1967...1968...1969....AKEVLER 42 YILDIR ÇALIŞIYOR....2007...2008...2009
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 502
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜNYA DÜZENİ YENİ BİR MEDENİYET PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 21 Mart 2009 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 502. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
ÜLKEYİ KİM YÖNETSİN?
Sayın ABD Büyükelçiliğine Açık Mektup
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 50. SEMİNER
Her Hafta PERŞEMBE akşamları; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
BARTER / TAKAS / MALA-MAL
***
EİT zirvesi ve yeni fırsatlar / Dolar yerine TL /
Mâ’, H2O, Su ve ‘Dünya Su Forumu’
Reşat Nuri EROL
***
RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 9
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
لِلَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ الْحُسْنَى وَالَّذِينَ لَمْ يَسْتَجِيبُوا لَهُ لَوْ أَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا وَمِثْلَهُ مَعَهُ لَافْتَدَوْا بِهِ أُوْلَئِكَ لَهُمْ سُوءُ الْحِسَابِ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمِهَادُ(18) أَفَمَنْ يَعْلَمُ أَنَّمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ كَمَنْ هُوَ أَعْمَى إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ(19) الَّذِينَ يُوفُونَ بِعَهْدِ اللَّهِ وَلَا يَنقُضُونَ الْمِيثَاقَ(20) وَالَّذِينَ يَصِلُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ وَيَخَافُونَ سُوءَ الْحِسَابِ(21) وَالَّذِينَ صَبَرُوا ابْتِغَاءَ وَجْهِ رَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً وَيَدْرَءُونَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ أُوْلَئِكَ لَهُمْ عُقْبَى الدَّارِ(22) جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا وَمَنْ صَلَحَ مِنْ آبَائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَالْمَلَائِكَةُ يَدْخُلُونَ عَلَيْهِمْ مِنْ كُلِّ بَابٍ(23) سَلَامٌ عَلَيْكُمْ بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِ(24)
لِلَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ
(Li elLaÜIyNa iSTaCABUv LiRabBiHiM)
“Rablerine isticabe eden kimseler için hüsna vardır.”
Türkçede isim cümlesi “dir” ile yapılmaktadır. Aslında “dir” durur kelimesinin kısaltılmış şeklidir. Arapçada da isim cümlelerinin başında bir “Kâne”yi takdir edebiliriz. “Kâne”yi kaldırdığımızda cümle yapısı Türkçe cümle yapısı ile aynı olmuş olur. Fail marife olur. Haber ise nekre olur. “Alimün Ahmedü” cümlesi beliğ değildir. “Bir alim Ahmet’tir” desem cümle fasih olmaz. Nekrenin haberi marife olmaz. Harficerler ya bir fiile müteallik olur, o zaman fiilin, mef’ulün bih gayri sarihi olur, ya da bir isim zarfı olur. Buna zarfı müstakar denir. Zarfı müstakarlar nekrelere sıfat, marifelere hal olurlar. Müptedalar da haber olur. Burada takdim edilmiş elhusnanın haberidir. Takdim tahsis için olur. Bu da zikredilenlerden biri üzerine tahsistir. “Evde Amr değil Zeyd vardır” diyeceksen, “Fi’d-Dari Zeydün” dediğin gibi; “Zeyd’den başka kimse yok” mânâsında da tahsis yapabilirsin ki, buna tahsis-i âm diyoruz. Burada isticabe edenle etmeyenler karşılaştırılıyor. Tahsis-i hâs vardır mânâsını verebiliriz. Matüridilerin mezhebi budur. Tahsis-i âm yaparsak, bunlardan başka kimse için hüsna yok anlamı çıkar. O zaman kendisine tebliğ ulaşmayanlara hüsna yoktur demektir. Bu da Eş’ari mezhebidir. Bundan sonra gelen âyette isticabe etmeyenlerden bahsettiğine göre bunu tahsis-i hâs kabul ediyoruz.
“Cevb” “cevf” kelimesine akrabadır. “Cevf” karın demektir. “Cevab” ise kanal veya tünel demektir. Yani uzunlamasına karındır.
“Suale cevab vermek” demek, soruya veya soruna kanal açıp çözülmesini sağlamak demektir. “Sual” kelimesinin iki mânâsı vardır. Karşı taraftan bir şey sormak veya ondan bir şey vermesini istemektir. Yani bildirmesini istemek veya yapmasını istemek. Dilenci mânâsındaki “sail” ikinci mânâdadır.
“Cevab” kelimesi de iki anlam taşır. Sorulan soruya cevab verilmek veya sorunu çözmek. Kavlî veya fiilî olarak cevaplandırılır. Kur’an’da cevabın sülasi fiili ile “Cabu’s-sahra bi’l-vadi - sahra vadi ile cevbettiler” denmektedir. Yani sahralarda kanallar açtılar ve sahrayı vadi yaptılar demektir.
Davete icabet olarak if’al bâbı getirilmektedir. Ayrıca “Lam” harficeri ile “isticabe” getirilmektedir. Kur’an’daki kullanılış şekliyle ve lugatlarda if’al bâbı icabet ile istif’al bâbı isticabe aynı mânâda görünmektedir.
“İcabe” tediye için gelir. “Cabe” geçti anlamında ise, “icabe” geçirdi anlamında olur. Kişi ihtiyacı dolayısıyla veya beynindeki soru dolayısıyla ilerliyorken ona kanal açıp geçişini sağladı demek olur.
İf’al bâbını cevaplama anlamında kullanmak kurallara uygundur.
Ancak istif’al bâbına gelince açıklama zorlaşır. İstif’al bâbının iki mânâsı vardır. Biri o fiilin yapılmasını istemek demektir. Bu şekliyle anladığımızda soruya cevap vermesini istemek anlamı çıkar. Türkçede isticvab bu anlamda kullanılmaktadır. “Li” harfi gelmeden kullanıldığı zaman cevap istemek mânâsındadır.
“İstecabehu” ona sordu, cevap vermesini istedi anlamındadır. “Seele”den farkı, “seele”de eşitlik ilkesi içinde soru vardır. “İstecabe”de ise soruşturma anlamındadır.
Kur’an’da “Li” harfi getirilmeden mef’ulü tasrih edilmiş bir isticabe fiili bir tek yerde geçmektedir. وَيَسْتَجِيبُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (42/16). Burada fail de olabilir. Eğer mef’ul ise isticabe ile isticabe fiili kendisini cevap vermekle mükellef gördü demektir. Böylece ecabe, cevap verdi; istecabe, cevap vermekle yükümlü yaptı demek olur. İstif’al bâbı ise aynı zamanda dönüşme anlamındadır. Bu takdirde kendisi tünel oldu, kendisi kanal oldu demek olur. Bu da mübalağa anlamını taşır.
Hâsılı, icabe ile isticabe arasında mübalağa farkı vardır diyebiliriz. Ben icabet ederim, onlar da isticabe etsinler denmiş olur.
الْحُسْنَى (eLXuSNAy) “Hüsnâ vardır.”
“Rablerine icabet edenlere hüsnâ vardır.”
“Hüsnâ” iyilik, güzellik demektir. Burada “hüsnâ” derken dünya ve âhirette denmemektedir. İsticabe denilen hüsnâ vardır demektedir.
Rabbimiz bizi neye davet ediyor da bizim için hüsnâ vardır? Rabbimiz bizi İslâmiyet’e dâvet ediyor. Bundan önceki âyette madenlerin cüruflardan ayıklanmasını misal getirerek, toplulukların da kötülüklerden ayıklanmasını istemiştir.
Bu nasıl sağlanacaktır?
Hicretle sağlanacaktır. Yani iyilerle kötülerin karıştığı bir toplulukta iyilik mümkün değildir; bunun gerçekleşmesi iyilerin kötülerden ayrılması ile mümkündür. Bu da ancak ocağın ısıtılması gibi topluluğun ısıtılması ve kaynatılması ile olur. Kur’an’dan önce bu kaynatma işi peygamberlerin idi. Şimdi ise bu görev günümüzün âlimlerine aittir. Allah kime ilim vermişse onlar kaynatacaklar, onlar ısıtacaklar. Allah bu âlimlerden bunu istiyor. Beliğ “mâ ünzile ileyke” emri budur. Sana ne inzâl olunuyorsa, sen Kur’an’dan ne anlıyorsan onu tebliğ et demek olmuş oluyor. Bu tebliğ edilen farklı farklıdır. “Mâ” ile gelmiştir.
Adil Düzen Çalışanlarına “Adil Düzen”i tebliğ etme görevi düşer.
Risale-i Nur Şakirtlerine Risale-i Nuru anlatma görevi düşer.
Milli Görüşçülere “Adil Düzen”i ulaştırma görevi düşer.
Bize de “Adil Düzen”i ortaya koyma görevi düşmektedir.
Eğer bizim çalışmalarımızı kimse değerlendirmiyorsa, bunun sorumlusu biz değiliz. Millî Görüşçülerdir. Yapma işi de AK Partililere düşer.
Herkese başka vazife verilmiştir.
O HALDE BUGÜN KİM NEYE GÖREVLİDİR?
a) Akevler Adil Düzen Çalışanları “Adil Düzen”i ortaya koyacaklardır. Biz bunu www.akevler.org ile yayınlıyoruz. Bunu daha ileri götürmek için de çabalarımız devem etmektedir. Bu “Adil Düzen”i ortaya koyma işi Akevler’e verilmiştir. Bunu başkalarından beklemek boştur. Kırk yıl biz başkalarının da buna katılacağını ümit ettik ama gerçekleşmedi.
b) Akevler’in ortaya çıkardığı “Adil Düzen”i tüm insanlığa Türkiye’de duyurma görevi Allah tarafından Millî Görüşçülere verilmiştir. Bu görev er geç onlar tarafından ifa edilip tamamlanacaktır. Onlar görevlerini ihmal ettiklerinde başka parti çıksın da bu işi yapsın diye çok istedik ama olmadı.
c) “Adil Düzen”i Millî Görüşçülerden öğrendikten sonra onu uygulama işi de AK Parti’ye düşmektedir. Bu görev ihmal edildiği zamanlardaki başka türlü temennilerimiz de rağbet görmemiştir.
d) Uygulamadaki hataları düzeltmek, ona yardımcı olmak da MHP’ye düşmektedir. MHP desteği olmadan AK Parti’nin “Adil Düzen”i uygulaması muhtemel gözükmüyor.
Bu dört kuruluş “Adil Düzen”i Türkiye’ye getirecek kuruluştur.
Buna muhalif gruplar vardır. Onlara da muhalefet düşmektedir.
a) Demokrat Parti’nin vârisleri DP ve ANAP; bunlar “Adil Düzen”e şiddetle karşı gruplardır. Çünkü bunlar sermaye temsilcileridir. Sermayenin tekeli son bulacaktır.
b) CHP ve DTP de “Adil Düzen”e karşıdır. Onların karşı olması çıkardan çok inançsızlıklarıdır, lâikliği yanlış yorumlamalarıdır.
Bunların dışında, siyaset dışında olan Risale-i Nur Şakirtleri “Adil Düzen”in dünyaya yayılması için dünyada okullar açıyorlar. Kendi ilmî çalışmaları içine “Adil Düzen”i yani içtihadî çalışmayı da katacaklardır.
Süleyman Tunahan ve Şakirtleri de Arapça ilimlerinin yanında matematik ilimlerini de benimseyip “Adil Düzen”in altyapısını hazırlamalıdırlar.
Tarikatlar ise “Adil Düzen”in uygulayıcılarını eğitmelidirler.
Hâsılı, tüm insanlık, başta Papa olmak üzere isticabeye dâvet edilmektedir. Adil Düzen Çalışmalarına isticabe edenler için hüsnâ vardır diyor Kur’an.
Gelecekte büyük bir çatışma içine girilecektir. Sömürü sermayesi ile halk sermayesi çatışacaktır. Zafer halk sermayesinin olacaktır. Şimdiden herkes yerlerini alsın. Halk sermayesinin yanında yer alanlar Adil Düzen cephesine katılsın. Sömürü tekel sermayesine katılanlar Adil Düzene cephe alacaklardır. Mağlup olacak ve cehennemde haşr olunacaklar.
Kendilerine sevgi ve saygım olan insanları Allah’ın bu dâvetine, hakka davete çağırıyorum. Mezhep ve meşrep kavgalarını bir tarafa bıraksınlar. Hakk’ın dâvetine kulak versinler. “Adil Düzen”in yanında yer alsınlar. İslâm düzeninin yanında yer alsınlar. Hak düzeninin yanında yer alsınlar. Şeriat düzeninin yanında yer alsınlar.
Siz, ey bize muhalif olanlar! Gelin, siz de şeriat demek olan demokrasi, İslâm demek olan laiklik, hak düzeni demek olan sosyal düzen ve adil demek olan liberal düzende yer alınız. Sömürücü tekelin zalim, faizci, zinacı, ahlâk dışı tekel düzeni cephesini bırakınız.
وَالَّذِينَ لَمْ يَسْتَجِيبُوا لَهُ
(VaelLaÜIyNa LaM YaSTaCIOyBu LaHUv)
“İsticabe etmeyen kimseler.”
Demek ki Kur’an insanlığı ikiye ayırıyor.
a) Sûrenin başında inzâl olunduğunu söylediği hakka dâvet etmektedir. Hakka dâvet ona denmektedir. İşte o hakka dâvete icabet edenler birinci gruptur. Yani “Adil Düzen”in yanında yer alanlar demektir. Hak dediğimiz zaman ne anlayacağız, hak ne demektir? Semavi kitapların müsbet ilmin ışığı ile anlaşılması demektir. Yani hak demek, müsbet ilimlerle Kur’an’ın birbirini tamamlayarak ortaya çıkan düzen demektir. Kur’an ve diğer ilâhi kitaplar ne yapılacağını, müsbet ilimler ise nasıl yapılacağını öğretir. İşte bu usulü kabul edenler hakkı kabul etmiş olurlar. “Adil Düzen” de budur.
b) İkinci gruptakiler “Adil Düzen”i yani hakkı kabul etmeyenlerdir. Bunlar sömürücü tekel sermaye taraftarıdırlar. Bunlar ezen ve ezilen sınıfları oluşturmak istemektedir. Bunlar faizcidir. Bunlar zinacıdır. Bugün iktidarı bunlar elde tutuyorlar. Para onlarda vardır. Makam onlarda vardır. İlmi tekellerine almışlar, dini de yasaklamışlar.
Durum budur.
Hakka icabet edenler bundan elli sene evvel her şeylerini kaybetmişlerdi. Nerde inanmış insan varsa o yoksuldu, karnını zor doyuruyordu. Nerde inanmış insan varsa, o en adi mesleklerin sahibi idi; işçi bile değildi! Nerde ahlâklı insan varsa, cahildi, okuyamazdı, diplomasızdı! Kur’an yazısını öğrenme bile yasaklanmıştı. İnsanlar namazlarını gizli gizli kılmaya başlamışlardı. Okumuşun veya zenginin içki içmemesi, baloya gitmemesi ayıp sayılıyordu. Her yerde dışlanmış birer zavallı idik.
Elli yıllık çalışma sonunda artık mü’minler de zengin olmaya başladı. Artık iktidara biz de gelmeye başladık. Artık dünyanın her yerinde rahatlıkla namaz kılabiliyoruz. Tarikatlar Türkiye’nin yönetimini ele geçirdi. İlimde ise III. bin yıl uygarlığının ilkelerini koyduk. Dünyaya tebliğ ettik. Kimse bize itiraz edemiyor. Sadece susuyor. Ama bir gün ağızları açılacak ve kaçan su nedeniyle boğulacaklar.
Yukarıda isticabe edenler takdim edilmiş haber olduğu halde, burada isticabe etmeyenler mübteda yapılmıştır. Çünkü burada hasr yoktur. Bundan sonra gelen cümleler haberdir.
لَوْ أَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْأَرْضِ (LaV anNa LaHuM MAv FIy eLEaRWı)
“Arzda olanlar onların olsaydı.”
Haber cümlesi başlıyor, haber cümlesi şart cümlesi ile başlıyor. Şart cümlesinin haberi aynı zamanda mübtedanın da haberidir. “Ahmet konuşursan konuşur” dediğiniz zaman, konuşur cümlesi, hem konuşursan cümlesinin cevabıdır, hem de Ahmet’in fiilidir.
Arzda olan onların olsa onu feda ederlerdi deniyor. Yeryüzündekilerin hepsini Allah insanlar için var etmiştir. İşte arzda olanların hepsi o isticabe etmeyen kişilerin olsa hepsini feda ederlerdi. Onların olsaydı; yarın durumlarının çok kötü olacağını ifade etmiş oluyor.
Bugün ellerindeki imkanları kaybetmemek için “Adil Düzen”e karşı çıkmaktadırlar. Oysa yarın ellerinde olanları kaybetmekle kalmayacaklar; tüm yeryüzünün hepsi onların olsa bile onları kötü durumlarından kurtulmaları için feda edeceklerdir.
“LeV” kelimesi aslında mazide olmuş şeyler için kullanılır. Burada gelecek mânâsını veriyorsunuz. Gelecekte geçmiş hikayesi anlamındadır. Yani konuşan kendisi gelecekte konuşuyor gibi yapar ve o zaman geçmiş sigasını kullanmış olur. Bununla beraber “Lev”in gelecek için olmadığı kesin kural değildir. Olacağı kesin olan şartlarda “İza” kullanılır. Olup olmayacağı belirsiz olan şartlarda “İn” kullanılır. Olmayacağı kesin olan şartlarda “Lev” kullanılır. Geçmiş için kullanılabileceği gibi geniş zaman için de kullanılır.
“EnNe” cümlesi ile başlamaktadır. Yani istikrarı ifade eder.
“LeV” fiilin başına gelir. Burada isim cümlesinin başına gelmiştir. “EnNe KâNe” mânâsında olmuştur. “Lev Zeydun alimun” desek cümle fasih olmaz, “Lev kâne Zeydun alimun” dememiz gerekir. “Lav enne Zeyden alimun” dersek sahih olur. Yani hazf vaz’idir diyebiliriz.
“LeHuM” “EnNe”nin haberidir. Takdim edilmiştir. Tahsis için gelmiştir. Yeryüzündeki her şey onların, yalnız onların olsaydı anlamını taşımaktadır.
“Mâ” tamim içindir. Takdim tahsis içindir. Yani hepsi onların, yalnız onların olsaydı anlamına gelmektedir.
جَمِيعًا (CaMiGan) “Birlikte”
Tek başına ceketin değeri vardır. Tek başına pantolonun değeri vardır. Ama ceket ve pantolonun yani ikisinin takım olarak değeri, ikisinin ayrı ayrı değerinden çok daha fazladır. Sağ ayakkabının tek başına değeri yoktur. Sol ayakkabının tek başına değeri yoktur. Ama bir araya gelirlerse değerli olurlar.
Yeryüzünün ayrı ayrı değeri vardır. Bir de birlikte değeri vardır. Yeryüzünde ayrı ayrı olanların değerinin milyarlarca katı değeri, birlikte olmasıdır. Yani bir bütün olarak değerlidir.
“Onu feda ederlerdi” deniyor. Yani yeryüzünün tamamı bir bütünü temsil eder. Yeryüzü sonsuz değildir. Kapalı bir varlıktır. “CeMiAn” kelimesi ile birlikte hepsi onların olsaydı deniyor.
وَمِثْلَهُ مَعَهُ (Va MiÇLaHUv MaGAHUv) “Ve onunla beraber misli”
Arzda olanların misli. Burada atfedilen arz değil arzda olanlardır. Arz olsaydı misliha olurdu. “Hu” zamiri de “Mâ”ya gitmektedir. Çünkü arz müennestir. Arzda olanların misli daha bulunsaydı denmiş oluyor.
Bir malın cemian değeri olur. Parça parçaların hiç değeri olmaz. Ama cemian değeri olur, parçaların da değeri olur. Sadece “cemian” denmiş olsaydı, parçaların değeri olmayacağı için bir kısmını feda etmek zorunda kalırlardı. Oysa misli olunca arzın kendi başına değeri vardır. Mislin de değeri vardır. Cem ettiğiniz zaman ikisinin değeri olur.
Şimdi burada birleştirdiğimiz zaman neler olur?
Değersiz ayrı iki şey birleştiği zaman değer olur.
Ayrı iki şey birleştiği zaman değeri artar.
Ayrı iki şey birleştiği zaman değerlerinde değişiklik olmaz Toplam değer değerlerin toplamı olur.
Ayrı iki şeyi birleştirdiğiniz zaman toplam değer düşebilir. Mesela bir kimsenin bir ekmeğe ihtiyacı iki ekmeğe olan ihtiyacının yarısından çok fazladır.
İşte bu âyet bize bu değerler teorisini de öğretmiş oluyor. “Cemian” demekle birleştiğinde değerin artmasını göstermektedir. Misliyle de toplam değerde düşmesini gösterir.
لَافْتَدَوْا بِهِ (La iFTaDaV BiHi) “Onu iftida ederlerdi.”
“Fidye” bir şeyi karşılamak için verilen değer demektir. Esiri kurtarmak için verilen maldır. “İftida etmek” demek, kendini kurtarmak için verdiğin şey demektir. “Bi” ile müteaddi olur, bir şeyle iftida etmek demek olur.
Burada “BiHiMâ” denmesi gerektiği halde, “Hi” gelmiştir. Yani ikili zamir yerine tekli zamir getirilmiştir. Allah ve resulüne tekli zamir gönderildiği gibi, burada da atfolanla atfolunan bir varlık kabul edilmiştir. Bu iki ve daha fazla mânâsında olabilir. Buradaki “elif” daha fazlası içindir. O zaman çoğul zamir getirilmesi gerekirdi ki o da lafzın gereği mümkün değildir. Yani bugün “Adil Düzen”e karşı gelenler, yani karşı takımda yer alanlar, yarın neleri varsa neleri yoksa hepsini feda edecek kadar sıkıntıya gireceklerdir.
Sûrenin mânâsı ve bütünlüğü daha iyi anlaşılır olmaktadır.
İlâhi nizamda olduğu gibi uygarlıkların gelişmesi vardır. Uygarlıklar doğar, yaşar yaşlanır ve ölür. Onun karşısında ondan beşyüz sene faz farkıyla kuvvet uygarlığı doğar. Her zaman şeytan taifesi ve hak taifesi vardır. Zaman zaman onlar galip gelir, zaman zaman bunlar galip gelir. Birbirlerini ortadan kaldıramazlar. İşte bu âyette anlatılan budur.
Bu düzen insanlar için konmuştur. İnsanlar isterlerse Allah takımında, isterlerse şeytan takımında olurlar. Ona göre mükafatlanır ve cezalanırlar. Bu sûre bunları anlatmaktadır.
Rablerinin davetini kabul edenler ve kabul etmeyenler. Kabul etmeyenler çok acı duyacak ve pişman olacaklardır.
Allah’ımız bizlerin bu takımda olmamızı sağladığı için ne kadar şükretsek azdır.
أُوْلَئِكَ (EuLAvEiKa) “İşte onlar.”
“ÜLaİKe” işaret ismidir. Uzakta olanlara işaret eder, yahut mânâya işaret eder. Yani isticabe etmeyenlere işaret edilmiştir. Uzağa işaretin sebebi bu işleri yapanlar demektir. Müşarun ileyh olanlar bu kişileri değil bu işleri yapanlardır. “Ellezine”deki “el” cins isim olarak gelmiştir. Yani kastedilen şimdi bu işi yapanlar değil de bu tür işleri yapanlardır.
Bu arada bugün “Adil Düzen”i kabul etmeyenleri de içermektedir.
Böylece her devrin isticabe etmeyenlerini anlatmaktadır.
Burada “Va” harfi getirilmemiştir. Çünkü aynı kimselerin durumlarını anlatmaktadır. Şartın ikinci haberi de mübtedanın ikinci haberi olduğunu göstermesi için ismi işaret getirilmiştir. Bir de ismi işaretle mübteda tekid edilmiştir.
Hesabın süüne (kötüsüne) uğrayacak olan kimseler işte bunlardır. İsticabe etmeyenlerdir.
Davet ettiniz. Davetinize icabet edenler var. Davetinizi reddedenler var. Bir de ne icabet etmiş ne de reddetmiş olanlar vardır. Bunlar reddedenlerden midir?
Yani bugün üç grup insan vardır.
“Adil Düzen”i kabul edenler ve onun yeryüzüne hakim olması için çalışanlar vardır.
Bir de “Adil Düzen”i reddeden ve karşı çıkanlar vardır.
Ayrıca bir de sükut edip ne karşı çıkan ne de kabul edenler vardır.
Bunların durumu nedir?
Bunların durumu burada meskut geçilmiştir. Kabul ediyoruz. Bunlar için hüsna vardır denmiyor. Sû’ de vardır denmiyor. Bunlar İslâm düzeni gelir de karşı çıkarlarsa, o zaman sorumlu olurlar.
Türk milleti İstiklâl Savaşı’ndan beri hep Kakk’ın yanında yer almıştır. Dolayısıyla biz onları suçlayamayız.
a) Cihan Savaşı’nda cepheden cepheye koşmuş, savaşmış, askeri zaferler kazanmış ama masada kaybedilmiş.
b) İstiklâl Savaşı’nı yapmış, yepyeni bir devlet kurmuş ama kurulan devlet adil olmamıştır.
c) Demokrasiye geçerek iktidarını değiştirmiş ama yeni iktidar Türkiye’yi borçlar içinde ahlâksızlaştırmıştır.
d) Son çıkışla Millî Görüşçüleri iktidar etmiş. Halk desteğini sürdürüyor. Onlar gömlek çıkarmışlardır ama millet o çıkan gömleğe bile oy vermiş.
İşte, bir asırdır mücadele eden milletimizin halkını elbette suçlayıp cehenneme gönderemeyiz.
O halde burada işaret edilenler “Adil Düzen”e karşı olanlardır. Partilerin yöneticileridir. Burada Halk Partili yöneticiler kadar, AK Partililer de sorumludur. Adil Düzen Çalışanları’nın sırtına dayanarak, omuzlarına basarak oralara gelenler şimdi “Adil Düzen”e karşı sırtarlını çevirmiş bulunuyorlar…
لَهُمْ سُوءُ الْحِسَابِ (LaHuM SUvEu eLXıSABı)
“Onlar için hesabın sûu vardır.”
Cümle ism-i işaretin haberidir. Cümlenin mübtedası müahhardır. Hesabın sûu bunlara aittir demektir. Yani isticabe etmeyenlerindir demektir. İsticabe edenlerin hesapları yok demektir. Onların hesapları ise vardır.
Adil Düzen Çalışanlarına çok büyük müjde. Bu tarafta yer alınca Allah onların başka günahlarını affedecektir. Onların hesapları bile görülmeyecektir. İşte biz bu sebepledir ki İslâm düzeni için savaş veren kardeşlerimiz -bunda samimi iseler- Allah onların kusurlarını affedecektir diyoruz. Kimler “Adil Düzen” için çalıştı? İşte bunu tesbit etmek çok zordur.
Mustafa Kemal’i ele alalım. İlk bakışta “Adil Düzen”in yani İslâm düzeninin yanında değil karşısında yer aldı. Tarikatları yasakladı. Medreseleri kapattı. Birçok din adamını astı. İçkiyi ve zinayı meşrulaştırdı. Ama o aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’ni İslâm’a dayanarak kurdu. Yaptığı inkılaplarla Türkiye’yi muasır medeniyetin üstüne çıkarmayı hedefledi. İslâmiyet’i yeniden doğru anlamamız için start verdi. Mübadele ve muhaceretlerle Anadolu’yu bir İslâm devleti hâline getirdi. Bütün bu yapılanların bugün “Adil Düzen”in kurulmasına çok büyük yararları olmuştur. İsmet İnönü ise ondan daha ileri bir Müslümandı.
Dolayısıyla bizin bunları dünyada muhakeme edip mahkum etmeye yetkimiz yoktur. Bizim yapacağımız, bize bıraktıkları mirası geleceğin Adil Düzen Çalışanlarına hazırlayıp bırakmaktır. Biz bunu yapıyoruz. Bize karşı çıkan bugünkü muhaliflerimize de saldırmıyoruz. Onlar da bizim hatalarımızı ve eksiklerimizi düzeltmemize sebep olmaktadırlar.
Kimin “Adil Düzen Çalışmaları içinde, kimin zalim düzen çalışmaları içinde olduğunu biz bilmiyoruz. Bu işi herkes kendisi bilir. Kim “Adil Düzen”e karşı ise, kim Allah’ın indirdiği hakka inanmıyorsa, bu âyet işte onlara işaret ediyor. Baykal nerdedir; biz bilemeyiz, o kendisi bilir. Erbakan nerdedir, o kendisi bilir. Biz kendilerine sadece karşı iseniz sizin için hesabın sûu vardır diyoruz; yanında iseniz hüsnâ vardır diyoruz. Âhiretteki hesaplarını ise biz sormayacağız, Allah soracaktır.
“Hesap” burada marifedir; onlar için belli hesabın sûu vardır demektir.
Dünyadaki uygulamamız da buna göre olacaktır.
“Adil Düzen” karşıtı olarak bizimle savaşanların kötü niyetlerini ispat edemediğimiz zaman onları affedecek ve hesaplarını Allah’a bırakacağız. Bugün işledikleri suçların cezasını biz vermeyeceğiz. Biz “zalim düzen”de adil davranmayanları cezalandırmakla ne yükümlüyüz, ne de yetkiliyiz. Biz “Adil Düzen”i getirmekle yükümlüyüz.
Bu sebepledir ki bizim kimseye karşı bir düşmanlığımız yoktur.
Bizi, bize çok yakın olduğumuz kardeşlerimiz de eleştiriyor.
Biz, bize çok karşı olan kardeşlerimizi de seviyoruz.
Kimsenin kötü niyetli olduğunu bilmiyoruz.
Ergenekon suçluları da bize göre böyledir. Demirel, Karadayı, Çevik Bir ve diğerleri bir olmuşlar; onlar ve diğerleri hep beraber 28 Şubat’ı oluşturdular. Bunlar bu davranışlarını sürdürürken, ülkenin çıkarlarını mı düşündüler, yoksa kendi iktidar hırslarını mu düşündüler; bilemeyiz. Âhiret vardır. Orada hesaplarını vereceklerdir. Biz “Adil Düzen”i getirecek ve onların hepsini affedeceğiz. Ama “Adil Düzen”de hakemlerden oluşan Adil mahkemeler onları mahkum ederse de, onları ipe götürmekte veya kurşuna dizmekte asla tereddüt göstermeyeceğiz. Asamazsınız diyenleri de ele geçirirsek onları da asarız.
O halde biz ne yapacağız? “Adil Düzen”i getireceğiz. “Adil Düzen” gelmeden önceki suçları cezalandırmak onlara aittir. Biz affedeceğiz.
Şunlar cezalanacaktır.
a) Yönetici olarak değil de, şahsi çıkarları veya hırsları için cinayet işleyenlerin cezaları affedilmeyecektir. İşleyenler de mahkum edilip cezalandırılacaklardır.
b) Topluluk adına topluluk aleyhine gizli yaptıkları anlaşmaları kesin olarak tanımayacak, yapılmamış kabul edeceğiz. Topluluğa ait anlaşmalar aşikaredir. Topluluğun onayı alınarak yapılır. Asgari yargı denetiminde olur.
c) Eski mahkemelerin verdiği kararların icrasını durduracak, hakem kararları ile sabit olanların icrasına devam edeceğiz.
d) Yerel yönetimlerin yetkilerini kısıtlamayacak, kişilere karşı işlenmiş suçların muhakemesi ve infazını bucaklara bırakacağız. O bucaktan ayrılanlar hakkındaki davaların çoğunu düşüreceğiz. Mahkeme geçmişin intikamı değil, geleceğin teminatıdır.
وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ (Va MaEVAyHuM CaHanNaMu)
“Me’vaları cehennemdir.”
“Me’va” barınacak yer demektir. Bizim Türkçedeki “ev” kelimesi buradan gelir. Dünya dillerinin kaynağı tektir, tek dildir. Zamanla değişmiş ve başkalaşmıştır. Bu sebepledir ki Arapça ile Türkçe arasında akrabalık vardır. Birçok kelimeler birbirine benzer.
Cehenneme sığınacaklardır.
Cennet ve cehennem dışında da yerler vardır ama orası cehennemden de kötüdür. Onun için cehenneme me’va deniyor. Yani cennete gitmeyecekler, cehenneme gideceklerdir.
Buradan anlıyoruz ki hesabın sûu âhiretteki hesaptır. Kıyamet günü önce hesaba çekilecekler sonra da cehenneme sevk edileceklerdir. Burada bütün mesele iyi niyetli olup olmama meselesidir. Biz istesek de istemesek de Allah kendi nûrunu tamamlayacaktır. “Adil Düzen” gelecektir. Bundan şüphelenmek demek, Kur’an’a inanmamak demektir.
Evet, bizim dediklerimiz olamayabilir. Biz Kur’an’ı yanlış anlamış olabiliriz. Ama Kur’an nizamı gelecektir. Bu Hak nizamdır. Bu İslâm nizamıdır. Bu adil nizamdır. Bu şeriat nizamıdır. İsteseniz de istemeseniz de bu gelecektir. Bu sosyal düzendir. Bu lâik düzendir. Bu liberal düzendir. Bu demokratik düzendir.
Siz bize muhalefet eden tutucular; patlasanız da çatlasanız da bu düzen gelecektir. Sahteleri gidip gerçekleri gelecektir. Ekseriyet sistemi sahtesidir. Ortak vekil sistemi gerçeğidir. Kötü veya iyi olmak tamamen niyete bağlıdır. Çevik Bir ile Şevket Kazan arasında fark yoktur. Neyi niçin savundular, o önemlidir. Hiç beklemediğimiz kimse kötü niyetinden dolayı cehennemin ortasında olabilir. Beride cehennemde olacağını sandığımız kimse bizden ileri olabilir. Çünkü biz onların kalplerini yarmadık. Ama bu dünyada “Adil Düzen” galip gelecek, biz galip geleceğiz. Nitekim bir asırlık mücadelemizde hep savunduklarımız galip gelmiştir. Adil Düzenciler yüzde 70’lere vardılar. Yakında yüzde yüz olacaklardır. Ama bu tek parti olacak değildir. Adil Düzen sosyalizmi de olabilir, kapitalizmi de. Adil Düzen kendisi tüm görüşlere hayat hakkı, iktidar hakkı tanıyacaktır. İnsanlar nasıl isterlerse kendilerini öyle idare edeceklerdir. Yerinden yönetim ve çoklu hukuk sistemi.
Kendilerini alim zanneden cehli mürekkepler vardır. Çoklu kaza ile çoklu hukuku ayıramayacak zavallılar ülkemizi bu hale çevirmişlerdir. Serbest sözleşme sistemi çoklu hukuk sistemidir. Be akılsız, kör ve sağırlar. Bugün Türkiye’de serbest sözleşme yok mu? Bugün uluslararası hukuk serbest sözleşmelerle oluşmuyor mu? Bugün insanlar hep gidip gelmiyor mu? Bunları bilmeyecek kadar cahilsin de neden bu konularda kalem oynatıyorsun? Ama yine de suçun niyetinle ölçülecektir. Biz seni mahkum etmeyecek, cezalandırmayacağız. Sen bizden korkma, sen Allah’tan kork.
وَبِئْسَ الْمِهَادُ(18) (Va BiESa eLMiHaDu) “Ve mihad bi’sedir.”
Şartlı cümle ile ‘dünyaları olsa onu feda ederlerdi’ dedikten sonra, ‘onlar için hesabın sûu vardır’ denmiştir. “Va” harfi ile atfederek iftidanın bu dünyada olabileceğine işaret edilmiştir. Dünyada her şeylerini feda edecek duruma geleceklerini belirtmiştir. Âhirette de ağır hesapları olacaktır deniyor. Sonra da üçüncü safhayı, cehennem safhasını anlatıyor.
Bir de “Ve Bi’se’l-Mihad”ın olduğunu söylemektedir.
Burada atıf yapılmıştır. Yani “cehennem”den başka “bi’se’l-mihad” var yani ve kötü beşik vardır deniyor. Atfedilmesi, buranın cehennemden farklı olduğunu ifade etmiş olmaktadır.
“Mihad” kelimse ve “Me’va” kelimesi. İkisi de hoş kelimelerdir.
Yani cehennem bir azap yeridir ama aynı zamanda sığınma yeridir, mesken yeridir. Aynı zamanda orada yetişme yerleri de vardır. Nasıl çocukları beşikte itibaren alıp yetiştirirseniz, orada da yetiştirme ve eğitim yerleri vardır. O yerler de kötüdür. Genel kural olarak daha kötüye gitmeyi kabul edersek; hesabın zorluğu, sonra cehennem, en ağır mihadın be’si. Nasıl hapishanelerde hücreler varsa, hapishanede suç işleyenler oraya konulurlar. Yahut cezanın bazısını hücrede çektirirler. Âhirette de böyle yerler vardır. Bu anlamda değerlendirmemiz gerekir. Cennette ceza yoldur, derece yükseltilmesi vardır. Cehennemde ise cezanın teşdidi vardır. Burada bi’se ağırlaştırılmış demektir. Bu mihadın da marifeli olarak gelmesi belli şartları içermesi demektir.
Dünyadaki uygulamaya gelince, ceza mahiyetinde olmayan borçlar için kişi zorla çalıştırılmaz. Borç ertelenir. Diyet mahiyetinde olan cezalar kişinin âkilesi tarafından ödenir. Keffaretler ödenmezse oruç cezalarına çevrilir. Kısasın affı ile doğan suçların cezaları zorunlu çalışma sitelerinde geçirilir. Kişi çalışır, akşam üstü evine gidebilir. Ama bir de dışarı çıkma yasağı konur. Orada vaktini geçirir. Bu da mihaddır.
Biz bunu anayasamıza yazdık ama delil burada ortaya çıkıyor. Kimse bize siz bunları uyduruyorsunuz, böyle mânâ çıkmaz diyemez. Çünkü buradaki “ve” harfini biz koymadık. Allah niye koydu? Daha iyi izahınız olursa memnun oluruz, hatamızdan dolayı istiğfar ederiz.
***
أَفَمَنْ (Ea Fa MaN) “Kimse mi?”
Kur’an’ın kalıp cümleleri vardır. Bir konu anlatıldıktan sonra “Fa” harfi getirilerek o cümlenin ifadesi tahlil edilir.
Sûre, kâinatı evrimleştiren kimse olan Allah tarafından hakkın indirildiğini, insanların hakka yani İslâm düzenine, hak düzenine, Adil Düzene, şeriat düzenine davet edildiğini; başka bir ifade ile demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenine çağrıldığını ifade etmiş ve insanları bu daveti kabul eden ve etmeyen diye iki gruba ayırmıştır.
Şimdi kabul edenlerle etmeyenleri karşılaştırmaktadır.
Başka bir cihetten karşılaştırmaktadır.
İşte bu sebeple “Fa” harfi ile tafsil etmektedir. Buna Fa-i beyaniye veya tafsiliye denmektedir. “E” harfi soru edatıdır. Öyle olmadığını ifade etmek için getirilir. Buna inkâr fası denir. Yani aşağıdaki karşılaştırmada ikisi bir değil. İnsanı düşündürmeye sevk etmek, kendisine gerçekleri buldurmak için bu cümle yapısı kullanılır. İki kimseyi karşılaştırmaktadır; bilen ile körü.
يَعْلَمُ (YaGLaMu) “Bilen kimse”
Bundan önce karşılaştırma yapılmış, gören ile kör, aydınlık ile karanlık bir değildir şeklinde ifade edilmiştir. İşte o karşılaştırmada gören burada izah edilmektedir; o da bilendir. Oradaki görenden kasıt gözlerimizle gören değil, beynimizle gören kimsedir.
Burada “ilim” muzari getirilmiştir. “Men”de bilme marife bilme ise, nekrede umumidir. Neyi bilecektir? İnsan nasıl bilecektir?
İnsan gözle baktığı zaman sadece çevresini görebilir. Tepenin arkasını görmez, odanın dışını görmez. İnsan ancak bu anda olan olayları görür. Ama uzaktakileri, geçmiştekileri ve gelecektekileri görmez. Hayvanlardaki görüş bu kadardır. Oysa insan hafızası ve bilme kabiliyetiyle geçmişteki olayları bilir, gelecekteki olayları bilir. Çok uzaktakileri bilir. Yıldızları ve galaksileri bilir. Çok küçükleri bilir. Atomları bilir.
İşte buna “ilim” diyoruz.
Bir misal verelim. Güneş ışığını alalım, bir prizmadan geçirelim, yedi renk olur. Demek ki ışık değişik renklerin karışımından oluşur. Cisimler değişik renklerde görünür. Demek ki her cismin değişik renkleri vardır. Bu basit gözümüzün gördüğü şeylerdir.
Şimdi ilmî çalışma yapalım.
a) Önce ışığın dalga olduğunu bulalım. Dalga boylarını ölçelim. İki yarıktan geçirir sapmayı ölçersek, matematikle bunu hesaplarız. İşte şimdi ışığın büyüklüğünü ölçüyoruz demektir. İşte böylece ilim yapmaya başlarız.
b) Sonra hangi maddelerin hangi dalga boyunda ışık verdiğini tesbit ederiz. Böylece dalga boyların ölçerek ışığın geldiği yerler hakkında bilgi ediniriz.
c) Sonra bir maddeden gelen ışığı analiz ederiz, o maddede neler olduğunu biliriz. Atomlara kadar iner, onun yapısını inceleyebiliriz. Bu sayede atom bombasını yapabiliriz.
d) Yıldızlara çeviririz aletimizi, oradan gelen ışığı inceleriz, oralarda neler olduğunu bilebiliriz, uzaklıklarını buluruz.
İşte, “ilim” demek; geçmişi ve geleceği, görüneni ve görünmeyeni bilmek demektir.
İlim sahibi olmayanlar kördür.
Size gerçekleri söylüyorum.
Kur’an Arapçasını bilmeden Kur’an’ı anlama imkanı yoktur.
“Ulumu semaniye/ sekiz ilim” dedikleri ilimleri mutlaka okumalısınız.
(TECVİD, LUGAT, SARF, NAHİV, MEANİ, BEYAN, BEDİ ve MANTIK)
Matematiğin de sekiz ilmi vardır.
(Birimler, sayılar, işlemler, denklemler, analiz, ihtimaliyat, dalga ve bilgisayar)
Bu ilimler beşikten başlanacak ve mezara kadar okunacaktır.
Bu ilimler sayesinde kâinatın geçmişi ve geleceği öğrenilecek ve bu ilimler sayesinde atomlar kehkeşanlar öğrenilecektir. İşte bunu bilenler basirdir.
Fındık ceviz gibi midir? Yani ceviz gibi değildir; ya aşağı ya yukarıdır, demiş olursun. Ceviz fındık gibi değildir. Yani ceviz daha iyi veya daha kötüdür demek olur.
Şimdi bunların Arapçası nasıldır?
‘E cevzun ke’l-find’in tercümesi; ‘fındık ceviz gibi midir?’dir. Yani sıraları terstir. Burada ‘bilen kör gibi midir?’ değil de, kör bilen gibidir. Burada görenin körden iyi olduğu değil de, körün bilen gibi olamayacağı ifade edilmiştir.
أَنَّمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ (EanNaMAv EuNZiLa İLAYKa) “Sana inzâl olunan.”
Buradaki muhatap kimdir? “Ke/Sen” kimdir?
Muhatap Muhammed olabilir. İnzâl olunan da Kur’an’la beraber Cebrail’in getirdiği bütün hükümler, sünnet olmuş olur.
Ya da buradaki “sen” âlimdir. Ona inzâl olunan onun içtihatlarıdır. Böylece Kur’an mezhepleri hak kabul ediyor, müçtehitler de hakkın temsilcileri oluyor.
Halk olarak ya kendin içtihat yapacaksın, ya da bir müçtehide uyacaksın.
(EanNaMAv Eunz EuNZiLa EiLaYKa) أَنَّمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ
Burada “EnNeMâ” kasr edilmiştir. ‘Sana inzâl olunan haktan başka bir şey değildir’ şeklindedir. Bütün haklar sana inzâl olundu demek değildir. Burada tâbi olanların metbu olanlara uymaları gerektiğini belirtmektedir. İnzâl olunandan bahsetmektedir; sadece inzâl olunandan bahsetmektedir.
Kur’an Allah’ın sözüdür. Ama biz masaya oturduğumuz zaman bu Allah’ın sözüdür diye oturmayız. Bu haktır deriz. İşte müsbet ilmin sağladığı imkan, Kur’an’ın hak olduğunu göstermesidir. 1400 sene önce bu söylenmiş, Mekke’de söylenmiş.
Sonra ne olmuş?
Kur’an Medine’de uygulanmış, tüm Arabistan’ı ilkel kabile döneminden uygarlık dönemine götürmüş.
Sonra ne olmuş?
İlkel topluluk Arapları devlet olarak organize etmiş, süper devletlerin üstünde devlet oluşmuş. Getirdiklerinin nasıl hak olduğu ispatlanmış.
Sonra ne olmuş?
Haçlılar Hıristiyanlığı Ortadoğu’ya hakim kılmak için Haçlı Seferleri yapmış ama sonunda Avrupa İslâmiyet’i din olarak kabul etmemişse de, medeniyet olarak onu benimsemiştir. Böylece süper güç olmuştur. Sovyetler bile en sonunda Kur’an’ın düşmanlığını terk etmişlerdir.
مِنْ رَبِّكَ (MiN RabBiKa) “Rabbinden”
Hakkın Rabden gelmesi için vahyin alınması gerekmez.
Kur’an’ı tetkik eder, onu müsbet ilimlerle yorumlayarak uygulama yaparsanız, siz bilen olursunuz, geçmişi görürsünüz.
Allah bize imkan verdi, Kur’an’ı Akevler uygulaması ile öğrendik. Sonra Erbakan bunu kabul etti, partisinin siyaseti yaptı. Bir de bunu kabul etmeyenler oldu. Onlar silinip gittiler. Bülent Ecevit başbakandı. Ankara’ya gittik. Alpaslan Türkeş ile görüştük, Türkiye hakkında projemizi anlattık. Refah Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi (Aykut Edibali) ile işbirliği yapmasını önerdik. Türkeş çok memnun oldu. Erbakan’la bizi beklemeden görüştü. Sonra tekrar gittiğimizde bize yaptıklarını anlattı. Biz, ‘Ecevit’le de görüşün’ dedik. ‘Siz görüştürün’ dedi. Başbakanlığa gittik. Bizimle ilgilenen olmadı.
İşte hakkı kabul edenle etmeyen arasındaki fark budur.
Sonra ne oldu?
Millî Görüşçüler ve Milliyetçi Hareketçiler birlikte seçime girdiler.
Bizimle görüşmeyenler şimdi nerelerdedirler; Ecevit’in partisi (DSP) ne oldu?
الْحَقُّ (eLXAqQu) “Haktır.”
Rabb’inden sana indirilenin hak olduğunu bilirler. Haktan başka bir şey değildir. Bunu bilirler.
Bunu nasıl bilecektir?
Bize bir yazı geldi, bilgi geldi; onun hak olduğunu nasıl bileceğiz?
Çok basit, müsbet ilimle bunu bilebiliriz.
Allah bize Kur’an’da neyi bildirdi?
Ekseriyet sistemi hak değildir. Nisbî sistem olmalıdır dedik. Biz hep koalisyonlarla iş yaptık. AK Parti’nin en önemli hatası buradadır. Mevcut anayasa gereği Meclis dışında kalan partilere bakanlık verecekti. Böylece yönetimde onlar de temsil edilecekti. Çünkü hak budur. Muhalif partilere bakanlık vermese de, yönetimde nisbî oy vermeliydi. Mesela öğretmenler atanacaksa, bunu bürokratlara değil, partilere aldıkları oy nisbetleriyle yaptıracaktı. İşçi böyle, memur böyle, hakim böyle, savcı böyle atanacaktı. Hâsılı, devlet kadroları partiler tarafından bölüşülecekti. Halk hangi siyasi partilerin bürokratlarından iyi muamele görürse, bir sonraki seçimde oyunu ona verecek, o partinin kadro tahsisleri artacaktır. Yani serbest hizmet yarışı partileri denetleyecekti.
İşte demokrasi budur.
Bunlar partileri siyasi yönetimden dışlıyorlar. Siz milletvekili olarak Meclis’te konuşmayın, susun, payınızı/maaşınızı alın, devlet işlerine karışmayın diyorlar!
Şimdi bizim söylediklerimiz haktır; Kur’an’dan bizim anladıklarımızdır. Haydi gelin de bizimle tartışın diyoruz. Ne mümkün! Çünkü hak adına söyleyecekleri tek kelime yoktur.
Bizi konuşturmamakta çare arıyorlar. Oysa Allah bize daha hazır olmadığımız için şimdilik duyurmaya imkan vermiyor. Çok kısa zaman sonra Adil Düzen Çalışanları konuşmaya başlayacak, bugün bizi susturanlar yarın susacaklardır.
Onları biz susturmayacağız. Kendileri susacak ve kaçacaklar. Çünkü zulmü savunanların dayanakları olan kuvvetler buz gibi erimiş olacaktır. İnsanlar hakka her zaman yaklaşırlar ama hiçbir zaman varamazlar. Ufka varınca başka ufuk çıkar.
Biz 1960’larda başladığımız hedefe ulaştık. O hak tecelli etti. Şimdi yeni ufka gitmek için yol arıyoruz. O gün Erbakan kabul etti. Yarın da başka Erbakan kabul edecek ve hak yoluna devam edilecektir. Üçüncü Bin Yıl Uygarlığı oluşacaktır.
Bugün Müslüman babadan ve Hıristiyan anadan doğan bir zenci ABD’nin başında. Bundan beş sene önce bunu söyleseydik, insanlar ‘sizi tımarhaneye koyalım’ derlerdi.
Hiç tereddüdünüz olmasın, biz “Adil Düzen”i takdim edecek hâle geldiğimizde Allah dünyanın güçlerini ona seferber eder. Diğerleri eriyip gider.
Rusya Devlet Başkanı Putin, İslâm Konferansı Teşkilatı’na (İKT) üye olmak için başvuruyor… Bugünlerde ABD’nin zenci başkanı Türkiye’ye geliyor…
Hak kapıda ama biz henüz hazır değiliz; “Adil Düzen”i hâlâ tam olarak takdim edecek hâle getirmedik.
كَمَنْ هُوَ أَعْمَى (Ka MaN HuVa EaGMAy) “Âmâ olan gibidir.”
Evet, bilen kör gibi olur mu?
“Adil Düzen”i öğrenen öğrenmeyen gibi olur mu?
Erbakan Millî Görüş’te “Adil Düzen”i anlatırken, bazı kardeşlerimiz onu öğrenmemeyi marifet sandılar. R. Tayyip Erdoğan ekip oluşturdu, ‘rapor’ hazırlattı, “Adil Düzen”i öğretmemekle uğraştı. Saadet’teki kimseler elendi. Şimdi AK Parti’nin körleri sendeliyor. Zinayı takdis edecek kadar kendilerini cehalet çukurunda görürler.
AK Parti ceza kanununda zinaya ceza konup konmaması hususunda şunu yapacaktı:
a) Önce Akevler’e başvurup bu hususta ‘Allah ne diyor, hak nedir’ diye soracaktı.
b) Sonra bizden bunun hikmetlerini isteyecekti. Maddeyi hazırlayacaktık.
c) Ceza kanununa koymadan önce Papa’ya gönderip bu maddenin Hıristiyanlığa aykırı olup olmadığını soracaktı.
d) Sonra onu ceza kanununa koyacaktı…
Bakalım o zaman Avrupa birliği ses çıkaracak mı idi?
Kör olanlara hakkı göstermek mümkün değildir.
Biz bunları söyledik ve söylemekle mükellefiz. Sonrası Rableri ile kendilerine aittir. Biz tebliği yapıyoruz, onlar da buna sabrediyorlar. Onun için ordadırlar. Firavun ile Hazreti Musa da aynı şekilde yirmi yıl birlikte idiler. Belki de AK Parti’nin ömrü 2023’e kadar sürecektir. Cumhuriyet’in yüzüncü yılında “Adil Düzen” gelecektir.
إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ
(EinNa MAv YaTAZakKaRu EuLu eLBAvBı)
“Sadece elbablılar tezekkür ederler.”
“LuB” kelimesi Kur’an’da 16 defa geçmektedir; sadece “eLBâB” kalıbı ile ve “EuLu” ile birlikte geçmektedir.
Cevizi kırıp baktığınızda girintili ve çıkıntılı yerler görürsünüz. İnsan beyni de böyledir. Bu girinti ve çıkıntılara Arapça “LuB” denir. Batılılar da bunu kullanıyorlar. İnsan beyni bu lüblerde faaliyet gösterir. İnsanlardan bir kısmını lüb sahibi yapmaktadır.
Hikmet ve tezekkür, tevil ve tezekkür, kak ve tezekkür, ilâhi vahiy ve tezekkür, tedebbür ve tezekkür, rahmet ve zikra, tevil ve tezekkür, Huda ve zikra, ittika ve tezekkür, ca’l ve zikra…
Halk ve âyet, kasas ve ibret, istima ve hidayet…
Kısas ve ittika, tezavvud ve ittika, ittika ve kesret…
“Lub sahibi” demek, zekâ sahibi demektir. Zekâ demek, sorunları çözmek demektir. Varsayım ve muhakeme sonunda çözme demektir. Varsayımları koyma demektir.
Bilgisayarlarla muhakeme yapabilirsiniz. Mesela satranç oynayabilirsiniz. Çünkü onu bir zekâ yazdı. Ama bilgisayar program yapamaz. Örnek olarak öğretilmemiş taktiği bulamaz.
İşte bunu yapan lub sahibidir. Zekânın çalışması için bilgiye ihtiyaç vardır. Muhakemeye ihtiyaç vardır. Denemeye ihtiyaç vardır.
Sadece lub sahibi olanların tezekkür edeceği burada ifade edilmiştir. Takva sahibi olma da sözkonusudur.
Ulu’l-elbab olmak için ne yapmamız gerekir?
“Elbab” burada çoğuldur. Bir insanda çok lub mu vardır, yoksa birçok lub sahipleri mi bir aradadır?
Uygarlık ilerledikçe bilgiler artmaktadır. Ne var ki sorunlar da çoğalmakta ve çözümü zorlaşmaktadır. Bir dereceli denklemler kolay çözülüyor. İki dereceli denklemlerin formülleri basittir. Üç dereceli denklemlerin karışık formülleri vardır. Dört dereceli denklemler birkaç denklem olarak çözülüyor. Ondan sonraki denklemleri formüllerle çözemiyoruz.
Uygarlıklar ilerledikçe sorunları karışmaktadır. Çözümleri de o kadar zordur.
Bugünün sorunları nelerdir?
1- Tarım döneminde köylerde yaşayan halk birbirini tanıyor ve geçimlerini tarımdan kendi üretimleri ile geçiriyorlardı. Oysa bugün kimse kendi ürettiğini tüketmiyor. Bu yeni durum birçok sosyal ve ekonomik sorunları beraberinde getirmiştir. Bu sorunları çözecek bir bilgiye ihtiyacımız vardır.
2- Tarım döneminde ekonomik çevre birbirini tanıyanlardan oluşuyordu. Hafıza insanların ilişkilerinde yeterli idi. Şimdi ise her gün hiç tanımadığımız kişilerle karşılaşıyoruz. Aynı binada üst katta oturanı tanımıyoruz. Sosyal bağlar kopmuştur.
3- Bundan bir asır önce kullandığınız araçlar sayılı idi. Elektrik yok, motor yok, evlerde çeşme bile yok. Bugün ihtiyaçlarımız artmakta, onları karşılayacak araçlar da çoğalmaktadır. Bunları kullanabilmemiz için pek çok bilgiye ihtiyacımız vardır. Bütün bunları elde etme sistemine ihtiyacımız vardır.
4- Daha ünce insanların inanması için bir sopa mucizesi (Hz. Musa) yeterli olmuştu. Kur’an’ın belagatı (Hz. Muhammed) o günkü insanları inandırmaya yeterli olmuştu. Bugün insan o kadar pozitif düşünceli olmuştur ki böyle bir mucize inandırmıyor. İnsanlar inançsız bir halk hâline dönüşmüştür? Kur’an bu inancı sağlayacak güce sahiptir. Ama bizim bunu insanlığa sunma işimiz hayli zordur.
Lüb sahibi, elbab sahibi âlimlere ihtiyaç vardır...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-502/ADİL DÜZEN DERSLERİ-332 İstanbul, 21 Mart 2008
ÜLKEYİ KİM YÖNETSİN?
Bir ülkenin değişik organları vardır. Her organ kendisine düşen görevi ifa eder. Ordu ülkeyi düşman saldırısından korur. Emniyet teşkilatı iç güvenliği sağlar. Yargı organı çıkan ihtilafları çözer. Odalar ve sendikalar ülkenin çalışmasını düzenler. Üniversiteler öğretim işleriyle meşgul olur. Bütün bunlar birer organdır. Meclis kanunları yapar. Hükümet bütçeyi uygular. Hâsılı, tüm organların kendilerine özgü işleri vardır. Cumhurbaşkanı ise hiçbir iş yapmaz, sadece Çankaya’da oturur. Son söz onun olur. Kurumların kurallarla çalışıp çalışmadığını denetler. Çıkan ihtilafları çözer. Savaş ve barış gibi önemli kararlara imzasını koyar. Sıkıyönetim kararını hükümet onun emrinde alır.
Sosyal kurallar vardır. Bunları biz koymadık. Topluluğu var eden koymuştur. Onlar şunlardır.
1- Bir toplulukta sınırsız yetkilere sahip biri yoksa o topluluk yaşayamaz.
2- İktidar tecezzi kabul etmez. İki yetkili olmaz. Sınırsız yetkiye sahip biri olmalıdır.
3- İktidar boşluk kabul etmez. Nasıl boşalan kabı hava doldurursa, boşalan iktidarın yerini eşkıya doldurur.
4- İç güvenliği sağlayamayanlar istilayı istihkak ederler.
Türkiye bugün çok kötü durumdadır.
1- Bizans iktidarı kaybedince Selçuklular bu görevi yüklendi. İlhanlıların istilası ile Selçuklular güçlerini kaybedince Osmanlılar ortaya çıkmıştır. Onların iktidarı gidince Türk halkı iktidara el koymuştur. Hanedandan sonra şefler yönetmeye başladılar, boşluğu onlar doldurdu. 1950’den sonra da parti başkanları yönetiyor. Şimdi kim yönetiyor? Belli değil.
2- Anayasa mutlak iktidarı Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne vermiştir. Parlamentonun üstünde bir güç yoktur. Onu suçlandırıp cezalandıran bir merci yoktur. Hattâ milletvekilleri bile meclis dokunulmazlığını kaldırsa muhakeme edilir. Cumhurbaşkanı, Millet Meclisi adına başkomutandır. O da layüseldir. Ancak meclis hainliğine karar verirse muhakeme edilir. Hükümet sadece meclise karşı sorumludur. Meclis hükümeti düşürmezse, onun iktidarını kısıtlayacak bir merci yoktur. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarına uymadığı takdirde onu iktidardan tek indirecek merci vardır, o da meclistir. Ama o isterse Danıştay’ı dağıtıp maaş vermez. Anayasa Mahkemesi’ni lağveder. Onu durduracak bir makam yoktur. Cumhurbaşkanı bile durduramıyor. Bu da iktidar boşluğunu oluşturuyor. Türk ordusu zaman zaman müdahale ederek bu boşluğu anayasaya göre değil de, doğa kanunlarına uyarak dolduruyor.
3- Bugün askerler müdahale etmiyor. Etmiyor, çünkü ABD artık böyle talimat vermiyor. Etmiyor, çünkü ordu artık ABD’nin emrinde değildir. Boşluk var. Bu sebepledir ki Türkiye tehlikededir. Anayasanın hükümleri yetersiz, ordu da anayasa dışı hareket etmiyor. Bunun sonu nereye gider? Devlet yıkılır.
4- Önce Anayasa Mahkemesi’ni güçlü hâle getirdiler. Parlamentoyu, hükümeti ve cumhurbaşkanını muhakeme eder hâle getirdiler. Yargı geçmişle ilgili kararlar, gelecekle ilgili kararlar alamaz. Dolayısıyla A. N. Sezer’in atadığı Ergenekon ekibine siz devletin üstünde yetkiler verirseniz devlet yok olur. Parlamento çalışamaz olur. Hükümet iş yapamaz olur. Devlet başkanı eli kolu bağlı kararların infazını bekler. İşte bugün Türkiye bu durumdadır.
Diyebilirsiniz ki, yargı üstünlüğünü tanıyalım. Anayasa mahkemesi otorite olsun. O zaman iktidar boşluğu olmaz. Mahkemelerin doğa gereği ülkeleri yönetme kabiliyetleri yoktur. Onlar dosyadan sonra karar verirler, o da on sene sonra verilir. Yani dışarıdan gelen etkilerle Anayasa Mahkemesi partiyi kapatacaktı. Ama seni sigaya çeken bir Molla Kasım Yargıtay’ın bu yetkilerini de aldı. Bugün devlet boşlukta çalışmıyor. Hükümet yetkisiz, meclis yetkisiz, cumhurbaşkanı yetkisiz, yargı yetkisiz. Molla Kasım var. Peki, kim yetkili? Ordu yetkili diyebilirsiniz ya da yetkiye gerek yok. Doğa gereği olan gücünü de kullanmıyor. Peki, yetkili kim? İşte bu anda bizi yöneten yok. İç ve dış saldırganlar zaman kolluyorlar.
Bu tahlili bizden başka yapan Türkiye’de var mıdır, dünyada var mıdır?
Anlattıklarımı herkes, bilhassa ordu düşünsün.
Ne yapılmalı?
İşte bu yazıyı bunu söylemek için yazdık.
a) Türk ordusu konuyu ilmî olarak ele almalı, Halk akademisinde değerlendirmeli.
b) Tüm görüşleri ele almalı, görüş sahiplerini ayrı ayrı dinlemeli. Bunların içinden doğru söyleyenleri dışlamamalı. Batı doğru söyleyeni meclisten uzak tutuyor. Yanlış söyleyenler tartışılıyor. Doğru tek olduğu için de hiçbir zaman doğru bulunamıyor. Doğru çözüm bulunmalıdır. Bizi dinlemelisiniz. Çünkü doğru bizdedir ama bizim değildir. Hakkındır. Başka yerde yoktur. Yanlışlar içinde boğuluyorsunuz.
c) Hazırlanan anayasa taslağı Millî Güvenlik Kurulu tarafından hükümete tavsiye edilmelidir. Bu ordunun hem yetkisi hem görevidir. Bunun dışındaki müdahale de müdahalesizlik de suçtur. Türkiye cumhuriyetini ve istiklâlini koruma görevi orduya aittir.
d) Bunu hükümet alıp partilerin atadıkları ilim adamlarına müzakere ettirip son şekliyle mecliste anayasalaşmalı ve orada gerçek iktidara yer verilmelidir. Bugün ordu bunu yapmazsa, yarın anayasa dışı güçler müdahale zorunda kalır, o da onu çökertir.
Bize de kulak verin. Dostunuz isek yararlanmanız için, düşmanınız isek korunmanız için bize kulak veriniz. Bunlar gerici deyip bize karşı kulaklarını tıkayanlar sizi yutmak isteyenlerdir. Artık anlayın bunu.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-502/ADİL DÜZEN DERSLERİ-332 İstanbul, 21 Mart 2008
Sayın ABD Büyükelçiliğine Açık Mektup
Biz 1967 yılında kurulmuş Akevler Kooperatifi’nin kurucularıyız. “Adil Düzen”i Prof. Dr. Necmettin Erbakan’la birlikte Akevler hazırladı. Sonra Millî Görüşün programı olarak dünyaya takdim edilmiştir.
“Adil Düzen”in dünya görüşü şudur.
İnsanlık tarihte oluşturduğu uygarlıklarla bugünkü seviyeye geldi. Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed tarafından genişletilen uygarlığın doğu kolunu da Hz. İbrahim’in çocukları Brahmanlar ve Budistler oluşturdular. Peygamberlerin bu uygarlıklarına karşılık filozofların Mısır, Yunan, Roma ve bugünkü Batı uygarlıkları vardır. Doğu uygarlıkları hukukta ve yönetimde inkılaplar yaptılar, Batı uygarlıkları ise teknik ve ekonomide ilerleme kaydettiler. Bu uygarlıklar birbirini tamamlayarak insanlığa uygulatıyorlar.
Uygarlıklar doğu ve batı uygarlıklarının sentezi ile doğmuştur. III. Bin Yıl Uygarlığı, İslâm Uygarlığı ile bugünkü Batı Uygarlığının sentezinden doğmaktadır. Türkiye iki asırdan fazladır bu iki uygarlığı öğrenmekle meşguldür.
Bugünkü Batı uygarlığını tekel sermaye oluşturmuştur. İnsanlık tarihinde ikinci büyük katkıları olmuştur. Ne var ki kendilerinin oluşturduğu bu uygarlık onların sömürüsüne son vermektedir. Bunlar geçmişte ABD halkını İslâm düşmanı ve zenci göstermişlerdir. Dünya ABD’den nefret etmekte idi.
Bir zenci ve Müslüman babanın oğlu olarak seçilmiş olmanız tüm dünya halklarını ve hassaten Müslümanları, özellikle Türkleri son derece memnun etti. Bu memnuniyet sizin kazanmanızdan çok, Amerikan halkının size oy vermesidir. Sizin Sayın Bayan Clinton’u Dışişleri Bakanı yapmanız, onun da kabul etmesi bu sevinci kat kat çoğalttı.
Çok kısa zaman sonra Sayın Clinton’un ve sizin Türkiye’yi ziyaretleriniz bizi şaşırtmadı. Beklediğimizi teyit ettiği için memnuniyet duyuyoruz. Birinci Bin Yıl Uygarlığı huzur içinde geçti. İkinci Bin Yıl Uygarlığı ise savaşlar uygarlığıdır. Bu savaş Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında geçti. III. Bin Yıl Uygarlığı barış uygarlığı olacaktır.
Barış uygarlığı nasıl doğacaktır?
1) İnsanlık büyük dört dini hak tanıyacaktır. Bunların hepsi İbrahimî dindir. Tevrat ve Kur’an insanlığın ortak anayasaları olacaktır. Dinler birbirini tekfir etmeyecek, adavet onların dayanakları olmayacaktır. Eleştirecekler ama saldırmayacaklar. Siz bunun sembolüsünüz. Irk ve din savaşları sona ermiştir.
2) İnsanlık müsbet ilme dayanarak kendilerini hatalardan kurtaracaktır. Ama insanlara doğru yolu dinler gösterecektir. Dinler arası savaş kalktığı gibi, din ve ilim arasındaki savaşlar da kalkacaktır. Bu barışı Prof. Dr. Necmettin Erbakan 1969’da İzmir’de verdiği İlim ve İslâm Konferansı ile başlattı. Bugünkü barışçı AK Parti o konferansta atılan tohumun ağacıdır.
3) İnsanlık ekseriyet sistemini ayaklar altına alacak, faiz gibi ezecektir. İnsanlık ekseriyetle alınan birleşmiş Milletler kararları ile değil, tarafların seçtiği hakemlerden ve bu hakemlerin seçtiği baş hakemden oluşan her kademedeki yargı III. bin yılın teminatı olacaktır. Hakem kararlarına uyan devletler Hz. İbrahim’in İslâm dininden olacaklar. Uymayanlar ise kâfir olacaklardır. İşte, bir taraftan İslâm devletleri, diğer taraftan kâfir devletler olacak veya halklar olacak, savaşlar onlar arasında sürüp gidecektir.
4) III. Bin Yıl Barış Uygarlığı, yerinden yönetimli çoklu hukuk sistemine dayanacaktır. Tevrat ve Kur’an’a dayanacak, İncil ve Vestalar, Budist metinleri bu hükümlerin insanlıkça benimsenmesi için insanlığı irşat edecektir.
Türkiye’nin iki asırdan fazladır bu hususta çabaları vardır, Batı’yı da Doğu’yu da öğrenmiştir. İzmir Akevler Kooperatifi kırk yıldan fazladır bu uygarlığın barış düzenini ortaya koymuştur; Millî Görüş dünyaya duyurmuştur. Yüz sahifelik “İnsanlık Anayasası”nın Türkçe metnini sizlere takdim edeceğiz. Bunu siz Allah’ın size yüklediği bir görev bilin ve büyük imkanları kullanarak bunun üzerindeki çalışmayı destekleyin. Çalışmanın merkezi olunuz.
Akevler ADİL DÜZEN Çalışanlarından
Yüksek Mühendis Süleyman Karagülle