KUR’AN MATEMATİĞİ 01 ARALIK 2000
88. SEMİNER NOTLARI clubs.yahoo.com/clubs/adilduzen
www.adilduzen.8m.com
“SEMİNER NOTLARINI BU HAFTA KAÇ KİŞİ İLE OKUDUNUZ? KAÇ KİŞİYE DAĞITTINIZ?”
HÂMİLÂT (YÜKLER)
بسم الله الرحمن الرحيم
فالحاملات وقرا
ZÂRİYÂT SÛRESİ – İKİNCİ ÂYET
ف Fa: Arapçada ekleme edatı vardır. Buna bağ edatı denir. Türkçede de vardır. Ayrı yazılan “De” harfi ekleme edatıdır. Gelip gitmede ki “P” de ekleme edatıdır, “Ya” da ekleme edatıdır. Arapçada bunlar 10 kadardır. “Va, Fa, Sümme” bir grup teşkil eder ve kelimelere aynı yükleri yükler. “Ev, Em, Emma” ile “Bel, Lâkin” ve “Lâ”, bir de “Hatta”. “Va, Fa, Sümme” sade ekleme edatıdır. “Va” tertip veya birlikteliği ifade etmez. Sadece fiilde cümledeki mahalde ortaklığı ifade eder. “Fa” tertip ve peşpeşeliği ifade eder. “Sümme” ise tertibi ama arada açıklığı gösterir.
Burada magnetik rüzgarın esmesinden bahsettikten sonra, arkasından yük yüklenenlerden söz etmektedir. Kelamcılarla filozoflar arasında büyük görüş ayrılığı vardır. Filozoflar, “Soba yandığında ortalık ısınır, odayı ateş ısıtır.” diyorlar. Peygamberler, “Odayı ateş değil Allah ısıtır. Ama ateşten sonra ısıtır.” Diyorlar. Yani, peşpeşe yapar. Vagonlar peş peşe çekilirler. Katarı lokomotif çeker. Peş peşe olmak demek, önce gelen sonra geleni var ediyor demek değildir. Kelamcılara göre kainatın lokomotifi Allah’tır. Diğerleri peşpeşe gelen vagonlar gibidir. Anahtarı çevirdiğimizde odamız aydınlanır. Odayı aydınlatan anahtar değil elektriktir. Anahtar sadece elektriğe yol vermelidir. Kainattaki olaylar böyledir. Biz bir şey yaparken biz yapmıyoruz, işlediğimiz sebepler de yapmıyor, hepsini Allah yapıyor; ancak bizim irademize uygun yapıyor. “Rahmân ve Rahîm olan Allah” insanı cüz’i irade sahibi yaptığı için insanın iradesine uygun işler yapmaktadır. Gerçi kul olan insandır; ne var ki, Allah da kulun isteklerine cevap vermektedir. İşte buradaki “Fa” sadece peş peşe gelen olayları tertib etmektedir. Birincisi ikincisinin sebebi değil alâmeti bulunmaktadır. İnsanlar anlasın diye işleri kurallara göre yapmaktadır. Bunun en açık görünümü “elektrik” ve “magnetik”tedir.
Bir tel alın ve uzatın. İki tarafını toprağa batırın. Sonra bir mıknatısla magnetik rüzgar estirin. Telden akım geçer. Şimdi bir telden akım geçirin, çevrede mıknatıs alanı oluşur. Yani, mıknatıs alanın hareketi ile elektriki alan oluşur. Elektriki alanın hareketi ile mıknatıs alanı oluşur. Karşı karşıya konan iki paradan birine vurursanız diğeri hareket eder, öbürüne vurursanız diğeri hareket eder. Para parayı hareket ettirmez. Siz istediğiniz parayı hareket ettirirsiniz. Elektrikle magnetik de böyledir. Öyleyse elektrik ve magnetik alanları oluşturan başka bir güç vardır. Filozofların hatalı görüşleri böylece fizik tarafından da düzeltilmiş olmaktadır.
حمل Xaml: Yük demektir. Arapçada “Xaml”den başka, “vıkr, sıkl, vizr” vardır. Xıml: Hayvanlara yüklenen yüktür. Vizr: İnsanın yüklendiği yüktür. Sıkl: Asılı yüktür. (Kolla taşınan yük.) Vıkr: Üstüne konan yüktür. (Rüzgarın ve selin alıp götürmemesi için konan taş.) Xamele, yüklenmek demektir.
Kur’an’da: -Zülüm yüklenmek, -Hayvanın sırtında yağ yüklenmesi, -Kadının cenin yüklenmesi, -Sorumluluk yüklenmesi, -Gemiye yüklemek, -Kara ve denizde yüklemek, -Ekmek taşımak, -Techizat yüklenmek, -Köpeğe yüklenmek (korkutmak), -Ağırlıkları taşımak, -Hataları yüklenmek, -Vizri yüklenmek, -Tevrat’ı yüklenmek, -Arşı yüklenmek olarak geçmektedir.
Burada “vıkrı yüklenmek”ten bahsetmektedir. Olayın cereyan şekli şöyledir. Her elektron çekirdek etrafında dönmektedir. Dönme hızı ile merkezkaç kuvvet oluşmaktadır. Elektron ile çekirdek arasında ise çekme kuvveti vardır. Ancak elektronlardan her biri çekirdeğin etrafında bir yerde bulunmaktadır. Buradan alıp götürebilmek için bir güç gerekir. Nasıl bir kattan diğer kata çıkabilmek için yeterli güç gerekiyorsa, elektronların da bir yörüngeden daha uzak yörüngeye gidebilmesi için belli bir güç gereklidir. O güç yoksa elektron yerini terk etmez. Moleküller yüksüz görünürler. Yeter derecede hareketli mıknatıs alanı ile koparılırsa ondan sonra akmaya başlar. Eğer müsbet yük ile menfi yük yan yana ise dışarıya etki etmezler Hortumun emen ve salan iki ucu bütün suyu kendi içlerinde akıtıyorlar. Ancak iki uç birbirinden ayrılırlarsa tek başlarına su akıtırlar. Böylece yük yüklenmiş olurlar. Metallerde boşalan yerlere başkaları dolar, böylece elektronlar birbirine yer bırakarak ilerlerler.
حاملات Hâmilât kelimesi “kurallı dişi çoğul”dur. Dağınık halde olan elektronlar şimdi bir yöne doğru yönelirler. Tıpkı rüzgar estiğinde tozların sürüklenmesi gibi. Magnetik alan rüzgar, elektron da tozdur. Bir yöne yönelmiş akan elektronlar etkileri üretmektedir. Yani, entropisi düşük haldedir. Şimdi bunlar bir magnetik alana çarpar da entropileri büyürse bize iş yapmış olurlar. İşte bu düzgünlüğü göstermesi için “hâmilât” kelimesi kullanılmaktadır.
ال Harf-i Tarifi bize yükü taşıyanların yani elektronların kitleleri olduğunu, kitle ve yükün eşit olduğunu göstermektedir. Yine bunların belli bir değer taşıyıp gelişigüzel büyüklükler şeklinde olmamaları kendiliğinden oluş iddialarını reddetmektedir. Klasik kelamcıların “cüz’ün la yetecezza”lara yapışması bunları ifade etmektedir.
Bir şey kendiliğinden 1 olabilir. Ama 5 olamaz. Çünkü biri diğerinden bağımsız olduğuna göre, aynı şey muhtemel olan şeyi nasıl buldular? Çoklular arasındaki benzerlik yaratıcıyı kanıtlar. Çok arasındaki işbölümü yaratıcıyı kanıtlar. Yaşadığımız hayatta hep aynen kabul ediyor ve uyguluyoruz da, makroda neden inkar ediyoruz? Bu bile bile küfür değil midir? İşte bu sebeple o anutlar cehennemliktir. Herkes biliyor ki Mustafa Kemal tanrı değildir. Ama onu tanrı gösterip hata etmez kabul ediyor ve zorla ona taptırmak istiyorlar. İşte küfür budur, putperestlik budur. Yoksa bir kimse Mustafa Kemal’in gerçekten tanrı olduğuna inansa ve ondan sonra da ona tapsa, o kâfir değil inandığının mü’minidir. Kâfir olanlar sahte Kemalcilerdir. Onu istismar edenlerdir.
وقر VıQR: Bir şey uçmasın, rüzgar onu alıp götürmesin diye konmuş ağırlıktır. “Vakar” kelimesi de buradan gelir. “Bu kimse vakurdur” dediğimiz zaman; “Bu kimse ağırbaşlıdır, gelişigüzel sözlere ve kışkırtmalara gelmez” demektir. Bu mânâsıyla “Vıkrı hamletmek” ağır bir şeyi taşımak demektir. Burada elektrik yükünden bahsetmektedir. Yani, madde parçacık elektrik yükü yüklenir. Çekirdek etrafında yükü merkezkaç kuvveti ile dengelenmiştir ve artık yük taşımıyor gibidir. Oysa magnetik alan gelince çekirdekten koparılıyor, başıboş hâle geliyor. Elektron kitlesi böylece yük yüklenmiş oluyor. Ondan sonra gerekli yere doğru hareket etmektedir. İnsanların vakur olanları da böyledir. Bir istikamete yönelip hedefe doğru gidiş için davranan kimselere “vakur” denmektedir. Değişik istikametlerde gelişigüzel dolaşan insan yerine, hedefe doğru ilerleyen insan “vakur”dur. Burada da hedefe doğru giden yük yüklenen parçacıkların yüküne “vıkr” denmektedir.,
“Vıqran” kelimesi nekre gelmiştir. Bunun anlamı, değişik magnetik alanların bir çeşit yük doğurduklarını ifade eder. Gerçekte elektronun yükü kitlesi gibi tektir. Parçalanmaz cüzdür. Burada bir şey sorulabilir. Yüksüz elektron kütlesine eşit parçacık var mıdır? Bu kelimenin nekre gelmiş olması ve yüklenme söz konusu olması nedeniyle demek ki yüksüz kitle parçacıkları da mevcuttur. Batılıların “notrino” dedikleri bu parçacığın varlığına işaret etmektedir. Gerçi batı fizikçileri ışığın sıfır hızda kitlesi olmadığını söylemektedirler. Ancak bu genel tanıma aykırıdır. Yani enerjiyi madde yüklendiği yükle birlikte taşır. Eğer bu böyle değilse ne taşır?
Işık hızındaki parçacığın kitlesi olduğu izafiyet nazariyesi ile ispat edilebilir.
M*c^2+ M*v^2 = (M+DM) * (V+DV) eşitliğini ışığın kitle ihtiva etmesi varsayımına dayanmaktadır. Gerçekten bu formül çözülür ve entegral alınırsa;M= Mo*1/(1-v^2/c^).5 bulunur. İzafiyet nazariyesinin sonucudur. Atom fiziği buna dayanır. Öyleyse ışığın da kitlesi vardır.
“Vıkran” kelimesinin nekre gelmesi bir yükten başka yükün olduğunu gösterir ki o da çekirdek yüküdür. Ne var ki, enerji naklinde kullanılan sadece elektron yüküdür. Bunun için Kur’an “Vıkr” kelimesini nekre kullanmıştır.
Bir yere giren akı çizgileri orada çıkan akı çizgileri farkı kadar yük yüklenmelidir. Div F ile gösteriyoruz. Gerçekten giren akı X Y Z ise çıkanlar da (X+dx) (Y+dy) Z+dZ) ise içeride kalan akıların sayısı dx*dy alan içinde Xx dx dir. Üç alanı topladığımız zaman (Xx+Yy +Zz) dv olacaktır. İşte “Fa elXâmilâti Vıkran” âyeti Maxwel’in bu formülünü belirtir.
Burada yüklenen yük aslında yüklenen enerjidir. Atomda mevcut olan enerji elektronu koparmakla yük yüklenmiş oluyor. Onun yerine başka elektron doldurunca atomda bir enerji değişimi olmayacaktır. Elektronu koparmak için magnetik rüzgardan gelen enerji elektrona yüklenmiş olmaktadır. Sonra bu Keban Barajı’ndan Üsküdar’a gelmekte ve şimdi odamızı aydınlatmaktadır.
Elektron çekirdeğin etrafında dönerken taşıdığı enerji vardır. Dışarıda esen magnetik rüzgarın buna etki edebilmesi için yeter derecede büyük olması gerekmektedir. Yoksa yörüngesinden çıkamaz. Bunu şöyle izah edebiliriz. Sabit merdiveni olmayan bir apartmana seyyar merdivenle çıkabilmemiz için merdivenin boyu sabit kat arasına yetişmesi gerekir. Daha kısa olan merdivenden yukarıya çıkmanız mümkün değildir. Dolayısıyla elektron daha küçük enerjilere karşı yüksüzdür. Yeter derecede magnetik rüzgar estiğinde yörüngeden kopan elektron artık yüklenmiş olur.
Bunu başka bir şekilde şöyle ifade edebiliriz. Bir lastik blokun içinde bir boşluk olsun. İçine basınçlı su dolduralım. Lastik sıkışır ve lastik enerji ile dolmuş olur. Suyun basıncını kaldırırsak lastik boşanır. Bir elektron da çekirdek etrafında dönerken suyu boşaltılmış boşluk gibidir. Magnetik rüzgârla onu kopardığımızda elektrik bütün uzaya basınç yapar ve yük yüklenmiş olur. Kendisine de basınç gelmiş olur. Magnetik rüzgârın esmesiyle elektronun yük yüklenmesi âyeti bir çok atom fiziği ile ilgili olayları aydınlatmış olmaktadır. Elektron bir parçacıktır. Ama yük yüklenince parçacıktan çıkıp tüm uzayı dolduran bar akı olmaktadır.
Su türbinine giren moleküller yukarıdan aşağıya indikleri için kanatlara çarpıp onlara enerji aktarmaktadır. Türbin dönmektedir. Türbine bağlı mıknatıslar bakır tellerdeki elektronları koparıp onları hızlandırmaktadır. Sonra onlar akarak enerjiyi lambamıza kadar getirmektedir. Lambadaki tele çarpıp onu ısıtmaktadırlar. O da ışınlarını yayarak odamızı aydınlatmaktadır. Sonunda odamız biraz ısınmaktadır. Isınan dünya çevreye ısıyı yaymaktadır. Böylece uzay boşluğu ısınmaya başlıyor. Ama mevcut potansiyel enerji de bitiyor. Bittiği zaman kıyamet oluyor. İşte Allah’ın varlığını ispatlayan çok açık delil. Güneş denizi ısıtmasaydı, denizden çıkan su dağlarda yağmur olup barajda tutulmasaydı, biz şimdi varolmazdık. Oysa güneşin içindeki hidrojen helyuma dönüşmekte ve ışık yaymaktadır. Ne var ki, güneşin yağı tükenmektedir. 10 milyar önce dolu yaratılan güneş şimdi yakıtının yarısını bitirmiş durumdadır. Diğer yarısı da 10 milyarda bitecektir, diyebiliriz Kainatın ömrü bu kadardır.
Nereden bakarsak bakalım, müsbet ilim Kur’an’ın âyetlerini doğrulama mekanizmasıdır. Bu sebeple biz Kur’an’ın Allah sözü olduğunu kabul ediyoruz. Biz Kur’an’a kendi varsayımlarımızla mânâlar veriyoruz. Sonra onu müsbet ilim ile kontrol ediyor, böylece varsayımlarımızın doğruluğunu ispatlıyoruz. Aynı varsayımlarımızla fıkhî mânâlar veriyoruz. Onları da Hz. Peygamber’in uygulaması ile, yani sünneti ile kontrol ediyoruz. Böylece varsayımlarımızı aklen ve naklen ispatladıktan sonra o varsayımlara dayanarak sorunlarımızı çözüyoruz. İçtihat yapıyoruz. Allah’ın emri budur ve bizler bu emri yerine getiriyoruz.
İnternette yayınlanan bu yazımıza herkes katılabilir, kritik yapar veya tamamlar. Katılan, kritik eden ve katkıda bulunanlara teşekkürler...
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan: REŞAT NURİ EROL
TEKRAR HATIRLATIYORUZ:
“SEMİNER NOTLARINI BU HAFTA KAÇ KİŞİ İLE OKUDUNUZ?”
“KAÇ KİŞİYE DAĞITTINIZ?”
HAFTALIK YORUMLAR:
M E S İ H
Tarihte Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar pek çok peygamberler gelmiştir. Peygamberler geçmiş peygamberleri hikâye etmiş ve tasdik etmiş, gelecek peygamberleri de müjdelemişlerdir. İnsanlar bir sıkıntıya girdiklerinde peygamberlerin haber verdikleri gelecek resulleri zikreder ve dilden dile onu beklemeye başlarlardı. Hemen her toplum sıkıştıkça daima gelecek bir kurtarıcıyı beklemiştir. Hazreti İsa da gelecek peygamberden çok açık bir şekilde haber vermiştir:
“Fakat şimdi ben, beni gönderene gidiyorum. Sizden hiçbiri bana nereye gidiyorsun diye sormuyor. Bunları size söylüyorum. İçiniz üzüntülerle dolmuştur. Ben size gerçeği söylüyorum. Benim gitmem sizin iyiliğinizedir. Ben gitmezsem size gönülleri ümitle dolduracak kişi gelmez. Ben gider gitmez onu size göndereceğim.
Yeryüzünü kötülük, iyilik ve yönetme bakımından yükümlü kılacaktır. Kötülük bakımından onları suçlayacaktır. Zira bana inanmayacaklar. İyilik bakımından onlara yol gösterecek. Ben Rabbime gidiyorum. Ve beni göremeyeceksiniz. Yönetme bakımından düzen getirecektir. Zira artık yeryüzünün merkezine hükmedilecektir.
Size söylenecek daha pek çok şey vardır. Ancak şimdi o sözleri kaldıramazsınız. O gerçeğin ruhu geldiğinde size bütün gerçekleri bir bir anlatacaktır. O kendiliğinden konuşmayacak, işittiklerini size iletecek, ileride olacakları bildirecektir. O beni onaylayacak ve o benim aldığım yerden alıp size getirecektir.” (Yuhanna İncili, 16 Bap, 5 ile 15 arası)
Hazreti İsa’nın haber verdiği kişi 600’üncü yıllarda Mekke’de ortaya çıktı ve tamamen O’nun söyledikleri gerçekleşti. Ne var ki, diğer peygamberlerden farklı olarak Hazreti Muhammed artık yeni peygamberin gelmeyeceğini ve Kur’an’ın da son kitap olduğunu bildirdi. Bundan sonra ne olacaktır? Bundan sonra insanlara doğru yolu “peygamber” değil “ilim” gösterecektir. İçtihat ve icmalar ile sorunlar çözülecektir.
İşte bu gerçek karşısında Yahudiler Hazreti İsa’ya ve Hazreti Muhammed’e inanmadılar; onlar da gelecek bir kurtarıcı bekliyorlar. Hıristiyanlar da Hazreti Muhammed’e inanmadılar; bizzat Hz. İsa’nın tekrar yeniden geleceğini ümit edip bekliyorlar.
Hazreti İsa İslâmiyet’i tebliğ etmiş ve kendisinin de bir insan olduğunu, sadece “resul” olduğunu bildirmiştir. Oysa ondan sonra gelen Pavlus Hıristiyanlığı tahrip ederek devletin emrinde bir din hâline sokmuştur. İbadetleri kaldırmış, dini sadece peygamberi sevmek, hatta ona tapmak şekline dönüştürmüştür. Daha ileri giderek Hazreti İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia etmiştir. Bugün iki milyar insan onun günahını çekmektedir. İşte burada bir çelişki ortaya çıkıyordu. Hazreti İsa Allah’ın oğlu olunca onun gidip de yerine başkasının gelmesinin ne mânâsı olabilirdi? Bu çelişkiyi gidermek için “gelecek olan yine kendisidir” demiş, böylece Hazreti Muhammed’in yerine halkı Hazreti İsa’yı beklemeğe bırakmıştır.
Hazreti Muhammed’in gelmesi ile Hazreti İsa’nın haber verdiği kimse gelmiş ve Müslümanlar buna inanmışlardır. Ancak sıkışınca, sorunları çözmeyince, Mehdileri beklemeye başlamışlar, Hazreti İsa’nın geleceğine dair inancı da buna eklemişlerdir. Kur’an kesin bir dille Hazret Peygamber’den sonra peygamber gelmeyeceğini bildirmiştir. Hazreti İsa geldiğinde peygamber olacaksa, bu Kur’an’ın haberine aykırıdır. Peygamber olmayacaksa, bir kimsenin peygamberlikten azli sözkonusu olur ki, bu hem Kur’an’a aykırıdır hem de mânâsızdır. Çünkü peygamberlik yapmayacaksa niye gelsin?
Kur’an’da Hz. Peygamber’in “müjdeleyici ve uyarıcı” olduğunu bildirmiş, ondan sonra da “her kavmin bir hâdisi (yol göstereni) vardır” denmiştir. Hazreti Peygamber’den sonra her kavme her asırda “hâdiler” geleceği haber verilmiştir. Bunlar ne “nebi”dir, ne de “resul”dür. Bunlar resulün halifesi olarak görev yapacak olan “yönetici başkan”lardır, nebilerin halifesi olarak görev yapacak olan “yasama hizmetini veren âlimler”dir. Bunları Allah vahiy ile atamaz, seleflerin ataması ile de gelmezler. Halk, kendi imamlarını (başkanlarını) ve müçtehitlerini kendileri seçerler.
Millî Nizam, Millî Selâmet ve Refah Partileri, “ilimle siyaset yapıp” insanlığı hidâyete götürme yolunu aramak üzere kurulmuş partilerdir. Ne var ki, düşmanları olan gizli ajanlar bu partileri etkisiz hâle getirip câri düzende zulümlerini sürdürmek için her türlü saldırıları yapmışlardır. Bunların başında Hasan Mezarcı gibi kişileri ajan olarak partiye sokmuşlar, İslâmiyet ile ilgisi olmayan beyanlar verdirmişlerdir. Böylece, bir taraftan partiye suç işletmiş ve ileride kapatabilmek için hazırlık yapmışlar, diğer taraftan İslâmiyet’in ne kadar kötü bir şey olduğunu telkin etmişlerdir. Böylece bir taşla iki kuş vurmuşlardır. O günlerde Sayın Necmettin Erbakan “Adil Düzen Ekibi”ni bırakmış ve bu provokatör ajanlarla iş birliği yapmıştır. İşte bugün onun cezasını çekmektedir...
Şer odaklarının oyunları bitmemiştir. Türkiye’de provokatör olarak kullandıkları bu kişileri önce Türkiye’den kaçırmışlardır... Onları korumuşlardır... Dışarıda da aynı oyunlarına devam imkanını sağlamışlardır... Şimdi “mesih” iddiaları ile özel kıyafetle Almanya’da dolaştırarak “Adil Düzen”i iddia eden kimselerin böyle akıl hastaları olduklarını insanlığa telkin etmektedirler.
“Hizbullah Oyunu” da buna benzer oyundur.
Bu oyunun Yahudi ajanları tarafından oynanmış olması çok muhtemeldir. Böylece bir taraftan İslâmi inanışları ve Türkiye’deki Adil Düzen gelişmelerini gülünç hâle getirmekte, diğer taraftan Hıristiyanların inanışları ile de dalga geçmekte ve bir taşla iki kuş vurma peşindedirler. Oysa bu durum Hıristiyan alimlerini inanışlarını yeniden gözden geçirmelerine sebep olacak ve yeni “Kur’an Medeniyeti”nin kuruluşunda Hıristiyanların büyük katkıları olacaktır.
Bu olup bitenlerin İslâmiyet ile bir ilişkisinin olmadığını bilerek Allah yolunda çalışmaya devam etmeliyiz. Bunların yaptıklarını Allah kendi başlarına döndürecektir ve onları “sosyal tufan” içinde boğacaktır. Bizim işimiz tufan oluşturmak değildir. İşimiz, oluşacak tufandan korunmaktır. Bu yaptıkları üzerinde durmak, bunlara ayrı ayrı çareler aramak yanlıştır. Frengili bir hastanın yaracıklarını tedavi etmekle frengili kurtulmaz. Frengilinin kurtarılması için temelden tedavi gerekir. Siyasi basiretleri kapanmış partililerin Hasan Mezarcılar gibi provokatör ajanların peşine gitmeleri, onların da sosyal tufan içinde boğulmalarına sebep olacaktır.
ORUÇ BABA
İnsanlar bir araya gelince topluluk psikolojisi içine girer ve bir hedefe doğru giderler, Sıkıntılara düşünce de bu hedef daha çok sığınılacak görünmeyen kuvvetlere yönelir. Müsbet din kendilerine anlatılıp kurtuluş yolu gösterilmeyince insanlar resimlerden, heykellerden, mezarlardan medet umarlar. Biz lâik düşünceye inanlardanız. Kimsenin inanış ve anlayışlarına herhangi bir baskı kurmak istemeyiz. Kimseyi inanç ve ibadet anlayışlarından dolayı kınamayız. Bize göre samimi olan herkes, ineğe tapsa da Allah’a tapmış olur. Çünkü onu yaratıcı gördüğü için ona tapıyor. Samimi olmayıp sırf istismar ediyorsa, o kâfirdir. Bize göre, “Mustafa Kemal’in Türbesi”ni ziyaret etmekle “Oruç Baba’nın Türbesi”ni ziyaret etmek aynıdır. Ona yardım amacıyla, dua amacıyla gidilirse, bunun bir günahı olmaz. Ama mezarda yatandan istimdat etmek, ondan yardım alma amacıyla gidilirse, o küfür olur. Bu mezar isterse peygamberin mezarı olsun, hiçbir şey değiştirmez. İnsanlar buraya inandıkları için değil; stadyuma gidip spor seyreden kitlenin psikolojisi içinde birlikte hareket etme ihtiyacının tatmini amacıyla giderler. Biz ikisini de faydalı görmüyoruz. İnsanlar sosyal enerjilerini muasır medeniyetin fevkine çıkmaya yöneltmelidirler.
K Ü R T Ç E
GENEL HÜKÜM
Devlet vatandaşlardan vatandaşlık görevlerini yapabilmeleri için neleri bilmeleri gerektiği hususunda hükümler koyabilir. Devlet vatandaşların bir şeyi bilmelerine veya öğrenmelerine engeller koyamaz. (Anayasa Hükmü)
Madde 1- Devletin resmi dili Türkçedir. Türkçe bilmeyenler, devlette hizmet vereceklerin ve devlet işlerinin oylamasında oylarını kullanamazlar. İlk öğretimde devlet yazısını öğrenmek zorunludur. Her kademedeki okullarda Türkçe zorunlu derstir. Tedrisatın beşte biri Türkçe yapılır.
Madde 2- Üç yıllık temel eğitimler ocaklarda, beş yıllık ilk öğretim bucaklarda, beş yıllık orta eğretim illerde kendi dillerinde yapılabilir. Programlarını öğretmen ve öğrenciler kendileri kendi bütçeleri ile düzenlerler. Eğitimde yerlerden nüfusları 30 ile 100 arasında olanlar ocak, 3000 ile 10000 arasında olanlar bucak, 300 000 ile 1 000 000 arasında olanlar il sayılırlar. Son nüfus sayımında ilçe nüfus toplamı esas alınarak uygun komşu ilçelere valilikçe birleştirilir.
Akademik çalışmalar ilim dili ile yapılır. İlim dili Latince ve Arapçadır. Bu iki ilim dilini lugatla metinleri çözecek seviyede bilmeyenler doktora yapamazlar. Doktora çalışmalarında uluslararası seviye esas alınır. Türkiye dışında, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Rusya, Çin ve Japonya’da bulunan Milli Eğitim Bakanlığı’nca seçilecek beşer üniversiteden en az ikisinden vize alamayanlar doktora çalışmaları yapamazlar.
Madde 3- Bucak nüfuslarının üçte birine temel, ilçe nüfuslarının onda birine ilk, il nüfuslarının yüzde birine orta, bölge nüfuslarının binde birine yüksek ehliyet verilir. Ülke nüfusunun onbinde birine akademik unvan verilir. 63 yaşını dolduranlar emekli olurlar ve mezkur nisbet içinde yer almazlar.
Madde 4- Orta öğrenimini yapmış herkes üniversite talebesidir. İstediği fakültede ders alma hakkına sahiptir. Fakültelere devlet bütçesinden tahsisat öğrenci sayısına göre verilir. Yüksek öğrenimini yapmış herkes akademi öğrencisidir. Akademik kariyer çalışmalarını ve araştırmalarını üniversiteler yaparlar. Üniversitelere devlet bütçesinden pay verilir. Her fakülte ve üniversite programını kendisi yapar, tedrisatını kendisi yapar. Merkezi müdahale yapılamaz.
Madde 5- Fakültelerden mezuniyet devlet imtihanları ile yapılır. Siyasi partilerin son seçimde aldıkları oyları nisbetinde paylaşarak atayacakları yirmi kişilik profesör, fakültelere ortak soruları hazırlatır, test soruları yaptırarak imtihan yapar. Bu imtihanlarda derece alanlara yüksek ehliyet verilir. İhtisas diplomaları bunlara meslek odaları tarafından verilir. Fakülte devlet imtihanlarının tamamı Türkçe yapılır.
Madde 6- Devlet ayrıca Türkçeden devlet imtihanları açar, başaranlara yazarlık ehliyetini verir. Türkçe yayın yapan basın ve yayın organlarında çalışanlara devlet maaş verir. Bu kişilerin kadroya alınmaları siyasi partiler tarafından aldıkları oyları nisbetinde yapılır.
Madde 7- Devlet beş ile yirmi arasında televizyon istasyonlarını kurar ve uydu antenleri bunlara tahsis eder. Televizyonların bakımını devlet yapar . Kanallar siyasi partilere %5 oya göre bölüştürülür. Devlet televizyon sayısınca gazete tesis eder. Bunların basılması ve dağıtımı karşılıksız yapılır. Televizyon yayınlarının özetini günlük gazetelerde yayınlar. Ayrıca haftalık dergi eki verir. Bu ekte kalıcı haber ve bilgiler yer alır.
Madde 8- Gazeteye abone olanların sayısınca basın yayına kamu bütçesinden destek yapılır. Buna karşılık sahifelerinin beşte birerlerini devlete tahsis ederler. Basın ve yayın vergiden muaftır. Resmi kadrosu devletçe sigortalanır.
Madde 9- İllerin birleşerek ortak tedrisat yapmaları, ortak diploma vermeleri yasaktır. Böyle yapan illerin orta öğrenim diplomaları geçersiz olur. İllerin birleşerek ortak basın veya yayın yapmaları da yasaktır. Bu tür basın veya yayın yapanlarda, yazan veya konuşanlara devlet tahsisat vermez. Devlet basın yayından vergi almaz. Bunun yerine bunların beşte birinde kendi yazar ve konuşanlarına yazdırır ve konuşturur.
Madde 10- Devlet, kendisine ayrılan kısımları kurumlarına ve Genel Kurmay Başkanlığı’na kullandırır.