بسم الله الرحمن الرحيم
و ان يوما عند ربك كألف سنة مما تعدون (الحج 22-47)
يدبر الامر من السماء ألي الأرض ثم يعرج اليه فى يوم كان مقداره الف سنة مما تعدون
(سجدة 32-5)
“Senden azabı isti’cal ediyorlar, Allah va’dinden hulfetmez.”
“Rabbinin indinde bir gün sizin saydığınız bin sene gibidir.”
HAC SÛRESİ – 47. ÂYET
KUR’AN MATEMATİĞİ 30 EYLÜL 2000
79. SEMİNER NOTLARI clubs.yahoo.com/clubs/adilduzen
www.adilduzen.8m.com
MEDENİYETLERİN ÖMRÜ
Burada bu âyete işaret edip geçeceğiz. Rabb’inin indinde bir gün insanların saydığı bin yıl gibidir. Başka bir âyette “TiLKa EayYAvMun NuDAvVıLuHAv BeYNe elNASı” / “Bunlar insanlar arasında devrettiğimiz günlerdir” diyor. “Gün” 24 saattir. “Yevm” 1000 yıldır. Kur’an buna işaret etmektedir. Başka yerde de 50 000 yıldır.
Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık ve İslâmiyet 1000’er yıl yaşamışlardır. Bunlar gündüz medeniyetleridir. Mısır, Greko-Romen, Bizans 1000’er yıl yaşamışlardır. Batı Medeniyeti 500 yaşındadır. Şimdi Yeni İslâm Medeniyeti doğmaktadır. Doğu’da gündüz olduğu zaman Batı’da gecedir. Batı’da gündüz olduğu zaman Doğu karanlık içindedir. Bu devir sayesinde medeniyetlerde evrim olmaktadır. Ölüm daha ileri bir hayatın sebebidir. Eskisinin tasfiyesi olmadan yenisi oluşturulamaz. Medeniyetlerin 1000 yılda bir devretmesi de evrimin gereğidir. Bu sebepledir ki “Allah’ın indinde” denmemiş de “Rabb’inin indinde” denmiştir. Bu 1000 yıllık periyot, İncil’de ve Maniheizm’de yer almaktadır.
İkinci Âyet:
يدبر Yudebbir. Debr, arka demektir. Bir şeyin arkasını düşünmeye “tedbir almak” denir. Türkçede kullanılmaktadır. Mânâsı daha geniştir. “Plan yapmak” anlamına gelmektedir. Devlet için de yıllık bütçeler yapılır. Yıl içinde uygulanır. Sonra kesin hesap olarak divan-ı muhasebata gider. Devlet planlamalarında beş yıllık planlar yapılır. Allah 1000’er yıllık planlar yapmaktadır. Planın yapıldığı tarih İslâm medeniyetlerinin inkıraz ettiği tarihlerdir. O tarihlerde kuvvet medeniyetleri zirvede olacaktır. İslâm medeniyetlerinin doğmaları ile ölümleri, kuvvet medeniyetlerinin çökmeleri ile gelişmeleri “bir yevm” sayılmıştır. Çünkü kuvvet medeniyetleri hak medeniyetlerinin değişmiş bir şeklidir. Hak medeniyetlerinin doğuş ve batış yılları Hazreti İsa’nın doğumu ile tarihlenmiştir. Bundan dolayı O’nun doğumu mucizedir. Kur’an’da “Meryem’i ve oğlunu insanlar için bir başlangıç noktası yaptık” denmektedir. Burada Meryem ile oğlunun zikri tamamen doğum gününe işarettir. Bu doğum günü dünyada milâdi tarih olarak kullanılmaktadır. Çinliler ile ateist komünistler de yalnız bu tarihi kullanıyorlar. Kur’an’ın nâzil olduğu günlerde dünyanın pek az kısmı Hıristiyandı. Asya’da ve Afrika’nın büyük kısmında Hıristiyan yoktu. Kimse milâdi takvimin dünyaya yayılacağını bilemezdi. Araplar zaten takvimi bile bilmiyorlardı.
الامر Emr: İş demektir. Çoğulu “umûr”dur. Ancak burada ma’rife olarak getirilmiştir. Bu ya istiğrak için ya da ahd içindir. Ahd için olduğunda “emr”den maksat “periyodik dönemler”dir. Bunun için tekil kullanılmıştır. Eğer istiğrak için ise, bütün işlerin devri şeklinde anlaşılması gerekir. O zaman astronomik devirlerin de 1000’er yıllık periyotlar içinde olduğu anlaşılır. 10 000 yıllık periyotlarla yeryüzünde değişiklikler olduğunu biliyoruz. Kâinat içindeki oluşalar için de böyle bir periyot sözkonusu olabilir.
Burada çok önemli bir husus ortaya çıkıyor. Kâinatta cereyan eden olayların tamamı hisabi ve ihtimali midir? Yoksa onu zamanla yöneten bilinçli ve iradi bir güç var mıdır?
Fizik kanunlarını incelediğimiz zaman her şeyin başlangıçta kabul edilen birtakım varsayımlara dayandığını görürüz. Bunlar;
R= C*t u*v= C^2 Tb= To/(1-(C/v)^2) ^.5 m= mo/(1-(v/c)^2)
dM/dt= 0 dP/dt= 0 dE/dt= 0 P*L= E*T= h
Allah atomlara bu özellikleri verdikten sonra serbest bıraktı ve bugünkü kâinat oluştu, yeryüzü oluştu, diyenler vardır. Bu hipotez yeryüzünün aldığı özellikler dolayısıyla geçerli olmamaktadır. Çünkü 10 kadar gezegen içinde yalnız yeryüzü birçok özellikleri ile hayata elverişli hâle gelmiştir.
Bugün hayatın “DNA”larla yönetildiği bilinmektedir. Başlangıçta var edilen bir hücrede tüm hayatın genleri yerleştirilmiş ve o genler sayesinde bugünkü hayat süregelmektedir. Bu anlayışı doğrulamak mümkün olabilir. Ne var ki, o zaman insanın iradesi sözkonusu olmaz. O halde Allah kâinatı var etmiş “Hâlık/ Yaratıcı” sıfatıyla ona bütün özellikleri vermiştir. Bunun dışında melek, ruh, cin ve insan eliyle de onları günün şartlarına göre ayarlamaktadır. Yani yapılan 1000’er yıllık planlarla değişik düzenler oluşturulmaktadır. Bu iddia peygamberlerin iddiasıdır. Bu iddia kâinattaki evrim kanunları ile entropinin büyümesi kanunu tarafından kesin olarak teyit edilmektedir. Cüz’i olaylarda görüldüğü gibi külli oluşlarda da açıkça ispat edilmiştir.
يدبر الامر من السماء ألي الأرض “Semadan arza tedbir etmektedir.” Bunun anlamı, yeryüzünü yönetmek için gökten melekler inmektedirler. Çünkü onların mekânı bâtıni âlemdir. Zâhiri âleme çıkmaktadırlar. Melekler ışık hızından daha büyük hızlarla zâhiri âleme geçebilirler. Kâinatın çapı 10^10 ışık yılıdır. Galaksiler arası mesafe 10^6 ışık yılıdır. Hacim oranları kübiktir. Demek ki 10^12 kadar galaksi vardır. Bu da 10 trilyon etmektedir. Galaksinin hacmi 100 000 * 10 000 = 1 milyar ışık yılı^3’tür. Bir yıldızın hacmi 10 Iy ^3’tür. Demek ki galakside 100 milyon yıldız vardır. Yani 10^8 yıldız vardır. Toplam 10^20 güneş vardır. Bunların çevresinde de birer hayatlı gezegen varsayılırsa, demek bir bu kadar da yer vardır. “Yeri de onlar kadar var etti” âyeti buna işaret eder. Bunlar bir merkezden mi yönetilmekte, yoksa her birine ayrı ayrı melekler görevlendirip başka başka âlem olarak mı var edilmektedir? Bu âyet kâinatın bir merkezden yönetildiği anlamındadır. Galaksi sistemi içinde bir yıldız merkez olarak seçilmiştir ve bizim kayıtlar orada tutulmaktadır. Kâinat içinde de bir merkez seçilip kayıtlar orada tutulmaktadır. Bunu açıklamak için “mine’s-semâi ile’l-erdi” denmiştir. Bununla merkezin dış yıldızlarda olduğu da belirtilmiş olmaktadır.
ثم Sonra: Yani plan yapıldıktan sonra uygulama yapılır. Aradan zaman geçtikten sonra kesin hesap defterleri merkez yıldıza, oradan da merkez galaksiye gider demektir. Bununla beraber yedi semanın dışında “kürsü” ve “arş” vardır. Merkez oradadır. Oradan tedvir etmektedir. “Sema”dan denmesi ile dört boyutluya geçmek için kurulmuş istasyonların yerleri kastedilmektedir. ‘Hâdise bu kadar maddi midir?’ sorusuna Kur’an, ‘Evet’ cevabını veriyor. Âhirette bile elimize basılmış muhasebe defterleri verileceğini bildirmektedir. Allah bunları bizim için yapmaktadır, dolayısıyla bizim anlayacağımız usullerle kaydetmektedir. O’nun külli ve cüz’i ilimlere vâkıf olması bu olayların dışındadır. O zâtı ile ilgilidir. O hususu bizim kavramamız mümkün değildir. “Arş ve kürsi”ye göre görünen kâinat “arz”dır.
يعرج YaGRuCu: “GRC” eğrilik demektir. Bedeni sakatlara “A’RaC” denir. “GuRCun” bükülmüş salkım demektir. “GRC” kelimesi kavuşma anlamındadır. Yani, tekrar eski duruma gelir demek olur. Devrî hareketlerin tamamlanmasını ifade etmiş olur. İkinci mânâsı ise; “Ya’ruşu”, arşa çıkar yani kesin hesap merkeze ulaşır demektir. Demek ki burada hem medeniyetlerin periyotlarının 1000’er yıl olduğu ifade edilmiş hem de her devre sonunda kesin hesapların alındığı ifade edilmiştir.
اليه “İleyhi”deki zamir emre râcidir. Yani iş 1000 senede kendi kavuşumuna ulaşır, emr kendi kendisine döner anlamı verilmiştir. Bu zamirin semaya gönderilmesi mümkün değildir. Çünkü sema müennestir. Ama sema “arş” anlamında kullanılmış ise gönderilebilir. Arşa doğrudan da gönderilir. Allah’a da gönderilebilir. Bu takdirde 1000 senede bir hesap alır demektir. Bu hesap melekler tarafından verilir. Bu şekilde mânâlandırdığımızda bu mecazi olur.
فى Fıy: Zarf edatıdır. Burada iki fiile birden taalluk etmektedir. “Sirtu Min İstanbul İlâ İzmir Fî Semaniye Saat” dediğimizde, İstanbul’dan İzmir’e 8 saatte vardığımız anlaşılır. Bu ifadede plan ile kesin hesap arasında 1000 sene geçtiği anlatılmış olur. “Fî”nin kullanılmasının daha kısa zamanda da olabileceğini ifade eder. Kıyas yoluyla daha uzun zamanda olacağını bildirir. Bu da 1000 yıllık periyodun insan ömrü gibi bir şey olduğudur. İnsanın nominal ömrü 100 yıldır. Bunun 10 katı medeniyetlerin ömrüdür. Sadece “ya’rucu”ya tâlik edildiğinde de emrin yani planın 1000 yıl içinde uygulandığını ifade eder. O zaman da “Sümme/Sonra”daki terahi tertib için olmuş ulur. Te’hiren ikmal ile olur. ‘Kapıyı açtım ondan sonra girdim’de terahi yoktur.
يوم Yevm: Durgun akar suya denir. Bunlar periyodik olarak taşarlar. Sonraları devirlere yani çağlara ad olmuş, daha sonra 24 saatin adı olmuştur. Hatta sadece gündüz olarak da kullanılmaktadır. Burada “Yevm”in bir gün olmadığı açıktır. Çünkü 1000 yılla ölçülmüştür. Bir devir içinde ifade edilmektedir. Medeniyetler de insanlar gibi doğar, gelişir, yaşar ve ölürler. Bir canlı gibidirler. “Yerde yürüyen bir hayvan veya iki kanat üzerinde uçan bir kuş yoktur ki sizin gibi bir topluluk olmasın” âyetiyle bu açıkça ifade edilmiştir. “Her topluluğun ömrü vardır. Günü gelince bir saat bile ertelenmez veya öne alınmaz.” âyetleri bunları anlatır. “Yevm” nekre olarak gelmiştir. Çünkü gün güne uymaz. Her topluluğun günü ayrıdır.
كان KAvNa: İsim cümlelerinin başına gelir. İsimdeki genelliği zahirden nassa çevirir. “Allah alîmdir” denince Allah’ın âlimlik sıfatı lâzım olabilir. Ârız olabilir. Yani Allah sonradan âlim olmuş olabilir. Oysa “Kânellahu alîman” dediğimiz zaman, Allah’ın devamlı olarak âlim bulunduğunu, geçmiş ve gelecekte bu âlimliğin sürüp gittiğini ifade eder. Burada “Kâne” kelimesi kullanılmakla, 1000 yılın çok önemli olduğu ve bu periyotların hep sürüp geldiğini ifade eder. Allah zamanı birtakım dilimlere ayırmış ve her dilim kendi içinde devreder. Tesir kuvantumu da zamanın periyodik olduğunu ifade eder. Esasen zaman periyodik olmasaydı ölçülmesi mümkün olmazdı.
قدر Qıdr: Kazan demektir. Takdir, ölçülendirme demektir. Kader ve Kudret kelimeleri hep buradan gelmektedir. Mikdar, ism-i zaman, ism-i mekân veya masdar-ı mimidir. Burada masdar olarak kullanılmıştır. Ölçüsü demektir. Yani uzunluğu anlamına gelmektedir. “Hu” zamiri “Yevm”e râcidir. “Günün mikdarı sizin saydığınız bin senedir” denmiştir. Burada “Ke” teşbih edatı kullanılmamıştır. Çünkü gerçek uzunluğu ifade eder. Yani medeniyetin ömrü gerçek yıllar ile 1000 yıldır.
الف Elf: Bin olarak gelmektedir. Sosyal yapılarda “onlu sistem” kullanılır. 10 “ışret”ten gelir. Muaşeret geçinme anlamındadır. Aşiret onlu topluluk demektir. Miet, “Me’va”dan yani “yuva”dan gelir, “vatan” anlamındadır. “Elf” de “ülfet”ten gelir. Aşiret 10 ailedir. Kabile 1000 ailedir. Topluluklar bunlara dayanır. Bundan sonra 100 000 gelir ki o da illeri belirler. Yani “Şa’b”ın ordusudur. Kur’an bu mikdardan söz eder. 1000 yıl topluluğun ömrünü belirtmektedir.
سنة Senetün: Sin “diş”ten gelir. Diş gibi dizilmiş varlıklara “mesnun” denir. Sünnet kelimesi de buradan gelir. Seneler de peş peşe dizilirler. Genlerin kromozomlarda dizilişine de “mesnun” denmektedir. Tabii kanunları da sünnetullah ile belirtilmektedir. Kur’an’da, havl, âm ve sene geçmektedir. Sene hem kamerî hem de şemsî yıl için kullanılır. Havl kamerî yıl için kullanılır. Âm şemsî yıl için kullanılır. Böylece senenin günleri yaklaşıktır. Bu sebepledir ki bu 1000 yıllık ömür de vasat ömürdür. “Sizin ta’dat ettiğiniz” demek suretiyle senenin adedî olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten zamanın ölçülemeyeceği ancak sayılabileceği hata formülünde izah edilmiştir. Zaman arası boşluklar vardır. Tane tabiatlıdır.
Bu âyet bize medeniyetlerin biner yıllık periyotlara sahip olduğunu, periyotların başında gelecek medeniyetlerin planlarının yapıldığını açıklamaktadır. Biz öyle işler yapmalıyız ki gelecek nesillere yarasın. Varsayımlarımız şunlardır:
1- Gelecekte Kur’an nasıl bir topluluk istiyorsa öyle topluluk olacaktır. “Hak Medeniyeti” doğmaktadır. O halde “İkinci Kur’an Medeniyeti” oluşacaktır. Kur’an’a inanan kimse buna da inanmalıdır.
2- Kur’an’ın mânâsını Allah herkese ihtiyacı kadar ilhâm eder. Her topluluğa da ilhâm eder. Medeniyetleri kuracak olanlara da ilhâm eder. Onlara takvayı da fücuru da ilhâm eder. O halde biz şimdi Kur’an’ı nasıl anlıyorsak, bundan sonra kurulacak 1000 yıllık medeniyet de öyle anlaşılacak ve kurulacaktır. Bizim içtihatlarımızda hata olur ama icmalarımızda hata olmaz. Biz içtihadımızı yaparak Kur’an düzenine göre işletmeler kurmağa başladık. Bize katılanlar olacaktır. Başkaları da kuracaktır. Denemeler sonunda en az hata edenler başarıya ulaşacaklardır. Diğerleri de o başarıya ulaşanlara katılacaktır.
3- Biz elimizden geleni yapıyoruz. Allah çalışmalarımızı boşa çıkarmayacaktır. Başarı kazanılan paraya göre değil, Allah’ın istediği hedefe yaklaşılıp yaklaşılmaması ile ölçülmelidir. Şeriat içinde kalarak varlığımızı artırırsak o zaman Allah’ın istediği hedefe yaklaşmış oluruz.
4- Başarısızlığımız olursa bunu kendi hatalarımızda arayacak ve hatalarımızı düzelteceğiz. Ama hiçbir zaman ümitsiz olup da çalışmalarımızı bırakmayacağız. Bir toplulukta faaliyet gösterdiğiniz zaman başlangıç ile sona bakmalıyız. Eğer doğru istikamette değişme varsa o zaman başardınız demektir. Eksiğiniz var, ama doğru yoldasınız.
AHMET BÜLBÜL’ÜN ÖLÜMÜ VESİLESİYLE;
“AKEVLER”E HİZMETLERİ
Sizlere geçmişimizi hatırlatmak üzere bu hafta içinde vefat eden bir arkadaşımızın bu çalışmalara katkılarını anlatmaya çalışacağız. Katettiğimiz yoldan dolayı Allah’a hamd ediyor ve bunun şükrü için sizlerin yeni hamlenize katkıda bulunuyoruz.
1970’lerden önce bir Akevler yoktu, İslâmî kaynaklı iş adamı yoktu.
1970’lerden önce bir Fethullah Gülen Cemaati yoktu.
1970’lerden önce bir İslâmî parti yoktu.
1970’lerden önce bir Anadolu Sermayesi yoktu.
Bunlar oldu , ancak bunların en önemli eksiği, çalışmalarının demokratik, lâik, sosyal ve liberal kurallara göre kurulup işleyememesidir. Diğer bir ifade ile İslâmiyet’e, şeriata, adil düzene ve hak düzenine göre kurulup gelişememesidir.
Gelecekteki 33 yıl içinde bunlar Kur’an’a göre kurulup gelişeceklerdir...
Günümüz ve gelecek yıllar genç yeni Ahmet Bülbülleri bekliyor...
İnsanlık tarihi 1000’er yıllık periyot ile devreder. Medeniyetler 1000 yıl içinde doğar, büyür, yaşar, gelişir ve ölür. İslâm Medeniyeti ilk olarak Mezopotamya’da doğmuştur. 1000’er yıl ara ile İbrani, Hıristiyanlık ve son olarak Kur’an Medeniyeti 1000’er yıllık ömürlerini doldurarak tarih olmuşlardır. İslâm Medeniyeti’nin son bin yılını Türkler temsil etmişti. Bunun 700 yılı Osmanlılar Tarihi ile geçmişti. Medeniyet zâhiren Viyana Bozgunu ile çökmeye başlamıştır.
18. asır bir şaşkınlık dönemidir.
19. asır ise Batı’nın üstünlüğünü kabul edip onu taklit ederek başarıya ulaşma çabasıdır.
20. yüzyılın ilk üçte birinde (33 yıl) Batı o kadar haris bir şekilde benimsenmişti ki, kendilerini “aydın” diye vasıflandıranlar İslâm dinini de tarihe gömüyorlardı. Bu dünyada moda olmuştu. Onlara göre inanç yaşlıların ve gericilerin bir tutamağıdır. Bu nesil bitince artık insanlar Allah’a ve âhirete inanmayacak ve insanlık ileri bir düzene geçecektir. Bu görüşü asıl yayanlar dünyaya hâkim olan Yahudi sermayesi idi. İngiltere ve Amerika kendileri dinsiz değillerdi. Ama en büyük dinsizleri ülkelerinden ihraç ediyorlardı. Onları finanse ediyorlardı. Faşist ve Nazistler ateizm yolunda idiler. Sovyetler ise resmen ateist olmuştu.
Türkiye gibi mağlup olmuş 12 milyonluk küçücük bir ülkenin bu esintiden kendisini kurtarması mümkün değildi. İşte 20. yüzyılın ilk üçte biri böyle geçti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları önce Batı Medeniyetini ülkeye yerleştirme hususunda 10 yıllık bir plan yaptılar ve Osmanlıların başlattıkları Batılılaşma hareketini ateizm ile birlikte tamamladılar. Ondan sonra 1933 yılındaki “Onuncu Yıl Nutku” ile siyaset değiştirilmiştir. Mustafa Kemal 1923’lerde “Muasır medeniyetin bütün icapları yerine getirilecektir” diyordu. Oysa “Onuncu Yıl Nutku”nda “Muasır medeniyetin fevkine çıkılacaktır” dedi ve; “Elimizde tutuğumuz meş’ale müsbet ilimdir” diyerek, Batı’nın taklidinden vazgeçilmesi gerektiğini ilân etti.
Türk halkı şaşkına dönmüştü. Bir taraftan İstiklâl Savaşı ile postunu zor kurtarmış ve yok olmaktan kurtulmuştu. Ne var ki, kurdukları Cumhuriyet kendi inançlarını ve 1000 yıllık aşkını ayaklar altına alıyordu. Adeta ümidini kesmiş, kurbanlık koyun gibi kadere boyun eğerek ölümü beklemeye başlamıştı. Bundan dolayı “Onuncu Yıl Nutku” ile halk hiç etkilenmedi. Ama asker yöneticiler Türkiye’yi II. Cihan Savaşı’na sokmadılar ve Türkiye’ye “İslâmiyet”i değil ama “demokrasi”yi getirdiler. Osmanlılar zamanında demokrasi İslâmiyet aleyhine idi. Oysa Cumhuriyet II. Abdülhamid’in siyasetini devam ettirmiş ve Türkiye’yi halk olarak İslâmlaştırmıştı. Artık nüfusun kahir ekseriyeti Müslümanların elinde idi. Demokrasi getirmek demek İslâmiyet’i getirmekti. Türk halkı da bunu sezdi ve İsmet İnönü’yü destekleyerek demokrasiyi getirdi. Ancak Demokrat Parti ateizmi bırakarak putperestliğe başlamıştı. İşte Türk halkının ikinci şaşkınlığı buradan geliyordu. Ne var ki, demokrasi sorunlarını çözecekti.
İkinci 33 yıl işte bu demokrasi mücadelesinde geçmişti. Ancak bu dönemde Müslüman halk sahnede görülmüyor, müellefe-i kulub olanları iktidar ediyorlardı.
Bizim neslin gençlik dönemi bu yıllarda geçti. Mesela, ben Demokrat Partili değildim. Oyumu Millet Partisi’ne verirdim. 1960 Müdahalesi’nde ‘demokrat partilisin’ diye beni resmi görevden uzaklaştırdılar...
Bunun üzerine İzmir’e geldim ve Akevler’in kurulmasına katkım oldu...
Risale-i Nur şâkirtlerinin faaliyetlerine katkım oldu...
Necmettin Erbakan’ın partilerinin kurulması ve gelişmesine katkım oldu...
Böylece ‘şer’ sanılan şey ‘hayır’ oldu. Bugün de inanmış kardeşlerimizi resmi görevden kovuyorlar; bu ‘şer’ değil ‘hayır’dır. Bu sayede inanmış kimseler piyasayı ele alacak, ülkemizi bugünkü ekonomik çöküntüden kurtaracak ve hakkın üstün olduğu düzene kavuşturacaktır.
İzmir’e geldiğim zaman İzmir’de küçük bir cemaat oluşturan Remzi Güres, Dursun Aksoy, Ahmet Remzi Hatip ve Mehmet Gemalmaz’ı buldum. Bunlar sayesinde yine çok küçük bir cemaat olan Nurcu Mustafa Birlik’in öncülüğünde Nur Cemaati ile tanıştım. Bu arada Dr. Ahmet Tahir Satoğlu çevresinde oluşan birkaç Müslüman vardı. Remzi Güres ve arkadaşları ekonomik faaliyetimiz olmuştu. Ancak başarılı bir ortaklığı sürdüremedik. Fethullah Gülen ile bir site kurma çabamız oldu. Başarı elde edilemedi. Güres Cemaati’ne Süleyman Demirel “faizli kredi” verdi, onlar da bu sayede çıkmaza girdiler. Ben onlardan ayrı düştüm. Nur Cemaati de Akyazılı Vakfı’nı kurdurdular. Ben onlardan da ayrı düştüm. Sadece dostluğumuz devam etti. Usul/ metod farkı doğdu.
Ahmet Tahir Satoğlu, ilk tanıştığımız günden beri ekonomik faaliyet yapmamızı istiyordu. Ancak başarılamayacak sahalara yöneliyordu. Ben muarız olmuyor ama aktif bir rol de almıyordum. Bu arada İhsan Emci beni buldu ve Türk Ocağı yönetimine aldı. Dr. Baha Kitapçı’nın başkanlığında oluşan Türk Ocağı Yeşilay binasında faaliyet gösteriyordu. Bu arada Nureddin Tercioğlu ve Muzaffer Koru ile tanışmıştım. İhsan Emci’ye devamlı olarak İslâm Enstitüsü’nün kurulmasını telkin ediyordum. Maddi imkânım olmadığı için muvaffat olamıyordum. Bir gün Ali Rıza Güven itti; “Ya siz Ankara’ya gidersiniz veya Karagülle ile gideceğiz” dedi. Bunun üzerine Ankara’ya gittiler ve Süleyman Demirel de Yüksek İslâm Enstitüsü’nü kurdurdu.
Ahmet Tahir Satoğlu’nun bir cemaatin temsilcisinin kızı olan zevcesi vefat etmişti. İhsan Emci, Osman Eskicioğlu ve ben akşamları taziyeye gidiyorduk. Kendisine bir yer peyledik. Ancak ortakların vazgeçmesi sebebiyle vazgeçtik. O “biz yapalım” dedi. Orada başkan olarak Ahmet Tahir Satoğlu’nu seçtik. Bacanağı Süleyman Kısacık da vardı. “Akevler” ismi de orada tesbit edildi ve biz hazırlığa başladık. Ertesi gün olacak, Ahmet T. Satoğlu bizi Urla’daki yalısında bulunan Ahmet Bülbül’e götürdü. Kooperatif kuracağımızı ve katılmasını söyledi. Ahmet Bülbül ile orada tanıştık.
O tarihten itibaren Ahmet Bülbül İzmir’deki başarılı kooperatif çalışmalarımızda bir numaralı arkadaşımız oldu. Kooperatifi aşağıdaki kişilerden oluşturduk:
1- Dr Ahmet Tahir Satoğlu (Başkan)
2- Yük Müh. Ömer Faruk Yeğin (Sanayi Bölge Müdürü idi. Ben de orada çalışıyordum.)
3- Dr Saffet Solak (Dr. Ahmet Bey’in meslek arkadaşı)
4- İhsan Emci (Özel dersler yapıyorduk)
5- Osman Eskicioğlu (Özel dersler yapıyorduk)
6- Nazif Satoğlu (Ahmet T. Satoğlu’nun Ağabeyi)
7- Ahmet Bülbül (Tanıdınız)
8- Eref Akhan (Dr. Ahmet Bey’in kaynı)
9- Avni Özyürek (Sebahattin Zaim Bey’in akrabası)
10- Süleyman Karagülle
Murakıp Muzaffer Koru (Özel ders yaptığımız Fehmi Koru’nun babası. Yeşilay’dan mesai arkadaşımız) Kurucu Üye Yusuf Arslan (Komşum, arkadaşım, kaynım, ilkokul öğretmeni)
Kurcu Üye Mehmet Gemalmaz (Ziraat Mühendisi ve Güresler’in ortağı)
Ahmet Bülbül ile esnafı dolaştık. Onları “Akevler Kooperatifi”ne dâvet etti. Kimi, “Katılmak istiyorum ama imkânım yok” dediğinde; “Ben senin payını ödeyeyim, sonra sen bana ödersin” dedi. Böylece kırktan fazla ortak oluştu. 130 000 TL kadar para toplandı. Üçte birine yakın ortağın parasını Ahmet Bülbül vermişti. Bunun 80 000 TL’sı ile 20 dönümlük “Akevler”in yerini satın aldık. Kalan 50 000 liraya benim inşaat makinelerimi kooperatife sattım, hâlâ çalışıyorlar. Böylece ben borçlarımı ödeyip hür hâle geldim. Bir daha da kendi başıma iş yapmamaya karar verdim. O tarihten beri ortaklık dışında ben hiçbir iş yapmadım. Böylece Akevler’in oluşmasında sosyal faaliyetlerin başında Ahmet Tahir Satoğlu, ekonomik faaliyetelrin başında Ahmet Büllbül yer almıştır. Akevler’de diğer arkadaşların da elbette büyük katkıları vardır. Ancak bu iki arkadaşımız olmasaydı benim içinde olacağım bir Aklevler doğmazdı. Ahmet Bülbül’ün hayatındaki hizmetleri burada bitmiyor.
Ruhsat almak için giriştiğimiz faaliyette Yeşilyurt Belediyesi ile Ankara arasında iki sene mekik dokuduk. O zaman imar için merkezî tasdik gerekiyordu. Rüşvetsiz bu işin çıkmayacağına kanaat getirdim, rüşvet vermeyi de asla düşünmediğim için bir gün kendi kendime karar verdim ve “Ben bu işten vazgeçiyorum!” dedim. Akşam üstü idi Ahmet Bülbül geldi. Ben o zaman devlet memuru idim. Şahsi bir sıkıntım yoktu. Ancak Ahmet Bülbül kararımı öğrenince “Olmaz!” dedi: “Yarın Ankara’ya gidiyoruz!..”. Gittik ve ruhsat aldık. Şimdi Akevler vardır. Ahmet Bülbül’ün azmi olmasaydı sanıyorum ben şimdi emekli bir memur olurdum.
İmar çıktı. Belediye ile aramız iyileşti. Şimdi müteahhit gerekiyor. Ne var ki, kooperatifimizin üyelerinin yarısı aidatlarını ödeyebilecek durumda değil. İslâmiyet’e göre de ortaklıktan çıkarma söz konusu olmadığı için bu arkadaşların ortak olduğu kooperatife kimse müteahhit olmuyor... Ben de yorulmuşum... Tekrara resmi görev almışım... Borçlardan kurtulmuşum... Tekrar başımı derde sokmak istemiyorum... Bırakıp gitmek de istemiyorum... Yönetim Kurulu toplantısında benim ilk arsada müteahhitlik yapmamı önerdir. En az 28 ortak katılmak ve 300 000 lira toplanmak üzere bana bu yetkiyi verdiler. Ben, “vermeyen olursa dinleneceğim” önerisini yaptım. Ortaklara mektup yazdım ve katılacakların Süleyman Karagülle’nin inşaatına “katlıyorum” veya “katılmıyorum” diye yazmalarını istedim. 70 “katılmıyorum” imzası geldi. Bir taraftan üzüldüm; diğer taraftan da “Artık kurtuldum!” dedim. Toplantıya sonuçları getirmeyi hesaplarken; Ahmet Bülbül yazıhaneye gelmiş, evrakları almış ve teker teker dolaşarak “katlıyorum”, “katlıyorum”, diye imza toplamış. Katılmayan beş-on kişi kalmış. Ahmet Bülbül böylece “Akevler Koopeatifi”ni ikinci defa kurtarmıştır.
Akevler başarıya doğru giderken çevrede rahatsızlık arttı. Önce Dr. Ahmet Tahir Satoğlu ile benim aramı açmaya çalıştılar ve “Süleyman Karagülle’yi uzaklaştır, biz seni destekleyelim!” dediler. Benzer önerileri daha sonra Fethullah Gülen ve Necmettin Erbaskan’a da yaptılar. Onlar bu yeme kapıldılar ve benden uzak durdular. Ancak Ahmet Tahir Satoğlu bu tuzağa düşmedi. Onlar takiyye yaparak başarıya ulaştılar...
Ahmet Bey takiyye yapmadı, Akevler onlar gibi başarıya ulaşmadı.
Ama ben Akevler’in başarısını onların başarısından üstün sayıyorum.
Ahmet T. Satoğlu da üstün sayıyordur. Yaptığından pişman değildir, herhalde.
Ahmet T. Satoğlu ile benim aramı açamayınca Ahmet Bülbül’e saldırdılar. Akseki’den babasını getirdiler; “Babalık hakkımı helâl etmem! Seni evlâtlıktan kovarım!” dedirttiler. O da babasını üzmemek için Akevler’den istifa etti. Biz kabul etmedik. Birlikteliğimiz devam etti. Ama eski hızı kalmamıştı. Buna benim de katkım oldu. Ahmet Bülbül birinden 5000 lira alındığını ve arsaya ortak olduğunu söylüyor, ancak Kooperatifin hiçbir kaydında buna rastlanmıyor. Ahmet Bülbül’ün kendisinde bir kayıt olup olmadığını sordum. “Bu parayı aldım şuraya verdim” diye bir kayda rastlasam hemen kabul edeceğim. Ortak olan kişinin herhangi bir yerde o zamana denk düşen kayıt olup olmadığını araştırdım. Ben kendilerine; “Bunu kabul edemem. Etsem, yarın başkaları da gelir ve onlara ‘sizinkini kabul etmem’ diyemem.” dedim. Bu onlarda kırgınlık yaptı. Bu durum iki sene devam etti. Yalnız para söz konusu olsaydı onu hallederdik. Arsa ortaklığı söz konusu idi. Arsalar da kalmamıştı. İki sene sonra dilekçe ve belge bulundu. Doldurulmuş fakat karar defteri içinde kalmış. Karar defteri yenilenmiş. Böylece sorun düzeldi. Ortaklar paraları değişik yerlere öderlerdi. Bâzı işlemlerin kaydı yapılmamış olurdu. Ancak alınan bir malın değeri belli olduğu için onu “Kefalet Hesabı Ödedi” şeklinde muamele görürdü, sonra ortaya çıkınca da kayıt düzeltilirdi.
Ahmet Bülbül “Aklevler”den umduğunu bulamamıştı. O samimi bir topluluk istiyordu. Oysa kendi ortakları kendisine cephe almış ve baskı yapmışlardı. Bizde de fazla hayır görmeyince “Akevler”den ayrıldı ve İzmir/ Hatay’daki evine taşındı.
Ahmet Bülbül ile olan beraberliğimiz siyasi parti çalışmalarımızda üst seviyede devam etti. 1969 yılında Necmettin Erbakan ile birlikte “Bağımsız adaylığımızı” koymuştuk. Önce bir grup arkadaş “mâlen destekleyeceğiz” diye bizi faaliyete geçirdiler. Sonra bizim adımıza topladıkları paraları dahi bize vermediler. Bizi baskı altına aldılar. Biz bu duruma rağmen çalışmalarımızı sürdürdük. İşte bu siyasi faaliyetlerimiz esnasında Ahmet Bülbül yine başka bir kadro ile geldi. Yakını olan Hasan Afacan ve onun kardeşi Halil Afacan, Şükrü Erdoğan ve Mustafa Şeker. Bizi siyasette amelen bunlar destekledi. Öncü yine Ahmet Bülbül idi. 1973 seçimi olmuştu. Partimize resmen bir kuruş bile girmezdi. M. Gündüz Sevilgen, M. Adil Aktuğ, Reşat Erol ve Ali Yümlü ile İzmir ve Ege Bölgesi’nde parti teşkilâtlarını kurmuştuk. Ak-Yay Mühendislik ve Müşavirlik Büromuz vardı; ancak “rüşvet vermeyiz ve iş yapamayız” diye kimse bize iş getirmezdi. Akşam üstü ekmek parasını kazanamadan eve giderdik. Çok sıkıntılı günler geçirdik... Fethullah Gülen’in hatıratını da okuyunuz ve Müslümanların bugünkü hâle nasıl geldiğini değerlendiriniz...
Kirayı Ahmet Bülbül ve Hasan Afacan’ın esnaf grubu ödüyordu. Hasan Afacan iki kişiye mağazadan maaş ödüyor, bunlar bizde faaliyet gösteriyordu. Bu maaş ödemelerinden benim çok sonra haberim oldu. Seçim propagandası için 2 500 liralık ortaklar bulduk. Bir araba aldık. Seçimden sonra satıp paraları dağıtacaktır. Kâr veya zarar ortakların olacaktı. İsmail Alkan (daha önceleri de bana büyük yardımda bulunmuştu) 5 000 lirayı verdi. Ama bana değil de Ahmet Bülbül’e güvendi; “Bunu ben sana veriyorum, bu parti bunu günah işlerde kullanırsa sorumlusu sensin ve senden isterim” dedi. Ahmet Bülbül de kefil oldu da öyle minibüs alınabildi...
Fehim Adak bakan olmuştu. Hasan Afacan tekstil makinesi ithal ediyordu. Ticaret Bakanlığı ithalat izni vermemişti. Sebep de, daha önce iplik ithal etmiş ve makinesine uymayan iplik olduğu için iade etmişti. Bakanlık bunu bahane ederek işi uzatıyordu. Sümerbank’a yazı yazıldı, oradan Hasan Afacan lehine cevap geldi, ama memur yine bir şey beklemiş olacak ki; “Ben bir daha soracağım” diyordu. Biz de bu işi halletmek için Fehim Adak’a gittik. Ahmet Bülbül de vardı, sanıyorum. Fehim Adak memuru çağırdı, memur da “Bir daha soracağım” dedi. Fehim Adak da; “Ben memurumu dinlerim!” demesin mi?!. Oradan üzüntü ile ayrıldık. Tam totaliter bürokratik zihniyet için bunca fedakârlık yapmışız, demek. Necmettin Erbakan işte bu zihniyetteki kadro ile bugünkü hâle geldi. İşte bundan sonra arkadaşlarımızın parti ile olan bağlantıları da soğudu. Sonra bütün ısrarlarıma rağmen bunlar parti il yönetiminde yer almadılar.
Ben de seçimden sonra partiden ayrıldım. Parti ile hiçbir ilişki kurmadım.
Ancak Necmettin Erbakan ile olan ilişkimiz hâlâ devam etmektedir...
“Adil Düzen” bu ilişkilerin devamı ile oluştu...
1970’lerde N. Erbakan’ı devirmek için Özallar faaliyete geçmişti. Bu darbeye karşı mücadele verdiğimizde Ahmet Bülbül yine yanımızda idi. Dışarıdan Ankara’ya gidip İzmir Kadrosu ile N. Erbakan’ı destekledik...
Ahmet Bülbül ne partide ne de Akevler’de umduğunu bulamamıştı. Sıkıntıda idi...
Ama buralardan başka herhangi bir yerde de bir ışık göremiyordu...
1991 yılında ben Kırgızistan’a gittim. Akevler’de bunalmıştım. Kendi kendimi emekli ettim ve Akevler’i arkadaşlarıuma bıraktım. Ayrıca N. Erbakan çok hatalı yolda idi. Dış sermaye ile entegre olan bir kadro ile çalışıyordu. Bizi tamamen dışlamıştı. Çok üzülüyordum. Türkiye’de kendisine yapacağım bir yardım imkânı kalmamıştı. Yurt dışından “Adil Düzen”e hizmet edebilirdim. Oralarda tutunacak hiçbir maddi imkânım yoktu; Türkiye’ye dönecek kadar bile imkânım yoktu...
Ahmet Bülbül Süleyman Akdemir ile beraber Kırgızistan’a geldi. Bir ev satın aldık ve orada üçümüz kalmaya başladık. Sonra Kırgızistan Mescit ve Kalkınma Vakfı’nı kurdum. Vakfın evleri oldu. Faaliyetlerimiz genişledi...
Ahmet Bülbül benden ayrı işler yapmaya başladı.
Başarısızlığa uğrayınca Türkiye’ye döndü...
Hâsılı, hayatımın her safhasında Ahmet Bülbül yanımda idi.
Akevler İstanbul Kooperatifleri’ne ben onu dâvet etmedim. O da ilgilenmedi.
Kırgızistan’dan sonra artık ekonomik faaliyetlerde bulunmak istemiyordu...
25 Eylül 2000 tarihinde ölüm haberi geldi.
Ben bütün bunları bu vesile ile bizim neslin tarihini sizlere sunmak için anlattım.
Son olarak buna da vesile olduğu için de Allah Ahmet Bülbül’e rahmet eylemiştir.
Ailesine baş sağlığı diler, baba dostu bizleri hatırlamalarını beklerim.
Asıl görevleri ise Ahmet Bülbül’ün başlattığı cihada katkılarının olmasıdır.
Bizim neslimiz bayrağı buraya kadar getirdi...
Sizlere düşen bu imkân ve mekânlardan daha yükseklere çıkartmaktır...
Ahmet Bülbül’ün vasiyetinin bu olduğunda hiç şüpheniz olmasın.
Hayatı, bu vasiyetinin en güzel ve sağlam delilidir.
Allah Ahmet Bülbül’e rahmet eylesin...
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NURİ EROL