ADİL DÜZEN 231
““ADİL DÜZEN” BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.”Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 24-25 Ekim 2003 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 231. SEMİNER (CUMA-CUMARTESİ) İstanbul, 17-18 Ekim 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: İ.M.V. Selami Ali Efendi CD. No: 31 ÜSK./İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİBOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – XII (42-46. ÂYETLER)
يَامَرْيَمُ اقْنُتِي لِرَبِّكِ وَاسْجُدِي وَارْكَعِي مَعَ الرَّاكِعِينَ “Ey Meryem! Rabbine kunut ve secde et, rüku edenlerle rüku et.”
Bu âyet (3/43) kadınlara da cemaatle namaz kılmanın farz olduğunu ifade eder. Beş vakit namazı erkeklerle beraber kılacaklardır. Bunun başka bir anlamı; kadınlar da aşiret içinde nöbet tutacaklardır demektir. Görevler farklı olduğu için kadınlara ayrı erkeklere ayrı nöbet tutmalarını öneriyoruz. Kadınlar temizlik, erkekler bekleme nöbetleri tutacaklardır. Kadınlar gündüz, erkekler gece nöbetleri tutacaklardır. Bu sebeple cemaatle namaz kılmak onlara da farz kılınmıştır. Nöbet tutmayanlar bedel verirler. Bu hükme dayanarak kadın da aşiret başkanı olabilir. Dolayısıyla beş vakit namazda kadın da imam olabilir diyoruz. Bu hususta fıkıh kitaplarında hüküm vardır, hadisten rivayet vardır.
*HAFTALIK ÇÖZÜM VE YORUMLAR (61): (CUMA GÜNLERİ “ÜSKÜDAR”; Saat: 19.00-21.00)
Bir Âyet: يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ
“Ey îmân eden kimseler, Allah ve resulüne îmân ediniz.” [Nisâ(4);136]
Burada iman eden kimselere tekrar “Allah ve resulüne îmân ediniz.” denmektedir. İman etmişlerse bir daha yeniden nasıl iman edeceklerdir? “Îmân eden kimseler” deyimi Kur’an’da yalnız Medine sûrelerinde geçmektedir. Bu deyim “dayanışma ortaklıkları kuranlar” anlamına gelmektedir. Birinci iman ıstılahi manâdaki iman demektir. İkinci iman ise lügat anlamındaki imandır. Dolayısıyla “Ey dayanışma ortaklığını kuran kimseler, Allah ve resulüne inanınız.” denmiş olur. Bu emrin birçok hukuki manâsı vardır. “Allah ve resulü” dediğimiz zaman yargı ortaya çıkar. Bugünkü mevzuatta “kooperatifler” aslında “dayanışma ortaklıkları”dır. Biz işte bu sebeple kooperatifler kuralım diyoruz; kurulu kooperatifimizi harekete geçirelim diyoruz; aramızda çıkacak ihtilafları hakemlerle halledelim diyoruz.
Adil Düzen: DERGİ ORTAKLIĞI
“Dergi Kooperatifi”ni kuracağız. Dergi merkezde basılacak ve yirmi “isil”ine ulaştırılacaktır. “İsil”de “Dağıtım Merkezi” olacaktır. Ertesi gün 100 “isbucağ”ına ulaştırılacaktır. Ertesi gün de dergiler “aboneler”ine ulaştırılacaktır. Dergi bedelinin dörtte biri bu dağıtım teşkilatına verilecektir. Dergi piyasada satılmayacak, sadece abonelere verilecektir. Aboneler “isilçeler”de kaydedilecektir. Dergi bedellerini abone kaydedenler tahsil edeceklerdir. Bu hizmetleri karşılığında dergi bedelinin dörtte biri abone kaydedenlere verilecektir.
Abone bedeli peşin tahsil edilecektir. Dergi şimdilik 32 sahife olacaktır. Her sahifenin bir sorumlu yazarı olacaktır. O sayfada yazı yazmak isteyenler yazılarını ona gönderteceklerdir. Sayfa sorumlusu tamamen serbest olup istediği gibi yazacaktır. Ortak aboneler geçmiş yazıları okuyup sıralayacaklardır. Yeni dergiyi alırken eski derginin kritiğini de koyacaklardır. Yazarlar böylece her hafta okuyuculardan not almış olacaklardır. Yazarlara bu notlarına göre sahife büyültüp küçültülecektir, bu nota göre telif hakları bölüştürülecektir.
Bir Çözüm: “ADİL DÜZEN”DE İŞSİZLİĞİN ÇÖZÜMÜ
İş arayanlar dergiye başvurarak adlarını ilân ederler. İşverenler onların derecelerine bakarlar ve kendilerine uygun olanını seçerek doğrudan ilişki kurarlar… Çıkacak her türlü ihtilaflar “Dergi Kooperatifinin Hakemleri” tarafından halledilir. Hakem kararlarına uymayanlara karşı hukuki savunmayı kooperatif finanse eder. “Dergi Kooperatifi” ortakların teminat alarak kefil olur, böylece ortakların iş yapmalarına imkan sağlar. Çalışacaklar iş bulur, ellerine para geçer, mağazalardan malları almaya başlar, mağazalar işyerlerine sipariş verirler, işyerleri işçileri çalıştırır, böylece ekonomi sirkülasyonu sıkıntısı ortadan kalkar. “Dergi Kooperatifi” işsizliği çözmüş olur.
Bir Yorum: ORDU, IRAK, LÂİKLİK VE İMAM-HATİP MESELESİ
EKSERİYET SİSTEMİ - LÂİKLİK ÇATIŞMASI, TÜRK ORDUSU IRAK VE İMAM-HATİP KONUSUNDA NE DİYOR?
Irak’a saldırılmıştır. Gaye Irak’a demokrasiyi ve lâikliği getirmektir. Bunun arka yüzünde şu vardır. Irak’a dinsizliğin getirilmesi hedeflenmiştir. İsrail yayılmacılığı için buna ihtiyaç vardır. Çünkü Yahudi dinine başka ırklar giremiyor. Öyleyse İsrail’in onları yönetmesi için onların dinsiz olması gerekir. Bunun için önce Baas Partisi ile Araplar dinsizleştirilmek istendi. Onlar bu işi yapamayınca şimdi tasfiye ediliyor. Yabancı kuvvetlerle bu iş sağlanacaktır. Türkiye’ye verilen görev budur. Türk ordusu da bunu kabul ediyor. İşaretini, Irak çıkarması öncesinde İmam-Hatiplere savaş açmakla ilân ediyor. Yani, Türkiye İsrail yayılmacılığına uyularak dinsizleşmiştir. Irak’ta da bunu başaracaktır, diyor… Başka bir yorumla, asker Türk Milletine mesaj veriyor: Bakın, bu siyasiler bizi Irak’a gönderiyor. Irak’a saldıranların hedefi Irak’ı dinsizleştirmektir. Biz de bunu yapacağız. Ancak, önce Türkiye’nin dinsizleşmesi gerekir. Haberiniz olsun! Bu görevi biz böyle kabul ediyoruz. Yoksa görevi yapamayan Saddam’ın başına gelen Türk ordusunun başına gelir… (Tamam mı?!. Anladınız mı?!.) …
BİZİM İŞİMİZ LÂİKLİĞİ TANIMLAMAKTIR. 5000 yıllık mücadelenin vardığı noktayı ortaya çıkarmaktır…
“Gerçek bir dehayı tanımak hiç zor değildir. Dünyanın bütün mankafaları ona karşı birleşirler.” Jonathan Swift
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 231. SEMİNER Tefsir İstanbul, 18 Ekim 2003
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XII
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَإِذْ قَالَتْ الْمَلَائِكَةُ يَامَرْيَمُ إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَاكِ وَطَهَّرَكِ وَاصْطَفَاكِ عَلَى نِسَاءِ الْعَالَمِينَ(42) يَامَرْيَمُ اقْنُتِي لِرَبِّكِ وَاسْجُدِي وَارْكَعِي مَعَ الرَّاكِعِينَ(43) ذَلِكَ مِنْ أنْبَاءِ الْغَيْبِ نُوحِيهِ إِلَيْكَ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ إِذْ يُلْقُونَ أَقْلَامَهُمْ أَيُّهُمْ يَكْفُلُ مَرْيَمَ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ إِذْ يَخْتَصِمُونَ(44)
إِذْ قَالَتْ الْمَلَائِكَةُ يَامَرْيَمُ إِنَّ اللَّهَ يُبَشِّرُكِ بِكَلِمَةٍ مِنْهُ اسْمُهُ الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ وَجِيهًا فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَمِنْ الْمُقَرَّبِينَ(45) وَيُكَلِّمُ النَّاسَ فِي الْمَهْدِ وَكَهْلًا وَمِنْ الصَّالِحِينَ(46)
وَإِذْ (Va EiÜ) “Ve Hani”
Kur’an’da “Va” harfi ile atıflar yapılır. Kelimeler iade edilerek nereye bağlandığı da gösterilmiş olur. Burada “İz” kelimesi söylenmiştir. Başta da Hz. Meryem’in annesinden bahsederken “İz” diye başlamıştı. Oradaki “İz” Âl-i İmrân’ı ıstıfa etti. İmrân’ın karısı dediği zaman, o dua ile seçmeye ve arındırmaya başlamıştır. Arada Hz. Zekeriyya ve Hz. Yahya’dan bahsetti. Çünkü o peygamberlerin görevi gelecek olan Hz. İsa’ya yol açmak, ona zemin hazırlamaktı. Yaşlı kimselere oğul vermiş olmakla, Allah’ın bakireden de çocuk vereceğine insanları alıştırmaktadır. Burada tekrar Hz. Meryem’e dönmüştür.
Hz. Meryem’in annesinden sonra şimdi de Hz. Meryem’in kendisine hitap gelmektedir. Hz. Meryem’in annesine Allah doğrudan tekellüm etmiyor, Hz. Zekeriyya ile tekellüm ediyor. Burada ise Hz. Meryem’in kendisine hitap vardır. Melekler gelmiş ve Hz. Meryem’e doğrudan hitap etmişlerdir.
قَالَتْ الْمَلَائِكَةُ (QAvLaTi eLMaLAvEıKaTu) “Melekler kavletmişlerdi.”
İmrân’ın eşi dua ettiği zaman Âl-i İmrân’ı ıstıfa etmişti ve melekler Hz. Meryem’e söylerken de ıstıfa etmişlerdi. Zekeriyya (a.s.)’a melekler nida etmişti. Burada “kavletmişti” kelimesi gelmiştir.
“Nida” sesle çağırmak; “kavletmek” de konuşmaktır. Biri uzaktan söylemek, diğeri ise yakından konuşmak anlamını taşımaktadır. Melekler uzaktan ses ile duyurmaktadırlar. Ama insan gibi konuşmaktadırlar. Böylece aynı fiili değişik kelime ile anlatarak özelliğini anlatmaktadır. Yine burada bir melek değil de “melekler” sözkonusudur. Melekler de bizim tâbi olduğumuz kanunlar gibi benzer kanunlara tâbidir.
يَامَرْيَمُ (YAv MeRYaMu) “Ey Meryem!”
Doğrudan Hz. Meryem’e hitab edilmektedir.
Çocukların eğitiminde annenin çok büyük etkisi vardır. Çocuk annenin davranışlarını görerek ve birlikte yaşayarak büyür. Anne bu sebepledir ki erkek gibi eğitilmek zorundadır.
Peygamberimiz; “İlim kadın olsun erkek olsun herkese farzdır.” demiştir. “Beşikten mezara kadar ilmi talep et.” demiştir. Çocuk beşikten itibaren eğitilmeye başlar. Anne onun en etkili öğretmenidir.
Hazreti Meryem Hazreti Zekeriyya Peygamberin yanında bu sebeple yetiştirildi.
إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَاكِ (EinNA elLAHa eÖOaFaKı) “Allah seni ıstifa etti.”
“Safa” mermer gibi saf krıostandan oluşan taştır. Saflaştırdı demektir. Yani, içinde bulunan pislikleri attı demektir. İçini arındırdı. Mabette yetiştirilerek onun içi iyilikle dolduruldu.
İnsanların bir kısmı başkalarına kötülük etmekten hoşlanır. Bir kısmı ise başkalarına iyilik etmekten hoşlanır. İnsanların bir kısmı Allah’a teslim olmuşlardır. Başlarına gelecekleri hoş karşılarlar. Ellerinden geleni yaparlar, sonrasına tasalanmazlar.
Hz. Meryem ileride çok çetin ve zor günler yaşayacaktır. Ama saflaşmış olduğundan bütün olaylara sabredecektir. İnsanlığa Hazreti İsa’yı yetiştirecektir. Hazreti İsa Tevrat’ın hükümlerini İncil ile tamamlayarak insanlığa sunacaktır. Yeryüzüne Hıristiyanlık hakim olacak, arkasından Kur’an gelecek, insanlık buluğa erecek ve artık insanlık bu iki dinin öğretileri içinde kıyamete kadar uygarlıkları oluşturacaktır.
وَطَهَّرَكِ (Va OahHaRaKi) “Ve seni tathir etti.”
Seni yuğdu, pisliklerden arındırdı, temizledi, pakladı. “Istifa” iç temizliğidir, beyin temizliğidir. “Taharet” ise beden temizliğidir. Dışını da çevreni de temizledi denmektedir. Beden sağlığı ve beden temizliğini ifade ettiği gibi, kötü çevreden de uzak tuttu anlamına da gelebilir. Yani, biz kendimiz iyi olma durumunda olduğumuz gibi çevremizin de iyi olması gerekir. Temiz cemaat içinde yaşamalıyız.
وَاصْطَفَاكِ عَلَى نِسَاءِ الْعَالَمِينَ (Va ıÖOaFAvKı GaLAy NıSAEı eLGAvLaMIYNa)
“Âlemlerin nisâına seni ıstifa etti.”
Arapçada fiillerden sonra harfi cerler gelir ve yeni manâlar kazanırlar. Arapçada köklerden üç şekilde manâ kazandırılır. Değişik mastarlar kullanılarak değişik manâlar kazandırılır.
“Adede” saymadır. “Ided” ise gün doldurmadır. İkincisi baş, son veya ortalara bir veya daha fazla harf ekleyerek yeni bablar üretme ile sağlanır. “Istıfa” kelimesi böyle üretilmiştir. Yahut harfi cerle mef’uller getirilerek yeni manâlar yüklenir. “Istıfa” yalnız kullanıldığında arındırma anlamındadır. “Alâ” ile kullanıldığında seçme, onlardan ayırma anlamındadır. Lâzım fiil müteaddî olmuştur.
Hazreti Meryem’e öyle şerefli görev vermiştir ki, başka hiçbir anneye böyle bir görev vermemiştir. Babasız Hazreti İsa’nın Annesi olmuştur. Hazreti İsa bebekken konuşmuş, varlığı mucize olmuştur. Onun doğum gecesi insanlık için tarih başlangıcı olmuştur. Bu sadece rakamla konmuş gelişigüzel bir tarih değildir.
Uygarlıkların biner yıllık ömürleri vardır. Uygarlıklar da insan gibi doğarlar, yaşarlar, yaşlanırlar ve ölürler. İnsan ömrünün on katı bir ömürdür bu. İşte bu bin yıllık ömür Hazreti İsa’nın doğum günlerine ayarlanmıştır. Onun için sadece onun doğumu mucize olmuştur. Bir kız (yani Hz. Meryem) bir çocuk doğuracak, insanlık onun doğum gecesini istese de istemese de mukaddes sayacaktır. Sadece bu olay bile büyük bir mucizedir. Bugün yalnız Hıristiyanlar değil, Müslümanlar da tarihlerini ona kodladılar. Yahudiler de artık onun doğumunu tarih başlangıcı yapıyorlar. Çinliler, Japonlar, İbrahimî olmayanlar da onun doğumunu tarih yapmışlardır. Bu yalnız bin yıl için değil, daha nice bin yıllar içinde de asırlar ona göre periyotlanmaktadır. Hattâ asrın üçte biri insan ömrünün üçte biridir. Sosyal olaylar da öyle periyotlanmaktadır.
Hazreti Meryem örnek bir kadındır. Tüm insanlığın en şerefli kıldığı kadındır. Kadınlar kendilerini bir “Meryem” gibi yetiştirmeye çalışmalıdırlar.
“Alemler” cemi müzekkerdir. Toplulukların cemidir. İstiğrak için gelirse, bütün toplulukların kadınlarından anlaşılmaktadır.
يَامَرْيَمُ (YAv MaRYaMu) “Ey Meryem!”
“Ey Meryem!” Hitabı tekrar etmiştir. Ben seni böyle yarattım denmektedir. Şimdi de örnek bir kadın olması hasebiyle emir vermektedir. Örnek olduğunu bil ve buna göre hareket et denmektedir.
Bu emirlerde bütün insanların kadınlarına hitab bulunmaktadır.
اقْنُتِي لِرَبِّكِ (EuQNuTIy LiRabBıKı) “Rabbine kunut et.”
“Kunut” başı yukarıya kaldırıp ileriye bakmak, söze kulak vermek; Türkçe tabirle kulak kesilmektir.
“Rabb’ine kunut et.” demek, Rabb’inin söylediklerine kulak ver demektir. Namaz bu işe yaramaktadır. Kur’an okunurken herkes ona kulak verecektir. Namazda Kur’an nasıl okunacaktır?
Namazda Kur’an’dan başka bir şey okunmaz. Hazreti Peygamber bir âyet okur, sonra o âyet kadar bir zamanda durur öyle okurdu. Nitekim Kur’an’da da; “Kur’an’ı dura dura oku, meks ile oku.” denmektedir. “Kur’an’ı tetil ile tertil et.” denmektedir. Manâsını öğrendikten sonra, bir âyeti okuyup durulduğunda kunut yapılmış olur. İşte o zaman içinde insan ile Rabb’i arasında bir irtibat doğar, Allah ile haberleşme başlar. Allah insana ne yapacağını ilham eder.
Biz böyle namaz kılamıyoruz. Bunu tek başımıza iken yapabiliyor muyuz? Arapça bilmeyenler için bu hal nasıl olacaktır? Namazda tercüman kullanmak caiz midir? Mesela, imam “Elhamdülillah” demeden önce müezzin “Bütün değerler Allah’ındır” diyecek, imam “Elhamdülillah” diyecek ve duracaktır. Müezzin “Âlemlerin Rabbidir” diyecek; imam “Rabbilâlemin” diyecek. Bu şekilde namazın kılınması caiz midir? Ben bu hususta müsbet sonuca varmış değilim. Ama namazdan önce namazda okunacak âyetler kısaca açıklanmalıdır. İmam namazda tertil ile okumalıdır; yani, âyetler arasında âyet kadar zaman içinde durmalıdır, görüşündeyim.
وَاسْجُدِي (Va ıSCuDIy) “Secde et.”
“Kunut” ayakta durup kıraati dinlemektir. Ondan sonra iki rükün daha vardır. Bunlar “rüku” ve “secde”dir. Burada, rüku önce yapıldığı halde “Secde” önce söylenmektedir. “Va” harfi tertibi ifade etmez. Onu bize öğretmektedir. Bir de rükua yetişen o rekata yetişmiş olur. Kıyam ile kıraate yetişmese de o rekat tamamdır. Çünkü yarısına yetişmiştir.
Bu bize önemli bir kuralı öğretmiş olur. Rüku edenlerle rüku etmeyi onun için sona aldı.
“Secde” insanın başını kalbinin altına indirmesidir. Secde halindeki insanın beynine kan hücum eder. Beyin dışarı ile olan ilgisini keser, Rabbe daha çok yaklaşmış olur. Bir kimseyle bir konuda ilişki kurarken onunla aynı duygu ve düşünceleri duymaya başlarsınız. Secde hâli de Allah ile en yakın ilişki kurma zamanıdır. Alışmamış insanlar için bu en sıkıntılı an olur. Yerlere kapanmak demek, kendini Allah’a teslim etmek demektir. Her türlü büyüklük iddialarından vazgeçmek demektir.
Hazreti Meryem ıstıfa edilmiş ama bundan onun diğer kadınlardan üstün olduğu anlamı çıkmıştır. Bundan dolayı bu duygudan arınması gerekmektedir. İşte secde bunu yapar, insanı büyüklenme duygularından korur. Allah’a secde etmek insanın izzetinefsini de korur, yani başkasına karşı küçülmekten kurtarır.
وَارْكَعِي (Va ıRKaGIy) “Rüku et.”
“Rüku” kalb ile beyni bir hizaya getirmektedir. Rüku hâlindeki insan normal duruştan daha büyük oranda kan basıncına uğrar. Tesbih ederek titreştirilir. Böylece insanın dış âlemle olan ilişkisi daha fazla kesilir. Kendisi ile Allah arasında daha fazla yakınlık doğmaya başlar. Secde ile birlikte rüku da emredilmiştir.
“Rüku” itaat etmek demektir. Yani, emirlere uyma anlamına gelir. Namazdaki insan kıyamda dinlenmiştir. Emirler alınmıştır. Rükuda ‘itaat ederiz’ cevabı verilmiştir. Secdede ise ‘kendisinden başka kimseye ibadet edilmeyeceği’ sözü verilmektedir. “İyyâke na’budu ve iyyâke nesteğîn”in fiilî ifadesidir.
مَعَ الرَّاكِعِينَ (MaGa elRAvKıGIyNa) “Rüku edenlerle rüku et.”
Bu âyet kadınlara da cemaatle namaz kılmanın farz olduğunu ifade eder.
Beş vakit namazı erkeklerle beraber kılacaklardır. Bunun başka bir anlamı; kadınlar da aşiret içinde nöbet tutacaklardır demektir. Görevler farklı olduğu için kadınlara ayrı erkeklere ayrı nöbet tutmalarını öneriyoruz. Kadınlar temizlik, erkekler bekleme nöbetleri tutacaklardır. Kadınlar gündüz, erkekler gece nöbetleri tutacaklardır. Bu sebeple cemaatle namaz kılmak onlara da farz kılınmıştır. Nöbet tutmayanlar bedel verirler.
Bu hükme dayanarak kadın da aşiret başkanı olabilir. Dolayısıyla beş vakit namazda kadın da imam olabilir diyoruz. Bu hususta fıkıh kitaplarında hüküm vardır, hadisten rivayet vardır.
ذَلِكَ مِنْ أنْبَاءِ الْغَيْبِ (ÜAvLıKa MıN EaNBAEı eLĞaYBı) “Bunlar gayb haberlerindendir.”
“Gayb” geçmişte cereyan etmiş ve şimdi yaşayanlar tarafından bilinmeyen haberlerdendir. Hazreti Meryem’e böyle bir görevin verildiği hususunu bugün değil, o gün bile görmek mümkün değildir. Ancak vahyeden veya vahiy alan tarafından bildirilmesi gerekir.
Yaşadığımız dünyada birçok olay vardır ki onlar gayb haberidir. Biz başka insanların beyinlerinde neler düşündüklerini bilemeyiz. Sonra bunlar kanunlara dayanan olaylar değildir. Münferit olaylardır. Kurallarla bilinmez. İnsanın tüm düşünceleri beyindeki bilgisayara kayıtlıdır. Devreleri takip eden bir araç keşfetsek beyindeki düşünceleri okuyabiliriz. Ama zaman zaman beyne beklemediğimiz ve bilmediğimiz etkiler gelir. Mesela, göz yeni bir şey görmüş ve beyne bildirmiştir. Bildirdikten sonrasını beyinde takip edebiliriz. Ama bildirmeden evvel beyinden tahmin etmemiz mümkün değildir. Bilgisayardaki tuşlar gibidir.
Bu dışarıdan gelme etkilere “şuhud” diyoruz.
Beyne gelen bunun dışında etkiler de vardır. Bunlar duyu organlarımızdan veya bedenimizin herhangi bir yerinden gelmemektedir. Ama durup dururken bedenî uyarı gibi uyarılardır. Yine benzer şekilde beynin oluşturduğu devrelerle bedene etki etmekte ve bizi çalıştırmaktadır. Benzer şekilde bizim ruhumuza da etki etmektedir. İşte bedenden gelmeyen etkilere ve onlarla ilgili haberlere “gayb haberleri” denmektedir.
نُوحِيهِ إِلَيْكَ (NUvXIyHı EıLaYKa) “Sana vahyediyoruz. Sana bildiriyoruz.”
Bilgimizin çoğu böyle gayb haberdir. Biz onları kendimiz müşahede etmeyiz. Biri onu görür, sonra onu cümleye çevirerek bize aktarır. Cümle ile ifade edilen her şey artık gayb haberdir. Bundan sonra önemli olan o cümleyi söyleyenin kim olduğudur. Haberlerin bir kısmını gidip tahkik edebiliriz.
Mesela; “İstanbul’da iki boğaz köprüsü vardır.” sözü şuhud sözüdür. Ama “Köprüyü Demirel yaptırmıştır.” sözü gayb haberidir. Çünkü biz onu şimdi tahkik edemeyiz.
Hazreti Meryem’in hikâyesi de böyle bir hikâyedir. Allah onu vahyetmiştir, bildirmiştir. Doğruluğu söyleyene aittir. Söyleyen doğru söylüyorsa doğrudur. Doğru söyleyip söylemediği ayrıdır. Ancak sözün doğru olduğuna güvenebiliriz.
وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ (Va MAv KuNTa LaDaYHıM) “Sen yanlarında değildin.”
Yanlarında olmamak gayb haberi olmak için yeterlidir. Tarihte pek çok olay geçmiştir. Bunlar yazılmış ve bize kadar rivayetler gelmiştir. Bunların içinden doğruları bulmak gerekiyor.
İşte Kur’an bize bu hususta destek olmaktadır. Kur’an’ın bildirdikleri ve koyduğu genel kurallar sosyal kanunlara uygun olur. Bizim için doğru olan budur. Buna dayanarak diyoruz ki, tek başına tabiî ve sosyal bilgiler kesin değildir. Ama tabiî ve sosyal ilimler bilinmeden de Kur’an’ın ne dediğini anlamak zordur. Gayb haberlerinin doğruluğu vahye olan mutabakatı ile bilinebilecektir. Biz şöyle bir metot geliştirmiş oluyoruz.
Müsbet ilmin kesin sonuçları doğru kabul edilerek Kur’an yorumlanacaktır. Ona göre tefsir kuralları konacaktır. Ondan sonra ilmin sonuçlandırmadığı sorunlar da Kur’an’a sorulacak ve müsbet ilimle tefsir edilmiş kurallarla yorumlanacaktır. Böylece içtihat müessesesi ile hayat düzenlenecektir.
Demek ki içtihatla ilgili önemli bir konu burada bu âyette açıklanmış olmaktadır.
إِذْ يُلْقُونَ أَقْلَامَهُمْ (EiÜ YuLQUvNa EaQLAvMaHuM)
“Kalemlerini ilka ettikleri zaman. Kalemlerini kavuşturdukları zaman.”
“Mulkıyatı zikra”da olduğu gibi “Lıka” kavuşturmak, ulaştırmak demektir. “Leky” yüzün yanı demektir. Uzakta olan insanlar buluşunca kucaklaşırlar. “Kalemleri ilka etmek” kalemleri koymak demektir. Gerçek manâsı, yazı yazmayı bırakıp söz düellosuna girmeleridir. Kefaletnameyi yazarken Hazreti Meryem üzerinde tartışma çıkmıştır anlamı çıkar. Yahut kefaletin kimlere ait olduğunda yazılı tartışmalar yaşandı. Yani, kalemlerini koydular ve yazmaya başladılar demektir.
Burada kalemlerle kura çektiklerini ileri sürerek Kur’an’ın meşruluğunu delilleyenler vardır. Ancak buradaki ifade müteşabihtir. Hakiki manâsı olmadığı aşikârdır. Ancak mecazi manâsı da açık değildir. Halbuki “Va en testeksimu bilezlam”da kura yasaklanmış bulunmaktadır. Dolayısıyla burada o manâyı vermek bize göre uygun değildir.
أَيُّهُمْ يَكْفُلُ مَرْيَمَ (EayYuHuM YakFaLu MaRYaMa) “Meryem’i kim tekeffül etsin?”
Burada yazılı tartışma sözkonusudur. İstişarede yazılı tartışma teşri edilmiş bulunmaktadır. Herkes delillerini yazılı olarak koyar. Yazılı tartışmadan sonra karara varılır. Hakemler ondan sonra karara varırlar.
Yazılı tartışmanın önemi belgeli tartışmadır, gelecek nesle de deliller intikal etmiş olur. Bir de şifahi tartışmalarda hisler hakim olur. Menfi veya müsbet yönde etki eder. Oysa yazılı tartışmada bu etki yok denecek kadar azalır.
Burada önemli olan husus Hazreti Zekeriyya mabedin sorumlusu olduğu halde onun dediği olmamaktadır. Sorun tartışılmaktadır. Demek ki başkanların böyle yetkileri yoktur. Çocuğu yurda veren kimse kefilini de seçecektir. Kefiller yazılı olarak kendilerine davet haklarına sahiptir. Yazılı olması denetlenmesinin kolay olması sebebiyledir. Kişi söylerken kolay konuşmaktadır, ama yazarken düşünmektedir. Uygun olanı söylemektedir. Bu kural bize bütün hizmetlilerin halk tarafından seçileceği hükmünü de gösteriyor.
وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ (Va MAv KuNTa LaDAYHıM) “Yine yanlarında değildin.”
Yukarıdaki “Bunlar gayb haberleridir. Sen onların yanlarında değildin.” burada tekrar ediyor. Onlar tartışırlarken de aralarında değildin denmektedir. Hasım davalı ve davacı demektir. Mahkemelerde davalı ve davacı olunur. Demek ki bunlar sonunda hakemlere gittiler ve sorunu hakemler çözdü.
Hasım olmak demek, düşman olmak hattâ muarız olmak demek değildir. Hakkın ortaya çıkmasını sağlamak için hakemlere gidilir. Mü’minler daha çok başkalarının hakkı bana geçmesin diye hakemlere giderler. Haklarını takipsiz vermezler. Çünkü mallar onlara emanettir. Ehil olmayan ellere bırakmazlar.
إِذْ يَخْتَصِمُونَ (EüZ YaPTaÖıMUvNa) “Hasımladıklarında.”
Demek ki basit bir yurt yönetiminde bir tekeffül konusunda içtihada ve rızaya riayet ediliyor. Serbest rekabet vardır. Yöneticilerin de faklı imtiyazları yoktur. Yönetici de diğer idareciler gibi iş yapmaya yetkilidir. Kararlar hakemlerce kesinleştirilir. Burada Hazreti Meryem’in annesinin huzurunda hasımlaşmış olabilirler. Annesi bunları dinleyerek kefilini seçecektir.
Hakemlik sistemi yönetimin temelidir. Taraflar arasında çıkacak nizalar hemen orada uzatmadan hakem tarafından çözülmelidir. Böylece Kur’an’da bir fasıldan başka fasıla geçtiğinde arada başka şey koyar. Böylece bir konudan başka konuya böylece geçilir. Konuşmalarda bu husus kullanılmalıdır.
Bir olay anlatılırken eğer zaman atlanacak ve başka safhaya gidilecekse araya uygun bilgi verilmelidir.
Burada bu yapılmış, önemli hükümlere riayet edilmiştir.
إِذْ قَالَتْ الْمَلَائِكَةُ (EiÜ QAvLaTı eLMaLAEıKaTu) “Melekler kavletmişlerdi.”
Hazreti Meryem’e kendi şahsi hayatı ile bilgiler verildikten sonra zaman geçmiş ve “Ey Meryem!” diye yeniden hitab edilmiştir. Meleklerin tebliği ulaşmıştır. “Va” harfi getirilmemiştir. Çünkü buradaki “İz” “Istıfa” kelimesinin “İz”idir. “Melekler dedi” sözü tekrar edilmiştir. Birincide bir mü’min olarak hitab edilmiş; şimdi ise bir görevli olarak hitab etmektedir.
يَامَرْيَمُ (YAv MaRYaMu) “Ey Meryem!”
Hitabı yenilemişlerdir. Ya başka zaman söylemişlerdir, ya da hitabı dikkati çekmek için tekrar etmişlerdir. “Meryem! bu görev sana ‘Meryem’ olduğun için verilmiştir. Herkese değil, yalnız sana verilmiştir.”
“Ya” harfi nidayı ona tevcih içindir.
إِنَّ اللَّهَ يُبَشِّرُكِ (EinNa elLAHa YuBaşŞiRuKa) “Allah seni tebşir ediyor.”
Aynı tabir Hz. Zekeriyya Peygamber için de kullanılmıştır. Tebşir eden, sevindiren Allah’tır.
“İnne” harfinin gelmesi Hazreti Meryem’in kendisine böyle bir müjde gelmesini sağlamak içindir.
İnsanlar kendilerini küçük görürler. Oysa insan Allah’ın halifesidir. Allah ona büyük rütbe vermiştir.
Allah diğer insanlara da grevler ve rütbeler vermiştir. Herkesin yapabileceği şeyler ve işler vardır. İnsan bunu bilerek kendisine güvenmeli ve görevini yerine getirmeye çalışmalıdır. Diğer insanlardan kendisini üstün görmek ne kadar kötü ise; insanın kendisini değerli görüp büyük işlere kalkışması da o kadar önemlidir.
بِكَلِمَةٍ مِنْهُ (Bi KaLIMaTın MinHu) “Kendisinden bir kelime müjdelemektedir.”
Hazreti İsa’dan “kelime” olarak bahsedilmektedir.
“Kelime” aşı demektir. “Teklim etmek” demek, budamak demektir. Kendisinden bir aşı manâsını taşımaktadır. Hazreti İsa yeni şeriat getirmemiştir. Tevrat’ın şeriatını sürdürmüştür. Onu aşılamıştır. Tevrat yalnız İsrail oğullarının kitabı iken, onun şeriatını bütün dünya için şeriat yapmıştır. Suya maya katmaya da aşılama deniyor. İncil Tevrat’ı tamamlayan bir kitaptır. Tevrat şeriatı, İncil tarikatı içermektedir. Böylece Kur’an’ın bir uygulaması gerçekleştirilmiştir.
Önce makineyi yaparsın. Oradaki başarıdan sonra o makinenin projesini yaparsın. Artık o proje ile seri imalata geçersin. Allah Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa ile önce örnek oluşturdu. Sonra o örneğe göre Kur’an’ı indirdi. Kur’an inerken Hz. Muhammed tarafından uygulandı. Sonra Tevrat ve İncil uygulaması ve Sünnet açıklaması ile Kur’an anlaşılır hâle geldi.
Hazreti İsa’ya “kelime” denmiş olmasının sebebi, Tevrat’ı İsrail oğullarının kitabı olmaktan çıkarıp insanlığa mâl etmesidir. Nekre gelmiştir. Bir merhale olduğu da ifade edilmektedir. Çünkü Hz. İbrahim ilmi, Hz. Musa yönetimi, Hz. Davut ekonomiyi, Hz. İsa da dini lâikleştirdi, yani bağımsız hâle getirdi. Bu merhalelerden biri idi. Kur’an ise bunların hepsini birlikte uyguladı. “Kelime” değil de “kelam” oldu. Burada nekire ile bir yerde de “kelimetuhu” denmektedir. Orada marife olarak gelmiştir. Çünkü bu aşı ilâhî aşı idi.
Bu âyetler bize gösteriyor ki İbrahim dini bir bütündür.
اسْمُهُ الْمَسِيحُ (EiSMuHUv el MaSİXu) “İsmi Mesih olan.”
“Meshetmek” demek sıvazlamak, sürmek demektir. “Başınızı meshediniz” âyetinde geçmektedir. Hz. İsa neden mesihtir. “El-Mesih” ismi olup sıfatı değildir. Birinci isim “Mesih” olmalıdır. “İsa” ikinci ismidir.
Kelime manâsı da vardır. Ancak bu onun vasfı olarak getirilmemiştir. Hazreti İsa vaftiz edilmiştir. Bunun için ona “Mesih” denmiştir.
Vaftiz meşru mudur? Ne demektir? Vaftiz doğum merasimdir. Kişiye ismini koymadır.
عِيسَى (GIySAy) “İsa. Beklenen.”
“İsa” beklenen anlamındadır. Önceden haber verilmiş ve beklenmiştir. “Mesih” adı da verilmiştir.
Ad insanlara gelişigüzel olarak takılmaktadır. Ancak Allah öyle isimler verdirmektedir ki, sonra insan onunla müsemma haline gelmektedir.
ابْنُ مَرْيَمَ (EiBNu MaRYaM)
Genel olarak insanlar baba adları ile tanınırlar, bilinirler ve soyadlarını da baba olarak taşırlar. Ancak Hazreti İsa anasının adıyla anılacaktır. Yani, babasının soyadını taşımayacaktır. Çünkü babası yoktur. Hz. Meryem’e bunu tebşir etmekle onu yüceltmiş oluyor.
وَجِيهًا (VaCIyHan) “Vacih olarak.”
“Vacih” sıfat değildir, hâldir. İnsanlar ona teveccüh edeceklerdir.
Hayatında Hazreti İsa’ya yalnız on iki kişi inandı. Bununla beraber, hayatında iken de herkes onunla ilgilendi. Ölümünden sonra dünya üzerinde en büyük etkileri sürdürdü. Bugün de sürdürmektedir. Dört milyar insan onu şimdi takdis ediyor. Bu insanlığın üçte ikisidir. Ayrıca bütün dünya onun doğumunu kerhen de olsa kutluyor. Bu Meryem Oğlu İsa doğmadan bildirildi. Kur’an da 1400 sene önce haber verdi. Beşyüz yıldır Hazreti İsa’ya saygının ortadan kaldırılması için uğraşıldı. Ama 21. yüzyılda insanlar yine onu kutsamaya başladı. Bu durum her geçen gün daha da yücelmektedir. Kıyamete kadar o vecih olacaktır.
فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ (FIy elDuNYAv Va elEAPıRaTi) “Dünya ve âhirette.”
“Dünya ve âhirette vecih olacaktır.”
Burada bir “Fî” kullanmıştır. Çünkü iki vecih de aynı olaydır. Dünyadaki vecih ile âhiretteki vecih aynı sebepledir. Dünya yakın ve uzak anlamına gelir. Hazreti İsa hayatta iken ancak on iki havarisinin imanını gördü. Ancak bunlar yüksek derecede inanmış kişilerdi. Hazreti İsa’nın tavsiyesine uyarak dünyanın her tarafına dağıldılar. Hıristiyanlığı oralarda yaydılar. Çok büyük zulümler gören Hıristiyanlar, sonradan galip gelip dinlerini Roma’nın resmî dini hâline getirdiler.
Bunlar savaşmadı. Allah öyle yaptı. Germenler Roma’yı işgal ederler, Batı Roma’yı ortadan kaldırırlar ama kendileri Hıristiyan olurlar. Ondan sonra Papalık başlar. Doğuda devlete bağlı Hıristiyanlık, batıda devletlerin dine bağlandığı bir Hıristiyanlık hakim oluyor. Sonra İstanbul’un fethinden sonra denizlere açılan Hıristiyanlık dünyanın dini olmuştur.
Bunlar Kur’an’dan sonra olmuştur. Bunlar mucize değil midir?
وَمِنْ الْمُقَرَّبِينَ (Va MiNa eLMuQarRıBIyNa) “Va mukarribinden olarak.”
“Mukarribinden olarak.” Hz. İsa mukarribinden olacaktır. Dünya ve âhirette böyle olacaktır.
Evvelûn, sabıkûn, mukarrabûn yeni bir düzeni tesis eden kimseler demektir. Yeni uygarlığın kurucuları demektir. Sahabeler bunlardandır. Hz. İsa’nın da muklarrabinlerden olacağı bildiriliyor. Böylece cemaat olarak havarilerle birlikte olmayı Hz. İsa için de fazilet kabul ediyor. Peygamber ayrı ayrı sahabelerden üstün dereceye sahiptir. Ama bir araya gelince o zaman o cemaat peygamberin de üstünde bir dereceye sahiptir. Bundan dolayıdır ki icma sünnetten daha güvenilir delildir.
Bu âyetle başkanların da icmalara uymaları gerektiğini öğreniyoruz .
وَيُكَلِّمُ النَّاسَ فِي الْمَهْدِ (Va YuKalLiMu elNAvSa FIy elMaHDi)
“Nâs ile mehdde tekellüm edecektir.”
İnsanlarla beşikte iken konuşacaktır. Beşikte en çok iki sene yatılır. İnsanoğlu yürüyemediği, konuşamadığı ve ihtiyaçları söyleyemediği dönemlerde beşikte yatırılır. Bugün beşik yerine salıncak sistemi gelişmiştir. Bez bağlama sistemi oluşmuştur. Oysa geçmişte çocuk beşikte kundaklanırdı. Kur’an’da “beşik” kelimesi geçmektedir. Sağlık bakımından bu hususun araştırılması gerekmektedir. Çocukların gelişmesinde hangisinin daha iyi olduğu üzerinde durulmalıdır. Ya “Mehd” kelimesinin manâsını genişletmeliyiz veya beşiğin daha sağlıklı olduğu sonucuna varmalıyız. İşte Kur’an’ın müsbet ilimle yorumu budur.
Kur’an bu misal ile yine bize içtihadın metodunu öğretmektedir.
Hazreti İsa yalnız annenin kromozomunu içeren bir canlıdır. Tek kromozomludur. Böyle bir insanın yapısında bazı farklılıklar olabilir. İnsanlarda etkisiz halde bulunan meleklerle konuşma alanı peygamberlerde vahiy geldikten sonra etkili hâle gelir. Meleklerle konuşma kabiliyetini kazanır. Diğer hayvanlarda doğar doğmaz konuşma alanı etkin hâle gelir, kendi cinsleri ile konuşmaya başlarlar. İnsanlarda ise normal konuşma baştan etkisiz haldedir. Bir yaşından sonra etkin hâle gelir, birden konuşmaya başlar. Bunun sebebi çocuğun yaşadığı topluluğun dilini öğrenmesi içindir. Böylece her topluluğun ayrı dili olmuş olmaktadır.
Demek ki insanda konuşma alanını geç harekete geçiren bir gen var. Bu da X kromozomları üzerinde birlikte etki etmektedir. Cinsiyettedir. Böyle ortak etki vardır. Tek X kromozomu erken oluşmayı sağlamaktadır. Arılarda böyledir. Tek kromozomlu olunca çocuk beşikte konuşmaya başlar. Meleklerle de konuşma melekesi o zaman açılmış olur. Böylece beşikte olgun insan gibi konuşmaya başlar. Bu da Hazreti İsa’nın babasız olduğuna delil teşkil eder.
Nâsa (insanlara) tekellüm etmesi, nâsa bir peygamber olarak hitab etmesi anlamına gelmektedir.
وَكَهْلًا (Va KaHLAv) “Kahl iken de.”
Olgunluk zamanında da nâsa konuşacaktır.
Hazreti İsa’nın belli bir yaşa kadar geleceği bildirilmiştir. Kur’an’da yaş devreleri ile ilgili ifadeler vardır. Tıfl, sabi, sağir, balığ, rüşd, eşüdde, erbeğin, şeyh, kebir gibi ifadeler vardır. Burada da “Kehl” geçmektedir. Bizim yaş sıralamamızda Kehl yaşı nedir?
1, 2, 3, 7, 10, 15, 20, 25, 30, 40, 50, 63, 70, 80, 100, 128.
Hazreti İsa’nın 33 yaşında dünyadan ayrıldığı bildirilmektedir. Buna göre Kehl devresi 30 ile 40 arasındaki dönemdir. O zamana kadar yaşayacağı ve ondan sonra yaşamayacağı da Hz. Meryem’e baştan bildirilmiş bulunmaktadır.
Hazreti İsa İbrahimî dinin gelişmesinin bir safhasını temsil etmektedir. Kendisinden sonra 600’üncü sene Son Peygamber gelecek ve o 40 yaşında olacaktır. Hazreti Nuh Peygamber ile başlayan 3300 senelik bir zamanın 33’üncü asrında gelmiştir. Böylece Kur’an da 40 asır sonra gelmiştir.
Nitekim insan bedeninde de belli dönemlere belli yaşlarda girilir. 15 yaş erginliğe erişme yaşıdır. Bir-iki yıl oynayabilir. İnsanlığın gelişmesi de böyledir. Hiçbir şeyin tesadüf olmadığı ortaya çıkmaktadır.
وَمِنْ الصَّالِحِينَ (Va MiNa elÖAvLıXIyNa) “Ve salihlerden olacak.”
Daha önce Hz. Yahya için de salihlerden demiştir. Şimdi Hz. İsa için de salihlerden olacaktır denmiştir.
Hazreti İsa düzeni bozmaya gelmemiştir. Önce Tevrat’ın düzeninde hiçbir değişiklik yapmamıştır. Hattâ Tevrat’ta olan hükümleri yeniden dile bile getirmemiştir. Oysa Kur’an Tevrat’taki hükümleri yeni üslupla dillendirmiştir. İçtihat ve icma sistemini getirmiştir. Salih değil muslih olmuştur.
Diğer taraftan Roma yönetimine de karşı gelmemiştir. “Kralınkini krala veriniz.” demiştir.
“Sağ tarafına vurularsa solunu göster de ona da vursunlar.” demiştir. Yani, Hazreti İsa mücadele yerine uyumlu olma felsefesini benimsemiştir. Hazreti Yahya için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
“Mukarrabin” sıfatından sonra “Salih” sıfatını da kullanmıştır.
Dinî cemaatlerin görevi insanlara sevdirerek iş yaptırmaktır, korkutarak değil. Oysa siyasilerde kötüleri korkutmak, iyileri de güçle güven altına almakla yükümlü olmaktadırlar. Metotları tamamen farklıdır. Dolayısıyla ‘din’ ile ‘yönetim’ birbirinden ayrılmalıdır. Hazreti İsa bunu yapmıştır. İnsanlığa lâikliği öğretmiştir.
Hazreti İbrahim ilmi dinden ayırmıştır.
Hazreti Musa şeriatı dinden ayırmıştır.
Hazreti Davud ekonomiyi dinden ayırmıştır.
Hazreti İsa ise lâikliği getirerek din ile diğer müesseseler arasındaki dengeyi kurmuştur.
Tamamen dinî yönetim gibi görünen Doğu ve Batı yönetimleri aslında lâik yönetimin temelleridir. Evet, Roma’da dine bağlı hükümetler var, Bizans’ta devlete bağlı din vardır. Ancak her iki yönetimde de din ile devlet ayrı ayrı müesseseler olmuştur. Sadece başkan bir tarafın elindedir. İşte bu durum Hazreti İsa’nın öğretileri sonucudur. Bugün Türkiye’de de Diyanet İşleri Başkanlığı devlete bağlı olmakla beraber yine de lâiklik vardır.
Hazreti İsa bu âyette Kelime, Mesih, İsa, İbni Meryem, Vecih, Mukarrib, Mükellim ve Salih olmak üzere sekiz sıfatla tavsif edilmiştir. Dördü isim olarak gelmiş, dördü de vasıf olarak gelmiştir. Mesih ve İsa özel ad olmuştur. Kelime ve İbni Meryem ise özelliğinden dolayı bu adlarla zikredilmiştir. Mukarrib ve Salih ile cemaat içindeki yeri belirtilmiştir. Vecih ve Mükellim ise hallerindendir. Kelime ile Kelamın ayrı ayrı zikri, birincide “kelime” kelimesinin bir izahı olarak da düşünülebilir. O taktirde çocukken konuştuğu için kendisinden bir kelime olmuş olur. Yani dili Allah’tan öğretilmiştir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 231. SEMİNER Yorum-61 İstanbul, 17 Ekim 2003
ÜSKÜDAR PROGRAMI
Bir Âyet:
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ
“Ey îmân eden kimseler, Allah ve resulüne îmân ediniz.” [Nisâ(4);136]
Burada iman eden kimselere tekrar “Allah ve resulüne îmân ediniz.” denmektedir. İman etmişlerse bir daha yeniden nasıl iman edeceklerdir? “Îmân eden kimseler” deyimi Kur’an’da yalnız Medine sûrelerinde geçmektedir. Bu deyim “dayanışma ortaklıkları kuranlar” anlamına gelmektedir.
Birinci iman ıstılahi manâdaki iman demektir. İkinci iman ise lügat anlamındaki imandır. Dolayısıyla “Ey dayanışma ortaklığını kuran kimseler, Allah ve resulüne inanınız.” denmiş olur.
Bu emrin birçok hukuki manâsı vardır.
Ey dayanışma ortaklığı kuranlar, diğer dayanışma ortaklıkları ile dayanışınız. Yani, ben bir dayanışma ortaklığına katılırım, ama bir suç işlersem o tazmin eder. Ancak topluluk da birlikte o dayanışma ortaklığını destekler. Resulüne de güvenin. Yani, başkan hepinizin ortak dayanışma başkanı olsun anlamı çıkar.
“Allah ve resulü” dediğimiz zaman yargı ortaya çıkar. Yargıya inanınız, yargı kararlarına da uyunuz demek olur. Yargı kararları içinde dayanışınız demek olur.
Dayanışma ortaklıkları devlet kurulmadan önce de vardı. Kabileler aralarında dayanışarak denge oluşturuyorlardı. Bize düşen de aramızda dayanışma ortaklıklarını kurmamız olacaktır. Bu dayanışma hakem kararlarına uymuş olacaktır. Allah bize bunu emretmiş olmaktadır. Bugünkü mevzuatta “kooperatifler” aslında “dayanışma ortaklıkları”dır. Biz işte bu sebeple kooperatifler kuralım diyoruz; kurulu kooperatifimizi harekete geçirelim diyoruz; aramızda çıkacak ihtilafları hakemlerle halledelim diyoruz.
Adil Düzen:
DERGİ ORTAKLIĞI
Canlılar başlangıçta tek hücreli olarak yaşıyordu. Zamanla birleşerek birlikte yaşayan varlıklar oldular. İnsan da böyledir, milyara varan hücreden oluşur. Bu hücreler ayrı ayrı canlılardır; doğarlar, gelişirler, yaşarlar ve ölürler. Ancak bunlar artık kendi başlarına yaşayamazlar, hepsi kandan yararlanırlar. İhtiyaçlarını kandan alırlar, ürettiklerini kana verirler, atıkları da kana geçer. Böylece canlı oluşur.
Topluluk da böyledir. Bir canlıdır. Kişiler onun hücreleridir. Canlının kan damarları varsa, topluluğun da yolları vardır. Hayvanın sinir sistemi varsa, topluluğun da haberleşme araçları vardır. İnsanın hafızasının yerini topluluğun yazısı almıştır.
Canlılar evrim geçirerek daha yüksek canlıları oluşturduğu gibi insan da evrim geçirerek daha yüksek topluluklar oluşturmaktadır. İnsanlar önce organize olmak zorundadırlar. Artık tek hücrelilerde olduğu gibi ayrı ayrı yaşayamazlar. Bunun için önce İstanbul’umuzu ele alıyoruz. 12 milyon insan bugün hücre yığını hâlinde yaşamaktadır. Organize olmamıştır. Bunun için İstanbul yirmiye bölünecek, her biri bir bölgemizi temsil edecektir. Buna “isil” diyoruz. Sonra her “isil” on civarında bölünecektir. Her biri bir ilimizi temsil edecektir. Buna “isilçe” diyoruz. Her “isilçe” ona bölünecektir. Buna da “isbucak” diyoruz. Her “isbucak” İstanbul’un sosyal hücresi olacaktır. Bu bölünmeleri kim yapacaktır? İstanbul halkı kendisi yapacaktır.
“Dergi Kooperatifi”ni kuracağız. Dergi merkezde basılacak ve 20 “isil”ine ulaştırılacaktır. “İsil”de “Dağıtım Merkezi” olacaktır. Ertesi gün 100 “isbucağ”ına ulaştırılacaktır. Ertesi gün de dergiler “aboneler”ine ulaştırılacaktır. Dergi bedelinin dörtte biri bu dağıtım teşkilatına verilecektir. Dergi piyasada satılmayacak, sadece abonelere verilecektir. Aboneler “isilçeler”de kaydedilecektir. Dergi bedellerini abone kaydedenler tahsil edeceklerdir. Bu hizmetleri karşılığında dergi bedelinin dörtte biri abone kaydedenlere verilecektir.
Abone bedeli peşin tahsil edilecektir. Dergi gelinceye kadar bu bedel “islilçe”deki temsilcide kalacaktır. Dergi aboneye ulaştığında dergi bedelinin dörtte üçü dergi hesabına yatırılacaktır. Bunlardan bir pay dağıtıcılara, bir pay matbaacıya, bir pay da yazarlara bölüştürülecektir.
Dergi şimdilik 32 sahife olacaktır. Her sahifenin bir sorumlu yazarı olacaktır. O sayfada yazı yazmak isteyenler yazılarını ona gönderteceklerdir. Sayfa sorumlusu tamamen serbest olup istediği gibi yazacaktır. Ortak aboneler geçmiş yazıları okuyup sıralayacaklardır. Yeni dergiyi alırken eski derginin kritiğini de koyacaklardır. Yazarlar böylece her hafta okuyuculardan not almış olacaklardır. Yazarlara bu notlarına göre sahife büyültüp küçültülecektir, bu nota göre telif hakları bölüştürülecektir.
Okurlardan yeterli not alamayan yazarlarımız sahife sorumluluğundan alınacaklardır. Ortak okuyucular yeni sorumlu yazarı da önerebilirler. Önerenlerin sayısı yeterli miktarı bulunca ona sahife sorumluluğu verilmiş olur. Yazarlar okuyucuların takdirini alabilmek için onların gönderecekleri yazılara yer vermeye çalışırlar.
Abone ortakları dergileri komşularına bırakarak okumalarını isterler. Bunlardan abone ettikleri olursa, on abone edenlere temsilcilik verilir. Temsilciler “isilçeler”e ayrılan fondan pay alırlar.
Dergi sadece haberleşme aracı olup, fikirleri ve haberleri aboneler üretirler. Onların seçtikleri yazarlar yazı yazarlar. Dergi idaresi yani kooperatif yazılardan sorumlu değildir, müdahale yetkisi de yoktur. Dergi fikirleri alıp verir; kendisi üretmez. Kalb gibidir. Kanı dolaştırır ama kanın yapısına müdahale etmez.
Bir Çözüm:
“ADİL DÜZEN”DE İŞSİZLİĞİN ÇÖZÜMÜ
Dergi kooperatifi her meslekten on kişiye yakın bilirkişi atar. Abone ortaklar kendileri veya onların tavsiye ettiği kimseler bu bilirkişilerden birine başvurarak meslekleri ile ilgili bir sertifika alırlar. Bu sertifika başlangıç, temel, ilk, orta, yüksek ve üstün sertifikadır. Bunların listeleri dergide yayınlanır. Dergiye ek olarak verilebilir. Her yıl güncelleştirilir. İş arayanlar dergiye başvurarak adlarını ilân ederler. İşverenler onların derecelerine bakarlar ve kendilerine uygun olanını seçerek doğrudan ilişki kurarlar.
Kooperatifin bilirkişilerinden birine başvuran işverenler ürettikleri malları niteliklerini ve kapasitelerini tescil ettirirler. Dergi yine bir ekle bunları yayınlar, ayrıca her yıl güncelleştirir. Böylece malları pazarlayanlar malları nerelerde bulacaklarını buradan öğrenirler. Bu sayede işverenler mallarını dergi aracılığı ile pazarlama imkanını bulacaklardır.
Çıkacak her türlü ihtilaflar dergi kooperatifinin hakemleri tarafından halledilir. Hakem kararlarına uymayanlara karşı hukuki savunmayı kooperatif finanse eder. Dergi kooperatifi ortaklardan teminat alarak kefil olur, böylece ortakların iş yapmalarına imkan sağlar. Çalışacaklar iş bulur, ellerine para geçer, mağazalardan malları almaya başlar, mağazalar işyerlerine sipariş verirler, işyerleri işçileri çalıştırır, böyle ekonomi sirkülasyonu sıkıntısı ortadan kalkar. Böylece “Dergi Kooperatifi” işsizlik sorununu çözmüş olur.
Bir Yorum:
ORDU, IRAK, LÂİKLİK VE İMAM-HATİP MESELESİ
EKSERİYET SİSTEMİ - LÂİKLİK ÇATIŞMASI
Toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık dönemlerinde insanlar kişi yönetimiyle yönetiliyordu. Kabilenin başkanı topuluğun bütün fertlerini tanıyor, olayları babanın ailedeki sorunları çözmesi gibi çözüyordu. Yazılı herhangi bir kural yoktu. Sümerlerin Mezopotamya’ya gelmesi ile küçük sulama teknolojisi baraj sulama teknolojisine dönüştü. Büyük kentler oluştu. Başkan halkını teker teker tanıyamaz olduğu gibi artık adil davranamadı. Bunun yerine “kurallar yönetimi” başladı. Buna “şeriat yönetimi” denmektedir. Ne var ki, burada kuralları yöneticiler koyuyordu. Tevrat ile bu da kaldırıldı. Yöneticiler de konmuş kurallara uymak zorunda bırakıldı. Bu kuralları İbranilerde vahye dayanan kitaplar koyuyordu, Yunan ve Roma’da ise meclisler koyuyordu. İslâmiyet’te bu içtihat ve icma sistemine dönüştürüldü.
a) Herkes kendisi için kendisi kural koyuyordu. Buna uymak zorunda idi. Buna “içtihat” denir.
b) Halk aralarında istedikleri sözleşmeleri yapıyordu. Kendi kurallarını kendileri tesbit ediyordu. Ama sözleşmelere uymak zorunda idi. Buna “icma” deniyordu.
c) Yerinden yönetim sistemi getirilmişti. Halk ocaklar ve bucaklar şeklinde teşkilatlanmıştı. Her bucağın yöneticisi ve kendisinin oluşturduğu kanunları vardı. Orada yaşayanlar yöneticilere ve icmalarına uymak zorunda idi. Hicret serbestti.
d) Hakemlik sistemi getirilmişti. Her kademede çıkan nizalar hakemlerce çözülüyordu. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçiyordu. Baş hakem ise hakemlerce seçiliyordu. Hakemlerin kararlarına uymayanlara karşı ise güvenlik dayanışması oluşturulmuştu.
Böylece İslâmiyet demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk düzenini insanlığa öğretmişti.
Ne var ki bu öğretiyi insanlık daha öğrenmemiştir. Hz. Nuh Peygamberden itibaren başlayan lâiklik sorunu henüz çözülememiştir. Dünyada ve Türkiye’de günümüzde mevcut olan sıkıntılar lâiklik sorununun çözülmemiş olmasından doğmaktadır.
Tevrat, İncil ve Kur’an’ın öğretileri ile demokrasiyi ve lâikliği benimseyen Batı, bunu kendi sömürü düzenine uydurmak istemiş, “demokrasi”yi “ekseriyet sistemi” olarak algılamış, “lâikliği” de “dinsizlik” olarak görmüştür. İnsanın yaratılış tabiatına aykırı olan bu kabuller sosyalizmin çökmesi ile iflas etmiştir. Dinsizlik şeklinde anlaşılan lâiklik Türkiye’de birkaç çarpık beyinde kalmıştır.
Şimdi insanlık dinsizlik şeklindeki lâikliği terk etmiştir. Ancak “ekseriyet sistemi demokrasisi”ni hâlâ yaşatıyor. Oysa bu çelişkidir. Ekseriyetin dediği olacaksa, lâiklik olmayacaktır. Lâiklik olacaksa, ekseriyet sistemi olmayacaktır. İşte bugün mevcut olan huzursuzluk lâiklik ile ekseriyet demokrasisi arasındaki çelişkidir.
TÜRK ORDUSU IRAK VE İMAM-HATİP KONUSUNDA NE DİYOR?
Irak’a saldırılmıştır. Gaye Irak’a demokrasiyi ve lâikliği getirmektir. Bunun arka yüzünde şu vardır. Irak’a dinsizliğin getirilmesi hedeflenmiştir. İsrail yayılmacılığı için buna ihtiyaç vardır. Çünkü Yahudi dinine başka ırklar giremiyor. Öyleyse İsrail’in onları yönetmesi için onların dinsiz olması gerekir. Bunun için önce Baas Partisi ile Araplar dinsizleştirilmek istendi. Onlar bu işi yapamayınca şimdi tasfiye ediliyor.
Yabancı kuvvetlerle bu iş sağlanacaktır. Türkiye’ye verilen görev budur. Türk ordusu da bunu kabul ediyor. İşaretini, Irak çıkarması öncesinde İmam-Hatiplere savaş açmakla ilân ediyor. Yani, Türkiye İsrail yayılmacılığına uyularak dinsizleşmiştir. Irak’ta da bunu başaracaktır, diyor.
Başka bir yorumla, asker Türk Milletine mesaj veriyor. Bakın, bu siyasiler bizi Irak’a gönderiyor. Irak’a saldıranların hedefi Irak’ı dinsizleştirmektir. Biz de bunu yapacağız. Önce Türkiye’nin dinsizleşmesi gerekir. Haberiniz olsun! Bu görevi biz böyle kabul ediyoruz. Yoksa görevi yapamayan Saddam’ın başına gelen Türk ordusunun başına gelir.
BİZİM İŞİMİZ LÂİKLİĞİ TANIMLAMAKTIR
Şimdi bizim işimiz lâikliği tanımlamaktır. 5000 yıllık mücadelenin vardığı noktayı ortaya çıkarmaktır.
1- İnsan hürdür. Dilediğini yapmakta serbesttir. Kimse bir şeyi yaparken alıkonmaz. Suç işleyen işler. Sonra cezası verilir. Adam öldürmesine mani olunmaz, ama adam öldüren idam edilir. Tabii bu kural yönetim için sözkonusudur. Yoksa elbette kişi kendisini savunma hakkına sahiptir. Savunma gruplarını oluşturacaktır.
2- İnsanlar hürdür. Kendi topluluklarını oluştururlar ve kendi yönetimlerini yaparlar. Merkezlerin alt toplulukların iç işlerine karışma yetkisi yoktur. Kişiler serbestçe göç ederler. Demokrasi böyle gerçekleşir. Yani, ekseriyetin istediğini yaparak değil, kişinin istediği topluluğa katılarak istediği gibi yaşaması sağlanır. Lâiklik böylece gerçekleşir.
3- Bucakların üstünde il, ülke ve insanlık yönetimleri oluşacaktır. Ancak bunlar alt birimlerin iç işlerine karışmayacaklardır. İller iç güvenliği sağlayacak, ülkeler dış savunmayı yapacak, İnsanlık ise uygarlıktaki gelişmeyi sağlayacaktır.
4- İnsanlar sahip oldukları ehliyete göre kamu hizmetlerini yükleneceklerdir. Bu ehliyet yapılacak ortak imtihanlarla tevcih edilecektir. Merkez kişilerin neleri bilmeleri gerektiğini tesbit etmeye yetkilidir. Ama neyi bilmemesi gerektiğini söyleyemez. Kişi suçu düşündüğü zaman değil, işlediği zaman ceza görür. Hukuk düzeni budur.
Lâik düzende katsayı sistemi için şu kuralları koyabiliriz:
a) Herkes girdiği imtihanda ne not almışsa ona göre eşit muamele görür. Meslek lisesini okumuşsun diye bu aldığı derecede bir eksiltme yapılamaz. Bu insan haklarına tamamen aykırıdır. Anayasamıza göre de kesin olarak reddedilmiştir. Her türlü aykırılık yasaklanmıştır.
b) Fakültelere öğrenciler alınırken tercih imtihanı olarak ayrı bir imtihan yapılabilir. Bu imtihanda başarı gösterenler o fakülteye tercihen alınabilir. Burada da ayrımcılık yoktur. Bu fakültelere öğrenci alınırken meslek lisesi mezunlarına ayrıcalık tanınabilir. Yani, her meslek lisesinde okumak bir fakülteye girmede avantaj sağlayabilir. Ama bir fakülteden mezun olmak hiçbir zaman dezavantaj olmaz.
c) Lâiklik şöyle tanımlanabilir: Bir şey suçsa dinî olduğu için suç olmaktan çıkmaz, bir şey suç değilse dinî olduğu için suç oluşturmaz. İmam-Hatip Liseleri birer meslekî okul değildir. Dinî eğitimi de veren bir lisedir. Diğer liselerden herhangi bir ayrıcalığı olamaz. Kişiler isterlerse lâik, isterlerse ateist, isterlerse dinî liselere gidebilirler. Lâiklik, ateistlik, dindarlık yasak değilse, bu okullar da yasaklanamaz ve ayrıcalık tanınamaz.
d) Dindarların ve dinî cemaatlerin de kamu yönetimine katılma hakları vardır. Ama onlara ayrıcalık tanınamaz. Diğer kişilerin ve toplulukların ne hakları varsa onların da hakları vardır. Dine dayalı siyasi parti kurulabilir. Ancak bu partiye bir imtiyaz tanınamaz. Yahut bu parti dışlanamaz.
İşte bu düzenin gelebilmesi için bir şart vardır. O da “ekseriyet sistemine dayanan merkezî yönetim” yerine “nisbî sisteme dayanan yerinden yönetim sistemi”nin kabul edilmesi gerekir. Bunu kabul etmediğimiz sürece demokrasi ile laiklik arasındaki çelişki giderilemez. Ülke de bu çelişki içinde varlığını sürdüremez.
“YERİNDEN YÖNETİM” DEVLETİN BÜTÜNLÜĞÜNÜ BOZMAZ MI?
Burada bir hususa daha işaret etmemiz gerekir. O da şudur; “yerinden yönetim” devletin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaz mı? Elbette böyle bir tehlike sözkonusudur.
Ancak buna karşı da çözüm bulunmuştur. Ülke 12 bölgeye ayrılmalıdır. Bölgeler merkezî sistemle yönetilmelidir. Buralarda ordular yerleştirilmeli ve ordulara o bölge dışından askerler getirilmelidir. Böylece merkezî sistem varlığını sürdürmelidir. Her bölge 10’a yakın ile ayrılmalı ve illerin nüfusu devlet nüfusunun yüzde biri civarında olmalıdır. Bağımsızlık bu illere verilmelidir. Buradaki halk kendi bölgeleri dışında askerlik yapacakları için bunlar ülke vatandaşı olarak eğitilmelidir. Lise eğitimi illere bırakılmalı ve bu eğitimi kendi dilleri ile yapabilmelidirler. Ama üniversite eğitimi Türkçe olmalıdır. Giriş imtihanlarını devlet yapacağı için liseler ister istemez devletin programına uymuş olurlar.
O zaman Irak’a da elbette böyle bir lâikliği götürmek için gidebiliriz. O zaman Irak halkıyla bütünleşmiş oluruz. Çünkü onlardaki değişik gruplar da huzur içinde varlıklarını sürdüreceklerdir. Tabii o zaman da sömürü sermayesi bizi orada görmek istemeyecektir. İşte o zaman bu onların sorunu olur.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92