KUR’AN MATEMATİĞİ
68. SEMİNER NOTLARI 15 TEMMUZ 2000
GAYBE İMAN
بسم الله الرحمن الرحيم
الم ذلك الكتاب لا ريب فيه هدى للمتقين
الذين يوئمنون بالغيب و يقيمون الصلوة و مما رزقناهم ينفقون
و الذين يوئمنون بما انزل اليك و ما انزل من قبلك وبالاخرة هم يوقنون
Kur'an'ın konusu, Allah'ın insanlara verdiği nimetleri hatırlatarak insanın Allah’a karşı görevlerini yapmaya çağırmaktır. Bu kâinat Allah’ın insanlara iş vermek için kurduğu bir “işyeri”dir. Allah’ın insanların kendisini tanımaları ve O’nunla muhatap olmaları dışında insanlardan istediği bir şey yoktur. Allah şöyle bir nizam kurmuştur:
) Allah yeryüzünü insanlık için var etti. İnsanları orada kendisine halife yaptı. Orada O’nun adına hareket edeceklerdir. Çalışıp yaşayacaklar ve mükâfatlarını alacaklardır. Çalışmayanlar yahut Allah’ın işyerinde Allah’ın nizamına göre davranmayanlar da cezalandırılacaklardır.
) İnsanlık Allah’ı temsil eder. Geçmiş ve gelecek nesilleri içerir. İnsanlar ise yaşayanlardır. Mükellef olanlar onlardır. Ölü olanların artık bu dünyada bir etkileri yoktur. Henüz doğmamış olanların da bir etkileri yoktur. O halde Allah’a karşı olan vazifeler insanlığa karşı vazifelerdir.
) Yaşayanların bir kısmı çalışabilmektedir. Bir kısmı ise çalışamaz, yardıma muhtaçtır. Çalışanlar Allah’a yani İnsanlığa borçludurlar. Çünkü onlar daha önce çalışamıyor, Allah yani İnsanlık onları büyütmüştü. Şimdi de çocuklarını onlar büyütüyor ve borçlarını ödüyorlar. Yaşlılara erginler bakarlar, yaşlandıkça da çocukları onlara bakar. Buradaki temel felsefe; yeryüzünde kimse kimseye borçlu ve alacaklı değildir, Herkes Allah’a O’nun halifesi olan insanlığa karşı borçlu ve alacaklı olmaktadır.
) İşte bu anlayış İslâmî düşünüşün temelidir. Bu anlayış gerçek anlayıştır. Gerçekten Kâinat Allah’ındır ve insanların onu var etmede bir rolleri yoktur. İnsanı insana köle etmemek için de bu kurala uyma zorunluğu vardır. Allah ve İnsanlığın Allah’ın Halifesi olması anlayışı, yeryüzünde ekseriyetin kararı dışında onun üstünde bir hukuk anlayışını da içermektedir. Meclis ittifakla olsa da, İnsanlığa karşı suç olan bir kanunu çıkaramaz. Milli iradenin üstünde milli iradenin de uyması gereken bir “ilahi hukuk”, bir de “tabii hukuk düzeni” vardır. Bununla berber hakimiyet yine kayıtsız şartsız Milletindir. Bu inceliği iyi anlamak gerekir. Hakimiyet sözleşmelere uyularak topluluk içinde hukuku üstün kılmadır. Bu uluslara verilmiş bir yetkidir. Uluslar bu yetkiyi kullanarak barışı sağlarlar. Ancak uluslararası ve insan hakları olarak ulusların uyması gereken ilahı hukuka uymazlarsa onlara ceza verecek bir jandarma teşkilatı yoktur. Yani insanlık tek bir örgüt halinde devlet olamaz. Böyle davranan uluslara cezalarını verecek hukuk düzeni değil savaş düzenidir. Yani bir devlet uluslararası hakemlerce verilecek bir karara uymazsa ona karşı savaşma hakkı doğar. Diğer devletlerin görevi de hakemlerin haklı gördükleri tarafa yardım etmektir. Etmezlerse ne olacak? İşte o zaman “Nuh Tufanı” gibi bir “Sosyal Tufan” olur. O nesil yok olur, yeni nesil ortaya çıkar, onlar bunlar gibi olmazlar. İşte Kur’an’ın hakimiyet felsefesi budur. Yeryüzünde 100 kadar devlet olacak. Bu devletler iç güvenliklerini hukuk düzeni içinde, dış güvenliklerini de askeri düzenle sağlayacaklardır. Kur’an’ın temel iddiası şudur: Hangi devletler şeriata uyarlarsa yani mutlak hak anlayışına sahip olurlarsa onlar askeri savunmada başarılı olurlar. Aksine şeriata aykırı hareket eden devletlere ceza verecek dünyevi bir askeri örgüt yoktur ve olmayacaktır. Ancak ilahi nizam, tabii nizam öyledir ki şeriata uymayan devletler yıkılıp giderler. Osmanlı Devleti’ni yıkamayan Avrupalılar onu şeriattan uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Sonunda başarılı olmuşlardır. Yeni kurulan Cumhuriyeti de geliştirmemek ve ileride kolay yıkmak için onu şeriattan uzak tutmaktadırlar. Kendileri ise “insan hakları” deyip şeriatın içine girmektedirler. İşte bütün büyük dinlerin öğretisi budur. Kâinatı var eden şuurlu büyük bir güç vardır. Biz onun işçileriyiz. Uyarsak bizim ücretimizi bol bol verir, uymazsan kendi düzenini bozmaz ve bizi cezalandırır. “Besmele” Allah ile yani İnsanlıkla yapılan bir sözleşme aktidir. “Ben senin işçinim, başkasının işlerini yapmayacağım” demektir. “Fatiha” ise “Besmele”nin bu sözleşme cümlesini daha açık hâle getirmektedir. “Yalnız sana işçilik yaparız ve yalnız senden ücretimizi alırız” cümlesi bunu ifade etmektedir. Günde beş vakit namaz kılarız. En az iki defa Fatiha okuruz. Demek ki asgari olarak günde on defa bu sözleşmemizi yenileriz.
الم Fatiha’nın dışındaki Büyük Kur’an ise iş sözleşmesinin gereklerinin nasıl yerine getirileceğini, getirilmediği takdirde işverenin hangi cezaları uygulayacağı anlatılmaktadır. Burada işveren Allah’tır. Dünyada ise O’nun halifesi olan insandır. Allah insanı dünyada serbest bırakmıştır. Bir yere kadar kötülük de işleyebilmektedir. Ancak sonra bu dünyada kısmen, âhirette ise tamamen hesabı görülecektir. Kur’an daha çok âhiretteki hesaptan söz etmektedir. Ancak bu dünyadaki insanlık haklarından ve insan haklarından verilecek hesaptır. Hesap orada ama fiiller buradaki fiillerdir. Büyük Kur’an’a başlarken Allah, “Elif, Lâm, Miym” diye başlıyor. Sesler boğazdan çıkar, ağızda ve dudaklarda biçimlenir. “E” sesi boğazdan çıkar. Gaybı yani görünmeyeni ifade eder. Bu harf burada Allah’ı temsil etmektedir. “Lâm” ortadan çıkan harftir. Aracıları, resulleri, elçileri temsil etmektedir. “M” dudaklardan çıkan harftir. Görüneni, ümmeti, insanlığı temsil etmektedir. Kur’an’a Allah’tan elçiler (Cebrail, Muhammed, Hafız ve katipler) aracılığı ile insan topluluklarına ulaşmaktadır. Burada işaret edilen en önemli husus, Kur’an kişileri tek tek ele alarak muhatap kabul etmiyor, Topluluklar hâlinde kabul ediyor. Bundan sonraki hitapta da çoğul sığasını kullanmaktadır. İlk topluluk “beş vakit cemaatı”dır. Ondan sonra “cuma cemaatı”dır. Ondan sonra “şa’b”dır, ondan sonra “kavm”dır. Nihayet “Hac cemaatı insanlık”tır. Kişiler bu cemaat içindeki fert olarak muhataptırlar. Bu sebepledir ki Fatiha’da EGBD demeyip NGBD denmiştir. Konuşma dilinde “Elif Lâm Mim” kullanılmaz, yazı dilinde kullanılır. Bununla Kur’an’ın sadece konuşma dili ile değil de yazı dili ile indiğini ifade etmektedir. Kur’an sadece halk kitabı değil aynı zamanda bir ilim kitabıdır. Alimler onun kelimelerini tanımlayacak ve mantık dilinde açıklayacaklardır. Bu harfler bize bunu da hatırlatmaktadır. Bir toplantıya gider halkı anlayamadıkları bir kelimelerle çağırırsanız, halk ‘yeni bir şey var’ diye kulak verir. Sonra anlayacakları şeyleri anlatırsınız. Allah burada “Elif, Lâm, Mim” derken bizi uyarmış oluyor, bundan sonra söyleyeceğini söylemektedir.
ذلك ÜAvLıKa: Uzakta olanı göstermek içindir. Zâ ‘bu’, Zâke ‘şu’, Zâlike ‘o’ işaretidir. Allah burada “bu kitap” dememiş de “o kitap” demiştir. Çünkü kitaptan maksat tüm Kur’an’dır. Sadece Bakara Sûresi değildir, Sadece bu âyetler değildir. Sonra kitap toplanmadan bu âyetler henüz nâzil olmamıştır. İleride toplanıp kitap olacağı bildirilmiştir. Bu sebeple burada “o kitap” diye bahsedilmektedir. Bir de Türkçede “sen” yerine saygı ve yüceltici olarak “siz” denirse, Araplarda “bu” ve “şu” işaretleri normal kimseler için kullanırlar. Türkçede de “şu adama baksana” deyip tahkir ederiz. Ama “o adam çok büyük insandır” deriz. Bu sebeple burada “bu kitap” denmemiş de “o kitap” denmiştir.
الكتاب El-KiTAP: İçinde icap ve kabulü içeren yazı mecmuasıdır. Roman kitap değildir. Roman sahifelerdir. Hattır. Kur’an ise şeriatı içeren, insanlara emir ve nehiyleri getiren, ceza ve mükâfatı içeren bir yazıdır. Gerçekten bir kitaptır. “Kataba” demek “farz kıldı” demektir. Bununla beraber Kur’an bir kanunname değildir. Kanun dendiği zaman, dünyevi müeyyidesi olan, devletin mahkemeleri tarafından uymayanlara ceza verilen bir mevzuattır. Kur’an’ın emir ve yasaklarına uymayanlara ceza verecek bir teşkilat, bir örgüt yoktur. Kur’an’ı yorumlayan bir yetkilisi de yoktur. Kur’an’ı herkes kendisi yorumlar ve uygular, hesabını dünya ve âhirette Allah’a verir, diğer insanlara vermez. İşte Kur’an’ın diğer semavi kitaplardan farkı budur. Onları yorumlayan resmi din adamları olduğu halde Kur’an’ı yorumlayacak resmi bir dini yetkili yoktur. Kur’an’daki ceza hükümleri yöneticilere kanun koyucularına tavsiye mahiyetindedir. Yoksa mü’minlerin o cezaları uygulama yetkileri yoktur. Mesela, malını çalan bir hırsızın kolunu kesemez. Zina yapan karısına ceza veremez. Diyeti zorla tahsil edemez. Bu hükümler devletin mevzuatını oluşturmaya yetkili olan kimselerin uymaları gereken ve uymadıkları zaman da kazai hiç bir yaptırımı olmayan hükümlerdir. Bu hükümlere uymayan yetkililer Allah’a hesap verirler. Diğer insanlara değil. “El-KİTAP” marifedir. Yani Kur’an kastedilmektedir. Bunda herhangi bir tereddüt yoktur. Kur’an’dan farkı, yazılı olanı ifade etmesidir. Hazreti Osman zamanında toplanan Kur’an kastedilmektedir. Çünkü artık Kur’an olarak mahut olan odur. Burada Hz. Peygamber’in Kur’an’ından farklılık olsa yine bu Kur’an esas alınacaktır. Çünkü orada işaret edilen kitap odur. Hz. Peygamber zamanında sahifeler vardır. Kıraat vardır, ama kitap yoktur. Kur’an Kitap haline Hazreti Osman zamanında gelmiştir. Kur’an buna işaret ederek “aleyna cem’ahu” demektedir. Yani elimizde bulunan Kur’an Kitabı, Hz. Muhammed’in Kur’an Kitabı değil, “Allah’ın Kur’an Kitabı”dır. Allah Muhammed’den yücedir. Harfi tarifle belirlenen bir kitap üzerinde değişme yapılamaz. Bundan sonra diyelim ki Hazreti Muhammed’in kendi zamanında yazılmış bir kitap bulduk ve yeniden Kur’an Kitabını oluşturduk. O buradaki harfi tarifle belirlenen kitap olamaz. Çünkü bu harfi tarif bu kitaptaki Kur’an’ı tanımlamaktadır. Batılılar Müslümanlar arasına fitne sokmak için bu tür iddialar ileri sürüp neşriyat yapmaktadırlar. Oysa bunun usûl bakımından hiçbir etkisi yoktur. İcma ancak icma ile bozulabilir. Bin yıllık icma ancak yeni bin yıllık icma ile kalkar. Bugün böyle bir icma olmadığına göre bizim için hiçbir kıymeti olmaz. Yani diyelim ki bugünkü müsbet ilimlerle başka bir Kur’an üzerinde tüm İslâm âlimleri ittifak ettiler. Sahâbelerin ittifakını değiştirme caiz olmadığı için bir şey ifade etmez. Bunlar sahâbe olmasalardı bile bin yıllık bir icma daha önce ihtilâf olmamışsa ancak bugün icma oluşursa bin yıl sonra ona geçilebilir. Görülüyor ki batılıların gayretleri tamamen boşunadır.
لا ريب فيه LA REYBA FIH: Reyb alacalık demektir, bulanıklık demektir, bulanık su demektir. Şeffaf olmadığı için içinde neyin olup olmadığını bilememektir. Karışıklık demektir.
Kur’an’ın en önemli özellikleri şöyle sıralanabilir:
) Kur’an’ın kendi içinde bir mantıki çelişki yoktur.
) Kur’an’ın içinde müsbet ilme aykırı herhangi bir hüküm yoktur.
) Kur’an’ın içinde Kur’an’dan olmayan bir şey yer almamaktadır, eksik kalmış bir şey de yoktur.
) Kur!an’ın kendisini ve hükümlerini değiştirecek herhangi bir güç mevcut değildir. Onu Allah indirmiştir ve Allah korumaktadır.
لا LA: Nefyi cins içinde asla yoktur. Bir tane de yoktur denmiştir. İşte Kur’an ortadadır. Varsa bir çelişkiyi göstersinler. Biz onu açıklayacağız. İlhan Arsel’e cevap verdik. Ses seda var mı? “İçinde” deyince de içindeki herhangi bir yerinde demek olur. “Rayb” deyince de çelişki, ilme aykırı, eksik fazla, 1400 yıllık geçmişindeki nüshaları ile bugünkü nüshalar arasında bir fark varsa göstersinler. Gösteremezler. Öyleyse “bu kitap” değerlendirilmelidir. Değerlendirmeyenler hesabı kendileri verirler.
هدى HuDan: Kur’an yol göstericidir. Kılavuzdur. Hâdi, kılavuz demektir. Yol gösterici kendisi yol yapmaz, mevcut olan yolu gösterir. Kur’an da kendisi şeriatı koymaz. Şeriat zaten “sünnetullah” olarak “tabii kanunlar” olarak vardır. Sadece yol gösterir. Hidayettir. Hâdi de değildir. Çünkü Kur’an’dan yaralanmak için onu kendin tetkik edip öğrenmen gerekmektedir. Hâdi ise kendisi “gel göstereyim” der. Kur’an’ın resmi temsilcisi yoktur. İsteyen ondan yaralanır. Bir harita gibidir. Haritayı okursan doğru yolu bulursun. Kur’an’ı okursan sen de gideceğin yolu bulursun. Burada “el Huda” dememiş de “Huden” denmiştir. Yani yalnız hidayet olan Kur’an değildir. Tevrat ve İncil de hidayet olduğu gibi müsbet ilim de hidayettir. Bu sebeple nekire gelmiştir. Hidayet kelimesi ilk mânâyı içerir. Yol göstermek veya yola götürmek. Tüm insanlara gösterir. Kabul edenleri ise doğru yola götürür. Hâle göre her iki mânâ da doğrudur. Bütün insanlığa yol göstermesi için onlara Kur’an’ın ulaştırılması gerekir. Buna göre de tüm Müslümanlara verilmiş görevdir. Namaz kılmak nasıl farz ise; Kur’an’ı tüm insanlığa ulaştırmak da o kadar farzdır. Bunu yapabilmemiz için;
) Ahşap Evler ve Satış Merkezleri zinciri işletmelerini tüm dünyaya yaygınlaştırmamız gerekir. Böylece bizimle alışveriş yapanlara Kur’an’ı anlatmış oluruz. Bizden iş isteyen herkese iş vermeliyiz, böylece o kimse işyerimizde Kur’an’ı öğrenmiş olur. İnanıp inanmamak ona aittir. Ama Kur’an’ı her vesile ile tüm insanlara öğretmek bizim vazifemizdir.
) Bizim işyerlerinde çalışan kimseler, Kur’an’a inansın veya inanmasın Kur’an’ı bilmelerine göre onlara ücret takdir edeceğiz. Bunlar maddi çıkar sebebiyle Kur’an’ı öğrenecekler. Tabi ki bilmek yeterli değildir. İnanmak da gerekir. Çünkü şeytan her şeyi biliyor, ama inanmıyor. Biz inanç üzerinde baskı yapmayacağız. Sadece bilgi üzerinde farklılık yapacağız.
) Kur’an’ı bizim anladığımız şekliyle değil ilmin anladığı şekliyle yorum yapacağız. Bunun için ilim adamlarını içtihatlarında serbest bırakacağız. İcma olanları tesbit edeceğiz. Ateistler dahil herkesin görüşleri ve anlayışları o araştırmalarda yer alacaktır.
) Nihayet devamlı şekilde oluşan ve gelişen İslâm anlayışını her türlü ulaşım anlayışları ve araçları ile tüm insanlığa ulaştıracağız. Bu bizim görevimizdir. Allah’ın bize emridir.
للمتقين LılMutTaQIyna: İttika edenlere hidâyettir. Yeni bir insanla tanıştığınız zaman onun hakkında peşin fikirleriniz olur. “Bu adam iyi adamdır” dersiniz, ona göre onunla işe devam edersiniz. Beğenirsiniz, dost olursunuz, ama sonra bin pişman olursunuz. Yahut adam hakkında kötü fikirler vardır. Ona karşı menfi davranır, kısmetinizi tepersiniz. Ne yapmanız gerekir? Herhangi bir kimse ile herhangi bir konuda bir iş üzerinde konuşmaya başladığınız zaman onun hakkındaki tüm eski peşin fikirlerinizi atacaksınız. Siz yanılmış olabilirsiniz. Yahut o değişmiş olabilir. Yahut bu konuda yararlı veya zararlı olabilir. Kişinin iyi veya kötü olması değil de, işin iyi veya kötü yapılması üzerinde durulmalıdır. Bu kural herhangi bir kitap okurken de öyle olmalıdır. Kitap içindekileri öğrenip uygulama şeklinde teslimiyetçi bir şekilde okunmamalıdır. Çünkü içinde çok kötü şeyler olabilir. İçindekileri reddetmek, ona karşı çıkmak, her şeyi tenkit etmek için de okunmamalıdır. Kitap onlardan yararlanmak maksadı ile okunmalıdır. Şöyle ki, “içinde iyi şeyler varsa onları alıp uygulayın” diyeceksiniz. Zararlı şeyler varsa ondan nasıl korunacağınızı tesbit etmek için okunmalıdır. “İttika”nın aslı “ıvtıka”dır. Vakı, kulübe demektir. Yollarda, dağlarda çobanların yağmurdan veya canavardan korunmaları için yapılmış taştan kulübelere verilen addır. İttika demek, oraya girip sığınmak, korunmak demektir. İnsan yaratıldığı kâinat içinde fırtınalarla, canavarlarla karşılaşmaktadır. Bunlardan korunması için kendisine sığınacak kulübe aramalıdır. İşte bunu aramaya koyulmak “ittika”dır. Bu kulübeler de “insanlar ve kitaplar”dır. Her insan koruyucu olamayacağı gibi her kitap da koruyucu olamaz. İttika eden kimse karşılaştığı tüm insanlarla sohbet eder ve kendisini koruyacak arkadaş arar. Bulabildiği kitapları okur ve bunların içinden kendisini koruyacak yollar bulur ve bunu uygular. Ne var ki bu tek başına yapılacak iş değildir. Onun için birleşip cemaat olurlar ve arayışı birden (birlikte) sürdürürler. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında bu birleşme, kooperatif, vakıf, şirket, sendika, parti gibi kuruluşlardır. Hedefimiz araştırma yaparak kendimizi koruyacak yolları bulmak olmalıdır. İşte biz Akevler İstanbul Konut Yapı ve Akevler İstanöul Tüketim Kooperatiflerini bu amaçla kurduk. Şimdi iş bölümü yapacağız. Her birimiz bize yol gösterecek insanlarla temas kurarak doğru yolu öğrenmemiz gerekir. Bilhassa zıt görüş ve düşüncelere çok önem vermeliyiz. Sonra bir program yaparak değişik kitapları okumamız gerekir. İşte bu arada insanlığa binlerce yıldır yol gösteren Tevrat’ı ve İncil’i de tetkik etmeliyiz. Budizmi de tekik etmeliyiz. Marksizmi bilmeliyiz. Bunları tetkik ederken peşin hükümlü olmamalıyız. Söyleyene değil söylenene bakmalıyız. Yapana değil, yapılana bakmalıyız. Buna karar vermiş olan topluluklara “Muttakı” denmektedir. Buradaki “lam” cins lamıdır. Yani bu özellikleri taşıyan topluluklara yol göstericidir. Peşin hükümlü olmayanlara yol göstericidir. Bu sebepledir ki “hudan lil mü’minine zâlıkel kitabe” denmemiş de “huden lil müttakıyn” denmiştir. ElMutTAqIyn’a Harfi tarifle getirilmiştir. Buradaki tarif cins içindir. Tek başına ittika mümkün değildir. Ancak birlikte dayanışma içinde ittika yapılabilir. İnsan topluluk içinde yaşayacak şekilde yaratılmıştır. Tek başına hiçbir iş yapamaz. Bununla beraber insan kişiliğini topluluk içinde korumaktadır. Kendi isteği ile topluluğu oluşturabilmektedir. Topluluğunu değiştirebilmektedir. Oysa diğer canlılar hangi topluluk içinde ise orada kalmak zorundadırlar. Cemi müzekkeri sâlim olarak bunun için kullanılmaktadır. İttika edebilmemiz yani doğru yolu bulmamız ve kendimizi koruyabilmemiz için kendi irademizle topluluğu oluşturmamız gerekmektedir. İşte anayasalar da bu topluluğu kurma haklarını hak olarak kabul etmektedirler. Kooperatifler, şirketler, cemiyetler, vakıflar oluşturma hakkı tanınmıştır. Partiler, sendikalar kurulmaktadır. Dünyada dini cemaatler ve ilmi ekoller oluşturmak serbesttir. Türkiye hâlâ tek partili dönemin baskıcı sistemi içinde dini cemaatlerle ilmi ekollerin oluşmasına izin vermemektedir. Ancak halk diğer tüzel kişilik statüleri içinde bu örgütlenmeyi de yapmaktadır. Hukuken düzenlenmediği için bazı sorunlar çıkmaktadır. Biz bu amaçla İzmir’de Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’ni 1967’lerde kurduk. Çalışmalarımızdan siyasi partiler yararlandılar. Şimdi de İstanbul’da “Akevler Konut Yapı Kooperatifi” ile “Akevler Tüketim Kooperatifi”ni kurmuş bulunuyoruz. Gayemiz, Türkiye Cumhuriyeti mevzuatını öğrenip o mevzuatın içinde Kur’an’ı ve diğer kitapları tetkik ederek kendimize barış içinde yaşama koşullarını hazırlamaktır. Bunu daha önce “Herkese İş ve Herkese Aş formülü” ile ifade ettik (65. Seminer). Bu tür teşkilatlanmaya gidenler muttakilerdir. Baştan benimsedikleri bir sistemi; kapitalizmi, sosyalizmi, Budizmi veya İslâmiyet’i öğrenip uygulamak ittika değildir. Hak ne ise doğru ne ise onu benimsemeliyiz. İslâmiyet doğru söylüyorsa, onu Marksizm doğru söylüyorsa onu, kapitalizm doğru ise onu benimsemeliyiz. İçinde yaşadığımız toplulukta fitne olmaması için önce câri mevzuata uymalıyız. Ama o mevzuatta yanlışlık varsa ittika ilkesi içinde onu düzeltmeye çalışmalıyız. Bu düzeltme tek başına yapılamaz. Mutlaka mevzuatın müsade ettiği teşkilat içinde legal yoldan bunları yapmalıyız. Mevzuatı değiştirme siyasetidir. Ancak siyasilere bunları anlatma diğer sivil kuruluşların işidir. Kooperatif kendisi siyaset yapmayacak, ancak siyasilere yardımcı olacaktır. Bilgi hazırlayıp verecektir.
“Türkiye Cumhuriyeti yanlıştır, gavurlardan alınmıştır” demek nasıl yanlışsa; “Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında hata yoktur veya günü geçmiş olanlar yoktur” demek de o kadar hatalıdır. Bunların hiçbirisi ittika içinde değildir. Bakınız Türkçede ittikanın karşılığı yoktur. Ama irtica ve yobazlık, peşin fikirlilik menfilerinin bir sürü adları vardır. Oysa Kur’an menfileri sayarak değil, müsbeti göstererek işe başlar. Bugün muhalefet hep yapılanlara karşı çıkarak muhalefet yaptığını sanır. Muhalif çözümler üretip önermelidir. İşte “hakkı tavsiye” budur. “İttika” da budur.
Kur’an insanları ikiye ayırıyor:
Bir kısmına “fecere” diyor, diğerine “ehl-i takva” diyor. Fecere iki grupta toplanır: a) Bunlardan bir kısmı Kur’an’ı kabul eder; ama maksat Kur’an’da gerçekleri aramak değil, kendi işine gelenleri alıp onu silah olarak kullanmaktır. Onlar Kur’an’ın mânâlarını tahrib ederler. Allah bunlara nasıl tahrib edeceklerini de ilham eder. b) Bir kısmı ise Kur’an’ı reddeder, onda yanlışlıklar arar ve mânâları tahrif ederek Kur’an’a muhalif olur. Kur’an onların küfür ve nifaklarını artırır. Bu yönde Kur’an okuyanların sadece küfür ve nifaklarını artırır. Onlara da onu ilham eder. “Ehl-i takva” ise hakkı arayanlardır. Kur’an haksa onu kabul edecektir. Kur’an bâtılsa onu görecektir. Onun peşin olarak bir fikri yoktur. O kendi icad ettiği hakka hak deyip ona inanmaz, o gerçek hakka inanır ve onu arar. Bulduğu kadar da onun peşinden gider.İşte Allah “ehl-i takva”ya da Kur’an’ın doğru mânâsını ilham eder. Hazreti Peygamber’den sonra lafzi vahiy gelmemektedir. Ama kıyamete kadar “mânâ vahyi” devam edecektir. Bu vahiy de takva ehline Allah’ın yaptığı ilhamla gelmektedir. Ne var ki insan takvasından emin olmadığı için içtihadından da emin olamaz. Daima hata etme ihtimali içindedir. Buna karşılık eğer topluluğa bir şey ilham edilmişse yani herkes aynı şeyi düşünüyorsa o ilhamda hata yoktur. Çünkü bir topluluğun tamamı fecere olamaz. İşte Hazreti Peygamber’den sonra icma yoluyla vahiy devam etmektedir. Nitekim “Kur’an’ın cem’i” böyledir.
Kendisini koruyacak yol arayanların takip ettikleri iki yol vardır:
a) Bunlardan biri geçmişte uygulanmak suretiyle başarıya ulaşmış yollardır. İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve Buda gibi din adamları insanlara yol göstermişlerdir. Onlar da peygamberlerin gösterdiği yollardan giderek saadete ermişlerdir. Müntesipleri hâlâ devam etmektedir. Bu peygamberler insanları inandırmışlar ve hâlâ da onlara inanıyorlar. Siz bir gemide olsanız, pusulanız olmazsa veya olsa bile haritayı okumayı bilmiyorsanız, içinizde doğru yönü gösteren birsini kabul ederseniz ve onun yönünden gidersiniz. Çünkü başka çaren yoktur. O yoldan gittikten sonra hedefine varırsanız, onun gösterdiği yönün doğru yön olduğu artık sabit olmuş olur. Peygamberler de halka yol gösterdiler. Onlar da kabul etti ve binlerce yıldır insanlar mesut oldu. O halde biz de onların yolundan gidebiliriz. Çünkü uygulanmış ve yararlı olduğu ortaya çıkmıştır. Kur’an bu âyetlerde o yolu önermektedir. Kur’an’a da bu yolla inanmak caizdir. Bindörtyüz yıllık uygulama onun doğruluğunu bize kanıtlamaktadır. Bütün dünyaya etkisi ve insanlığın etkisi ile bu seviyeye çıktığı düşünülürse, Kur’an üzerinde değer bir kitap olacaktır. Amerikalı ilim adamı Mıhael H. Hart tarafından yazılan “EN ETKİN 100 İNSAN” arasında birinci olarak Hz. Muahmmed’i seçmiştir. Bu seçimde en büyük rolü Kur’an’a yüklemiştir. Kur’an’ın bu bakımdan da okunması gereken bir kitap olduğu anlaşılıyor.
b) Kur’an “muttakiler”den ikinci grubu ise ilim yoluyla hakkı arayanları bildirmiştir. Kur’an bunlara da hidayettir, diyor. Bunları önce saymış, diğerlerini sonra saymıştır. “Ellezine” kelimesini iade etmekle bunların ayrı ayrı gruplar olduğunu bildirmiştir. Aralarına ile bağlamakla da aynı grup olmadığını bildirmiştir. Yani Kur’an’a iki yolla yaklaşılabilir: 1. Biri, geçmiş peygamberlerin uygulaması ile elde edilen başarıların bugün yeniden değerlendirme yoludur. 2. Diğeri de, tamamen müsbet ilim ile (tarihi gelişmelere bakmaksızın) doğrudan doğruya ilim yoluyla değerlendirmedir. Kur’an bunları birinci saymış, bu yolu tercih etmiştir. Ne var ki hangi yoldan işe başlayacak olursak olalım, sonunda her ikisi de aynı yere çıkacaktır. Çünkü Kur’ân bize ilim yolunu gösterecektir. O zaman vahiyden ilme gitmiş oluruz. Çünkü bize vahyin doğruluğunu gösterecektir, o zaman da ilimden vahye gitmiş olacağız. Her iki yol da makbuldür. Çünkü “Va” harfiyle atıf vardır. Ancak tercih edilen yol müsbet ilim yoludur. “İlim yoluyla Kur’ân’ı anlamak isteyenlere yol göstericidir” deyip bu ilim yolunun ne olduğunu da açıklamaktadır. Çünkü ilim bir şeyin nasıl yapılacağını belirler. Neyin yapılacağını iman belirler. Hakiki iman etmek ve sonra hakkın ne olduğunu öğrenmek için “müsbet ilim”den yararlanmak Kur’ân’ın göstereceği yoldur. Kendi putlarını hak yapıp sonra Kur’ân’ı ona göre tahrif etmek “ittika” değildir. Okumaya tamamen peşin fikirlerden uzak bir şekilde başlamamız gerekmektedir. Bunu saptayacak üç esas konmuştur:
1. Geleceğini güvenceye almak. Şimdi bu anda yaşadığımız ve gördüğümüz şehadettir. Bu an geçmişte yapılanların sonucu yaşanmaktadır. Daha önce hazırladığımız yemeği şimdi yiyoruz. Şimdi ise geleceğimiz için çalışıyoruz. O halde, birinci usûlümüz geleceği güvenceye almaktır. Acili değil âcili isteme. Muttaki olanlar bunlardır. Geçici zevklerinin tatmini peşinde koşanlar muttaki değildir. Burada Allah’a veya âhirete değil de gaybe iman esas alınmıştır. Gayb kuyunun görünmez dibidir. Vardır. Biliyoruz ama görünmüyor. Buğdayı toprağa attığımız zaman buğday çürümektedir. Ama onun sonbaharda binlerce buğday getireceğini biliyoruz. Bu bilgimize inanıyor ve buğdayı toprağa atıyoruz. İşte Kur’ân’ın bizden istediği, geleceğimizi güvene bağlama hedefi ile hareket edeceğiz. Bunun pek çok mânâsı vardır: Üretim için yatırım “gaybe iman”dır. Evlenip çocuk yapma “gaybe iman”dır. Sevap işleyip ahirette cenneti bekleme “gaybe iman”dır. Suç işlediğinizde cehennemden korkma “gaybe iman”dır. Hata devlet içinde ceza almaktan korkmak da “gaybe iman”dır. Yalnız kendi neslimiz değil de insanlığın geleceğini düşünmek gaybe imandır. Bizim asıl konumuz budur. “Bir proje” yaparsınız. Proje o zamana kadar elde edilen bütün bilgilere uygundur. Büyük bir sonuç beklersiniz. Anlattığınız kimseler sizin tüm ilmi çözümlerinize itiraz edemezler. Ama onlar gaybe inanmadıkları için hemen “bunun bir örneği var mıdır?” derler. İşe katılmaz, muhalefet ederler. Katılanlar olur yani gaybe inananlar olur. Size katılırlar. Başarısızlık olabilir. İçlerinde “reyb olanlar” ayrılıp giderler. Ama gaybe inanmış kimseler “başarısızlığın sebebi işimizin yanlışlığından değil bizim işi yanlış bilişimizden” doğduğuna inanırlar. Başarısızlığın sebebini kendi bilgisizliklerinde arar ve denemeye devam ederler. Sonunda başarıya ulaşılır. “Gerçekten iman edenler” ile “iman etmiş görünenler”in arası açılsın diye Allah böyle imtihan eder. “Ahşap Ev”i kolay yapamadık. “Market”i kolay açamadık. Bu bizi üzmemeli, aksine sevindirmelidir. Allah bizi imtihan ediyor. Bizde azim görürse daha büyük mevkilere getirecek demektir. İstanbul Ahşap Evi desteklemekle bu imtihanını başarılı olarak vermektedir. Bu bizi sevindirmekte ve geleceğimize güven içinde bakmamıza sebep olmaktadır. Hiçbir şeyi biz yapmayacağız. Hep O yapacaktır.
2. Muttaki olmak için Kur’ân’ın girişinde koşulan ikinci şart ise “salâtı ikame etmek”tir. Salât “namaz”dır. Ancak “namazı kılarlar” demiyor, “Yusallune” demiyor; “Salâtı kaldırırlar” diyor. Çünkü “salât” bir müessesedir. Basit bir hareket değildir. “Salât” demek, gaybe inananların vakitlerindan bir kısmını gelecekleri için ayırmalarıdır. Günlük maişetlerini sağlamak için aileleri içinde yaşamak için vakitlerini oralarda harcıyorlar. Ama Allah; “Kur’ân’dan yararlanmak istiyorsanız, onun hidayetinden istifade etmek istiyorsanız, vakitlerinizden bir kısmını cemaate ayırın” diyor. İşte “Haftada Bir Gün” bu maksatla burada toplanıyoruz. Ne var ki “hanımlarımız ve çocuklarımız” bu toplantılarımıza katılmıyorlar. Demek ki daha bu hizmeti yerine getirmeye başlayamadık. Bu toplantılara hanımlar katılmayınca, çocuklar katılmayınca, bu toplantıların geleceği yoktur demektir. Siz ailenizden kopacaksınız. Çocuklarınızdan kopacaksınız. Elde ettiğiniz birikim de kaybolup gidecektir. Bunu başarmamızın biricik yolu “sistemleşme”dir. İzmir Akevler’de bunu tamamen başaramadık. Bu da kadınlarımızın henüz sosyal hayatta yerlerini almamış olmalarından ileri gelmektedir. Bizim hedefimiz; bu cemaate çocuklarımızı ve kadınlarımızı getirmek ve haftalık toplantıları günlük toplantılara dönüştürebilmektir. Ben sizlere gelecekte neler olacağını haber veriyorum. Bu oluşta yerimizi almak istiyorsak Kur’ân’ın istediği şekilde “Namaz Müessesesi”ni yeniden diriltmemiz gerekir. Şimdiki ibadetler fonksiyonlarını ve mânâlarını yitirmiş durumda. İtici güç olmak yerine frenleyici güç oluyor. Onun için halkın çoğu namaz kılamıyor.
3. “Muttaki olma”nın diğer bir şartı da insanların gelirlerinden veya servetlerinden bir şeyler ayırıp bu topluluğun oluşması için harcamalarıdır. Biz deneylerimizi bu sayede yapıyoruz. Henüz üretim safhasına geçip ortaklarımıza camiamız içinde iş verme imkanını bulmuş değiliz. İşte hedefimiz bu olmalıdır. Bir işyerini kuracağız. Biz küçük imkânlarla onu destekleyeceğiz. O kazançlı hâle gelip artık bize payımızı vermeye başladığı zaman biz desteğimizi başka işletmeye çevireceğiz. Böylece zamanla hepimiz o “ittika çemberi” içine gireceğiz. Vergi kaçırmayan, rüşvet vermeyen, hile yapmayan, yalan söylemeyen “Kazançlı İşletmeler Zinciri” bizi iş bakımından ittika içine sokacaktır. Bugün haram yemeyen kimse yoktur. Herkes yalan söylüyor, sözünde duramıyor, rüşvet veriyor, vergi kaçırıyor. Eğer bunları yapmazsa zarar edip iflas ediyor. Biz öyle işyerleri kurmalıyız ki; hem bu haram işleri yapmayacak, hem de kârlı iş yapmış olacaktır. Bu nasıl başarılacak? Bu gaybe iman ile başarılacaktır. Hakka iman ile başarılacaktır. O işleri yapanlar butlan içinde değil midirler? Evet, Kur’ân, ehl-i hakkın galip geleceğini söylüyor. “Hakk geldi bâtıl gitti” diyor. İşte Hakka inanıyorsak muttakiyiz. Muttaki isek galibiz. “KUR’ÂN MATEMATİĞİ” demek, haramı karıştırmadan helâl kazanç yolunu keşfetmektir. Bu da ancak “müsbet ilim” ile mümkündür. Müsbet ilim de ancak MATEMATİK ile anlaşılır. “KUR’ÂN MATEMATİĞİ” deyince; ittikanın yolunu açmak, Kur’ân’ın anlaşılıp uygulanması mekanizmasını geliştirmek demektir. Bu da içtihat ve icmalar ile olacaktır. İçtihat ve icma ilâhi ilhamlarla gerçekleşecektir. Ancak Kur’ân alıcı televizyon veya radyosudur. Matematikte ayar düğmesidir, antendir.
Bir misal verelim: Bir kimse bir bakkal açtı ve 10000 dolar sermaye koydu. Bu 3 milyar TL etmektedir. Bunu Türk Lirasına çevirdi ve sene içinde % 100 kâr etti. 6 milyar oldu. Kârın yarısını geçinmesi için çekti. 4.5 milyar kaldı. Bir kısmını da vergi olarak ödedi. 3 milyarı kaldı. Bu da beş bin dolar etmektedir. Demek bir sene içinde % 10 zarar etmiştir. Yani % 100 kazanmış gibi görünen kişi % 100 zarar etmiştir. Halbuki; Kur’ân’ın emrine uyalım ve “konsinye mal” satalım. Enflasyon etki etmektedir. Kişi kendi sermayesini kullanmamaktadır. Satıştan % de almaktadır. Bunun yarısını devlete verip diğer yarısı ile geçiniyor. Yıl sonunu zararsız kapatıyor. “KUR’ÂN MATEMATİĞİ”ni okursak, Allah’ın koyduğu hükümlerin nasıl kazançlı olduğunu kolayca görürüz.
*** *** ***
الم Kur’an özeti “Yedi Besmele ve `Büyük Kur’an olarak ayrılmaktadır. Fatiha’da insanlar iki gruba ayırmakta, birinci grupta olanlar doğru yolda olanlar ile doğru yoldan ayrılanlar ve doğru yoldan ayrılanlar gazaba uğrayanlar ve dalalette olanlar. Büyük Kur’an en uzun sûre ile başlıyor ve sûrenin başında Fatiha’da belirtilen insanların tasnifi konusuna devam ediyor. Doğru yolda olanları ilk âyetlerde anlatıyor. Sonra iki âyette gazaba uğrayanları, sonra da dalâlette olanları daha fazla âyetlerle anlatıyor. Bu sûre de üç harf ile başlıyor. Kur’an konuşma diliyle inmiştir. İçtihat ve icmalarla mantık diline dönüştürülmektedir. Bu suretle her çağa ve kavme, hatta kişiye uygulanır olmaktadır. Kur’an’ın bu özelliği harflerle başlanmış olmasıyla ifade edilmektedir. Kur’an’ın yalnız halk dili olarak değil, aynı zamanda ilim dili olarak ele alınması gerektiğine işaret edilmektedir. Tanınan ama mânâsı bilinmeyen harflerle okuyanların ve dinleyenlerin dikkati çekilmektedir. Elif harfinde ses hançereden ve derinden çıkar. Bâtın âlemi ifade eder. Allah’tan Resul aracılığı ile ümmetlere (âlemlere) hitap olduğuna işarettir. L ortadan, M dudaktan yani zâhirden çıkar.
ذلك Zâlike işaret sıfatıdır. ‘O’ demektir. ‘Zâ’ bu, ‘Zâke’ şu, ‘Zâlike’ o yani uzak ve gaip olanı belirler. Burada “bu” denmeyip “o” denmiş olması, bu âyet nâzil olurken Kur’an’ın henüz kitap hâlinde olmayışı, kitap olarak ancak peygamberin ölümünden sonra gelmiş olması sebebiyle “o kitap” denmektedir. Diğer taraftan yalnız bu sûreyi değil tüm Kur’an’ı içermektedir. Dolayısıyla kısmi gayb külli gayb mahiyetindedir. Ayrıca Kur’an’ı yüceltmek için de ‘O’ zamiri kullanılmıştır.
الكتاب el-Kitap hükümleri ihtiva eden yazılı metinlerdir. Bununla beraber sahifeler hâline getirilip ciltlenen “mushaf” olan metindir. Bu sûre nâzil olduğu zaman Kur’an henüz böyle kitap olmamıştı. Arabistan’da o zaman kâğıt yoktu. Deri üzerinde yazılır kitap hâline getirilirdi. Kataba da derinin deriye dikilmesidir. Başındaki harf-i tarif Kur’an’ı belirtmek için getirilmiştir. Yani bize; “şimdi elinizde bulunan o kitap, yani Allah’tan münzel olan sahâbilerin topladığı kitap” demektedir. Burada işaret edilen elinizdeki yazılı mushaf değil, Peygambere münzel ve sahâbilerce toplanan, kurralarca okunan “o kitap”. İşte bu sebeple “o işareti” ile işaret etmiştir. ELM mübteda bu kitap haber olabilir. “ELM”den ayrı bu kitap mübteda, bundan sonra gelenler haber olabilir. “Zâlike” mübteda, “el-Kitab” ve bundan sonrakiler haber olabilir. Bundan sonrakiler hâl olabilir. Biz “ELM”i tek başına cümleyi, “Zalike’l-kitab”ı mübteda, bundan sonrakileri haber olarak alıyoruz.
لا ريب فيه İçinde rayb yoktur. “Lâ” cinsi nefy içindir. “İçinde asla karışıklık, bulanıklık yoktur” denmiştir. Bu karışıklık, bulanıklık dört şekilde olabilir. Aralarında çelişki olabilir. İlme aykırı ifadeler bulunabilir. İçine başka şeyler karışabilir veya eksik olabilir. İhtiva ettiği hükümler zararlı ve fesat evrici olabilir. “Fîhi” demekle içinin tamamında demek olur. Çünkü müsbette cüzlerden her hangi biri kastedilmiş olur. Menfiden tümünü içine alır.
هدى Hidâyettir, yol göstericidir yahut yola götürendir. Bütün insanlara yol gösterir. Mü’minleri de yola götürür demektir. Kitap kimsenin kolundan tutup doğru yola götürmez. Yol gösterir. Gelen olursa doğru yola götürür. Fatiha’da; “Bize doğru yolu hidâyet et” diye dua ettikten sonra Allah Büyük Kur’an’ı göndermekle o duayı kabul etmiş oluyor. Dinde zorlama olmaması esası içinde Kur’an sadece hidâyettir. İçinde ceza hükümleri tavsiye mahiyetindedir. “Siz eğer bir düzen kuracak olursanız, devlet kurarsanız, böyle hükümleri ihtiva eden düzen kurun” şeklindeki tavsiyedir. Yoksa Allah Kur’an’ı zorla uygulamak için ordular teşkil etmemiştir. Mü’minleri de böyle bir şey yapmaya ne yetkili ne de görevli yapmıştır.
للمتقين Muttakilere hidâyettir. Muttaki “Ivtika” kelimesinden gelmektedir. Korunmak isteyene hidâyettir. İnsanların bir kısmı vardır ki kendilerini kapıp koyvermiştir. Ne kendisini ne başkasını düşünmez. Bunlar dalâlette olanlardır. Bir kısmı ise kendileri bir yol tutturmuşlardır. Kurtuluşu aramaya gerek görmüyorlar. “Biz zaten kurtulmuşuz” diyorlar. Kendilerinin hatada, dalâlette olduğuna ihtimal vermiyorlar. Bunlara yol göstermez. Çünkü bunlar peşin hükümlüdürler. Onlar Kur’an’dan bir şey öğrenme yerine Kur’an’da kendilerine dayanak ararlar. Kur’an bunlara yol göstermez. Bunlara hidâyet etmez. Kur’an’a emretmek yerine, Kur’an’dan varsa doğru yolu öğrenmek için okurlar. Peşin hükümlü olmadan Kur’an doğru şeyler gösterecekse almak, yanlış şeyler gösterecekse onu da atmak amacıyla okuyacaklara yol gösterir. Yani Kur’an’ı baştan “bu doğru kitaptır, ben ona uyayım” demek de yanlıştır. “Kur’an yanlıştır, ben onu reddedeyim” de yanlıştır. Hakkı arayanlara Kur’an yol gösterir. Hakkı baştan bulduğunu zannedip aramaktan vazgeçmiş olanlara Kur’an yol göstermez. İnsan hiçbir zaman tamamen dalâlette olmaz. Hiçbir zaman da hakka varmış olmaz. İsteyen daima hakka yaklaşır. Daha çok yaklaşır. Ama her zaman hatası olur. İşte “muttaki” odur ki daima hata içinde olabilir. İşte onlara yol gösterir. “Hakkı buldum” diyene değil; hakka daha çok yaklaşmaya çalışana yol gösteriyor. Bütün sözlere kulak verip en iyisine uyana yol gösterir. Zorlamaz. Kur’an’a uymayanların sorumlulukları vardır. Ancak bu sorumluluk diğer insanlara karşı değil Allah’a karşıdır...
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NURİ EROL