1967...1968...1969....AKEVLER 42 YILDIR ÇALIŞIYOR....2007...2008...2009
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 500
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜNYA DÜZENİ YENİ BİR MEDENİYET PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 07 Mart 2009 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
500.
SEMİNER
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 500. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
RTE’ın KÖKLERİ KESİLMİŞTİR!
YÖK VE EĞİTİM-ÖĞRETİM
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 48. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
ESNAF MARKETİ
***
Bu düzen değişmeli… / Soygun düzeni /
Her seferinde yeniden başlayarak… /
Başbakan siyaseti bırakmasın!
Reşat Nuri EROL
***
RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 7
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَلِلَّهِ يَسْجُدُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَظِلَالُهُمْ بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ(15) قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قُلْ اللَّهُ قُلْ أَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ لَا يَمْلِكُونَ لِأَنفُسِهِمْ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ أَمْ جَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِهِ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلْ اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ(16)
وَلِلَّهِ (Va LilLAHi) “Ve Allah’a”
Kur’an’da yorumlama yaparken, atıf harflerinin neler ettiklerini, zamirlerin nerelere raci olduğunu, irabın âmillerinin neler olduğunu, harfi tarifin neyi tarif ettiğini bilme sorularını çözme başta gelir.
Buradaki “Ve” nereye atfediyor?
İsim cümlesi isim cümlesine atfeder. “Ve” harfi nereye atfettiğini gösterir. Bundan önceki âyet “Lehu Da’vetü’l-Hakki” demiştir. Burada da “Ve Lillahi Yescudu” gelmiştir.
“Hakkın daveti O’nadır.”
“Semavat ve arzda olanlar tav’an ve kerhen O’na secde eder.” deniyor.
Burada üzerinde duracağımız husus, önce zamirler getirilmiş, burada ise izhar edilmiştir. Önce isim, sonra zamir getirilmesi gerekirken, önce zamir sonra isim getirilmiştir. Yani kalp edilmiştir. “Onlar Allah hakkında mücadele ediyorlar.” denmiştir. Sonra, arada harfi atıf getirmeden hak davetin O’na ait olduğunu söylemektedir.
Allah’ın bir hâli olarak cümle alınabilir. Burada da cümle O’na atfedildiğine göre bu cümlenin de hâl olması gerekir. Ama hâlin cümlede geçmesi caiz midir? Şöyle bir cümle beliğ midir? “Ahmet sevinçli iken Ahmet bize geldi.” Ahmet sevinçli iken bize geldi denir.
Demek ki bu âyet “Hak dâvet O’nadır” cümlesine atfedilirse fasih olmaz. Bunu hâl cümlesi olarak almamalıyız. “Ahmet bize geldi. Çok sevinçli idi.” dersek, ikinci cümle hâl değil, beyan cümlesi olur. Yani bedel cümle olur.
Şöyle cümle de beliğdir. “Ahmet’in burada işi varmış. Dün bize geldi. Ahmet çok sevinçli idi.” Burada izhar beliğdir. Zamirden sonra izhar onun özel bir durumunu gösterir. İzmardan daha başka manayı içerir.
Kendisi hakkında mücadele edilen Allah ile her şeyin tav’an ve kerhen O’na secde edilen Allah aynı Allah’tır ama bize görünmesi farklıdır. Biri bizim davranışlarımızda bizi serbest bırakan, bizimle beraber adeta bizim gibi olan Allah, gücünü kullanmayan Allah; diğeri de kâinatın mutlak hakimi, her dilediğini eksiksiz yerine getiren Allah.
İşte bu sebepledir ki zamirden sonra izhar edilmiştir. Allah’ın bizi isyanda serbest bırakması, O’nunla mücadele etmemize imkan vermesi, O’nun acziyetinden değil, ilâhlığından, halikiyetinden gelen sıfatıdır. Getirdiği zaman da “ol” der ve de olur.
Burada görülüyor ki, bir “Ve” harfi nice mânâları taşımakta, görünen çelişkileri gidermektedir.
يَسْجُدُ (YaSCuDu) “Secde eder.”
“Secde” meyve ağaç dallarının meyvenin ağırlığı ile eğilmeleri durumunda söylenir. İnsanın alnını yere koyması secdedir. Birini selamladığınız zaman elinizi kaldırırsınız, ayrılırken elinizi sallarsınız. Bunlar bedenle konuşmadır. Yani lafzî vaz’ yerine fiilî vaz’ vardır. Birisi geldiği zaman ayağa kalkarsınız, ona ‘hoş gediniz’ demiş olursunuz. Giden kimseyi kapıya kadar uğurlarsınız. Demek ki davranışlar dil gibi ifade araçlarıdır. Bir kimse konuşurken arkayı çevirmek onu dinlemek demektir. Yüzünü ona çevirip dinleme onu muhatap almak demektir. İşte bunlara hareketlerin vaz’î mânâsı diyebiliriz.
Topluluğun kişiye kıyamı İslâmiyet’te hoş karşılanmamıştır. Bir kimse geldiği zaman onu ayağa kalkıp karşılamak meşru, hattâ sevap sayılır. O insanı kendine eşit yapıp senin mekânında ona yer verdin anlamındadır. Ama bir cemaatin toplu olarak ayağa kalkması kerih görülmüştür. Başkan da olsa, topluluk kişiden daima üstündür. Kişinin elini öpmek de bunun için mekruh sayılmıştır. Mezarların ondan medet olarak ziyaret edilmesini Hazreti Peygamber yasaklamıştır. Mü’minler artık tek Tanrı’ya inanmayı öğrenince mezarların ziyareti serbest bırakılmıştır. Mezardakilerden yardım alınmaz, mezardakilere yardım edilir, dua edilir. Kur’an Hazreti Muhammed’den yardım alınmayı değil, ona yardım edilmesini emretmektedir. Salât edilmesini emretmekle ona ibadet edilmesini yasaklamış oluyor. Hazreti Muhammed’den istimdat ile Mustafa Kemal’e saygı duruşu yapma arasında fark yoktur.
Bunlar şeriatın hükümleridir. Ehli tarik kardeşlerime bir şey demiyorum. Niçin demiyorum? Çünkü onlar kendi metotları ile ahlâklı insanları yetiştiriyorlar. Dolayısıyla onların faaliyetlerini sonuna kadar destekliyorum. Tarikatların yasaklanmasını zulüm sayıyorum. Ama Kur’an’a göre bunların hükümleri böyledir. Sevapları elbette hatalarını giderecektir. Cennette bizden daha yüksek derecelerde olacaklardır. Ama yaptıkları seyyiedir. El öpmek, topluca ayağa kalkmak, mezarları ziyaret edip onlardan istimdat etmek seyyiedir. Ama bunlarla iyi sonuçlar alıyorlarsa, Allah gafur ve rahimdir.
Topluca bir şahıs için kıyam etmek mekruhtur.
Bir kişinin huzurunda eğilmek haramdır.
Bir kişiye secde etmek ise küfürdür.
Burada secde fiilden önce getirilmiştir. Tahsis içindir. Yani O’ndan başkasına secde etmezler denmiş olur. Bununla beraber Kur’an’da meleklere Hazreti Adem’e secde edilmesini emretti. Diğer taraftan Hazreti Yusuf’un kardeşleri Hazreti Yusuf’a secde ettiler.
Demek ki insana da secde edilebilmektedir. Bunu şu şekilde tevil edebiliriz. Allah’a ona taraf dönerek secde ediniz diyebiliriz.
مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ
(MaN FIy elSaMAvVAvTı Va eL ERWı)
“Semavat ve arzda olan.”
Atıflarda değerli olanlar sona alınır. Nâsın Rabb’ine, nâsın Melik’ine ve nâsın İlâh’ına böyle sıralanmıştır. Burada ise önce semavat, sonra arz söylenmiştir.
Bunu iki şekilde izah edebiliriz. Biri, insanlar için arz semavattan daha önemlidir. O sebeple “semavat ve arzda olan” denmiştir. Diğer bir izah ise, burada semavat ve arz üç boyutlu uzayımızın adıdır. Önce daha etkin olarak söylenerek adlandırılmıştır. Çünkü bunlar adlandırılırken sıralamanın önemine göre değil, sadece beraber olma şeklinde sıralanmıştır. Eğer sırlamanın bir illeti yoksa, o zaman sıralamayı büyüklüğe göre yaparız ki burada öyledir.
Toplantıya katılıp şeref verdiğini anlatıyorsak, kendi şereflerine göre sıralar, önce küçük kardeşten başlarız. Ama eğer babanın kaç çocuğu olduğunu anlatıyorsak, o zaman büyükten başlarız.
Semavat ve arzda olanlar kimlerdir?
Sema ile arz dediğimiz zaman, gezegenler arz içinde zikredilir. Kâinat sıcak ve soğuk cisimlerden oluşmuştur. Sıcak cisimler yıldızlardır. Işık yayınlarlar. Daha çok hidrojenden oluşmuştur: Belli şartlarda helyuma dönüşür ve ışık yayar. Bunların çevrelerinde gezegenler dolaşır. Bunlar soğuk cisimlerdir. Buralarda bizim benzerimiz canlılar yaşar, buna “arz” denir.
“Semavat ve arz” dendiği zaman, o zaman gezegenler de semada olur. Bize göre semalardan bahsedilmiş olur. “Semavat ve arzda olan” dendiği zaman, semadaki insanlardan bahsedilmektedir. Yıldızların çevresinde gezegenler vardır ve o gezegenlerde de bizim gibi hayat mevcuttur. Henüz göklerle herhangi bir iletişim kurmuş değiliz. En yakın yıldıza 120 yılda ulaşılabilir. Orada yaşayan canlıların ispatı nedir?
Yeryüzü ve diğer gezegenler gelişigüzel yaratılmış ve sıralanmış değildir.
Bod tarafından bulunan dizi 4, 7, 10, 16, 28, 52, 100, 196, 300, 388
Demek ki gezegenler belli sistem içinde dizilmiştir. 3 taban üzerinde oturtulmuş ikili sistem. Yer üçüncüdür. Onda üçün özel değeri vardır. Cem’i kıllete tekabül eder. Kendisinden önce aritmetik dizi, kendisinden sonra geometrik dizi vardır. 3*100 de dizide yer alır.
Demek ki gezegenler yer için konmuştur.
Kıyas yoluyla oralarda da hayat olacağını tesbit ederiz. Göklerin emaneti de insana yüklenmiştir. Demek ki orada insan vardır. Onlar Adem oğlu değildir. Burada da onlardan bahsetmektedir. Cinlerden de bahsedilmiş olabilir. Melek ve ruhlar da dahil olabilir.
طَوْعًا وَكَرْهًا (OavGan Va KaRHan) “Tav’an ve kerhen.”
“Tav’” olgunlaşmış meyvelerin kolayca kopmaları sebebiyle oluşmuş bir masdardır. Yahut sıfattır. “Kerh” ise “karh”a akrabadır. Karh, kokuşmuş yaradır. Kerih görmek demek, başkasının yarasından çıkan irin gibi çirkin görmek demektir. Diğer taraftan sende açılan yara seni acıtır, zorlar. Bu da if’al bâbında yaralamak anlamında olan ikrah karşılığıdır. Zorlama demektir.
Bütün insanlar, cinler , melekler ve ruhlar ancak Allah’ın istediğini yaparlar. Onlar sadece niyetlerine göre mükâfat ve mücazat görürler.
Burada çok önemli bir soru ile karşı karşıya geliriz: Biz istesek de istemesek de O’nun dediğini yapıyorsak, bizim günahımız nedir? Neden cehennemde olacağız?
Şunlar birer gerçektir.
Yeryüzünde iyiler ve kötüler vardır. Kötüler yıkıcı, iyiler yapıcıdır. İyiler canlıyı oluştururlar ve canlı yaşadıkça yaşayanlar da yaşarlar. Yani hücrelerle canlı arasında çıkar paralelliği vardır. Oysa mikroplar canlıyı öldürürler, sonra kendileri de aç kalarak ölürler.
İnsanlar da kendi istemeleri ile iyi olmayı ve kötü olmayı kabul etmişledir. Herkes iyiyi kabul etse kötülük olmazdı, Allah kötülüğü kabul edene kadar yaratmaya devam ederdi. Adem kıssasındaki şeytanın durumu budur. Nasıl mikropsuz ve virüssüz hayat olmazsa, yaşlanan, sakatlanan ve ölen varlıkların ortadan kaldırılması gerekiyorsa, aynı şekilde yaşlanan ve bozulan toplulukların da ortadan kaldırılması gerekmektedir.
İşte bunu yapanlar şeytanın hizbidir. Bununla görevlidir.
a) Allah bu görevi isteyenlere vermiştir. Dolayısıyla cezalanmaları doğaldır. Nitekim mikroplar hastayı öldürürler ama kendileri de ölüp giderler. Onlar bu görevi yüklenmeseydi, sonunda Allah yüklenen talip oluncaya kadar yenilerini yaratırdı.
b) İkinci oluş ise kötülük yapanlar iyi niyetle yapmışlarsa sorumlu olmayacaklardır. Hattâ niyetlerinden dolayı mükâfatlanacaklardır.
c) Üçüncü olarak, Allah bize bu takımda oynamamızı emretti. Öyle takdir etti. Bu takımda iyi oynarsak mükâfatımız büyük olur. Onları da karşı takıma yerleştirdi. Onlar da o takımda iyi oynarlarsa mükâfatlarını alırlar. Savaşan iki taraf da cennete gider.
d) Dördüncü olarak, onlar için o geçici görevdir. Sonra tevbe edecekler ve daha yüksek mertebeye ulaşacaklardır. Sigara içmeyenin günahı olmaz ama sigara içip bırakanın sevabı olur. O halde sigara içmek derece almak için bir araç olur.
وَظِلَالُهُمْ (Va JıLAvLuHuM) “Ve gölgeleri de secde eder.”
“Zılal” gölge olarak mânâlandırılıyor. Güneşli bir durumda, güneşin yer üzerindeki güneşsiz yerine gölge denir. Arapçada ise gölge, insanla veya ağaçla yer arasında kalan kısımdır. Türkçede de böyledir. Biz gölgeye geçtiğimizde oradaki mekanı kastederiz.
Gölge olan yer boşluk değil bir tür seradır. Dolayısıyla gölge yokluk değil, varlıktır.
Bu yerlerin de Allah’a secde ettiklerini görürsün denmektedir. Yani bunlar da kendilerine verilen görevleri yerine getirirler. Gölgeler de yüklendikleri işleri yaparlar.
Hayatın akışı vardır. Bir üretim zamanı vardır. Bu üretim zamanı güneşten veya besinlerden alınan maddeleri vücuda yararlı hâle getirmektir, vücuda yararlı şekle sokmaktır. Ondan sonra ikinci görev ise artık dışarı ile ilgiyi kesip onları gerekli yerlerde kullanmaya hazırlanmaktır. Gece ve gölge işte böyle dinlenme yeridir. Güneş ışığının olmadığı zamanlarda yapraklar başka işler yapmaktadırlar.
İnsanlar nasıl görevli iseler, tüm canlılar da görevlidirler. Cansızlar da görevlidirler.
En zayıf ve en hayali varlık gölgedir. Onun için gölgeden bahsetmektedir. En güçlü ve en ileri varlık ise şuurlu varlıklardır; insandır, melektir, cindir ve ruhtur. Bedenimiz vardır ve varlıktır. En hayali varlıklar ise gölgelerimizdir ama onlar da varlıktır. O sebepledir ki “onların zılâli” denmektedir.
Tuğlalar ve kapı varlıktır. Bunların özel olarak monte edilmesinden sonra meydana gelen oda da varlıktır. Odanın başka bir varlığı yoktur ama onlardan ayrı bir varlıktır. O halde gölge de bir varlıktır. En az gerçekliği olan varlıktır. Her şey demek olur. “Hum” zamiri “Men”e racidir. “Men” hem müzekker hem müennestir, hem cem hem müfreddir.
بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ(15) (Bi eLĞuDuvVı Va eLEAvÖALı)
“Guduv ve asalda.”
Buradaki “Bi” “Fî” mânâsındadır. Zamanın belli yerlerinde secde ederler deniyor.
Varlıkların görevleri vardır. Ama bu görevler zaman içinde bölüştürülmüştür. Şu zamanda şunu yap denmiş olur. Görevlerin zaman içinde bölüştürülmesi, değişik zamanlarda değişik görevler yüklenmiş olması “Bi” harfi ile ifade edilmiş olmaktadır. O halde varlık anlayışı burada tarif ediliyor.
Değişik şekilde yer alma değişik varlıkları oluşturur. Nitekim DNA’larda nükleik asitler ve çekirdek asitler farklı dizilerle yer alarak bu âlem oluşmuştur. Bu mekân içinde farklı dizilişin yanında, zaman içinde de farklı konular oluşları oluşturur. Yani bir tesisleri kuran vardır, bir de tesisleri işleten vardır. Farklı maddeler farklı zamanlarda yaklaşırlar ve uzaklaşırlar, hayatı ve oluşu oluştururlar.
Demek Allah bir kâinatı var etti. Onun artmaz-eksilmez maddesi ve enerjisi vardır. O parçacıkların tâbi olduğu değişmez kanunları vardır. Bunları yaratırken başka hiçbir varlığı haberdar etmedi. Çünkü onlar o zaman yoktu. Sonra insan, melek, cin ve ruha bunları kullanma yeteneğini vermiştir. Onlardan bilgi alırlar ve sonra da onlara yaptırırlar. Bu yapma işi mekânda oluşan değişiklikle olur.
“Guduvv” öğleden önceki zamandır, beslenme zamanıdır.
“Âsâl” öğleden sonraki zamandır. Besinleri sindirme ve yerleştirme zamandır.
Sabahları üzüm toplanır, ikindide de sıkılarak şıra hâline getirilir.
Böylece bu âyet hem varlıkları, hem oluşları, hem de zaman içinde düzenlenmelerini ifade etmiş olmaktadır.
***
قُلْ (QuL) “Söyle.”
Kur’an, “KuL/söyle” diyor. Burada muhatap olan kimdir? Kim söyleyecek?
Kur’an’a inanıp onu okuyan herkes buna memurdur. Kime söyleneceği hazfedilmiştir.
Kendine söyle, eğer şüphen varsa kendine sor. Böylece yakinin gelsin, inancın gelsin, kanaatin gelsin. Diğer mü’minlere söyle. Bilmeyenlere söyle. Kâfirlere söyle. Ama söyle...
İşte bununla biz, yani Kur’an’ı ve bu notları okuyan bizler görevli oluyoruz.
Kur’an’a inanan kimselere Allah görev veriyor.
Tüm insanlığa söylemek zorundayız.
Nerde ve nasıl söyleyeceğiz?
Bir “Dil İlim ve İş İlçesi”ni kurmalıyız. Burada yüzer dairelik yüz apartman olacaktır. Her katta bir dil konuşulacak. Bunlara aynı zamanda iş verilecek, çalışacaklar. Herkes kendi dillerinden Arapçaya, Arapçadan da kendi dillerine tercümeler yapacaktır. Dolayısıyla Kur’an’ın bu âyeti ve diğer bütün âyetleri dünyanın bütün dillerine çevrilecektir.
Yeryüzünde bin bölge vardır. Her bölgeden birer aşiret burada olacaktır. Buraya karı-koca ailece gelecekler, on sene kalacaklar ve burada Arapça öğreneceklerdir. Ayrıca burada meslek eğitimini de alacaklar, çalışacaklar, üretim yapacaklar ve on sene sonra memleketlerine gidip bizim temsilcimiz olacaklar. Onlar oranın mallarını gönderecekler, biz burada satacağız. Biz de bizim mallarımızı onlara göndereceğiz...
Görüyor muzusunuz. Buradaki “Kul/söyle” emri bize ne işler açıyor?
Kur’an’ı böyle okuyacaksınız...
Kur’an’ı uygulamak için okuyacaksınız...
Kur’an’ı, üçüncü bin yıl uygarlığını kurmak için okuyacaksınız...
Kur’an’ı sadece kendi başınıza değil, birlikte, bir araya gelerek okuyacaksınız...
مَنْ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ
(MaN RabBu elSaMAvVAvTı va eLEarWı)
“Semavat ve arzın Rabbi kimdir?”
Bu sûre semanın direksiz ref edildiği âyeti ile başlamıştır.
Burada da “semavat ve arz” olarak geçmektedir.
Bu bizim kâinatımızı ifade eder. Arş, beş boyutlu uzaydır. Kürsi, dört boyutlu uzaydır. Yaşadığımız kâinat ise üç boyutlu uzaydır. Bu üç boyutlu uzayımızın adı semavat ve arzdır.
Arapçada birleşik kelimeler yoktur. Ama atıfla iki kelimelik deyimler vardır. “Allah ve resulü” böyle bir deyimdir, yargı demektir.
Burada “Rab” kelimesini kullanmıştır. Rab; terbiye, eğitim kökü buradan gelir. Bir şeyi tedrici şekilde olgunlaştırma demektir. Kâinat birden bugünkü halde yaratılmamıştır. Nasıl çocuk anne karnında büyütülür, sonra da zamanla olgunluk çağına gelirse, kâinat da böyledir. Eğitim yapılarak zamanla bugünkü hâle gelmiştir.
a) I. Zaman: Milattan önce 600 milyon yıl önce başlamıştır. Yer kabuğu kıvrılarak karalar ve denizler oluşmuş, kara hareketleri ile bugünkü kıtaların meydana gelmesi sağlanmıştır. 375 milyon yıl sürmüştür. Hayat denizde gelişmiştir. Karada hayatın başlaması ile bu dönem sona erer.
b) II. Zaman: 225 milyon yıl önce başlayan bu devir sakin geçen devirdir. Tortuların oluştuğu devirdir. 160 milyon yıl sürmüştür. Hayat karaya çıkmıştır. Sürüngenler devri başlamıştır. Açık tohumluların ormanları oluşmuştur.
c) III. Zaman: 65 milyon yıl önce başlayan bu devre tortuların baskısı ile yeni patlamalara sebep olmuş ve Himalaya silsilesi ile And dağları oluşmuştur. Aile hayatı yaşayan kuşlar ve memeliler bu dönmede ortaya çıkmıştır.
d) IV. Zaman: 60 bin yıl önce yaratılan insan ile yeni dönem başlıyor. Bu dönem buzlar dönemidir. Soğuma ve ısınma şeklinde ortaya çıkmış ve insanlar toplayıcılıktan avcılık, avcılıktan çobanlık dönemine, oradan da tarımcılık dönemine geçmiştir.
Evrim durmamış, ondan sonra insanlarda evrim olmuştur.
قُلْ اللَّهُ (QuL ilLAHu) “Allah de.”
Burada “Kul/söyle” ikinci olarak emirdir. “Va Kul” denmemiştir, “Fa Kul” denmemiştir, “Sümme Kul” denmemiştir. Fasl edilmiştir. Arapçada karşılıklı konuşma nakledilirken “kale kale” denir, mütekellimin değiştiği anlaşılır. Çünkü kemali inkıta vardır. Eğer söyleyen aynı kimse ise ve cevap almadan söylüyorsa, “ve kâle” dersin. Başka zamanda söyledi veya başkasına söyledi anlaşılır. Arada “ve” gelmeden “kâle” denmişse, cevap alınmamış, tekrar söylenmiş anlamı çıkar. Yani burada cevapları mahsuptur. Karşı taraf ne derse desin, sen böyle de demek olur.
Yani kim bunları yapıyorsa işte O’nun adı Allah’tır de.
Evrimciler, evrimleri ispat ettikten sonra, evrimin yaradılış değil de evrim olduğunu ispat etsinler. Hiçbir şey ispat etmemiş olurlar. Peki, evrimi kim yaptırıyor sorusuna ne diyecekler? Kendiliğinden oluyor deseler, işte kendiliğinden olabilen Allah’tır. Sorun Allah’ın varlığı-yokluğu sorunu değil, tek Tanrı sorunudur. Çok tanrı veya tek Tanrı sorunu tartışılabilir. Ama Tanrı’nın varlığı tartışılamaz. Çünkü oluş vardır.
Burada Allah’ın zatının adını zikrediyor.
Arz ve semavatın Rabbi olanın adı “Allah”tır.
Eskiden evrimin olmadığı iddia ediliyordu. Yalnız yaradılış değil, evrim de kabul olunmuyordu. Bununla beraber Yunan filozofları Tanrı’yı inkâr etmedikleri gibi tek tanrıcılığı da reddetmiyorlardı. Oysa Darwin’den sonra evrim tamamen kesinleşti. Artık Tanrı’yı inkâr imkânsız hâle geldi. Kâinattaki düzenden dolayı çok tanrıcılık da elendi. Tartışılacak şey, o tek varlığın özellikleri üzerindeki tartışmadır. Şimdi burada doldurulacak şey onların çeşitli cevaplarıdır. Yani biz onlara ‘semavat ve arzın evrimcisi kimdir?’ dediğimizde, onlar ne diyeceklerdir? ‘Rab yoktur, kendi kendine evrimleşmiştir!’ derlerse; işte kendi kendine evrimleşenin adı “Allah”tır diyeceğiz. Başka bir şey derlerse, mesela “inek”tir derlerse, işte O da “Allah”tır diyeceğiz. Yok “güneş”tir diyecek olurlarsa, işte O’nun adı “Allah”tır diyeceğiz.
Mustafa Kemal’dir derlerse, işte O “Allah”tır diyeceğiz. Bugün artık hiçbir hasta olmayan kimse, Anadolu’yu Mustafa Kemal yarattı demeyecektir. O zaman sorun Mustafa Kemal’i ikinci tanrı olarak görüp görmeme şekline dönüşür.
Sinsi tekel sömürü sermayesi ne yapıyor? Ona taptırmak ve Tanrı’ya şirk koşturmak için kanun çıkartıyor. Atatürk’e hakareti suç sayıyor. Müslümanlar putlara bile hakaret etmezler, nasıl olur da Mustafa Kemal’e hakaret etsinler. O zaman mollaları kışkırtır, o deccaldır dedirtirler ve böylece Türk devleti ile, Türk ordusu ile Türk halkının arasını açarlar.
Oysa Mustafa Kemal ne tanrıdır, ne de deccaldır. Mustafa Keman hepimiz gibi bir insandır. İstiklâl Savaşımızın başkomutanıdır. Kurucu devlet başkanımızdır.
Herkesin günahları ve sevapları vardır. Biz ona değil, başkomutanımıza ve başkanımıza saygılıyız. Biz imama uyarız. İmam demek, cennete gider demek değildir. Orası bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren onun yaptıklarıdır. İnkılâplar yapılmıştır. Allah izin vermiştir. Onu geri çeviremeyiz. Onun iyi taraflarından yararlanacağız, onun eksik taraflarını tamamlayacağız ve bugün artık uygulanmaz olanı veya baştan hatalı olanı düzelteceğiz. Nitekim birçok ilkeler ayaklar altına alınmıştır. Biz ‘yerli malı kullanmalı’ diye türküler söylerken, şimdilerde faizle IMF’den borç almanın peşinde koşuluyor...
قُلْ (QuL) “Söyle”
Yine onların cevabı hazfediliyor. “Söyle” deniyor. Onlara ne derlerse desinler, “söyle” diyor. Yani ineği mi tanrı yapıyorlar, heykeli mi tanrı yapıyorlar, mezarı mı tanrı yapıyorlar, zinayı mı kutsallaştırıyorlar, içkiyi mi kutsallaştırıyorlar? Davetlerde rakıları alıp ağızlarına tıkıyorlar. Ne diyorlarsa desinler, sen yine onlara aynı cevabı ver, onlara şunu söyle:
أَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ
(Ea Fa itTaPaÜTuM MiN DUvNiHIy EavLIYAEa)
“O’nun dışında veliler mi ittihaz ettiniz?”
Yani, sonunda onlar cevaplarında, Allah’ı inkâr etmelerinde varacakları yer şirktir. ‘Kâinat kendi kendine var olmuş ve kendi kendine evrimleşmektedir’ diyecekler; ama bunu niçin diyecekler? Kendi putlarına taptırsınlar diye bunları yapacaklar. Sömürmek için, kendilerine taptırmak için bunları yapacaklardır.
Kimler bugün evliya ittihaz edilmektedir?
a) Ölmüş, hâlen yaşamayan diktatörler, tanrı ittihaz edilmek istenmektedir. Onların resimlerine, onların heykellerine taptırılmaktadır. Mustafa Kemal’in ilkeleri vardır. O ilkeler millî ilkelerdir. Hakimiyeti Milliye, Kuvvayı Milliye, Vahdeti Kuvva ve Müsbet İlim. Bu ilkelerle Türk milleti İstiklâl Savaşı’nı kazandı. Sonra milliyetçilik inkılâpçılıkla, cumhuriyetçilik lâiklikle, devletçilik halkçılıkla dengelendi. İşte “Kemalizm” budur. Mustafa Kemal Türk milletine ve Türk ordusuna iki şeyi emanet etti; Türkiye Cumhuriyetini ve İstiklâlini emanet etti. Başka hiçbir şeyi değişmez yapmadı. Putperest demokratlar (bazı DP’liler) bu inkılâpları çiğnediler ve Türk halkını kendisine taptırmaya başladılar. Ondan sonra gelen askerler iyi niyetle de olsa Anayasanın değişmez maddelerini icat ettiler. Oysa hiç kimse bir milletin iradesine zincir vuramaz. Gelecekte ne olacağına gelecektekiler karar verir. Biz başkalarının esiri olmadık ki saltanatı kaldırdık. Onlar da elbette bizim esirimiz olmayacaklardır. Temenni mahiyetinde böyle maddeler koyabilirsin. Ama bunun için kendi yorumuna uymuyor diye milletin silahını millete çeviremezsin. Eğer Mustafa Kemal iyi bir şey yapmışsa, Allah’ın emri öyledir de iyi olmuştur. Eğer Mustafa Kemal Allah’ın emirlerine uymaz bir iş yapmışsa o nasıl iyi olacaktır?
b) İkinci şirk Batıcılıktır. ABD veya AB bir şey istiyor diye, o kötü de olsa kabul ederseniz, işte bu da bir şirktir. Faiz kötü ise kimse onu iyi yapamaz. Onlar sonunda faizleri sıfırladılar; biz ise hâlâ faizlerin ve faizcilerin peşinde koşuyoruz! Eğer zina kötü ise kimse onu iyi yapamaz. AB’ye gireceğiz diye zinayı kimse kutsal yapamaz. Yapanlar tevbe etmezlerse; cezasız kalacaklarını sanıyorlarsa, yanılıyorlar. Biz ABD’nin de, AB’nin de, Rusya’nın da, Çin’in de, Hindistan’ın da dostu olalım; Allah’ın verdiği emri unutmadan dost olalım: İyilikte ve takvada yardımlaşın, kötülükte ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. İşte, eğer siz ABD istiyor diye, AB istiyor diye kötülükleri yaparsanız, Allah’ın dışında veliler ittihaz emiş olursunuz. Erdoğan dahil, biliyorum, bütün AK Partililer Allah’a inanıyorlar. Ama işte bu şirk batağı içinde yüzüyorlar. Erdoğan diyor ki; ‘Baykal, yahut Bahçeli çözüm getirsinler, uygulamazsam siyaseti bırakır giderim!’ Onlar çözüm getiremezler. Çözümü yalnız Allah getirir. Semavat ve arzın Rabbi getirir. O çözüm de Kur’an’da yazılıdır. Ve o çözüm de “Adil Ekonomik Düzen”de tercüme edilmiştir. İşte senin Kur’an veya müsbet ilim (nakil veya akıl) demeyip de, Bahçeli’ye yahut Baykal’a meydan okuman, onları tanrı kabul etmedir. O kadar da yetmez, kedini de tanrı kabul etmedir. Yahut Tanrı’yı -haşa- senin gibi aciz kabul etmendir. Akevler Adil Düzen Ekibi’ne yetki ver, onlar Allah’ın yani müsbet ilimlerin bildirdiklerini uygulasınlar; üç, en geç altı ayda işsizlik kalkmazsa, Allah’ı değil bizi suçla ve o zaman da bizim dışımızda başka tercümanlar ara; ama mutlaka ara. Oysa bugün bu konuları tercüme edecek yalnız ve yalnız Akevler vardır.
c) Allah kâinatı yarattı ve bizim emrimize verdi. Eşyayı taşıyamadığımız için onun yerine senedi icat ettirdi ve biz mal yerine senetleri taşırız. Mal karşılığı olan para, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın nimetlerinin belgesidir. Gerçek Tanrı’nın insanlara lütfüdür. Ama karşılıksız para sahtekârlıktır, yalancılıktır, şirktir. İşte bu da Allah’ın dışında veliler ittihaz etmedir. Karşılıksız paranın peşinde koşanlar Allah’tan başkasına tapıyorlar. Bu durumda ne yapacağız? Ödemeler TL ile yapılacak. Çünkü o gün değeri bellidir. Karşılığı bilinmektedir. Borçlanmaları ise altın veya diğer bir reel mal üzerinden yapacaklar. İşte biz böyle yaparsak şirkten kurtuluruz. İzmir’deki Akevler Kooperatifimiz 1970’lerden beri demir-çimento üzerinden borçlanmakta, bu sayede kendisini şirkten korumaktadır.
d) İnsanları sınıflara ayırıp bir kısmına imtiyaz tanımak şirktir. Atanmış hakimlerin davalara bakması şirktir. Dokunulmazlıklar şirktir. Bu konuda fazla bir şey söylemeyeceğim. Mahkemeler hakemler sistemine dönüştürülüp bağımsız, yansız, etkin ve saygın hâle getirilmeli, ondan sonra da tüm dokunulmazlıklar kaldırılmalıdır. Yoksa Allah’tan başkaları evliya ittihaz edilmiş olacaktır. Hakimler ne soruşturma yapacaklar, ne de karar verecekler. Soruşturmayı polisler yapacak, kararları hakemler verecektir. Hakim yalnız muhakemeyi, yani yargılamayı yönetecek. Bu sistem getirilmedikçe şirkten kurtulamayız. Hakim olan suç işlemez, hata yapmaz varsayımı bir yutturmacadır. Sömürü sermayesinin icadıdır. Kadılık Kur’an’da yoktur.
لَا يَمْلِكُونَ لِأَنفُسِهِمْ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا
(LAv YaMLiKUvNa Li EanFuSiHiM NaFGan Va Lav WarRan)
“Onlar kendi nesillerine nef’ ve zarar vermez durumda iken.”
Allah’ın dûnunda taptıkları evliyanın hâlidir. Onlar kendi nefislerine bir yarar ve zarar sağlamazken, nasıl oluyor da size yarar sağlayacaklar? Mustafa Kemal tanrı olsaydı ölmezdi. Şimdi resimlerine, heykellerine, mezarlarına tapıyorsunuz. Onların kendilerine yararları var mı ki size yararları olsun. Akılsızlar!..
Aynı şekilde, işte Sovyetlerin yerinde yeller esiyor. İşte ABD krizi, işte kapitalizmin krizleri! İşte euronun zavallılığı; Amerika Merkez Bankası (FED) öksürünce Avrupa allak bullak oluyor. Dolar değerini korur. Karşılıksız para hırsızlıktan başka bir şey değildir. O hırsızlık ürünü sahte para sizin ne işinize yarayacaktır? Yirmi yıl süren ve sonunda esastan da değil, usulden hükme bağlanan davalar (mahkemeler) ne işinize yarayacaktır? Kendisi muhtacı himmet bir dede, nerde kaldı size himmet ede...
‘Söz uzar, geri kalanı nedir?’ dersem/derseniz:
Sizin bu putperestliğinize Allah izin veriyorsa, biliniz ki sizin azabınızı artırmak için izin veriyor. Türkiye bu gidişata “Dur!” diye bağıracak bir Ömer’in sesini bekliyor. Ben de Allah’a inandım, bu putlardan uzaklaştım diyecek güçlü bir ses bekliyor. Bu ses yalnız Türkiye’nin semalarında çınlamayacak, tüm yeryüzüne dağılacak, denizlerin diplerine inecek, hattâ göklere açılacak ve aya kadar ulaşacak...
Evet, semavat ve arzın Rabbinin sesini tüm insanlığa duyuracaktır.
Papa cami ziyaretinde ne dedi?
Ben Müslümanların Kâbe’sine değil, semavat ve arzın Rabbine dua ettim dedi.
İşte o sesi duyuracak bir kahramanı bekliyor insanlık. İyi biliniz ki, bu sese kulak verecek Türk halkını bekliyor insanlık. Bu sesin çıkmasına az bir zaman kalmıştır. O ses duyulduğu zaman, “Adil Düzen”e saldıranlar saklanacak delik arayacaklardır.
قُلْ (QuL) “Söyle”
Onlar ne derlerse desinler. İsterlerse sussunlar, hiç cevap vermesinler, sen onlara yine söyleyeceksin. O Allah’tan başka onları dost edinenlere söyleyeceksin. ‘Semavat ve arzın evrimini gerçekleştiren kimdir?’ sorusuna, kendilerinin de inanmadıkları cevapları vererek kör kör dolaşanlara soracaksın. Gözleri olsa bile, karanlıklar içinde olanlara soracaksın. Ölülere tapanlara, güce tapanlara, paraya tapanlara, insanlara tapanlara soracaksın. Yahut onlarla karşılıklı konuşacaksın. Onlar cevap verecekler, sen de cevaplayacaksın. Fikir yanlış da olsa saygı duyacak ve onları muhatap alacaksın.
هَلْ يَسْتَوِي (HaL YaSTaVIy) “İstiva eder mi?”
“Seviye” aynı hizada olmak demek, derecelenmede eşit olmak demektir.
“İstiva etmek” demek, onunla boy ölçüşmek, onun seviyesine gelmek demektir.
Kur’an’da, “Allah arşa istiva etti” denmektedir. Biz buna hep yukarı çıktı anlamını veriyoruz. Oysa istiva etmek aşağı inerek de olabilir. Allah var ettiği kâinat seviyesine indi demektir. Çünkü orada bir yaratıcı olarak değil de, bir işletmeci olarak tezahür etmektedir.
Burada ise istiva etmek demek, onun seviyesine yükselmek demektir. Buradaki soru “E” mânâsına gelmiştir. Yani istiva etmez. Bu menfi mânâsı bundan sonra gelen “Em”ler tarafından verilmektedir. “Em” zaten menfi mânâda olduğu için bir daha “Em” gelse müsbet mânâda olur. Burada sınıflama yapılmaktadır. Önce iki eşit karşılaştırılmakta, sonra şirk koşanlar zikredilmektedir. İlk iki “Em”in bir grup olduğunu ve üçüncü “Em”in ayrı grup olduğunu belirlemek için “Em”li cümleler “HeL” ile teyit edilmektedir. Başta gelse mânâsı ikisinden birisinin tayini için olmuş olur. Oysa ikisinin de olmadığını belirtmek içindir.
“HeL” ile ikisinin bir olduğu yani cümlelerin sıfır veya bir olduğu “HeL”in tekrarı ile anlaşılmaktadır. “MeN” olduğunda araya “E” getirilerek ifade edilmektedir.
‘İflas ettiğimde sen mi bana yardım eli uzattın, yoksa diğer kardeşim mi beni hatırladı?’ cümlesinde, hiç birinin olmadığını söylemiş oluyoruz. İbranicede “Hel” “el” mânâsınadır, yani harfi tariftir. Fiilin başına geldiği zaman bir harfi tarif olarak görülebilir. İstiva nekre olmaktan çıkmış olabilir.
الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ (EaLEaGMAv Va eLBaWIyRu)
“Âmâ ile basir bir midir?”
Görme olayı nedir?
Mumdan veya güneşten çıkan ışık çevreye yayılır, eşyalara çarpar. Değişerek veya değişmeden yansır. Gözümüze gelir. Gözümüz onu elektrik dalgaları olarak gönderir ve beynimiz vasıtasıyla ruhumuz onu idrak eder. Gözün özelliği aydınlanmış alanı tamamıyla görmektir. Gözler veya baş çevrilerek her taraf görülebilir. Beynimiz çevreyi şekilleri ve renkleri ile görür. Gözün bu görme kabiliyetine “basar” denir.
“Basîr” gören demektir. Eğer gözün girişinde perde varsa “katarakt” diyoruz, görmeyiz. Göz merkezi uyumsuzsa, tam göremeyiz. Gözün içindeki görme tabakasında ışığı alan taneciklerde arıza varsa, göremeyiz. Gözden beyne giden damarlarda bir aksama varsa, göremeyiz. Beynimizde görmeyi sağlayan yer vardır. Ruhumuzla oradan irtibat kurabiliriz, bu merkezde bir hasar varsa, göremeyiz. Nihayet ruhumuzun gözle olan irtibatı kesikse, göremeyiz. Uyku halimiz budur.
İşte bu halimize “âmâ” denir.
Görülüyor ki görme değişik halkalardan oluşmuş zincirleme olayların sonucudur. Birinde hasar olunca onu görmek mümkün değildir.
Görme ve körlüğün bu zahiri mânâsı olduğu gibi, insan ilim sahibi değilse, uzakları göremez. Geçmişi ve geleceği göremez. Oysa insanın beyninde kâinatın ve çevrenin haritası vardır. Bu ilimle elde edilir. Geçmişin ve geleceğin haritası vardır. Bu da ilimle elde edilir. Görme melekesi o haritaya, o bilgi depolarına bakarak nerede yaşadığını ve nereden gelip nereye gittiğini bilir. “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” âyetinin başka bir ifadesi de şudur; “Kör görenle aynı seviyede olabilir mi?”
أَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ
(EM HaL TasTaVIy elJuLuMAvTu Va elNUvRu)
“Yoksa zulumat mı nura eşittir?”
“EM” munkatıa olur. Yani “ev/veya” mânâsında kullanılır. “Ev”de biri olursa diğeri olmayabilir. “Ama”da diğeri de olabilir. “Em” eğer “ev” gibi kullanılırsa “E darabte Zeyden Em Amren?” derseniz, birini dövdüğünüz biliniyor ama hangisini dövmediğiniz bilinmiyor, onu öğrenmek için “em” getirirsiniz. Başına hemze koymazsanız, “Darabte Amren Em Ahsente Zeyden?” derseniz, ihsan etmediğiniz biliniyor ama kime ihsan etmediğiniz soruluyor demektir.
Burada “HeL” “KaD” mânâsında olduğu için mânâsı değişmez. Sadece tahkik eder. Yoksa karanlık nura istiva etti. İkisi de olmadı. Olsaydı bile bir işe yaramazdı. Çünkü karanlıkta gözü olanlar da görmez. Gözü olmayanlar aydınlıkta da görmez. Burada dil olarak buna delâlet etmezse de söyleyişten bu mânâ çıkar. Yahut “Em” bize bu mânâyı verir.
Yukarıda anlattığımız gibi göz ancak mumdan çıkan ışık cisme çarpar, ondan yansırsa göze gelirse görür, gelmezse karanlıkta göz bir şey görmez.
Gaipte olanları göz göremez. Geçmişi göz göremez. Bunlar ancak ilimle bilinir. İlmi de onları var edenin öğretisi ile öğrenirsiniz.
Bir fabrikaya bekçi alındınız. İşiniz fabrikadaki olayları gözetleyip yabancıların müdahalesini önlemektir. Fabrika sahibi ne yapar? Size bir adam verir ve fabrikanın içini dolaştırır, ne yapmanız gerektiğini anlatır. Ondan sonra size iş verir.
Kâinat Allah’ın fabrikasıdır. Biz O’nun fabrikasında işe alınmış kimseleriz. O’nun işçisi olmuşuz. Peygamberler ve kitaplar bize ne yapacağımızı öğreten rehberlerdir. Elimize Kur’an verilmiştir. Ona bakarak bu kâinat fabrikasında çalışacak ve ücret sahibi olacağız. Peygamberler ve onların vârisleri olan âlimler bize o kitabı anlatacaklar.
İşte sûrenin başında “Hakk’ın geldiği” ifadesi burada “nûr” olarak ifade edilmektedir. Kur’an müsbet ilimlerle anlaşılır hâl alınca nûr olur. Size çok açık bir şekilde ne yapacağınızı, nereden geldiğinizi, nereye gitmekte olduğunuzu bildirir.
Sorun şudur. Kur’an Allah’ın sözü müdür? Bunu ispat edecek de müsbet ilimdir. Kur’an’ın Allah sözü olduğunu müsbet ilimle ispat edersiniz. Ondan sonra da orada yazılanların hak olduğuna inanır ve ona göre amel edersiniz.
Kur’an’ın Allah sözü olduğunu çağımızın ilimleri ile ispatlayan bir YAZI/KİTAP, bütün bu geniş KİTAP/KÜLLİYAT çalışmalarımızın başına konacaktır.
Yani Kur’an’ın yorumlarını okumaya başlamadan önce, insanlar onun Allah’ın sözleri olduğunu ilmî delillerle öğrenecekler.
Ondan sonra bunları okuyacak, dinleyecek ve ortalık aydınlanacaktır.
Evet, bu dünyaya geldik, gidiyoruz. Bu dünyaya eğitilmek için geldik, cennet hayatına uyum sağlamak için geldik. Yalnız biz değil, cennette bize hizmet edecek meleklerin de eğitilmesi gerekir. Birlikte cennete girecek şekilde eğitiliyoruz.
أَمْ جَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ
(EaM CaGaLUy LilLaHi ŞuRaKaE)
“Yoksa onlar Allah’a şerikler mi ca’lettiler?”
Şerikleri ittihaz etmek başka, şerikleri ca’letmek başkadır. Şerikleri ca’letmek demek, ortaklar koymak demektir; yani yeni oraklar atamak demektir. Allah’ın ortağı olmayanları O’na ortak yapmak demektir.
Geçmişteki Mısır hükümdarlarını/firavunlarını düşünün, İngiliz kralını veya kraliçesini düşünün. Bunları tanrılaştıran/putlaştıran çevreleridir. Onun çevresinde toplanıyor ve onu büyütüyorlar. Onu tanrılaştırıp kendileri ona tapıyorlar. Sonra dönüp halkı da bu yolla kandırarak taptırıyorlar.
Böylece Allah’a şerik ca’leden, o putçuluğu organize edendir.
DP Mustafa Kemal’i bunun için tanrılaştırdı. Oynanan oyun neydi? Kemalizm’i yıkmak için önce o tanrılaşacaktı. Ona tapılmaya başlandı mı; onun cumhuriyeti, onun istiklâli güme gidecekti. Ondan sonrası kolay yapılabilirdi.
Diktatörlerin de din düşmanlığı yapması kendilerine taptırmadır.
Bütün bunları organize eden küresel sömürü sermayesidir.
خَلَقُوا كَخَلْقِهِ (PaLaQUv Ka PaLQıHı)
“Onun halk ettiğini halk mı ettiler?”
Allah’ın halk ettiği gibi halk mı yaptılar?
Mustafa Kemal Anadolu’nun hangi dağlarını yarattı, hangi nehirleri akıttı, hangi ağaçları büyüttü? Onun var ettiği insanlar var mıdır? Kendisi yaratılmış ve ölmüş değil midir? Türk halkını, Türk milletini o mu var etti? Yoksa bu millet tarihî gelişmesi içinde mi oluştu?
Bir ev yapma hilkatse, onu kullanma sun’dur.
İnsanlar “halik” değildir, ama “sani’/yapıcı” olabilirler. Bir kişi milleti var edemez, halkı meydana getiremez, toprakları var edemez, ülkeyi yaratamaz. Ama ülkeyi imar edebilir. Mevcut olanları bir araya getirerek oluşlara sebep olabilir.
Biyologlar, ‘Allah gibi biz de canlıyı var ettik’ demişler. Papazlarla biyologlar karşı karşıya gelmişler, Hazreti Musa ile Firavun’un sihirbazları gibi yarış tertip edilmiş. Papazlar, ‘Haydi, canlıyı var edin de görelim bakalım. Önce ne yapacağınızı bir anlatın, sonra da yapacağınızı yaparsınız.’ demişler. Biyologlar anlatmaya başlamışlar: ‘Şu kadar kilo toprak alırız...’ Papaz hemen devreye girmiş ve ‘dur’ demiş, ‘bizim toprağı (yani Allah’ın toprağını) kullanma, kendi toprağınla bu işi yap’ demiş. Yarış bitmiş!
Yapmalara ‘yaratma’ kelimesi kullanılmaktadır. Oysa yaratan yalnız Allah’tır. Doğal kanunlara tâbi varlıkları O var eder. Bugün termodinamiğin birinci kanunu vardır. Yoktan bir şey var olmaz. Var olan da yok olmaz. Sadece durumunu değiştirir. İşte yoktan bir şeyi var etmek haliklıktır. Hangi insan yoktan bir atomu da olsa var edebilmiştir?
فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ (Fa TaŞaBaHa GaLaYHiM)
“Halk onlara teşabüh etti.”
Yani sizin şerik olarak atadığınız kimse, Allah’ın halk ettiği gibi bir şey mi var etti de siz şaşırdınız. Acaba hangisi Tanrı, çünkü O’nun yaptığını yapıyor. Eğer insan tanrı olarak anılacak olsaydı; telefonu icad eden, bilgisayarı yapan, uçağı icad eden tanrı gibi düşünülebilirdi. Oysa bugün biliyoruz ki insanın icad ettiği bir şey yoktur. Uzaya gidiyorsa kendi gücü ile değil, yine doğa kanunları ile gidiyor. Onlara halk etme teşabüh mü ediyor?
قُلْ (QuL) “Kavlet”
1) Önce sorunu ortaya koyarsınız.
Cevap alınıyor.
2) Sonra çözümü anlatırsınız.
Cevap alınıyor.
3) Sonra yaptıkları anlatılıyor.
Cevap alınıyor.
4) Sonra yaptıklarının yanlışlığı anlatılıyor.
Cevap alınıyor.
5) Son söz söyleniyor.
Burada çok önemli bir hukuk sorunu çözülüyor. Biri sizinle görüşmek istediği zaman söz onun hakkıdır. O gelir ve sizinle konuşur. İlk konuşmayı o yapar. Sonra karşılıklı sıra ile konuşursunuz. Son sözü o söyler ve gider. Çünkü o sizinle görüşmeye gelmiştir. Sonra eğer siz ona cevap vermek isterseniz siz gider, görüşürsünüz. O zaman ilk ve son söz sizin olur. Açış ve kapatma konuşmalarını yapma onun için davet edenler tarafından yapılmaktadır.
Bu sebepledir ki bu âyette tam beş defa “KuL/söyle” denmiştir.
Her insan Allah’ın halifesidir. Sizinle görüşmek istediği zaman reddetme yetkimiz yoktur. Ancak görüşme saatleriniz sınırlı olacaktır. Sonra görüşme talepleriniz sıraya bağlanacaktır. Öncelik sıraları vardır. İlk görüşme hakkı erhama aittir.
“Tesaelûne Bihî” denmiştir. Bu aile demektir. Kıyasla karye, belde, şa’b ve kıta halkı ile görüşmede tercihler vardır. Hakemlerce dava açılarak görüşme sağlanır.
اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ
(EalLAvHu PaLiQu KulLi ŞeYEin)
“Allah her şeyin halikı olandır.”
Orada başta cevap olarak verilen “Semavat ve arzın Rabbi kimdir?” denmiş, sonra onlara “Allah’tır” diye cevap verilmişti. Ama O Allah’ın sadece ismi zikredilmiş, O’nun kim olduğu belirtilmemişti. Konuşmanın sonunda O Allah yanıtlıyor.
“O Allah her şeyin halikı olan Allah’tır” denmiştir.
Eğer burada zamir gönderilseydi, kendisine şirk isnad edilen Allah’a raci olurdu. Oysa şimdi bu Allah, “Allah’tır de”deki Allah kastedildiği için izhar edilmiş, izmar edilmemiştir.
Her şeyin halikı olunca tek olur. Çünkü O’nun halikiyeti dışında bir şey kalmaz. “Külle”ye izafe edilince tenkir edilmiştir. Tarif edilseydi marufun tamamı anlaşılırdı. Yani “Külle”ye izafe edilen bir varlıkta harfi tarif yalnız ahd için gelir. “Ekeltü külle’s-semek” dersen, balığın tamamını yedim anlamı çıkar, bütün balıkları yedim anlaşılır.
وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ(16)
(VaHuVa eLVAvXıDu eLQAhHAvRu)
“O vahiddir, kahhardır.”
Her şeyin halikı olmak, halik olarak tek olmak demektir. Ama başka cihetlerle çok ilâh düşünülebilir. Her şeyin tenkiri bunu çağrıştırır.
O yanlış anlaşılmayı belirlemek için “O vahidir, kahhardır” denmiştir.
“El-Kahhar” demek, sözünü dinlemeyenleri yok edici demektir.
“El-Vahid” de halikiyette tek olan demektir.
Burada izmar edilmiştir. Çünkü yakın Allah’ın sıfatı tekrar edilmiştir. Bununla beraber işrak edilen Allah’a tekabül ettirilmiştir. Yani işrak ettiğiniz Allah değil, kahhar olan tek Allah’tır. Burada reddedilmiştir.
Son ve sonuç olarak işraki/şirki tekrar hatırlayalım:
a) Ölüleri tanrılaştırma,
b) Batılıları tanrılaştırma,
c) Karşılıksız para basılması,
d) Yönetici-yönetilen sınıfları oluşturma.
Bu son cümleyi tekrar açıklayalım. Hukuk düzeninde işler içtihat yoluyla yürütülür. Herkes mevzuata uyar, kişiye uymaz. Hesabını da kendi seçtiği mahkemelere verir. Kişilere, diğer kişilere emretme yetkisi verirseniz, bu şirktir. Herkes kendi yetkileri içinde kendisi karar vererek amel eder, hesabını da hakemler huzurunda topluluğa verir, kişiye vermez.
Askerlik bunun istisnasıdır. Ama orada yani orduda da kişi komutanını kendisi seçer.
Yani; hukuk düzeninde hakimini, askeri düzende komutanını kişi kendisi seçer.
İşte “demokrasi” budur. Yoksa ekseriyet kararları demokrasi değildir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-500/ADİL DÜZEN DERSLERİ-330 İstanbul, 07 Mart 2008
Recep Tayip Erdoğan’ın ÇEVRESİ KESİLMİŞTİR!
İlk insan bundan 64 bin yıl önce yaratıldı. İnsanlar 32 bin yıl önce avcılık dönemine, 16 bin yıl önce çobanlık dönemine ve 8 bin yıl önce de tarım dönemine geçtiler. İki çeşit tarım yaptılar. Büyük nehirlerin kenarlarında sulama, diğer yerlerde ise orman tarımı yaptılar. Orman tarımı yapanlar, ağaçları söktüler ve arazileri tarla hâline getirdiler. Büyük ağaçları kesecek baltaları yoktu. Yakarak ormanlığı tarla hâline getirmek çalılıklar için uygundu. Ama büyük ağaçlı ormanlar için yangın yöntemi uygun değildi. Ağaçlık yerlerde ağacın kökleri toprakta kalkmakta, dolayısıyla tarım yapılamamakta, kökler ve kök gövdeleri tarıma engel olmaktaydı. Bu soruna çare arayan insan zekâsı ağacı kökten sökme tekniğini geliştirdi. Önce ağacın saldığı ana kökleri gövdenin uzak yerlerinden kırdılar. Bunların sayısı birkaç tanedir. En az üç tanedir. Beş veya yedi de olabilir. Beş veya beş çift olana en çok rastlanır. Sonra daha önce hazırlanmış çift urganı uzaktan çekerek ağacı devirdiler Devrilen ağacı yaktılar. Şimdi bu ağaçları kereste yapıyorlar, yakacak odun yapıyorlar. Böylece toprağı kendilerine uygun hâle getirdiler.
Küresel tekel sömürü sermayesi, çağımızda bu tekniği ülkelerdeki iktidarlara uygulamaktadır. Tekel sermaye sözünü geçirmek için güçlü iktidarlar istemez. AK Parti gibi güçlü bir siyası parti tek başına iktidarda ise onu bölmenin yollarını arar. Altı ay araştırma yapar. Altı ay ile bir sene içinde de planlar yapar ve iki sene içinde iktidarı bölmeye çalışır. Biz bunun böyle olduğunu 2003 yılında yazdık, AK Parti’nin ömrü iki yıldır dedik. Gerçekten de ABD bunu bir yılın sonunda denedi. Denmesinde başarılı oldu ama sonuç alamadı. Çünkü hesapta olmayan ordu engeline takıldı.
AK Parti ormanı Erdoğan ağacı üzerinde kuruludur. Erdoğan devrildikten sonra AK Parti bir Derviş partisi olabilir. Ancak sermayenin ona bile tahammülü yoktur.
Erdoğan’ın üç kökü kırılmıştır.
1- İlk kırılma Meclis Başkanı’nın resepsiyonunda gerçekleşmiştir. Resepsiyona CHP başörtülü hanımlar var diye katılmadı. Cumhurbaşkanı katılmadı. Yargı katılmadı. Üniversite katılmadı. Ordu da katılmadı. Böylece deneme safhasını tamamlayan sermaye, AK Parti’yi tezkere ile yıkacakken, ordu devreye girdi. Gerekli yerlerin kulağını çekti. Sonunda bir kök kesilmekle ağaç devrilmedi.
2- İkinci kök ise bundan önceki seçimlerde kırıldı. 160 kadar milletvekili tekrar aday gösterilmedi, elendi. Onlardan bir kısmının durumunu ve samimiyetlerini yakından biliyordum. Gürsoy Erol ve Azmi Ateş gibileri elendi. Elemedeki miyar şuydu. Bunlar Erdoğan’la doğrudan görüşüyor, bu 160 kişi halk ile irtibatı sağlıyordu. Bunları gönderdi. Yerlerine kimleri aldı biliyor musunuz? Ergun Özbudun ile Zafer Üskül’ü aldı! Bunlar kimdir biliyor musunuz? Nobel mükafatı alacak seviyedeki bir tezi reddedip Türkiye’yi büyük bir ilim adamından yoksun bırakanlardır. Süleyman Akdemir’in reddettikleri tezinden aşırdıkları fikirlerle Erdoğan’ın gözüne girdiler ve ikinci kökü de kuruttular.
3- Şimdi de belediye seçimlerinde üçüncü kök gitti. Bunu nereden biliyorsunuz derseniz. İzmir’de otuz belediye ve bir de büyükşehir belediyesi vardır. Ben adayların kişiliklerine bir şey demiyorum. Ancak otuz belediye başkan adaylarının bir tanesi hariç, hiç Millî Görüşçü kalmamıştır. Onu da bertaraf etmek için aleyhinde tertipler düzenlediler. Harun Özdemir aday yapılmadı. Tek kusuru vardı, Adil Düzen Çalışanı idi, Millî Görüşçü idi. Bu bir olayla karar vermem çok zor. Ama İstanbul’da Millî Görüşten geldiği halde, Adil Düzüne karşı olan Kadir Topbaş, sağlık durumu da müsait olmadığı ve çok başarısız bir başkan olmasına rağmen, yerinde bırakılmıştır. Çok başarılı faaliyetler gösteren Kartal Belediye Başkanı Arif Dağlar ise Millî Görüştendir diye dışarıda bırakılmıştır. Bu bana şunu haber veriyor. Erdoğan’ın üçüncü dayanağı da yok edilmiş, belediyeler işgal edilmiştir.
4- Dördüncü kökü de bundan sonraki genel seçimde kırılacak ve urgan çekilerek ağaç devrilecektir. Bu milleti uyandırmalıdır. Erdoğan’ı kurtarmamız mümkün değildir. Çünkü bizden daha belediye başkanı olmadan uzaklaştırılmıştı. Eğer aklı başına gelir de bizimle irtibat kurarsa, eski köklerin yerine yeni kökler oluşabilir ve ağaç devrilmeyebilir. Ama ümit yoktur.
Erdoğan’ın dayanaklarını yok etme bunlardan ibaret değildir.
Abdullah Gül Çankaya’ya gitmekle, baş dayanağı artık onu destekleyemez hâle getirildi. Bülent Arınç’ı da TBMM Başkanlık kürsüsünden indirdiler. Şimdi şaşkın şaşkın dolaşmaktadır. Artık çevresini de görmez olmuştur. Abdüllatif Şener’i başka yönden ayarladılar. Asla tasvip etmediğim Dengir Mir Mehmet Fırat da gitmiştir. Tayyip Erdoğan hatırlamayabilir, ama biz hatırlıyoruz. 1960 müdahalesinden önce Fuat Köprülü onların adamı idi, istifa etti, Adnan Menderes yalnız bırakıldı.
Kırk sene içinde canımızı ve malımızı vererek büyüttüğümüz bir ağacın sökülmekte olduğunu seyretmenin ne kadar acı olduğunu, onu büyütenler bilir.
www.akevler.org’u okuyanlar, bu gerçekleri ulaşabildikleri kimselere ulaştırsınlar.
Bizden yazmak ve anlatmak…
Sizin göreviniz de bunu gerekli yerlere, vatandaşlara, Ak Partililere ve orduya ulaştırmaktır. Ağaç devrildiği zaman ne yapılacağı şimdiden planlanmalıdır. Kendisini akıntıya bırakmış ve kurtulma çabasını göstermeyenleri kurtarmaya çalışmak, onlarla beraber boğulmak demektir. Herkesi dikkatli ve uyanık olmaya davet ediyoruz...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-500/ADİL DÜZEN DERSLERİ-330 İstanbul, 07 Mart 2008
YÖK VE EĞİTİM-ÖĞRETİM
Allah insanlara akıl vermiş, düşünsünler diye. Bir de dil vermiş, istişare etsinler diye.
Amerika’da yetişmiş bir ilim adamı geliyor, Yüksek Öğrenim Kurumu’nun başına oturtuluyor! Türkiye Amerika değildir. Amerika’nın arkasındaki güç dünyayı sömüren tekel sermayedir. Türkiye’nin arkasındaki güç millî ordudur. Halk ise sömürülmektedir. Üniversite mensupları CHP’li devletçiler, MHP’li milliyetçiler, AKP’li İslâmcılar ve DP’li Batıcılar vardır. Eğitim ve öğrenim ise Ortaçağ’dan kalma anlamadan ezberletme sistemidir. Ezberlenen şeyler de ya bin sene önceki İslâmiyet’tir, ya da yüz sene evvelki Batı’dır. Eğitim ve öğrenim sadece millete yüktür, fabrikaları okumamış ustalar idare eder. Hastahaneleri diplomasız hemşireler ve sağlık memurları idare eder. Mahkemeleri zabıt kâtipleri idare eder. Güvenliği polis sağlar. Bunlar hiç okumasalardı daha iyi vazife görürlerdi.
O halde asıl bir eğitim ve öğrenim olmalı?
1- Birinci kural hayat boyunca eğitime ihtiyaç vardır. Her gün yenilik olmaktadır. İnsan bunu günü gününe takip edecektir. İnsanlara ömür boyunca imtihana girme hakkı tanıyacaksın. Aldığı nota göre de mesleki derecesini yükseltecek ve faizsiz kredi hakkını artıracaksın.
2- Eğitim ve öğrenin tamamen serbest olacak. Kamu vatandaşın ne öğrettiğine, ne öğrendiğine karışmayacak, eğitim ve öğretimdeki birliği imtihanla sağlayacaktır. Mecburen herkes kamunun programına kendiliğinden uyar. Tevhidi tedrisat bu şekilde anlaşılmalıdır. Ülkede resmi diploma geçerli olmalıdır.
3- Her öğrenci kendisine danışman öğretmenlerini seçecektir. Öğretmenin maaşını devlet verecektir. Öğretmenin maaşı öğrenci sayısı ile öğrencilerin imtihanlardaki başarılarına göre verilecektir. Başarı yarışma usulüyle tesbit edilecektir. Bir bölgede mevcut nüfusun on binde birine yüksek tahsil diploması verilecektir. Bir ilçede mevcut nüfusun yüzde birine orta öğrenim diploması verilecektir. İmtihanda yarışı kazananlara verilecektir.
4- Öğrencilere ve öğretmenlere faizsiz kredi açılacaktır. Bunlar aynı zamanda üretim yapacaklardır. Günde dört saat öğrenim, dört saat ise üretim yapacaklardır. Yaz kış, Cuma Pazar tatili yoktur. Kendileri isterlerse her gün tatil edebilirler. Öğrencileri ile başarı gösteren öğretmenin faizsiz kredi limiti artırılacaktır. Vergide bazı kolaylıklar sağlanabilir.
Bu hususta daha fazla bilgi edinmek isteyenler “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI”ndaki bilgisayar telifine bakabilirler.
Burada YÖK’ün yapacağı işler ise şöyle sıralanabilir.
a) Temel, ilk, orta ve yüksek okullarda sorulacak ortak imtihanın cevaplarının bulunduğu resmi kitaplar telif edilecektir. Sorular bu resmi kitaplardan sorulacaktır. Orta öğretim kitapları hazırlanırken YÖK il eğitim müdürlükleri ile işbirliği hâlinde olacaktır. Bu kitaplar internette yayınlanacak ve her yıl güncelleştirilecektir.
b) YÖK’ün yapacağı ikinci iş ise her yılın imtihan sorularını güncelleştirdiği kitaplara göre soracaktır. İmtihan edecektir. Sıralama yapacaktır. Kadroya göre onlar diploma tevcih edecektir.
c) YÖK’ün yapacağı üçüncü iş ise öğrenci ve öğretmen organizasyonunu yönetmektir. Öğretmene, sen şu alanda öğretmenlik yapabilirsin diye ehliyet verecektir. Öğrencilere de seçin öğretmenlerinizi diyecek. Böylece bir öğrenim örgütü oluşacaktır. YÖK elinde bulunan tahsisatı ile kredi miktarını bunlara dağıtacaktır.
d) YÖK’ün üyeleri sekiz yıllık seçilmelidirler. Genel seçimden iki yıl sonra yarısı değişmelidir. Diğer yarısı ondan sonraki seçimlerde değişmelidir. YÖK’ün 20 üyesini siyasi partiler aldıkları oy oranında değiştirmelidirler. Her parti % 5 oy miktarı için bir aday gösterir. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri sıralama yaparlar. Birisinin aldığı sıraların tersleri toplanır. Derecesi bulunur. İlk sırada olanlar göreve gelirler, diğerleri yedek kalır. Seçilen kişinin sekiz sene içinde alınması ancak hakemlerden oluşan yargı tarafından yapılabilir.
Sayın Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’a arz olunur.
Sermayenin vatanı olmaz diyorlar. Yanlıştır, çünkü sermaye demek mülkiyet demektir. Mülkiyet ise özelleşmedir. Pekala vatanı vardır. Ama ilmin vatanı olmaz. İnsanlık göğüsleye göğüsleye, aşama aşama ilerlemektedir. Ekonomide ve teknikte hep Batılılar ileri olmuşlardır. Ama hukukta ve yönetimde hep Doğulular ileri olmuşlardır. Gelin bizi dinleyin. Ama sonra yapmayın. Ama dinlemek demek cahil kalmamak demektir. Tarih ilme direnenlerin kesin çöküşlerine şahit olmuştur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92