KUR’AN MATEMATİĞİ 04 KASIM 2000
84. SEMİNER NOTLARI clubs.yahoo.com/clubs/adilduzen
www.adilduzen.8m.com
SÖMÜRÜ VE ÇARE
Fatih’in İstanbul’u fethetmesi ile Dördüncü İslâm, Birinci Kur’an Medeniyeti zevâle yani en yüksek noktaya ulaşmış, Dördüncü Kuvvet Medeniyeti doğmaya başlamıştır. Bu gelişme, İstanbul’daki Bizans ulemasının Roma’ya taşınması yanında; Batı’nın Müslümanlardan astronomiyi, coğrafyayı yani dünyanın yuvarlak olduğunu, gemiciliği, pusulayı, barutu ve kâğıdı öğrenmeleri sebepleri ile gerçekleşmiştir. Doğu’dan ümidini kesen Avrupa batıya yönelmiş ve Amerika’yı keşfetmiştir. Amerika’nın keşfi ile Batı zengin ve bâkir topraklara sahip olmuş, orada yerlilerin elinde bulunan ve para olarak kullanılmayan altınlar gasp veya yok pahasına alınarak güçlü sermaye edinmiş; Avrupa kenarda iken merkez hâline gelmiş; en önemli gelişme olarak da Müslümanların teorik bilgileri denenerek inanılır hâle getirilmiştir.
Bu gelişmeler Batı dünyasında büyük inkılâplar yaratmıştır. Her şeyden önce ticaretle meşgul olan ve daha önce ehemmiyetsiz olan ticareti ellerinde bulunduran Yahudiler zenginleşmiş ve Avrupa’da sınıf çatışmasında birinci derecede rol oynamışlardır. Tarım döneminden önce ticaret dönemine, sonra sanayi dönemine geçilmiştir. Eski yönetici sınıf demokrasi teranesiyle yıkılmış, yerine zengin sınıfı yönetime hâkim olmuştur. Zengin Yahudiler tarafından finanse edilen müsbet ilmi faaliyetler çok başarılı meyveler vermeye başlamıştır. Yahudilerin ellerinde bulundurdukları sermaye normal ve meşru ticaret sermayesi yerine sömürücü faiz sermayesi ortaya çıkmış ve nüfusu yirmi milyonu bile bulmayan Yahudiler dünyayı hakimiyetleri altına almıştır. Dünyadaki tüm ordular sömürücü sermaye emrinde çalışmaktadır. Onlar “şunlar savaşsın” der savaş olur, “barışın” der barış olur. Yahudiler, başka ırklardan olanları kendi dinlerine almadıkları için bir ara sınıf oluşturdular. Bunlar “masonlar”dır. Dinleri Yahudi değildir ama onlara sağlanan çıkar karşılığı Yahudilerin sömürü sermayesine hizmet etmektedirler.
Mason tüccarlar aracılığı ile dünya pazarlarından satın alınan ham madde Avrupa’ya gelir, Avrupa fabrikalarında Hıristiyan işçiler tarafından mamul hâle getirilir ve yine mason tüccarlar aracılığı ile dünyaya pazarlanır. Bu çarkın çalışması için dünyanın ateizm inancında olması gerekmektedir. Bunun iki sebebi vardı. Biri, Yahudilerin dünyada hoş görülmesi için ateist olmaları gerekir. Dünya Yahudi olamayacağına göre ateist olmalıdır. Diğeri ise, dinler zayıf halkı korur , gerek inanç gerekse sistemleri ile sömürüye karşıdırlar. Sömürünün ana iskeleti olan faizi bütün dinler haram kılar. Bu sebeple dünya ateist olmadan sömürü gerçekleşmez, sömürü gerçekleşmezse sermaye birikmesi olmaz ve bugünkü sanayi ve ilim doğmazdı.
Biz burada Yahudi ve masonlardan bahsederken, bunların sömürü mekanizmalarını anlatırken onları suçlama veya kötüleme amacını gütmüyoruz. Bunların hepsi ilâhi takdirle ve onun izniyle olmuştur; öyle olması gerektiği için olmuştur. Geçmişi özetledim, çünkü gelecek hakkında bilgimiz olsun. Zaman ırmağı nereye doğru akıyor, bilelim ki varacağımız yer hakkında bilgimiz olsun, dümenimizi ona göre kullanalım.
Şimdi, gelecekte ne olacaktır? Hazreti İsa’nın doğumu ile ölçülen 1000 yıllık periyodun değişme zamanıdır. 2000’inci yıldayız. Bugün Beşinci İslâm, İkinci Kur’an Medeniyeti doğmaktadır. Dördüncü Kuvvet Medeniyeti zirvededir ve çökmeye başlamıştır. Her canlı kendi ölümünü kendisi hazırlar, medeniyetler de kendi ölümlerini kendileri hazırlarlar. Yeni medeniyet yeni sosyal yapıya dayanır. Sosyal Yapı ekonomik yapıyı oluşturur. Ekonomik Yapı yeni teknolojiyi getirir. Tüm kavramlar ve yapılar değişir. Eski sosyal yapı artık yetmez olur, dolayısıyla çökmeye başlar. Nasıl yaşlı ağacı kesmeden gençleştirmek mümkün değilse, zirveye ulaşan medeniyet kendi kendisini yenileyemez. Osmanlı âlimleri çökeceklerini biliyorlardı. Bugünün Batı sosyologları da çökmekte olduklarının farkındalar. Her canlı kendi ömrünü uzatmak ister. Buna da hakkı vardır. Ama yaşlı canlıları ortadan kaldırmak da genç canlıların görevi ve hakkıdır.
Şimdi Avrupa Medeniyeti çöküyor, biz yeni Kur’an Medeniyeti’ni kuruyoruz. Bunun hazırlıkları ve ilmi çalışmaları ile meşgul bulunuyoruz. Geçmişte yeni medeniyetleri azim sahibi peygamberler kurdular. Kur’an’dan sonra kitap yoktur, peygamber de gelmeyecektir. Yeni Medeniyet yine Kur’an’a dayanılarak kurulacaktır. Yeni Medeniyetin peygamberleri “âlimler” olacaktır. İşte biz Kur’an Matematiği çalışmalarımızla, Konut ve Tüketim Kooperatifleri ile bu medeniyeti kurmak için uygulamalı ilim yapma peşindeyiz. Zamanla bununla ilgili dersler devam ediyor... Uygulamalar devam ediyor... Karınca kadarınca bu yönde yol almaktayız.
Hiç şüphe etmeyin ki sömürücü sermaye ile çatışmamız olacaktır. Ama ırmak bizim adaya doğru akıyor, biz galip geleceğiz. Çünkü Allah bizimle beraberdir ve galip gelmeye başlama zamanı gelmiştir. 20. yüzyıl ateizmin resmen ve alenen pervasızca savunulduğu asır iken, bugün en azılı sosyalistler bile dinlerin karşısında teslim bayrağını açmışlardır. Artık ateizm ilmen iflas etmekle kalmamış, siyasette de silinmektedir. Faşizm ve sosyalizm tarih olmuştur. Türkiye’deki son ateizm denemeleri 28 Şubat ile can vermektedir. Fazla sorun olmamalarını niyaz ederiz.
Batı’nın sömürücülüğü sona eriyor, çünkü;
a) Fabrika sanayiinin yerini parça yan sanayii almaktadır. Normlamanın ortaya çıkması ve büyük işyerlerinin kendi iç sorunları, tekrar küçük sanayiye doğru dönülmeyi zorunlu kılıyor. İlmi ve teknik gelişmeler bunu sağlamıştır. Halk ekonomisi ortaya çıkıyor, bir çarşıda değişik parçaları imal eden küçük sanayi standartlar sayesinde birleşip makine oluyor; uçak oluyor, gemi oluyor. Merkezi büyük işletmeler bunlarla rekabet edemiyor. Çünkü büyük fabrikalarda az kimsenin beyni çalışıyor, çoğu kol kuvveti ile iş yapıyor. Oysa halk sanayiinde kol işi ile beyin birlikte çalışıyor. Bu da sömürü sermayesinin suyunu kurutuyor.
b) Bugün dünyanın her tarafında üniversiteler kurulmuştur ve her devlet eğitime çok önem vermektedir. Kitaplar tercüme ediliyor. Karşılıklı ziyaretlerle teknoloji ve bilgi aktarılıyor. Sömürülmek istemeyen Avrupa dışındaki ülkeler kendi sanayilerini geliştiriyor. Yerli üretime başlıyor, dünya pazarlarına girmeye uğraşıyor. Bu yolda en ileri adımı Türkiye atmıştır. Dünya Türkiye’yi takip ediyor. Mustafa Kemal’in “devletçilik ilkesi” dünyaya örnek olmuştur. Dünyada devletçiliği ilk başlatan Davut Peygamber’dir. II. Abdülhamid girişim yapmış, Cumhuriyet döneminde ilke olmuştur. Bu gelişmeler de “sömürü sermayesi”nin çökmesine neden olmaktadır.
c) Bugün ulaşım ve haberleşme ucuzlamış, kolaylaşmıştır. Bunu Avrupa’nın sömürü sermayesi sağlamıştır. Ne var ki, bu gelişme kendi ölümüne de sebep olmaktadır. Artık halk doğrudan doğruya haberleşme ve taşıma imkanı bulduğundan, Avrupa sömürü sermayesinin pençesinden kendisini kurtarmaktadır. Bu da Batı sermayesinin sanıldığından daha önce yıkılmasına neden olacaktır.
d) Sömürü sermayesine yalnız sömürülen dünya karşı çıkmıyor. Avrupa’daki kilise de bu sermayenin düşmanıdır. Bunun sebepleri de açıktır. Önce ateist bir sermaye olduğu için kilise bu sermayeye düşmandır. Sonra Hıristiyanlar ile Yahudiler arasında dini husumet vardır. Çünkü Yahudiler Hazreti İsa’yı peygamber kabul etmemekle kalmaz, onu tahkir ederler. Oysa Hıristiyanlar, Hazreti Muhammed’e inanmazlar ama onu küçümseyip hakaret etmezler. İşte bu sebeple, kilise sömürü sermayesine karşıdır. Sonra Avrupa ırgat olarak çalıştırılmaktadır. Sömürünün kaynağı Avrupalılara ulaşmamaktadır. Şimdi onlar da kendi emeklerini kendileri değerlendirmek istemektedirler.
e) Yahudiler İsrail Devleti’ni kurmak için önce I. Dünya Savaşı’nda imparatorlukları yıktılar, sonra II. Cihan Savaşı’nda Yahudileri zorla tehcir ettirip İsrail Devleti’ni kurdular. Kendilerine güvenerek müstemlekecilik uygulamasını kaldırıp dünyayı Serbest Pazar hâline getirdiler. Evet, Hitler ve Mussolini yenildi, Japonlar yenildi; ama dünya pazarlarına da girdiler. Almanya ve Japonya da dünya pazarlarında sömürü sermayesinin yanında yarışır oldular. İşte bu gelişme de sömürü sermayesini ister istemez böldü ve dağıttı.
Can çıkmayınca huy çıkmaz. Elbette batı sermayesi sonuna kadar savaşını sürdürecektir. Bizim görevimiz onlara düşmanlık yapmak değil, onların da çıkarlarını düşünerek saldırılarına karşı tedbir almamız olacaktır. Sömürü sermayesinin görevi bitmemiştir. Daha 500 yıl etkisini sürdürecektir. Ancak sömürü sermayesi siyasetini değiştirecektir. Yeni siyaseti iyi anlamanız ve onlara anlatmanız gerekir. Bunu ne kadar önce anlarlarsa; bu onlar için de bizim için iyi olacaktır.
Eskiden dünyadan ham madde alınıyor, Avrupa’ya götürülüyor, orada Hıristiyanlar çalıştırılarak mamul eşyalar dünyaya pazarlanıyordu. Bu mekanizma artık çalışmayacaktır. Çünkü ekonomik değildir. Ekonomik olan, imalatın ham maddenin olduğu yerde yapılmasıdır. Çin’den filizi Avrupa’ya götür, bakır elde et, sonra Avustralya’ya sat. Bu artık olmaz bir iştir. Yapılacak iş; Çin’de bakır imal edilecek, Avustralya’ya sevk edilecektir. İşte bundan dolayı “sömürü sermayesi” sömürü sermayesi olmaktan çıkıp “hizmet sermayesi”ne dönüşmelidir. Yani sermaye emek, teknoloji ve ham maddenin bulunduğu yere gidecektir; bunlar sermayenin bulunduğu yere gitmeyecektir.
Sömürü sermayesi bunu başarabilmek için kendisine dört şeyi yasaklayacaktır:
a) Ülkelerin iç işlerine karışmayacak, ekonomik ve sosyal yapıyı yerinden yönetime bırakacak.
b) Sömürü sermayesi yalnız dış ticaretle meşgul olacak, iç ticarete ve imalata karışmayacak.
c) Din düşmanlığı siyasetini samimi bir şekilde bırakacak, demokrasi ve lâikliğe inanacak.
d) Hükmetme yerine hizmet etmeyi amaçlayacak ve gayri meşru zorlamalardan vazgeçecek.
Bu takdirde bu sermayenin ömrü 500 yıl daha devam eder. Karşısına hiçbir güç çıkamaz. Çünkü bu hususta deneyimi var, imkanları var. Eğer kendi kazanma siyasetinde değişme yapmazsa, başka firmalar türer ve onlar kısa zamanda sömürü sermayesini yok ederler. Bu ilâhi kanundur, kimse değiştiremez. Görülüyor ki, biz hiçbir zaman yıkıcı değiliz. Kimsenin kazancına mâni olmak istemiyoruz. Ama bu bizim korkaklığımız ve beceriksizliğimiz değildir. Bunu herkesin bilmesi gerekir. Tarihimiz buna şahittir.
Şimdi biz, ADİL DÜZENE GÖRE AHŞAP EVLER VE SATIŞ MERKEZLERİ zincirini oluşturmak istiyoruz. Karşımıza sömürü sermayesi ve onların Türkiye’deki işbirlikçileri çıkacaktır. Nelerle karşılaşacağımızı sizlere anlatmak istiyoruz. İzmir’de uygulamalarda yaşadıklarımızı madde madde belirteceğiz. Bu girişi bu sebeple yaptık. Nasıl korunmamız gerektiğini de belirtmeliyiz:
1- Batı kendi sömürü düzenini yürütmesi için yeryüzünde gümrük, vize, pasaport müesseselerini kurmuştur. Böylece halk komşuları ile alışveriş edemez, sömürü sermayesine satar, o da istediği ülkeye istediği fiyatla satar. Böylece dünyadaki ekonomik hareketleri elinde bulundurur. Sermayeye esir yöneticiler devletlerini sömürü sermayesine hizmet etmek için Gümrük Bakanlığı’nı kurarlar, hudut muhafaza orduları bulundururlar, kaçakçılık yapan kendi halkını sömürü sermayesine hizmet amacıyla öldürürler, hapsederler. Bu uygulama bütün dünyayı yoksul ve fakir kılmaktadır. - Buna bir çare bulmamız mümkün değildir. Çünkü sermayeye esir yöneticileri değiştiremeyiz. İç savaş çıkar. İster istemez kadere boyun eğip sömürmelerine sabretmeye devam edeceğiz. Bunun için yapacağımız iş, iç üretimle iç tüketimi yapmamızdır. Mübadele şartı ile sömürü sermayesine mal üretebiliriz. Ham maddeyi ithal eder, işletir, ihraç eder. Burada da son derece dikkat etmeliyiz, asla kredi ile iş yapmamalıyız. Yoksa birden pazarımızı kapatır ve bizi iflas ettirir. Mesela, keresteyi ithal eder, işçilik karşılığı bize kereste verir. Ona bir ev yaparız, o dışarıya satar, ikinci evi biz yapar, biz pazarlarız.
2- Sömürü sermayesi önce kredi açar, sonra da çok kârlı iş verir. Böylece ülkeyi istediği sanayiye alıştırır. Sonra siparişi birden bire keser. Borçlarınızı ödeyemez hâle gelir, iflas edersiniz. Bunu kişilere ayrı yarı uygulamaz, bir sektöre birden uygular. – Çare: Kat’iyyen bankalardan faizsiz de olsa kredi alınmamalıdır. Sermaye kurulacak kooperatiflere halkın tesis, mal, emek ve nakit katkıları ile sağlanmalıdır. Sermaye küçük paylara bölünüp çok ortak bulunmalıdır. Çünkü sömürü sermayesi ortaklar arasına fitne sokar ve dağıtır. Büyük sermaye sahibi ortaklığı mahvedebilir. Oysa küçük sermaye sahipleri sabrederler. Etmeyen olursa, pay verip ayırabilirsiniz. Yine de dikkatli olmak gerekir, cemaatlerin yani tarikatların sermayesinden korkmanız gerekir. Sömürü sermayesi onlara baskı yapar, onlar da toptan baş vurarak ayrılmak isterler. Sırf sizi yıkmakta sermayeye âlet olurlar. Onları ortak ederken, toplu ayrılmalar için sözleşmelere maddeler konmalıdır. Mesela, “ayda %1’den fazla sermaye çekilemez” denir. “Sırası gelene verilecek” denir. O esnada fitne durur ve kendinizi korursunuz.
3- Sömürü sermayesi veresiyeciliği geliştirmiştir. Bankadan parayı çeker, size kredi verir, size sipariş verir, üretirsiniz. Sonra onu veresiye satarsınız. Banka sömürü sermayesine kredi verdiği için başka sermaye de ortada yoktur. Ülkenin bütün işyerleri ve mağazalar dolaylı olarak sömürü sermayesine çalışır. İstediği zaman veresiyeciliği durdurur ve kriz yaratır, istediği zaman veresiyeciliği çoğaltır ve üretim yaptırır. Böylece sömürü sermayesi ülkenin ekonomik ve sosyal yapısını elinde tutar. - Bunun çaresi, “veresiye sistemi”nden “selem sistemi”ne geçmektir. Halk veresiye alıp faiz vereceğine, ön ödemeli sipariş yaparak malı ucuza alması sisteminin getirilmesi gerekir. Halkın elinde para olmadığı için veresiyecilik zorunludur. Ama halk isterse bu tasarrufu yapar. Her ay %10 artırsa, bir senede peşine dönüşür. İkinci senede ise “selem sistemi”ne geçer. Bizim yapacağımız, ortaklarımızı israftan kurtarıp tasarrufa alıştırmamız gerekir. Çalışanlarla anlaşmalar yaparken zorunlu %10 tasarrufu sözleşmeye koymalıyız, “bunu ancak ayrıldığın zaman alabilirsin” demeliyiz. İki aylık alacağı doğduktan sonra ortaklığımızın “kredi kartı”nı vermeliyiz. Mağazalarda onunla alışveriş yapmayı sağlamalıyız. Halka ön ödemeli siparişteki kazancı satış merkezlerimizde göstermeliyiz.
4- Sosyal sigorta müessesesini kurmuştur. Böylece halkın elinden satın alma gücünü azaltarak borçlandırmaya zorlamakta, faiz yoluyla sömürmektedir. Ayrıca sigorta ile hayatlarını garantiye alan kadın ve erkek evlenme ihtiyacını duymamakta, çocuk yapmamaktadır. Ateizmle cinsi ilişkiyi de serbest hâle getirince, sermaye “aile sorunu”nu çözmüştür. Çünkü aile topluluğun temel dayanağıdır. Aile müessesesi bozulmuş halk artık bir yığındır. İstediğin gibi onları çalıştırabilirsiniz. Sigorta sayesinde serbest teşebbüsü öldürmüştür. Herkes işçi olmak, memur olmak istiyor, bağ-kur da altından kalkılamayacak bir çöküntü meydana getirir. – Buna çare, kooperatifteki dayanışma olacaktır. Çalışanlar kooperatifin işçisi olacaklardır. Kooperatif çalışanları kendi istedikleri kadarı ile sigorta edecektir. Artan kısım kooperatifin kârı ve zararı olacak, ortaklara katkıları nisbetinde bölüştürülecektir. Çalışamayanlar da sigortalı olmaya devam edeceklerdir. Kendi hesaplarından vergi ve sigortaları ödenecektir. Emekli olmayanlara kooperatif “çalışma kredisi”ni verecek, emekli olanlardan bu krediyi kesecektir. Emekli olanlara da kredisiz işler verilecektir. Ayrıca, kooperatifte kıdem tazminatına karşılık paylar ayrılarak evler yapılacaktır. İşten ayrılanlara bu ev verilecektir. Emeklilik geliri yetmeyenlerden kooperatif taksit taksit geri alacaktır. Öldüğünde, kalan kısım mirasçılara verilecektir. Kooperatif “sağlık vakfı” kuracak, 1000 dolar veren hayat boyunca parasız tedavi edilecek, sağlığına bakılacaktır. Hâsılı, kooperatif mevzuata uygun olarak ortaklarının sosyal güvencesini aidatsız gerçekleştirecektir.
5- Vergi: Sömürü sermayesi ülkelere öyle ağır vergi sistemini uygulatmaktadır ki halkın onun altından kalkması mümkün değildir. Halk, bir iş yapabilmesi için vergi kaçırmak ve suç işlemek zorunda kalır. Bu da devamlı olarak küçük firmaları iflas ettirir. Bütün işlerden sömürü sermayesinin haberi vardır. İhbar ve şikayet teşkilatı vardır. İstediği zaman istediği kimselere devleti saldırtır. İhbar ve şikayetler yaptırır, görevlileri harekete geçirir. Bunun zararı yalnız şikayetlerdeki görevlilerin saldırması değildir. Böylece firmalar sağlıklı muhasebe tutamamaktadırlar ve firmalar oluşmuyor. Ortaklar birbirine hesap vermemektedirler. Dolayısıyla sömürü sermayesinin hizmetçisi olmayan her sermaye iflasa mahkum oluyor. - Bunun çaresi, nakit ortaklığı yerine ayın ortaklığı tesis etmektir. Fıkha göre şirketler kurmaktır. Mülk ortaklığı, mal ortaklığı, emek ortaklığı ve dayanışma ortaklığı ayrı ayrı oluşturulacaktır. Hesaplar doğru tutulacak ama firmalar vergiye ezdirilmeyecektir. Bunu yapabilmek için çok iyi mevzuat bilgisine sahip olmak ve vergi maliyesini iyi bilmek gerekir. Oluşturulacak maliye ve hukuk bürolarını çalıştırıp bu hususta devlet görevlilerini, bakanları, meclis ve mahkemeleri harekete geçirmektir. Bunlardan sömürü sermayesine âlet olanlar çok azdır. Savunma iyi yapılırsa devlet sizin yanınızda olur. Biz bunu İzmir’de Akevler Kooperatifi’nde denedik. Sömürü sermayesini yendik ve 4 milyon dolarlık fabrikayı iflastan kurtardık.
6- Sömürü sermayesinin en büyük silahı kağıt paradır. Kendisi Merkez Bankalarına kağıt paraları bedava olarak bastırır ve onları altın pahasına dünyaya kredi olarak verir. Milyarları çalıştırır ve yine o para ile istediği fiyatla satar. Böylece herkes ona çalışır. Doları kendisi elinde bulundurur, diğer paraları dolara bağlar ve enflasyon yaptırır. Dolayısıyla masa başında bütün dünyadan zahmetsiz vergi alır. Elinizde bir milyonunuz varsa, değeri her hafta en az %1 düşmektedir. O akşam sömürü sermayesine vergi öderiz. Ordusuz, devletler üzerinde devlettir. Bunun zararı, yalnız vergi ödememizle kalsa, sabreder yaşarız. Devlet enflasyonu kazanç kabul ederek bizden vergi almakta, kaldıramayacağımız yükü yüklemektedir. Ayrıca enflasyon fiyat ve ücretlerde anarşi meydana getirmekte ve tüm ekonomik faaliyeti felce uğratmaktadır. Kendileri aldıkları kredilere faiz ödeme şöyle dursun, enflasyondan dolayı üste almaktadırlar. Böylece enflasyondan doğan vergiler devlete değil de sömürü sermayesine gitmektedir. – Çare. Enflasyondan korunmak için birinci çare şudur: Her türlü ödemeler Türk Lirası ile yapılacaktır. Böylece milli paralar korunacaktır. Ama her türlü borçlanmalar altın, demir, buğday ve toprak fiyatları esas alınarak “kaydi para” ile yapılacaktır. Yani, borçlanıldığı günkü altın miktarı ödeme tarihindeki TL değeri ile ödenecektir. Enflasyonun vergi ezmesinden kurtulmak için “Ön Ödemeli Sipariş Sistemi”ne geçilecektir. Bunu yaygınlaştırdığımız zaman enflasyonun özel ve resmi etkisi ortadan kalkar.
7- İş güvenliği de sömürü sermayesinin temel silahlarından biridir. Güya halkın güvenliğini sağlamak için küçük müteşebbislerin ortadan kalkmayacağı tedbirler istemektedir. Devletin kendi fabrikalarında uygulayamadığını bir tamirciden istemektedir, bir bakkaldan istemektedir. Sömürü sermayesi dışında bu işi başaramadıkları için resmi görevliler tarafından devamlı taciz edilmekte ve kapanmalarına sebep olunmaktadır. - Çare: Kooperatif bu tür tedbirleri dayanışma içinde alacaktır. Alınmayanların üzerine yürünür ve para cezasına çarptırılırsa, bunu kooperatif dayanışma içinde karşılayacaktır. Bu husus Türkiye’de en az etkili olmaktadır.
8- Rüşvet sömürü sermayesinin en etkin silahıdır. Devlet grevlilerini az maaşla enflasyon içinde ezdirmektedir. Devlet görevlisi rüşvet almak zorunda bırakılmaktadır. Rüşvet almazsa, birtakım iftiralarla onu devlet memurluğundan etmektedir. “Gericilik” ve “bölücülük” hikâyeleri budur. Yani, rüşvet almayan ve yolsuzluk yapmayan görevliyi görevden uzaklaştırmak için eline iki kılıç almaktadır. Namaz kılıyorsa “gerici”dir; namaz kılmıyorsa “bölücü”dür. Rüşvet vermezseniz, ağır mevzuat ve vergi içinde ezilirsiniz; verirseniz, yakalanır hapse gidersiniz. Hâsılı, sizin için bir iş yapma imkanı yoktur, sömürü sermayesinin emrine gireceksiniz. – Çare: Devlet görevlilerine kooperatif ortaklıklarında kolaylık göstermeliyiz. Kooperatifle görev ilişkisi olmayan görevlileri ortak etmeliyiz, ödemelerde kolaylık sağlamalıyız. Böylece onları rüşvet almaktan kurtarmış oluruz. Rüşvet almadığı için “gerici” veya “bölücü” iftirası ile görevden olanlara iş kurması için faizsiz krediler tanımalıyız. Gerçi sömürü sermayesi bunları dışarıda da takip etmektedir, ancak mevzuata aykırı değildir. Gerçek bölücü ve gerçek gerici olsa bile, hiç bir mevzuatta ona kredi vermeyeceksin, onu işe almayacaksın maddesi yoktur. Tam tersine, mevzuat bunları işe yerleştirmek ister ki bu eylemlerinden vazgeçsinler.
9- Mevzut bolluğu ve sık sık değiştirilmesi. Sömürü sermayesi şeriata karşıdır. Çünkü şeriat binlerce yılın denemeleri ile oluşmuş, gerek olmadıkça değiştirilmeyen mevzuatı getirmiştir. Oysa şimdi şeriat kalkmış, ekseriyet sistemi getirilmiştir. Meclisteki üç-beş kişiyi satın alan sermaye istediği kanunu meclisten geçirmektedir. Bunu sık sık da değiştirmektedir. Mevzuat çokluğu ile şunu sağlamaktadır. Mevzuatta her çeşit madde olduğu için kendi lehine hangisi ise basının baskısı ile kendisine onu uygulatmaktadır. İstediği kimselere de karşı tarafın aleyhine madde uygulatmaktadır. İhbar mekanizması ile bunu istediği zaman kullanmaktadır. Bu yalnız mevzuatın sermaye lehine işlemsini sağlamakla kalmamaktadır. Aynı zamanda hukuk düzenini de alt - üst etmektedir. Her çeşit maddenin bulunduğu mevzuatta hiçbir madde yokmuş gibidir. Çünkü kimse bu mevzuatı bilme gücüne sahip değildir. – Çare: Kooperatif hukuk büroları kurulmalıdır. Mevzuat sistematik bir şekilde incelenmeli ve bilinmelidir. Savunma giderleri kooperatifçe karşılanmalı ve hukukun eşitlik ilkesi içinde uygulanmasına imkan verilmelidir. Sayın Erbakan, beş sene önce yaptığı konuşmalar sebebiyle mahkum oldu. Bu doğru olabilir. Ancak beş sene önce dava açılması gerekirken, şimdiye kadar bu bandı bekletenler de suç işlemiştir. Onların da cezalandırılması gerekir. Bunun için cesur avukatlar bu tür görevlilerin üzerine yürümelidirler. Mevzuatın herkese eşit şekilde uygulanmasını sağlamalıdırlar. Yani, biz sömürü sermayesi ile makroda mücadele edemeyiz. Çünkü o gücümüz yoktur. Ama organize olursak, mikroda onlardan daha iyi savaş veririz. Çünkü biz halkız, çoğuz, her yerde varız; oysa o uzaktan kumanda etmektedir.
10- Sömürü sermayesinin onuncu silahı modadır. Halk zenginleri ve makam sahiplerini taklit eder. Bugün makam sahipleri de zenginlerin avucundadır. İlim, hatta din adamları da onun oyuncağı hâlindedir. Sömürü sermayesi bu silahı kullanarak istediği modayı üretebilmektedir. Malları kötü de olsa satılmakta, senin malın iyi de olsa demode olduğu için satılmamaktadır. Her yıl modayı da yenilemekte, böylece ekonomik sömürüyü elinde tutmaktadır. Son modeli alanlar üst sınıf olmaktadırlar. İnsanların değerleri giydiği elbise ve bindiği araba ile ölçülmektedir, Ekonomiyi israf üzerine oturtmuştur. - Bizim için en zor yenilecek husus bu olacaktır. Biz çok güzel ve kaliteli Ahşap Evler yapacağız; ama sömürücü sermaye dudak bükecek, o evlerde oturanları aşağı sınıf olarak görecektir. Dolayısıyla kimse bizim yaptığımız evlerde oturmak istemeyecektir. Biz market açacağız; ama bizim market ne kadar iyi ve ucuz olursa olsun aşağı sınıf kabul edilecek ve bizden alış-veriş etmeyecekler. Bizim en büyük çıkmazımız budur. “Akevler”in ekonomideki başarısızlığı buradan kaynaklanmaktadır. Biz Müslümanız diye Müslüman olmayanlar gelmediler; Müslüman cemaatler de kendi cemaatlerini dağıtmasınlar diye katılmadılar, katılanları çıkardılar. Biz Erbakan’ın partilerini bütün gücümüzle destekledik, bu partiler ise bütün güçleri ile Erbakan’ı bizden uzak tutsunlar diye kösteklediler. İşte bu çaresizlikler içinde 30 yılımızı doldurduk. – Çare: Sabırdır.. Sabırlaşmaktır... Dayanabilmek.. Dayanışmaktır... Ülkemizde 70 milyon insan vardır. Bunların çoğu sömürü sermayesinin pençesine düşmüştür. Çoğu tarikatların esiridir. Ama hâlâ ekonomide serbest, dinde hür insanlar vardır. Vardır ki, Türkiye’de halk ekonomisi gelişiyor. Türkiye dünya pazarlarına açılıyor. Yeter ki biz kendimizi ve ailemizi bu moda saldırısından kurtaralım. Göreceksiniz, moda mağdurları yanımızda yer alacak ve çok kısa zamanda çoğunluk yanımızda olacaktır. İzmir’de şimdi Akevler Modası oluşmuştur. Akevler’deki kiralar çevredeki kiraların iki misli pahalı. Oysa ilk kurulduğumuz günlerde çok yakınlarımız hanımlarını getiremedikleri için hâlâ Akevler’in dışında oturuyorlar. Ama Akevler’in kendi cemaati oluşmuştur. Bir ara ilâhiyat hocaları bize saldırdılar, “kooperatifi şeriatla idare ediyor” diye devlet güvenlik mahkemelerine imzalı şikayetlerde bulundular. Ama biz galip geldik. 163 kalktı. Şimdi onlar da serbest. Ayrıca Akevler sayesinde ekonomik güçleri arttı. Artık ‘atılırız’ diye korkuları yoktur. İşte biz bunu istiyoruz. Emrimizde olan vatandaşları değil, hür vatandaşları görmek istiyoruz. Moda saldırısını bertaraf eder, dikkatli davranırsak onları yeneriz. Moda oluşturmanın belki de tek silahı reklamdır. Biz modaya dayanarak değil, israftan kaçarak varlığımızı sürdüreceğiz. Onun için bizim reklama ihtiyacımız yoktur, bize yararı da olmayacaktır. Şimdi Ahşap Evler yapıyoruz. Ortaklarımızı reklam yaparak bulamayız, anlatmakla buluruz. Parti bunun semeresini aldı. N. Erbakan her toplantıda “Kaç üye kaydettin?” diye teker teker sorardı. Biz de “Kaç ortak buldunuz?” diye size soracağız. Siz kaçmazsanız bu iş başarılacaktır. Kaçarsanız, Allah sizin yerinize başkalarını gönderir.
11-
بسم الله الرحمن الرحيم
ولا يشرك (تشرك) في أمره أحدا سورة الكهف 18/26
و اتل ما أحي اليك من كتاب ربك لا مبدل لكلماته و لن تجد من دونه ملتحدا 18/27
KEHF SÛRESİ – 27 ve 28. ÂYETLER
OKUMA/ TİLÂVET EMRİ
Kur’an okumamızı istemektedir. Arapçada okumak iki şekilde ifade edilmektedir: Biri “KIRAAT” diğeri “TİLÂVET”tir. Kıraat ile tilavet arasındaki farkları şöylece ifade edebiliriz:
Karaa, Karya kökünden gelmektedir. Suların toplanıp biriktiği yer anlamına gelen “karye” bellekte biriken sözler olup, daha çok lâfızlarını içermektedir. Tilâvet ise atın kuyruk kısmına denmektedir ki birisinin peşine gitme kökünden gelmektedir. Kıraat, lafızları okumadır. Tilâvet ise ona uyulması için okumadır. Yani daha çok mânâsı için okumadır. Kıraat, lafızları aynen tekrar edip konuşma dilinde ne anlaşılması gerekirse onu anlamadır. Oysa tilavet, okuyup üzerinde düşünmek ve kastedilen mânâyı anlamaktır.
Kıraat ile tilâvet arsındaki fark, kıraatta kendi kendine kendin için okumadır. Oysa tilâvet başkasına başkasının anlaması için okumadır. Başkasına sözleri duyurmanın yanında mânâsına da ulaştırmadır. Ay güneşi tilavet ediyor. Yanı ay güneşin ışığını bize yansıtıyor anlamındadır. “Kamer onu (güneşi) tilâvet ettiğinde” âyeti bunu ifade ediyor.
Biz bugün Kur’an’ın tilâveti üzerinde duracağız.
Âyetin mânâsına geçmeden önce, Kur’an namazı emretmiştir. Kur’an’ın dört adı vardır: Kur’an, zikr, kitab ve furkan. Zikr, okuyup mânâsını konuşma diliyle anlamadır. Furkan, tanımlar yapıp içtihatla Kur’an’dan hükümler çıkarmaktır, mantık diliyle anlamaktır. Kitap, yazılı metindir. Namazda kıraat ve zikr emredilmiştir. Kitabı okumak veya içtihat yapmak namazda emredilmemiştir. Kıraat namaz içinde olacaktır. Tilâvet, namaz dışında namazla birlikte yapılacaktır. Tilâvet zikirdir. Bununla ilgili emirler şöyledir:
1) “Rabbinin kitabından sana vahy olunanı tilâvet et. Onun kelimelerini değiştirecek yoktur. Onun dışında başkaca tutunacak bir şey bulamazsın.” (18/27) “Seninle beraber sabah akşam Rablarına dua edenlerle beraber nefsinde sabret. Onlardan gözlerini ayırma.” (18/28) Burada Kur’an’ın tilaveti emredilmekte, arkasından sabah akşam cemaatle kılınan namazlara işaret edilmektedir.
2) “Rabbinin kitabından sana ne vahyolunmuş ise onu tilavet et ve namazı kıl. Namaz kötülüklerden ve fenalıklardan korur. Allah’ın zikri en büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilmektedir.” Burada da namazla tilâveti birlikte emretmektedir. Namazı zikirle ifade ederek mânâsını anlamadan okumaktansa, mânâsını anlamanın daha büyük olduğunu söylemektedir. Yani, namazda Kur’an farz olduğu gibi namazın arkasında veya namaza başlamadan önce Kur’an’ın mealini okumanın daha yüce olduğunu belirtmektedir.
3) “Allah’ın kitabını okuyan, namazı kılan ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden harcayanlar tükenmez ticaret içindedirler.” Burada kitabı önce okuyan sonra namaz kılan birlikte zikredilmiştir.
4) “Namazı kaza ettiğinizde kıyamda, kadede ve yaslanarak Allah’ı zikredin. İtmi’nan olduğunuzda namazı kılın.” Allah’ı zikretmek demek, O’nun kitabının mânâsını düşünmek demektir. Bu âyet abdest alma gibi namazdan evvel Kur’an’ın mânâsı üzerinde konuşmamız gerektiğini, bunun şart olduğunu ifade etmektedir.
Müçtehitler namazda mânasını anlayarak Kur’an’ın okunması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Mânâsını bilmediği bir Kur’an yerine meali ile namazın kılınmasını yeğleyenler olmuştur. Ebû Hanife bunlardandır. Sonraki fakihler mealin Kur’an olmadığında ittifak ederek Ebû Hanife’nin bu kavlini kabul etmemişlerdir. Ben de bunların görüşlerine katılıyorum. Ancak ben namaz kılmadan önce Kur’an’ın mealinden bir şeyler okunmalıdır veya biri sûrelerden birinin mealini vermelidir. Yukarıda belirtilen âyetlerden bu farz açıkça ortaya çıkmaktadır. O halde şu hükmü ortaya koyuyoruz: “Farz namazları kılmadan önce sünnet namazı kılmak Araplar için geçerli olabilir. O da zikirdir. Ancak Arap olmayanlar ve Arapçayı bilmeyenler için sünnet namazı kılma yerine Kur’an’ın mealinden bir parça okumaları gerekir. Meal üzerinde müzakere etseler daha iyi olur. Hazreti Peygamber Arap olmayanlara namaz kıldırmamıştır. Bu sebeple bu âyetlerdeki emirleri uygulama bize aittir. Âyete uymak bid’at değildir. Bize itiraz edecekler diyecekler ki; hem sünnet kılınsın, hem de meal okunsun. Tek başlarına ibadetlerde isteyen istediğini yapsın. Ancak cemaatlarda artırmak eksiltmek kadar günahtır. Namazlar çoğaldıkça insanlar bıkıyorlar veya işten alıkonuyorlar dolayısıyla cemaata gelmekten vazgeçiyorlar. Oysa beş vakit namaz cemaatla kılmak farzdır. Bugün kıldığımız namazlar bu sebepledir ki sahabelerin kıldığı namazların yüzde birler derecesindedir. Dünyada da âhirette de o kadar yararları olmaktadır. Kur’an’da namaz şöyle yapar, namaz böyle yapar, deniyor ama bizde yapmıyor. Yapmıyor çünkü biz Kur’an’ın emrettiği ve peygamberin kıldığı gibi namaz kılmıyoruz.
Şimdi bir âyeti size furkan olarak yani hükümleri ile açıklamak istiyorum:
و Va: Atıf harfidir. Cümleyi daha önceki cümleye bağlar. Daha önce pek çok emir ve nehiyler geçmiştir. Biz en yakınına atfediyoruz. “Hükmünde ona kimseyi ortak etme.” Nehyinden sonra gelmiştir. (Bu mânâ “Yuşrikü” yerine “Tüşrik” kıraatına göre verilmiştir. Cumhurun kıraatına göre hükmüne kimseyi ortak etmez şeklinde tercüme edilir.) Her şeyi Allah yapmıştır. O hükmetmiş ve ‘ol’ demiş, o da olmuştur. Kötülük de iyilik de O’ndandır. Geçmişi ele alıp de irdeleyerek onu bunu çekiştirme. Birisi kötülük yapmışsa, yapabilmiş ise; Allah’ın ona izin vermesi ile yapmıştır. İzin vermesinin sebebi bizim eksikliğimizdir. Bizim onu düzeltmemiz içindir. Yapanlar yaptıklarının hesabını kendileri verirler. Biz bizim işimize bakmalıyız. 28 Şubat’ta Kur’an Kursları kapatılmış, İmam Hatip okulları felç edilmiştir. Yapanlar kendi günahlarının hesabını kendileri vereceklerdir. Bizi ilgilendirmez. Ama, bizde bir eksik vardı ki Allah onlara bu işleri yapmaya izin verdi. Acaba eksiğimiz ne idi? Onu düşünmemiz ve kendimizi düzeltmemiz gerekir. Yoksa Allah’ın hükümlerine 28 Şubatçıları ortak etmiş oluruz. Eksiğimiz ne olabilir? Kur’an’ı mânâsını anlayarak okumuyoruz, İslâmiyet’i uygulayarak yaşamıyoruz. Kur’an’ın sadece sözlerini ezberliyor ve okuyoruz. İslâmiyet’i de 1000 yıl önceki içtihatları öğrenmekle yetiniyoruz. O günkü içtihatlar bugünkü sorunlarımızı çözmediği için uygulayamıyoruz. Din hayali birtakım varsayımlardan ibaret kalıyor. Osmanlı İmparatorluğu bundan yıkıldı. Cumhuriyet döneminde Müslümanların başlarına bundan dolayı gelenler geldi. Bununla ben 28 Şubatçıları ve ondan öncekileri ibra etmiyorum. Onlar kendi hesaplarını kendileri vereceklerdir. Niyetlerine göre cennete veya cehenneme gideceklerdir. Kimin ne niyet taşıdığını da yalnız Allah bilir. Bizim görevimiz onları muhakeme edip ceza kesmek değildir. Buna da yetkimiz yoktur. Biz kendi eksikliklerimizi gidermeye çalışalım. İşte Allah bu hükmü ortaya koyduktan sonra ne yapmamız gerektiğini bundan sonraki âyette açıklamıştır. “Ve” harfiyle de oraya atıf yapmıştır. “Va” harfinin özelliği, iki şeyi birbirine bağladığında ikisi arasında bir ilişki olmasıdır. Ama ikisi aynı olmamalıdır. Demek ki Allah’ın işine başkalarını ortak etmemekle Kur’an’ı tilâvet etmek arasında ilişki var ama birbirinden farklıdır. Bir tarlayı ekmek için önce dikenlerden ve çalılardan temizlemeniz gerekir. Sonra da tohum atar büyütürsünüz. Kur’an’ı okuyup anlamağa başlamadan önce Allah’ın işlerine başkalarını karıştırıp şirkten uzaklaşmamız gerekmektedir. Aradaki ilişki budur. Diğer taraftan “Va” sırayı veya bitişikliği ifade etmez. Yani, Allah’ın işlerine başkalarını karıştırmakla, Kur’an okumanın öncelik ve sonralığı yoktur. Biz şirki attıktan sonra Kur’an okumaya başlarız veya Kur’an okumaya başlayarak şirki atarız. Yani, “önce şirki atalım sonra Kur’an okuyalım” diyemeyiz; ikisini birlikte götürmek zorundayız. Bakınız bir “Va” harfinden ne mânâlar çıkmaktadır. İşte böylece fıkıh usûlü kuralları ile Kur’an’ı anlamaya çalışmak “Furkan”dır. Cumhurun kıraatine göre ise; “Sen ona buna bakma, Rabbin kimseyi işine karıştırmaz, sen sana vahyolunanı tilâvet et” olur.
تلي TeLeVe: Atın kuyruk tarafıdır. Bineğin arkasına binmek demektir. Arabanın şoförü var, aradaki binicileri var. Şoför arabayı gideceği yere götürür. “Kur’an’ı tilâvet etmek” demek, Kur’an arabasının şoförlüğünü yapmak demektir. Bir arabaya bindiğiniz zaman onu bir şoför götürür. Kur’an arabasına binmiş isek onu bir imam götürür. Arabayı usûlüne göre sürmekle mükelleftir. Araba yolcuların gideceği yere gitmelidir. Kur’an’ı tilâvet eden de doğru mânâlar verebilmeli ve Kur’an’ı dinleyenlerin arzuladıkları hedefe götürmelidir. Buradaki emir şoföredir, imamadır. Ama ikinci âyette imamın cemaata karşı görevleri anlatılmakta, gözlerin onlardan ayrılmaması gerektiğini bildirmektedir. Şimdi size İslâm düzeninde teşkilatlanma hususunda bir bilgi vereyim:
1) Bir merkez kişi vardır. Bu imamdır. Kişi kendi başına kalmışsa kendisinin imamıdır.
2) 10’a yakın cemaat oluşacaktır. Bunlar imamın etrafında toplanan ve birlikte beş vakit namaz kılan kimselerdir. Bunlara “mukarrebûn, sâbıkûn, evvelûn, mücahidûn” denmektedir. İmam yalnız bunlarla istişare eder. Bunları kimse atamaz. Bunlara beş vakit namaza devam etmekle kendi kendilerini atarlar. Sabah namazına kim önce gelir safa oturursa o evvelûndur, mukarrebûndur, sâbıktır.
3) Bunlar etrafa yayılarak İslâmiyet’e dâvet ederler ve İslâm cemaatı oluşur. Bunlar Cuma cemaatıdır ve yemin ashâbıdır. Sağ halkıdır. Sâbikûnlara tâbi olanlardır.
4) Dördüncü grup ise, bunlar Kur’an’a inanmayabilir, İslâm’ın inançlarına katılmayabilirler, ancak ashâb-ı yemin aracılığı ile işbirliği içinde olurlar. Böylece merkez etrafında bir hâle oluşur. Merkezde başkan, etrafında mukarrabûn, etrafında ashâb-ı yemin, etrafında müellefûn.
Bundan sonra gelen âyet burada mertebe silsilesine uyulmasını emrediyor. Yani imam yemin ashâbı doğrudan iş yapmaz, yemin ehli de doğrudan müelleflerle iş yapamaz. Elektrikteki trafo gibi ilişkiler kurulur. “Sen tilâvet et” deniyor. Buradaki muhatap yani sen kimdir. Çoğu buradaki “sen” “Hazreti Muhammet”tir diyorlar. Kur’an’da “sen” Hazreti Peygamber’e özel olarak yalnız birkaç yerde hitap etmektedir. “Sen”in dört mânâsı vardır:
1- Ey kişi olarak sen insan, anne - babana ‘uf’ bile deme. Bu emir peygambere olamaz, çünkü onun anne babası çocukken ölmüşlerdi.
2- Ey müçtehit olarak sen insan. Çünkü herkes içtihat etmekle ve içtihadına göre amel etmekle yükümlüdür. İçtihat etmediği hususlarda bir müçtehide tâbi olacaktır. Ama müçtehidini kendisi seçeceği için yine de içtihat etmiş olacaktır. Seçerken içtihat edecektir. İşte “Ke”nin ikinci mânâsı bu mü’min muhataptır. Peygamber bu vasfıyla “nebi”dir. Yani, ilk müçtehittir. Ne var ki, o vahiy aldığı için içtihadında ya hata yapmamıştır, yahut hata yapsa bile Allah tarafından düzeltilmiştir. Biz ise içtihatlarımızda hata ederiz.
3- Ey imam, başkan demektir. İnsanlar topluluk halinde yaşarlar. İki kişi bir araya gelince biri imam olur. İmamın topluluğa karşı görevleri vardır. Yetkileri vardır. Kur’an bazı yerlerde; “sen ey başkan böyle yap, şöyle yap”denmiş olur. İlk başkan Hazreti Muhammed’dir, resuldür. Demek ki “müçtehitler” “Nebi Muhammed”in yerindedirler, “başkanlar” da “Resul Muhammed”in yerindedirler. Başkanlar da iki derecededir. Biri, toplulukların başkanı olmaktır. Mekke’de Hazreti Muhammed böyle bir başkandı. Diğeri de, silâhlı güce sahip komutan başkanlardır, ki Medine’de böyle bir başkan idi. Bu âyette Mekke’deki başkanlar da dahil olmak üzere hitap edilmektedir.
4- Doğrudan Muhammed’e hitap vardır. Bu çok azdır. Zeyd’den boşandıktan sonra “Biz seni Zeynep ile evlendirdik âyeti buna misaldir. Bir de, “zevcelerin mü’minlerin anneleridir.” Buradaki kişi Hazreti Muhammed’dir. Maamafih her ikisinde de genellik vardır. Zeynep de mü’minlere örnek olsun demesi, Hz. Peygamber’e emredilen her şey bütün mü’minlere emredilmiş olduğunu belirtir. Başkanların dul kadınları ile öldükten sonra o bucakta evlenmeleri men edilmiş olabilir. Bu takdirde de bu “sen” yine çok az kullanılır. Cebrail’in Kur’an’ı yalnız Muhammed’e öğrettiği kesindir. Bizim kalbimize ise kurralar indirmiştir. Burada “kalb” “beyin” demektir. Kalb, merkez demektir. Sinir merkezi de olabilir, kan merkezi de olabilir. İnsanda iki kalb vardır. Bunu “Kulubeküma”dan öğreniyoruz. “İkinizin ikiden fazla kalbiniz” denmektedir.
Demek burada emredilmiş olan tilavet emri her mü’min için geçerlidir. Cemaat oluşturmadan herkes kendisi kendi başına tilavet edecektir. Cemaat oluştuktan sonra imam meali okuyacak, cemaat da dinleyecektir. Müzakere edeceklerdir. Burada tilavete denmiştir. Yani emir sigası kullanılmıştır. O halde Kur’an’ı tilâvet etmek veya tilâveti dinlemek her mü’mine farzdır. Çünkü emir siğası farzlığı ifade eder. Oruç nasıl farzsa, Hac nasıl farzsa, Kur’an’ı tilâvet etmek de farzdır. Namaz kılınacak, secde, kıyam, kıraat olunacak, bir de Kur’an’ın meâli namaza başlamadan önce tilâvet edilecek. Mânâsı üzerinde düşünülecektir. Bu farzdır. Hele Arap olmayanlara kesin olarak farzdır. Tilâvet, peşinden gitmek anlamındadır. Bu takdirde sana ne vahy olunuyorsa onu uygula yani Kur’an okurken içinden ne geliyorsa ne anlıyorsan ona uy, ona göre hareket et anlamındadır. İşte mü’min olmak demek devamlı Kur’an’ı tilâvet ederek ondan anladıklarına göre hareket eden kimse demektir.
ما Mâ: İsm-i mevsuldür. Sana vahyolunanı deniyor. Arapçada bu mânâyı ifadede dört kelime kullanılır:
a) İsm-i fail veya mef’ul kullanılır. Metluv şeklinde seni bu da nekire olabilir. “Utlu Metluvven” denmiş olsaydı, bilinmeyen bir vahyi bilinmeyen şekilde tilâvet et olmuş olur.
b) “Utlu el Metluvva” şeklinde söylenebilirdi. Yani ism-i mef’ula harf-i tarif getirilirdi. Bu takdirde bilinen bir şeyi bilinmeyen bir tarzda tilâvet et anlamı çıkardı.
c) “Utlu ellezi Uxıye İleyKa” de denebilirdi. Bu takdirde bilinen bir vahyi bilinen bir şekilde tilâvet mânâsı çıkardı. Bunlardan hiç birisi söylenmemiştir.
d) “Mâ Uxıye İleyk” denmiş, burada bilinmeyen bir vahyin bilinen bir şekilde tilâvet edilmesi emredilmiştir. İşte buradaki “mâ” bize gösteriyor ki buradaki vahiy Kur’an’ın lafzı değildir. Nekiredir. Herhangi bir vahiydir. Peygambere olan vahiy değil insana içtihat ederken gelen vahiydir. Yani mânâsıdır. Herkes Kur’an’ı okur ve bir mânâ anlar. Eğer bu okumada samimi ise yani Allah ne söylüyorsa ben onu anlayayım diyorsa Allah da ona doğru mânâsını vahy eder. “Nefse fücuru da takvayı da ilham etti” âyeti ile “Biz bizim için cihat edenlere mutlaka yolumuzu gösteririz” âyeti göz önüne getirilirse, buradaki sana vahy olunanın ne olduğu anlaşılır. Ne var ki, vahy olunan nekiredir, ama vahy marifedir. Yani Allah’ın mü’mine olan ilhamıdır. Kur’an Allah ile insan arasında irtibat sağlayan bir araçtır. Bir televizyon ekranıdır. Kur’an’a baktığımız zaman Allah ile konuşmuş oluruz. Biz düşüncelerimizi, sorularımızı beynimizden geçiririz, o da bize vahiy veya ilham yoluyla cevabını verir. Her rekatta fatihada bu mükâlemeyi tekrarlarız. “Bize doğru yolu göster” deriz, O da bize gösterir. Sûreleri okurken gösterir.
وحي VaXY: VaXY bir şeyi anlatmak için konan işarettir. Mesela, yolun kenarına bir kurt resmi yapsanız, gören buralarda kurt tehlikesi vardır şeklinde anlar. İşaretten farkı, işarette mânâsı önceden bilinmektedir. Vahiyde ise işaretin mânâsını kişi düşünerek çıkarmaktadır. Kur’an’ın mânâsını biz daha önce öğretilenlere göre değil o anda düşünerek anlarız. Fıkıhta daha önce belirlenmiş kurallara göre mânâ çıkarırız. Oysa vahiyde o anda aklımızla koyacağımız bir kuralla mânâlandırırız. Bu sebepledir ki vahiy içtihattan farklıdır. İçtihatta başkalarından yaralanıyorsun, onların verdiği mânâları veriyorsun. Oysa vahiyde Kur’an’ın o anda sana gelen ilhamla Kur’an’ı anlıyorsun. Allah bize vahye kulak vermemizi istemektedir. Yani bir mesele üzerinde gerekli çalışmalar yaptıktan sonra Kur’an’ın âyetlerini okuyacak, o esnada içimize ne doğarsa onu anlayacağız ve anlatacağız. Mahkeme bütün belge ve bilgileri toplar, sonunda içinden bir ses ona şuna karar ver der, o da ona karar verir. İnsan da herhangi bir hüküm vermeden önce tüm araştırmaları yapar ve sonra devamlı Kur’an tilâvet ettiği için beyninde şimşek gibi çözümler çıkar, işte sen onu tilâvet et diyor Kur’an.
BU söylediklerimi sizin anlayabilmeniz için devamlı olarak Kur’an’ı tilâvet etmeye başlamanız gerekir. İlkin acemilik dönemi vardır. Bir anlamazsınız, size ilhamlar gelmez. Ama değişik mealleri devamlı okursanız, ara sıra tefsirlere bakarsınız. Yavaş yavaş artık Kur’an’ın dilini öğrenmiş olursunuz. Arapça bilmeseniz de öğrenmiş olursunuz. Önce Kur’an’ın meâlini sonra âyet âyet Kur’an’ın lâfzını okursanız artık Arapça bilmeseniz de Kur’an’ı anlamaya başlarsınız. Yani artık Allah size ilham etmeye başlar. Yani Allah’la direkt irtibat kurmuş olursun. Aracı artık Kur’an’dır.
Burada vahiy kelimesi meçhul olarak kullanılmıştır. Yani Allah ne vahy etmişse değil de ne vahy olunmuşsa sözü kullanılmıştır. Bu Kur’an’ın bâtınî mânâlarına göre değil de fıkhî mânâlarıyla anlaşılması gerektiğini ifade etmek içindir. Çünkü insan Allah’la doğrudan ilişki kuramaz. Nasıl biz televizyon merkezinin dalgalarını doğrudan alıp seyredemeyiz, ekranda ne görünüyorsa onu algılarız. Biz Allah’ın vahyini doğrudan alamayız. Kur’an’da ne çıkıyorsa ancak onu görür ve anlarız. Buna işaret etmek için meçhul sigası kullanılmıştır. Burada bazı tarikat ehlinin doğrudan ilham aldıklarını Kur’an dışında araçlarla Allah’a ulaştıklarını söylemelerini reddetmektedir. Nitekim bu âyetin sonunda işaret edilecektir.
الي İLâ: Son sıra için kullanılır. Böylece vahyi bir yolcu gibi kabul edilmiş, Allah’tan Kur’an’a ve Kur’an’dan sana gelinmiştir. Burada önemli bir hususa daha işaret etmemiz gerekir. Biz merkezdeki neşriyatı televizyonda seyrederiz. O da Kur’an’dır. Ne var ki, televizyonun çalışması için elektriğe ihtiyaç vardır. Cereyan yoksa televizyon da karanlık bir ekrandan ibarettir. Kur’an televizyonun elektriği ilimdir, müsbet ilimdir, lisan ilmidir, ilimsiz onu anlamamız imkânsızdır. İşte bu sebeple vahiy kelimesi meçhul olarak kullanılmış arada aracıların olduğuna işaret etmek için de “ileyke” kelimesi kullanılmıştır. Burada “aleyke” kelimesi kullanılmayıp “ileyke” kelimesinin kullanılması da vahyin icbar edici olmamasına işaret içindir. Yani Allah vahy etmektedir, ama zorla anlatmamaktadır. Siz istiyorsanız, siz talip iseniz, size mânâsını bildirir. Yoksa anlamak istemezseniz veya ters mânâ vermek isterseniz o zaman da Kur’an sizde sadece küfrü ve nifakı artırmaktadır. Kur’an böyle diyor. “Alâ” bunun için kullanılmamıştır.
ك Ka: Buradaki “Ke” “Utlu”daki “Ka”dir. Yani, “Sen ey içtihat yapmakla mükellef olan kimse” veya “Cemaat başkanı sen tilavet et. Oku, anla ve anladığına uy. İçtihat yap ve ona göre amel et.”
من Min: Marifede bir parça ifade eder. Biz kitabın tamamını okuyup anlayamayız. Ona bizim gücümüz yetmez. Denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa yine bitiremeyiz. Biz ondan bir parçasını anlayacak ve uyacağız, bize lâzım olan kadarını anlayacak ve onları yapacağız. İşte burada emredilen Kur’an’ın tamamını okuyup anlamak değildir. Oysa biz Kur’an’ın bir harfini inkâr etsek bütün kitabı inkâr etmiş oluruz. Çok açık olarak görülüyor ki burada kastedilen vahiy Cebrail’in Peygamber’e ulaştırdığı vahiy değildir. Yoksa bu “Min” harfinin bir mânâsı olmazdı. “Min” iptidai gaye içindir. Yani vahiy Kur’an’dan başlayacaktır. Araya müsbet ilimler girecek ve dil ilimleri girecek, bizdeki sorunlar girecek ve sonunda bizde bir mânâ oluşacaktır. O sebeple “Min” harfi kullanılmıştır. “Fi” yerine “Min” Kullanılması Kur’an’ın başlangıç olduğunu ifade etmesi içindir. Bu sebepledir ki içtihat yapmadan Kur’an’da bir âyet okuyup amel edilmesi caiz değildir. Çünkü bir âyet değişik hükümleri içerir, bu tefsirdir. Oysa bütün Kur’an birlikte değerlendirilerek bir sorun çözülür, bu içtihattır ve hükümdür. Biz tefsirlere göre değil, içtihatlara göre, tefakkuha göre amel ederiz. Tefsir tefakkuha yardımcıdır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE Yayına Hazırlayan: REŞAT NURİ EROL