KUR’AN MATEMATİĞİ 12 AĞUSTOS 2000
72. SEMİNER NOTLARI clubs.yahoo.com/clubs/adilduzen
İSLÂM’DA DÖVME - I
HAFTANIN OLAYI
MEMUR KARARNAMESİ
Bu ülkeyi yıkmak isteyen dış güçler bin yıldır çeşitli tezgahlar kurmaktadırlar. İç çatışma üzerine kurulan tüm plan ordunun bütünlüğü ve anlayışı sebebiyle başarılamamaktadır. Bütün sorunu orduyu bölmek ve birbiriyle çatıştırma üzerine kurulan plan gereği çeşitli uygulamalar yapılmaktadır. Bir taraftan karşıt görüşlü silahlı eşkiya yetiştirilmektedir. Diğer taraftan bu eşkıyaların defi için hükümet eşkıya hâline getirilmektedir. Böylece ülke uçuruma götürülmektedir Memur kararnamesinin hedefi budur. Bugün devlet dairelerine gittiğiniz zaman çok bozulmuş görevlilere rastlanmaktadır. Ancak biraz mücadele ettiğinizde namuslu görevliler de çıkmakta ve insanlar geç de olsa hakkını alabilmektedirler. Yapılmak istenen bu namuslu görevlileri temizlemektir. Kimler temizleyecek? Karşı silah örgütünü destekleyen partiler. DSP bütün sol eşkıyaların yuvası idi. MHP bütün ırkçı eşkıyaların merkezi idi. ANAP da soygun yuvası kalem eşkıyasının yuvası idi. Şimdi kuzu postuna bürünmüş ve sanki kendileri ile mücadele edeceklermiş gibi Kanun Hükmünde Kararname çıkartıyorlar. Gericileri temizleyeceklermiş! Bu ne menem temizliktir ki Cumhuriyet kuruldu kurulalı seksen sene oldu. Müslümanlar bir yıl yarım iktidar oldular. Korkaklıklarından dolayı da hiçbir atama yapmadılar. Ne oluyor da bir türlü gericiler bitmiyor? Temizledikleri kimseler gericiler değil namuslu kimselerdir. Bunlar bitmiyor, kıyamete kadar da bitmeyecek. Eşkıyaların çanına er-geç ot tıkanacak.
Cumhurbaşkanı bu şebekenin içinde olmamalıdır ki kararnameyi imzalamadı. Şimdi hükümet direniyor. Aklı sıra hükümet kendisini meclis yerine koyuyor ve Cumhurbaşkanı kararnameyi ikinci kez imzalamak zorundadır. Oysa arada dört ana fark vardır:
1- Kanunları Cumhurbaşkanı Meclisin üstünde olduğu için değil, Meclisin müşaviri olduğu için iade etmektedir. Oysa Cumhurbaşkanı aynı zamanda hükümetin başıdır. Kendisini hükümet seçmemiştir, kendisi hükümeti atamıştır. İstediği zaman hükümete başkanlık edebilir. İmza koymadığı kararlar karar olmaz.
2- Kanunun daha başka iade edilecek yeri yoktur. Oysa kararname asıl yetkili olan meclise gidebilir. Nitekim Başkan hükümete bunu tavsiye etmiştir.
3- Hükümet kararnamesini başkan esastan geri çevirseydi bu bir sorun olurdu. Oysa Cumhurbaşkanı kararnameyi esastan değil usuldan çevirmiştir. Hükümet kendisine verilen yetkiyi aşarak Anayasa ile kendilerine verilmeyen yetkiyi kullanmaya başlamıştır. Bu bilinçli olursa Anayasanın hile ile tağyiridir. Cezası idamdır. Ülkede bu şekilde işlenmiş pek çok suç vardır. Şimdi hükümet toplansa, biz meclisi feshettik diye bir karar alsa, bunu Cumhurbaşkanına gönderse, Cumhurbaşkanı geri çevirse, aynen takdim etse, bunu da imzalamak zorunda mıdır? Böyle durumlarda Cumhurbaşkanı gerekli müdahaleyi askeri yöntemle yapar.
4- Kendisinin yapması istenen şey; “sen şimdi onayla yürürlüğe koy, biz kendi solcu, ırkçı ve yağmacı militanları yerleştirelim. Sonra Anayasa Mahkemesine git, o iptal etsin. Nasılsa bu geriye işlemez. Biz militanlarımızı yerleştirmiş oluruz. Sonra da bu kanun iptal edildiği için başka hükümet gelse bile bizim militanlarımız iktidarda kalır.
Cumhurbaşkanının yapacağı iş, geri çevirdiği kararnameyi meclise göndermesi ve meclis aynen benimserse bir daha geri çevirmemek üzere onaylaması gerekir. Üç liderin hukuktan haberleri olmadığı için yutturacaklarını sanmaktadırlar. Oysa hukuk kendi içinde daima çözüm üretir. Hukukta açık nass yoksa kıyas yoluna gidilir. Normal kıyas tekrar hükümete gitmek ise de istihsan meclise gönderilmesini gerektirir. Çünkü hükümetin Cumhurbaşkanı kararlarına direnme yetkisi yoktur. Fıkıhtaki çözümü bu kadar basittir.
MATEMATİK UYGULAMASI:
Problem 1- Bir ülke hırsıza hapis cezasını vermektedir. Hırsıza verilecek ceza kaç gün olmalıdır?
Cevap 1- Hırsızın bir malı çalması ile verdiği zararın ölçüsü çalınan mal miktarı, iki katı veya dört katı alınabilir. Çünkü malın çalınması yalnız malın zayiine sebep olmamakta, aynı zamanda mal güvenliğini kaldırdığı için huzursuzluk doğurmaktadır. Bu huzursuzlukta mal miktarı orta değer alınmalıdır. Çünkü hırsızlığın kötü etkisi malın miktarı ile orantılı değildir. Hırsızlara hiç ceza uygulamasak, sadece ödeme yaptırsak, o zaman bir topluluktaki hırsızlık sayısı en büyük olacaktır. Çalınan malın orta değeri ile çarpılıp dört katı alınınca topluluğun kaybı bu miktarda olacaktır. Şimdi hapis cezasını uygulamaya başlayalım. Ceza arttıkça hırsızlık miktarı azalacaktır. Öyle bir yere gelinecektir ki hırsızların verdiği zararla hapiste yatanların uğradıkları zarar eşit olacaktır. İşte o kadar gün hapis cezası verilmedir. Bunu bulmak için istatistik metotlarına başvurulur.
Soru 2- Şeriatta hırsızın kolu kesilmektedir. Ancak çalınan malın belli miktardan fazla olması şartı vardır. Bu miktar ne olmalıdır?
Cevap 2- Çalınan malın miktarını az tuttuğumuz zaman hırsızlık azalır ama kesilen kollar çoğalır. Çalınan mal miktarını çoğalttığımız zaman hırsızlar çoğalır ama kesilen kol azalır. Öyle bir miktar vardır ki orada kesilen kolun diyeti çalınan mala eşit olur. Çalınan mal dörtte bir değerde olur. Bu miktar kesme nisabıdır.
Soru 3- Hapis cezası mı daha kârlıdır yoksa kol kesme cezası mı?
Cevap 3- Aynı derecede hırsızlığı önleyen hapis cezası kol diyetinden fazla ise kol, değilse hapis daha kârlıdır. İşte hukuk sistemleri arasında ilmi karşılaştırma böyle yapılmalıdır.
“Kuran Matematiği”ne bunun için ihtiyaç vardır.
بسم الله الرحمن الرحيم
الرجال قوامون على النساء بما فضل الله بعضهم على بعض وبما انفقوا من اموالهم فالصالحات قانتات حافظات للغيب بما حفظ الله و التى تخافون نشوزهن فعظوهن واهجروهن فى ا لمضاجع واضربوهن فان اطعنكم فلا تبغوا عليهن سبيلا ان الله كان عليا كبيرا
NİSÂ SÛRESİ 34. ÂYET
İSLÂM’DA DÖVME
الرجال El-RİCÂL: Arapçada konuşulurken cümleler birbirine “Ve” veya benzeri harflerle eklenir ve eklenmede söylenir. “Ben dün İzmir’den gelip konuşmamı yaptım” desem, bu bir bağlı cümledir. “Gelip” kelimesindeki “P” harfi bu bağlantıyı yapmaktadır. “Ben dün İzmir’den geldim, konuşmamı yaptım” desem, bu da bağsız cümledir. Birinci cümleyi ne zaman, ikinci cümleyi ne zaman söyleriz? İki sebeple bağsız cümleyi söyleriz. İki cümle arasında irtibat olmaz. Benim İzmir’den gelmemle konuşmayı yapmam arasında bir ilişki bulunmaz. O takdirde bağsız kullanırız. Yahut gelmemle konuşmam aynı şey olur. Eğer sadece konuşmak için geliyorsam “İzmir’den geldim” demek konuşma yaptım demektir. Ama bunu açıklığa kavuşturmak için ikinci cümleyi söylemiş olur. Bağlı cümlelerde ise geldiğimi ve o işi de gelir gelmez yaptığımı söylemiş olurum.
Bu bilgiyi belledikten sonra bu âyetin bağsız başladığını görüyoruz. Demek ki bundan önceki âyetle tam bir ilişki var demektir. Bu âyet ile bundan önceki âyet arasında tam bir aynılık vardır. Bu onun bir açıklamasıdır. Bundan önceki âyet mevaliye âyetidir. Bundan önceki âyette kadın ve erkeğin her birine anne, baba ve yakın akrabalarının bıraktıklarında bir dayanışma hakkı tanıdık demekte ve mirasın varlığından haber verilmektedir. Bu âyette de erkeklerin kadınlara kayyum koruyucu oldukları belirtilmektedir. Bu âyette dayanışma açıklanmaktadır. “Enfeku/ harcadılar” sözüyle işaret etmektedir.
BU MEVALİYE NEDİR?
Her canlının iki görevi vardır. Biri kendisini yaşatmak, diğeri de neslini yaşatmak. Nesil tek başına devam ettirilemiyor. Karşı cins ile birlik olmak gerekmektedir. Erkek ve kadın bu ikinci görevlerini yapabilmeleri için evlenmektedirler. Ortak çocuk yapmaktadırlar. Aralarında işbölümü yaparak çocuklarını büyütmektedirler. Yakınlar arasındaki dayanışma budur. Nesli yetiştirip devam ettirmedir. Biraz daha genişletirsek, insanların bir kısmı kendi başlarına hayatlarını devam ettiremiyorlar. Güçlü olanlar zayıf olanlara yardım etmek zorundadırlar. Bu mükellefiyet akrabalar arasında olmakta ve bunun karşılığında birbirlerine varis olmaktadırlar.
Miras hükmünden sonra erkek ile kadın arasındaki ilişki ele alınmaktadır. Kadın çocuk doğurmaktadır. Onları emzirip büyütmektedir. Buna karşılık erkek de ailenin nafakasını temin etmekte ve korumasını yapmaktadır. Kadınlar kendi başlarına aile içi görevlerini tek başlarına veya çok yakınları aracılığı ile başardıkları halde; erkekler tek başlarına görevlerini yapamıyorlar. Bunun için birlik olup ocak, bucak, il ve devlet şeklinde teşkilatlanıyorlar. Ancak bu sayede kollektif dayanışma içinde aile içi görevlerini yerine getirebiliyorlar. İşte bu âyet birinci âyetin izahı olduğu için aralarında bir atıf harfi getirilmemiştir.
Bununla beraber Nisâ Sûresi’nde bundan önce geçen âyetlerde karı - kocanın ikili ilişkileri üzerinde durulmuştur. Halbuki bu âyette kocanın karısına karşı hak ve görevlerinden değil de, tüm erkeklerin tüm kadınlara karşı ortak görevlerinden bahsedilmektedir. Bu da birbirinden ayrılmasını gerektirmektedir. Adeta konu değişiyor. İşte bu sebepledir ki aralarında “va” harfi getirilmemiştir. Oysa bundan sonra gelen hakemlikle ilgili bahisler ise bu âyete atfedilmiştir. Çünkü yargı kamu görevlerindendir. Korunma ve savunma konuları içindedir.
ال EL Harf-i tariftir. Hariçteki bilineni, zihinde bilineni, cinsi veya istiğrakı bildirir. Burada ahd için alındığında, yeryüzündeki bütün erkeklerin ortak görevi kadınlara kayyum olmaktır anlamına gelir. Ailede görev karı kocaya aittir. Karı koca bir görevi başaramadıkları zaman, görev ocağa, ondan sonra bucağa, ondan sonra ile, ondan sonra ülkeye, ondan sonra da insanlığa kadar gider. Böylece kademe kademe tüm insanlığın erkekleri dayanışma içinde olacaklar ve görevlerini yerine getireceklerdir. Bu anlayış içinde tüm insanlığın erkeklerinden oluşmuş kimseler anlamını taşımış olur. EL istiğrak için ise ocağın bütün erkekleri, bucağın bütün erkekleri, ilin bütün erkekleri veya ülkelerin bütün erkekleri kendi bucak, ocak, il veya ülkelerinin kadınlarına karşı sorumlu oldukları ortaya çıkar. Cins için geldiğinde herhangi bir toplulukta erkekler kadınlara kavvamdır mânâsı çıkar ki, burada erkeklerle kadınların sosyal sınıf olarak farklı görevleri olduğu ortaya konuyor. Nitekim daha önce kadın ve erkeklerin ayrı ayrı kazançları olduğu belirtilmişti. Görülüyor ki üç mânâsıyla da “EL” uygun mânâya delâlet etmektedir.
رجل RICL ayak demektir. İki sebeple erkeğe “recul ayaklı” denmektedir. Savaş veya avlanmaya gittikleri zaman oklarını düz bir yerde kurar, erkekler savaşa veya avlanmaya giderlerdi. Kadın ve çocuklar, hastalar, sakatlar çadırda kalırlardı. İşte erkekler gezdikleri halde kadınlar yerlerinde kalıyorlardı. Kalanlara “Nisâ” gidenlere de “Ricâl” denmekte idi. Savaş ve ava katılanların her birine “ayaklı” anlamında “recul” denmiştir. Erkeğe “recul” denmiş olmasının başka bir sebebi, 46 kromozomun hepsi kadınlarda düzdür. Erkekelrin de 45 kromozomu düzdür. Sadece bir tanesi ayaklıdır. Ayaklı olan kromozom kadında yoktur. İşte bu sebeple ayaklı kromozomu taşıyan insan anlamında erkeğe “recul” denmektedir. “Recul” erkek demektir. Ancak bu erkeklerin içine çocuklar, yaşlılar, hastalar, köleler dahil değildir. Askerlik hizmeti yapan erkekler kastedilmektedir O halde görev erkek olanlara değil de askerliğe katılıp savunma hizmetini gören erkeklerin adıdır. Askerlik hizmetini yapmayan kimse erkek sayılmaz. “Ricâl” ‘Recul’ün çoğuludur. Ancak bu sadece sayı çoğulu değildir. Aynı zamanda bir birliği bir beraberliği ifade eder. Nitekim “Nisâ” da sadece kadınlar değildir. Kadınların da birliğini ifade eder. Kadının Arapça karşılığı “ünsa”, erkeğin “zeker”dir. Karı koca olarak her birinin adı “mer’” ve “mer’e”dir. Kocanın adı “Ba’l”dır. “Nis^” ise savaşa katılmayan tüm zayıfları ifade eden bir kelimedir. Tekili yoktur. “Ricâl”in tekili “recul” ise de, “Ricâl” belli amaçla bir araya gelen kimseler için kullanılan bir cemdir.
İsim cümlesi olarak zikredilmesi bu kayyumluğun geçici olmayıp sürekli olduğunu ifade eder. İnsan toplulukları ikiye ayrılmaktadır. Bir kısmı tüketici grubudur. Bunlar “nisâ”dır. Diğerleri asker ve üretici grubudur. Bunlar “ricâl”dır. Bu bölünme aile içi hizmetten dolayı böyledir. Yoksa kadınlar da erkekler gibi hem üretime hem de savunmaya ehildirler. Üretime ehil oldukları yukarıda belirtilen kadınların kesbi kadınlara erkeklerin kesbi erkeklere aittir âyetiyle sabittir. Savunmaya ehil oldukları da kıyasla tesbit edilebilir. Biat âyetleri erkeklerle kadınların topluluktaki görevlerinin farklı olduğunu belirtir. Kadınlar için biatta:
a) Allah’a ortak koşmayacaklar.
b) Hırsızlık yapmayacaklar.
c) Zina etmeyecekler.
d) Çocuklarını öldürmeyecekler.
e) El ve ayaklarının arasında iftira ettikleri buhtan ile gelmeyecekler.
f) Marufda sana isyan etmeyecekler şeklindedir.
Burada kadınların cihat etmeleri hususunda biat alınmamaktadır. Oysa erkeklerle yapılan biat Hudeybiye Anlaşması’ndan önce yapılmıştı ve cihad biatı idi.
Tevbe süresinde erkeklerin vasıflarını sayarken; Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rüku edenler, secde edenler, marufu emredenler, münkeri nehy edenler ve Allah’ın hudutlarını muhafaza edenler diye saymaktadır. Oysa Müslim kadınlar, mümin kadınlar, kânıt kadınlar, taib kadınlar, abid kadınlar, sâlih kadınlar diye vasıflandırmaktadır. Yani onlara emri bi’l-marufu yüklememektedir. İşte bununla görevli olmayan kadınların bu sahalardaki sorumlulukları yoktur ve bu sebepledir ki bu sahada da onların yetkileri erkekler kadar yoktur. Ama kadınların kendilerine özgü görevleri vardır, orada da erkeklerin yetkileri yoktur. Allah’ın sınırlarını koruma işi erkeklere aittir. Nafaka yükümlülüğü erkeklere aittir.
Erkekler kendi görevlerini yapabilmeleri için devleti, kamuyu oluşturuyorlar. Bu görev aileye hizmettir. Devlet hâkim değil hâdimdir. Kadınların bu devlette görev almalarına yetkileri vardır. Kesb âyeti bunu gösteriyor. Ama bu devlet işinde görev alma yükümlülükleri yoktur. Erkekler ise görev almakla yükümlüdürler. Erkeklerin topluluklarına kadın katılma yetkisine sahiptir. Oysa kadınların topluluğuna erkek katılamaz. Kadınların oluşturdukları toplulukların erkeklerle bir ilgisi yoktur. Oysa erkeklerin oluşturduğu resmi kuruluşlar kadınlar içindir.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, “el-zukur= erkekler”, “el-buul= kocalar” denmemiş olmasıdır. Demek ki kayyum olan koca değil erkeklerin tamamıdır. Yine “el-Racul” de denmemiştir. Tek başına erkek kadının kayyumu değil, topluluğun erkekleri kadın ve çocukların, yaşlı ve sakatların kayyumudur. Kadınlar zayıf olanların yanında kalıp onların bakım ve gözetimini yaparlar, erkekler güçlü ayakları ile iş ve savunmaya giderler. Bu işbölümü hilkatın bölümüdür. Erkek doğuramamakta, süt verememektedir. Kadın da erkeklerle savaşacak güçte bulunmamaktadır. Kadının güzelliği erkekleri esir etmekte, erkeklerin gücü de kadınlara kayyum olmaktadır. Kadın erkek arasında böylece tabii denge kurulmaktadır.
قوم Qavm: Ağacın gövdesi anlamındadır. Ağaç asl yani köklerle tutunur, Kavm yani gövde ile tutunur, Şa’b yani dallar ile yayılır, Varak yani yapraklarla üretim yapar, Reyhan yani çiçeklerle meyve yetiştirir. Bir toplulukta erkekler insanlığı oluşturur. Kavm gövde olur. Şa’b dallar olur. Ricâl yapraklar olur. Üretim ve savunma yaparlar. Reyhan ise kadınlardır. Kadınlar çocuk yetiştirir.
İki çeşit topluluk vardır. Biri kökleri ile yere çakılmış gövde üzerinde duran dallar ile yayılmış ve yapraklar ile üretim yapan ve en üstte mutena yerde çiçekleri ile meyve yetiştiren ağaç. Tuba ağacı. Burada kadınlar en üstte mutena yerde yer alırlar. Tüm ağaç kökleri ile gövdesi ile çiçeklerin yardımcısı ve hâdimi bir ağaç. Oysa kökleri olmayan, oraya buraya sürüklenmiş, çiçekleri toprakta kirlenmiş zavallı bir ağaç. Burada hâkim olan gövde. Çiçekler ise yerde sürünmektedir. Böylece kamu hâdim olmaktan çıkıp hâkim devlet anlayışına girildiğinden ters yüz olmuş temsili ağaç olur. Kökleri havada, çiçekleri ise baş aşağı olmuş. İşte o “batı topluluğu”dur. Elbette orada kadın sorunu vardır. Bugünkü Müslümanların da kadın sorunu vardır. Çünkü Kur’an’ı, Tevrat’ı, İncil’i bırakıp Batı dünyasının Mısır’dan gelen Roma geleneği içinde hâdim devlet yerine hâkim devlet kurmuşlardır. Elbette onların sorunları ile karşı karşıya olacak ve sorunlarını kendi metotları ile çözeceklerdir.
Kur’an’ın önerdiği bâtıl düzen içinde hakkı yaşamak değildir. Bu mümkün olmaz. Hak düzeninin kurulması çabasıdır. İşte “Adil Düzen” bunun adıdır. İslâm düzeni bunun adıdır. Şeriat düzeni budur. Hak düzeni bunun adıdır. Bu yeni düzen silah zoru ile kimseye empoze edilmemektedir. Çünkü bu düzeni savunanların silahı yoktur. Orduları yoktur. Sineması yoktur. Basını yoktur. Üniversitesi yoktur. Zavallı çıplak halk grubudur. Ama bir şeyi vardır; Haklılığı. Tüm silahları perişan edecektir. Yerle bir edecektir. Bu zavallı halk değil, bu kainatı var eden Allah böyle yapacaktır. Sovyetler şimdi nerede? İbret alınmalıdır. Zulüm payidar olmaz.
İşte Kur’an burada erkeklerin kavvam olduklarını yani gövde oluşturduğunu beyan etmektedir. Başka âyetlerde de devleti aynı dili konuşan kavimlerin oluşturacağını beyan etmektedir. Yani devleti erkekler kurmaktadır. Kadınlar da isterlerse kendi kamularını oluşturur istediklerini yaparlar. Erkeklerin bu kayyumluğu sadece siyasi sahadadır. Ekonomi, din ve ilimde ise kadın ve erkek eşit olup burada oluşturdukları sosyal gruplar içinde kadın ve erkek tamamen eşit şartlar içinde yer alırlar. Kamu yani devlet vergisini alır, krediyi verir, yanı kredi karşılığı vergiyi alır. Sonrası tamamen serbestlik içinde halk kendisi üretim yapar ve burada kadın erkek eşittir. Kesb âyeti bunu açıkça ifade eder. Dini kuruluşlara siyasiler karışmaz, İslâmi kuruluşlara siyasiler karışmaz. Tam bir lâiklik vardır ve buralarda kadın erkek yani cinse dayalı bir iş bölümü yoktur.
“Kaim” ayakta duran demektir. “Kayyum” ise işletmelerin yönetimini üstlenen kimselerdir. Vakıfların mütevellileridir. “Kavvam” şiddetli bir şekilde ayakta duran demektir. Hükümdarların muhafızlarıdır. Yahut müesseselerin muhafızlarıdır. O halde âyetin mânâsı, erkekler kadınların korumalarıdır, şeklinde mânâ verebiliriz. Bir hükümdarın veya kişinin koruması ne ise erkek de kadın için odur. Burada herhangi bir hâkimiyet sözkonusu değildir. Bununla beraber erkek kadının paralı askeri değildir. Onun işbölümü yapmış ortağıdır.
İki türlü düşünce vardır. Biri, hakimiyetli düşünce. Güçlü olan diğerine hâkim olur, onu köle yapar ve kullanır. “Kul” kelimesi de buradan gelir. Kapitalistlerde sermaye sahibi efendidir. Kamu bu efendilerin paralı muhafızlarıdır. Sosyalizmde ise kamudaki yetkililer çiftlik sahibidir. Sermaye ise bu askerlerin kahyalarıdır. Bu anlayış hâkim anlayıştır. Kadın erkekler kadar üretici olmadığı ve erkekler kadar savaşamadığı için daima mahkum ve köle durumundadır. Kadın haklarını savunanlar kadını istismar etmek istemektedirler. Yoksa onların haklarını korumayı düşünmüyorlar. Zengin olanlar veya güçlü olanlar evlilik müessesesine karşıdırlar. Çünkü evli olan kadınlara ne güçle ne de para ile sahip olamıyorlar. Şehevi zevklerini tatmin edemiyorlar. Oysa evlilik müessesesi kalkarsa istedikleri kadınlara şehevi hisleri ile sahip olacak ve zevklerini tatmin edeceklerdir. İşte bu boşluğu yakalamak için kadınları kocalarından kurtarmağa uğraşıyorlar. Güya kadını erkeğin esaretinden kurtarıyorlar. Oysa bunların gayeleri kadını korumalarından kurtarıp pis arzularını tatmin ettikten sonra onu sokağa atmaktır. Bu sebepledir ki kadın haklarını savunan kadınlar değil erkeklerdir. Kadınların erkekleri esir etmiş sosyete kadınlarıdır. Kendileri kurtulmuşlar da başka kadınlarını kurtarmak istiyorlar güya. Evet, düşen düşeni sever.
Burada önemli olan husus erkeklerin kavvam olduklarının belirtilmesi, münkesir çoğulun değil de topluluğu ifade eden müzekker sâlim sığasının kullanılmış olmasıdır. Yani erkekler teker teker değil de oluşturdukları kamu ile kadınların koruyucusu oldukları belirtilmiş olmaktadır. “El-Ricâl” kelimesinden sonra “kaimetün” denmeyip “kavvâm” denmiş olması, ne kadar uyumluluğu ifade etmektedir ve ne kadar açık bir şekilde burada kocanın kadına hâkim olduğu mânâsından ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. İşte “Kur’an’ın Mucizesi” budur. 1400 sene önce bugünkü insanlığın henüz ulaşamadığı bir anlayışı tüm dil kuralları içinde ifade etmektedir. İnsanlık bugün bile bunu anlayamamaktadır.
على GaLay: Harf-i cerdir. “Üzerine” mânâsınadır. “Kadınlar üzerine kayyumdurlar” anlamındadır. Kayyumluk bir tür hizmetkârlıktır. “Alâ” kelimesi ile bu hizmetkârlık üstünlüğe dönüştürülmüştür. Yani ne kapitalistlerin dediği gibi kamu sermayenin bekçisidir, ne de sosyalistlerin dediği gibi sermaye silahın kâhyasıdır. Biri diğerine üstün değildir. Ortaklık ilkesi vardır. Kadın ve erkek ortaktır. Ortaklık içinde kadına çocuk doğurup büyütme erkeğe de nafaka temin edip koruma görevi düşmüştür. Eşitlik ilkesi içinde erkekler kendi görevlerini yapmakta, kadınlar da kendi görevlerini yapmaktadırlar. Bu elitlik ve ortaklık ilkesi taraflara karşılıklı hak ve vecibeler yüklemiştir. İki taraf kendi görevlerini yerine getirirken birtakım yetkilere de sahip olmaları gerekmektedir. Yani görevler bölüşüldüğü gibi yetkiler de bölüşülmüştür. Evin içinde söz kadınındır ayni son kararı o verir. Evin dışında söz erkeğindir. Bu hususta kararı o verir. Mamafih yetki aile işlerinde sınırlıdır. Yani ortak işler için söz konusudur. Kendi özel işlerinde ise kadın bağımsızdır. Erkek de bağımsızdır. Birbirine karışmazlar ve karışamazlar. “Alâ” kelimesi bu eşitliği getirmektedir.
النساء El-NiSAe: Nesy kelimesinden gelmektedir. Nesy, savaşa veya avlamaya giden göçebe halkın konakladığı yerdir. Erkekler av ve savaşa çıkarlar; kadınlar, çocuklar, hastalar, sakatlar orada kalırlar. Burada kalanlara da “Nisâ” denmektedir. Göç kalkıp gittikten sonra son olarak burada bir şey gözetlerler. Burada unutulmuş şeye de “nesy eşyası” yani e kalan eşya demektir. “Unutma” kelimesi buradan türemiştir. Bazıları “nisâ” kelimesi ile “unutma” kelimesi arasında akrabalık kurarak kadınların unutkan olduğunu ileri sürmekte iseler de, bunun gerçekle ilgisi yoktur. Kelime aynı isimden “Nesy”den gelmiştir. Yer ortaklığı vardır. Yani aynı yerde bulunuyorlar. Ama aralarında bir ilişki yoktur. Böyle çok kelime bulabilirsiniz. Mesela, “fecr” kelimesi böyledir. Fecr, sabah demektir. Fecr, fitnelik demektir. İkisi de pınarın kaynamasından gelişmiştir. Biri ışık saçmak, diğeri de kötülüğü saçmaktır. Fecr ile fitneyi akraba saymak mümkün değildir. Kur’an’da Fecir Kur’an’ı övülmüştür. Nisâ çoğul bir kelimedir. Tekili yoktur. Nisâ kelimesi içine küçük çocuklar, hastalar, yaşlılar ve sakatlar da dahildir. Savaşa gitmeyen kimseler “nisâ”dır. “El-Nisâ”daki harf-i tarif “el-Ricâl”daki harf-i tarif gibidir. Ocak, bucak, il, ülke ve insanlık kadın ve çocuklarını içermektedir. “Nisâ” kelimesi belki lugat olarak çocukları içermeyebilir. Ama kıyas olarak hepsini içerir. Kur’an’ın deyimi budur. Yoksa “alâ nisai ve alâ evlâdihinne” denmiş olması gerekir. Erkekler eşitlik içinde kadınlara kavvamdırlar. Sözleşme gereği kavvamdırlar. Bir sigorta şirketi ile anlaştığınız zaman sizinle anlaşma yapar, şartlar koyar, mesela “kendin evi yakarsan ben ödemem” der. Hatta bunun ceza kanununda ağır cezası vardır. Erkekler kadınlar ile işbölümü yaparken onlara bazı şartlar koymuşlardır. Şöyle yapmayacaksınız, böyle yapmayacaksınız derler. Onlar da ona uyarlar. Uymazlarsa ne yapılacaktır? İşte bu âyet onu anlatmaktadır.
Burada İslâmiyet’i tam olarak anlayabilmek için genel felsefesini tekrar hatırlayalım. Allah yeryüzünü insanlık için yarattı. Hz. Adem’den kıyamete kadar herkesin sağ olsun olmasın burada hakkı vardır. Yaşayanlar ondan yararlanarak geçinirler. Karşılığında onu imar ederek çocuklarına devrederler. İnsanlar küçükken anne babaları tarafından büyütülürler, borçlanırlar. Bu borçlarını sonra çocukları büyüterek öderler. Erginler anne babalarına bakarlar, alacaklı hâle gelirler, yaşlanınca da bunu çocuklarından tahsil ederler. Bu düzen aile içinde başlar. Ocak içinde tamamlanır ve bucak içinde sosyal kurum olur. Herkes bu topluluk içinde doğar, yaşar ve gelişir. Topluluk içinde bulunanlar o topluluğun düzenine uymalıdırlar. İşte bu durum kişilerin serbestliğini kısmakta, istedikleri gibi davranma imkanını ortadan kaldırmaktadır. Bu kadın için de böyledir, erkek içinde böyledir. Serbest cinsi ilişki aile düzenini bozmakta, topluluk dağılmaktadır. Bu sebepledir ki bütün topluluklar serbest cinsi ilişkiyi yasaklamıştır. Bunun için de tedbirler almıştır. İslâmiyet’te de elbette böyledir. Ne var ki İslâmiyet insan haklarına o kadar saygılıdır ki kimseyi iradesi dışında bir noktaya zorla sokmamaktadır. Bunu için şu kuralları geliştirmiştir:
Özel hukukta kişiler hukuk ekolleri oluştururlar ve istedikleri ekol kurallarına göre diğer insanlarla ilişkiler kurarlar. Serbest akit sistemi budur. Sonra bağımsız kabileler hâlinde oluşurlar ve kamu hukukunu kendi sitelerinde gerçekleştirirler. Kadın - erkek ilişkileri içinde orada istedikleri kuralları koyarlar. İslâm devleti de olsa hiçbir kabilenin iç işlerine karışmaz. Onların ceza hukukunu da düzenlemez. Kur’an İslâm sitelerinin nasıl olması gerektiğini önermektedir. Ama İslâm devletinde de hiçbir bucağı, kabileyi bu kurallara uymaya zorlamamaktadır. Böylece insanların kendi hür iradeleri ile yaşama imkanları sağlanmıştır. Bu âyetteki kurallar İslâm sitelerine ait kurallar olup İslâm ili veya devleti sitelerin iç işlerine müdahale edemez.
İslâm daha da ileri giderek kişiler meskun sahaların dışına veya kendi evlerinde inzivaya çekilir ve yaşarlarsa ve bulundukları bucağın halkları ile temas etmezlerse, bunlara hiçbir zorlama yapılamaz. Onlar da tamamen hür olarak yaşarlar. Ancak eğer İslâm sitelerinde yaşıyorlarsa bu sitenin kurallarına uymak zorundadırlar Bu sitelerde erkekler kadınlara kavvamdır. Erkeklerin kadınlar üzerinde gözetleme görevleri olduğu gibi onlar üzerinde bazı yetkileri de vardır. Kadın isterse o topluluğu terk eder ve bu erkeğin yetkisinden kurtulur. Hicret serbesttir.
Burada bir hususa daha işaret etmek gerekir. Bir topluluk içinde iki grup oluşur ve birbirleriyle geçinemezlerse, hakemlerin kararlarına uymazlarsa, bir grup o yerden hicret edecektir. Bu grup hangisi olacaktır? İslâm sitelerinde bu grup hakemler tarafından belirlenir. Taraflar hakemlere giderler ve kimlerin hicret edeceklerine onlar karar verirler. Hakem kararlarına uyulmadığı takdirde Allah Müslümanlara kendilerinin hicret etmelerini emretmektedir. Yönetime isyan men edilmektedir. Burada bir hususa daha işaret etmek gerekir. “Alâ el-nis^” demiştir de “Nisâihim” dememiştir. “Nisâihim” deseydi çoğulun çoğula izafesi olurdu ve o zaman “her erkek kendi karısına kavvamdır” mânâsı çıkar. “Kavvamun”daki kurallı müzekker çoğulu buna mânidir. Burada da ona uyum göstererek izafe ile değil de harf-i tarifle tanım yapılmıştır. Bakınız biz hiçbir mânâyı kafamızdan atmıyoruz. Arapçanın kuralları içinde âyete mânâ veriyoruz.
Âyette bundan sonra erkeklerin kavvam olmaları sebebiyle bazı yetkilere sahip olduklarını açıklamaktadır. Unutmamak gerekir ki burada erkek deyince koca değildir. Erkek deyince teker teker erkekler değildir. Tüm erkeklerin tüm kadınlar üzerindeki yetkileri sözkonusudur. Bunun için Kur’an iki sebep saymaktadır. Her iki sebebin birbirinden tamamen bağımsız olduğuna işaret etmek için de “BiMa” kelimelerini tekrar etmektedir. Bu “BiMa”lardan erkelerin görevleri sebebiyle kavvamdırlar deniyor. Yani koruma ve savunma hizmeti erkeklere verilmiştir. Çünkü çocuk doğurup büyütmede kadınlar ehil olup erkeklerin böyle bir meziyetleri yoktur. Ortaklıkta kadına çocuk doğurup büyütme düşünce, erkeğe de nafaka ve savunma kalmıştır. Erkek bu işleri kadından iyi becermektedir. İkinci “BiMa” ise erkelerin kadınların üzerindeki yetkileridir. Bu yetkilerin sebebi de harcadıkları mal olarak gösterilmektedir. Aile yuvası ortaktır. Orada kaybolacak bir değer erkek için de kaybolacaktır. O halde herkes kendi değerlerini koruma hakkına sahiptir. Ortak çocuğun bütün hakları korunacaktır. Ortak malların bütün varlığı korunacaktır. Burada özel durum vardır. Anne rahmi de erkeğe ortak edilmiştir. Bu rahmin korunması da erkeğin hakkıdır. Ortak çocuk yetiştirmek için konan anne rahmi artık başka erkeklere kullandırılamaz. İşte burada erkeğin kadın üzerindeki hakkı ortaya çıkmaktadır. Aynı hak kadın için iddia edilemez. Çünkü erkekte ortak çocuk yetiştirecek bir organ yoktur.
Mütekabiliyet esası içinde erkek de başka kadınla evlenmesin denebilir. Bu abesle iştigaldir. Bunun başka mahzuru ortaya çıkmaktadır. Bu sefer diğer kadınlar koca bulamamaktadır. Onlar evlilik dışı ilişkilere kaymaktadır. Bu sefer birçok erkek evlilik dışı tatmin bulduğu için evlenmiyor. Bu sefer daha çok kadın kocasız kalıp daha çok erkeklerin evlenmesini önlüyorlar. Bu da aile müessesesini çökertiyor. Kadının iki erkekle evlenmesinin pek çok mahzurları olduğu ve hiçbir yararı bulunmadığı halde, erkeğin tek kadınla iktifa etmesinin bir yararı yoktur, zararı ise pek çoktur. Tüm düzeni çökertici mahiyettedir. Buna yapılacak bir itiraz vardır. Bu da eski karısını ihmaldir. Bunu da İslâmiyet mihir meselesi ile çözmüştür. Şöyle ki, evlenen erkek kadına boşanma tazminatını verir veya borçlanır. Boşanma olmazsa bu mehir mirasta hakkın yarılanması ile geri verilmiş olur. Boşanma olursa da tazminat ödenmiş olur.
a) Boşanma her zaman mümkündür. Kadın da erkek de tek taraflı olarak boşanmaya gidebilir. Ne var ki erkek boşamaya giderse verdiği mihri geri alamaz, vermemişse verir. Boşanma kadın tarafından istenmişse kadın mihri iade eder.
b) Erkek kusurlu ise boşanma kadın tarafından yapılmışsa da yine kadın mihrini alır. Boşanma erkek tarafından yapılmışsa kadın kusurlu ise erkek mihir külfetinden kurtulur.
Kusur hakemlerce belirlenir ve kusur nisbetinde mihirde tenzilat söz konusudur. İşte bir kocanın ikinci kez evlenmesi kocayı kusurlu kılar, eski karının mihir alarak ayrılma hakkı doğar. Böylece ihmal edilen kadın zengin olarak yeni koca bulur. Sevgili değil koca bulur. Burada bir hususa işaret etmek gerekir. İslâmiyet’te remi nikah yoktur. Taraflar serbest sözleşme ile evlenir ve boşanırlar. Resmi memur huzurunda evlenme yoktur. Resmi kayıt da gerekmez. Bu tarafıyla İslâmiyet’teki evlenme Avrupa’daki arkadaşlık müessesesinden ibarettir. Kilise nikahıyla evlenenler kilise nikahının kurallarına uyarlar. Bugünkü Medeni Kanun nikahı usul itibariyle kilise nikahıdır. Elbette onun hükümlerine uymak zorunluğunda değildir. Ama kimse bu nikahla evlenmekle yükümlü değildir.
“Allah erkekleri kadından üstün kıldığı için” denmemiş, “Allah kimilerini diğerlerine üstün kılmıştır” denmiştir. Burada üstün olanın erkek olduğu belirtilmemiştir. Gerçekten herkes kendi sahasında üstündür. Kadın doğurma ve büyütme yönünden erkekten çok üstündür. Erkek de üretme ve savunma bakımından kısmen üstündür. Allah değişik özellikte yarattığı varlıkları birbirine muhtaç etmiş ve böylece birliği sağlamıştır. Bir çocuğa anne ve babayı birlikte sahip kılmıştır. Bu durumu başka gövde ve çiçek misali ile anlatmıştık. Benzer şekilde masa misali ile anlatalım. Masanın yüzü var, üstüne eşya konmaktadır. Gövdesi ve ayakları üzerindeki eşyaları taşımaktadır. Masanın üzerindeki eşya masanın üst yüzeyindedir. Bunlar çocuk ve yaşlılardır. Masının üst yüzü ise kadınlardır. Alt yüzü de erkeklerdir. Erkeklerle kadınlar ikişer ikişer birbirine kenetlenmiş bulunmaktadır. Alt yüzü de ayakların üzerine oturmaktadır. Ayaklar ise devlettir, kamudur. Kamu erkekleri taşır, erkekler kadınları taşır, kadınlar da çocukları ve yaşlıları taşırlar.
İnsan masanın üst yüzeyinde meydana gelir. Orada annesinin kucağında yetişir. Sonra alta gider, evlenir ve erkek olur. Yaşlanınca yine üste çıkarlar. Şimdi masayı ters çevirin. O zaman kadınlar alta erkekler üste gelirler. Ayaklar tepede olur. Devlet hâkim devlet olur. Bu takdirde kadın hakları, çocuk hakları sorunu ortaya çıkar. Gafil masayı doğru dürüst yerleştirdim sanır. O zaman çocuk ve kadın hakları değil, ezilen erkek hakları sözkonusu olur.
Kadınlar hizmetlerini, erkekler de çalışmalarını koyarak çocuk yetiştirme ortaklığını kurarlar. Erkekler beslenme ve koruma hizmetlerini yüklenirler. Artık ev erkeğin ve kadının ortak malı olmuştur. Çünkü kadının rahminde erkeğin ortaklığı vardır. Özel hukuk mülkiyeti içinde erkekler kadınlara kavvamdırlar.
BU KAVVAMLIK NEDİR?
a) Karı zengin kocası da fakir olsa bile evin nafakasını erkek temin eder.
b) Bir yerde cinayet işlenirse ve faili bulunamazsa oradaki erkekler onları tazmin ederler.
Mallarından harcadıkları sebebiyle erkekler kadınlara kavvamdırlar. Ortaklık teessüs etmiş ve kadının döl yatağı da ortaklığa konmuştur. Artık ortaklığın değerlerini koruma sözleşme gereği erkeklere ait olacaktır. Erkekler tek başlarına bu işi başaramadıkları için ortak bir müessese oluşturmuşlar, kamuyu oluşturmuşlar ve bucak içinde birlikte erkekler kadınlar üzerinde kavvamdırlar. İsteyenler bucaklarını terk eder ve erkeklerin bu kavvamlığından kurtulurlar. Erkekler iç güvenliği sağlayamadıkları için kabileler birleşip illerini kurmuşlardır. Dış savunmasını da iller içinde yapamadıkları için illerini birleştirip devletlerini kurmuşlardır. Böylece bucak içinde erkekler eşlerinin koruyuculuk görevini yerine getirmektedirler.
İşte âyetin buraya kadar olan ifadesi erkeklerin kamuyu oluşturduğunu ve kamu içinde görevlerini yerine getirdiklerini ifade etmiş olur. Kadınlar askerlik hizmetlerine katılmadıkları gibi, işlenen cinayetlerde diyet ödemeye de katılmazlar. Diyetleri mümin erkekler öderler. Çünkü kamu güvenini sağlamak onların görevidir. Bu güvenlik sağlanamadığı zaman mağdur olanlara tazminat ödenir. Bu tazminat ergin erkekler tarafından ödenir. Kadınlar askerlik yapmakla yükümlü olmadıkları gibi kendi işledikleri suçların diyetlerini kendileri ödemiyorlar. Çünkü bu görev erkeklere yüklenmiş görevdir. Öyleyse bu yükümlülüğe karşılık bir takım hakları doğacaktır. Yetkileri olacaktır. Bu yetkileri kabul etmeyen kadınlar bu haklardan yararlanamazlar. O kabileyi terk etmek zorundadırlar.
Şimdi genel kural konduktan sonra bunun uygulama formülleri getirilmiştir.