harekete geçtiğinizde sizinle gelip fazla tartışmazlar. Sizinle görüşme ve konuşmaktan korkarlar. Olaki soranı ve muhalefet edeni ikna edersiniz. Sizi savunan ama sizin kadar güçlü olmayan kimse ile didişirler. Böylece kendilerini haklı çıkaracaklarını sanırlar. Geçmiş bir misal verelim: Akevler’deki arkadaşlar Hulki Cevizoğlu’na (Ceviz Kabuğu programı) kitaplarımı göndererek programına çıkmamı istemişler. Önce o gün söz verdiği halde başka bir sebeple başka haftaya ertelemiş. Sonra da ikinci sözleşme gününden bir kaç saat önce vazgeçmişti. Oysa daha önce defalarca program üzerinde telefonla şahsen görüşmüştü. Program günü veya sekreteri ile iptal ettiğini bildirmişti. Biz bu tür davranışlara alışıktık. Şaşırmadık. Sonra S. Akdermir ile program yaparken durmadan benim 1972’lerde yazılmış kitaptaki cümlelerimi ona sormaya başladı. “Kendisine neden sormuyorsunuz?” demiş ise de, cevaplarını de vermişti. Bu program yarıda kesilmiş ve Cevizoğlu o kanaldan ayrılmak zorunda kalmıştı. Yeni kanalda S. Akdemir’i mutlaka çıkaracağını söylemiş ama bir daha böyle bir şey yapma gücünü bulamamıştır. İşte onların sanatı budur. Yenebildikleri kimselerle mindere çıkmak ve yenilecekleri kimselerle tartışmamak. Oysa tartışma yenmek için değil, hakkın ortaya çıkması içindir.
الذين كفروا ElleZIyne KaFaRUv: Küfredenler. Küfretmek demek inkâr etmek değildir. Bir kimse Allah’ın varlığına inanmayabilir. Aklı ermez, inanmaz. Âhirete inanmayabilir. Kur’an’a inanmayabilir. Bu kâfir değildir. Kâfir olan, bilmek istemeyen veya bildiği halde inanmayan kimsedir. Şeytan Allah’ı bilmiyor değildir ki; bildiği halde kâfir oldu. Burada “ellezine” ile getirilmiştir. Çünkü bunlar daha önce Yasin Sûresi’nin ilk sahifesinde kavmin ikiye ayrıldığını bildirmiş, bunlardan bir kısmı kâfir olmuştu, bir kısmı ise mü’min olmuştu. Bilmemekle beraber bilmek isteyen mü'mindir. Hazreti İbrahim Güneşe “bu rabbimdir” derken kâfir olmamıştı. Yine mü’mindi. Çünkü öyle sanmıştı. Burada kâfirler de küfürde bilindiği için marife gelmiştir.
للذين أمنوا ElleZIyne AmeNUv: Kavimden uyarılanların uyarıyı kabul etmesi ile olur. Peygamberler gelir uyarılarda bulunur. Halkın çoğu karşı çıkar. Uzun zaman karşılıklı fikri çatışma başlar. Halk onlara zulmeder. Onlar sabreder. Tebliğ bittikten sonra hicret ederler. Gittikleri yerde yeni düzen kurarlar. İşte peygamberlerin inkılap metodu budur. Filozofların inkılap metodu ise; Önce seslerini çıkarmazlar. İktidar olurlar. Sonra silah zoru ile halka inkılabı getirirler. Marx’ın metodu budur. Peygamberlerin yaptıkları inkılaplar binlerce yıl sürüp gider. Filozofların inkılapları ise bir asır bile sürmez. Sosyalizmin hâli gözle görülmüştür. Faşizmin ve Nazizmin hâli gözle görülmüştür. Hazreti Muhammed’den sonra peygamberler gelmeyecektir. Artık filozofların devri de bitmiştir. Bundan sonra inkılaplar ve evrimler ilmi çalışmalarla sağlanacaktır. Yani ilmi metotlarla inkılap yapılacaktır. Ne var ki insanın tıyneti değişmemiştir. İnkılaplarımızın sürekli olması için peygamberlerin usûlü ile hareket etmeliyiz. Bu da devlet zoru ile ve gerçekleşen inkılap yerine halkın içinden çıkan uyarıcıların yapacakları inkılaplarla sağlanır. Parti kurulacak ama tebliğ partisi olacaktır. Savunma partisi olacaktır. Asıl inkılap, kurulacak işletmelerle gerçekleşecektir. Bulunulan ülkenin mevzuatına harfiyen uyulacak. Susulmayacak. Onun dışında asla karşı çıkılmayacak. Günü gelince hicret edilecek. Bu hicret ülke dışına çıkmayı gerektirmeyebilir. Kurulacak kır siteleri içine göç etme de göçtür. Hz. Peygamber Arabistan’dan çıkmadı.
AKEVLER KONUT YAPI KOOPERATİFİMİZ İKİ ÇEŞİT SİTELERİ HEDEFLİYOR:
Sosyal düzenlemenin yapılabildiği bir site bin evlik olacaktır. Buna “bucak sitesi” diyoruz. Bucak siteleri on köy sitesine ayrılacak. Her köy sitesi de onar evlik ocak siteleri içerecektir. Burada ceza uygulamaları olmayacaktır. Ancak sitelerden çıkarma uygulamaları olacaktır. Her ev için bin metrekarelik bir saha düşünülmektedir. Böylece “Adil Düzen Siteleri” oluşacaktır. Bu kuruluşa müsade etmeyen devletten hicret edilip müsaade edilen yere göç edilecektir. Kur’an ehlinin önü açıktır. Ne yapacaklarını bilmektedirler. Saklı ve gizli yanları yoktur. Bunları biz uygulayamadık. Belki siz de uygulayamayacaksınız. Ama sizin sayenizde bunları gelecek nesil öğrenecek ve onlar uygulayacaklardır. Hz. İsa Hz. Muhammed’den haber vermiş, 600 yıl sonra söyledikleri çıkmıştır. Allah’ın acelesi yoktur. Bizim ise hiç olmamalıdır.
Siteler iki şekilde kurulacaktır. Birer dönüm yerlere birer ahşap ev konacak veya yüz dönümlük yere bir yüz evlik apartman yapılacaktır. Zelzeleye karşı korunması için kolonlar dikdörtgen demirden oluşacaktır. İçi betonla doldurulacaktır. Boyanarak pastan korunursa dayanıklılığı daha uzun olur. Yuvarlak demir sistemi güvenli değildir. Bu apartmanlar ondört katlı olacaktır. En alt kat, bodrum kat, sığınak ve garaj olacak. İki zemin katı yaşlı ile sakatların kalacakları ve ev hanımlarının istedikleri zaman çalışacakları işyeri olacak. Her katta onar daire ve birer sosyal daire yerleri olacak. Her katta bir ocak olacak, ayrı asansörü bulunacak. En üst kat ise köy merkezi kabilinden sosyal merkez olacaktır.
İşte “Akevler Konut Yapı Kooperatifleri”nin hedefi bu siteleri kurmak olacaktır. Bu sitelerin inşası ise başka kooperatiflerce yapılacaktır. ‘Ahşap evler’i tüketim kooperatifleri, ‘siteler’i ise toplu işyeri ve benzeri kooperatifler tarafından yapılacaktır. İleride o kooperatif de kurulacaktır.
Şimdi bu açıklamamdan sonra şunu görüyoruz ki; Biz Kur’an’ı okuyacak, emirlerini yerine getirmek için yaşadığımız ülkenin mevzuatına bakacağız. O mevzuat içinde mekanizmaları üretip Allah’ın emirlerini yerine getireceğiz. Bütün ibadetler bunların eğitimi içindir. Direnme genel olarak yöneticilerden gelmez. Direnme halktan gelir. İlk duydukları şeylere hemen itiraz ederler. Karşı çıkarlar. Bunu son derece normal kabul etmek gerekir. Sizinle diyaloğa girdiler mi zaferin yolu göründü demektir. Ancak genellikle sükut ile karşılar, söyletmemeye ve susturmaya çalışırlar. Biz şeriat partilerini kurunca bizden bahsetmediler. Bizi yok saydılar. Münferit suçlamalar, cezalandırmalar, kapatmalar devam etti. Sükutla geçirdiler. Ancak bu yok saymanın mümkün olmadığını görünce saldırıya geçtiler. Sandılar ki bunları yıldırırız. Sandılar ki bu olay Erbakan olayıdır. Bu olay sosyal olaydır. Tarihin gelişidir. Allah’ın takdiridir. Erbakan orada rol alan görevlidir. Görevini lâyıkıyla yerine getirmiş olabilir, olmayabilir. Ama 6 milyon oy sapa sağlam duruyor. Onlarda en küçük bir yılgınlık ve ümitsizlik yoktur. Gece - gündüz faal haldedirler. Diğer partiler önce cephe aldılar. Koalisyon yapmayacağız dediler. Ama herkes biraz şeriatçı olmaya başladı. Şeriata karşı olan parti de meclise giremedi. Artık bugün meclis ne yapacağını bilmiyor. Yapılması gereken, birleşip Türkiye’yi “herkese aş ve herkese iş ülkesi” hâline getirmektir. Gidilen yolun çıkmaz olduğunu yakında görecekler. İster istemez adil düzeni deneyeceklerdir. Bizim görevimiz adil düzenin ne olduğunu anlatmaktır. Bu da teorilerle olmaz, küçük çapta da olsa uygulamalar yapmakla olur. İşte kurduğumuz kooperatifler bu amacı hedeflemektedir. Görsünler ve yapsınlar. “İnsinler, biz yapalım!” değil. Sayın Erbakan’ın kadrosu “Siz inin, biz yapalım!” sevdasına düştü. İndiler, çıktılar, ama yapamadılar. Herkes hata yapar, elbette o kadro da yapmıştır. Ümit ederiz ki hatalarından tevbe etsinler ve “Adil Düzen”e makroda değil mikroda hizmet etsinler.
أ E: Soru edatıdır. İstenmeyen, tevbih edilen yahut beklenmeyen cümlelerin başına gelir. Soru olarak gelir ama inkarı tazammun eder. “Doyuracak mıyız? Elbette doyurmayız!” anlamına gelmektedir. Gerekçesini beyan ederek bunu söylemektedirler.
أنطعم“İt’âm mı edeceğiz? Doyuracak mıyız?” derler. “Allah’ın doyurmadıklarını biz mi doyuracağız?” Bu dünya düzeninin kavranması hayli zordur. Bir taraftan hak ve bâtıl vardır. Hak ve bâtılın mücadelesi vardır. Şeytanın hizbi vardır. Allah’ın hizbi vardır. Bunlar arasında savaş vardır. Diğer taraftan hak ve bâtılın var edicisi de Allah’tır. Tek Allah vardır. Başka bir hâlik yoktur. Bu nasıl olmaktadır? Tek olan yalnız Allah’tır. O’nun dışında her ne varsa çifttir. Hak varsa bâtıl da olacaktır. Denge böyle kurulur. Varlık varsa yokluk da vardır. Ancak bunların bir kısmı asıldır. Diğeri ise onun dengeleyenidir. Mesela çekme kuvveti asıldır. Onu dengeleyen sürtünme kuvveti dengenin oluşması için vardır. Doğruluk asıldır. Onun dengelenmesi için yanlışlık vardır. Hak asıldır. Bâtıl onu dengelemek için vardır. İnsana irade verilmiştir. İster böyle ister şöyle yapabilmesi için kendisine hükmedeceği bir güç sahibi olması gerekir. İşte Allah hakkı da bâtılı da var etmiş ve insanın iradesine vermiştir. O isterse hakkın yanında yer alır. Mükafat görür. İster bâtılın yanında yer alır. Cezalandırılır. Tarihte bunu açıklamak için çok tanrılı dinlere inanılmış, bilhassa iki tanrılı din uzun zaman etkili olmuştur. Tanrılar arasındaki savaş efsaneleri ve bâtıl inançları doldurmuştur. Bugün ise müsbet ilimlerle kesin olarak bilinmektedir ki kâinat tek gücün oluşturduğu dengeler düzenidir. Araba yapan bir kimse nasıl gaz pedalının yanına fren pedalını da koyuyorsa, Allah da arabayı süren insanın önüne gaz ve fren pedallarını koymuştur. Sağa sola dönecek direksiyon koymuştur. Bunlar zıttır ama bir hâlikın mahlukudur. Fakirleri aç bırakan Allah’tır. Onların doyurulmasını isteyen de Allah’tır. Yine yoksulları doyuran Allah’tır. Allah onların doyurulmasını istemeseydi bize “doyurun” diye emreder miydi? Allah bize sevap kazanma imkanı vermek için, istersek günah da işleyebilmemiz için, onları doyurma işini bize vermiştir.
Burada önemli olan husus, Allah bize verdiği rızıktan harcamamızı istemektedir. Yani bizden istenen bizim fazlamız değil, bizim rızkımızdan harcamamızdır. Eğer on lokma yiyeceksek, sekizini yiyecek, ikisini başka miskinlere vermeliyiz. Küçük paralar bir araya gelerek büyük imkanlar ortaya çıkar. Yüzer dolarlık bir ortaklık kurmalıyız. Birkaç sene sonra milyarları bulacak bir sermayeye sahip oluruz. Ancak bu sermaye “herkese aş ve herkese iş” temin eder. Böyle imkanlara ulaşmak sanıldığı kadar zor değildir. İşte Yimpaş, işte Kombassan bu imkanlara ulaştılar. Ama kullanmayı bilmedikleri için hepsi kaybedecektir. Tabii kullanmayı öğrenmezlerse böyle olacaktır. Biz de Adil Düzeni bilmeden o kadar servetlere konarsak çok tehlikeli olur. Biz Adil Düzeni öğrendiğimizde sermayesini mutlaka Allah bize verecektir. Yalnız Adil Düzen kitaplarda öğrenilmez, deneme ve uygulamalarında öğrenilir.
Siz bu yola girmiş bulunuyorsunuz. Sabrederseniz, başarıya ulaştığınızı göreceksiniz.
من Men: Men, kimseyi demektir. İnsan için kullanılır. Eşya için kullanılmaz. “Ma” ise insan toplulukları için kullanılabilir. İnsan bedeni için kullanılır. “Men”de kişi beli değildir. Doyurmayı istememe bellidir. Bu ifadeden anlaşılıyor ki Allah’ın doyurulmasını istediği bütün miskinlerdir. Daha doğrusu bütün insanlardır. Doymamış olan herkestir. Sadece komşuyu veya yakını doyurmak yetmemektedir.
لو Lav: Geçmiş için kullanılan olmamış şart edatıdır. “Lev teci’ukrimuke” dersen, “gelseydin ben sana ikram ederdim ama sen gelmedin onun için ben de sana ikram etmedim” demek olur. Allah isteseydi onları doyururdu, oysa Allah istemediği için Allah onları doyurmamıştır. İşte böyle derler, böyle muhasebe ederler. Kur’an bazan soruyu sorar ve cevabı vermez. Olayı anlatır, hükmünü ifade etmez. Burada da onlara ittika ve infak edin dediği halde onların davranışlarını ortaya koyar ama sonlarını belirlemiyor. Onun açıklamasını insanın kendisine bırakıyor. Burada “in kânet illâ sayhaten vahidet” diyerek başlarına gelecekleri haber veriyor.
يشاء YaŞAu: Allah isteseydi onları doyururdu. Oysa Allah istememiş ve doyurmamıştır. “Allah’ın yapmadığını biz mi yapacağız?” diyorlar. Oysa Allah onları doyurmak istemeseydi bize emretmezdi. Bize emrettiğine göre onları doyurmak istemiştir. Esasen kâinatı bizim için yaratmıştır. Biz olmasaydık Allah kâinatı neye kullanacaktı? Ne işine yarayacaktı? Bizim de onu kullanabilmemiz için zıtlarla oluşturulan bir denge içinde olması gerekir. Şeytan olmasaydı küfür olmazdı. Küfür olmayınca iman da olmazdı. İman olmasaydı insan da olmazdı. İnsanın insan olması için, insanın iradesini kullanabilmesi için bu kâinat vardır ve bu kâinat tek tanrı tarafından zıtlar içinde var edilmiştir. Bu bugün müsbet ilim tarafından çok açık bir şekilde biliniyor.
الله ALLAH: “Allah isteseydi” deniyor. Eğer “Allah” “devlet” olarak anlaşılırsa, “devlet istese doyurur” demektir; “yoksulları doyurmak halk olarak bizim işimiz değil” anlamı da çıkar. Her şeyi devletten bekleyen zihniyet burada dile getirilmiştir. Oysa devlet kimdir? Devleti kim temsil ediyor? Merkezi yönetimlerde devleti yöneticiler temsil ediyor. Halk yönetiminde ise devleti halk temsil ediyor. Herkes kendi işinde kendi çapında devletin sözcüsü ve görevlisidir. İslâm devlet anlayışı budur. Bunu Yunanlılar İbranilerden, Bizanslılar Hıristiyanlardan, Avrupalılar Müslümanlardan öğrenmeğe çalıştılar, ama öğrenemediler. Demokrasiyi ekseriyet yönetimi sandılar. Oysa demokrasi “halk yönetimi”dir ve mekanizması yalnız “peygamberler sistemi”nde vardır.
اطعمه ETGaMaHu: Allah isteseydi onu doyururdu. Doyurmadı, o halde istemedi. Bizim onu doyurmamız Allah’a karşı gelmektir. Devletin ceza verdiği kimsenin kapısını açıp hapishaneden çıkarsak suç işlemez miyiz? Öyleyse “Allah’ın doyurmak istemediği kimseyi biz mi doyuracağız?” diyorlar. Görülüyor ki kuru felsefe, ilmî olmayan düşünceler hiçbir zaman sıhhatli sonuca götürmez. Vahye ve denemeye bunun için ihtiyaç vardır.
ان انتم الا فى ضلال مبين Siz Elbette açık bir dalâlet içindesiniz: Burada çok önemli bir husus belirtiliyor. Dalâlette olanlar karşı tarafta olanlara “siz dalâlettesiniz” diyorlar. Demek herkes kendisini haklı sanıyor veya öyle görünüyor. Çözüm nedir? Çözüm herkesi kendi gidişinde serbest bırakmaktır: Demokrasi ve lâikliktir. Herkes kendi yaşayışlarını kendileri denesinler.
Hakem kim olacaktır?
Sonuç olacaktır. İlmi veriler olacaktır.
İlim nedir?
Bir hedef belirlenir. Proje yapılır. Proje uygulanır. Hedefe varılmışsa demek ki proje doğrudur. Varmamışsa dalâlet vardır demektir.
Hedef nedir?
İki şey gaye edinilebilir. Bir, yaşayanların refahını artırmaktır. Bu da ortalama ömrü uzatmaktır. Avrupa bunu başarmıştır. İkincisi ise, nüfusu artırmaktır. Avrupa bunu başaramamıştır. Türkiye ve İran ile bütün İslâm ülkeleri ise bir taraftan nüfuslarını artırıyorlar, diğer taraftan ortalama ömrü uzatıyorlar. O halde ateistlerin düzeni İslâm düzenine göre dalâlettedir.
Hakem ilmin verileri olacaktır.
Demek ki, muasır medeniyetin üstüne çıkmayı hedefleyen Mustafa Kemal bunun için müsbet ilmi yegane araç yapmıştır. Yoksa dinî olsun felsefî olsun doğmalar hiçbir zaman hidayet olmaz.
Kemalistler bu sebepledir ki çelişki içindedirler.
Hem “Mustafa Kemal’in ilkelerine uyuyoruz” diyorlar, hem de müsbet ilmin verilerini inkar ediyor, kendi anladıkları Kemalizmi müsbet ilme tercih ediyorlar. İşlerine gelmediği zaman da; “Şimdi zaman değişti. O sağ olsaydı böyle yapardı!” deyip, rahatlıkla onun söylediklerinin aksini onun adına savunuyorlar.
Sanki Mustafa Kemal Avrupalılarla savaşmadı da İranlılarla savaştı!
Avrupa’ya Türkiye’yi teslim etmek Kemalizm oluyor, İran düşmanlığı da Kemalizm oluyor!
Oysa Mustafa Kemal İranlılarla en yakın dostlukları kurmuştur.
Hiçbir zaman İran ile soğuk savaş bile yapmamıştır.
Yayına Hazırlayan:
REŞAT NURİ EROL
Yazan ve Anlatan:
SÜLEYMAN KARAGÜLLE