ADİL DÜZEN 237
““ADİL DÜZEN” BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.”Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 12-13 Aralık 2003 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 237. SEMİNER (CUMA-CUMARTESİ) İstanbul, 12-13 Aralık 2003
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi CD. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİBOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XVIII
TAM BİR YIL ÖNCE; 16 Kasım 2002, “185. SEMİNER”DE DEDİK Kİ!
I. TESBİT Bugün kuvveti üstün tutan Avrupa Medeniyeti zirvededir, çökmeye başlamıştır; ancak 500 yıl daha yaşayacaktır. Hakkı üstün tutan medeniyet yeniden doğmaya başladı. Bu “V. İslâm veya II. Kur’an Medeniyeti” olacaktır. “III. Bin Yıl Medeniyeti” başlamıştır.
II. TESBİT Bütün medeniyetler iki medeniyetin sentez edilmesi ile doğmuştur. “III. Bin Yıl Medeniyeti” de “IV. İslâm Medeniyeti” ile “Avrupa Medeniyeti”nin terkibi ile oluşacaktır. Bugün bu sentezi ve terkibi yapmaya aday tek ülke “Türkiye”dir…
IV. TESBİT 21. yüzyılda yapılacak iş; “Hakkı üstün tutan Adil Düzene göre” Türkiye olarak “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı,
V. İslâm veya II. Kur’an Uygarlığı olarak kurup geliştirmektir. Bu neslin görevi deneyimlerini yeni nesillere aktarmaktır…
V TESBİT Ancak, Türkiye hakkında biçilmiş ömür vardır. “Sömürü sermayesi”nin saldırısına uğrayacak ve iki seneye yakın zamanda Türkiye 28 Şubat’tan daha beter bir duruma gelmiş olacaktır. Sermaye CIA’ya Türkiye için II. 28 Şubat operasyonunu ihale etmiştir bile. İki yıl içinde bunu bitirmesi istenmiş olmalıdır. Altı ay gözetleme dönemi olacak ve bu partinin (AK Parti) ne yapacağını öğrenecektir. Sonra, altı ay içinde karşı hareket planlanacaktır. Bir yıl içinde de uygulayarak sonucu elde edecektir…
VI TESBİT Türkiye’yi ancak “Adil Düzen” kurtarabilir. Başka herhangi bir çıkış mümkün değildir.
Bu amaçla “Adil Düzene göre 100 Sorun - 100 Çözüm” dosyası hazırlanmıştır. Türk Milleti bu “Adil Düzen”e sahip çıkmalıdır.
Başka kurtuluş reçetesi yoktur. Şunlar yapılacaktır: 1) “Adil Düzen Dergisi” çıkarılıp onun içinde çözümler anlatılacaktır. 2) “Adil Düzen Dergisi”nin okurları yeter sayıyı bulunca “Adil Düzen İşletmeleri” kurulacaktır. 3) En az bir parti “Adil Düzen”i benimsemeli veya yeni parti kurulmalı ve tüm parti teşkilat içinde “Adil Düzen”i öğrenilmelidir. 4) Diğer partilerle tartışarak ortak bir “Anayasa” üzerinde uzlaşarak seçime gidilmelidir. İktidara gelir gelmez hemen “Adil Düzen” uygulamasına geçilmelidir. Devletimiz yıkılmadan ülkemize “Adil Düzen”i getirmeliyiz. Bunu başaramazsak, Adil Düzen ile II. İstiklâl Savaşımızı yapabilecek hâle gelebilmeliyiz.
Adil Düzene Göre 100 sahifelik “İNSANLIK ANAYASASI” hazırlanmıştır. Dergimiz bu anayasayı da tanıtacaktır.
Adil Düzen: “ADİL DÜZEN”E GÖRE TERÖRÜ ÇÖZMEK
Uygarlıkların nominal ömürleri “bin”er yıldır. Tarihlerinin başlangıcı, Hak medeniyetleri için Hazreti İsa’nın doğum yılıdır. Kuvvet medeniyetleri için bunlardan biner yıl sonra gelir. Medeniyetler yaşlanınca hastalıklar ârız olur. Sosyal âfetler ortaya çıkar.
Bugün dört temel sosyal âfet ortaya çıkmıştır: 1) Çevre kirliliği. (Su, hava, toprak ve canlı kirlenmektedir.) 2) Nesil dejenerasyonu. (Tedavi tababeti, evlilik dışı ilişkiler, kitle imha savaşları, sosyal güvenlik.) 3) Kitle imha silahları. (Biyolojik, kimyasal, tahrip edici ve atom silahları.) 4) Mafya (Rüşvet, iş, senet mafyaları ve terör.) Görülüyor ki, “terör” on altı hastalıktan sadece biridir. Bu sosyal âfetler sosyal tufana götürmektedir. İnsanlık gark olacak, ancak inanmış olanlar kurtulacaktır. Bu sosyal âfetlere karşı tek ilaç vardır; o da “Adil Düzen”dir. Bu ilaç bir tek eczanede satılmaktadır; o eczane de “Kur’an”dır.
Bu yazımızda sadece “Adil Düzen”de teröre karşı nasıl çareler bulunabileceğinin ana hatlarını ortaya koyacağız.
İSTANBUL HALKI TEŞKİLÂTLANMALIDIR
Genç bir Erbakan bekliyoruz: “Ben bunu yapacağım!” diyecek ve harekete geçecek.
2003 İSTANBUL TERÖRÜ Buradaki en önemli tezgâh;
bunun Müslüman fedailer tarafından Allah rızası için yapılmış olmasını ileri sürerek tüm dünyayı İslâmiyet’e düşman etmekti.
İslâmiyet terörist bir dindir! ABD bu teröristleri imha ediyor. Gelin, siz de bizimle bir olun ve hiç olmazsa dışarıdan destekleyin! …
Son haftalarda üçüncü olay olmadı. Acaba onları durduran nedir? … Hesapta olmayan iki önemli aksaklık olmuştur. …
Herkes tahlili güzel yapıyor da… Çare nedir? Bunu hiç düşünen yoktur. … Bütün bulara çok kolay çare bulunur. …
Türkiye bir “kriz masası” oluşturmalıdır. Bu masada benim bildiğim şu kişiler yer almalıdır.
TERÖRLE MÜCADELE … … …
SÜLEYMAN KARAGÜLLE İLE ZİYA GÖKALP GÖRÜŞTÜ!
TÜRKLEŞMEK, İSLÂMLAŞMAK, MUASIRLAŞMAK - VI
TÜRKLÜĞÜN BAŞINA GELENLER - I
“Yapabileceğimiz şeyleri yapmaya başlasak, kendimizi hayretler içinde bırakacak sonuçlar alırız.” EDİSON
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 237. SEMİNER Tefsir İstanbul, 13 Aralık 2003
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XVIII
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
مَا كَانَ إِبْرَاهِيمُ يَهُودِيًّا وَلَا نَصْرَانِيًّا وَلَكِنْ كَانَ حَنِيفًا مُسْلِمًا وَمَا كَانَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ(67)
إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِإِبْرَاهِيمَ لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ وَهَذَا النَّبِيُّ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَاللَّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ(68)
وَدَّتْ طَائِفَةٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يُضِلُّونَكُمْ وَمَا يُضِلُّونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ(69)
يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَأَنْتُمْ تَشْهَدُونَ(70)
يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَلْبِسُونَ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ(71)
مَا كَانَ (MAv KavNa) “Değildi.”
“Kâne” fiili yardımcı fiil olduğu zaman sadece “dır” anlamındadır. “Allahu aliymun” ile “Kânellahu aliyman” aynı manâdadır. Aralarındaki fark, “Kâne”siz söylediğiniz zaman genel ifadedir. Geniş zamanı içerdiği gibi gelecek zamanı da içerir. “Kâne” dediğiniz zaman da, ezelden ebede kadar böyledir, Kâinat’ın varoluşu ile böyle olması böyledir anlamını taşır. Genellemede teyit vardır.
Olmak anlamında fiil olarak söylendiğinde “Sâra” manâsındadır. “Sâra”da başka şeyden dönüşme vardır. “Kâne”de ise yeniden varolma vardır. Burada menfi kelimesi getirilmiştir. “İbrahim hiçbir zaman Yahudi veya Hıristiyan olmadı.” Yahut “Yahudi veya Hıristiyanlık dinine girmedi.” demek olur.
Burada önemli olan bir husus açıklanmış oluyor. Bütün hak dinler İslâm dinidir. İnançları birdir. Ancak, amellerinde farklılıklar vardır. Her din mensubu kendi kitabına göre amel eder. Hazreti İbrahim ne Tevrat’a, ne de İncil’e göre amel etmiştir. Ama o Müslim idi.
إِبْرَاهِيمُ (EiBRAHIyMu) “İbrahim.”
“İbrahim” kelimesinin kökü “BRH”dir. “BRQ”den dönüşmüştür. Karanlıkta iken nerede olduğunuzu, çevrede neler bulunduğunuzu bilmezsiniz. Şimşek çakar ve birden ortalık aydınlanır. Tekrar karanlığa dönülse bile; sen artık nerede olduğunu biliyorsun, çevreni tanıyorsun, ondan sonra nasıl hareket edeceğine karar verirsin. İşte böyle aydınlatıcı verileri veren delillere “burhan” denir. Burhanı varsayımlar olarak da ifade edebiliriz. Beynimizde birtakım sorunlar olur. O sorunları çözmezsiniz; ama bir gün gelir, insanın beyninde bir şimşek çakar, ondan sonra sorunların hepsi çözülür. İşte o burhandır.
İnsanlık âleminde Hazreti İbrahim bir şimşek gibi çakmıştır. Irak’ta Hz. Nuh Peygamber ile başlayan şirkle mücadele devam ediyordu. Nuh, Hud, Salih, Lut peygamberler halkı uyarır, sonra onlara felaket gelir ve halk helâk olurdu. Hazreti İbrahim ise insanları delillerle Hak yola çağırmıştır. Çünkü Mezopotamya’da artık müsbet ilim gelmiş, halkın seviyesi onları anlayacak seviyeye ulaşmıştı. Ay ve Güneş’in doğup batmasını delil göstermiş, Nemrut ile öldürüp diriltme konusunda tartışmaya girişmiş, kuşları alıştırarak çağırmış, böylece hep akıl yoluyla, ilim yoluyla insanları hidayete dâvet etmiştir.
Hazreti İbrahim’e kadar din, ilim, iktisat ve yönetim hep aynı merkezli iken; Hazreti İbrahim önce ilmi dinden ayırmıştır. Hisler ile fikirler nasıl ise; din ile ilim de öyledir. Din, iyiyi kötüden ayırıp nelerin yapılması gerektiğini ortaya koyar. İlim ise doğruyu yanlıştan ayırıp nasıl yapacağını ortaya koyar. Sonra Hazreti Musa yönetimi dinden ayıracak, Hazreti Davut ekonomiyi dinden ayıracak ve en sonunda Hazreti İsa dini bağımsızlaştıracaktır. Kur’an ise bunların yaptıklarının temel kitabı olacak ve hepsini bir arada uygulayacaktır. Demek ki, Hazreti İbrahim akılcılığın kurucusudur.
Tevrat’a göre, Hazreti İbrahim’in “Ketura” adlı bir karısı daha vardı. Ondan altı çocuğu ve on torunu olmuş, onlar daha onun sağlığında doğuya gitmişlerdir. Doğuluların ilk din kitapları olan “Vedalar” onların etkisi ile oluşmuştur. Sonra “Brahmanlar” o kitaplarda gelişmeler yapmışlardır. Zerdüştlüğün “Avestaları” da o kitaplardan çıkmıştır. “Budizm” de onlardan doğmuştur. Böylece Hazreti İbrahim tüm insanlığa müsbet düşüncenin ilkeleri içinde düşündürmeyi öğretmiş olan peygamberdir. Hazreti Adem ve Hazreti Nuh’tan sonra, Hazreti İbrahim insanlığın hidayet atasıdır. Hıristiyanlık ve Yahudilik İbrahimî dindir, ama İbrahimî din bunlardan ibaret değildir.
يَهُودِيًّا (YaHUvDiyYan) “Yahudi değildi.”
“Yahudi” kelimesi “Hidayet” kelimesi ile akrabadır. Tevrat insanlığa yol göstermiştir. Şeriat düzenini Yahudilik getirmiştir. Tevrat’tan önce yöneticiler aynı zamanda kanun koyucusu idiler. Tevrat bunu kaldırmış, Allah’tan gelen vahiy ile yöneticiler yönetmeye başlamışlardır. Yöneticilerin elinden kanun yapma yetkisi alınmıştır. Bu sonra Yunanistan’da “kanun yapan meclisler sistemi”ni getirmiştir. Vahyin yerini parlamento almıştır. Sonraları Avrupa’da buna “kuvvetler ayrılığı sistemi”ni getirmişlerdir. Ancak, her şeyleri sahtekârlık olan batı düzeninde, burada da sahtekârlık yapılmaktadır. Sadece hükümetten gelen kanunlar mecliste görüşülmektedir. Böylece yine hükümetler kanun yapmaya devam etmektedirler.
Hükümetlerin kanunları uygulamaları halinde de yalnız meclis denetimi ikame edilmiştir. Ekseriyetin oyuna bırakılmıştır. Dolayısıyla, Tevrat’la başlayan kuvvetler ayrılığı ilkesini insanlık hâlâ hazmetmemiştir.
“Adil Düzen”de bu mesele çok basit olarak çözülmüştür. Mecliste kanunlar ilmî dayanışma ortaklıklarının teklifi ile ele alınır. Hükümetler kanun teklifinde bulunamazlar. Yönetimin denetlenmesi de, meclisin ekseriyetiyle değil de, parti başkanlarının hakemler nezdinde ikame edecekleri davalarla olur.
وَلَا نَصْرَانِيًّا (Va LAv NaÖRANıyYAn) “Ne de Nasrani idi.”
Hazreti İbrahim Nasrani de değildir. “Nasrani”, Hıristiyan demektir. Hazreti İsa Nasıralı idi.
Ancak, Kur’an’da geçen kelimelerin hepsinin aynı zamanda manâsı vardır. Adlandırma ona göre yapılmaktadır. Bunun en açık delili “Hadid” kelimesinin ebced hesabı ile ifade ettiği manânın 26 olmasıdır. Bu da atom numarasını gösterir. Hıristiyanlar yardımcıdırlar. Kime? Tevrat’ın dünyaya yayılmasına yardımcıdırlar.
Bugün iki milyar insan Kiliseye gidiyor ve Tevrat’ı şeriat olarak kabul ediyor. Ayrıca, dini ne olursa olsun, İbrahimî dinden bütün insanlar haberdardır. Hıristiyanlar önce ezilmişlerdir. Ama sonra Roma Hıristiyanlığı kabul edince, Germenler kendi istekleri ile, diğer halk da devlet dini olarak Hıristiyan olmuşlardır.
Bizans İmparatorluğu yıkıldıktan sonra hemen Amerika keşfedilmiş ve Hıristiyanlar denizaşırı ülkeleri fethetmiş, oradaki halkı zorla Hıristiyan etmeye çalışmışlardır.
İncil şeriatı içermediği, teolojik olarak da sakat bir felsefeye oturtulduğu için insanlık gerçek bir din beklemektedir. İnsanlık bundan sonra dini devlet dini olarak değil, hak inanışı olarak kabul edecektir.
“Adil Düzen” içinde bütün dinler serbest olunca; diğer dinlerin çoğu adlarını İslâm olarak değiştirmeseler bile, dinlerini İslâmlaştıracaklardır. İçinde bulunduğumuz bu asır bunu görecektir. O sebepledir ki, Hıristiyanlar İbrahimî dini yayamayacaklar ama yayılmasında yardımcı olacaklardır. Nitekim yardımcı olmuşlardır da. Bundan sonra bunların görevi hep bu olacaktır.
Ne zaman “Kur’an Uygarlığı” yaşlanırsa, o zaman artık çalışamaz durumda olur, onlar devreye girer, Kur’an ahkâmına göre ekonomide ve teknikte hamle yaparak yardımcı olurlar. Sonra tekrar Hakkı üstün tutan “İslâm Uygarlığı” gelişmiş olarak ortaya çıkar. Bu görevlerinden, bu yardımlarından dolayı bunlara “Nasrani” denmiştir. Yahudiler de ilimdeki başarılarından dolayı her zaman insanlara hidayet kaynağı olacaklardır.
Hazreti İbrahim Yahudilik ve Hıristiyanlığın temelini atmış ve bu Kur’an’la tamamlanmıştır. Böylece, eğer gayede ve varılan hedefte birine mensubiyet sözkonusu ise, bu Kur’an mezhebi olmalıdır.
وَلَكِنْ كَانَ حَنِيفًا (Va LAvKInN KAvNa XaLIyFan) “Lâkin Hanif idi.”
“Hanif” kelimesinin “Halif” kelimesi ile akrabalığı vardır. Hanif olmak demek, asla dönmek demektir. İbrahim Aleyhisselâm Nuh dinine dönmüş biri idi. Tarihte peygamberler gelir ve yeni uygarlık getirirler. Fıkıhta ve yönetimde inkılâp yaparlar. Böylece yeni düzen ortaya çıkar. İşleri hamle olur. Zamanla bozulmaya ve çökmeye başlarlar. Bunların getirdikleri düzeni benimseyen batılılar, düzeni kendilerine adapte edip teknikte ve sanayide hamle yaparlar. Uygarlık kuvvet uygarlığına dönüşmüş olur. Sonra yeni peygamber gelir ve Hak uygarlığını yeniden tesis eder. Bundan dolayı bunlara “Hanif” denir. Yani, eski uygarlık kurucularına halife olmuşlardır. Hz. Nuh Hz. Adem’in halifesi idi. Hz. İbrahim de Hz. Nuh’un halifesi olmuş ve yeni uygarlık kurmuştur. Hz. Adem’de kişi yönetimi vardı. Hz. Nuh’ta yöneticilerin koyduğu şeriata göre yönetim vardı. Hz. İbrahim ise Allah’ın koyduğu şeriata göre yönetimi tesis etti. Tevrat’ın ilk kısımları ona nâzil olmuştur. Onun için “İbrahim ve Musa’nın sahifeleri” denmektedir.
İnsan ayrıca Allah’ın halifesidir. O’nun adına içtihat yaparak şeriat hükümlerini ortaya çıkarır. İlk içtihat Hz. İbrahim ile başlamıştır. Akıl dini olma demek, içtihat dini olma demektir. Bugün her Müslim Haniftir, yani Allah’ın halifesidir. Ona göre hareket eder. Allah’tan başka kimseye tapmaz, yahut kimsenin emrine girmez. Kendi içtihatları ile hareket eder. Hesabını âhirette Allah’a verir. Bu dünyada da hakemlerden oluşan yargıya hesap verir. Buna demokratik, lâik, liberal ve sosyal insan diyoruz. Başkalarına tapmaz, Allah’a tapar. Kimseye karşı sorumlu değildir, Allah’a karşı sorumludur. O kanunlara uyar, mevzuata uyar. Hakemlerden oluşmuş mahkemelere hesap verir. İşte Hz. İbrahim böyle bir kimsedir. Tevrat ve İncil, işte böyle bir düzenin insanlığa gelmesini hedeflemişler ve buna hazırlık yapmışlardır. Bunun kâmil sistemini Kur’an getirmiştir.
مُسْلِمًا (MuSLıMan) “Müslim olarak. Barışarak.”
Barış düzenini kabul etmek demek, “Müslim olmak” demektir. Barış düzeni ne demektir? Bir kimse nasıl Müslüman olur? Barış düzeni nasıl kurulur? Savaş düzeni, kuvvet düzenidir. Kim kimi yenerse onu esir eder. Onu öldürür veya yaşatır. Kuvvetli olanın haklı olmasıdır. Bu boğuşma düzenidir.
“İslâm düzeni”nde ise herkes herkesle barışıktır. Çıkar paralelliği içinde yaşar. Herkesin kendi yaşama sınırı vardır. Onun dışına çıkmaz. Herkesin hak ve hürriyetlerinin sınırı, başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırıdır. Bu sınırı tarafların seçtiği hakemlerden oluşan yargı sistemi düzenler. İşte bu “İslâm düzeni”dir.
Bu düzen Hz. Adem’den bugüne kadar hep varolmuştur. Kabile reisleri hakem olmuşlardır. İçtihat sistemi İslâm düzeninde geçerli olur. Hanif olan kimse aynı zamanda Müslim olmalıdır. Yani, kendisi başkalarının emrine girmeyecektir; ama o da kimseyi emrine almaya çalışmayacaktır. Başkasının emrine girmek şirktir. Başkalarına hükmetmek de tanrılık iddiasına kalkışmaktır. O da kendisini Tanrı’ya şerik yapmadır.
Topluluk içinde insan demokratik olmalıdır. Yani, kendi işlerini kendi içtihatları ile yapmalıdır. Ama aynı zamanda demokratik olmalıdır. Başkalarının işlerine de karışmamalıdır. Onlara tahakküm etmemelidir. Barışçı olmalıdır. İşte “Kur’an düzeni” budur.
وَمَا كَانَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ (Va MAv KavNa MiNa ElMuŞrIKIyNa) “Müşriklerden de değildi.”
O Yahudi ve Nasrani olmadığı gibi, o müşriklerden de değildi. Hıristiyan ve Yahudi olmamak bir başka dinden olmayı gerektirebilir. O da şirk ehli olmaktır. Hz. İbrahim müşriklerden de değildi. Hanifti, ama Allah’a Hanifti, Müslimdi ama Allah’a Müslimdi. İşte içtihat ve icmanın temel kuralları burada konmuştur.
Hanif olmak, Allah adına karar vermek, yani O’nun isteklerini izhar etmektir. Dolayısıyla, içtihatlar dört delil içinde olmalıdır. Kur’an, esasları içerir. Sünnet, onun bir örneğini verir. Tevrat ve İncil uygulamaları da sünnet içindedir. Bizden öncekilerin şeriatı da bizim için şeriattır. Sonra, gerek Kur’an’ı, gerek Sünnet’i anlamamız için usûle ihtiyacımız vardır. Bunu Sünnet ve Kur’an’da arayamayız. Çünkü onları anlamak için usûle ihtiyacımız vardır. Usulsüz anlayamayacağımıza göre, usûlü onun içinde anlamamız mümkün değildir.
O halde bunun için aklımızı kullanmalıyız. Bunda da hatasız olduğumuzdan emin olmamız için ittifakla sabit olan, icma ile sabit olan varsayımlara dayanmalıyız. Bunlar icmadır. İşte böylece içtihada başlamış oluruz.
Burada kullandığımız bir metot vardır. Bu icma ile yetinmez. O da Kur’an’da sabit olan ve Sünnet’te örneği verilen çözümlere kıyas yapmamız gerekir. Kıyas metodu icmaya dayanır. Yaptığımız kıyasta icma olmayabilir. İşte bu yolla içtihat yapanlar kendi adlarına değil de, Allah’ın halifesi olarak içtihat yapmış olurlar. Böyle yapmayanlar müşrik olurlar. Ya kendilerini Tanrı’ya ortak ederler, ya da başkalarını. Araplar da kendilerini Hazreti İbrahim’in dininden sayarlardı. Onlardan da olmadığına işaret etmiş oluyor. Arabistan’ın şirke İslâmiyet’ten sonra geçtiği misali gösteriyor ki, bütün dinlerin kaynağı İslâmiyet’tir, tek tanrılı dindir.
إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ (EinNa EaVLay elNAvSı) “Nâsın evlâsı.”
Yani, nâsın içinde Hz. İbrahim ile dayanışma ortaklığı içinde olanlar, bütün insanlar olmakla beraber, en çok ona ittiba eden kimselerdir. Bir de bu nebidir ve iman edenlerdir, denmektedir. Ona tâbi olanlar içinde bugün kimler vardır? Hıristiyan ve Yahudiler de dahil, onu benimseyen herkestir. Mü’minler özel olarak zikredilmiştir.
“Veli” arka demektir, sırt demektir. “Bel” kelimesi buradan gelir. Canlılar tehlike gelince arkalarını birbirlerine çevirerek savunmaya geçerler. Böylece canavarlar yanaşamazlar. Kendilerini korurlar. Dayanışma ortaklığı kuranlar böyle sırtlarını birbirine verenlerdir. Türkçede de “arkası var” derler, “arka çıktı” derler.
Hazreti İbrahim’e tâbi olanlar, o nebidir ki ona tâbi olmuşlardır ve mü’minler Hz. İbrahim’in dayanışma ortaklığındadırlar. Bunlar mukaddes kitaplara dayanılarak hazırlanmış olan “İnsanlık Anayasası”na dahil olanlardır. Yeryüzünde bulunan bütün kutsal kitapları değerlendirenlerdir.
Bunlar iki koldan gelişmiştir. Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an kitapları batı versiyonudur. Vedalar, Avestalar, Brahmanizm ve Budizm kitapları doğu versiyonlarıdır. Esasta bunları kabul ederek, bunları müsbet ilme dayanarak yorum yapanlar insanlık dayanışma ortaklığına girmişlerdir. Dolayısıyla Hz. İbrahim’e en yakın olan dayanışma ortaklarıdır. İnsanlıkta güvenliği bunlar sağlayacak, adaleti bunlar tevzi edecektir. Her ülkede nöbetli askerlik olacaktır. Bunlar mü’minlerdir. Bir de bedelli olacaklardır. Onlar da dayanışma içinde olacaklardır, ama ikinci derecede dayanışma içinde olacaklardır.
بِإِبْرَاهِيمَ (Bı İBRAHIyMa) “İbrahim’e.”
Adem aleyhisselâm kişi yönetimi uygarlığını kurmuştur. Nuh aleyhisselâm yöneticilerin oluşturduğu şeriat uygarlığını kurmuştur. İbrahim aleyhisselâm ise kuvvetler ayrılığına dayanan şeriat uygarlığını kurmuştur. Bu “dayanışma ortaklığı uygarlığı”dır. O bütün dinlerin atasıdır. İnsanlık, tüm insanlık, dayanışma ortaklığına gireceklerdir. Böylece demokratik, sosyal ve liberal hukuk düzeni oluşacaktır. Bunu kabul etmeyenlerle devamlı çatışmalar devam edecektir. Bu uygarlığı tesis etmeyi Hz. İbrahim başlatmış, Kur’an’la kemâle ermiştir.
لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ (La ellaÜIyNa itTaBaGUvHu) “Ona tâbi olanlardır.”
Ona kimler tâbi oldu? “İbrahim dini”ni benimseyen herkes tâbi oldu. İnsanlık ona tâbi oldu. Ne var ki, sözle tâbi oldular, ama fiilen tâbi olmamışlardır. Ona tâbi olmayanlar müşriklerdir. Yani Kitap Ehli olmayanlardır.
وَهَذَا النَّبِيُّ (V aHaÜa elNaBiyYu) “Bir de bu nebi ona en yakın velidir.”
Matuf, matufun aleyhten farklı olacağı için bu nebi ona tâbi olanlardan değildir. Hz. İbrahim’in şeriatında içtihat yoktu. Vahye dayanıyordu. İçtihat ve icma yalnız Kur’an’la gelmiştir. Dolayısıyla itikatta Hz. İbrahim’e tâbi iken, uygulamada tâbi değildir. Onun için ayrıca zikretmiştir. Bunun için biz tahıyyatta dua ederken, son nebiye dua ederken, Hz. İbrahim’i örnek vererek dua ederiz. “Bu resul” denmemiştir. “Bu nebi” denmiştir. Hz. Muhammed’in insanlığa elçiliği nebi olaraktır; resul olarak yalnız Araplaradır. Bunun içindir ki Sünnetlerden Kur’an’ı açıklayanlar bizi de bağlar, başkan olarak yaptıkları ise bize örnek olur ama bağlamaz.
وَالَّذِينَ آمَنُوا (Va elLaÜIyNa EaAvMaNUv) “Ve iman edenler İbrahim’e en yakın olanlardır.”
“İman edenler” dayanışma ortaklığını kuranlar demektir. Dayanışma ortaklığı bucaklarda, illerde, ülkelerde ve insanlıkta kurulacaktır. Sadece insanlığın orduları olmayacaktır. İnsanlıkta hakem kararlarına uymayanlara karşı savaş meşru olacaktır. Tecavüze uğrayan ülke kendisini savunacaktır. Diğer ülkeler de gönüllü askerlerle onları destekleyebileceklerdir. Sonunda ülke fethedilince yağmalanabilecektir. Halk esir edilebilecektir. Hakem kararı olmayanlara karşı savaşı meşru saymayanlar ise mü’minlerdir. Bunlar bedel aldıkları kimselerin güvenliğini de koruyanlardır. Böylece hakem kararlarına uymayı taahhüt eden ülkeler mü’min ülkelerdir. Bunlar insanlık içinde dayanışma içindedirler.
وَاللَّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ (Va elLAHu VaLIyYu elMUEMıNUNa) “Mü’minlerin velisi ise Allah’tır.”
“Veli” demek, koruyan demektir. Hz. İbrahim’i ona tâbi olanlar, son nebiye inanmış olan kimseler koruyacaktır. Yani, Hz. İbrahim’in dinini onlar yaşatacaktır. Mü’minleri koruyan da Allah’tır. Halife olarak insanlıktır. “Ellezîne âmenû” dendiği zaman, Kur’an ehli demektir. İman edenler deyince de, Hz. İbrahim’in dininde olan bütün mü’minlerdir. Bu aynı zamanda iman eden kimselerin dünyada galip geleceklerinin işaretidir.
Gerçekten, bu âyetler nâzil olduğunda Müslümanlar Bedir gibi küçük savaşları yapıyorlardı. Hz. Muhammed’in hayatında Arap Yarımadası fethedilmiştir. Dört halife zamanında Irak, Suriye, Mısır ve İran fethedilmiş, Kafkasya’ya kadar varılmıştır. Emeviler zamanında Kuzey Kafkasya ve Orta Asya fethedildi. Abbasiler zamanında eski dünyada gidilmeyen yer kalmadı, çoğuna gidildi.
Bu zaferler Viyana bozgununa kadar devam etti. Son 250 sene içinde gerilemeye başladılar. Düşman Sakarya’da durduruldu. 1920’lerde bağımsız İslâm devleti yok iken, bugün sayıları ellilere ulaştı. Artık zafer İslâmların olacaktır. Artık istilâlar olmayacak, her ülke bağımsız olacaktır. Devlet ortadan kaldırılabilir. Halkı esir edilerek pazarlarda satılabilir. Ama eğer devlet yaşıyorsa, savaş içinde değilse, onun iç işlerine karışılamaz.
“Adil Düzen Anayasası” ile bu düzen yakında yeryüzüne hakim olacaktır. Çünkü Allah hâlâ mü’minlerin velisidir. Biz Hıristiyanlarla savaşmayacağız, biz anarşi ile savaşacağız.
وَدَّتْ (VadDat) “Meveddet etmişlerdir.”
“Vedud” kazık demektir. Hayvanların iple bağlandığı kazık demektir. İsm-i fail de olur, ism-i mef’ul de olur. İpe bağlayıp gezdiren, ipe bağlı olarak gezen anlamını da taşır. Kâinat çiftlerden oluşturulduğu gibi, Kur’an’daki kelimelerin de eşleri vardır. Bir kelime değişik yönden değişik kelimelerle eşleşir. Fatiha Sûresi’nde “Rahmet” kelimesi “Nimet” ile; ama Tevbe Sûresi’nde “Rahmet” kelimesi “Refet” kelimesi ile eşleşmektedir. “Rahmet” ana sevgisini, “Refet” baba sevgisini ifade eder. Refette sertlik de vardır.
“Meveddet” kelimesinin eşi “Mahabbet”tir. İkisi de sevgiyi ifade eder. Ancak, “Meveddet”te sertlik de vardır. Onlardan bir kısmı sizi kendilerine dost kabul eder, sizinle beraber olur. Bir kısmının ise size düşmanlığı olmaz, sizin sisteminize düşmanlığı olur. Onlar sizi kendilerine uydurmak isterler. Düşen düşeni sever kabilinden, sizi de kendilerine benzetmek isterler.
Onların Tevrat ve İncilleri tahrif edilmiştir, Kur’an’ın da böyle muharref olmasını isterler. Sûrelerin yerlerini değiştirirler, âyetlerin yerlerini değiştirirler, Kur’an metinlerine uymayan âyetler çıkarırlar. Bazı âyetleri Kur’an’dan atmak isterler. Bazı Müslümanlar da çıkarları veya gafletleri sebebiyle bunlara âlet olurlar. Kur’an cem edilip tek kitap hâline getirildiği zaman, Medine’de bulunan kurraların arasında, gerek sûrelerin sırasına, gerekse sûre içindeki âyetlerin sırasına göre herhangi bir ihtilaf olmamıştır. İcma ile sûre ve âyet numaraları yazılmıştır. Başka bir tertibe ait herhangi hadis veya rivayet de yoktur. Hâlâ Müslümanlar arasında nüzul sırasına göre sûreleri sıralayıp kitap olarak bastıran gafiller vardır.
“Mahabbet” “Rahmet” karşılığı ise; “Meveddet” de “Refet” karşılığıdır.
طَائِفَةٌ (OavEıFatun) “Tayfa”
“Tayfa”, takım demektir, yani, grup demektir. Organize olmuş grup demektir.
Hıristiyan ve Yahudiler içinde İslâmiyet’i de kendilerine benzetmek isteyen bir organize vardır demektir. Hıristiyanların şeriatı yoktur. Tevrat’tan veya Kur’an’dan yararlanmak zorundadırlar. Eskiden aldıklarını kendilerine mâl edip hukuklarını oluşturdular. Kilise veya medrese fıkhına hukuk dediler. Lâik hukuk diye çocuklarına hatalı olarak aktarmaktadırlar. Bana buldukları tek madde göstersinler ki, o Tevrat’ta veya Kur’an’da olmasın. Bir maddeleri vardır; ekseriyet sistemi, ceza kanunlarındaki hapis sistemi. Onu da Mısırlılardan almışlardır. Kendi kafaları ile değişik cümlelerle ifade ederek, biz kanun yapıyoruz derler. Kendileri inanmayıp uygulamazlar, uygulasalar bile biraz sonra pişman olup değiştirirler. Böyle zavallı durumda iken, mü’minlerin de aynı duruma düşmeleri için büyük gayret sarf etmişlerdir.
1800’lerde başlayan Islahat Fermanı ile kendilerine uydurma çabası, 1924’te Medeni Kanun tercümesi ile zirveye ulaştı. Bu selin karşısında duramayan Mustafa Kemal, onların bu kendilerine benzetme çabalarını süratlendirip 1923’te sona erdirdi. Milletine şu mesajı verdi: “Size çok şey vaat ettim. Bahtiyarım ki hepsini yerine getirdim. (İnkılâpları tamamladık.) Ama yapacaklarımız bitmemiştir. Daha yapacağımız çok şey vardır. Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız. Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir.” demiştir.
İnkılâpların çoğu Lozan dayatması idi. Yani, onların bizi idlâl etmesidir.
Demek ki, Kitap Ehli olanlar mü’minleri sürekli olarak idlâl etmeye çalışacaklardır. Şeytanın görevi ne ise, onların görevi de odur. Bizim bu hususlarda uyanık olmamız gerekir. Eğer biz içtihatlar yaparak daha ileri bir duruma geçmezsek, onlar bugün olduğu gibi bizi idlâl etme yoluna gireceklerdir.
Burada “taife” kelimesi nekire olarak gelmiştir. Çünkü her devirde ve asırda, belki de değişik ülkelerde değişik taifeler oluşacaktır.
مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ (MıN EaHLı eLKıTAVBı) “Kitab Ehlinden olan bir taife.”
Buradaki “Kitap Ehli” cinstir. İstiğrak içindir. Yeryüzünde bugün mevcut olan bütün Kitap Ehli olanlardan bir taife bizi idlâl etmeye gayret sarf edecektir. Bunları genel olarak sayacak olursak: Hıristiyanlar, Yahudiler, Hindular, Budistler ve Marksistlerdir. Bunlar, düzenleri olan, kuralları olan kimselerdir.
“Ey kitabı verilenler” demiyor da; “Kitap Ehli” diyor. Bu sebepledir ki sosyalistler de bunların içindedirler. Gerek Hıristiyan olan kapitalistler, gerekse değişik ırk ve dinden olan nasyonal veya enternasyonal sosyalistlerin içinden oluşan bir taife, Kur’an ehlini idlâl etmek için birlikte faaliyettedirler.
Onlar arasında işbirliği vardır ki, “Tavaif/Taifeler” denmemiş de, “Taife/Taife” denmiştir. Gerçi Ehli Kitabı marife alarak bu idlâl edenleri onların içinden bir taifeye indirgeyebiliriz. O zaman bu taife sömürücü sermayedir. Sistematik olarak insanlığı idlâl etmek için çalışmaktadır.
لَوْ يُضِلُّونَكُمْ (LaV YuWılLUvNaKuM) “Sizi idlâl etmek isterler.”
Bu idlâl iki şekilde görülmektedir. Bunlardan biri; Hıristiyan, Budist ve diğer din mensuplarının birlikte İslâm dinini de kendi dinleri gibi irrasyonel, gerici, tutucu bir din hâline getirmek istemektedirler. Türkiye’de para ile destekledikleri birçok resmî din adamı, gayri resmi yazar onların çeşmelerine çanak tutmaktadır. İslâmiyet’te lâikliğin, demokrasinin, liberalliğin, hukuk düzeninin olmadığına, İslâmiyet’in teokratik bir din olduğuna dair onları söyletip sonra İslâmiyet’e saldırmaktadırlar. Bunlar aynı zamanda oluşturdukları terör gruplarını Müslümanlardan seçerek veya Müslüman adını vererek İslâmiyet’in terörist bir din olduğunu ilân ederek saldırmak istemektedirler. Bugün bunu başardıklarını sanmaktadırlar. Onların oluşturdukları Üsame bin Ladin veya Hizbullah nelerin peşine düşeceklerimizi hesap etmektedirler.
Demek ki bizi idlâl etmek isteyen birinci grup kapitalistlerdir. Kendilerine kitap verilenlerdir.
Mü’minleri idlâl ettirmek isteyen ikinci grup ise sosyalistlerdir. Bunlar alenen bütün dinlere cephe almış, bütün dinleri reddetmiş kimselerdir. Faşistler ve komünistler bunlardır. Sovyetlerde 40 milyon insan bunun için öldürülmüştür. Onlara göre bugünkü insanlar dinler tarafından uyuşturulmuştur. Din afyondur. Gençleri kurtarmalıyız. Yaşlılar da ölünce insanlık bu tür bâtıl inançlardan kurtulmuş olacaktır. Sovyetler bunun için 70 sene bunu uygulamaya koymuşlardır. O gün doğanlar 90 yaşında olacaklar, onlar artık bir şey hatırlayamayacaklar; hatırlasalar da etkin olamayacaklardır. Ne var ki, 70 sene sonra kendileri tarih oldular. Kırgızistan’da ikiyüz cami, bir o kadar da yeni kilise inşa edildi. Bu on sene gibi kısa zamanda yapıldı.
Marks insanlığı idlâl ediyordu:
a) Her türlü kötülüğün kaynağı ailedir. Çocuklar anne babalarından kötü huylar kapıyorlar. Onun için önce aile yok edilecek. Kadın erkek herkese iş verilecek ve karın tokluğuna çalıştırılacak. Doğan çocuklar kreşlere alınacak. Böylece çocuklar anne babalarını tanımayacak, soylarını tanımayacak, hattâ milliyetlerini bilemeyecek, artık melezleşeceklerdir.
b) Marks, ikinci olarak mülkiyeti kabul etmiştir. Kadın erkek çalışacak, yeyip içecek, ama servet biriktirmeyecektir. Çünkü bu servetler sonra başkaları üzerinde tahakküm kurmakta, onları ezmektedir. Bir de bunları varislerine bırakmak istemektedir. Aile hayatını yaşatmaktadır. Oysa, mülkiyet ortadan kalkar, çalışanlara iş çalışmayanlara aş verilirse, çocuk güvencesine gerek kalmaz. Çünkü insanlar yaşlandığında bana kim bakacak diye evlenip çocuk yapıyor. Oysa, cinsi zevk için birleşme olacak. Kreşe çocuk getiren anneye mükafat verilecek. Zaten zor geçinen kadınlar bir entari alabilmeleri için çocuk yapacaklardır.
c) Marks’ın idlâl siyaseti burada da bitmez. Gerek aileyi, gerek sermayeyi yaşatan dinlerdir. İnsanlar cennet cehennem yalanları ile gruplar oluşturup zulüm yaptırmaktadırlar, savaş çıkarmaktadırlar. Dini tedris yasaklanacak. 70 yıl sonra eski kafalılar kalmayacağı için insanlık dünyada cennete kavuşmuş olacaklardır.
d) Marks, son öneriyi de şöyle bitiriyor. Bütün bunları işçi sınıfının oluşturacağı zalim devlet yapacaktır. Sermaye bu işçileri organize ederek iktidar yapacak. Onlara aile, mülkiyet ve dinleri yıktıracak. Sonra da yine sermayeye dayanarak bu zalim diktatörleri yok edecek, yerine komün yönetimler kuracak. Halk kendi kendilerini yönetecektir. Böylece devlet ortadan kalkacaktır.
İşte, aslında Yahudi sermayesinin desteklediği bu grup insanlığı idlâl etmeye çalışmıştır. Böyle yapmayı istemişlerdir. Rusya’da ihtilal olmuş, sosyalizm kurulmuştur. Bu hareket Avrupa’da nasyonal sosyalizmi doğurmuştur. Çin de sosyalist olmuştur. Dünyanın yarısından çoğu bu düzeni kabul etmiştir.
Dünyayı ikiye bölerek bir taraftan sopa ile, diğer taraftan açlıkla insanları aile, mülkiyet, din ve devlet düşmanı yapmışlardır. Tam zafere erecekken, Sovyetlerde Gorbaçov belası ortaya çıkmış ve sosyalizmi yıkmıştır. Avrupa’nın nüfusu azalmaya başlamıştır. İnsanlığın helâke gittiğini görenler tekrar aileye, halk mülkiyetine, mabetlere ve ulusal devletlere dönmeye başlamışlardır. Zorla birleştirilmiş uluslar ayrılarak ayrı ayrı yönetim oluşturuyorlar. Zorla parçalanmış uluslar birleşmek için fırsatlar kolluyorlar. Kimileri birleşti.
وَمَا يُضِلُّونَ (Va MAv YuWulLUvNa) “İdlâl edemezler.”
İdlâl edemeyeceklerdir. Bu Allah’ın bize en büyük müjdesidir. Müslümanlar Kur’an’a bağlılıklarını devam ettireceklerdir. Onların tahrif çabaları bir fayda vermeyecektir. Kur’an’ın dört tane mucizesi vardır:
Kur’an’ın matematiği Kâinat’ın matematiğine uymaktadır. Kur’an’ın bildirdikleri müsbet ilimlerle tam beraberlik göstermektedir. Kur’an tahrif edilmeden kıraatiyle, kitabı ile, zikri (dili) ile ve furkanı (usûlü fıkıh) ile günümüze kadar gelmiştir. Bunları anlatan kitaplarla dünya kitaplıkları hınca hınç doludur.
Ayrıca, günün sorunlarında çözümler için de zorunlu olarak kendisine baş vurulan kaynak olmaktadır. Onu tahrif etmeleri elbette mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Sosyalistlerin idlâlleri de bir sonuç vermemiştir. Avrupa’da kapitalizmin sorunları çözmediğini görenler bunu enternasyonal sosyalizmle çözmeye çalışmışlardır. Buna karşı da nasyonal sosyalizmi oluşturmuşlardır. Bunlar birer oyalama rejimleri idi.
İlk defa Türkiye’de bir makine profesörü olan Necmettin Erbakan, Akevler’in desteği ile şeriat düzenini savunmaya başladı. Buna “Millî Nizam” dedi. CHP ile koalisyon yaparak İslâmiyet’in barış dini olduğunu gösterdi. Bülent Ecevit’in İslâmiyet’e iki defa büyük hizmeti olmuştur. Birincisinde Erbakan’la koalisyon yaptı. İkincisinde de, 2002 yılında 3 Kasım seçimlerinin yapılmasında direndi. Birincide, o zamanlar Türkiye’de bulunan Humeyni, bunu örnek alarak İran’daki solcularla işbirliği yaptı ve İran devrimini gerçekleştirdi. Bunu örnek alan Gorbaçov sosyalizmde reform yaptı ve din düşmanlığını, aile düşmanlığını, mülkiyet düşmanlığını, devlet düşmanlığını ortadan kaldırdı. Bütün dünyada başarısız olan solcular da din düşmanlığını bırakarak batıda iktidar oldular. Ecevit böylece başbakan oldu. Deniz Baykal da baktı ki din düşmanlığı ile bu iş olmuyor, “Anadolu solu” fikriyle hizaya geldi. O da muhalefet oldu. Böylece sosyalizm sona ermedi, belki Amerika bile sosyalist oldu, ama Marksizm sona erdi.
İnsanları şaşırtma yolu, doğrularla iyileri bir ambalaja koyup ikisini birden zerk etmektir. Marks bunu yapmıştır. Kısmen doğru olan sosyalizmi aldı ve tamamen bâtıl olan komünizmle karıştırdı, insanları bununla idlâl edeceğini sandı. Ama insanlık doğrularla iyileri ayırdı, sosyalizme kısmen evet, ama komünizme kökten hayır cevabını vermiştir.
إِلَّا أَنْفُسَهُمْ (EilLAv EaNFu SaHuM) “Onlar sadece kendilerini idlâl ederler.”
Buradaki “kendileri” dediğimizde; ya Yahudi sermayesini anlayacağız, ya da Marksistleri anlayacağız.
Yahudi sermayesi ne yapmıştır? Haçlı Seferleri ile zenginleşen Avrupa’nın sermayesini ellerine geçirmişler ve dünyadan ham maddeyi alıp, Avrupa’da Hıristiyanlara işletip, mamul madde haline getirip dünyaya satmışlardır. Böylece zengin olmuşlardır. Bu zenginliklerini iki amaçla kullanmışlardır.
Biri, bu sayede müsbet ilmi geliştirmişler, böylece teknolojiye hakim olmuşlar, onunla da ekonomiye hakim olmuşlardır. Bu sayede sermaye-ilim sarmalı dünyayı bugünkü sanayi uygarlığına götürmüştür.
İkinci olarak da, Tevrat’ta vaadedilen topraklarda İsrail devletini kurup bunu dünyayı yöneten bir merkez haline getirmek. Bu amaçlarına ulaşmak için Avrupa’da şöyle bir siyaset gütmüşlerdir. Krallara ulus devletler kurdurarak toprak kapitalizmine, derebeyliğe, feodalizme son vermişlerdir. Protestanlıkla ulusal dinler oluşturmuşlar, bu yolla papalığı yıkmışlar, feodal beylerle anlaşmış ve Kilise çiftliklerini ortadan kaldırmışlardır. Sonra, kralları ortadan kaldırmak için de cumhuriyet yönetimini yaygınlaştırmışlardır. Sonra, ulusal devletleri de ortadan kaldırmak için Marksizmi dünyaya yaymışlardır.
Böylece, 500 sene hep onların dedikleri olmuş, insanları idlâl etmişlerdir.
Bu durum artık 2000 yılında son bulmuştur.
Planlarında, 1997’de Türkiye yıkılacak, kuzeyde Pontus, batıda Bizans, doğu ve güneyde ise İsrail imparatorluğu oluşacaktı. Henüz hedeflerine ulaşamadılar. 2003’te çok önemli bir olay oldu. Sömürü sermayesi ABD’lileri Irak’a saldırttı. İşgal etti. Bunu kolaylıkla dünyaya onaylatacaklarını sanmışlardı. Çünkü Almanya ve Japonya zaten daha bağımsızlık kazanmış devlet değildi. Fransa ise II. Cihan Savaşı’nda tamamen istilâ edilmiş, Amerikalılar onları kurtarmıştı. Sovyetler yıkılmış ve ekonomi bakımından büyük sıkıntıdaydı. Çin ise eskiden beri Batı dünyasının kavgalarına karışmamayı prensip edinmiş, kim galipse onun tarafı oy kullanmakta idi.
Bu sefer bu böyle olmadı. Fransa Almanya ile anlaştı ve Körfez Savaşı’na karşı çıktı. Fransa resmen bağımsızdı, Almanya ise fiilen bağımsızdı. İkisi birleşince güçlü bir devlet ortaya çıktı. Avrupa Birliği’ne hakim oldular. İngiltere ve İspanya, Fransa ve Almanya’ya etki edemedi. Türkiye Irak’a asker göndermedi. Rusya ve Çin de Avrupa tarafı oldular. Böylece, 500 yıllık sermaye üstünlüğü birden sarsıldı.
Şimdi, 2004 seçiminde Bush seçimi kaybedecek, ama baskı ile belki dört yıl daha iktidarda kalacaktır. Ancak, 2008’de Bush cephesi kesin olarak kaybedecektir. Artık Amerika’da Yahudi sermayesinin hakimiyeti son bulacaktır. Dolar da artık değer kaybedecektir. ABD’nin süper güç olması sona erecektir. ABD’de federe devletler belki kendi paralarını basacaklar ve güçlü kalacaklardır. Dünyayı idlâl etmeye çalışan sermaye kendisi aldanmış olacak ve iflas edecektir. Dünyada yeni düzen gelecektir. Bu düzen “Adil Düzen” olacaktır.
Yine Yahudi sermayesi 500 yıldır dünyaya dinsizliği yaymaktadır. Bunun sebebi şudur.
Onlara göre, kendilerinden başka kimse cennete gitmeyecektir. Onlardan günah işleyenler biraz yandıktan sonra tekrar cennete gideceklerdir. Diğer insanlar hayvan mertebesinde oldukları için onların hâli araftadır. Onlara göre, diğer insanların dinlerinin tamamı bâtıldır, sadece Yahudilere düşmanlık yaptırmaya yaramaktadır. O dinler yok edilmeli, insanlık ateist olmalıdır.
Bu hedefe ulaşmak için inancın karşısında ilmi koydular ve müsbet ilme dini yok ettirmek istediler. İnancın karşısına menfaati koydular. Böylece dini iptal ettirmek istediler. İnancın karşısına iktidarı koydular, din okullarını kapattırdılar, ibadetleri yasakladılar veya bozdular. Dine karşı silahlı mücadeleye giriştirler.
Şimdiki İslâm terörü de bu hedefe gitme çabasıdır. Müslümanlardan para veya baskı ile terörist yetiştiriyor, sonra “İslâm terörü” diye inanca saldırıyorlar. Oysa, bu çabaları sadece İslâmiyet’e hizmet etmiştir.
İslâmiyet 1400 yıl içinde yaşlanmış ve bozulmuştur. Batı Uygarlığı da zirveye ulaşmıştır. Geçici olarak böyle bir tekel sermayeye gerek vardı. Bugün Müslümanlar artık “Adil Düzen”i tesis etmeye koyulmuşlardır. Adım adım ilerlemektedirler. 1800’lerde Türkiye’de İslâmî ordu kurulmuştur. Tanzimat’ta soya dayanan yönetim sistemi sona ermiştir. Memur sistemi gelmeye başlamıştır. 1900’larda kapanan içtihat müessesesi açılmıştır. 1910’da Kuvva-yı Milliye kurulmuştur. 1920’de Türkiye nüfusu saflaşmıştır. 1930’larda Türkiye’de Batılılaşma sona ermiş ve Türkler muasır medeniyetin fevkine çıkmaya yönelmiştir. 1940’larda demokrasi yönetimi gelmiş, halk dinini seçmekte serbest bırakılmıştır. 1950’lerde halk İslâmiyet’i seçmiştir. 1960’larda Müslüman halk örgütlenmiştir. 1970’lerde Müslümanlar iktidara ortak olmuşlardır. 1980’de ordu İslâmiyet’i benimsemiş, İslâm camiasına katılmış, İsrail ile olan ilişkiyi asgari seviyeye indirmiştir. 1990’larda Müslümanlar iktidar olmuşlar, koalisyon kurmuşlardır. 2000 yılında Müslümanlar Anayasa ekseriyetini almışlardır.
Böylece, Türkleri idlâl etmeye çalışırken, Türkler ihtida etmişlerdir. Bu bütün dünyada böyle olmuştur.
1500’lerde papalığı yıkmak için müsbet ilme karşı cephe aldırmışlar ve 500 senedir Kilise gericilikte direnmektedir. Kilise bu sebeple bugün çökmüştür, ama asla yıkılmamıştır. Şimdi Hıristiyanlık reform değil, rönesans yapacaktır. Hıristiyanlar Pavlus’un değil, Hz. İsa’nın dinine dönecektir. Böylece, bundan sonra daha güçlü olarak ortaya çıkacaklardır. Daha güçlü bir Kilise oluşacaktır. Yahudiliğe yükledikleri bâtıl inanç çökecek, ırk üstünlüğü fikri devam edecektir. Ancak, bu diğer insanları hayvan sayma şeklinde değil, diğer insanlara hizmet etme şeklinde olacaktır. İdlâl etmek isteyenler yanılmış olacaklardır.
وَمَا يَشْعُرُونَ (Va MAv YaŞGuRUvNa) “Şuurunda değildirler.”
“Şa’r” saç demektir. İnce düşünmek, şuurunda olmak, farkında olmak, bilincinde olmak demektir.
Yahudi fitnesi Medine’de başlamıştır. Müşriklerle mü’minlerin arasını açıp yararlanmak istemişlerdir. Sonra Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında fitne çıkarmış, kendileri varlıklarını korumuşlardır. Bu çatışma 1500’den sonra dinsizlerle dindarlar arasında başlatılmış, Hıristiyanlara da cephe alınmıştır. Farkında olmadan bu yolla Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki kavga azalmış, Avrupalılarla Türkler arasına dönüşmüştür. Viyana’da Kırımlıların Hıristiyanlar tarafına geçmesiyle dinî savaşlar sona ermeye başlamıştır. 1997’de ise dinleri artık yendiklerini sanmışlar ve dinler arsındaki savaşı rejimler arasına çevirmişler, dünya sosyalizmini finanse ederek insanlığı idlâl etmek istemişlerdir. Oysa, sosyalizm yaşlanmış ve içlerine bâtıl itikatların karıştığı dinleri geri çekilmeye zorlamış, dünyanın yeniden müsbet inançlara sahip olacağı bir düzene, “Adil Düzen”e imkân hazırlanmıştır. Gerçekten, Sovyetler yıkılmış ve mabetler daha etkin ve güçlü olarak ortaya çıkmışlardır.
Türkiye’de ateist devlet kurarak 100 sene sonra 1997’de yıkacaklardı. Ama onun yerine, bozuk itikadını düzeltmiş olan, demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenine süratle yol açmışlardır.
Lozan’da Yahudiler nerelerde hata ettiler?
a) Yahudiler savaşta tarafsız oldukları halde, Lozan’da Hıristiyanların yanında oturdular. Bu onları zamanla yalnız bırakacaktır. Biz Hıristiyanlarla barışınca, onlar kenara itilmiş oldular. Olacaklar.
b) Türkleri Türkler olarak değil de, İslâm devletinin temsilcisi olarak kabul ettiler. Böylece Türkiye’ye empoze ettikleri lâiklik sonraları havada kalacaktır. Çünkü Lozan Anlaşması’na aykırı hükümler taşıyacaktı.
c) Mübadeleyi kabul ettiler. Bu sayede farkında olmadan Türkiye’yi %99 İslâm ülkesi hâline getirdiler. Böylece 100 yıl sonraki Pontus ve Bizans devletleri planları uygulanamaz oldu.
d) Mustafa Kemal’e dinsiz bir devlet empozesini yapmadılar, kendilerine göre dinsizliğe götüren maddeleri empoze ettiler. Mustafa Kemal ve onun yakın askerlik arkadaşları bu taahhütlerini yerine getirdiler, ama İslâmiyet’i ortadan kaldırma yerine, daha çok dindar yaptılar.
Bir örnek verelim. Onlar harf inkılâbının yapılmasını istediler. Hedefleri, Türk halkının İslâm’la ilişkisini kesmekti. Mustafa Kemal de Türklerin Batı Uygarlığı’nı öğrenmeleri için harf inkılâbını kabul etti. Mustafa Kemal hedefine ulaştı. Ama onlar, tersine, harf inkılâbı ile Türklere İslâmiyet’i öğrettiler. Şöyle ki, daha önce Arap harfleri ile Türkçe zor yazılıyordu. Arapça ise kolay yazılıyordu. Bu sebeple İslâm’ı Türkçe anlatma yerine, halka Arapça öğretiyorlardı. Bu da başarıya ulaşamıyordu. Din adamları dahi İslâmiyet’i anlayamıyorlardı. Arap harfleri yasaklanınca Arapça kelimeler yazılamadı, okunamadı. Bu sefer İslâmî eserler Türkçeleştirilmeye başlandı. Hem halk gerçek İslâmiyet’i anlamaya başladı, hem de tercüme edenler daha iyi Arapça öğrenmek zorunda kaldılar.
Bir başka misal verelim. Şapka kanunu millî birliği sağladı. Kürt-Laz , Şii-Sünni çatışması son buldu.
Görülüyor ki, Lozan’da onlar neyi hedeflemişler, sonunda neler olmuştur? Ama hâlâ da bunların farkında değildirler. Yapanlar öldü, bunlar ise hâlâ öğren(e)miyorlar.
يَاأَهْلَ الْكِتَابِ (YAv EaHLa eLKıTABı) “Ey Kitab Ehli.”
Allah “Kitap Ehli”ne doğrudan hitab edip başta “Kul/Söyle” diye söylemektedir. Böylece insanlardan “Kitap Ehli” olanları muhatap almaktadır. Onları tanımaktadır. Bu onların da cennete gideceklerine delâlet eder.
Yahudi inançları Hıristiyanlığa geçmiştir. Yahudiler İsrail oğullarından olanların cennete gideceklerini söylemektedirler. Hıristiyanlar da vaftiz edilenlerin cennete gideceklerini söylemektedirler. Müslümanlar da “Lâ ilâhe illallah Muhammedün rasulullah” diyenlerin cennete gideceklerini söylerler. Hepsinin benzer itikadı, kendilerinden başka olanların cennete gitmeyeceğidir. Bu hitap ile bütün “Kitap Ehli”nin cennete gidebileceğini ifade etmiştir. “Kitap Ehli” olmak demek; şeriatı olmak, kanunu olmak demektir . Kitabı verilenler ise Tevrat ve İncil gibi kitaba sahip olanlar demektir. Kitap, Hak anlayışına dayanmaktadır.
Burada bir hususa işaret etmek gerekir. Kanunları olan topluluklar ekseriyetin istediğini veya yöneticilerin istediklerini kanun yapmışlardır ve istedikleri zaman değiştirmektedirler. Bunlar da Ehli Kitap mıdır? Eğer yürürlükte olan kanunların herkes tarafından uygulanması gerektiği kanısında iseler, evet, onlar da Kitap Ehlidir. Kanun yapar, ama halkı kandırmak için yapar da, onu uygulamada işlerine geldiği gibi yaparlarsa, Ehli Kitaptan sayılamazlar.
Bu sûrede 6 defa “kendilerine kitap verilenler” ifadesi geçmektedir. 12 defa da “Ehli Kitap” ifadesi geçmektedir. Bunlardan 3’ü “De ki, Ey Ehli Kitap” olarak, 3’ü de “Ey Ehli Kitap” olarak geçmektedir. 5 defa “Min Ehli Kitap”, bir tanesi de “Ehli Kitap” olarak geçmektedir. (6+6+3+3) olarak 18 defa geçmektedir. Bu sayıların böyle tesadüfen gelme ihtimalini hesaplarsak 18!/6!/6/!/3/!/3! * (1/3)^12*(1/)6 Bunun kendiliğinden olma beklentisi %2’den azdır. Yani, bununla Allah’ın bize bir mesaj göndermiş olma ihtimali %98.6’dir.
Bunu değerlendiren yorumlayıcı değerlendirmeyenden daha uygun hareket etmiştir.
Kitap verilenlerin verilmeyenlerden iki misli olacağı bildirilmiş olur. 6 Milyar nüfusun 4 milyarı Hıristiyan ve Müslüman’dır. 2 milyarı Hindu ve Budist’tir. Buna işaret etmiş olabilir mi?
لِمَ تَكْفُرُونَ (LiMa TaKFuRUvNa) “Neden küfrediyorsunuz?”
“Kafara” çukuru kapatma demektir. “Hafara”nın tersidir. Çiftçilere, tohumları kapattıkları için kâfir denmektedir. Kitap Ehline; “Neden kapatıyorsunuz, neden gerçekleri söylemiyorsunuz?” deniyor.
Lâiklik, insanların kendi inançları içinde yaşamalarıdır. Diğer dinlere baskı yapmamalarıdır. Devlet yönetiminde dini inançların temel alınmamasıdır. Bir şey suç ise dini olduğu için suç olmaktan çıkmaz, suç değilse dini olduğu için suç olmaz. İslâmiyet’te hiçbir dini suç yoktur. Dini haram vardır. İslâmiyet’te dini olduğu için affedilen bir şey yoktu. Hâlâ haram âhirete aittir. Yönetimde “maruf” ve “münker” vardır.
“Maruf” sözleşmelerle kabul edilen hükümlerdir. “Münker” de sözleşmelerle yapılması istenmeyen hükümlerdir. Dinde zorlama kesin olarak yoktur. İslâm devletlerinde her dinden olanlar serbestçe yaşadılar.
Lâikliği Avrupalılar Müslümanlardan öğrendiler. Türkiye’de lâiklik adına zulmedilmektedir. Hıristiyanlar ise ses çıkarmamaktadır. Avrupa’da halk okulları vardır. Yerinden yönetimin okulları vardır. Halk istediği okula gidebilir. Orada halkın kıyafetine devlet değil, okullar karışabilir. Türkiye’de ise Tevhidi Tedrisat Kanunu vardır. Okullar serbest değildir. Halka zorla mayo ile dans ettirme hakkı devlete nasıl tanınabilir?
Herkes bilir ki muhakemesiz mahkumiyet olmaz. Refah Partisi’nin itirazı nasıl reddedilir? Batılılar kendileri buna “çifte standart” diyorlar. Allah onlara doğrudan hitap edip ihtar etmektedir. Türkiye’deki Müslümanların sesleri çıkmayabilir. Türkiye’de zalimler buna imkan vermeyebilir. Ama siz bunu niçin yapıyorsunuz? diyor. Allah onun için “Ey Ehli Kitap” deyip de demiyor. Doğrudan Kur’an’a onları muhatap almaktadır.
بِآيَاتِ اللَّهِ (Bı EaAvYAvTı elLAHı) “Allah’ın âyetlerini neden kapatıyorsunuz?”
Müsbet ilimler geliştikçe, Kur’an’ın ilâhi kitap olduğu her yönüyle ortaya çıkmaktadır.
a) Kur’an; sözleriyle, yazılarıyla, diliyle, yorumuyla, 1400 senelik mazisi içinde 300 000 hafızı, 3 milyon kitabı, 8 çeşit ilmiyle ve en önemlisi fıkıh usûlü ile elimizde bulunmaktadır. Kur’an, işte bu kadar korunmuş bir kitaptır. Dünyada bunun yüzde biri kadar korunmuş bir kitap bulunmamaktadır. Sizin elinizde bulunan kitaplar muharref olmaktadır. Kur’an onları tasdik etmektedir. Onların eksikliklerini de gidermektedir. Neden bu gerçekleri gizliyor da başta kendinizi zora sokuyorsunuz?
b) Her varlığın kendine özgü aritmetiği vardır, sayıları vardır. Biz onunla o cismi tanırız. Kâinat’ın da aritmetiği vardır. Bunlar 2,3,5,7 saylarını içeren “onlu sayı sistemi”dir. Kâinat bu sayılar üzerinde oturmaktadır. Kur’an’ın aritmetiği de bu sayıların üzerinde oturmaktadır. O halde Kur’an Allah’ın eseridir.
c) Kur’an’da birçok tabiî ve sosyal ilimlerle ilgili âyetler vardır. Bunların hepsi sizin geliştirmiş olduğunuz müsbet ilimlere uygun bulunmaktadır. Kâinat’ı bilmeyen bunları nereden bilip de oraya koyacaktı? Bu gerçekleri göre göre neden görmezlikten geliyorsunuz?
d) Nihayet, bakınız, sıkıntıdasınız. Sosyal âfetler her gün kapınızı çalmaktadır. Çevre kirliliği, mafya, tahrip edici silah stokları ve neslin dejenerasyonu kapınızı çalmaktadır. Kur’an’da, Tevrat’ta ve İncil’de bunlara çareler vardır. Neden inkâr ediyorsunuz?
Buradaki âyetlerden maksat dört çeşit âyettir: Kur’an, Tevrat, İncil, müsbet ilimler ve tarih.
Batıda müsbet ilimler geliştiği ve ilâhî âyetler bir bir ortaya çıktığı halde, küfürde inat ediyorlar.
وَأَنْتُمْ تَشْهَدُونَ (Va EaNTuM TaŞHaDUvNa)
“Ve siz şehadet etmekte iken neden küfrediyorsunuz?”
“Şuhd” petekteki baldır. Şahit olmak demek, kesin bilgi demektir. Ben sana bunu bildiririm desen, yanlış çıksa sorumlu olmazsın. Oysa “şehadet ederim” dedikten sonra, yanlış çıkarsa sorumlu olursun.
Bir kimse bildiklerini saklasa sorumlu olmaz. Ama şahit olduklarını saklasa sorumlu olur. Burada “Entüm ta’lamûn” demeyip “Entüm teşhedûn” demiş olması, bize onların bunları çok açık bildiklerini ifade eder.
Âyetlerle sabit olanlara şahit olunmuş olmaktadır. Şahadet edilen demek, bizzat tahkik edilen bilgilerdir. Kendin araştırmalar yaparsın ve bilgiye kesin kanaatle ulaşırsın. Bu meşhut olandır. Ehli Kitaptan istenen, onların şahit olduklarını ikrar etmeleridir.
Bu âyette bizlere anlatılan, Ehli Kitabın şahadetinin kabul olunacağı hususudur. Nöbetli olmayı kabul etmeleri hâlinde onların da siyasi hakları olduğuna bu âyet delâlet etmektedir.
“İnsanlık Anayasası”nı yazarken genel fıkıh kuralları ile maddeleri yazdık. Şimdi bu âyetleri okudukça çok az hata yaptığımızı görüyoruz. Demek ki, Kur’an’ın içinde bir çelişki yok. Bütün ifadesi ile uygunluk göstermektedir. Zaten Hazreti Peygamber de “Medine Sözleşmesi”nde bu şekilde bir madde koymuştur.
يَاأَهْلَ الْكِتَابِ (YAv EaHLa eLKıTABı) “Ey Kitab Ehli!”
“Kitab Ehli”ni “Va” harfi getirmeden tekrar etmiştir. Yan yana kısa iki âyette tekrar etmiştir. Bunları kurallaştırırsak (Ey Ehli Kitap = Ey Ehli Kitap) (Lime telbisune = Lime Tekfurune) (Bi Ayatillahi = El-Hakka bi’l-bâtili Va Tektumune’l-Hakka) (Va Entum Teşhedun = Entum Taglemune) Aynı kimselere hitap etmektedir.
“Ehli Kitap” demek, hakka inanan kimselerdir. “Müşrik” ise hakka inanmayıp, yani tek tanrı kabul etmeyip; “Senin tanrın seni, benim tanrım beni yaratmıştır. Aramızda savaş vardır. Benim tanrım senin tanrını yenerse sen yok olursun; senin tanrın benim tanrımı yenerse ben yok olurum!” inancına sahip olanlardır.
“Ehli Kitap” ise hakka teslim olmuşlardır. Herkesin tanrısı birdir. Şeytanın da tanrısı O’dur. Kötülerle iyiler arasına savaşı koyan da O’dur. Bunlar futbol oynayan iki takım gibidir. Farkı, takımı seçmek oyunculara aittir. Galip gelecek takım bellidir. Ancak oyun kendi kuralları içinde oynanmaktadır. Oyuncular takımlarını seçerken sonunda başlarına ne geleceğini bilmektedirler. Yani, yenileceklerini bilmektedirler, ancak şimdi orada oynamak daha zevkli ve kolay olduğu için orada yer almaktadırlar. “Kitab Ehli” olanlar arasında da karşı takıma hizmet edenler vardır. İşte bunlara “kâfir” diyoruz. Karşı tarafta olanlara da “müşrik” diyoruz.
لِمَ تَلْبِسُونَ (LıMa TaLBıSUvNa)
“Libas” elbise demektir. Vücudu örten ama bedeni göstermeyen elbisedir. “Sevb” de elbisedir. O bedene uyan, bedenin şeklini gösteren elbisedir. “Libas”dan örten, kapatan, karıştıran anlamları üretilmiştir. “Sevb”den sevab, karşılık anlamı üretilmiştir.
Burada “Neden hakka bâtılı giydiriyorsunuz? Hak olanı bâtıl gösteriyorsunuz?” denmektedir.
Bâtılı hak gösterme çabalarından değil de, hakkı bâtıl gösterme çabaları içinde olduklarını ifade ediyor.
Kapitalizm ve sosyalizmin metodu; karşı tarafı kötülemek, onun kusurlarını ortaya koyarak kendisini haklı kılma şeklindedir. Oysa, karşı tarafın kötü olması senin iyi olmanı gerektirmez. Filozoflar silsileyi mükezzibîn(yalanlama zinciri)dirler. Karşı tarafın yanlışını bulma ile uğraşırlar.
Basına bakın, yayına bakın; herkes karşı tarafa saldırıyor. Onu tenkit etmekle meşgul. Oysa, mü’minler kendi haklarını ve haklılıklarını ortaya koymakla meşguldürler. Kapitalistler ve sosyalistler kendi iyi taraflarını ortaya koysalar, insanlık bunu öğrense, o zaman hak ortaya çıkar ve ilerleme olur. Ama kendilerini İslâmî basın ve yayın kabul edenlere bakın; ya bin sene önceki haseneleri anlatmaktadırlar, o zamanki insanları tanıtmaktadırlar, yahut bugünkü saldırganları yani İslâm düşmanlarını ortaya koymaktadırlar.
İşte, Kur’an bunlara hitab ederek; kendilerini İslâmî basın, yayın, parti, şirket kabul edenlere hitap ederek diyor ki: “Ey Ehli Kitap! Neden hakkı bâtıl ile örtüyor ve hakkın ortaya çıkmasını önlüyorsunuz?” diyor. Bunu Yahudi sermayesi böyle yaptırıyor. Kendilerinden başka hakka sahip kimse çıkmasın diye hakkı örten bâtıl basın ve yayını destekliyor, İslâmî basını da siyasî ve hukukî baskı ile yıldırarak bâtılı reklam eden basın ve yayın hâline getiriyor, partileri ve şirketleri de ona göre davranışa zorluyor. Peki, bunlar nasıl yenileceklerdir?
Sûrenin ilerleyen âyetlerinde bunlara karşı ne yapacağımız elbette daha açık olarak ortaya konacaktır. Şimdi ben de bilmiyorum. Ancak hakkı öğrenir ve ortaya koyarsak, o zaman onların bu mekrleri ortadan kalkar.
الْحَقَّ (eLXAvqQa) “Hakka giydiriyorsunuz.”
Karşı tarafın kötülüklerinden bahsedip haktan bahsetmemek, hakkı örtüp bâtılı ortaya çıkarmaktır. Böyle olunca halk hep bâtılı öğrenmiş olur. Hakkın ise sadece kelimelerini duymuş, kendilerini bilmemiş olur. Hak için cihad yapanların anlattıkları hakkı ortaya koyacaklarına; bâtıl için mücadele edenlerin cidallerini ortaya koymaktadırlar. Böylece sözde İslâmiyet’i savunanlar İslâmiyet’e hizmet etmeyip, hakkı bâtılın gölgesinde bırakmaktadırlar. İşte Allah doğrudan doğruya Ehli Kitaba hitap ederek, bâtılı anlatacaklarına hakkı anlatmalarını, kötüleri yereceklerine iyileri değerlendirmelerini emretmektedir.
Günümüzün İslâmiyet’i ile meşgul olanlar vardır. Bunlar kimlerdir? İslâmî siyaseti yapmakta olan Necmettin Erbakan ve Haydar Baş, İslâmî işletmeleri kurmak isteyen Yimpaş ve Kombasan, İslâmî dini yaymak isteyen Gülenciler ile tarikatlar, İslâmî ilmi yapmaya çalışan “Akevler”dekiler ile ilahiyatçılar. Ehli Kitap basını bunları değerlendirmelidir. Bunların eksiklikleri varsa bunlara saldırsın. Sahada bunlar oynasın. Millet bunları tanısın. Bunlar tartışsın, bunlar cephe oluştursun. Mesela, AK Parti ile Saadet Partisi tartışsınlar. Şöyle yapılsın:
a) Asla kişileri hedef almayacaklardır. Fikirleri hedef alacaklardır.
b) Her iki taraf, sizin düşünceleriniz yanlıştır diye değil; benim düşüncelerim doğrudur diye ortaya çıkacaktır. Şerde itişmeyecekler, hayırda yarışacaklardır. Kur’an, sizin putlarınız kötüdür diye işe başlamıyor. Allah’tan başka ilâh yoktur, diyor. Tek Tanrı’yı savunuyor. Öbür tanrılarla uğraşmıyor. Onları anlatıp durmuyor. Adlarını sayarak geçiyor. Tek Tanrı’nın yaptıklarını anlatıyor.
c) Bizim şahsımıza saldıranlara cevap bile vermeyeceğiz. Biz kötü olabiliriz. Ama savunduğumuz haktır deyip geçeceğiz. Nefsimizi savunma ihtiyacını duymayacağız. Yalandan kaçınacak, eksiğimiz varsa itiraf edeceğiz. Doğruları da beyan edip geçeceğiz. Asla onları ispatla uğraşmayacağız.
d) Hedefimiz, karşı tarafı indirip bizim çıkmamız olmamalıdır. Hedefimiz, karşı tarafın doğruları yapması olmalıdır. Hakkı savunma kazançlarımızın aracı olmamalıdır. Kendimiz serbest piyasada kazanıp hak için harcamalıyız. Yoksa, hakka hizmet edip oradan ücret talebinde bulunmayacağız.
بِالْبَاطِلِ (Bi elBAOıLı) “Bâtıl ile Hakkı örtmeyiniz, karıştırmayınız.”
“Bâtıl” kelimesi “bâtın” kelimesi ile akrabadır. Bâtın, karın demektir. Bâtın, hakkın görünmeyen yüzüdür. Bâtıl ise hakkın karşıtıdır. Bâtın, sanal sayıları ifade ederse, bâtıl da menfi sayıları ifade eder. Eğer menfi sayı ile müsbet sayıyı toplarsanız sıfır eder. Menfi sayı ile müsbet sayıyı çarparsanız menfi eder. Bir suyu sidikle karıştırırsanız o içilmez. Bâtıl ile hak karıştırılırsa bâtıl olur. Faizle karışan serbest ticaret tekele dönüşür ve ticaret olmaktan çıkar. Serbest cinsi ilişki ile evliliği karıştırırsanız fuhuş ortaya çıkar. Yani, evlilerin zinası başlar. O halde hakkın içinde bâtılın yeri olmamalıdır. Eksi ile eksinin çarpımı artı eder, ama artı ile eksinin çarpımı daima eksi eder. Halk Partisi her zaman başarılı olmaktadır; çünkü sistemi kötüdür, kendisi de kötüdür. Ama Demokrat Partililer, Adalet Partililer, Millî Görüşçüler, Milliyetçiler ve şimdi de AK Partililer hep mağlup olmuşlardır. Çünkü kötü sistemde iyilik yapmak istemektedirler. Bâtıl ile hak karışımı başarıya ulaşamaz.
وَتَكْتُمُونَ (Va TaKTuMUvNa) “Ketmediyorsunuz.”
İlbas etmek, karıştırmaktır. Hak ile bâtılı bir göstermektir. Bey’i (alışverişi) faiz gibi göstermektir. Nikahı zina gibi göstermek, libastır. Bir de “hakkın ketmedilmesi” vardır. Hak hiç yokmuş gibi yapmaktır.
Bergson, âhlak ve dinin iki kaynağı var demiş ve bir kitap yazmış. Bütün bâtılları Yunan, Çin ve Mısır’ı hep anlatmış; Budizm ve Hinduizm’i anlatmış. Ama İslâmiyet’ten bahsetmemiş, sanki İslâmiyet yok, 1500 yıl tarihte yokmuş gibi davranmış! “Karanlık çağ” deyip hakkı unutturmak istemişlerdir.
Bergson, eğer İslâmiyet’ten bahsetseydi, diğer bütün anlattıklarının manâsı değişecekti. Bergson bunu yaparken onun bu tutumu, kendisinin İslâmiyet’e saygısızlığından değil, saygılı olmasından gelmektedir. İslâmiyet’i methetse kitabı satılmaz, zemmetse hatalı olur. En iyisi, şimdilik susmak. Türk yazarları için de durum budur. Nitekim, Prof. Dr. Alaeddin Şenel de öyle yapıyor, ketm etme yolunu tutuyor.
الْحَقَّ (eLXAvqQa) “Hakkı ketmediyorsunuz.”
Burada “Hak” kelimesi iki defa tekrar edilmiştir. İkincisi zamir olabilirdi. Böyle zamir yerine ismen zikredilmesini Maani alimleri tasnif etmişlerdir. Ya bu hak öbür haktan farklıdır, ya da hak, hak olduğu halde neden ketmediyorsunuz anlamı çıkar. İki çeşit hak kabul ettiğimizde biri bâtıl ile karıştırılıyor, biri de ketmediliyor. Demek ki, öyle haklar vardır ki, onlar bâtıl ile karışmaz. Nasıl zeytinyağı su üzerine çıkarsa, bâtıl da öyle olur. O zaman hiç ortaya çıkarmama gayreti içindedirler.
Batılılar şimdi öyle yapıyorlar. Kapitalizmi ortaya çıkarıyorlar ve saldırıyorlar, sosyalizmi ortaya çıkarıyorlar ve saldırıyorlar. Hakkı ortaya çıkarmıyorlar. Çünkü o zaman ne sosyalizm kalır, ne de kapitalizm kalır. Kapitalizm, faizi de ticareti de serbest bırakan bir düzen. Sosyalizm ise ikisini de yasaklayan bir düzen. İkisi de yanlıştır, bâtıldır. Hak düzen nedir; faiz yasak, ticaret serbest. Ama bunu hiç irdelemiyorlar, bunu konuşmuyorlar, bunu tartışmıyorlar. Bunu söyleyenleri susturuyorlar, kürsüden ediyorlar.
Diğer cins hak ise bâtılla karışabilir. Mesela, faizsiz finans kuruluşları böyle bâtıl ile hakkın karışımıdır. Kârlı sistemdir. Faiz de vardır. Paraya para kazandırmak faizdir. Kâr, paraya mal kazandırmadır, sermaye olarak malı artırmadır. Oysa bu kuruluşların ambarları yok ki malı artırsınlar. Dolayısıyla yaptıkları faizdir. İşte bu hak ile bâtılı birbirine karıştırmadır. Faizi boyayıp kâr olarak göstermedir. .
وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ (Va EaNTuM TaGLaMUVNa) “Oysa siz ilmetmektesiniz.”
Allah’ın âyetlerinden bahsederken, “siz onlara şahitsiniz” denmektedir. Haktan bahsederken de, “siz onu biliyorsunuz” denmektedir. Âyet, delillerdir. O müşahede edilir, yani, tesbit edilir. Hak ise ilimdir. Ona hükmedilir. Yargının iki görevi vardır. Biri tesbit, diğeri hüküm. Tesbit şahadetle, hüküm ise ilimle olur.
İçtihadın da iki yanı vardır. Biri delilleri toplama ve her söze kulak verme, ikincisi ise içtihadın ahsenine tâbi olmadır. Biri şuhuddur, diğeri ilimdir. Kitap Ehli âyetlere şahit oluyor, küfrediyor. Hakkı ise ilmettiği halde lebs veya ketmediyor. Burada Kitap Ehline hitap ederken, hepsine birden hitap etmiş olmaktadır. İçlerinde hakkı teslim eden, âyetleri kabul eden yok değildir. Ama kitle böyle hareket ediyor.
İşte böyle yapmayanların içtihat ve icmaları geçerlidir. Bir kimse müçtehit olur da içtihat yaparsa; âyetleri küfretmeyecek, hakkı ilbas etmeyecek ve ketm etmeyecektir. Bu müçtehidin fıkhı o ülkede yürürlükte olur. İsteyenler o müçtehidin fetvaları ile amel ederler. Sözleşmeler yaparlar. Bu müçtehitlerin ittifakı icma olur.
Eğer bir kimse âyetlere şahit olduktan sonra küfrederse, Hakkı bildikten sonra ketmeder veya karıştırırsa, o kimsenin içtihadı geçersiz olur. Ona ittiba edilemez, muhalefeti icmaı bozmaz. Bunu tesbit edecek olan da hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargıdır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 237. SEMİNER Yorum-67 İstanbul, 05 Aralık 2003
“ADİL DÜZEN”E GÖRE TERÖRÜ ÇÖZMEK
Uygarlıkların nominal ömürleri “bin”er yıldır. Tarihlerinin başlangıcı, Hak medeniyetleri için Hazreti İsa’nın doğum yılıdır. Kuvvet medeniyetleri için bunlardan biner yıl sonra gelir.
Medeniyetler yaşlanınca hastalıklar ârız olur. Sosyal âfetler ortaya çıkar.
Bugün dört temel sosyal âfet ortaya çıkmıştır:
a) Çevre kirliliği. (Su, hava, toprak ve canlı kirlenmektedir.)
b) Nesil dejenerasyonu. (Tedavi tababeti, evlilik dışı ilişkiler, kitle imha savaşları, sosyal güvenlik.)
c) Kitle imha silahları. (Biyolojik, kimyasal, tahrip edici ve atom silahları.)
d) Mafya (Rüşvet, iş, senet mafyaları ve terör.)
Görülüyor ki, “terör” 16 hastalıktan sadece biridir. Bu “sosyal âfetler” gün geçtikçe insanlığı bütün “sosyal tufan”a götürmektedir. İnsanlık gark olacak, ancak inanmış olanlar kurtulacaktır. Bu sosyal âfetlere karşı tek ilaç vardır; o da “Adil Düzen”dir. Bu ilaç bir tek eczanede satılmaktadır; o eczane de “Kur’an”dır. Bu yazımızda sadece “Adil Düzen”de teröre karşı nasıl çareler bulunabileceğinin ana hatlarını ortaya koyacağız.
a) Yerinden yönetim olacaktır. İnsanlık, nüfusları 30 milyon ile 100 milyon arasında ülkelere ayrılacaktır. Ordular dış savunmayı yapacaklardır. Ülkeler, 300 000 ile 1 000 000 arasında illere ayrılacaktır. Bu iller kendi jandarma örgütleri ile iç güvenliklerini koruyacaklardır. İller, 3 bin ile 10 bin arasında nüfusu olan bucaklara ayrılacaktır. Bucaklar, 30 ile 100 arasında nüfusu olan ocaklara ayrılacak ve bunlar tamamen bağımsız olacaklardır.Yani, merkez kuruluşlar taşra kuruluşlarının hiçbir iç işlerine karışamayacak, kendi kanunlarını kendileri yapacaklardır. Merkezler taşralara hakim değil, hadim olacaklardır. Halk silahlandırılacak ve halka savunma hakkı verilecektir.
b) Kişi malını, canını, işini ve ırzını koruma hakkına sahip olacaktır. Kendisi veya yanındaki tecavüze uğradığında, silahı ile savunma yapma hakkına sahip olacaktır. Kendi evinde veya işyerinde işlenen bir fiilde ispat külfeti yabancıya ait olacaktır. Yani, bir kimsenin evinde ölü bulunursa, nefsi müdafaa ile ölmüş kabul edilecek, aksi ispatlanırsa kasıt olduğu kabul edilecektir. Bu hususta ocak, bucak ve ülke de kendisini savunma hakkına sahip olacaktır.
c) Dayanışma ortaklıkları kurulacak ve hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargının hükmü dayanışma ortaklıklarınca yani silahlı güçlerle infaz edilecektir. Yargının adil olması için soruşturma, bilirkişilik, hukuki savunma, hakemlik vakıfları kurulmalı ve yargı halka külfet getirmemelidir. Devlet vergi alır ve güvenliği sağlar. Bedel karşılığı yargılama devletin değil, eşkıyanın yani terörün işidir.
d) Cezada esas kısastır. Kısasın olmadığı bir düzende terör kesinlikle önlenemez. İdam cezasının kaldırılması teröre davetiyedir. Bunu sömürücü sermaye yapmıştır. Sermayenin parası var, istediğini öldürtecek, sonra katil hapishane denen lüks otellerde ağırlanacak! O halde ölüm cezasının olmadığı yerde güven olmaz. Kur’an; “Fitne katilden eşedir.” diyor.
e) Kısasın uygulanamadığı yerlerde diyet geçerli olacaktır. Hata cinayetleri veya aftan dolayı kısas uygulanamıyorsa, mağdurlara diyet ödenecektir. Bu diyet de dayanışma ortaklıklarınca ödenecektir. Böylece ölenler arkalarında mağdurlar bırakmamış olacaklardır.
İSTANBUL HALKI TEŞKİLÂTLANMALIDIR
İstanbul Halkı kendi kendine teşkilatlanacaktır. Dayanışmaya girecektir.
İstanbul iki bölgeye ayrılacaktır. İstanbul, Anadolu ve Avrupa bölgelerine ayrılacaktır. Bunlardan her biri, yani her “bölge” on civarında “is-iller”e ayrılacaktır. Bu is-iller on civarında “is-ilçeler”e ayrılacaktır. Her is-ilçe on civarında “is-bucaklar”a ayrılacaktır. Her is-bucak on civarında “is-semtler”e ayrılacaktır. Her is-semt on “is-ocaklar”a ayrılacaktır. İs-ocaklar birer “apartman”dır. İşyerleri is-semtlerde, meskenler is-ocaklarda yer alacaktır.
Tabiî ve sosyal âfetlerde her ev kendi is-ocak başkanına başvuracaktır. Ondan alacağı talimata göre hareket edecektir. Her semtte eğitilmiş nöbetliler olacaktır. Tabiî veya sosyal âfetlerde onlar hemen görev başına geleceklerdir. Bunlar âfeti def etmeye çalışacaklardır.
Böyle bir teşkilatlanmanın hedefi; her ocak, ocağına giren ve çıkanları denetim altına alacaktır. Ocak da orada oturanları yakından tanımış olacaktır. Komşular, komşularda neler olduğunu bileceklerdir. Bu tanışmaların olabilmesi için her ocağın bir toplantı yeri olmalıdır. Her gün burada toplanacaklar ve işe buradan gideceklerdir. Herkes sabahleyin bu toplantı yerine uğrar ve oradan birlikte işyerlerine gidilir. Öğle vakti semtlerde toplanarak birlikte yemek ve öğle dinlenmesini yaparlar. Yine semtlerde toplanarak akşam mesaisine başlarlar. Akşam üzeri arabalara binilerek ocaktaki toplantı yerine gelinir. Kim geldi, kim gelmedi, bilinir. Yatmadan önce toplantı yerinde toplanır ve yatsı sohbetini yaparlar. Birbirlerinin durumlarından haberdar olurlar. Bu toplantılara katılmayan kimseler o ocaktan veya o bucaktan uzaklaştırılır. Uzaklaştırılanın orada taşınmazı varsa, dayanışma ortaklığı o taşınmazı satın alır.
Böylece her ocak ve bucak bilgisiyle kendisini korur.
“Dayanışma ortaklıkları” soruşturma, bilirkişilik, hakemlik, hukuki savunma (avukatlık) vakıflarını kurarlar ve yargılama masraflarını bu vakıf karşılar. Böylece devletin yargılama teşkilatından İstanbul halkı yararlandırılmış olur.
Biz 1960’larda Müslümanların parti kurmalarını ve kendilerini böyle savunmalarını istemiştik. Kime söyledikse kulak vermediler. Sonunda Necmettin Erbakan’la anlaşarak bağımsız adaylıklarımızı koyabildik. Şimdi de, artık parti değil, “dayanışma ortaklıkları”nın kurulmasını öneriyoruz. Kimse kulak vermiyor.
Genç bir Erbakan bekliyoruz: “Ben bunu yapacağım!” diyecek ve harekete geçecek.
Yönetimlerin bu işi yapmaları mümkün değildir. Çünkü dünyayı sömürmek isteyen güçler böyle bir şey yapmalarına izin vermez. Halk kendisi bu teşkilatı kuracaktır. Sonra partilerini destekler, zorlar ve bu değişme olur.
2003 İSTANBUL TERÖRÜ
11 Eylül 2001’de Amerika’da kuleler yıkıldı. Yakıt dolu benzinli uçaklar Amerika’nın en yüksek katlı binalarını yerle bir ettiler. Binalar daha önce satılmıştı! O gün kulelerde çalışan Yahudiler de işe gelmemişti!..
ABD alelacele Usame Bin Ladin’i suçladı! Dünya da bunu yuttu! İş burada kalmadı. ABD tüm dünyaya savaş ilan etti: “Ya bizden olacaksınız, ya karşıdan!” Yani, resmen III. Dünya Savaşı’nı başlattı.
Çok açık olarak belli idi ki, ABD dünya ile savaşmak istiyordu. Kuleleri, savaşı bahane etmek için kendisi yıkmıştı. Bunu bahane ederek “Afganistan”ı işgal etti. Dünya bu işgalde ABD’yi destekledi.
ABD sonra “Irak”a saldırdı. Dünya bu sefer ABD’yi desteklemedi. ABD’nin hedefi, bu yolla dünyayı ele geçirip tek devlet olmaktı. Böyle bir sevdanın peşine düşmüştü. Tarihte, böyle “Dünya benimdir!” diyen zavallılar çıkmıştır. İskender, Cengiz, Atilla, Hitler, Stalin ve daha başkaları böyle heveslere düşmüşlerdir.
ABD, “Türkiye”yi savaşa sokarak; Irak’la, Sureye ile, İran’la savaştırıp; sonunda da hazır lokma olarak Türkiye’yi yutmayı düşünmektedir. Bu çabalar sonuç vermemiştir. TBMM’den birinci tezkereyi geçirememiş, ikinci tezkereyi geçirmiş ise de asker engeline takılmıştır. ABD’nin istediği; Türkiye Suriye üzerinden Bağdat civarına gelecekti, yahut hava yoluyla varacaktı. Böylece, lojistik desteği olmayan Türk birlikleri, gerektiğinde, çok kısa zamanda imha edilebilecek; yahut, Türkiye ABD’nin istediğini yapmak zorunda kalacaktı. Kuzey Irak’tan ise Kürtler istemediği için geçemeyecekti. Kendisi Washington’dan Irak’a kuzey yolundan geçmeden giremiyordu. Bizi ise Ankara’dan itibaren Süveyş Kanalı’ndan dolaştıracaktı!
Ordu hareket planını yaptı; Irak’a kuzey yolundan gidecekti, demiryolundan gidecekti. Bu yolu hep elinde tutacak ve kendisi savunacaktı. Bu aynı zamanda resmen kuzeye girme demekti. Ama bunun dışında başka bir şekilde de Irak’a asker gönderilemezdi. Türklerin aptal olmadığını görünce, ABD de asker istemekten vazgeçti. Ordunun istediği de zaten buydu.
Türkiye’yi Irak’ta savaşa sokamayınca; ABD’de kuleleri yıkanlar, bu sefer, aynı şekilde Türkiye’de onun kadar basit bir eylem gerçekleştirdiler. Kuleler atom bombası ile yıkılmadı. Yakıt dolu uçaklar kulelere çarptı. Yakıt tutuştu, merdivenlerden ve hava boşluklarından aşağı indi, en alttaki demirleri ısıtıp eritti ve tüm bina çöktü. Aynı şekilde, İstanbul’da gübre dolu kamyonlar infilak etti, sokaktaki masum insanlar öldü.
Buradaki en önemli tezgâh; bunun Müslüman fedailer tarafından Allah rızası için yapılmış olmasını ileri sürerek tüm dünyayı İslâmiyet’e düşman etmekti. İslâmiyet terörist bir dindir! ABD bu teröristleri imha ediyor. Gelin, siz de bizimle bir olun ve hiç olmazsa dışarıdan destekleyin!
Türkiye’ye neden saldırılıyor? Çünkü, Yahudi inanışına göre, cennete gidecek kişiliği olan tek ırk Yahudi ırkıdır. Diğerleri bunların hizmetçileridir. İnsan bile değildirler. İbadet etseler de cennete gidemezler. Ellerinde bulunan Tevrat ile dünyayı sadece onlar yöneteceklerdir. Hıristiyanların İncil’i buna engel değildir. İncil’de şeriat hükümleri olmadığı için onların hakimiyetine zarar değil, yarar getirir. Ama Kur’an ve İslâmiyet ise tek rakiptir. Onun yok edilmesi gerekir. Böylece ecelleri gelmiş olanlar cami duvarına pislemeye başlamıştır..
Kuleler Amerika da yakılıp yıkıldığı gibi; kendisini kamufle etmek isteyen devlet terörü, kurban olarak havralar ile İngiliz konsolosluğunu ve bankasını seçmiştir. Buradan ikinci bir amacı vardır. Bu suretle Türkiye Yahudilerine, hattâ dünya Yahudilerine mesaj veriyor: Ben burasını kan gölüne çevireceğim. Oralardan kaçın da İsrail’e gelin. Nitekim, İkinci Cihan Savaşı da bu amaçla çıkmıştı; Avrupa’yı terk edip Filistin’e göç edin. İngilizlere de benzer mesaj veriyordu: Bugün İstanbul’da, yarın Londra’da olmasını istemiyorsan, ayağını denk al, ABD’nin yanından ayrılma. Bunların Bush’un Londra’da olması anında olması özel şifreler taşıyor.
20. yüzyılda çıkan savaşların ve terör olaylarının tek kaynağı, Amerika’daki sömürücü Yahudi sermayesidir. 1950’ye kadar sermayenin merkezi Londra’da idi. Sonra New York’tadır. Sermaye şimdi oradan taşınmak istiyor. Kendisine yer arıyor. İstanbul’a hasret; ama Türklerle yıldızı barışık değil.
Sorunu böyle açık seçik tesbit etmedikten sonra, sadece körebe oynarsınız.
Sömürücü sermayenin en ünlü taktiği, önce yükseltmek, sonra vurmaktır. Hitler dünyaya meydan okuyordu; şimdi nerede? Stalin dünyanın yarısına hükmediyordu; şimdi nerede? Ecevit nerelerde idi; şimdi nerede? Tansu Çiller ve diğerleri nerelerdedir? Bunlar nasıl yükseldiler, nasıl düştüler?..
AK Parti’yi de iktidara o getirdi. Şimdi indirecek olan da yine odur. Biz bunun böyle olacağını bir yıl önce yazdık. AK Parti’nin iki yıl ömrü olduğunu söyledik. Sermaye, ilk altı ayında hiç dokunmadan bekler. Onun ne yapacağını öğrenir. Sonraki altı ayda planını yapar, nasıl vuracağını planlar. Sonra, gereğini CIA’ya ihale eder. Genellikle bir yıl içinde işini bitirir. Bitiremezse, CIA para alamaz.
Tahminim bir bir gerçekleşti. Altı ay dolunca “resepsiyon krizi”ni çıkardılar.Türkiye’yi ikiye böldüler. Meclis ve hükümet bir taraf oldu. Cumhurbaşkanı, yargı ve bürokrasi ile ordu bir taraf oldu. Partiler de ikiye ayrıldılar. AK Parti, DYP ve ANAP bir tarafta yer aldı. CHP, MHP ve GP karşı tarafta yer aldı. DEHAP’ı bilemiyorum. Böylece bu ayrılmaya dayalı bir plan hazırlanmaya başlandı. 29 Ekim’de son provası yapıldı.
Bir yıl geçtikten sonra plan uygulanmaya başlanmıştır. Türkiye’de her hafta bir terör olayı çıkarılacak ve Türkiye Filistinvari anarşik bir ülkeye dönüştürülecektir. Zaten çökmekte olan ekonomi büsbütün çökecektir. CHP’nin başı çektiği gruba doğru gidilecek ve demokrasiye son verilecektir. Çünkü onlar artık demokrasiyi kullanamıyor. Önce Tayyip indirilip Gül başbakan yapılacak… Sonra Gül indirilip Baykal başbakan yapılacak. (Koalisyon takası.) Sonra Baykal indirilip Kemal Derviş getirilecektir. Ondan sonra artık Türkiye’yi hep genel valiler idare edecektir. Gürcistan’da, Irak’ta, İran’da bunların hazırlıkları bitmiştir.
Masonlar zenginleştiler, artık sermayenin sözünü dinlemiyorlar. Seçilmişler yerlerini sağlamlaştırdılar, söz dinlemiyorlar. Sömürü sermayesi şimdi yeni bir formül buldu. Gözüne kestirdiği kimselere karılarını boşattırıyor, Yahudilerle evlendiriyor. Görünüşte, ülkeyi o ülkeden olan yönetiyor görünecek. Gerçekte, Yahudi kadın ülkeyi yönetecektir. İşte planlanan budur. Buraya ulaşıncaya kadar terör olayları devam edecektir.
Türkiye için biçilmiş olan plan bu kadarla kalmıyor. Türkiye iç ve dış savaşa sürüklenecek... Orduları dağıtılacak... Türkiye’nin kuzeyinde Pontus, batısında Bizans devleti kurulacak...
Ortadoğu devletleri nüfus olarak onar milyondan aşağıya indirilecek ve silahtan tecrit edilecek. İsrail, atom gibi en güçlü silahlarla teçhiz edilerek onun güdümünde Ortadoğu’da birleşik devletler kurulacak.
Son haftalarda üçüncü olay olmadı. Acaba onları durduran nedir?
Hesapta olmayan iki önemli aksaklık olmuştur.
Patlayan bombalar bir İsrailliyi bile öldürmeyecekti. Bunu dengeleyemediler. Birkaç Yahudi öldü. Yahudi halkı buna müsaade etmez. Onlar ölmeyecekler! Aksi halde onların seçilmiş kavim olmalarının manâsı ne olur? Amerikan askeri de aynı sebepten dolayı ölmeyecek. Çünkü seçilmişlere hizmet ediyor.
İkinci kötü sonuç: İngiliz Başkonsolosu da ölmeyecekti. Ama Allah öldürdü. Bu iki olay onlar için başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun dışında; bu olaylar Türkiye’de panik çıkmasına sebep olacak, piyasada anormal tedirginlik yapacak ve sonunda anarşiye götürecek, krize sebebiyet verecekti. Olmadı. Orduda ve yöneticilerde gerilim meydana gelecek, kılıçları çekeceklerdi. O da olmadı. Türk basını bunu da beceremedi. Hâsılı, Türkiye uzaktan kumanda ile hareket etmedi. Bundan dolayı planlarını yeniden gözden geçirme durumunda oldular.
Hiç sanmayın ki, bu geri duruş onları hedeflerinden vazgeçirdi. ABD’de yönetim değişmedikçe bu plan sürüp gider. Mevcut yönetim 2004 seçimini kaybedecektir; ancak, baskı ile yine de iktidarda kalacaktır.
2008’de ise o kadar büyük kayba uğrayacaktır ki, artık baskı ile de olsa ayakta kalamayacaktır.
Demek ki, bana göre insanlık beş yıl daha bu belayı çekecektir.
Herkes tahlili güzel yapıyor da… Çare nedir? Bunu hiç düşünen yoktur.
Bütün bulara çok kolay çare bulunur.
Türkiye bir “kriz masası” oluşturmalıdır. Bu masada benim bildiğim şu kişiler yer almalıdır.
a) Kenan Evren. Eski Cumhurbaşkanı.
b) Süleyman Demirel. Eski Cumhurbaşkanı.
c) Necmettin Erbakan. Eski Başbakan ve başarılı sanayi profesörü.
d) Tansu Çiller. Eski Başbakan ve başarılı ekonomi profesörü.
e) Hüseyin Kıvrıkoğlu. Emekli Genelkurmay Başkanı ve bu savaşın kahramanı.
f) Mahir Kaynak. Eski istihbaratçı ve profesör.
g) Kamuran İnan. Eski siyasetçi ve dış siyaset mütehassısı.
h) Süleyman Karagülle. Çözümler üretmiş Akevler Kooperatifi ve Adil Düzen çalışanı.
Bunlardan oluşan “kriz masası”; siyasi partilerin, ordunun, üniversitelerin ve sivil kuruluşların üretecekleri çözümleri değerlendirecek ve hükümete arz edecektir. Hükümet uygulama yaparsa bu badire çok kolay ve basit olarak atlatılır.
TBMM Başkanı Bülent Arınç’a öneride bulundum, kulak vermedi. Başörtüsü krizi devam ediyor.
Bu önerime de kulak vermezseniz; Türkiye kendisini savunamaz ve devlet yıkılır. Ama bu arada ABD’de iktidar değişir ve Türkiye yeniden II. İstiklâl Savaşı’nı yapar ve II. Cumhuriyetini “Adil Düzen”e göre kurar. Kur’an’ın bildirdiğine göre; Türkiye, “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmakla görevlidir.
Kimse bunu engelleyemeyecektir. Tarih de bize bunu söylüyor.
TERÖRLE MÜCADELE
Türkiye 20 yıldır terör baskısı içindedir. Şimdiye kadar Kürt terörünü destekleyen bizzat Türkiye Devleti idi. Türkiye bugün Kürt sorununu desteklemiyor. Dolayısıyla Kürt terörü küllenmiş durumdadır. İstanbul’a artık gübre terörü girdi. Şimdiye kadar Batı’da üretilen silah ve teknoloji ile terör yapılıyordu. Şimdi, Türkiye’de bulunan ham maddelerden üretilen açık kamyonetli Türk tipi terör ortaya çıkmış gibi görünüyor. Mahkemenin işgali ve hemen teslim olmaları da Türk tipi bir terördür.
Terörü kim icat ederse etsin, kim eğitirse eğitsin, kim finans ederse etsin; terör terördür. Dünyada yayılmaktadır. Her yıl güçlenmekte ve gelişmektedir. Uygulanan hiçbir yöntem terörün hızını kesmemiştir. Gittikçe güçlenmektedir.
Terör ile mücadele iki şekilde yapılabilir:
a) Terörün kaynağı ne olursa olsun, siz terörün kendisi ile mücadele edersiniz. Güçlü ve sağlıklı iseniz onu yenersiniz. Mikroplardan korunma yerine, mikroplara karşı direnme yolunu seçersiniz. Bu yöntem sağlam yoldur. Çünkü mermi nereden gelirse gelsin, sizin zırhınız varsa her zaman korunabilirsiniz. Ama cephenin birini çökertseniz bile, başka cephe yeniden kurulabilir. Cephe yanılması da olabilir.
b) İkinci yol; terörü besleyen kaynakları tesbit etmek ve onlarla savaşa girişip kaynağını kökünden kurutmaktır. Terörün kaynağı tekse ve başkaları bunu yapamayacaksa bu yola gidilebilir. Biz şimdi birinci yolu ele alcağız. Sonunda, ikinci yola kısaca temas edeceğiz.
Terörün kaynağı ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin, biz kendisini yakalayıp yok edeceğiz.
Bunun için aşağıdaki ilkeleri esas almamız gerekecektir.
1) Terörün kaynağı ile değil, kendisi ile uğraşmak gerekir. Çözüm, ülke içinde terörü yok etmektir. Siz evinizi ısıtabilirsiniz, ama kara kışta dışarıdaki soğuğu yok edemezsiniz. Siz mikropları vücudunuzdan uzaklaştırabilirsiniz, ama tüm dünyadaki mikropları yok edemezsiniz. Terör dışarıda kol gezecek, ama ülkemize girmeyecek! Siz uyuşturucuyu kullanmayı yasaklarsınız, kullananı sürersiniz ve topluluğu bunlardan koruyabilirsiniz. Ama dünyadaki uyuşturucu üretimini ve ticaretini yasaklayamazsınız. Bununla baş edemezsiniz. Böyle bir şey yapmaya kalkışırsanız, dünya size karşı birleşir. Mafyalar oluşur. Tetikçiyi yok etmeliyiz, çünkü onun yaptığı gayrimeşrudur. Para veren ise fiilî suç işlememiş, fikrî suç işlemiştir, mâlî suç işlemiştir. Ona bedenî ceza vermeyiz.
2) Teröre karşı herkes kendisini savunacaktır. Yani polisle, jandarma ile bu işi halledemeyiz. Bütün vatandaşları silahlandırırız ve onları eğitiriz. Kendilerine saldırı olduğu zaman onlara savunma hakkını veririz. Böylece terörist bilir ki; ben bu işe giriştiğim zaman ben de yok olacağım. Vatandaş cesur olur. Bu tür hareketlerde gereğini yapar. Şimdi kişilerin savunma hakları ve güçleri olmadığı için vatandaş sinmiş durumundadır. Bunun sağlanması için yönetim şekli “yerinden yönetim” olmalıdır. Demokratik ve lâik yönetim olmalıdır. Yoksa, halk yönetime karşı ayaklanır. Bastırmak için yine silah kullanma durumu ortaya çıkar. Demek ki, gerçek demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenini oluşturmadığımızda halkımıza güvenemeyiz. Halkımıza güvenmeyince de onları silahlandıramayız. Silahsız halk da kendisini koruyamaz ve terör büyür gider. Terör, zaten yasak olsa da silahını kullanmaktadır. Yasak, sadece namuslu vatandaşı savunmadan mahrum eder. Müstevli devletler elbette böyle bir şey yapmazlar. Türk yönetimi kendisini hâlâ müstevli sanıyor. Halk uğraşıyor ve seçiyor, sonra iktidar kimlik değiştiriyor ve ileride Türkiye’yi istilâ edecek olanlarla bir oluyor. Halkı silahlandırmadıkça terörü önleyemezsiniz.
3) Terörün zararı dayanışma içinde ödenmelidir. Maddî hasarların yanında can kaybı da olunca, doyurucu miktardaki tazminat ailesine ödenmelidir. Bunu da orayı savunmakla yükümlü olan oranın halkı ödeyecektir. Önce o binada yaşayanlardan sağ kalanlar ölenlere ödemelidirler. Güçleri yetmiyorsa, o sokakta yaşayanlar ödemelidir. Onların güçleri yetmiyorsa, o sokağın açıldığı cadde sakinleri diyetleri ödemelidirler. O da yetmiyorsa, o belediye halkı; o da yetmiyorsa, İstanbul halkı; o da yetmiyorsa, tüm Türk halkı; o da yetmiyorsa, insanlık zararları ödemelidir. Önceden değil, olduktan sonra bu ödeme yapılmalıdır. Bu uygulama bütün halkı teröre karşı mücadelede birleştirir.
4) Açık istihbarat sistemi oluşturulmalıdır. Her şey kayda geçmelidir. Bunun için kayıtlar devletin vergi aracı olmamalıdır. Vergi beyana dayanmalıdır. Yine “Adil Düzen”le karşı karşıya geliyoruz. “Adil Düzen” yoksa açık kayıt olamaz. Olamayınca, terör engellenemez ve şebekleri çökertilemez. Gümrükler kalkmalıdır. Vizeler kalkmalıdır. Herkes serbestçe girip çıkabilmelidir, ama kaydı olmalıdır. Bu yalnız ülkeler arasında değil; ana yollardan geçerken, illere girip çıkarken, bucaklara girip çıkarken, ocaklara girip çıkarken elektronik kayıtlarla kayda alınmalıdır. Mesela, parmağı alıp kaydedince kapı açılmalıdır. Araba geçerken, özel dalgası ile kayda geçmelidir. Gizli istihbarat yerine, bu kayıtlara dayanılarak kişilerin nereye gittiklerini, kimlerle görüştüklerini, araçların nerelerde seyahat ettiklerini takip etmiş oluruz. Bunun için de yine “Adil Düzen”e ihtiyaç vardır.
Terör kaynağının kökünü kurutmak için de önce kaynağı tesbit etmemiz gerekir. Kim yapmış olabilir?
a) Çin olabilir.
b) Rusya olabilir.
c) Avrupa Birliği olabilir.
d) Müslüman cemaati olabilir.
e) Yahudi sermayesi olabilir.
Bunlardan hangisidir? Bunu tesbit edersek ve faaliyet gösteren bunlardan biri ise kaynağını kurutabiliriz.
Biz bu hususta da başka yöntem uygulamalıyız. Bunların bu işi yapabilmesi için paralarının olması ve tetikçileri bulmaları gerekir. Bunlar paralarını karşılıksız basabiliyorsa, sonsuz güce sahipler demektir. Dolayısıyla, önlemek için paralarını çürütmemiz gerekir. İnsanlıkta açlıktan ölecek olan insanlar varsa, bunlar arasından tetikçiyi de her zaman bulabilirler. Bunun için de aşağıdaki çareler üzerinde durmalıyız.
a) “Adil Düzen”e göre “karşılıklı para” çıkararak bu “sahte faiz parası”na son vermeliyiz. Bugün para faiz karşılığı üretilmektedir. Bu da faiz alanları bu tür terör olaylarına götürmektedir.
b) “Adil Düzen”e göre “herkese aş ve herkese iş düzeni” kurarak, açlık sebebiyle veya işsizlik sebebiyle tetikçilik yapma zorunda kalan insanlar bırakmamalıyız.
c) Tetikçileri şiddetle tecziye etmeliyiz. Afsız idam ile mahkum edip hemen öldürmeliyiz.
d) Terörü finanse edenlerin mallarını müsadere edip sürgün etmeliyiz. Bunu yapabilmek için tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargıya ihtiyaç vardır. Bunu da ancak “Adil Düzen” getirmektedir. Dışarıdan soruşturma, siyasi partilere kamu davası açma hakkı, hakemlik, dayanışma ortaklıkları.
Terörü önlemek için “faizsiz ekonomi” ile “herkese aş ve herkese iş düzeni” kurulmalıdır. Aile bağları kuvvetlendirilmelidir. İnsan sevdiği kimselere hizmet için yaşar. Kendisini seven kalmayınca dünyada yaşamanın da kıymeti kalmaz. Sevginin merkezi ailedir. Aile müessesesi de ancak “Adil Düzen”de varlığını sürdürür.
Evlilik dışı ilişkilerin serbest olduğu, hattâ sosyal ve ekonomik yollarla kişi evlilik dışı ilişkilere zorlandığında, artık eşlerin birbirini sevmesi ortadan kalkar. Çocukların anne babalarına olan saygısı ve sevgisi kalkar. Bu da kişiyi sevgiden mahrum eder. Ondan sonra da ölmeyi ve saldırmayı kendisi için bir hiç sayar. “Adil Düzen” bunu önleyecektir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
SÜLEYMAN KARAGÜLLE İLE ZİYA GÖKALP GÖRÜŞTÜ!
TÜRKLEŞMEK, İSLÂMLAŞMAK, MUASIRLAŞMAK – VI
TÜRKLÜĞÜN BAŞINA GELENLER - I
Ziya Gökalp -Bizans’ta kozmopolit halk toplanmıştı.
Süleyman Karagülle -Büyük şehirlerde ve ülkelerde çokluğun getirdiği refah vardır. İş bulamayanlar buraya toplanır ve karışık halklar yeni topluluklar oluşturur. Büyük dinler bu topluluklara yön verir. Büyük dinleri bunlar oluşturur. Mezopotamya’da Nuh, Ortadoğu’da İbrani, Avrupa’da Hıristiyanlık, Hindistan’da İnduizm, Çin’de Budizm, nihayet İslâm uygarlıkları böyle oluşmuştur. Peygamberler dinlerin tohumunu atmış, uygarlıkların oluşmasını başlatmış, uygarlıklar da o dinlere şekil vermişlerdir. Bugün de tabiî ve sosyal ilimlerle açıklanan Kur’an “III. Bin Yılın Uygarlığı”nı başlatacak, sonra da bu uygarlık insanlığa lâikliği öğretecektir.
ZG -Bu karışık halk kendilerine ‘kentli’ demişlerdir.
SK -Büyük kentlere gelen köylülerin çocukları kentli olmuşlardır. Değişik kültürlerin ürünü olarak dinlerinin rehberliğinde yeni uygarlığı oluşturmuşlardır. O günkü şartlar altında o uygarlık bir kıtayı kapsıyordu. İslâm Uygarlığı insanlık uygarlığı olmuştur. Şimdi Avrupa Uygarlığı insanlığın uygarlığı olarak gelişti. Bunun adı “muasırlaşma” olmaktadır. Bunlar belli merkezlerin yaygınlaşması ile doğdu. “III. Bin Yıl Uygarlığı” insanlığın ortak ürünü olacaktır. Yalnız Kur’an değil, bütün din kitapları müsbet ilme göre yorumlanacaktır.
ZG -Kentliler ulusları tahkir ederdi.
KG -Birlikte yaşayanlar, kültürlerini koruyamaz, ortak modalara yönelirler. Kültür, geçmişe bağlılık iken; moda, geçmişe isyandır. Kendi farklı varlığını unutma çabasıdır. Ne var ki, insanlar bu ara hep gösteriş içine girer, israfa dalar, yarış içinde sefahate boğulur. İşte o zaman peygamberler gelir ve insanları uygarlığa çağırırlar. Kentte kültür değil de uygarlık oluşur. Medenîlik zaten budur. Buna uymayanlar helâk olurlar. Bugün de kentleşme pek karışık sorunlar getirmiştir. (1) Çevre kirliliği, (2) silahlanma, (3) nesil dejenerasyonu, (4) her alanda mafyalaşma kentleşmenin ürünü olarak insanlığı helâke götürmektedir. “Adil Düzen” bu hastalıklara çaredir. “Adil Düzen”i kabul edenler kurtulacak, kabul etmeyenler gark olup helâk olacaklardır. Bunlar Kur’an’ın ve müsbet ilmin ortak verileridir.
ZG -Kent dili değişik halkları, özellikle Türkleri tahkir eden atasözleriyle doludur.
SK -Bunlar değişik halkların kentlerde çatışma mahsulü olan sözleridir. Değişik kümeslerden tavukları bir kümeste birleştirirseniz, birkaç ay çatışma ile geçer, sonra ortak kümes ortaya çıkar. İnsanlıkta gelişme böyle olmaktadır. Bu sosyal kanundur. Halkların kaynaşması için çatışmaları gerekir. Bugün İstanbul tüm Türkiye’yi temsil eden bir kenttir. Türk halkları burada uluslaşmaktadır. Burada şimdilik doğan modalar Türkiye’ye yayılmaktadır. Bu modaları müsbet ilmin ışığında Kur’an’ı tetkik ederek ona göre bir uygarlık oluşturursak, işte o “III. Bin Yıl Uygarlığı” olacaktır.
ZG -“Etraki bi idrak”, “Ekradi bed nihad”; “İdraksiz Türkler”, “Nihadsız Kürtler” tabirlerine Türklerden başkaları dayanamaz.
SK -Bazı kavimler kendilerine güvenirler, bu tür hakaretlere kulak vermezler. Sabreder, karşılık vermezler. Diğer halklar birbirleriyle çekişirlerken, o halk sabrı sayesinde yavaş yavaş hakim olmaya başlar. Böylece değişik halklar kendi kültürlerinde birleşmiş olur. İşte bu uluslar böyle büyük ulus olurlar, hattâ imparatorluklar kurarlar. Çinliler, Hintliler, Türkler, Ruslar, Yahudiler, İngilizler böyle oluşmuşlardır. Bunların kültürleri zaman zaman uygarlık olmuştur. Bu hoşgörüsü olmayan halklar üstünlüklerini başka uluslara kaptırırlar. Araplar İslâm Uygarlığını böylece Türklere devrettiler. Mısır bunun için çöktü. Roma ve Bizans böyle yaşadı. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti de böyle doğdu. Türkler de kendilerini savunsaydı, devletimizin adı “Türkiye Cumhuriyeti” olmazdı veya devletimiz olmazdı.
ZG -Hıristiyanlar din ayırımcılığını yaptılar, Müslümanlar kavmiyetçilik yaptılar.
SK -Bir uygarlık doğmaya başladığı zaman halkları birleştirir. Kültürleri bünyesinde eritir. Zaten uygarlık böyle doğar. Yaşlanınca da uygarlık etkin olmaktan çıkar. Uygarlığı oluşturan değerler etkisiz hâle gelir. Karşı tarafta doğan yeni uygarlık içeri girer. Bu dönemde halklarda yeniden kültür oluşmalarına gidilir. Yeni medeniyetin etkisiyle yeni kültürler doğar. Sonra bu kültürler birleşerek yeni medeniyeti oluşturur. Osmanlı dönemi, eski medeniyetin çöküş dönemidir. O medeniyet 500 yıl içinde çökmüştür. Cumhuriyet dönemi, bu kültürlerin kaynaşması ile yeni ulusu oluşturmuştur. Şimdi de bu ulusun örneğinde yeni uygarlık oluşacaktır. İmparatorluktan ayrılan devletler uluslaşıyorlar. Ortadoğu’ya yapılan saldırılar bu ulusları “III. Bin Yıl Uygarlığı”nda birleştirecektir. “Adil Düzen” işte bunun mayasıdır.
ZG -Millet fikri millî muhabbet ve millî nefret ile başlar.
SK -Uygarlığın çökmeye başlamasıyla çözülen vücutta bağımsız kalan kavimler kendi kültürlerine sarılarak uluslaşmaya başlarlar. Osmanlı ulusçuluk sebebiyle yıkılmamıştır; Osmanlı İmparatorluğu yaşlanmakta olan I. Kur’an Uygarlığı sebebiyle çökmüştür. Çökerken gelişmekte olan Avrupa Medeniyeti’nin etkisiyle milliyetçilik fikirleri doğmuştur. Yaşlı insanı mikroplar öldürür ama mikroplar yaşlandırmaz. İnsan gençken seslerini çıkaramayan mikroplar, yaşlanan vücudu ortadan kaldırmakla görevlidirler. Osmanlı İmparatorluğu’nu Cumhuriyetçiler yıkmadı, yıkılan imparatorluğun üzerinde Cumhuriyet’i kurdular.
ZG -Mısır’da Abdullah Nedim Arap milliyetçiliği, İstanbul’da Naim Bey Arnavut milliyetçiliği yapıyordu. Bunlar Türk düşmanlığı yapıyorlardı.
SK -Bunlar tarihin tabiî akışıdır. Biri aktör olur ve rol alır. İmam olduğu için namaz kılınmaz, namaz kılındığı için imam olunur. Biri olmazsa diğeri olur. Bir topluluk hangi dili konuşursa o topluluk o ulustandır. Cümle yapısı önemlidir. Kelimeler dili değiştirir ama yeni dil oluşturmaz.
ZG -1900’larda bir Arnavut doktor bana; “Biz Abdülhamid’i yıkarken size yardım ederiz ama asıl zalimler Türklerdir.” demiştir.
SK -Abdülhamid zalim değildi. Ama imparatorluğun yıkılması gerekiyordu. Yıkıldı. Arnavutlar ayrıldı. Ama şimdi Arnavutlar Türklerden medet bekliyorlar. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler zalim değildirler. Düzen zalimdir. Bu düzeni ıslah etmezlerse T.C. Devleti yıkılacaktır, “Adil Düzen” içinde yeni düzen kurulacaktır. Abdülhamid, Cumhuriyeti getirseydi Osmanlı yıkılmazdı.
“Adil Düzen” nasıl gelebilir? 1. AK Parti Adil Düzencilerle işbirliği yaparsa “Adil Düzen” gelir. 2. CHP Adil Düzencilerle işbirliği yaparsa “Adil Düzen” gelir. 3. SP Adil Düzencilerle işbirliği yaparsa “Adil Düzen” gelir. 4. Türk Ordusu Adil Düzencilerle ilgilenir de MGK’na proje getirirse, yine “Adil Düzen” gelir ve T.C. yıkılmaktan kurtulur.
Bunların hiçbiri buna yanaşmazlarsa; a) İşsizlik sebebiyle, b) Dış borçlar sebebiyle, c) Yanlı, bağımlı, etkisiz ve saygınlığını yitirmiş yargı nedeniyle, d) Devletimizi yıkmakla uğraşan sermaye tekelindeki basın ve yayın nedeniyle T.C. Devleti yıkılacaktır. Ama iki asırdır Doğu ile Batı uygarlıklarını sentez edip “Adil Düzen”i kurmakla görevli olan Türk Milleti 1919’da olduğu gibi yeniden şahlanacak, II. T.C. Devletini “Adil Düzen” içinde kuracak ve insanlığı aydınlatacaktır. İstanbulluların buna hazır olması gerekir. “Zalim Düzen”in yaşama şansı yoktur.
ZG -1900’lardan beri Arnavut, Arap, Kürtler Türkleri tahkir ediyor, gerici olduklarını söylüyorlardı. O zaman Türkçülükten bahseden yoktu.
SK -Batı dünyası, imparatorluğu yıkmak için önce Hıristiyanları ayarttı. Sonra Türk olmayanları ayarttı. En sonunda da Meşrutiyet’te Türkleri ayartarak kendi yurtlarına çekilmelerini, Misak-ı Millî hudutlarından başka halkları uzaklaştırmalarını telkin etti. Hepsinde başarılı oldular. I. Cihan Harbi’ni kazanınca imparatorluğu ortadan kaldırmakla yetinmediler, Sevr’i dayattılar. Halk buna isyan etti. Askerler aldatıldıklarını anlayınca millî devlet kurmaya yöneldiler. Yahudiler, bir asır sonra Anadolu’yu kendileri alsınlar diye, ateist bir millî devleti desteklediler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Şimdi 70 milyon nüfusa ulaşmış bir T.C. Devleti vardır. Yahudiler yıkmak istiyorlar. Belki yıkacaklardır. Ama Türk Milleti 1919’ların hareketi gibi yeniden yeni devletini kuracaktır. Çünkü Yahudiler ABD’de etkinliklerini kaybedeceklerdir. Dolar tepetaklak gidecek, sermaye hakimiyeti bitecektir. İsrail Devleti Müslümanların himayesinde varlığını sürdürecektir. Yahudiler İsrail’de toplanarak insanlığa hizmet etmeye devam edecektir. Bütün bu söylediklerimiz Kur’an’ın bildirdikleridir.
ZG -1900’larda İstanbul’daki kentliler kendilerini uygar sayıyor, taşralıları tahkir ediyordu. Trakya’dakiler Arnavut, Karadenizliler Laz, doğudakiler Kürt idi. Türk olmak ise ayıp olduğundan herkes bunlardan birine katılıyordu.
SK -Abdülhamid düşmanlığında halklar birleştiriliyor, Türk düşmanlığı yapılıyordu. İleride oluşturulacak Pontus devleti ile Bizans devletine zemin hazırlanıyordu. Bir de dinsiz bir Kürt devleti kurulacak, ileride bunlar Yahudilerle akraba ırk yapılacak, Mezopotamya’ya öyle hakim olunacaktı. Demek ki bugünkü Kürt-Yahudi hikâyesi 1900’ların eseridir.
ZG -1900’larda Osmanlı yönetimi ve halkların işledikleri her fenalık Türklerin eseri hâline getirilmişti. Türklerden de hiç bahsedilmiyordu. Bundan dolayı çöküldü.
SK –Türklük, dinsiz Jön Türkler tarafından ortaya kondu. Yahudiler Anadolu’yu Hıristiyanlara veremiyorlardı. Çünkü o zaman yarım asır sonra kuracakları İsrail devletine bir asır sonra Anadolu’yu ilhak edemezlerdi. Bundan dolayı bir asır içinde Anadolu’da dinsiz bir devlet kurulmalı idi. Bunun için ateist Türkçülük fikri 1900’dan sonra Jön Türklerle oluşturuldu. İkinci Cihan Savaşı’na Türkler bunun için sokulmadı. Ne var ki, bir asır içinde Türkiye Batı’yı öğrendi ama İslâmiyet’i kaybetmedi. Türklerin nüfusu 12 milyondan 70 milyona çıktı. Türkiye dünyanın en güçlü ordularından birine sahip oldu. Yahudiler dünyadaki etkilerini zirveye çıkardılar ama gelişen dünya karşısında artık çökmeye başladılar. Buraya kadar olanlarla Yahudiler istediklerini yaptırdılar. Allah şimdi “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurma görevini Adil Düzencilere vermek üzeredir. Bunun kanla veya kansız olacağına insanlık karar verecektir. Ama şu kesindir ki, Adil Düzenciler bu kanı akıtmayacaklardır. Kur’an’da Hak düzeni kabul etmeyenlerin helâklerinin mü’minlerin elinden olmayacağı, onu kendisinin tabiî ve sosyal kanunlarının yapacağını çok açık bir şekilde ifade etmektedir. Mü’minleri bu gibi davranışlardan şiddetle men etmektedir. Bizim “Akevler”in 35 senelik siyaseti de buna dayanır; düzenle kavgalı olmamak. Nitekim bugün AK Parti de bunu yapıyor gibi görünüyor. Ama uyarmak bizim görevimizdir.
ZG -Tanzimatçılar Osmanlıcılığı terviç ettiler.
SK -Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkabilmek için onu İslâmiyet’ten uzaklaştırmak gerekiyordu. Bu Türkçülük olamazdı. Çünkü Osmanlılar değişik kavimlerden oluşuyordu. Yerine hayali bir birlik koydular. Aslında Osmanlı İmparatorluğu millî devletler kursaydı, bu devletleri de ırka değil kültürlere dayandırsaydı, imparatorluğu da millî devletlerin dayanışması olarak ortaya koysaydı; İngiltere krallığı gibi şimdi varlığını sürdürürdü. Ama Yahudi sermayesinin planında denizlere hakim olmak için krallığa dayalı Hıristiyan bir imparatorluğa ihtiyaç vardı. Ortadoğu’ya hakim olmak için de Rusya, Avusturya ve Osmanlıların yıkılması gerekiyordu. Onun için buralarda bu tür yaşatıcı reçeteler Yahudiler tarafından yazılmadı. Kendileri de düşünmeden taklit içinde idiler. Yahudilerden başka bugün yeryüzünde düşünen tek merkez vardır, o da “Adil Düzencilerin Çalışmaları”dır. İleride bu düşünce yeşerecektir.
ZG -Osmanlıcılığa kimse inanmadı, her kavim kendi tarihini ve dilini okuttu.
SK -Zaten Osmanlıcılık inandırılsın diye ortaya atılmamıştır, Osmanlıları parçalamak için ortaya atılmıştır. AK Parti parti olsun diye geliştirilmedi, Millî Görüş çöksün diye geliştirildi. Tehlike kalkar kalkmaz elbette o da yıkılacaktır. Nitekim Meşrutiyet döneminde Türk Milliyetçiliği terviç edildi. Şimdi de Türklüğe saldırı vardır. Avrupa dayatmaları Avrupa’nın dayatması değildir, Yahudi dayatmasıdır. İdamı kaldıracak, o da tetikçileri kullanarak ve terör yaparak insanları yönetecek, kimse asılmayacak. Kullanılan maşalar hapislerde F tipi kaşanelerde yaşatılacak! Zavallı Avrupa!
ZG -Meşrutiyet’te Osmanlıcılık şiddetlenince bu Türkleştirmedir diyerek kavmiyetçilik de şiddetlendirildi.
SK -İki tarafı da Batı’nın sömürücü sermayesi besliyordu. Bir taraftan baskı yaptırıyor, sonra da ona karşı direnişi organize ediyor, böylece ülkeyi parçalıyordu. Bugün Çin’de, Hindistan’da ve Rusya’da benzer olaylar cereyan ediyor. Bir taraftan Müslümanlar kışkırtılıyor ve devletler imha ettiriliyor, diğer taraftan da o devletleri zayıflatarak ileride yıkmayı planlıyor. Türkiye’deki Türklük-Kürtlük, lâiklik-irtica, Kemalizm-antiKemalizm, Sünnî-Alevî çatışmaları hep aynı kaynaktan gelir. Osmanlı bunların etkisiyle yıkıldı ama Cumhuriyet kuruldu. Bunlar etki gösterse bile onlara yaramayacak, “Adil Düzen”e dayanan cumhuriyet kurulacaktır. Tavsiye ederim; bu hasta adamı yaşatsınlar, yoksa onlar kaybederler.
Z Gökalp -Nihayet, Türk Milleti milliyetçilik yapılmazsa ne Osmanlıcılık kalır ne İslâmcılık. Yine milliyetçiliğe izin verilmezse diğer milletlerin İslâmlığı bitmez. Dünyada milliyetçilik revaçta, biz dışarıda kalmamalıyız. İşte Türkçülük doğdu.
Süleyman Karagülle -Yahudiler Avrupa’yı parçalamak ve toprak ağalığını ortadan kaldırmak için milliyetçiliği ortaya koydular ve derebeylerden birini destekleyerek krallığa çıkardılar. Protestanlıkla Kilise’yi millîleştirdiler. Avrupa’yı parçaladıktan sonra cumhuriyeti icat ederek krallıkları yıktılar. Sonra da enternasyonalliği getirerek milliyetçiliği ortadan kaldırdılar. Gökalp bu kitapçığını imparatorluğun yıkılmasından biraz önce kaleme almış olmalı ki, Yahudilerin desteği ile milliyetçilik yapabilmektedir. Gelecek Hafta: TÜRKLÜĞÜN BAŞINA GELENLER - II