ADİL DÜZEN 232
““ADİL DÜZEN” BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.”Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 31 Ekim - 1 Kasım 2003 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 232. SEMİNER (CUMA-CUMARTESİ) İstanbul, 24-25 Ekim 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: İ.M.V. Selami Ali Efendi CD. No: 31 ÜSK./İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
Konferans Çalışma ve Hazırlıkları:
“ADİL DÜZEN”
B İ R P A R T İ N İ N D E Ğ İ L
İNSANLIĞIN DÜZENİDİR
TOPLANTILARIMIZ HERKESE AÇIKTIR
DİNLE – SOR – TARTIŞ - ÖNER
KİM OLURSAN OL; GEL VE SEN DE KATIL!
Konferans Serisinin Ana Konusu: “ADİL DÜZEN”
DENGE DÜZENİDİR - İNSANLIĞIN DÜZENİDİR
Birinci Konferans Konusu:
a) “Adil Düzen” Askerî Yönetim ile Sivil Yönetim arasında denge kurar.
(Seçilmiş asker kökenli cumhurbaşkanının başkanlığında Kuvvetler Dengesi = Liberallik.)
b) “Adil Düzen” Yerinden Yönetim ile Merkezî Yönetim arasında denge kurar.
(‘On’lu örgütlenmede Atlamalı Sistem = Demokratiklik.)
c) “Adil Düzen” Kişi Hürriyetleri ile Topluluk Düzeni arasında denge kurar.
(Yönetimde ve kamu hizmetlerinde Çoklu Sistem = Lâiklik.)
d) “Adil Düzen” Kamu Hizmetleri ile Halkın Teşebbüsleri arasında denge kurar. (Kamu, Faizsiz Kredi karşılığı vergi ile Karşılıksız Hizmet verir = Sosyallik.)
e) “Adil Düzen” Yargıyı bağımsız, yansız, etkin ve saygın kılar.
(Bağımsız Soruşturma, Bilirkişilik, Hakemlik ve Hukuki Savunma Kurumları ile = Hukuk Devleti.)
“Yapabileceğimiz şeyleri yapmaya başlasak, kendimizi hayretler içinde bırakacak sonuçlar alırız.” EDİSON
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 232. SEMİNER Tefsir İstanbul, 25 Ekim 2003
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XIII
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
قَالَتْ رَبِّ أَنَّى يَكُونُ لِي وَلَدٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ قَالَ كَذَلِكِ اللَّهُ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ إِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ(47) وَيُعَلِّمُهُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَالتَّوْرَاةَ وَالْإِنجِيلَ(48) وَرَسُولًا إِلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنِّي قَدْ جِئْتُكُمْ بِآيَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ أَنِّي أَخْلُقُ لَكُمْ مِنْ الطِّينِ كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ فَأَنفُخُ فِيهِ فَيَكُونُ طَيْرًا بِإِذْنِ اللَّهِ وَأُبْرِئُ الْأَكْمَهَ وَالْأَبْرَصَ وَأُحْيِ الْمَوْتَى بِإِذْنِ اللَّهِ وَأُنَبِّئُكُمْ بِمَا تَأْكُلُونَ وَمَا تَدَّخِرُونَ فِي بُيُوتِكُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنينَ(49)
قَالَتْ رَبِّ (QAvLaT RabBı) “Rabbim, dedi.”
Hazreti Meryem meleklerin müjdelediği Hazreti İsa müjdesine karşı Allah’a sual ediyor. “Rabbim” diyor. Meleklere sormuyor, direkt Allah’a soruyor. “Rabbim, benim nasıl çocuğum olacaktır?” deniyor.
Cevabı elçi ile çevirme yerine, cevabı doğrudan çevirme veya başka elçi ile çevirme esastır. Toplar damarlarla atar damarlar farklıdır. Sinir sistemleri de farklıdır.
Bizim dualarımız da doğrudan Allah’a olacaktır. Aracı kullanılmayacaktır.
أَنَّى يَكُونُ لِي وَلَدٌ (EanNAv YaKUvNu LIy VaLaDun) “Benim nereden bir veledim olacaktır?”
Hazreti Meryem bakiredir. Evlenmemiştir. Ona bir erkek dokunmamıştır. Erkeksiz bir çocuğun dünyaya geldiği görülmemiştir. Sünnetullaha aykırıdır. Bu müjdeyi sormaktadır.
İncil’deki hikâyelerle Kur’an’da anlatılanlar arasında farklar vardır. Kur’an Hazreti İsa’nın nesebini anasının aracılığı ile anasının babasına yani Hz. İmran’a bağlamaktadır. Hz. İmran’ın Hazreti İbrahim’in zürriyetinden olduğu söylenmektedir. İncil’de ise Hazreti İsa’nın soyunu Hazreti Meryem’in nişanlısı Yusuf’un soyuna, onu da Hz. Davut ve Hz. İbrahim’e bağlamaktadır. Böylece Hz. İsa nişanlı olan Hz. Meryem’den doğmuş gösterilmektedir. Kur’an ise Hz. İsa’nın nesebini Hz. Meryem’in babasına bağlamaktadır.
Hz. Meryem’in bu sorusuna şöyle cevaplar verilebilir. İncil’de Hazreti İsa’nın Meryem’den kardeşlerinin olduğu da söylenmektedir.
a) Bundan sorma, sen evleneceksin, senden bir oğul doğacaktır. Yahut, nişanlından oğul doğuracaksın olabilir.
b) Hz. Meryem hamamda yıkanırken daha önce yıkananların spermini almış olabilir.
c) Hz. Meryem tek hücreli bir insan olmuş olabilir.
d) Hz. Meryem 3. kromozomdaki Y kromozomu özel genler X kromozomunu taşımış olabilir.
Bunlar sünnetullah içindeki açıklamalardır. Allah bizim bilmediğimiz bir şekilde de yaratmış olabilir.
وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ (Va LaM YaMaSNIy BaŞaRun) “Bana bir beşer mes etmemiştir.”
“Beşer” insan demektir. “Erkek” yerine “beşer” demektedir. “Raculün” denmemektedir.
“Bana çocuk bile değmemiştir. Nasıl çocuğum olacaktır?” diyor.
“Mes” kelimesi ile dokunmamıştır bile, daha ilerisi zaten yoktur. Yusuf’la nişanlı olması onun dokunmasını gerektirmez.
Artvin’in Camili bucağında benim halkım arasında nişanlanma artık birbirinden kaçınmayı gerektirir. Değil nişanlısı ile görüşme, nişanlısının yakınlısı ile de görüşmez. Erkek de nişanlısının yakınlısından uzak durur. Bunun şeriatta yeri yoktur. Çünkü nişan yine bu yörede artık akittir. Nişanlıların ayrılması boşanmaktan zordur. Dolayısıyla nişanlıların görüşmeleri, konuşmaları, hattâ cinsi ilişkilerde bulunmaları helaldir. Zina olmaz, günah olmaz. Ancak halvette kalmışlarsa, ilişki olmasa da duhul var olduğuna hükmedilir. Çocuk doğarsa onun olur, boşarsa mihri tam öder.
Hazreti Meryem’in burada nişanlısı olsa bile onunla da herhangi ilişkide bulunmadığını ifade ediyor.
قَالَ كَذَلِكِ (QAvLa KaÜAvLıKa) “Böyle dedi, Allah.”
Hazreti Meryem kalbinden geçirmiştir. Allah yine melekler vasıtası ile cevap vermiştir. “Bu böyle olacak” deniyor. Ama nasıl olacağını açıklamıyor. Evet, sana beşer temas etmemiştir, ama çocuğun olacaktır.
Yukarıda saydığımız ihtimallerin hepsi olabilir. Tevil edilebilir. Hazreti Meryem’i itham etmeye gerek kalmaz. Ama Hazreti İsa’nın doğumunu tarihlenmenin başlangıcı olarak insanlığın bugün kabul etmiş olması onun gerçekten mucizeli şekilde doğduğunu ifade eder. Fatih İstanbul’u aldı diye inanmasak bugün İstanbul’da Müslümanlar olmazdı. Hazreti İsa’nın mucizeli doğuşu yoktu da Hıristiyanlar niçin buna inandılar, niye canlarını verdiler, neden yeraltında kentler kurdular? Sonunda Roma onlara boyun eğdi. Cermenler Roma’yı yıkıyorlar da neden Hıristiyan oluyorlar? Neden bugün dört milyar insan Hz. Meryem’i ve Hz. İsa’yı takdis ediyor? Neden herkes onun doğum gününü bütün insanlığın yılbaşı olarak kabul ediyor?
Bütün bunlar bize Hz. Meryem’in babasız doğduğunun açık delilleridir. Tevile gerek yoktur.
اللَّهُ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ (elLaHU YaPLUQu MAv YaŞAEu) “Allah meşiet ettiğini halk eder.”
Buradan Hazreti İsa’nın halk edilmiş olduğunu ifade etmektedir.
Canlıların genetiğinde kayıtlıdır. Günü gelince yeni türler o genlerin faaliyet göstermesi ile oluşur. İlk hücredeki kodlamanın belli nesil sonra ortaya çıkması genlerle kolayca izah edilebiliyor. Ancak değişik nesilde o gün gelince hepsinde yeni tür görülmelidir. Görülmüyor. Bu da açıklanabilir. Bölünmede bu genler tek olabilir. O zaman hep bir nesilde sürüp gider. Ama o zaman da o ferde bir şey olursa nasıl korunacaktır? Bu da şöyle olmaktadır. Sperm yumurtaya girince hemen çevresini kabuk sarar ve bir başka spermin girmesini önler. Bir hücre günü gelip döllenince çevreye neşredilen bir koku ile artık diğerlerinin yeni tür oluşturması önlenir.
Bütün bunların yanında, tabiî kanunların yanında özel görevli melekler bunu yönetirler. Arılar anaç arı için birkaç büyük göze yaparlar. Burada anaç arılar için yumurta konur. Yalnız birini çıkarırlar. Arılara bunu öğreten genlere de öğretir.
Bu âyet gösteriyor ki sadece değişmez kanunlar geçerli değildir. Aynı zamanda görevlilerin özel etkileri de vardır. Yirminci yüzyılda bulunan belirsizlik ilkesi kanunların sadece makroda çalıştığını gösterir. Uzaktan baktığımızda insanların hepsi birbirine benzer ve aynı davranışları yaparlar. Oysa yaklaştığımızda her insanın ayrı bir kâinat olduğunu görürüz. Bu atomlar için de aynıdır. O farklılık her zaman farklı oluşlara sebep olabilir.
Hz. Zekeriyya (a.s.)’ın kıssasında “Allah meşiet ettiğini fi’leder.” denmiştir. Burada “halkeder” denmiştir. Fiilde halk vardır, halkta ise fiil yoktur. Sebeplere dayanarak yapılan işler, sebepsiz yapılan işler, sebepleri icat da fiildir. Geneldir. “Halk etmek” ise malzemeden elbise çıkarmadır. Projedir. Hazreti İsa’nın da kanunsuz ve kuralsız olmadığı, kurallar içinde ama baştan projelenerek yapıldığını ifade eder. Hazreti İsa kıyamete kadar takdis edilecektir. İnsanlık Doğu ve Batı medeniyetleri olarak gelişecektir. Batı medeniyetlerini Hıristiyanlar, Doğu medeniyetlerini Kur’an götürecektir. Hazreti İsa her iki taraftan takdis edilecektir.
ِاذَا قَضَى أَمْرًا (EiÜAv QaWAy EaMRan) “Bir emri kaza edince.”
“Kader” var, “kaza” vardır. Kader, projenin yapılmasıdır. Kaza ise projenin uygulanmasıdır. Kaderde zaman yoktur. Kazada zaman vardır.
“Emr” ise iş demektir. Merre, geçmek demektir. Emere, geçirmek demektir. İş gücüne iş yaptırmak demektir. Buyruk da, söze iş yaptırmak demektir. Sonunda “emr” buyruk veya iştir. “Kaza” eğilmesi, biçilmesi demektir, yani bir projenin uygulanması demektir.
Buradan anlıyoruz ki, Hazreti İsa’nın babasız doğmuş olması Allah’ın bir takdiridir ve O’nun uygulanmasıdır. Sünnetullaha uygun düzen içinde gerçekleşmiştir. Bu sebepledir ki Hazreti İsa’nın doğuşunu ilimle açıklamaya çalışmamız normaldir.
Hıristiyanlar babasız doğmayı Allah’ın başaramayacağını sanarak Allah’ı ona baba yaptılar. Oysa canlılarda eşeysiz çoğalma eşeyli çoğalmalardan fazladır. İnsandaki ilk hücre eşeylidir. Ondan sonra trilyonlara varan hücreler hep eşeysiz çoğalırlar. Allah’ın ilk hücreyi eşeysiz çoğaltamayacağını sanmak imansızlıktır.
فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ (Fa EınNaMAv YaQUvLu LaHu KuN) “Sadece ona ‘ol’ der.”
Bir elektrik tesisi yaparsınız. Birtakım makineler ve hatlar yerleştirirsiniz. Sonra ona bir anahtar yerleştirirsiniz. Bir sayı ile şifre edersiniz. ‘Beş’ dediğiniz zaman santral devreye girer ve ortalık aydınlanır.
Allah beş boyutlu uzayda her şeyi zaten halketmiştir. O sadece şifresini söylediği zaman o devreye girer. Bu âlemde yapacağı şeylerin iradesi ezelidir. Günü gelince “ol” emriyle zuhur eder.
فَيَكُونُ (Fa YaKUvNu) “Hemen olur.”
Zaten başka türlüsü söz konusu olamaz. Aksi halde o zaman Allah’ın bir başka yerden güç almasının söz konusu olması ve zaman içine girmesi gerekir. Kâinatımız beş boyutlu bir uzay içindedir. Uzayımız dört boyutlu uzayı oluşturmaktadır. Zaten yeniden bir şey var edilmemektedir. Yok da edilmemektedir. Sadece biz uzayda seyahat emekteyiz. Biz onu yaşıyoruz. Allah bizi gezdirmektedir.
Kişi direksiyonunu elbette istediği tarafa kırabilir. Ancak bizim o âlemde hareket edebilmemiz için kurallar içinde her şey oluşmaktadır. Allah için zorunlu değil, iradidir. Bir çocuk nasıl doğar, büyür, gelişir ve yaşlanır ise; insanlık da böyle doğmuştur, yaşıyor, gelişiyor ve sonunda ölecektir. İnsanlığın bin yılı bir insanın bir yılı gibidir. İnsan ömrü nasıl benzer şekilde yıllarını dolduruyor ama yaşlanıyorsa, insanlık da aynen böyledir. Bu evrim çizgisindedir.
İnsanlığın ölümünden sonra insanlardan daha üstün bir varlık bu dünyada var edilmeyecektir. Âhirette ise bu insanlar daha üstün seviyeye çıkarılacaktır. Bunun için bu dünyanın tarihi oluşturulmuştur.
Peygamberler bu evrimi yapsınlar diye var edildiler. Bize de örnek olsunlar diye anlatılıyorlar.
وَيُعَلِّمُهُ الْكِتَاب (VaYuGalLiMuHu el KiTaBa) “Ona Kitabı da öğretecektir.”
Hazreti İsa’yı müjdelediğinde dünya ve âhirette vecih olacak, mukarrabinden olacak, beşikte konuşacak, salihlerden olacak denmişti. Hazreti Meryem sözünü kesmiş ve “Nasıl oğlum olacak?” demişti.
Demek ki arada söz keserek soru sormak da caizdir. Ondan sonrasının anlaşılması için anlaşılma sorusu sorulabilir. Melekler anlatmaya devam ediyorlar.
“Ona Kitabı öğretecektir.” Burada harf-i tarifle “Kitap” gelmektedir. Bu cins isim olabilir. Ona yazmayı öğretecek demektir. Yahut bütün Ahd-i Atik’i öğretecek demek olur. Tevrat ve İncil dışındaki kitapların mahut olanları kastedilmiş olabilir. Biz nasıl Kur’an ve Sünnet diyorsak; onlar da Tevrat dışındakilere “Kitap”, Tevrat’ı da özel adıyla adlandırabilirler. Yahut “Kitap”tan maksat yasalar olabilir, imparatorluk yasaları olabilir.
وَالْحِكْمَةَ (Va el XıKMaTa) “Hikmeti de.”
“Hikmeti de öğretecektir.” Kitap, illetleri içeren bilgilerdir. Hikmet ise gelecekteki yararları içeren bilgilerdir. Kaş böyledir. Onun şu şekilde oluştuğunu bilmek kitaptır. Hikmeti ise kaş gözü yağmurdan koruyacaktır. Bu da hikmettir.
“Hekem” atın ağzına takılan gemdir. Atı onunla istediğin tarafa sevk edersin. “Hüküm” ileride yapılması gerekeni şimdiden kararlaştırmadır. “Hikmet” ileride doğacak yararlara ait bilgilerdir.
Allah Hazreti İsa’ya tarif etmiştir.
وَالتَّوْرَاةَ (Va elTaVRAvTa) “Tevrat’ı da.”
“Tevrat” kelimesinin asıl kaynağı ‘töre’ demektir. ‘Tavır’ kelimesi de buradan gelir. ‘Tûr’ kelimesi ile akrandır. Tevrat Tûr Dağı’nda nâzil olmuştur. Töre kelimesi Türkçedir. Sümerler Türk soyundandırlar. Hazreti İbrahim’in babası da Azerî’dir.
“Tevrat” kurallar kitabıdır. Adı budur. Demek ki Allah Hazreti İsa’ya delilleri ve hükümleri yani usûlü öğretmiş, sonra Tevrat’ı da öğretmiştir. Hıristiyanlığın şeriatı Tevrat şeriatıdır. Tevrat bu sayede insanlığın kitabı olmuştur. Bu sebepledir ki Yahudilerin Tevrat’ı ile Hıristiyanların Tevrat’ı arasında fark vardır. Yahudiler kendi kitaplarını başka kavimlere göstermek istemezler. Bizim elimizdeki Tevrat Hıristiyanların Tevrat’ıdır. Yahudiler bu Tevrat’ı tekzip etmiyorlar.
وَالْإِنجِيلَ (Va elEinCIyLa) “İncil’i de.”
“Tevrat” dağın tepesinden çıkan kaynak ise, “İncil” de suyun ovaya yayıldığı yerdir. “Dicle” kelimesi ile kök yakınlığı vardır. Düzlükte yayılan sulardır.
Tevrat İsrail oğullarına gelmişti. İncil bunu dünyaya yaymıştır. Hazreti İsa’ya İncil öğretilmişti.
Bu nasıl olmuştu? Melek gelmiş de mi talim etmişti? Bugün bilgisayarla program yazarsınız, belli metinleri yüklersiniz. Bunu siz oluşturursunuz. Bunu hazırlamak zaman almaktadır. Ama bir başka yerde hazırlanan disketi çok kısa zamanda şarj edersiniz.
Hazreti İsa’nın beynine hem de daha bebekken kitap, hikmet, Tevrat ve İncil şarj edilmiştir. Hazreti Meryem diğer kelimeleri biliyordu. Ama “İncil” kelimesi ile yeni kitap kastedildiğini de hem kelimenin anlamından öğrenmişti hem de melekler ona anlatmışlardır. Böylece Hazreti Meryem adeta Hazreti İsa’nın antrenörü durumundadır.
وَرَسُولًا إِلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ (Va RaSUvLan EıLAy BaNIy EıSRAvEıLa)
“Ve Beni İsrail’e bir resul olarak müjdeliyor.”
Peygamberler bir kavim içinde gelir. Tebliğini o kavim içinde yapar. Onları organize eder. Ama getirdiği kitap tüm insanlığa hidayet olur. Kur’an da böyledir. Yasin Sûresi’nde; “Seni kendilerine tebliği yapman ve kavmi uyarman için gönderdik.” deniyor. “Kavmine kendi lisanları ile açıklaman.” deniyor.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm da yalnız Araplara resul idi. Çünkü yalnız onlara uygulattı. Arabistan fethedildikten sonra vefat etti. Hazreti İsa da havarilerden sonra tevfiye edilmiştir. Havariler dağılarak artık oralarda onlar resul olmuşlardır.
Bu kural bize şunu gösteriyor ki, yöneticiler kavimlerin kendilerinden olacaktır. “Ulu’l-emri minküm./ Sizden emir sahipleri.” denmiştir. Bir yere göç eden artık onlardan olur.
“Resul” nekire olarak kullanılmıştır. Diğer resullerden biridir. İsrail oğulları içinde gelmiş olması onların Tevrat’ı bilmiş olmasından dolayıdır. Havariler Yahudi idi. Tevrat’ı ve İncil’i ancak onlar götürebilirdi. “Kelime” denmiş olmasının hikmeti budur.
أَنِّي قَدْ جِئْتُكُمْ (EanNIy QaD CıETuKuM) “ Ben size ciet ettim.”
İncil gerçi bütün insanlığa hitap edecektir. Ancak bunun kaynağı İsrail oğulları olacaktır. Çünkü Tevrat onlarda idi. İsrail oğulları Tevrat ve İncil’in yeryüzüne yayılmasına hizmet vereceklerdir. Öğretmenlikleri sürecektir. Gerçekten Havariler Yahudi idi ve dünyaya Hıristiyanlığı onlar yaydı. Daha sonra da Amerika keşfedilince denizaşırı ülkelere Hıristiyanlığın yayılmasında Yahudi sermayesinin büyük etkisi oldu. Kara Avrupası’nda demokrasiyi ve dinsizliği tervic eden Yahudi sermayesi, denizaşırı ülkelere Hıristiyanlıkla gitmiştir. Çünkü kendi dinini yayamıyordu. Bu sebeple İngilizlerde krallığı ve lordlar kamarasını bıraktı, ateizm yerine Hıristiyanlığı temel aldı. Böylece İsrail oğullarının hizmetleri günümüze kadar devam etmiştir. Avrupa’ya müsbet ilimlerini de Yahudiler taşımışlardır. Günümüzün sanayi uygarlığı onların ilmî ve iktisadî katkıları ile oluşmuştur. O sebeple “Ben size geldim.” diyor.
Bu ifadeler, Allah’ın Hz. Meryem’e “İsa böyle söyleyecek.” ifadesi şeklinde de anlaşılır. Yahut “Erselnâhu rasulen en yekulu/ Biz onu irsal edip böyle böyle desin diye” Allah’ın bize bildirisi de olabilir. Allah’ın bir şey demesi demek olduğu için her iki manâ da doğru olarak görülür.
بِآيَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ (Bı EaYaTın Min RabBıKuM) “Rabb’inizden bir âyetle geldim.”
Hazreti İsa’ya verilen mucizeler sadece bir tane olmadığı halde burada “Bir âyetle geldim” demesi, bütün mucizelerin bir bütün teşkil etmesi sebebiyledir. En büyük âyet beşikte konuşması; kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i bilmesidir.
Bu bilme Hazreti Muhammed için de bir mucize olmuştur. Arapça dilinde o zamana kadar yazılmış hiçbir kitap olmadığı halde, Kur’an’ın Tevrat ve İncil’de olanları yanlışsız bilmesi Kur’an’ın en büyük mucizelerinden biridir.
Kelimenin nekire olmasının sebebi, diğer peygamberlere verilen âyetlerden biri olduğuna işaret içindir.
أَنِّي أَخْلُقُ لَكُمْ (EanNIy EaPLuQu LaKuM) “Ben size halk ederim.”
“Ben sizin için biçimlendiririm.” denmektedir.
“Halk etmek” demek, bir kumaşı biçip ona özel şekil vermek demektir. Toprağı da yoğurup ona şekil veririm diyor. Burada “sizin için” denmektedir. Sizin için, size göstermek için, sizi inandırmak için anlamına gelir. Hazreti Musa’nın sopası ejderha olmuştur. Burada da toprak kuş olmuştur. Bunu yapmak mümkün müdür? Allah için elbette mümkündür. Üç boyutlu uzayımızın dışında dört boyutlu uzaydan buraya hemen getirilebilir.
Duvarla çevrilmiş bir kalenin içine duvardan geçmeden, kapı açılmadan bir devenin girdiğini görsek inanmayız. Bu nasıl olur? deriz. Ama bir kuş uçarak gelse gayet normal karşılarız. Deveyi göremediğimiz bir vinç kaldırıp koysa deve de girmiş olur. İşte üç boyutlu uzayda olmayan bir şeyi görmediğimiz bir güç boyutumuzun içine koyar. Bu Allah için son derece kolaydır.
Bir öğrencinin yazılı kâğıdını yanlış yazıp ondan sonra tam not alması mümkün değildir. Çünkü öğretmen o notu vermez, ama isterse öğretmen istediği notu yazabilir. İsterse 10 yazar, isterse 1 yazar, onun için değişmez. Allah da bu üç boyutlu uzayda hareketleri sebep-sonuç ilişkilerine dayandırmıştır. İsterse istediğini yapar. O’nun için zorluk yoktur.
مِنْ الطِّينِ (MiN elTOıYNı) “Tinden, topraktan.”
“Tinden, topraktan.” denmektedir. Burada “tinden” kelimesi geçmeseydi, şişirilen balonların havası ile uçması gibi bir teknikle bunu yapmıştır diyebilirdik. Topraktan yapılan bir aracı böyle bir şekilde uçurmak imkansız gibi olduğundan bunu o teknikle açıklamıyoruz. Ama “Tin” kelimesine başka manâ yükleyerek açıklanabilir. İnsan da tindan yani topraktan yaratıldığı için mesela deriden kuş biçiminde bir torba yapılır. O şişirilir, sonra da arkasından delik bırakılır. Sonra da o uçar. “Tayr olur” demek, uçar olur demektir. Bu şekilde bir manânın verilmesi ile onlara bu tekniği öğretmiş olmaktadır.
كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ (Ka HaYEatı elOaYRı)
Buradaki “tayr”dan maksat kuş olabilir. Yahut da mastar olabilir.
“Tayr” kuş sürüsüdür. Tek kuş “Tair” olarak kullanılır Burada mastar olarak manâlandırabiliriz. Yani, uçacak şekilde biçimlendiririm demektir.
“Heyet” şeklin ötesinde birbirini tamamlayan parçaların tümüdür. Her bir parçadır. Demek ki uçacak şekilde kuşun heyeti gibi denmektedir. “Tayr gibi” denmiyor, “tayrın heyeti” gibi deniyor.
“Ke hey’eti el-tairi” denseydi daha kolay anlaşılırdı. “Fe yakunu tairen” denseydi muhkem olmaya daha yaklaşırdı. İşte buradaki bu ifadeler müteşabihtir. Allah neden böyle müteşabih ifadeler kullanmıştır? Allah, böyle bir mucizeye aklı ermeyenler olursa onlara da tevil imkanı vererek rahmetini geniş tutmuştur.
Bir gerçek vardır ki, Hazreti İsa babasız doğduğu halde annesinin iffetli olduğuna çevresini inandırmıştır. Bunu gösterdiği mucizelerle başarmıştır. Bu mucizeler burada sayılmıştır. Sonuçta o mucizelere bizim de inanmamız gerekir.
فَأَنفُخُ فِيهِ (Fa EanFuPu FIyHı) “Onun içine nefh edeceğim.”
“Nefh etmek” üflemek demektir. Allah “Adem’e ruhumdan üfledim” diyor. Burada sadece soluk üflemiştir. Hattâ bir tuluma hava doldurur diğer tuluma bağlarsanız, sıkıştırırsanız, ikinci tulum içine dolar. Böylece ilkel teknikle tulumu nefesten çok daha fazlasıyla şişirebilirsiniz.
“Fîhi” zamiri müfrettir. Acaba nereye raci oluyor? Maide Sûresi’nde ise “Fîha” olarak gelmektedir. “Tayr” müennestir. “Heyet”de müfret zamiri nereye racidir? “Ka” ile gelince benzeri olur. O zaman bir isim durumuna dönüşür. “Raeytu Raculen Ke’l-mer’eti” dediğiniz zaman, buna müzekker zamir gönderebilirsiniz. Çünkü dişilikte benzememektedir. “Ke’l-hey’eti” terkib olarak müzekkerdir. Yahut da mahluk anlamında olabilir.
فَيَكُونُ طَيْرًا (Fa YaKUvNu OaYRan) “Bir tayr olur.”
“Kuş olur” veya “uçar olur” manâsı çıkar.
“Kuş olur” diyemiyoruz. “Kuşlar olur” dememiz gerekir. Oysa “Fîhi” müfrettir. Bir heyetin içine nefh etmiştir. O halde buradaki “tayr/kuş” değil de masdar olarak “uçar olur” denmiş olur.
İşte Kur’an böyle bir kitaptır. Okunduğu zaman gayet tatlı bir dili vardır. Manâsı da çok kolay anlaşılır gibidir. Ama üzerinde düşündükçe çok derin manâlar ortaya çıkar. O kadar ki, çok defa çözemez ve ‘ben anlamadım’ der, teslim olursunuz.
بِإِذْنِ اللَّهِ (Bı EıÜNı elLAHı) “Allah’ın izni ile”
“Allah’ın izni ile” dendiğinde “Allah’ın kanunları ile” denmiş olabilir. Yahut “Allah’ın özel idaresi ile” denmiş olabilir.
“Uzun” kulaktır. “Ezan” çağırmadır. “İzin” müsadeden çok duyurmadır. Yani kuralları anlatmaktır. Dolayısıyla “Bi iznillahi/ Allah’ın kanunları ile” bu işin olacağı bildirilmiş oluyor. Yani kural dışı bir şeyin olmadığını ifade etmiş olur. Evet, uçacak ama kurallar içinde uçacak, kuşun uçması gibi uçacak. Hazreti İsa’nın bunları bilmesi mucize olmaktadır.
وَأُبْرِئُ (Va EuBRıEu) “Ve ibra edeceğim.”
“Bur” parlak demektir. Tozlardan, kirlerden, paslardan ayıklamak demektir. İnsanları hastalıktan iyi etme anlamında olduğu gibi, sanıkları da suçlardan temize çıkarmak anlamına gelir. Müşriklere dört ay izin verilmiş, şirk onlar için o müddet içinde suç sayılmamıştır.
“Şifa” uzun zaman sonra iyileştirmedir. “İbra” ise hastayı birden iyileştirmedir.
Hazreti İsa’nın yaptığı tedavi ile hasta birden iyileşiyordu. Göz ameliyatları böyledir. Çekme ile bel fıtığı tedavisi böyledir. Yani, Hazreti İsa bir tabip olarak değil, bir usta olarak tedavi yapıyordu. Bir defa bir muamele yapıyor, o muamele sonrasında o hasta kendiliğinden iyileşiyordu.
الْأَكْمَهَ (eLEaKMaHa) “Ekmeh olanları.”
“Ekmeh” göz hastalıklarından biridir. Açıkça bu hastalık bilinmemektedir. Ancak belli bir hastalık olduğu açıktır. “Kem göz” tabiri buradan gelmektedir. Bize göre bu katarakt hastalığıdır. Kataraktlı gözleri iyi etmektedir. Kem göz, renkleri değişik olan göz demek olmalıdır. Şaşı göz de olabilir. Anadan doğan kör demişlerse de bu sadece yorumdur.
وَالْأَبْرَصَ (Va EaBRaSa) “Abresi, cüzzamlıları.”
“Cüzzam” bulaşıcı bir deri hastalığıdır. Bu hastalığın uzun zaman tedavisi yapılamıyordu. Bulaşıcı olduğu için de insanlar bu hastalardan hep kaçıyordu. Bugün tedavi edilmektedir. Aşısı da bulunmuştur. Hazreti İsa bu hastalığı kolayca tedavi etmiştir. Bir ot suyu ile tedavi etmiş olabilir.
وَأُحْيِ الْمَوْتَى (Va EuXYı elMeVTAy) “Ve ölüleri ihya ederim.”
“Hay” hareketli yılandır. “Meyyit” kış uykusuna yatan yılandır.
“İhya etmek” demek diriltmek anlamına gelmektedir. Harf-i tarifle gelmiştir. Belli ölüleri diriltirim anlamındadır. Bütün ölüleri yahut herhangi bir ölüyü diriltirim anlamında değildir.
Kalbin durması ile insan ölü kabul edilmektedir. Ancak bugün öldükten sonra bazı fizikî hareketlerle ölünün tekrar canlandığı görülmektedir. Hazreti İsa da böyle kalbi durmuş ama vücudu sağlam olan hastaları yeniden canlandırmıştır. Diğer taraftan birçok canlı hücreler dondurulduktan sonra uzun zaman geçse de yeniden hayata kavuşturulabilmektedir.
بِإِذْنِ اللَّهِ (Bı EzNı elLAHı) “Allah’ın izni ile.”
“Allah’ın kanunları ile” demek olduğunu daha önce açıklamıştık. Uçmak ve dirilmek yerine kullanılması ile buralarda da sünnetullahın geçerli olduğuna işaret edilmiştir. Tedavi ise normal olay olduğu için orada zikredilmemiştir. Bir şey sıralanırken genellikle kolaydan zora gidilir. Tedavi en kolay olduğu halde ortaya alınmıştır. Bunların birbirine benzer olaylar olduğuna işaret edilmiştir.
Bediüzzaman diyor ki; mucizeler insanlığın ulaşabileceği son teknolojiyi bildirir. Böylece çok önemli adımlar atılmış olmaktadır. Uçaklar yapılmıştır. Artık uçuyoruz. Hastalar tedavi ediliyor. Ölüler de yukarıda anlattığımız gibi yeniden soluk aldırılarak hayata kavuşturuluyor.
Hazreti İsa’nın bunları o zaman yapması elbette onun için çok büyük mucize olacaktır. Nitekim olmuştur ki insanlar ona inandı ve hâlâ da inanıyor.
وَأُنَبِّئُكُمْ بِمَا تَأْكُلُونَ (Va EuNa ebBıEuKuM Bi Ma TaEKuLUvNa)
“Neyi ekledeceğinizi size inba ederim.”
Hazreti İsa’nın daha önce zikredilen mucizeleri de birer bilgiden ibaretti. Ne var ki o bilgiler genel bilgilerdi. Bugün bizim de bildiğimiz bilgilerdi. Hazreti İsa özel bilgileri de biliyordu. Mesela, bir ailenin evde ne yiyeceğini biliyordu. Bu bugün için bizim bilemeyeceğimiz bir olaydır. Ama rüya ile, sezi ile biz de bazı şeyleri biliyoruz. Hazreti İsa’ya bunlar bildirilmişti.
Bunu Hazreti İsa kendiliğinden bilebilir miydi, yoksa ona melek mi bildiriyordu?
Bu konuda ilmî çalışmalar yapılmalıdır. Oysa mesela bir anket açılır, “Türk askeri Irak’a gidecek midir?” diye sorulur. “Bu hususta rüya gören yazsın.” denir. Bunların yorumu da yapılır.
Gelen rüyalar ve değerlendirmeler birleştirilerek sonuç elde edilir. Bir de genel kanaat sorulur. Kanaat rüyaya tetabuk ederse bu sorunu çözmez. Rüya ile varılan sonuç ile kanaatle varılan sonuç tehalüf eder de rüya ile varılan sonuç doğru çıkarsa o zaman rüya geçek olur.
Henüz bu sahalarda ilmî çalışmalar yapılmamıştır.
وَمَا تَدَّخِرُونَ فِي بُيُوتِكُمْ (Va MAv TadDaPıRUvNa FIy BuYuTıKuM)
“Beytlerinizde iddihare ettiklerinizi de haber veririm.”
“Beyt” mesken olsun olmasın kapalı yerler demektir. Ambar manâsına da gelir.
Ambarlarınızda depoladıklarınızı da bilirim demiştir. Yani, senin ambarında şunlar vardır.
İşte bunlar mucizedir. Melek haber verecektir. Allah bildirecektir. İnsanların çağlar boyu gelişen bilgilerini onlara kim öğretti? Biz nasıl meçhul olanları bilebiliyoruz? Aklımıza onlar nasıl gelebiliyor? Bugün insanlık atom bombasını nasıl keşfetti? Zaten her gün aklımıza bir şey geliyor, deniyoruz ve onu biliyoruz.
Burada “Neleri ambarınıza koyacağınızı haber veririm” diyerek gelecekte elde edeceklerini haber vermektedir. Bu da mucize olmuştur. Demek ki Hazreti İsa’ya iki şekilde mucize verilmiştir. Biri yapma şeklinde mucizedir. Diğeri de bilme şeklinde mucizedir. Kur’an da bilme ve yapı şeklinde mucizeye sahiptir.
İnsanlık tarihi bu kitaplarla bilinmektedir. Bunları inkâr etmek demek tarihi inkâr olur.
إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لَكُمْ (EınNa FIy ÜAvLıKa La EaYaTun LaKuM)
“Bunda sizin için bir âyet vardır.”
Yine burada “Sizin için bunlarda âyetler vardır” denmemiştir; “Bir âyet vardır” denmiştir. Yapılanlar ayrı ayrı mucize değildir. Tümünün bir arada olması mucizedir. Bunlardan her biri ayrı ayrı her zaman olabilir, ama bunların hepsi bir arada olamaz. Bir parayı attığınız zaman yazı veya tura gelir. Bu mucize değildir. Ama on defa parayı attığınızda onu da tura gelirse, başkası attığında böyle olmazsa bu mucize olur.
İşte burada bize yine içtihatta çok önemli bir metodu öğretmiş olmaktadır. Değişik ihtimaller bir araya gelince muhtemel olan bunların çarpımıdır. Hazreti İsa’nın babasız doğması bize mucize olmayabilir, ama onun peygamber olarak kabulü ve insanlığın onun doğuşunu mucize olarak kutlaması, Kur’an’ın da bunları haber vermesi bir mucizedir. Kur’an nâzil olduğu zaman iki dev güç vardı: Pers ve Bizans. Persler galip durumda idi.
Kur’an Perslerin mağlup olacaklarını, Bizanslıların ise galip geleceklerini bildirmiştir.
1500 yıldır Hıristiyanlar galiptir. Persler ise tarihten silinip gitmişlerdir.
Demek ki “âyet” kelimesinin müfret gelmesi de bize delillerin değerlendirilmesinde büyük bir yol gösterme durumundadır. Tümevarım metodu sıhhatli sonuçların teyididir.
إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنينَ (EEiN KunTuM MUEMıNIyNa)
“Eğer mü’min iseniz bunda âyet vardır.”
İnanmak başka şeydir, bilmek başka bir şeydir. İnanmak bir hedefi tayin eder. Mesela, bir kimse Ankara’ya gitmek ister. Gideceğine de emindir. Bu ‘iman’dır. Nasıl gideceğini öğrenmek ‘âyet’tir. O bilgilere dayanarak gitme ise ‘amel’dir. Hazreti Musa İsrail oğullarına; inanmak isterseniz bunda inanmanız için yeter deliller vardır, ama inanmak istemezseniz, o zaman onlar size delil olamaz demiştir.
Hazreti Meryem’in bakire olarak Hazreti İsa’yı doğurduğuna delil arayanlar bu olaylarda elbette delil bulabilirler. Ama hayır, biz inanmak istemiyoruz derlerse, bunlar onlara delil olmaz.
Burası yani bu nokta çok önemlidir. Biz, Allah ve âhiret varsa, delilleri bulalım ve inanalım dersek deliller peş peşe gelir. Hayır, ben Allah’a inanmak istemiyorum, olmasını da istemiyorum. Öldükten sonra dirilmek istesem de buna inanmak istemiyorum! O zaman elbette ona delil bulunamaz.
Kur’an muttakilere yol göstericidir. Tevrat ve İncil de böyledir. Yolu sen seçiyorsun. Sonra Allah seni o yola götürecektir. Sen doğru yola gitmek istemiyorsan o seni zorla götürmez. Dinde zorlama yoktur. Hiçbir mü’min başka birini dine zorlamaz. Dinin içinde de zorlama yapmaz.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 232. SEMİNER Yorum-62 İstanbul, 24 Ekim 2003
ÜSKÜDAR PROGRAMI
Bir Âyet:
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَمَا أَصَابَكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ فَبِإِذْنِ اللَّهِ
“Buluşma günü size isabet eden Allah’ın izni iledir.” [Âl-i İmrân(3);166]
Her şey Allah’ın bilgisinde ve müsaadesinde olmaktadır. Biz sadece imtihandayız.
Tarihte neler olmuşsa hep Allah’ın izniyle olmuştur.
Adil Düzen ve Yorum:
TÜRKLEŞMEK, İSLÂMLAŞMAK, MUASIRLAŞMAK
Bugünkü Türkiye 1918’deki Sevr öncesi Türkiye’dir. Bu sebepledir ki o günü anlatan bir düşünce ürünü olan Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak” kitabını paragraf paragraf inceleyip “Adil Düzene Göre” değerlendirdik. Size şimdi kısaca onu tanıtacağız.
1- Osmanlı Macerası İstanbul’un Fethi ile başlar. Batı Osmanlılardan astronomiyi, coğrafyayı, pusulayı, barutu, kâğıdı ve saati öğrendi. Doğu’dan ümidini kesince batıya yöneldi. Amerika’yı keşfetti.
2- Avrupa Amerika’yı keşfettikten sonra, Amerika’nın altınlarına ve bakir topraklarına kavuştu. Merkez ülke hâline geldi. Müsbet ilme inandı. Böylece uygarlaşmaya başladı.
3- İslâmiyet’i Batı’ya Yahudiler taşıdılar. Ticarette onlar mahir oldukları için piyasayı ele geçirdiler. İlmi benimsediler. Sermayelerini ilme yatırdılar. İlimle makineleri keşfettiler.
4- Dünyadan ham maddeyi aldılar, sanayileşmeye başlayan Avrupa’ya işlettiler ve dünyaya sattılar. Birtakım siyasi entrikalarla en üst seviyeye çıktılar.
5- Önce krallığı destekleyerek papalığı parçaladılar. Derebeylikleri ortadan kaldırdılar. Sonra demokrasiyi icat ederek krallıkları ortadan kaldırdılar. Sonra sosyalizmi ortaya koyarak imparatorlukları yıktılar.
6- 1897’de Bazel’de yaptıkları ilk Siyonizm kongresinde şu kararları aldılar:
a) Artık arz-ı mev’udda İsrail devletini kurma zamanı gelmiştir. Bir asır içinde İsrail imparatorluğunu kuralım.
b) Hıristiyan-İslâm çatışması yerine sosyalizm-kapitalizm çatışmasını getirelim. İslâmiyet tamamen ortadan kalksın.
c) İmparatorlukları yıkalım. Bunun için Birinci Cihan Savaşı çıkaralım.
d) Yirminci asrın ortasında İkinci Cihan Savaşı çıkaralım ve İsrail devletini kuralım.
e) Asrın sonunda Üçüncü Cihan Savaşı ile İsrail imparatorluğunu kuralım.
İşte Ziya Gökalp’in kaleme aldığı bu risale Birinci Cihan Savaşı içinde veya sonunda yazılmıştır. 1918 yılında basılmıştır. Sevr dayatması o zaman olmuştur. Kitabın adı “Türkleşme, İslâmlaşma ve Muasırlaşma”dır. Ziya Gökalp o zaman dört cereyanın olduğundan bahsetmektedir; Türkleşmek, Muasırlaşmak, İslâmlaşmak ve Osmanlılaşmak.
Osmanlı İmparatorluğu’nda fikir cereyanları yokken Osmanlılar yaşıyordu. Türkler İslâmiyet’i benimsemişti. Dinleri ile sorunları yoktu. Devlet Osmanlı Hanedanlığı tarafından oluşturulmuştu. Hanedanlığı Türkler oluşturmuştu. Hıristiyanlar askere alınmıyor, çok az vergi vermeleri ile yetiniliyordu. Adil bir yönetim vardı, dinlerinde tamamen serbest idiler. Bizans döneminden daha huzurlu olarak yaşadılar.
Sermaye Osmanlıyı yıkma kararında idi. Bunun için değişik fikir cereyanları doğurdu. Böylece imparatorluğu yıkabilecekti.
a) Osmanlıcılık: Ülkede değişik din ve uluslar vardı. Bunları bir arada tutacak bir fikre ve ideolojiye ihtiyaç vardı. O da Osmanlıcılık olacaktı. Böylece Türkler ve Müslümanlar Osmanlılardan uzaklaşacaktı. Bu slogan Hıristiyanları da bağlamayacaktı. Sonunda Osmanlı kolayca yıkılabilecekti. Birçok Osmanlı aydını bu görüşü bir asırdan fazla savundu.
b) Asrîlik: Osmanlı Devleti yıkılıyor. Onun yaşaması mümkün değil. Çünkü teknolojide çok geri bulunuyoruz. En iyisi biz de diğer dünya ülkeleri gibi Avrupalıların müstemlekesi olalım. Varlığımızı öyle sürdürebiliriz. Adı “müstemleke” değil de “muasırlaşma” olsun. Peki, kimin müstemlekesi olalım? İşte tartışma burada çıkıyor. Rusların, İngilizlerin, Fransızların, Almanların, Amerikalıların. İşte buna cevap verilemiyordu. Verilmek de istenmiyordu. Çünkü Osmanlı parçalandığı zaman bu ülkelere bölüştürülecekti. Nitekim sonra parçalandı ve bölüşüldü. Sevr ile Türkiye de bölüşüldü.
c) İslâmcılık: Osmanlılar zaten Müslümandı. Bir daha İslâmcılığa ne gerek vardı. İslâmcılık demek Hıristiyanları dışlamak demekti. Diğer İslâm ülkeleri ile birleşerek Hıristiyanları tepelemek. Bu sayede ülkede Hıristiyan topluluklar Osmanlılara karşı çıkartılacaktı.
d) Türkçülük: Türkiye zaten Türktü. Buna ne gerek vardı. Bu sayede Osmanlılar arasında yaşayan diğer İslâm kavimleri ayağa kaldırılacaktı. Böylece dört ideoloji ile güya Osmanlılar kurtarılacaktı; ama asıl hedef tam tersine Osmanlıları yıkmak ve Türk halkını imha etmek idi.
Ziya Gökalp Türkleşmek için bunu çok açık olarak anlatmaktadır. Bu kitapçığında bu akımların lehimizde kullanılması formüllerini üretmektedir. Böylece sonraki gelişmelerle yaklaşık olarak dediği olmuştur.
Önce dil birliğine şiddetle önem vermektedir. Dil birliği sağlandığı taktirde diğer birlikler kolayca sağlanır demektedir. Bugün bu bize basit görünürse de gerçekten çok önemli bulunmaktadır.
Ben 1950’lerde İstanbul’a geldim. Tramvayda, trende, gemide Türkçeden çok Rumca ve Ermenice konuşulurdu. Müslümanlar da kendi dillerini konuşuyordu. Demek ki 1900’larda Türkçe konuşan bile yoktu. O zaman İstanbul’un nüfusu 1 milyondu. Bu nüfusun 500 bini bile Türkçe konuşmuyordu. Şimdi sayıları yarıya düştü. Nüfus İstanbul’da 12 milyon oldu. Böylece dil sorunu çözülüyordu. Türkçe gazeteler hemen hemen basılmıyordu veya okunmuyordu demektir. Gökalp’in bu önerisi Cumhuriyet döneminde ciddiye alınarak çözülmüştür. Bugün Türkçe bilmeyen vatandaş eser halinde kalmıştır.
Bu öneriden sonra Gökalp bu dört cereyanın birbirleriyle çelişmediği sanayide uygarlaşalım, milliyette Türkleşelim, dinde İslâmlaşalım, böylece güçlü devlet oluruz ve Osmanlı Devleti’ni de yaşatabiliriz. Araplarla Türklerin ortak hükümeti olsun diyordu.
Bugün de aynı cereyan vardır. Yine Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni dört ide ile yıkmak istiyorlar.
Osmanlıcılığın yerini “Atatürkçülük” almıştır. İslâmcılığın yerini “lâiklik”, Türkçülüğün yerini “insan hakları” içinde “Kürtçülük”, muasırlaşmanın yerini “Avrupa Birliği” almıştır. Bir farkı var. O zaman beş patron vardı. Şimdi iki patron vardır. O zaman da “dış borçlar” söz konusu idi.
O zaman Siyonizmin planı Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak, Almanların da yenilmesi idi.
Osmanlı İmparatorluğu’nu Almanya’nın yanında savaşa soktular ki yenilen tarafı olsun ve parçalansın.
İkinci Cihan Savaşı’na sokmadılar ki sonra kendilerine kalsın.
Bugün de Amerikalıların yanına sokuyorlar ki onu sonunda mağlup ettirecekler. Kendi imparatorluklarını kurtarıcı olarak kuracaklar. Türkiye de onun yanında olsun ki parçalayabilsinler.
Biz ise bu dört ilkeyi şöyle ifade ediyoruz:
1- Sanayileşme,
2- Uluslaşma,
3- Lâikleşme,
4- Adil Düzen kurma.
Gelecek hafta bunları anlatacağız.
Bir Çözüm Önerisi:
“ADİL DÜZEN” DERGİSİ ÇIKARKEN
Basın bir topluluğun duyu organlarıdır. Gözüdür, kulağıdır, burnudur, dilidir ve derisidir. Vücudun içinde ve dışında cereyan eden olayları basın ve yayın aracılığı ile öğreniyoruz. Eğer bir ülkede millî basın yoksa o topluluk kör, sağır ve dilsizdir. Ancak başkalarının güdümünde ve yardımında yaşayabilir. Eğer bir basın bir yerden sübvanse ediliyorsa o senin basının değildir, onu sübvanse edenin basınıdır, gözüdür, kulağıdır. Kendi basınını kendin finanse etmelisin. Bunu başaramazsan yaşama şansın yoktur.
Kendi basınımızı oluşturabilmemiz için halkımızın ona gücü yetmektedir. Halkın kaldıramayacağı yükü onlara yüklemeye çalışmak hayal olur. Türkiye’de bunu bir türlü yapamamışız ki millî basınımız yoktur. Hep okuyucuların dışında desteklenen basın ile karşı karşıyayız. Onlar da ister istemez bizi değil onları anlatıyorlar.
Bunun için şu tedbirleri alıyoruz.
a) “Gazete” değil “dergi” çıkarıyoruz. Gazete pahalıdır. Günlük olarak halkımıza ulaşamamaktadır. Ayrıca israftır. Saklanamamaktadır. Oysa dergi haftada bir gün alınacaktır. Dağıtımı daha kolaydır. Saklanabileceğinden ondan her zaman yararlanma imkanı olacaktır. Kişi 70 yaşına geldiği zaman 60 ciltlik dergisi olacaktır. Kendi geçmişini orada bulacaktır. Notlar koyacak, o notlar ona geçmişini yaşatacaktır. Öldüğünde çocukları kâğıt fabrikalarına verebilirler.
b) Dergi kapaksız olacak ve en ucuz bir şekilde basılacaktır. Böylece halkımızın satın alma gücünü etkilemeyecektir. 5000 tanesi 500 dolara basılacaktır. 0,1 dolar maliyeti olacaktır. Biz bunu dört misli değerle satacağız. 0,4 dolar yani 600 000 liraya satılmış olacaktır. Ayda iki milyon beşyüz bin TL dergi gideri olacaktır. Asgari ücret alanın bütçesine bile sadece %1’lik bir etkide bulunacaktır.
c) Derginin bir ideolojisi olmayacaktır. Dergi bir mağaza gibi olacaktır. Fikirlerini satmak isteyenler buraya getirip koyacaklardır. Fikirleri almak isteyenler bu dergiden alacaklardır. Mağaza sahibi nasıl kendisi mal üretmez ve tüketmezse, dergi sahipleri de kendileri yazılar üretmezler, fikirler üretmezler, sansür etmezler. Bunun için 32 sahifelik dergimizi 16 sorumlu yazara tahsis edeceğiz. O istediğini yazacaktır. Sorumlu da o olacaktır. Onun yazılarını kimse sansür edemeyecektir. Bu 16 kişi değişik görüşlere sahip olacağından dergiye değişik görüşler girmiş olacaktır. Sahife sorumlukları istedikleri kimselerin yazısını sahifelerine koyabilirler. Dergiye yazı göndermek isteyenler yazı işleri müdürlüğüne değil, sayfa sorumlularına göndereceklerdir. Bir sorumluyu ikna ederlerse yazıları dergiye girmiş olur. İkna edemezlerse o zaman bu dergiye onların yazısı girmemiş olur.
d) Dergimiz demokratik olarak faaliyet gösterecektir. Dergi satılmayacak, sadece ortaklarına gönderilecektir. Ortaklar dergiye maliyet bedelini ödemiş olacaklardır. Dergi bedelinin dörtte biri yazarlara verilecektir. Dörtte biri matbaa masrafı olacaktır. Dörtte biri dağıtımcıya verilecektir. Dörtte biri abone işerini takip eden büroların giderleri olacaktır. Okuyucu ortaklar her yıl başında yazarları sıralayacaklardır. Böylece her sahife sorumlusu yazarlar arasında sıra ve derece alacaktır. Sahife büyüklükleri ona göre daralacak veya genişleyecektir. Okuyucusu bir sayfanın dörtte birini de alamayacak şekilde düşerse onun yazılarına son verilecektir.
e) Okuyucular tarafından tutulmamış olsa bile kıymetli yazarlara dergide yer verebilmek için dergide beşte bir kadar yer ayrılacaktır. Yazarlar burada yazı yazacakları aday gösterecek, sıralama usûlü ile bunlara sahife verilecektir. Bir yazar başkalarına yazdırdığı için derecesi artabilir. Aboneler sıralama yaparken dergide yazı yazmayanların da isimlerini koyabilirler. Böylece bir kimse bir sahifeyi alacak kadar sıra almış ise ona sahife tahsis edilir. Bundan sonra artık o da diğer yazarlar gibi olmuş olur.
f) Yazarlara gönderilen yazılar basılsın basılmasın sahife sorumluları okur da uygun bulurlarsa derginin internet sahifesinde yayınlanacaktır. Ayrıca bunlar sınıflandırılarak disket veya CD’ye alınacaktır. Dergiye ek olarak da verilebilecektir. Ücreti ayrıca istenebilir. Disketi iade etmek şartıyla güncelleşmiş disketler kendilerine karşılıksız verilecektir.
İstanbul 20 bölüme ayrılacak. Her bölüm 10’ar merkeze ayrılacaktır. Her merkeze Anadolu’daki ilçe merkezlerinin adı verilecektir. Başına bir “is” konacaktır. İsborçka, İsçınarcık gibi adlar verilecektir. Buralarda derginin birer temsilciliği açılacaktır. Bu temsilciliği kendi işyerinden yürütebilecektir. Abone kaydedecek ve paralarını toplayacaktır. Bedelin dörtte biri bu merkezin olacaktır. Bu dörtte birinin beşte birini bağlı bulunduğu bölüme verecektir. Derginin merkezi Yenibosna’da olacaktır. Her bölümün gelirinin beşte biri de merkezin olacaktır.
Anlaşmalar yapılarak dergileri abonelere ulaştıracak bir dağıtım merkezi kurulacaktır. Çevreler onar bucaklara ayrılacaktır. Bucakta temsilcimiz olacaktır. Dağıtıcı dergileri temsilcilere bırakacak, ortak aboneler buralara gelip dergilerini alacaklardır. Buralarda haftada bir buluşma imkânına sahip olacaklardır. Dergi bedelinin dörtte biri de bunlara bölüştürülecektir.
Türkiye’de en çok zorluk vergilendirmede çekilmektedir. Karmakarışık mevzuatı sebebiyle vergi doğru dürüst ödenememektedir. Birtakım cezalara çarpılmaktadır. Bu bakımdan vergilendirme hususunu da burada belirtmemizde yarar vardır.
Derginin işletmesinde basanlar, aldıkları miktarın faturasını keserler. Abone kadar basılacağı için bir sorun olmayacaktır. Nakliyeciler faturalarını Kooperatife keserler. Burada da bir sorun olmayacaktır. Sorun gerek abone etme amacıyla çalışan, gerekse dağıtıcı durumunda olan kimselere çalışırken aldıkları karşılığı nasıl vergilendirecekleri sorunudur.
Kişilere verilen miktarlar aşağıdaki şekilde vergilendirilir.
Kendileri vergi mükellefi iseler kooperatife işçilik faturasını keserler.
Kendileri vergi mükellefi değil iseler, bir yerde sigortalı iseler ek gelir beyannamesi ile vergilerini öderler.
Sigortalı da değilseler, asgari ücretle sigortalanırlar. Ücretleri kaç güne tekabül ederse o kadar gün gösterilirler. Daha fazla olunca da ek gelir olarak işçilikten sigortalanırlar.
Kooperatif içinde muhasebe teminatlı olarak tutulacaktır. Eğer bir hata olur da ceza gelirse kooperatif dayanışması içinde ödenecektir.
Böyle bir dergiye sahip olan ortaklarımız zamanla diğer bütün gereksinmelerini gidereceklerdir. İhtiyaçlarını bu dergiye bildireceklerdir. Ortaklardan bu ihtiyaçları karşılayanlar da bu dergi aracılığı ile bildirecekler. Böylece gereksinimleri karşılanacaktır. İşte bu sebepledir ki bu dergi tüketim kooperatifimizin dergisi olmaktadır.
Değişik görüşlerin yazıldığı dergi okuyucular arasında birlik sağlar. Birbirlerinin fikirlerini öğrenir, tartışır, zamanla zevk almaya başlarlar. Maç seyreder gibi okuyucular oradaki fikirleri seyrederler. Her iki tarafın da görüşleri gelişir.
Bugün olduğu gibi herkes kendi gazetesini okursa, kendi televizyonunu seyrederse, halk karşı tarafın görüşlerine düşman oluyor, karşı tarafları bertaraf etmek istiyor. İşte bu durum sonunda ülkeyi böler ve iç savaşlara sebep olur. Oysa değişik görüşleri içeren dergiyi alanlar, kendi görüşlerini destekleyen yazarlar bulacakları gibi karşı yazarları da okurlar. Böylece uygar insan olurlar. Bağnazlıktan kurtulurlar.
Dünyayı sömürmek isteyenler böyle bir barış ortamından asla hoşlanmaz, böyle bir dergiden son derece rahatsız olurlar. Çeşitli saldırılara maruz kalabiliriz. Ama biz suç işlemekten korkmalıyız; yoksa haksız saldırılardan, hattâ cezalardan korkarsak hayat hakkımız olmaz. Mustafa Kemal’in dediği gibi;
“Hayat mücadeleden ibarettir. Mücadeleyi kazananların yaşama hakkı vardır.”
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
Konferans Çalışma ve Hazırlıkları:
“ADİL DÜZEN”
DENGE DÜZENİDİR
İNSANLIĞIN DÜZENİDİR
f) “Adil Düzen” Askerî Yönetim ile Sivil Yönetim arasında denge kurar.
(Seçilmiş asker kökenli cumhurbaşkanının başkanlığında Kuvvetler Dengesi = Liberallik.)
g) “Adil Düzen” Yerinden Yönetim ile Merkezî Yönetim arasında denge kurar.
(Onlu örgütlenmede Atlamalı Sistem = Demokratik.)
h) “Adil Düzen” Kişi Hürriyetleri ile Topluluk Düzeni arasında denge kurar.
(Yönetimde ve kamu hizmetlerinde Çoklu Sistem = Lâiklik.)
i) “Adil Düzen” Kamu Hizmetleri ile Halkın Teşebbüsleri arasında denge kurar. (Kamu, Faizsiz Kredi karşılığı vergi ile Karşılıksız Hizmet verir = Sosyallik.)
j) “Adil Düzen” Yargıyı bağımsız, yansız, etkin ve saygın kılar.
(Bağımsız Soruşturma, Bilirkişilik, Hakemlik ve Hukuki Savunma Kurumları ile = Hukuk Devleti.)
“ADİL DÜZEN” DENGE DÜZENİDİR
A) “Adil Düzen” Askerî Yönetim ile Sivil Yönetim arasında denge kurar.
(Seçilmiş asker kökenli cumhurbaşkanının başkanlığında Kuvvetler Dengesi = LİBERALLİK.)
Askerî yönetim ile sivil yönetim birbirinden çok farklıdır. Bir devletin yapısında her iki yönetime ihtiyaç vardır. Devlet askerî yönetimle kurulur ve korunur, hukuk yönetimi ile yaşar ve gelişir. Ordusu olmayan devlet olamayacağı gibi; hukuk düzeni olmayan devlet de yaşayamaz ve gelişemez. Ordu hukuk düzeninin tesisi için vardır ve bunun için savaşır. Ancak savaş hukuk düzeni içinde kazanılmaz. Ordunun eşkıyadan farkı, ordunun hukuk düzeni için varolmasıdır. Eşkıyada da düzen olabilir ama o düzen eşkıyanın varlığı için vardır.
Askerî düzende kuvvetli kim ise haklı odur. Hukuk, kuvvetlinin kuvvetini tesbit ve teyit etmek içindir. Hukuk düzeninde ise haklı kim ise kuvvetli odur. Devlet haklıyı kuvvetli kılmak için vardır. Zayıf olanlar birleşir ve dayanışma içinde güçlenirler, böylece haklıyı kuvvetli kılarlar.
Buna “devlet” diyoruz. Zayıfları ezmek için birleşirlerse buna da “eşkıya” diyoruz.
Askerî yönetimde merkezî idare vardır. Emir komuta zinciri içinde herkes birlikte hareket eder. Kuvvet böyle oluşur. Askerlikte de talimatlar vardır ama bunlar emirden sonradır. Yani, emir olmadığı veya birisi emretmediği zaman uyulması gereken kurallardır. Polis yoksa trafik lambasına göre geçersin, ama polis varsa lambaya değil polise uyarsın. Hukuk düzeninde ise iş tam tersinedir. Herkes kendisi dilediği gibi hareket eder, kimse kimseye engel olmaz, fiil işlendikten sonra mağdur olanlar yargıya giderler. Yargı kişinin kurallara uyup uymadığını tesbit eder, ona göre hükmünü vererek mağduriyeti giderir.
Burada resmî görevli emretse de, eğer o kurallara aykırı ise halk onun emir ve komutasına uymaz. Görevli ile halk arasında ayırım yoktur. Kimin haklı olduğunu mahkeme ortaya çıkarır. Görevli haklı ise onun talimatına uymayan kişi cezalanır, kişi haklı ise kişi beraat eder. Görevli kanuna aykırı emir verse, bu yazılı da olsa ve kişi ona uysa yine kişi suçlu olur. Görevlinin emri onu kurtaramaz.
Sivil yönetimde yerinden yönetim vardır. Merkez yardımcıdır, hakim değildir. Hakim olan yargıdır, üst değildir. Askerlikte ise üst hakimdir. Yargı üstün koludur. Onun denetçisidir.
Askerî düzende sorumluluk sonuçlardandır. Verilen emri yerine getir de hangi yöntemi uygularsan uygula, sen başarılısın. Kurallara uyup uymadığın önemli değildir. Kamyona lastik bul da; ister soy, ister çal, ister satın al, değişmez. Ama görevi yerine getiremedin mi, istediğin kadar haklı ol, sen suçlusun.
Asker Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yaşatmak zorundadır. Anayasaya uysa da uymasa da, devlet yıkılınca ordu suçludur. Ama devleti koruyorsa, anayasaya aykırı olsa da haklıdır. 1960, 1971, 1980 ve 1997 müdahaleleri bunun için meşrudur. Devlet yıkılacağına anayasa çiğnensin. Bu yetki sadece ordu için vardır.
Hukuk düzeninde iş tamamen bunun aksidir. Kişiler davranışlardan sorumludurlar. Kurallara uysunlar da sonuç ne olursa olsun. Kimse kendisinin kusuru olmayan konularda sorumlu tutulamaz. Herkes yargının karşısına çıkar ve kurallara göre hareket ettiğini beyan eder. Beraat eder. Kuralların dışına çıktığını iddia eden ispatlamak zorundadır. Sonunda yargının takdiri ile kişi mahkum olur veya beraat eder. Sonuç ne olursa olsun değişmez.
Nihayet, askerî düzende sorumluluk ortaktır. Bir er hata işlerse tüm birlik sorumludur. Başarı da bütün birliğindir. Komutan kişiyi cezalandırır veya mükâfatlandırır. Dışarıdan başka bir kimse birliğin içine müdahale edemez. Ordu bir bütündür. Bütün sorumluluk Genel Kurmay Başkanı’na aittir. O sebepledir ki asker bir suç işlerse askeri mahkemede muhakeme edilir. Mahkemenin başkanı hakim değil muharip subaydır. Suçluyu beraat ettirirse kimse karışamaz. Ancak üst karışabilir. Tek sorumlu Genel Kurmay Başkanı’dır.
Oysa hukuk düzeninde sorumluluk şahsidir. Kimse başkasının fiilinden dolayı suçlanamaz. Annesi veya babası da olsa başkası sorumlu değildir. Ortak suç yoktur. Herkes kendi yaptığından sorumludur. Bu sebepledir ki parti kapatmak, kapatılan partinin milletvekillerinden ifade almadan milletvekilliklerini düşürmek hukuk düzenine aykırıdır. Yasal değildir.
Sonuç olarak askerî düzende kuvvetli kim ise haklı oldur. Emir komuta esastır. Sonuçtan birlikte sorumluluk vardır. Hukuk düzeninde ise haklı kim ise kuvvetli odur. Kurallar hakimdir. Kişiler davranışlarından ve herkes kendi yaptığından sorumludur.
Devlet askerî düzenle kurulur ve korunur, hukuk düzeni ile yaşar ve gelişir.
Askerî düzen hukuk düzenini korumak için vardır.
Bunun için bütün düzenlerde düzenleme yapılmıştır:
a) Askerî mıntıkalar ayrılmıştır, oralarda askerî düzen geçerlidir. Ülkenin diğer yererlinde hukuk düzeni geçerlidir.
b) Askerlere askerî düzen uygulanır, sivil halka ise hukuk düzeni uygulanır.
c) Sıkıyönetim, seferberlik, savaş ve âfetlerde askerî düzen geçerlidir.
d) Trafik gibi bazı sahalarda askerî düzen geçerlidir.
“ADİL DÜZEN” DENGEYİ NASIL GERÇEKLEŞTİRİR?
Bütün bunlar mevzuat olarak hep kanunlarda ve anayasalarda yer almakla beraber, uygulamada askerler sivillerin işine siviller de askerlerin işine karışmaktadırlar.
İşte “Adil Düzen” bu karışıklığı, bu belirsizliği ortadan kaldırmak için bazı tedbirler almıştır. Yukarıda alınan tedbirleri teyiden almıştır. Böylece askerlerle siviller arasında denge kurmuştur.
a) Ülke bölgelere ayrılır. Her bölgenin merkezine bir ordu yerleştirilir. Bu ordu orayı dış saldırılara karşı korur. Merkez ilde askerî yönetim uygulanır. Çevre iller ise tamamen bağımsız olup ordu oraya oranın seçilmiş valisinin izni olmadan giremez. Bölgede yerleştirilen ordunun askerleri o bölgenin dışındaki bölgelerden oluşturulur. Böylece ülkenin bölünme tehlikesi de ortadan kalkar.
b) Halk isterse askere gider, isterse bedel verir. Ama askere gitmeyi kabul edenler artık savaşmaktan kaçınamazlar. Bunlar kıtalarına katıldıklarında askerî yönetimle yönetilirler. Evlerine döndüklerinde hukuk düzeni içinde yaşarlar. Herkes kendi ordusunu kendisi seçer, hattâ barışta değiştirebilir. Ama ordu içinde askerî kurallara uymak zorundadır.
c) Orgeneralliğe terfi edebilmek için korgeneralliğe kadar yükselmiş olmak ve meclisçe seçilmiş olmak gerekir. Böylece ordunun Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bağlılığı sağlanır. Cumhurbaşkanını Meclis orgenerallerden seçer. Devlet başkanı asker olur. Bu demokratiktir. Çünkü orgeneralliğe terfi meclisçe yapılmıştır. Herkes asker olup orgeneral olabilmektedir. Nasıl bugün yüksek tahsil şart ise aynı şekilde orgenerallik şartı da getirilebilir. Kaldı ki, krallıklarla idare edilen ülkeler de demokratik olduklarını iddia ediyorlar. Cumhurbaşkanı asker olmak zorundadır. Çünkü askerlerde merkezî yönetim vardır. Devlet başkanı başkomutan olmak zorundadır. Bugün de bu böyledir. Bilmeyen bilene komuta edemez. Oysa sivil yönetimde yerinden yönetim olduğu için başbakandan sonrasına karışamayacağı için devlet başkanının sivil olmamasında bir mahzur yoktur.
d) Nihayet ordunun bütçesi bağımsız hâle getirilmiştir. Ülke bütçesinin beşte biri ordunundur. Gümrük gelirleri ordunundur, askeri bedeller ordunundur ve ordu kendi ihtiyaçları için kendilerine tahsis edilen yerlerde üretim yapar. Askerleri çalıştırarak gelir temin eder. Sivil işçi istihdam edemez.
Ordu ile siviller arasındaki dengeyi asker cumhurbaşkanı ile yargı sağlayacaktır. “Adil Düzen” bunları önermektedir. “Adil Düzen” asker ile sivil yönetim arasında denge kurulmalıdır, diyor. Bu ortak hükümdür. Buna itiraz edenlerle yaşamayı bile istemez. Adil Düzenciler isyan etmez ama ülkeyi bırakır giderler. Ama Adil Düzenciler bu dengenin nasıl kurulacağında ısrar etmezler. Öneri getirir, partiler önerilerini ortaya koyarlar. Uzlaşarak veya hakemlere giderek ortak yol bulunur, o uygulanır. Başarılamazsa yeni öneriler denenir.
Anlattıklarımızda anlaşılmayan bir şey var mı?
O halde neden karşı çıkıyorsunuz?!.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92