ADİL DÜNYA DÜZENİ499
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜNYA DÜZENİ YENİ BİR MEDENİYET PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 28 Şubat 2009 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 499. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
IMF…
ERGENEKON DAVASI YANLIŞ DAVADIR
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 47. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
PARA POLİTİKASI VE SENETLER
***
Faiz politikalarında neler olacak? /
IMF sömürü düzeni ve AKP /
IMF sömürü düzeni sona eriyor… /
Borçlar, darbeler ve 28 Şubat
Reşat Nuri EROL
***
“OSMANLI BARIŞ DÜZENİ” mümkün mü?
Gelecek 100 Yıl- 21. Yüzyıl için Öngörüler
***
RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 6
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
المر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ(1) اللَّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى يُدَبِّرُ الْأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ(2) وَهُوَ الَّذِي مَدَّ الْأَرْضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْهَارًا وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ(3) وَفِي الْأَرْضِ قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِنْ أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاءٍ وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي الْأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ(4) وَإِنْ تَعْجَبْ فَعَجَبٌ قَوْلُهُمْ أَئِذَا كُنَّا تُرَابًا أَئِنَّا لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ الْأَغْلَالُ فِي أَعْنَاقِهِمْ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(5) وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ الْمَثُلَاتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ(6) وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ إِنَّمَا أَنْتَ مُنذِرٌ وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ(7) اللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنثَى وَمَا تَغِيضُ الْأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُ وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ(8) عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبِيرُ الْمُتَعَالِي(9) سَوَاءٌ مِنْكُمْ مَنْ أَسَرَّ الْقَوْلَ وَمَنْ جَهَرَ بِهِ وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِاللَّيْلِ وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ(10) لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ(11)
هُوَ الَّذِي يُرِيكُمْ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنْشِئُ السَّحَابَ الثِّقَالَ(12) وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ وَالْمَلَائِكَةُ مِنْ خِيفَتِهِ وَيُرْسِلُ الصَّوَاعِقَ فَيُصِيبُ بِهَا مَنْ يَشَاءُ وَهمْ يُجَادِلُونَ فِي اللَّهِ وَهُوَ شَدِيدُ الْمِحَالِ(13) لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّ وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ لَا يَسْتَجِيبُونَ لَهُمْ بِشَيْءٍ إِلَّا كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ إِلَى الْمَاءِ لِيَبْلُغَ فَاهُ وَمَا هُوَ بِبَالِغِهِ وَمَا دُعَاءُ الْكَافِرِينَ إِلَّا فِي ضَلَالٍ(14)
هُوَ الَّذِي (HuVa elLaÜIy) “O kimse ki”
Rabbinden sana hak nâzil olmuştur. Sonra “Allahullezî” denmiştir. Allah mecrur olsaydı bedel olurdu. Ama burada merfudur. Ama rabbin izahıdır. Nahivde bunun yeri yoktur. Meanide ise fasl bahsinde incelenmiştir. Bir cümle diğer cümlenin takriri ise yani izahı ise “ve” harfi getirilmelidir. “Sana inzâl olunan” denmiş, nahiv bakımından cümle kurallara uymuştur. Ama orada “Rabbin tarafından indirilmiştir” denmiştir. Burada o Rab açıklanmıştır. Biz buna bedel diyemeyiz, çünkü mecrur değildir; ama bedelin yerindedir deriz.
Meçhul fiillerde mef’ul fail olur, fail de min ile mef’ul olur. Naibi fail mahallen mensuptur. Minli mef’ul mahallen merfudur. Sonra “ve huve ellezî” denmiş, Allahulleziye izmar ile atfetmiştir.
Allahu ya’lemudaki Allah, Allahullezi’deki Allah’ın bedelidir. Yapan Allah ve bilen Allah tasnifi yapılmıştır.
Şimdi de burada “vehuvellezi medde lerda”daki “hüve”nin bedeli olarak gelmiştir.
“Min Rabbi”ke deki Rabbin fail yerinde mef’uldür.
Allah, Rabbin mahallen bedelidir.
Ve hüve Allah’a raci zamirdir. Bedeldir. Çünkü ikisi de faildir.
‘Ahmet geldi, o konuştu’ dersek, burada o bedeldir.
Allah, “ya’lemullahullezi”deki Allah’ın bedelidir.
Buradaki “hüve”, “vehüve”deki “hüve”nin bedelidir. Hüvellezî ile vehuvellezî ile ifade edilmiştir.
يُرِيكُمْ الْبَرْقَ (YUvRiKuMu eLBaRQa)
“Size berki (şimşeği) gösterir.”
Denizlerden yükselen sular/buharlar bulut olmaktadır. Bulutta yıldırım, şimşek ve gürültü ortaya çıkmaktadır. Sonra da gökten yağmur, kar ve dolu olarak yere inmektedir.
“Berk” şimşektir. Ra’d gürültüdür. Saıka yıldırımdır. Sayyıb ise kar, dolu ve sağanak yağmurlardır. Şimdi bunların bugünkü ilimde yerlerini belirleyelim.
Sular denizden yükselince buhar hâlindedir. Bulut hâline dönüşmesi için suyun dışında moleküllerin oluşması gerekir. Bunu sağlamak amacıyla daha önce oluşmuş bulutlarda elektrik bakımından kutuplaşma oluşur. Bunlar birbiriyle çarpışınca şimşek çakar. Sonunda ortaya çıkan iyonlar uzaya dağılarak yeniden bulutların oluşmasına sebep olurlar.
Bazen bu elektrikli bulutlar ağaçların üzerinden yere boşanırlar. Buna şimşek denmektedir. Bunlar da yeryüzünde ateş çıkararak ormanları yakarlar. Böylece yaşlanmış ve işe yaramaz hâle gelmiş ormanlar ortadan kalkar, yeni hayata imkan verilmiş olur. Her ikisi de, yani yıldırım da şimşek de benzer şekilde ses çıkarırlar. Yani elektrik yüklü bulutlar elektriği boşalttığı zaman biri ışık hızında bir dalga yayarlar, diğeri de kulağın duyacağı sesleri yayarlar. Işık hızı c=2.99792 10^10 cm/sn’dir, boşlukta gider. Ses hızı ise çok daha yavaştır. Ses hızı havada, deniz seviyesinde ve 15 °C sıcaklıkta 3.40 10^4 cm/sn’dir. Boşlukta gitmez. Çarpışmada oluşan ses dalgaları havayı titreştirir, aşırı doymuşluk hâlini bozar ve yağmurların boşanmasına sebep olur.
Şimdi şu soru sorulabilir:
Varlık nedir?
Varlık denilen şey atomlardan oluşur.
Diğerlerinin varlığı yok mudur?
İnşaatta yığılmış malzeme ayrı ayrı varlıklardır. Yığın hâlinde iken bunların ortak bir varlıkları yoktur. Ama bunlar yapı hâline geldiklerinde yapı bir varlıktır. Oysa yapıya yeni malzeme katılmamıştır. Demek ki kullanılan malzemenin varlığı ayrıdır, terkibinden oluşmuş şeyin varlığı ayrıdır.
Yıldırım, şimşek, gürültü, yağış; bunların hepsi ayrı ayrı varlıklardır. Her birinin kendisine özgü etkileri ve fonksiyonları vardır. Dolayısıyla ayrı varlıklardır.
Bu âyette tek olan suyun hareketi tek varlığın arazları şeklinde değil de, her biri ayrı ayrı varlık olarak alınmaktadır. Mürekkep cisimler cüzlerinden farklıdır. Su, hidrojen ve oksijenden oluşur ama su onlardan tamamen ayrı bir varlıktır.
Topluluklar da kişilerin toplamından oluşmaktadır. Tüzel kişilik bu demektir.
خَوْفًا وَطَمَعًا (PavFan Va OaMaGan)
“Havfen ve Tamahen”
“Havf” yüzü tehlikeden korumak için takınılan maskedir. Arılardan bal almak için kullanılan maskeye “Hafe” denir.
“Tav” olgunlaşmış meyvedir. “Tama’” ise bu meyveye duyulan istektir.
Şimşek bir taraftan yıldırımı hatırlatmakta ve tehlikeyi haber vermekte, diğer taraftan yağmuru ve bereketi müjdelemekte, barajların dolacağını haber vermektedir.
Allah öyle düzen kurmuştur ki, olaylar olmadan olayların olacağını haber veren işaretler ve alametler göndermekte, insanlara haber vermektedir. Canlılara da haber vermektedir. Dolayısıyla insan bu sayede gerekli tedbirleri alır. Hastalanmadan evvel üşürüz. Sonra ateşimiz yükselir. Yağmur yağmadan önce bulutlar ortaya çıkar.
Allah bu âyette bize önceden haber verme sünnetini bildirmektedir.
Aslında insanın acıkması, dışarı çıkma arzusu hep havf ve tama’ın sonucudur.
Korku ve beklenti insanın hayatını düzenlemektedir.
Bunun başka bir mânâsı da kâinatın bizim için yaratılmış olmasıdır.
Nasıl gözümüzün üzerinde kaşımız varsa, bunun gibi suların devretmesinde de bizim bilebilmemiz için şimşekleri görüyoruz, gürültüleri duyuyoruz.
Sesin hızını ölçmek kolaydır. Uzakta birinin baltayı ağaca vurduğunu görelim. Ondan sonra da ses gelir. Aradan geçen saniyeyi bildiğimiz uzaklığı bölersek, 340’a yakın sayıyı buluruz. Bu yakın yerler için doğrudur. Ama çok uzak yer ise, o zaman uzaklık ışık hızından ses hızı çıkarılır. Buradan ışık hızı ölçülebilir. Mesafeyi bulmak için de uzaklığı belli olan iki yere gelen ses geliş farkından ölçülebilir.
Görülüyor ki, Allah kâinatı öyle yaratmıştır ki bizim beynimiz onu anlasın. Onda ölçmeler yapabiliriz. Işıktaki bu özelliklerden yararlanarak kâinatın en derinliklerine ulaşabiliyoruz.
وَيُنْشِئُ (VaYuNŞıEu) “Ve inşa eder.”
Yurîküm, size gösterir… Ve Yünşiu, inşa eder...
Allah olayları yaparken iki şeyi takdir eder.
Biri, olayı takdir eder. Yağmurların oluşması için şimşek ve yıldırım ile gök gürültüsünün oluşması gerekir. Bunu başka seslerle de yapabilir. Ama her şey, aynı zamanda bizim duyabileceğimiz, sesleri üretecek şekilde seçilmiştir. Aynı şeyleri ışık için de söyleyebiliriz. Kâinatta milyar milyar yıldız vardır. Bizim gözümüzün görmediği pek çok yıldız vardır. Kâinatın bizim için yaratıldığı buradan anlaşılmaktadır. “Size gösterir” diyor, sonra da “inşa eder” diyor, “bulutları inşa eder” diyor. Bunlardan önce bize göstermesini söylemesi, her şeyin insan için olduğunu ifade etmesi içindir.
İlimler dörde ayrılır:
a) Nazari ilimler. Bunlar sünnetullahı yanı doğa kanunlarını inceler.
b) Tabii ilimler. Bu ilimler de kâinatta var olan varlıkları incelerler.
c) Ameli ilimler. Bunlar bizim bu doğadan yararlanmamızı inceler.
d) Hikmet ilimleri de doğadaki oluşların ne sebeple böyle olduğunu ve gayesinin ne olduğunu inceler. Yeryüzü insan için yaratılmıştır. Yıldızların çevresinde gezegenler vardır. Burada hep insan yaşamaktadır. Görünen kâinat biz ve cinler için yaratılmıştır. Soğuk yerlerde insanlar, sıcak yerlerde cinler yaşar. Her şey bizim için yaratılmıştır. Kâinatı bu gözle inceleyen ilme de “hikmet ilimleri” denir.
السَّحَابَ (ElSaXABa) “Sehabı/bulutları”
İnşa eden Allah’tır. İnşa edilen bulutlardır. Bulut ince su damlacıklarıdır. Suyun yoğunluğu normal derecede havadan çok ağırdır. Ancak buharlaştıktan sonra havadan hafiftir. Onun için havaya doğru yükselir. Belli sıcaklıkta hava ile eşleşir. Cisimlerin özellikleri vardır. Birbirini çeker ve iterler. Ancak yarım enerjilik çekimde istikametini değiştirir. Çekilen itilene dönüşür.
Su molekülleri baştan birbirini iterler. Çünkü aynı yüke sahiptirler. Ama belli mesafelerde birbirine yaklaşınca itmeye başlar. Böylece bulut oluşur. On kilometrenin üstüne çıkmaz. Çünkü itmeden dolayı oluşmuş hacmin kaldırma kuvveti o kadardır. Yani bulut demek elektrik yüklü parçacıkların çevresinde oluşan su damlacıklarıdır.
Bu husus deneyle sabit olmaktadır. Sis odaları vardır. Şeffaftır. Elektriğin düştüğü zaman beyaz bir parçacık olup gözle görünür. Bu sayede avagadro sayısı diye bilinen moleküllerin sayıları bulunmuştur. Demek ki şimşek ve yıldırım olmadan bulut olmaz. Ses olmadan da bulutun oluşmayacağı henüz ortaya konmamıştır. Ancak bu âyet onu ifade eder.
Gelecekte gök gürültüsünün doğaya ne yararı olacağı bilinecektir. Yeni mantarların gürlemeden sonra oluştukları köylülerce beyan edilmektedir.
الثِّقَالَ (elÇıQALa) “Ağırlığı taşıyan.”
“Sıkl” ağırlığı bastırmak için konmuş taşlardır. İlk insanlar rüzgara karşı çadırlarını korumak için kullanmış olabilirler. Üzüm sıkmaların üstüne konan ağır taşlara sıkl denmektedir. Sikal, kıtal vezni üzere masdar olabilir, cibal vezni üzere cem olabilir, kitab vezni üzere ismi mef’ul anlamında sıfatı müşebbehe olabilir. Sehabın sıfatıdır.
Orta sıcaklıkta bunlar gökte asılı kalırlar. Sonra hava soğuyunca ağırlaşırlar ve yağmura, kara dönüşürler. Bu yağmur yüklü bulutların gök gürlemesiyle, şimşekle yahut yıldırımla oluşturulduğunu ifade etmektedir. Maddeler belli sıcaklığa erişince çekirdekten koparlar. Birbirini itmesi nedeniyle çevreye saçılırlar. Ama karşı iyonlar oluşacağı için birbirinden uzaklaşamazlar. Yayılmış parçacıklar hâlinde havada yüzerler. Yükler eşit olmazlar. Sonunda şimşek veya yıldırıma dönüşürler.
وَيُسَبِّحُ (Va YuSabBıXu) “Ve tesbih eder.”
“Sebeha” demek, yüzmek veya uçmak anlamındadır. “Sehab” ile akrabadır. Her biri Allah’ın onlara verdiği görevleri yerine getirerek kâinatın düzenini korurlar.
Ay, güneş ve yer bir felek içinde sebh ediyorlar.
“Tesbih etmek” demek, başkalarını yüzdürmek olur. Yani başkalarını yörünge içinde hareket ettirmek demektir. Tesbih etmek demek, varlıkların yüklendikleri görevleri yerine getirmesi demektir. Canlı cansız her şey Allah’ı tesbih eder. Çünkü tüm kâinatın düzeni onların yaptığı işlerle kurulmuştur. Burada canlı cansız her şeyin Allah’ı hamd ile tesbih ettiğini buyurmaktadır. Yüsebbihu, yünşiu’ya atfedilmiştir.
İnşa etmek demek, doğa kanunları ile atomları yaratmak ve hızları dağıtmaktır.
Tesbih etmek demek, bunların işe yarayacak şekilde geldikten sonra görevlerini yerine getirmeleridir.
الرَّعْدُ (RaGDu) “Gürleme”
Şimdi çıkan gök gürültüsü ne işe yarar?
Onu tam olarak bilmiyoruz. Ama yeryüzünü seslerle düzenlediğini biliyoruz. Doğada mevcut DNA zincirleri ile 01 elektronik devreler bazen çalışmaz olurlar. Canlıların çıkardığı sesler bu tıkanıklığı giderir. Cırcır böceği bunun için öter durur. İnsanlar da bu amaçla tesbih ederler, kendi bedenlerindeki tıkanıklıkları giderirler.
Gürlemeden çıkan sesin yeryüzündeki fonksiyonunu ilmen henüz bilmiyoruz. Gelecek asırlar bunları keşfedince Kur’an’ın mucizesine bir sahife daha ekleyeceklerdir.
بِحَمْدِهِ (Bi XaMDıHIy) “Hamdi ile”
Türkçede tarikatların yaptığı tekrar ederek Allah’ın isimlerini söylemeye zikir diyorlar. Kur’an zikri bu mânâda kullanmaz, hattâ hafız anlamında da kullanmaz. Anlama mânâsında kullanır. Tarikatların yaptığı virdlere Kur’an tesbih kelimesini kullanmaktadır.
Ra’dın tesbihinden anlıyoruz ki tesbih denk belli sesleri çıkarmadır. Tesbih, çokça harekete geçme mânâsında olabilir. O zaman devamlı mesela Allah mânâsında olur. Doğada çıkan gürleme sesi de böylece Allah’ı tesbih etmektir. Tesbih rezonanslı seslerin çıkması demektir. Allah dediğim zaman öyle titreşim yapar ki benim kılcal damarlarım açılır. Beynimde dolanan sinir hücrelerinin dendritleri normal hâl alır. Gürleme de böyle bir ses çıkarır. Yeryüzü ile rezonans hâlindedir. Böylece onların birleşmesine sebep olabilir.
İşte tef’il bâbı bunu ifade eder. Belki de bu sayede zelzele için birikmiş olan enerji bu gürleme sesi ile söndürülmektedir. Yeryüzü böylece zelzeleden korunmaktadır. Gökten gelen yaşları mahfuz gök koruduğu gibi yerden geleni de ra’d yani gürültü korumaktadır.
Tesbih etmek, kendi varlığı için harekettir. Hamd ile tesbih etmek ise başkalarına da temiz hava götürme olur. İşte eğer sizin yaptığınız kânatın ve yeryüzünün doğa dengesine hizmet ediyorsa siz hamd etmiş olursunuz demektir. Biz buna çıkar beraberliği diyoruz. Kendimizin çıkarı için iş yapıyoruz ama topluluğun da çıkarı olmaktadır. O zaman hamd ile tesbih etmiş oldunuz.
وَالْمَلَائِكَةُ (Va eLMaLAEiKaTu) “ Ve melekler de tesbih ediyorlar.”
Burada fiil hazf olmuştur. “Tusebbihu el-Melaikete” olması gerekir. Burada şuurlu kimselerin de bu işi yaptığını belirtilmiştir. Yalnız bulutlar değil, tüm varlıklar tesbih etmektedir, hem de birlikte tesbih etmektedir. Birbirlerini tamamlamaktadır. Onun için tesbih kelimesinden bahsedilmiştir.
مِنْ خِيفَتِهِ (MiN PiFaTıHIy) “Hîfesinden”
“Bi Hamdihi” ve “Min Hifetihi”.
“Bi” ile “Min” her ikisi ibtidai gaye içindir. Yani sınırın başlangıcı içindir.
“Min”de ne başlangıcın olmaya ne de olayın başlangıca tesiri yoktur. Sadece sınırı belirler. Teb’iz için gelir, yani bir kısmından anlamındaki burada o husus yoktur. Ya da tebyini cins için gelir. Hîfeden oluşmuş bir tesbih demektir.
Melekler isyan etmezler. Dolayısıyla cezalandırılmaları söz konusu değildir. O halde hîfeleri nedir? Haseneden mahrum oluruz, daha az sevap alırız diye endişe ederler. Dolayısıyla bu suretle Allah’ı tesbih ederler, yani O’nun verdiği işleri yaparlar demektir.
“Bi” ile getirdiğimizde hamdın tesbihe etkisi vardır. Hamd tesbihe sebep olmaktadır. Yahut tesbihin âleti olmaktadır. Yahut zarf olabilir. Hamdın içinde Allah’ı tesbih eder olur.
Burada gürlemenin canlılar için de insanlar için de görevleri vardır demektir.
Ra’dın fail olması hamdın ra’d tarafından olduğunu ifade etmez. Bizim hamd etmemiz için ra’d tesbih eder. Çünkü hamdın faili mahzuftur. Bunun anlamı şudur ki, gürleme bizim hamd etmemize sebep olmaktadır. Yukarıda gürlemenin canlıların hayat bulması için zelzeleleri önlemiş olması gibi nimetine ulaşmamız gerekmektedir.
Burada yaşanmış bir olayı nakletmede yarar vardır.
Akevler’de ilk bloğu yaptık. Kentin dışında tek başına bir bina idi. Betonu layıkıyla dökmüş, 320 metrekareye oturan dokuz kat bina yapmıştık. Rüzgar estiğinde, kapılar açılıp kapandığında son derece gergin ses çıkıyordu. Bina adeta tınlıyordu. Çatıda mescidimiz vardı, ben de en altta yatıyordum. Bir gün baktım derinden bir ses var, bina da o sese uyuyordu. Çatıda Uşşakiler cehri zikir yapıyorlardı. Onlar sekiz kat yukarıda koro hâlinde “Allah” dedikçe tüm bina da “Allah” diyordu. Birkaç hafta sonra binada çınlama ve tınlama sesleri kesildi. Artık gerginlikler sona ermiş, bina oturmuş ve sağlamlaşmıştı.
İşte tesbih böylece betondan binaları bile yerine oturtmaktadır.
Bunun tam tersini de hatırlayalım. Ankara’da stadyum yapılmış, gece aletlerle müzik konseri verilmiştir. Gece bomboş iken havalandırmaların rezonansı ile bina yıkılmıştır. Çünkü o müzik germeleri azaltmamış, tam tersine artırmış ve sonra da yapı paramparça olmuştur.
Burada iki tesbihten bahsedilmektedir. Biri eşyanın tesbihinden, diğeri de akıl sahibi meleklerin tesbihinden bahsedilmektedir. Kıyas yoluyla cennette de insanlar Allah’ı tesbih edeceklerdir. Onlar da sevaptan kaybedeceğiz diye hîfet edeceklerdir.
وَيُرْسِلُ الصَّوَاعِقَ (Va YuRSiLu elÖaVAGıQa) “Saıkaları irsal eder.”
“Saıka” yıldırım demektir. Berki irae eder. Sehabı inşa eder, ra’d ve melekler tesbih ederler, savaıkı da irsal eder.
Varlıkların içinde bir kısmı yapıcıdır, bir kısmı ise yıkıcıdır. Bu âlem fena âlemdir, ölümlü âlemdir, yakılması yok edilmesi gereken âlemdir. Doğal âfetler vardır. Bunların başında yangın gelmektedir. İnsanların olmadığı bir dünyada yangının kaynağı yıldırımdır. Böylece yaşlanmış ve kurumuş ormanlar yanar, yerine yenileri biter. Bunun yanında Amerika’da büyük rüzgar hortumları vardır. Doğuda ise deniz dalgaları vardır. Zelzeleler vardır. Bulaşıcı hastalıklar vardır. Burada bunlardan bir tanesi olan yıldırımı anlatmaktadır.
“Saıka” elektrik yüklü bulutların elektriğini yere boşaltmasıdır. Çok büyük elektrik gücüne sahiptir. Bir yıldırımdaki enerji İstanbul’u bir gecede sabaha kadar aydınlatacak güçtedir. Yarın insanlar bulut santrallerini kurabilirler. Bulutlar patlamadan yeri şarj edebilirler. Aslında bugün bu olmaktadır. Paratonerler elektriği yere boşaltmaktadır. Ondan şimdilik yararlanamıyoruz. Ama ileride yararlanabiliriz.
فَيُصِيبُ بِهَا (Fa YUvÖıBu BiHAv) “Onu isabet ettirir.”
Buradaki zamir saıkalara gitmektedir, çoğuldur. Müennes zamiri gelir. İnsan çoğulunda zamir müzekker olur. Kadınların çoğulu olsa da müzekker olur. Eşya çoğulunda zamir müennes olur. Burada savaıkanın çoğuludur ama zamir yine müennes gelmiştir. Çünkü müennesliği lafzîdir.
İsabet ettirir, çarpar demektir. Musibet ulaşır demektir.
Sayıb kelimesi de musibet anlamında sıfatı müşebbehedir.
مَنْ يَشَاءُ (MaN YaŞAyEu) “Meşiet ettiğine.”
Burada “hu” zamiri hazf olmuştur. Aslında zahiren dileyene isabet ettirir şeklindedir. Yani kim bana musibet isabet etsin diyorsa ona isabet ettirir. Yani küfürde ve isyanda ısrar ederse Allah ona yıldırımı isabet ettirir.
Buradaki meşiet kabih fiillerden kinayedir. Bununla beraber zamiri muttasıllar da hazf olur. “Men Yeşaullahu” olsaydı, o zaman oradaki zamirin hazfı daha bâriz olurdu.
Burada hem Allah’ın hem de “men”e raci zamirin hazf olduğunu kabul edersek, Allah kime isterse anlamı çıkar. O zaman “Men Yeşau” bir deyimdir. Onun için zamir hazf olmuştur. Deyimler artık kalıplaşır ve onda değişiklik yapılmaz. “Men Yeşau” kelimesi de böyledir. Acaba “Men Yeşau” geçen yerlerde ne kastedilmektedir?
Allah kâinatı var etmiş ve melek, cin ve insanları kendisine halife yaparak işleri onlara yaptırmaktadır. Bazı konularda ise kararı kendisine bırakmaktadır. Filana yıldırım çarpsın kararı bizzat Allah’ın kendisinin iradesine bağlıdır. O hususta karar alma yetkisini başkasına vermemektedir. Âhirette de kimin cennete kimin cehenneme gideceğine sonunda kendisi irade etmektedir. Böylece bu âyetten anlaşılmaktadır ki, topluluğa isabet eden veya kişiye isabet eden beklenmedik haller Allah’ın iradesiyle olmaktadır. Biz değil melekler de bilmemektedir.
Örnek olarak bazı gelişmeleri ele alalım.
1960’larda Türkiye Müslümanları harekete geçtiler, İslâmî düzenin Türkiye’ye gelmesi için teşkilatlanmaya başladılar. Daha önce de Risale-i Nur şakirtleri, Süleyman Tunahan şakirtleri, kaçak da olsa medrese tahsilini sürdüren din adamları, kaçak da olsa zikreden tarikat ehlinin istedikleri İslâm düzeni idi. Ancak bunlar hiçbir organizasyon içinde değildi. Hepsi dağınık ve illegal çalışıyordu. İlim Yayma Cemiyeti vardı; işi camileri tamirden ibaretti. İzmir Kestanepazarı Derneği vardı; işi mollalar yetiştirmekten ibaretti.
1970’lerde önce Akevler (1967) bir kooperatif kurarak legal olarak İslâm düzenini getirmeyi hedeflemiştir. Diyeceksiniz ki, İslâm düzeni yasak değil miydi? Hem legal diyorsunuz, hem de İslâm düzeni diyorsunuz! Cevaben deriz ki:
Türkiye’de yasak olan İslâm fikriyatı değildir, İslâm düzeni de değildir. Yasak olan dinî hissiyatın ve mukaddes tanınan şeylerin istismar edilip kötüye kullanılmasıdır. Biz ise İslâm fikriyatını ve İslâm düzenini savunuyorduk. İslâm düzeni de barış düzeni demektir, lâiklik demektir. İslâm fikriyatı ise müsbet ilme dayanarak muasır medeniyetin fevkine çıkmaktır. Biz bunlara dayandık. Böyle olduğu içindir ki Akevler yöneticileri bir gün dahi lâikliğe aykırı hareketlerinden mahkum olmamışlardır. Akevler’in başlattığı bu legal çalışma Milli Görüşçüler tarafından benimsendi. Risale-i Nur şakirtleri tarafından benimsendi. Sonra holdingler kuruldu. “Adil Düzen” ortaya çıktı…
Bugün nereye geldik?
İslâm düzenini getirmek isteyenler bugün iktidar oldular.
Din olarak Türkiye’de ve dünyada organize oldular.
Siyaset olarak senelerdir hep organize oldular.
Ekonomide de halk ekonomisi yaygınlaştı.
O halde başardık mı?
Hayır!
Çünkü bunların hepsi başarılarını zalim düzende elde ettiler. Nasıl Hıristiyanlık zalim düzende yayıldıysa, bugün de biz zalim düzen içinde zafer kazandık.
İnsanlık Kur’an düzenini beklemektedir.
AK Parti bunun için yıkılacak ve yok olacaktır. Çünkü “Adil Düzen”i getirmekle değil de, “zalim düzen” içinde adalet yapmak istiyor. Allah zalim düzen içinde adalet yaptırmaz.
Ancak bu ne zaman olacak, işte onu bizim bilmemiz mümkün değildir. Çünkü Allah’ın meşietine bağlıdır. Bu sebepledir ki tahminlerin hiçbirisi tutmamaktadır. Tam kapatılırken asker imdada yetişiyor. İşte “Men Yeşau”nun mânâsı budur.
وَهُمْ يُجَادِلُونَ فِي اللَّهِ (Va HuM YuCADiLUvNa Fıy elLAHi)
“Onlar Allah hakkında mücadele ederken.”
Buradaki “Va” harfi hâl vavıdır; “Yürsilü”nün hâlidir. Onlar Allah hakkında mücadele ederken Allah da savaikı gönderir. Yahut da “Men”in hâlidir; zamir “Men”dekilere racidir.
Onlar cidal yapıyorlar.
Kimlerle cidal yapıyorlar?
Aralarında cidal yapıyorlar.
Bugün onlar iki gruptadırlar.
Gruplardan biri Allah’a inanmayı, ibadet etmeyi ilkellik kabul eden gruptur. Bunlar müşriktirler.
İkinci grup Allah’a ibadet etmeyi, İslâm ahlâkı üzerinde olmayı kabul ediyorlar ama onlar da dünya işerine Allah’ı karıştırmıyorlar. Kendileri Allah’tan iyi bildiklerini kabul edip Kur’an’a bakmıyorlar bile. Mücadeleleri İslâm düzenini getirme yolunda değildir, İslâm ahlâkının meşru olup olmadığı hususundadır. Bu konuda zinayı kutsileştirme, faizi meşrulaştırma gibi bir gaflet de göstermektedirler.
İşte onlar kendi aralarında Allah hakkında mücadele ediyorlar; Allah’ı nereye kadar sürgün edelim diyorlar. Yani Allah’ın sürgün edilmesinde ittifak hâlindedirler. Uzaklaştırma mesafesi ne olsun üzerinde tartışmaktadırlar…
İşte yıldırım böyle bir zamanda gelip onları helâk eder.
Bu ikinci grup ehli kitap grubudur.
Biz ne diyoruz?
Biz diyoruz ki:
İnsanların kendi yaşamalarına ve ibadetlerine devlet karışmaz, kamu karışmaz. Düzen ise anlaşmalarla ve sözleşmelerle oluşur. Bizi anlaştıracak olan da müsbet ilimdir. Evrensel hukuk varsayımlarıdır. O da her söze kulak vermekle elde edilir. Biz size Kur’an’ın her dediğini yapın demiyoruz. Bırakın biz Kur’an’ı serbestçe okuyalım ve öğrenelim. Yasaklamalar koymayın. Bırakın biz size zarar vermeyen işlerde istediğimizi yapalım. Bir de, siz Kur’an’ın ne dediğini öğrenin; yapmayın ama ne dediğini bilin diyoruz. Biz de sizin dediklerinizi bilelim. Başka türlü birlikte yaşayamayız. Ortak dil ortak düşüncelerle oluşur.
وَهُوَ شَدِيدُ الْمِحَالِ (Va HuVa ŞaDIyDu eLMıXALı)
“O mihali şedid olandır.”
“Mihal” kelimesinde ihtilaf olunmaktadır. “HVL”den mi, yoksa “MHL”den midir?
Bunun için “M” ile başlayan kelimeleri sıralayalım: مأجوج مئة مريم متي مائدة “Me’cuc” kelimesi “ECC”den gelmektedir. “Miet” kelimesi “EVY”den gelmektedir. “Meryem” kelimesi “RVM”den gelmektedir. “Maide” ise MYD”den gelmektedir.
Bunları devre dışı bırakırsak, boğaz harfleri ile başlayan:
(مهد مهل محل محص محن محو معز معي مواخرمخض 10) on tanedir. (2+2+4+2+2) Eğer “mıhal”i buraya almazsak ikili sitem bozulur.
Arka kameriyeler (مجد مكث مكر مكك مكن مكاء مقت 8مجوس) Sekiz tanedir. ((1+5)+2) şeklinde yer almıştır. On tanedir.
İllet harfleri sekizdir ( موت موسى مورمول موج موه ميد ميز مير ميل 10) (4+4) şeklinde dağılmıştır.
Orta harfler (مدين مدد مزق مزن مضغ مضي مط مطومسح مسخ مسد مسس مسك مسي مشج مشي مصر مثل متع متن 20) Yirmidir. (2+2+2+2+6+2+2+2)
Orta titrekler ( مرء مرج مرح ماروت مرد مرر مرض مري
ملء ملح ملق ملك ملل ملي منع منن مني مناة 18) (8+6+4) olarak dağılmıştır.
Burada görülüyor ki, dağılma üçlü değil ikilidir. O halde “Mihal”in kökü “MXL”dir.
“Mihal” fial vezni üzeredir. İf’al bâbının masdarı olabilir, kıtale benzer. Sıfatı müşebbehe olabilir, kitab vezni üzere olur. Cem olabilir, cibal gibi olur.
“Mehl” kelimesinin kökü ise hile anlamındadır. Kur’an’da hile kelimesi yoktur. Yerine keyd ve mekr geçmektedir. Mekr ve keyd yapmak, karşı tarafı tuzağa düşürmektir. Mehl ise serbest bırakıp birden düşürmektir.
Türklerin savaş taktiği, sağ ve sol cenahları çok sağlam tutup orta cenahı gevşetmek ve geri çekilmektir. Düşman yol aldıktan sonra sağ ve sol kanatlarla arkadan kuşatıp esir almak veya imha etmektir. Savaş öyle bir yerde başlatılır ki kenarlarında savunma kolay olsun.
Bu savunma savaşları için son derece başarılı bir taktiktir.
İşte bu savaş taktiğine “mehl” denir. Bu taktiğin sahibi komutana “mihal” denebilir.
Saıkanın inişi böyledir. Beklenmedik zamanda vurmasıdır.
Türkler istilacı bir topluluk değildir. Ama kendilerine saldırılınca şiddetli bir şekilde savunurlar ve sonunda saldıranlar çekilir, topraklar onlara kalır. Biz İstiklâl Savaşı’mızı Yunanistan’da yapmadık, Türkiye’de yaptık. Biz Malazgirt Meydan Savaşı’nı Anadolu’da yapmadık, Van’da yaptık. Bu mehldir; bunu yapanlar da mihaldir.
Bu ifadenin buraya getirilmesinin sebebi, Allah mühlet vermektedir, onların kötülük yapmalarına izin vermektedir. Böylece cepheden geri çekilmektedir. Sağ ve sol cenahta ise “Adil Düzen”i hazırlamaktadır. Günü gelince arkaları kesilecektir. Sol cenahtan gelenler kesecektir. Onlar birbirlerini yedikten sonra yeryüzü Adil Düzen Çalışanlarına kalacaktır.
لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّ (LaHUv DaGVaTu elXaqQı)
“Hakkın daveti onadır.”
Sûrenin başında “sana hak inzâl olundu” denmişti. Orda geçen kelimeler sûre ilerledikçe izah edilmektedir. “Hakk’ın daveti onadır” deniyor. “El-Hak”la buradaki âyet ve başlangıçtaki âyetle alâka kurulmaktadır. Orada hak Kur’an için kullanılmıştır. Ama Kur’an’ın lafzı veya kitabeti değil, getirdiği ahkâmdır.
Şimdi Türkiye’nin durumuna gelelim.
Osmanlı İmparatorluğu çökmeye başladığı zaman, İslâm âlemi de dünyada çöküyordu. İslâm devletleri Batılı istilacıların eline geçiyordu. Tüm dünya Müslümanları Türkiye’den ümit bekliyordu. Türkiye ise kendi derdine düşmüştü.
O dönemde dört düşünce hakim olmuştu:
1- Osmanlıcılar. Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşatabilmemiz için İslâmcılıktan ve Türkçülükten vazgeçmeli, sadece tarafsız adil bir Osmanlı devletini kurmalıyız. Bu görüş cumhuriyetten sonra da devam etmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi buna sahip çıkmıştır. Bu parti hâlen cumhuriyetçidir. Osmanlıcılıkla cumhuriyetçilik arasında bir fark yoktur. Sadece adı ve şekli değişmiştir.
2- Türkçüler. İslâm âlemi artık kendisini savunamaz durumdadır. Biz Türkler bir araya gelerek güçlü ulus oluşturmalıyız. Dine veya şeriata değil, dile dayanan bir ulus oluşturmalıyız. Bu görüş cumhuriyet döneminde Türk Ocakları ile devam etmiş, bugün Milliyetçi Hareket Partisi buna sahip çıkmaktadır. Bugün sözde de olsa bağımsızlığını kazanan Türk devletleriyle yakından ilişki kurmaktadırlar.
3- Batıcılar ise artık Batı’nın dışında bağımsız yaşamak mümkün değildir. Her şeyimizle Batı’ya teslim olup Batılılaşmalıyız. Böylece yaşama imkanını buluruz. Bu görüş Jön Türklerin görüşüdür, İttihat ve Terakki’nin görüşüdür. Bugün bu görüş Demokrat Parti ve onu izleyen DYP’nin görüşüdür.
4- İslâmcılar ise diğer azınlıklardan ayrı olarak Müslümanlar birleşmelidir, Hıristiyanlara karşı ortak cephe oluşturmalıdır diyorlardı. Bugün bu görüşü Millî Görüşçüler savunmaktadır.
Bunların hepsi hak değildir.
Peki, hak nedir, hakikat nedir?
Hak “Adil Düzen” görüşüdür.
Türkiye Devleti bütün bu görüşleri içerecektir. Ama gaye insanlık içinde bağımsız Türkiye olmadır. Mustafa Kemal’in görüşü buna yakındır. Türkiye Cumhuriyeti yaşayacaktır. Ama kendisine özgü ulusu ve ülkesiyle yaşayacaktır. Ulus dile ve toprağa dayanır. Mustafa Kemal ‘Türküm’ demeyi ve İslâm soyundan gelmeyi de ekledi.
Bizim için ulus demek; dili, sanatı, örfü ve tekniği olan topluluktur. Devlet ulusun vatana sahip olması ile oluşur. Hak olan “Adil Düzen”dir.
“Adil Düzen”in ne olduğunu anlamak için “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” kitabımızı okumanız gerekmektedir.
“Hakkın daveti” ne demektir?
Hak bizi bir yere dâvet etmektedir. O da kitabı indiren Allah’a dâvet etmektir. Hak müsbet ilimle ortaya çıkar. Müsbet ilmin ortaya koyduğu haktır. O da bizi Kâinatı var edene götürmektedir. Buraya niye geldik? O’na gitmek, O’na ulaşmak için geldik. Biz bu dünyaya gelmeden önce hamdık. O’nun huzuruna çıkacak güçte değildik. Buraya geldik, piştik, eğitildik, şimdi O’na gideceğiz...
وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ (Ve elLaÜIyNa YaDGUNa MiN DUvNıHIy)
“O’nun dununda olana dua eden kimseler.”
“Lehu”daki “hu” zamiri “Şedidu’l-mihal” olana racidir. Yani ondan başka sistemde, ondan başka düzende çözüm arayanlar kimlerdir, nereleri arıyorlar?
ABD veya AB veya Rusya veya Çin’de koruma arayanlar, yahut Hıristiyanlarda veya Müslümanlarda kurtuluşu arayanlar. Kapitalizm, sosyalizm, liberalizm, faşizm gibi beşeri hayallerde arıyorlarsa, bunlar onun dışında yerlerde arıyorlar demektir.
Peki, Hak nerede aranacak?
Son kitap olan Kur’an’ın diğer kitaplarla birlide çağımızda ulaşılan müsbet ilimlerle ortaya konan düzendir. Bunun adı “Adil Düzen”dir.
Hakkı bulmanın yolları şunlardır:
a) Her söze kulak verilecek. Bu nasıl sağlanacak? Bir diller sitesi kurulacak. On bin aile yerleştirilecek. Her on aile on dairelik bir katta yerleştirilerek ailece dünyanın bütün dilleri korunacak. Bu kattaki aşiret tarafından ilimler kendi dillerinden Arapçaya, Arapçadan da kendi dillerine çevrilecek. Sonra Arapçada ortak görüşler aktarılacak. İlimler sekiz yüzlüye göre tasnif edilecek.
b) Sonra bu ilimlerden 600 sahifelik ortak ilmî metin oluşturulacak. Bu metin her yıl güncelleştirilecek. Bu ortak metin yarışma yoluyla oluşturulacak. İsteyen katılacak. Sıralanacak. Telifte birinci olanla takdirde birinci olanlar bir baş telifçi seçerek ortak metin hazırlayacaklar. Bu 600 sahife olacak. Kur’an büyüklüğünde olacak. Bu en ahseni kabul edilecek. Sonra yüz ilimlik için 600’ar sahife metin hazırlanacak. Bunlar da yarışma ile hazırlanacak. Doktoralar burada geçen kelimeler üzerinde yapılacak. Metin ve şerhler bilinmiş kabul edilerek araştırmalar yapılacak. Ayrıca lugat ve istatistik kitaplarında mevcut olan bilgiler yerleştirilecek. Google’ın yaptığı tipte bir internet sitesi oluşacak. Yeryüzünde ona yakın ilmî ekol olacak. Bu ekollerin külliyatı olacak.
c) İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları bucaklarda, il merkez bucaklarında, ülke merkez bucaklarında ve insanlık merkez bucağında Mekke’de ilmî faaliyetlerle oluşacak. Halk istediği ekole katılacak. Katıldığı ekollerin içtihatlarına göre ilzam olunacak. Yani içtihat, icma, istişare ve hakemlik kararların kaynağı olacak.
d) İnsanlar barış içinde yaşayacaklar. Nizalar hakemler tarafından halledilecek. Hukuk düzenleri bucaklarda oluşacak. İç güvenlik illerde kurulacak, ülke savunması devletler tarafından yapılacak. Demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzeni dünyaya hakim olacak. Yani şeriat, İslâm, adil ve hakka dayalı bir ahkâm düzeni olacaktır. Hak budur. Adil devlet demek, faizsiz kredi ile herkesin sermayeye sahip olması demektir. Hak devleti demek, herkesin yeryüzündeki kiradan geçinmesi demektir.
لَا يَسْتَجِيبُونَ لَهُمْ بِشَيْءٍ (Lav YaSTaCıYBuNa LaHuM BiŞeYEin)
“Onlara bir şeyle cevap vermezler”
İslâm düzeni dışında, yani demokratik, lâik, liberal ve soysal hukuk düzeni dışında yol arayıp sosyalist, kapitalist, nasyonalist, anarşist olanlar ellerine bir şey geçiremeyeceklerdir. İnsanlık hakka dayalı düzeni oluşturmadıkça uçuruma gider ve yuvarlanır. Sadece çevre kirliliği onları helâke götürmeye yeterlidir. Çevre kirliliği neslin dejenerasyonu, soykırımı yapan silahlanma ve mafyalar, sadece insanlığı değil, tüm canlı âlemini de mezara göndermektedir. Sömüren tekel sistem insanlık için ölümden başka bir şey getirmez. Sömüren ister sermaye ister siyaset olsun, ister uluslararası ister ulusal sömürü sermayesi olsun, bir şey değişmez. “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” içinde anlatılanların dışında gidilecek bir yol yoktur, bir çare yoktur. Ölüler konuşmaz, konuşamaz...
إِلَّا كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ (EilLAv Ka BAvSıTı KefFaYHı)
“Ellerini best edenler gibi.”
Canlıların en çok sıkıntı çektikleri konu sulardır. Hayvanlar dört ayak üzerindedirler, suya ağızlarını batırarak suyu içerler. İnsanlar ise iki ayakları üzerindedirler. Akar suya başlarını uzatıp su içemezler. Bunun için çeşitli su kapları geliştirmişlerdir.
Ama köylerde, kırlarda dolaşırken çoğu zaman yanında bir kap bulunmaz, avuç içinde su doldurup ağıza götürülür ve içilir. Ne var ki insanın avucu bu suyu tutacak şekilde yaratılmamıştır. Daha ağıza götürmeden su parmaklar arasından boşanır. Allah insanın avuçlarını öyle yaratmıştır ki insanlar su tasları icad etsinler.
Daha ilk zamanlarda büyük yapraklardan kap yaptılar ve su içtiler. Sonra kabak çevresini kap olarak kullandılar. Ağaçlar yonttular. Seramik pişirdiler, taşları oydular. Güğümleri ve tasları yaptılar. Şimdi çeşmelerden ve sürahilerden bardakla içiyorlar. Boruları döşediler. İnsanlar bütün bunları ellerinin parmakları arasından suyun dışarıya akması sebebiyle başardılar. İnsan zayıf ve cahil yaratıldı ama sonra öğretildi.
إِلَى الْمَاءِ (EiLay eLMAyEi) “Ma’a/suya”
Ellerini suya uzatmaktadır. Akar sularda, göllerde sular böyle içilmek istenmiştir. Bununla su içmeyi başaramayınca, kamıştan borularla suyu içebilmişlerdir.
Su insan hayatı için temel maddedir. Vücudun yüzde doksanından fazlası sudur.
Su en hafif element olan hidrojenden iki ve sekizinci element olan oksijenin birleşmesinden oluşur. Helyumdan sonra 1) lityum, 2) berilyum, 3) bor, 4) karbon, 5) azot, 6) oksijen ile hidrojenin birleşmesinden oluşur. Eksi 2 değerlidir. Flor bir değerlidir. Azot da tek değerlidir. Bunlar en hafif elementlerdir. Hayat bunun üzerinde kurulmuştur. Organik maddelerin çoğunu eritir. Bu sebeple temizleyicidir de.
Su hayat kaynağı olarak tanımlandığı gibi gökten gelen vahiy da suya benzetilir. Çünkü yağmur gibi o da insan zekâsını sular ve uygarlıklar doğurur.
Bugün yeryüzünde dört büyük uygarlık vardır. Hıristiyanlık, İslâmiyet, Brahmanizm ve Budizm. Tevrat uygarlık yaratmamıştır, çünkü İsrail oğullarından olmayanlar o dine alınmamaktadırlar.
لِيَبْلُغَ فَاهُ (Li YaBLuĞa FAvHu) “Femi ona baliğ olsun diye”
Kur’an’da “efvah” ve “fahu” geçmektedir. “Fem” kökü yoktur. Aslı “fahuh” olmalıdır. Ağız suya ulaşsın diye. Ma’da olduğu gibi Fa’da da Me harfi sakıt olmuştur veya değişmiştir.
Kur’an’da kural dışı değişmelerin olduğu çok az kelime vardır. Aslı “FVH”dir. Fem olarak söylenmektedir. Dillerde böyle dönüşmeler mevcuttur. Kur’an bu dönüşmeye de bir misal vermektedir.
وَمَا هُوَ بِبَالِغِهِ (Va MAv HuVa Bi BaLiĞıHi) “O ona ulaşmaz.”
Burada zamirler kişiye ve ağza veya ağza ve kişiye gitmektedir.
Kişi suya baliğ olamaz. Ağız suya baliğ olamaz. Su kişiye ulaşamaz yahut su ağıza ulaşamaz. “Huve” ile “hi” değişik yerlere gönderilerek bu manalar elde edilir.
Müsbet ilmin aracılığı ile Kur’an’a ulaşıp ondan gerekli talimatı almadıkça su içmek mümkün değildir. O halde Avrupa’nın veya ABD’nin arkasından koşanlar serap peşinde koşuyorlar.
Yapacağımız nedir?
Beşeriyetin ortak malı olan müsbet ilmi sonuna kadar öğrenip geliştirmek. Yine beşeriyete ait olan ilâhi kitapların tamamını öğrenip onlarla insanlığa Allah’ın yolunu tesbit edip insanlığı barış düzenine götürmeliyiz.
Bu arada solcuların Marx’ına ne diyeceğiz?
Bunlara vereceğimiz cevap şudur. Biz her söze kulak veririz. En iyisini aklımızla ilmî metotlarla seçeriz. Elbette Marx’ın da bir katkısı var sayabiliriz. Ne var ki filozofların fikirleri kendi çağları için geçerli olup bugün Marksizm’in ütopik olduğu ortaya çıkmıştır. Kurun bir komünizm sitesini, kimseyi orada zorla tutmayın, görelim bakalım yeniliklerini ve biz de yararlanalım. Siz insanları zorla komünist yapıyorsunuz.
Biz İslâmî site kuralım diye Akevler’de harekete geçtik. Kanunlara uyduk. Mahkemelerde hep aklandık. Ama sizin zalim yönetiminiz elimizden kırk milyar lira değerindeki arazimizi zulümle gasbetti. Tapulu yerimizi hâlâ alamıyoruz. Sizin zulmünüzün canlı tanığı Akevler’e yaptığınız gayri kanuni zulümdür. Biz daha kuruluş merhalesinde herkes kendi sitesini kursun ve uygulasın dedik. İnsanlar oraya koşarlarsa kim ne diyecek. Bizi de serbest bırakın. Gelen olmazsa biz zorla getirecek değiliz. Hiç ümitlenmeyin. Sizin bize yaptığınız zulme Allah izin vermiştir. Çünkü bizde eksiklikler vardı. ‘Tamamlayın’ diye bize ihtar verdi. Er geç “Adil Düzen” Türkiye’ye gelecek ve Yaylabelen Akevler’in olacaktır. İstediğiniz rüşveti vermeyeceğiz. Zulme devam ediniz. AK Parti de devam etsin!
Yanlış mı söylüyorum.
Yaylabelen’in tapudaki kayıtları sizin zulmünüz delili için yeterlidir.
1) Dört bin dönüm hudutlar belli değil diye mahkeme kararı ile 600 dönüme indirilmiştir. Tapu kaydında “hali arazi” şeklindedir.
2) Mahkeme bunu çok görmüş, 400 dönüme indirmiş.
3) Akevler 120 senelik tapusu ile burasını satın alıyor.
4) Burasının orman olduğu mahkeme kararı ile sabit.
5) Mahkeme, rüşvet vermediğimiz bir teknisyenin tamamen hilafı hakikat raporuyla orman yapıyor ve elimizden alınıyor.
Bundan sonrasını burada anlatmayacağım. Devletime zarar vermek istemiyorum.
وَمَا دُعَاءُ الْكَافِرِينَ إِلَّا فِي ضَلَالٍ(14)
(Va MAv DuGAvEu eL KaFİRIyNa eilLAav FIy WaLAvLın)
“Kâfirlerin duası dalâletindedir.”
Burada “Ve” harfi ile atfetmiştir. “Kâfirler” kelimesini tekrar etmiştir.
Burada ortaya konan genel kuraldır. Yukarıdaki, Allah’tan başkasına dua edenlerin hâline uygun durumu göstermektedir. Allah’tan başkasına dua edenlerin kıyas yoluyla dalâlet içinde olduğunu gösterir.
Buradaki incelik şudur. İnsanların birbirlerine yardım etmesi, birbirlerinden yardım istemesi yasaklanmıyor. Asla ABD’den uzaklaşın, onların yardımını istemeyin demiyor. AB’ye girmeyin de demiyor. Kur’an’ın yasakladığı, onları Kur’an’dan ve Allah’tan üstün tutmalarıdır. Yani Hak olan Kur’an’ı bırakıp onların sömürü isteklerini yerine getirmektir.
Yoksa İslâm barış dinidir. İslâm tüm insanlığa rahmettir. İslâm tüm insanları eşit seviyede görür, herkes kendisi Allah’la ilişkiyi kurar. İslâm kötülerle değil, kötülükle mücadele eder. Kötü insanların iyi olması için çalışır. Kimseye düşmanlığı yoktur. Müslümanlar herkesi sever.
Yazımızı ve konuşmamızı yine altın kurallarla bitirelim:
a) Her söze kulak verecek, en iyisine uyacaksın.
b) Herkesle iyilikte yardımlaşacak, kötülükte yardımlaşmayacaksın.
c) Onlar seni sevmeseler de sen onları yani herkesi seveceksin.
d) İnsanlar arasında hükmettiğinde, şahitlik yaptığında adaletle hükmedeceksin. Yakının da olsa seni taraflı söyletmeyecek.
İşte Kur’an düzeni budur, İslâmiyet budur.
Hıristiyanlık, Brahmanizm ve Budizm de bunları emretmiştir. Çünkü bunların hepsi kâinatı var eden Allah’ın insanlığa rahmetidir.
Üstün ırk olduğunu iddia edenler bunu ispatlasınlar. Bizden daha fazla iyilikler getirsinler. Kore’ye, Kosova’ya, Afrika’ya, Irak’a bizi çağırmasınlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-499/ADİL DÜZEN DERSLERİ-329 İstanbul, 28 Şubat 2008
IMF…
Beş bin yıldır insanlık tarım dönemi uygarlığını yaşıyor. Tarım döneminde toprak sahibi askerlerle din adamları aristokrat sınıf oluştururlar. Halk çalışır ve yaşar, aristokratlar da yönetir. Bu dönemde toprak sahibi olmayan göçebe kavimler halktan da aşağı bir sınıf oluştururlar ve bunlar ticaretle geçinirler. İşte bu dönemde çobancılıkla geçinen İsrail oğulları ekonomik bakımdan en aşağı sınıf oluşturmakta idiler.
Haçlı Seferleri ile Avrupa’da kasabalar oluştu ve bu kasabalarda ticaret önem ve değer kazanmaya başladı. Böylece başladı. Böylece İsrail oğulları ticareti iyi bilenler olarak yavaş yavaş halk sınıfını geçmekle kalmayarak aristokratik sınıfa girmeye çalıştılar. Beşyüz senelik Avrupa tarihi, tüccar İsrail oğulları ile asker ve kiliseden oluşmuş Avrupa aristokrasisi arasındaki mücadele ile geçmiş, günümüzde tüm ekonomiyi eline geçirmiştir.
Keşfettiği karşılıksız kâğıt para ile tüm dünyada yalnız ekonomiyi değil, yönetimi, ilmi ve dini de hakimiyeti altına almıştır. Dinsizleştirmeyi ana siyaset kabul etmiştir.
IMF dünyayı tek paraya götürme tuzağıdır. Dünyaya boyalı kâğıdı kredi olarak vermekte, bu yolla devletlerin merkez bankalarına hakim olmaktadır. Ulusal paralar sömürü tekel sermayesine ait olan ABD Merkez Bankası’nı dünyaya hakim kılmaktadır. Ulusal paralar dolara kote edilerek karşılıksız paranın sahibi olarak dünya hakimiyetini sürdürmeyi istemektedir.
Borçlandırılmış devletler onun dediğinden başka bir iş yapmamaktadır. Bunu yalnız borçla sağlamaktadır. Boyalı kâğıtla elde ettiği gücü ile bağımsız hareket etmek isteyen ulusal bankaların devletlerinin başına bombalar yağdıracağı tehdidinde bulunarak IMF’den ayrılmayı siyaseten de imkânsız hâle getirmektedir.
Ne var ki tekel sömürü sermayenin gücü sona ermiştir.
a) Ukrayna’da, Gürcistan’da, Kırgızistan’da uyguladığı spekülatör Soros formülü tutmamış, dünya siyasetine hakim olamamıştır. Türkiye’de giriştiği benzer Danıştay saldırısı denemesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
b) Kuzey Kore, Afganistan, Irak denemeleri sonuç vermemiş, Türkiye’de geçmeyen tezkere (1 Mart Tezkeresi) ile bu hareketinde izole edilmiş ve silah gücü ile Türkiye’ye bir şey yapamamıştır. Böylece süper güç olmaktan çıkmıştır.
c) ABD’de Başkan Clinton’un iftar yemeği ile başlayan mücadelede sömürü sermayesi yenilmiş ve ABD’nin başına Müslüman çocuğu bir zenci başkan olmuştur. Böylece ABD de sömürü sermayesinin dışına çıkmıştır.
d) Dünyada gelişen haberleşme, ulaşım ve teknoloji sayesinde devletler hakimiyet altına alınsa bile halk alınamamakta ve insanlık sömürü sermayesine karşı açtığı savaşta adım adım ilerlemektedir.
Türkiye tezkereyi geçirmeyerek sömürü sermayesine vurduğu darbeyi şimdi de IMF ile ilişkisini keserek ikinci hamle yapma durumundadır. Görülecektir ki ABD Türkiye’ye bir şey yapmayacak; yapamayacaktır. Bu bağımsız davranış sonunda Türkiye krizden bir ay içinde çıkabilecektir. Bu dünyaya örnek olacak, tüm dünya ülkeleri ulusal ekonomilere sahip olacaktır. Yahudiler de faizli sistemden vazgeçerek uluslararası ticarette serbest rekabet içinde güç sahibi olmaya devam edeceklerdir. Ticareti onlar iyi biliyorlar. Sömürmemek ve tekel oluşturmamak şartı ile bu bilgi ve becerilerinden yararlanmaya insanlık elbette devam edecek ve İsrail oğulları yine şerefli ama barışçı bir kavim olarak varlıklarını sürdüreceklerdir. Sonra ABD’deki 200 sömürü ailesini de bu barışçı kervana katabilmelidir.
Türkiye krizden nasıl çıkacaktır?
a) Türkiye TL ile dolar satın alacak ve faizli dış borçlarını kapatacaktır. Faizsiz kredileşeme, mal ile borçlanma, iştirak yoluyla sermaye transfer etme yoluyla ödeyecektir. IMF’den emir almayacak, IMF’ye emrederek yola getirecektir. Bu yalnız Türkiye için değil, insanlık için değil, bizzat IMF için de en hayırlı iş olacaktır. IMF faizsiz kredileşmeye dönüşmelidir.
b) Türkiye TL basarak faizsiz olarak üreticiye kredi olarak verecektir. Borçlarını devlet ödeyerek ekonomideki krizi yok edecektir. Sonra işletmelerden kazanınca tahsil edecektir.
c) Çalışana kredi verecek, işvereni borçlandıracaktır. Piyasaya bol para girecek ama mağazalar da bol mallarla dolacak, böylece kriz tamamen ortadan kalkacaktır.
d) Yabancıların Türkiye’de çalışmalarına izin verecek, böylece ucuza ürettiği mallara dünyada piyasa bulacağı için Türkiye dünya ekonomisinin kalbi hâline gelecektir.
Akevler bir aylık denemesini yapmaya hazırdır.
Hazır IMF ile anlaşma imzalamamışken, Akevler’le anlaşın ve bir aylık başarılarınızı gözlerinizle görün. Bu başarı size seçimde de yarar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-499/ADİL DÜZEN DERSLERİ-329 İstanbul, 28 Şubat 2008
ERGENEKON DAVASI YANLIŞ DAVADIR
Hukuk düzeninde sorunlar kurallar içinde çözülür. Biz bir şeyi düşünürken sorunların hukuk düzeni içinde çözülmesini düşünürüz.
Bir sene önce İzmir’de bir televizyonda bana ‘Ergenekon sorunu nasıl çözülmelidir?’ diye sorulmuştu.
Cevaben ‘genel afla’ demiştim.
Açıklaması şudur.
Bir devletin yöneticileri dinsiz olabilir, ordusu zalim olabilir. İnanmışlara her türlü işkence yapılabilir. Eğer devlet varsa, zulümle de olsa güvenliği koruyorsa, o devlete karşı gelinmez, onun yıkılması istenmez. Ne kadar kötü olursa olsun ordu yıpratılamaz, zayıflatılamaz. Görevimiz ordumuzu ve yöneticilerimizi ikaz edip onları doğru yola getirmek için çalışmaktır. Çünkü bu sayede o devleti yarın İslâm devleti hâline getirebiliriz. Devlet yıkılsa kimi Müslüman yapacağız. O kadar ki, böyle bir zalim devletin de ordusuna katılmak ve devleti için savaşmak farzdır. Ölürseniz şehid olursunuz, çünkü oluşmasını istediğiniz İslâm devleti için öldünüz. İslâm devleti dediğiniz zaman da lâik devlet olduğunu biliyorsunuz.
Ergenekon olayı nedir?
Tekel sömürü sermayesi İkinci Cihan Savaşı’ndan önce müstemlekecilik metodu ile dünyayı sömürüyordu. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra müstemlekeciliğe son verdi, yeni sömürü mekanizmasını geliştirdi. Bunun için iki gizli örgüt kurdu. Biri, CİA’nın birer şubesi olarak milli istihbarat teşkilatlarını kurdu, devletleri birbirleriyle çatıştırdı ve bütün dünya devletlerinin istihbarat teşkilatlarını CİA’nın veya KGB’nin kolu hâline getirdi, illegal çalışan gizli örgütleri kurdu. Bir de bu yapılanmanın yanında bu gizli legal teşkilatı denetimi altında tutabilmesi için de mafya teşkilatını kurdu.
Bu iki teşkilat aynı merkezden aynı amaçla kullanılıyordu.
a) Kurulmuş ve kurulacak tüm legal ve illegal örgütleri dinsizliğe yöneltmek. Hak inanışları yok etmek.
b) Mensupları ahlâksızlaştırarak insanlığı süfli hayata sokmak ve böylece onları kolayca kendisine köle yapmak.
c) Halkı zinaya, fuhşa, içkiye alıştırmak ve onları kendisine tapar hâle getirmek.
d) Tüm insanları birbirine düşman yapabilmek için aralarına nifak sokmak. Irk, din, servet, milliyetçilik duyguları ile insanları çatıştırmak.
Bu hedefe ulaşabilmek için tüm kuruluşlara gizli istihbarat ve mafya örgütünün adamlarını sokarak onlara provokatörlük yaptırmak.
İşte böyle oluşan milli istihbarat örgütü onlarca sene kullanılmıştır. Ne var ki aradan zaman geçince bu oyunu anlayan milli devletler ve ordular bunu engellediler. O zaman da o ordulara ve o hükümetlere düşman oldu.
Şimdi ne yapıyor?
Milli istihbarat teşkilatını ve bunu millileştiren Türk ordusunu karşı karşıya getirmek ve böylece devletleri yıkmak.
Ordu ne kadar kötü olursa olsun, Türk milleti onlara dayanmak zorundadır. Ordusuz devlet olmaz. Orduya karşı yapılan her hareket Türkiye devletine yapılmıştır.
Ergenekon davası yanlış davadır.
a) Birincisi, Ergenekon o devrin yöneticileri tarafından teşkilatlandırılmış ve çalıştırılmış bir kuruluştur. Onun suçlusu yoktur. O günkü şartlar içinde ondan başka bir şey yapılamazdı. Devlet başkanları, meclisler, orgeneraller ve hükümet suçlanamaz. Bunlar yasalarda yazılı olmasa da devletin selameti için görmezlikten gelinir. Ancak rejim değişikliği yapılarak galipler mağlupları isterlerse suçlayabilirler. Suçlu düzendir. Suçlayamazsınız, çünkü o günkü ordu öyle istemiştir. Onları da suçlayamazsınız sorun kişisel çıkar değildir. Bu sebeple Ergenekon davası mantıksız davadır. Tüm yöneticileri ve bürokratları isyana zorlamaktan başka bir şeye yaramaz.
b) İkinci kural, bir askerin askerine işlediği suçlar ancak askeri mahkemelerde muhakeme edilebilir. Emekli de olsalar, onları sivil mahkemelerde muhakeme ederseniz askeri mantık kaybolur. Asker amirine itaat etmez olur. Ordu yok olur. Sivilde itaat faili kurtarmaz. Ama askerde amirin dediğini yapan suçlu olmaz.
c) Bu nevi yargılamalar ancak sıkıyönetim mahkemelerinde yapılabilir. Normal savcı ve yargı usulleri ile bu tür davalar görülemez, yürütülemez.
d) Adil Düzeni getirmedikçe bu tür illegal hareketlerde bulunmazsanız devleti idare edemezsiniz. Yapılacak iş, Adil Düzeni getirdikten sonra bu teşkilatı değiştirebilir veya kaldırabilirsiniz. Yoksa devletiniz çöker.
İşte biz Adil Düzeni kırk senedir bunun için savunuyoruz. Hukuk düzeni ülkemizde yerleşsin istiyoruz. Anayasada hukuk düzenidir denmekle hukuk düzeni gelmez. Hukuk düzeninin müesseselerini kurmak gerekir. 28 Şubat’ta bunun için biz müdahale etmedik. Düzen gelmeden o müesseseler ortadan kalkamaz.
Ak Partili arkadaşlarımız, bizim sözlerimizi yaşlı bunakların modası geçmiş söylentileri gibi anladılar! Evet, parti kapanmadı. Ama ne sebeple? Askeri müdahale sebebiyle. Evet, Ergenekon hedefine ulaşmayacak, ülke bölünmeyecek ama ne sayesinde? Askerlerin müdahalesiyle. Oysa bu anayasaya aykırıdır. Bir ülke askeri yönetimle kurulur ve korunur. Ama askeri yönetimle ilelebet yönetilemez. O devlet olmaz eşkıya teşkilatı olur ve ömrü de çok kısa olur. Onun için tekrar söylüyoruz:
1- Ey Ak Partililer, gelin Adil Düzeni getirelim. İllegal kuruluşlara gerek kalmasın. Tüm eski suçları da temelden affedelim. Bundan sonra yapan olursa hemen asalım. Yoksa bu devleti yıkarsınızı ve kendinize de mezar yaparsınız.
2- Ey Türk ordusu, bu siviller beceremiyor. Anayasalar hazırlayamıyor. Ancak siz hazırlatabiliyorsunuz. Gelin, hükümete tavsiye edin, Millî Güvenlik Kurulu’nda tavsiye edin. Anayasa ilmî kurulunu kurun ve bize de, Akevler Adil Düzen Ekibi’ne de orada yer verin. Biz söyleyeceklerimizi söyleyelim. Siz yine bizim dediğimizi yapmayın.
O beyler de yapmasın.
Evet, yapmazsınız!
Çünkü siz üç kere dört 12 eder demeyi yasaklıyor, diyenleri dışlıyorsunuz.
Sonra diyorsunuz ki, buyurun üç kere dördün kaç ettiğini bulalım!
Bulabilir misiniz?
Doğruyu yasaklatın, yanlışlar içinde doğruyu arayın!
Size bu dalâleti kim yaptırıyor?
İşte o küresel sömürü sermayesi yaptırıyor.
Onları 2002’de bıraktınız ama saçmalıkları bırakmadınız.
Sizi nasıl uyandıracağız, nasıl?!.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92