ADİL DÜZEN 242
““ADİL DÜZEN” BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.”Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 16-17 Ocak 2004 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 242. SEMİNER (CUMA-CUMARTESİ) İstanbul, 16-17 Ocak 2004
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi CD. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİBOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – XXIII (84-86. ÂYETLER)
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 241. SEMİNER Yorum-71 İstanbul, 09 Ocak 2004
CUMA GÜNÜ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
BİLEN İÇİN DEVLET YÖNETMEK BASİTTİR
PARA - VERGİ - KREDİ - ENFLASYON
“Para” satılığa arz edilen malların fiyatları ile çarpılarak elde edilen rakamın toplamı kadardır. Halkın elindeki satın alma gücüdür. Fiyatlar öyle teşekkül eder ki, malların toplam değeri halkın satın alma gücüne eşit olsun.
Piyasaya arz edilemeyen değerler mal değildir. Halkın elinde bulunmayan satın alma gücü de para değildir.
P= F{(Fi/F*Mi)
Para: Halkın elindeki satın alma gücüdür. Kâğıt para, senet, vadeli satışlar, açık hesaplar birer paradır.
Faizli ekonomilerde enflasyon olur. Enflasyonlu ekonomide para daima yetersizdir. Banka dışı para ortaya çıkar. Tüccar ekonomisi yerine Pazar ekonomisi doğar. Halk doğrudan takasa gider.
“Kayıt ekonomisi”ne geçebilmek için faiz kalkmalı, yeter derecede para piyasaya sürülmelidir. “Vergi” üretimden “para” olarak değil, “mal” olarak alınmalıdır. “Kredi” vergi karşılığı verilmelidir. Vergi kayda dayanmalıdır.
Atın Para: Altının alış-verişi serbest olmalıdır. İhracatı ve ithalatı serbest olmalıdır. Vergiden muaf olmalıdır. Merkez Bankası kârsız alıp satmalıdır. Bütün arz ve talebi karşılamalıdır. Alış fiyatı ile satış fiyatı arasında fark yapmamalıdır. Altının resmî fiyatı oluşmalıdır.
Enflasyon: Altının artan değeri ile ölçülür. Bunun dışındaki tanımlar geçersizdir.
Malların altına göre fiyatların artıp eksilmesi arz ve taleple ilgili olup, enflasyonla ilgisi yoktur.
Serbest ekonomide malların fiyatlar her zaman değişebilmelidir.
Esas Kural: Her türlü ödemeler “TL” ile yapılır. Her türlü borçlanmalar “Altın değeri” üzerinden yapılır.
Böylece enflasyonun kötü etkisi yok edilir.
Vergi: Kamunun toprak kirası karşılığı aldığı değerdir. Kredi karşılığı üretimden pay olarak alır. Bununla ortak hizmetler sunar.
Kredi: Devlet altın, demir, buğday ve toprak ile tanımlanmış “para”yı basar, halka faizsiz olarak verir. Piyasaya parayı devre başında “tüketim kredisi” olarak nüfus başına dağıtır. Haftalık taksitlerle geri alır.
Halk bu para ile ihtiyacı olan malları sipariş verir. Sonra gider o fabrikalarda çalışır, aldığı ücreti ile kredisini kapatır. Üreticiye sipariş verdiği ham maddesinin bedelini öder. Mamulü satın alınca öder. Mağazalara malzeme karşılığı kredi verir, satıldıkça geri alır. İnşaatçıya malzeme ve işçilik bedelini öder. Taşınmaz satılınca geri alır. Zamanla vadeli krediyi sadece tüketiciye verir. Cebrî takip yoktur. Kredisi kesilir. Kredi faizsizdir.
Vergi Nisbeti : Vergi nisbeti kamu çalışanları nisbeti kadardır. Beş kişiden biri kamuda çalışıyorsa vergi nisbeti beşte birdir.
Verginin Tahsili: Devlet kendi harcamalarını karşılıksız basacağı para ile yapar. Böylece piyasaya fazla para sürülmüş olur. Fiyatlar sürdüğü para miktarı kadar enflasyona uğrar. Borçlanma altın üzerinden olduğu için herkes kredisini kapatırken enflasyon kadar fazla parası ile kapatmış olur. Böylece %20 geri dönmüş olur. Ondan sonra yeni para basmadan devredip durur.
Tahsilat Gideri: Tahsilat gideri sıfırlanmış olur. Devlet gideri en az %25 azalır. Firmaların da muhasebe yani muhasip giderleri azalır.
Görevli Baskısı: Halkın üzerinde görevli denetimi olmayacağından adil davranış ortaya çıkar.
Denk Bütçe: Denk bütçe temin edilir. Enflasyon kadar vergi alınmış ve harcanmış olur. Borçlular da mağdur edilmiş olmaz.
Etki: Gelecek yıllarda yeni para basılmayacağı için, -çünkü enflasyon farkı olarak para geri dönmüştür- artık enflasyon da olmaz. Üretici işçiye az ücret ödeyerek vergi farkını kapatmış olur. Az ücret alan işçi az satın alır. Kalanını da devletten maaş alanlar almış olur. Üretici geçmiş yıl fiyatları ile mallarını satmış olur.
Kredinin İtfası: Kredisini kapatmayan kimselere bir daha kredi verilmez. Borçlanma ehliyetlerini kaybederler. Mallarına el konmaz. Borcunu ödeyince itibarı iade edilir. Ödenmeyen meblağlar dayanışma içinde tasfiye edilir. Yahut kamu giderleri arasında ödenir.
Görülüyor ki; bilen ve doğruları uygulamak isteyen için devlet yönetmek basit bir şeydir.
“Yapabileceğimiz şeyleri yapmaya başlasak, kendimizi hayretler içinde bırakacak sonuçlar alırız.” EDİSON
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 242. SEMİNER Tefsir İstanbul, 17 Ocak 2004
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XXIII
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
قُلْ آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ عَلَيْنَا وَمَا أُنْزِلَ عَلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطِ
وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَالنَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ(84)
وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْإِسْلَامِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ مِنْ الْخَاسِرِينَ(85)
كَيْفَ يَهْدِي اللَّهُ قَوْمًا كَفَرُوا بَعْدَ إِيمَانِهِمْ وَشَهِدُوا أَنَّ الرَّسُولَ حَقٌّ وَجَاءَهُمْ الْبَيِّنَاتُ
وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ(86)
قُلْ (QuL) “Kavlet.”
“Nebilerin misakını aldık” dedikten sonra, “Kavlet/ Söyle” diye başlıyor. Bu emir kimedir?
Bu emir resuledir. Bir “yemin ashabı” birleşiyor, sizlerde olduğu gibi “Kur’an’ı öğrenmeye ve anlamaya” çalışıyor. Bunların içinden bir kısmı kendilerine Allah’ın yapacağı ilhamla bir araya geliyorlar, “nebiler aşireti”ni oluşturuyorlar. Bunlar içtihat ve icmaları ile insanlığı ileri uygarlığa götürecek “bir anayasa kitabı”nı hazırlıyorlar. Bunun “hikmetlerini” ortaya koyuyorlar. Bunları “kendi aralarında uygulayarak” ve böylece insanlığa “göstererek anlatma” imkanını buluyorlar.
Bu arada bir “resul” de “parti kurup” halkı organize ediyor. O partinin başkanı, bu nebilerin görevini yüklenen cemaati tasdik ediyor; onlar da ona inanıyorlar, güveniyorlar ve ona yardım etmeye başlıyorlar.
İşte başkanın insanlığa hitap ederek söyleyeceği sözler bu âyette ortaya konmaktadır.
آمَنَّا بِاللَّهِ (EAvManNAv BilLAHı) “Allah ile iman ettik.”
“Emine”, güven içine girdi demek olur. “Âmene” başkasını güven içine soktu demek olur. “Âmene Bihi” demek, onunla kendisini güven içine aldı demektir. “Âmennâ bihi” demek, kendimizi onunla güven içine aldık demek olur. O halde bu başkanın insanlığa hitap ederek söyleyeceği şey; biz kendimizi Allah ile güvene aldık, kendimizi O’nunla koruyacağız demektir.
Burada “Allah” kelimesi ile âlemlerin Rabbi olan Tanrı kastedilmiştir. Yani, onun şeriatı ile kendimizi güvene aldık demek olur. Ancak, bunu böyle anladığımız zaman, ondan sonra gönderilenlere de inandık denmiş olması, Allah’a onlar atfedilmiş olur ki; Allah’ın zatına hiçbir şey ortak edilemez.
O halde burada “Âmennâ billahi” dendiğinde kastedilen Allah’ın zatı değil, O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluk yani devlet demektir.
Cahiliye döneminde yaşayan topluluklar devlet kavramına ulaşamamışlardı. Kur’an “devlet” kavramını “Allah” kelimesi ile ifade etmektedir. Kişilerin kendilerini devlet aracılığı ile güvene almaları demektir.
Bizim “Adil Düzen”i benimseyen ve parti kurup iktidara yönelen kimsenin yapacağı iş, Hazreti Muhammed’in Mekke’de yaptığı işi yapmaktır. Hemen diğer partilerle uzlaşarak bir “Millî Koalisyon” kuracaktır, “Millî Mutabakat” hükümeti kuracaktır. Bu millî mutabakat hükümetindeki uzlaşma ile “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı kabul edecektir. Tabii ki gerekli değişiklikleri ve uzlaşmaları yapabilirler. Bunlar bir görüşte, bir inanışta birleşmeyeceklerdir. Bunlar bir devlet üzerinde birleşeceklerdir. Yani, kendimizi güvene alan bir devlet üzerinde birleşeceklerdir. Yerinden yönetimle herkes kendi içtihat ve icmalarıyla yaşayacak ama ortak orduları ile kendi devletlerini koruyacaklardır. Bu yalnız kendi ülkeleri için sözkonusu olmayacak, bu şekilde barışçı olan devletler birleşip bir insanlık teşkilatı oluşturacaklardır. Böylece savaş içinde değil, barış içinde yaşamayı hedefleyeceklerdir. Savaşı barışı bozanlara karşı yapacaklardır. Buna karar verecek tarafların seçeceği birer hakem ile onların seçeceği baş hakemden oluşan yargının kararları sağlayacaktır.
“Âmennâ billahi” demekle bunu ifade etmiş olacaklardır.
وَمَا أُنْزِلَ عَلَيْنَا (Va MAv EuNZiLa GaLaYNAv) “Ve bize inzâl olunan”
Şimdi devlete inandık. Devlet içinde birlikte güvenimizi korumaya karar verdik. Ama biz hepimiz farklı düşünüyor, farklı şeylere inanıyoruz. Kimin dediği olacaktır? Herkes kendi içtihadına ve icmaına göre yerinden yönetimle yönetilecektir. Herkes kendisi ile ilgili olan hususlarda kendisi karar verecek ve uygulayacaktır. Ortak işlerde ise başkanların dediklerini yapacağız, mağdur oluyorsak tarafların oluşturacağı hakemlerden oluşan tarafsız yargıya uymuş olacağız. Biz bize inzâl olunan ile kendimizi güvene aldık diyoruz.
Dikkat edilecek olursa, burada “Ellezî ünzile aleynâ” değildir; “Mâ ünzile aleynâ” denmektedir. Kastedilen Kur’an değildir. Kastedilen Kur’an’a dayanarak yapılan içtihat ve icmalardır.
وَمَا أُنْزِلَ عَلَى إِبْرَاهِيمَ (VA MAv EuNZıLa GaLAv İBRAHIyMa)
“İbrahim’e inzâl olunan ile kendimizi güven altına aldık.”
Burada yine “Ellezî” veya “Elletî” denmeyip “Mâ” denmiştir. Çünkü Hazreti İbrahim peygambere sahifeler gelmiş ama kitaplar gelmemiştir. Kitap yazılı metin olup sözler Allah’a aittir. Oysa sahifeler de yazılıdır, ama bizim hadis kitapları gibidir. Sözler peygamberlere aittir. Manâ başkası tarafından gelmiştir.
Bize inzâl olunanda da durum böyledir. İçerdiği manâ Allah’tandır, Kur’an’dan alınmıştır. Sözler bize aittir. İttifak etsek bile, icma etsek bile, o Kur’an olmaz. Sadece o manâ Allah tarafından gelmiş olur. Bize inzâl olunan ile Hz. İbrahim’e ve diğer peygamberlere inzâl olunan ayrı inzalle ama aynı kalıpla zikredilmiştir.
وَإِسْمَاعِيلَ (VaEıSMAGIyLa) “Ve İsmail’e”
Burada Hz. İbrahim Peygambere inzâl olunan dört grup olarak sıralanmıştır.
Hz. İsmail Peygamber Mekke’ye gidip yerleşmiştir. Orada Kur’an’ın geleceği dilin oluşması için hazırlık yapmıştır. Neden Mekke seçilmiştir? İki büyük uygarlık Mezopotamya ve Mısır’da vardır. Birinde şeriat çok ileridedir. Diğerinde ise devlet yapısı çok ileridedir. Kıyamete kadar sürecek olan kavmî devlet yapısı ilk defa Mısır’da tesis edilmiştir.
Bu iki uygarlığı ifade edecek bir dile ihtiyaç vardı. Bu dil ancak Arabistan çölünde oluşabilirdi. Bu iki uygarlık arasında taşımacılık yapan çöl bedevileri bir taraftan bunların uygarlıklarını öğreniyorlar, diğer taraftan da kendileri bozulmadan ileri bir Arapça oluşturuyorlardı.
İşte Hazreti İsmail’in görevi bu idi: “Kur’an Arapçası”nı oluşturan bir topluluk.
وَإِسْحَاقَ (VaEıSHAQa) “Ve İshak’a”
Bir projenin anlaşılması için onun bir örneği yapılmalıdır. Bu örneğin uygulanabilmesi için bir uygarlığa ihtiyaç vardır. Allah bunu Ortadoğululara vermiştir. Ortadoğu’da Kenan Uygarlığı’nı oluşturmuşlardır. Kenanilerdir bunlar. İsrail oğullarından olmakla beraber, onlara gelen peygamberlerin öğretileri içinde Mezopotamya Uygarlığı’nı Akdeniz’in doğu kıyılarına taşımışlardır.
“SuHQ/SUHK” uzak yer demektir. “İshak” uzaklaştırılmış anlamındadır. İki uygarlığın dışında bırakılmıştır. “İsmail”, dil olarak iki uygarlığın dışındadır. Bununla beraber işitendir. Yani, iki uygarlığı da çok iyi bilmektedirler. Kenaniler ise iki uygarlığın uzağında veya arasındadır.
وَيَعْقُوبَ (Va YaGQUvBa) “Ve Yakup’a”
Hazreti Yakup Mısır’a gitmiştir. Mısır’da onun soyundan gelen İsrail oğulları ortaya çıkacaktır. Tevrat onlara gelecektir. İlk şeriat uygarlığını onlar kuracak ve önderliklerini kıyamete kadar sürdüreceklerdir.
“Ikab” takip eden, arkadan gelen anlamındadır. Hz. İbrahim’in vârisi olarak Hz. Yakup kabul edilir. Gerçi diğer bütün beşeri resuller hep Hz. İbrahim’in soyundan gelirler, ancak kesilmeksizin sürdüren Hz. Yakup’un soyu olmuştur. Zaten “İsrail” de onun adıdır.
وَالْأَسْبَاطِ (ValEaSBAvOı)
“Sibt” kabile demektir, soy demektir. İsrail oğullarının on sibta ayrıldığı bildiriliyor. Bu hususta müfessirler değişik görüşler ileri sürmüşler, ancak inandırıcı açıklama getirememişlerdir.
Bizim için bu çok açıktır. Hz. İbrahim Peygamberin Ketura adlı bir hanımı daha vardır, bu hanımı altı oğul doğurmuştu. Bunlar doğuya gitmiş ve orada İbrahim dinini yaymışlardır. Doğu dinlerinin kaynağı olan Brahmanizm’i Hz. İbrahim’in soyundan gelenler yaydılar.
“Brahm” “İbrahim” demektir. Sonra bunlardan Budizm ve Hinduizm gelişmiştir.
İşte burada bahsedilen “Esbat” buralarda gelen peygamberlerdir. Neden onlara “sibt” demektedir? Bu dinlerin oluşumu tetkik edildiği zaman belki daha kolay anlaşılır. Kastlara işaret etmiş olabilir.
وَمَا أُوتِيَ مُوسَى (Va MA EuTiYa MUvSAv) “Musa’ya ita olunan.”
Bize inzâl olunan denmektedir. Hazreti İbrahim ve onun soyundakilere de “inzâl olunan” denmektedir.
Hazreti Musa için ise “verilen” denmektedir. Çünkü Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya, diğer Hz. Davut ve Hz. Süleyman peygamberlere doğrudan cümleler halinde kitaplar gelmiştir. Onlar kendi ifadeleri ile aktarmamışlar, Cebrail’in ifadesi ile söylemişlerdir. Böyle gelen ilk kitap Tevrat’tır. Sonra diğer peygamberler gelmiştir. Aradaki peygamberleri kıyas yoluyla bilmemiz için atlamıştır.
“Musa” “Usve” kelimesinden gelir. Hazreti Musa benzetilen bir peygamberdir. Kur’an Hazreti Muhammed’i Hazreti Musa’ya benzetmiştir. Onun getirdiği şeriat Müslümanların şeriatına benzemektedir. Kur’an Tevrat’a benzemez, ama fıkıh kitapları Tevrat’a çok benzer. Hazreti Musa, Kur’an gelmeden önce Kur’an’ın ahkâmını bir örnek olarak ortaya koymuştur.
“Mâ” kelimesi nekiredir, her ne gelmişse demektir. Bunların hepsini biz bilmeyebiliriz.
Hazreti Musa şeriatı getirmiştir.
وَعِيسَى (Va GIySAv) “Ve İsa’ya”
Hazreti Musa’ya Tevrat gelmiştir. Tevrat yalnız İsrail oğullarına hitap ediyor ve onlardan gelen peygamberler onu uyguluyorlardı. Kendilerine vahiy da geliyordu. Böylece Tevrat bir topluluk içinde iyice uygulanmış ve anlaşılır hal almıştır. Diğer kavimler buna davet edilmemişlerdir.
Bunun iki sebebi vardır. Birinci sebep, diğer kavimler davet edilseydi, Tevrat’ın uygulanması zor olurdu. Çünkü Tevrat’ın hükümleri Kur’an gibi değildi. İçtihat ve icmalarla yorumlanmıyordu. Doğrudan Allah peygamberleri aracılığı ile kendisi o topluluk için yorumluyordu. Diğer kavimler ona uyamazdı.
İkinci sebebi ise lâiklik anlayışının yayılmasını sağlamaktı. Başka dinlere de hitap etseydi, sonra zorla herkes Yahudi yapılırdı. Nitekim, sonra Hıristiyanlık böyle oldu.
İşte, Hazreti İsa Tevrat’ın hükümlerini zorlamadan tüm insanlara duyurma ile yükümlü kılındı ve Hıristiyanlık sayesinde Tevrat bütün insanlık için hidayet olmuştur. Bu sûrenin başında bu sebeple “Hüden Linnâs/İnsanlar için hidayet” denmiştir. Hem de ikisi birden hâl olarak zikredilmiştir. Böylece Tevrat ve İncil bir bütün olarak bir “Mâ”da toplanmıştır.
Kur’an’ın şeriat uygulaması Hazreti Musa tarafından Tevrat ile yapılmıştır.
Kur’an’ın takva (bugünkü dilde din) uygulaması da Hazreti İsa tarafından yapılmıştır.
“İsa” beklenen demektir. “Mesih” de seyahat eden demektir. Çünkü o ve resulleri dünyaya seyahat etmişlerdir. Sel olup tüm dünyayı fethetmişlerdir.
وَالنَّبِيُّونَ (Va elNaBıyYUvNa) “Ve Nebilere”
“Nebiler” burada marife gelmiştir. Müzekkeri salim gelmiştir. Enbiyalar demektir.
Bu “Nebiler” ile İncil’i dünyaya yayan resuller yani havariler kastedilmiştir. Hz. Musa ile Hz. İsa arasında gelen nebiler grubu kastedilmiştir. Tüm dünyada gelmiş ve geçmiş bütün nebiler kastedilmiştir.
Çünkü buradaki “Lam” harfi istiğrak için olabilir. Yani, bir nebiler grubu değil de, bütün nebiler grubu söylenmiştir. Bu istiğrakta nebiler ayrı ayrı girmezler, ama nebi gruplarının hepsi girmiş olurlar.
Nebileri değil de nebiler grubunu ifade etmiş olması, nebilere gelen vahiyler değil, nebilerde oluşan icmalar kastedilmiş olmaktadır. Dolayısıyla icmalar da metin şeklinde oluşur. İfadede icma olacaktır. Manâda icma örf olur. Lafızda icma kitap olur. İnsanları bağlayan örf değil kitaptır.
-Böylece, biz Adil Düzenciler ne söyledik?
-Allah alimleri gönderdi. Onlar geçmişte cereyan edenleri ve halihazırda olanları tesbit ettiler, bize tabiî ve sosyal oluşları tanıttılar. Allah peygamberler gönderdi, onlar da bize ne yapmamız gerektiğini öğrettiler. Biz bu geçmiş mirasa sahibiz. Onlardan peygamberlerin getirdiklerine inandık diyoruz. Çünkü ilim amele dönüştüğü zaman bir işe yarar. Ona da ancak imanla dönülür. İmanla ilim arasında çelişki şöyle dursun, ikisi bir kumaşın iki yüzüdürler. İlim olmadan neyi amel edeceğiz, iman olmadan neye amel edeceğiz? İlimle iman birleşince amel ortaya çıkar, bunların birleşmesinden yönetim ortaya çıkar, uygarlık ortaya çıkar
مِنْ رَبِّهِمْ (MıN RabBıHıM) “Rablerinden. Yetiştiricilerinden.”
Burada bu “Unzile”ye mütealliktir. Bütün yukarıda sayılanların hepsini ilgilendirir. Yani, bize gelenlerden, onlara gelenlerden hepsini içerir. Sonunda söylenmesi “Him” zamirinin içine bizim de girmemiz sebebiyledir. Baştan söylenseydi, “Min Rabbin” denmesi gerekirdi. Biz ifade ile girmesek bile, kıyasla girmiş oluruz. Bütün vahiylerin hedefi insanları yetiştirmektir. Onun için hem Rab hem de izafe gelmiştir.
Kur’an insanlara hükmetmek için indirilmemiştir. Diğer kitaplar da öyledir. Onların hedefi insanlığı eğitmek, onlara yol göstermektir. Onlar daima savunmada olmuşlardır. Anayasa ekseriyetini alan partiye bile saldırı yapılmaktadır. Onlar saldırmaz, onlara saldırılır. Onlar önce sabrederler. Sonra da savunurlar. Ama bu savunma karşı tarafın yok olmasına sebep olur.
لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ (La NuFarRıQu BaYNa EaXaDın MınHuM)
Burada Kur’an ayrıca zikredilmeyip bize nâzil olanlar arasında sayılmıştır. Çünkü Kur’an ancak içtihat ve icmalarla uygulanır. Diğerlerinde peygamber adları sayılmıştı, bizim için ise bize denmiştir. Çünkü İslâmiyet peygamber dini değil, kitap dinidir. Diğer dinlerde hep önce peygamber gelir, mucize ile kendisinin peygamber olduğuna inandırır, sonra ona nâzil olan kitaba inanırlar.
Hz. Musa önce mucize gösterdi. İnandırdı. Sonra da ona Tevrat nâzil oldu. Oysa, Kur’an önce kendisinin Allah kitabı olduğuna inandırdı. Sonra onu getirenin peygamber olduğuna inandılar. Ondan sonra müçtehitler geldiler ve Kur’an’ı yorumladılar, şimdi de biz hâlâ Kur’an’ı yorumluyoruz.
Evet, metin Arapça’dır. Değişmeden Cebrail ve Hazreti Muhammed yoluyla bize gelmiştir. Ancak, onu içtihat ve icmalarla uygulanır hâle getiren biziz.
-Biz diyoruz ki; Biz peygamberler arasında bir fark gözetmeyiz. Biz alimlerle peygamberler arasında da bir fark gözetmeyiz. Sonra, biz kişilere değil, onların getirdiklerine inanıyoruz. Demek ki, Hak yolunda çalışan herkese karşı saygımız vardır. Onların anladıklarını dinleriz. Bize de uygun olanları uygularız.
Burada önemli olan husus, bir memlekette farklı içtihatlar var, değişik Müslümanlar var, onlarla güven dayanışmasına gireriz, eman birliğini yaparız, ama biz aynı güven ve emanı tüm insanlık içinde devletlerarası ilişkilerde yani başkanlar arasında da tesis ederiz. Devletlerin savaşma içinde değil, dayanışma ortaklığı içinde vakitlerini harcamaları gerekir.
Daha pek çok çözeceğimiz sorunlar var. Karaların tabiî kaynakları yeterince değerlendirilemediği gibi, tahrip de ediliyor. Bunu önlemeliyiz. Denizler bâkir. Uzaya belki de bu içinde bulunduğumuz bin yıl içinde de adımımızı atamayacak, oralarda buğday ve şeker pancarı tarlaları oluşturamayacağız.
وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ (Va NaZNu LaHUv MuSLıMUvNa)
“Ve biz ona Müslim olmuş bulunuyoruz.”
Biz, yani “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmak üzere ortaya çıkan cemaat, O’na İslâm etmiş bulunuyoruz. Buradaki “O” zamiri Allah’a gitmektedir, topluluğa gitmektedir, insanlığa gitmektedir.
Baştan “Âmennâ” ile başladı ve burada “İslâmiyet” ile bitirdi. Çünkü imanın gayesi da İslâm’dır. Cihat barış için vardır. Hedef yeryüzünde barışı tesistir. “Ünzile Aleynâ”da bizim cemaat olup olmadığımız belirsizdir. Ama burada bizim bir ümmet, bir topluluk olduğumuz açıkça ifade edilmiştir.
Burada ifade edilen manâsıyla anlıyoruz ki;-
İman topluluğu İslâm topluluğu içindedir. Yani, mü’minler savunma külfetini yüklenmişledir, ama bedelliler de vatandaştır, bütün haklardan yararlanır. İlmî, dinî ve meslekî dayanışmalar içinde seçme ve seçilme hakları vardır. Kamu hizmetine katılmasalar bile, genel hizmet görevini ifa ederler.
وَمَنْ يَبْتَغِ (Va MaN YaBTaĞı) “Kim ibtiga ederse.”
“Beğy” boğadan gelen kelimedir. Kim beğy ederse, şiddetle isterse demektir. Azarsa demektir. Teşebbüs ederse demektir.
“Men” umumiliktir, kim olursa olsun demektir. İster Hıristiyan olsun, ister Yahudi olsun, ister başka dinden olsun, isterse milliyetçi olsun, ister komünist olsun, kim olursa olsun; düzen olarak barıştan başkasını seçerse o kabul olunmaz. Barıştan başka din nasıl seçilir? İnsanların çoğu kendilerini akıllı kabul eder, başka insanların kendilerine uyması gerektiğini sanırlar ve diğer insanları kendilerine zorla uydurmaya çalışırlar.
İşte bunlar, kendilerinin akıllı olduklarını sanan bu zavallılar, halkı ıslah etmek isterler. Bunlar birer aptaldırlar. Onları sömürü sermayesi kullanmıştır. Halkını ezdirerek hedeflerine ulaşmak istemiştir. Hitler, Stalin, Mao işte böyle kendilerini akıllı sanan zavallılardır.
Her devirde böyle kendilerini akıllı sanıp diğerlerini aptal sayanlar olmuştur.
Peygamberler insanlara sadece yol göstermiş, hiçbir zaman zorla halkına bir şey yaptırmayı düşünmemişlerdir. Dört halife zamanında dünyalar fethedilmiştir, ama Hazreti Peygamber’in ve halifelerin birer muhafızı bile yoktu. Hazreti Peygamber, Allah beni koruyor diye onu koruyanları dağıtmıştır. Devlet kendi halkını korkutmak için değil, kendi halkına saldırmak isteyenlere o halka dayanarak savunmak için vardır.
غَيْرَ الْإِسْلَامِ “İslâm’ın gayrını”
Barıştan başkasını din olarak seçerse, o kabul olunmayacaktır. İslâm’ın gayrisi nedir?
İslâm’ın gayrisi, barışın dışında olandır. Peki, barış nedir? Barış dört temele dayanır. Bu dört temele uyan kimseler barış içindedir. Bunların dışında olanlar barışın dışında olanlardır.
1) Bunların birincisi, herkesin kendi içtihadı ile amel etmesidir. Yani, kişi kendi kuralları ile amel edecektir, ama kendi hayat kurallarını kendisi koyacaktır. Kendisi koyamazsa, istediği kimsenin koyduğu kurallara uyacaktır. Diğerleri ona karışmayacaktır.
2) Kişiler birbirleriyle istedikleri şekilde sözleşme yapacaklardır. Kimse kimseye baskı yapmayacaktır. Zorla sözleşmeler yaptırmayacak ve bozdurmayacaklardır. Ama yapılan sözleşmelere uyacaklardır. Kendileri sona erdirebileceklerdir. Hattâ tek taraflı da olsa sona erdirebileceklerdir. Barışın ikinci şartı budur. Çünkü kimse tek başına yaşayamaz. Anlaşmalar yapmak zorundadır. Ama kimse kimseyi zorlamamalıdır.
3) Kişiler işgal ettikleri yerlere işgal ettikleri müddetçe sahip olmalıdırlar. Emeklerinin mâliki olmalıdırlar. Bunlar birleşerek ortak yerleşim yerlerini oluşturabilmelidirler. Bunlar kendi istekleri ile seçtikleri başkanlarına o site içinde itaat etmelidirler. Bunlardan isteyen istediği zaman siteden ayrılabilmelidir. Bir başkanın emrinde site kurmak, siteye girmek, siteden çıkmak ve orada mülkiyet haklarını istediği gibi kullanmak hürriyetine sahip olmayanlar barışçı değiller demektir. Gümrük ve pasaport duvarları savaş dışı düzendir. Bu örgütlenme ocak ve bucaktan başlamalıdır. Merkezler bunların hakimi değil, hadimi olmalıdır.
4) Nihayet, barışın dördüncü ayağı hakemliktir. Herkesin hak ve vecibesinin sınırı, başkalarının hak ve vecibesinin sınırıdır. 1924 Anayasası’nda, herkesin hürriyeti başkasının hürriyet sınırıdır deniyordu. Bu sınırı kanunlar belirler sözü yanlıştır. Bu sınırı hakemler belirler. Tarafların seçeceği birer hakemle, onların seçeceği başhakem bütün anlaşmazlıkları çözerse ve halk da ona uyarsa, işte o düzen “İslâm düzeni”dir, “barış düzeni”dir. Hakemler davaları kanunlarla değil, insanların tabiî hakları ile çözerler. Nedir bu hakların kaynağı? Yakınlık, komşuluk, emek ve sözleşmeler. Kanunlar sözleşmelerden ibarettir.
دِينًا (DIyNaN)
“Din” “deyn” kelimesinden gelir, borçlu ve alacaklı olma demektir. Türkçe’deki düzen karşılığıdır. Yanlış olarak “din” sözü “inanç” sözü, “takva” sözü karşılığı kullanılmaktadır. Takva, insanın kendisi ile Allah arasında oluşturduğu bir oluşumdur. Din ise düzen demektir. Türkçe’de dini takva anlamında kullanıyoruz.
“Din” deyince, bir teşkilât demektir. “Din” deyince, bir şeriat demek, kanunlar demektir.
Kullanma dilinde biz bugün bunu başka manâda kullanabiliriz. Ama Kur’an’da ise kendi manâsı ile kullanmalıyız. “İslâm”ı eğer bir topluluğun inançları olarak anlarsak, “din” olarak da o inançlara uyma şeklinde düşünürsek, o zaman Kur’an düzeni despotik bir düzen olur. Oysa Kur’an burada İslâm deyince barışı, din deyince de düzeni kastetmektedir. Böylece Kur’an bambaşka bir şey söylemiş olmaktadır.
“İslâm Uygarlığı” deyince, ilâhi kitaba dayanan uygarlığı anlayacağız. “Din” deyince de düzeni anlayacağız, hukuk yönetimini anlayacağız, hakemlerden oluşan yargının üstünlüğünü anlayacağız.
فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ (FaLaN YuQBaLaHu) “Ondan kabul olunmaz.”
Kabul olunmaz, karşılık görmez demektir. Yani, o gerçekleşmez, o düzen kurulamaz, o düzen olmaz, tam tersine düzensizlik olur.
Burada “La” değil de “Len” getirilmiştir. Asla, hiçbir zaman kabul edilmez, makbul olmaz.
-Kim kabul etmez?
Halk kabul etmez. Baskı içinde kısa zaman için sabrederler, sonra kabul etmez, ortadan kaldırırlar. Çevremize bakalım. 20. yüzyıl böyle akılsızlıklar yüzyılı olmuştur. Rusya’da Stalin, arkasından Mussolini, arkasından Hitler, arkasından Çin gibi ülkelerde Mao ile başlayan İslâm dışı dinler yani düzenler kısa zamanlarda patır patır dökülmüşlerdir. Adil olan devletler varlıklarını asırların ötesinde korumuşlardır. Dinler (ilâhî dinler) binlerce yıldır ömürlerini sürdürmektedirler.
Hıristiyanlık adına yapılan zulmü Hıristiyanlar yapmadılar, çoğu da uydurmadır. Sermaye abartmasıdır. Bugün nasıl Müslümanlar hiçbir şey yapmıyor, hizbullahları kendileri üretip sonra abartılı şekilde Müslümanlara saldırmakta iseler; dün de aynı şeyi Hıristiyanlara iftira ettiler. Papalığa iftira ettiler, yahut kendileri rüşvet vererek bazı papazlara yaptırdılar.
وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ (VaHuVa FIy elEaPıRaTı) “O âhirette”
“Âhiret” kelimesi dünya ve ula karşılığı olarak kullanılır. Yaşadığımız Kâinat’a zaman ve mekân itibariyle dünya denmektedir. “Bu dünyanın semasını yıldızlarla donattık” derken, yaşadığımız Kâinat’ın göklerini böyle donattık denmiş olmaktadır. “Ula” deyince de burası anlatılmaktadır. Anlaşılmaktadır.
Kur’an’da bu yaratılışımızın ilk yaratılış olduğunu, bundan önce Kâinat’a gelmediğimizi, daha önce varolmadığımızı ifade etmektedir.
“Âhiret” kelimesi son anlamındadır. Ölüm olması bakımından sondur. Yani, insanlar bir daha ölmeyeceklerdir. Bunlar bu dünyada başarıya ulaşamayacakları gibi âhirette de hüsran içinde olmuş olacaklardır. Yani, barış dışında bir düzen arayanlar dünyada o düzeni bulamayacakları gibi, hesapları burada bitmeyecektir.
Bizim bütün insanlara söyleyeceğimiz sözler vardır:
-Gelin, yeryüzü geniştir. Karalar birkaç on milyar nüfusu besleyebilir. Denizler eklenince de bu birkaç yüz milyara bile çıkabilir. Güneş sistemi bomboştur, biz insanları beklemektedir. O da yetmezse, uzaya açılabiliriz. Uzayı dolduran hidrojen ile yaşayabiliriz. Birbirimizle uğraşacağımıza, cehaletle uğraşalım. Barışın yolunu tutalım. Hakemlerin kararlarına razı olalım.
İşte, gelecek olan resulün, gelecek olan başkanın görevi budur. Bunları insanlığa söylemektir.
مِنْ الْخَاسِرِينَ (MiNa eLPAvSıRIyNa)
“Hasir” Tükçe’de hasır kelimesinde kullanılır. Sıkışmak, çökmek demektir. Yere serilmek demektir. Ziyan edenlerden olmak demektir. Yani, âhirette de bunların yatacakları döşekleri bile olmayacaktır.
Hedefimiz insanlığa barışı getirmek olacaktır. Bunu nasıl sağlayacağız?
-Önce, “ashabı yemin” olarak bir araya geleceğiz. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı öğreneceğiz. İçimizden bir grup ortaya çıkacak. “Mukarrabunlar”dan olacak. Allah ile misak yapacaklar ve “Adil Düzen”i tesis etmek için and içeceklerdir.
-Sonra, biri çıkacak ve parti kuracak, bunların “Adil Düzen”ini tasdik edecektir. Böylece tebliğ başlayacaktır. “Adil Düzen” organize olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti eğer “Adil Düzen”i kabul ederse yıkılmadan varlığını sürdürecektir. Kabul etmezse yıkılacaktır. Onu Adil Düzenciler yıkmayacaktır. PKK’lılar yıkacaktır, Amerikalılar yıkacaktır, Avrupalılar yıkacaktır, Ruslar yıkacaktır; kim yıkacaksa yıkacaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nu yıktıkları gibi yıkacaklardır. İşte, yıkılmadan önce veya yıkılmadan sonra “Adil Düzen” Türkiye’de kurulacaktır. Zulüm düzeni ile işlerini yürütüp barış üzerine savaş arayanlar, helâk olacaklardır.
Ashabı yemin olanlar o partinin içinde yer alıp hizmet göreceklerdir.
Sabikunlar ise şûra üyeleri olarak kalacaklardır.
كَيْفَ يَهْدِي اللَّهُ (KaYFa YaHDı elLAHu) “Allah nasıl hidayet edecektir?”
Yani, hidayet edemez anlamında söylenmektedir. Size, bu kavme, Türk Milletine hidayet etsin deniyor. Nasıl hidayet edecektir? Allah için zor olan bir şey yoktur. Elbette ki böyle kötü kavme de hidayet edebilir. Ancak, hidayet etmez.
Burada Allah, insanlık olarak da anlaşılabilir. İnsanlık içinde bunlar nasıl hidayet bulacaklardır?
Burada imkânsızlıktan çok, dünyevî kanunlar içinde gerçekleşmesinin zorluğunu anlatmaktadır. Allah’ın kanunları değiştirmeyeceğinden, kuralsız hareket etmeyeceğinden bu imkânsızdır.
Bu bize neyi gösteriyor?
Allah bile kurallı hareket ediyor, kuralsız hareket etmiyor. İnsanların kuralsız olarak keyfi hareket etmelerinin ne kadar korkunç kötülük olduğunu ifade ediyor. Şirk bunun için affedilmez bir günahtır.
قَوْمًا (QaVMan) “Bir kavim”
“Kavim” nekire olarak gelmiştir. Burada kastedilen yalnız bir kavim değildir.
Tarih boyunca böyle kavimler gelip geçmektedir. Bunlar hidayete erdikten sonra, kendilerine peygamber gelip de onlar ona inandıktan sonra ondan uzaklaşan her kavim kastediliyor.
İşte Araplar, işte Türkler, işte Persler bunların açık örnekleridir.
Avrupa böyle mürtet bir topluluktur. Beşyüz senedir Hıristiyanlığı dağıtmak istemektedir.
Bunlar nasıl başarıya ulaşacaklardır? Bunların başında Yahudiler gelmektedir.
Türkiye de bunların başında gelmektedir.
Türkiye İstiklâl Savaşı’na giriştiği zaman Allah’a dayanmış, O’na sığınmış ve bu sayede İstiklâl Savaşı’nı kazanmıştı. Türkiye bundan sonra inandıklarını inkâr etmiş ve ateist olma yoluna girmiştir.
İşte böyle bir kavmin başarıya ulaşması mümkün değildir.
Türkiye devleti gerçekten küfre gitmemiş, takiyye yapmıştı. Onun için alenen din düşmanlığı yapılmamıştır. Türkiye İslâmlaştırılmıştır.
Türkiye ne yaptı? Müslüman olan halkı Türk sayıp ülkeye muhacir olarak kabul etti. Bu ona ne sağladı? Nüfusunu artırdı. Sonra resmen demokrasiye geçip İslâmlaşmaya başladı. Bugün Güçlü Türkiye’ye varmıştır. Ama sıkıntıları da o derece büyüktür.
Türkiye bu sıkıntılardan kurtulmak için “Adil Düzen”i kabul etmek zorundadır. İmandan sonra, küfürden vazgeçmek zorundadır.
كَفَرُوا بَعْدَ إِيمَانِهِمْ (KaFaRUv BaGDa IıYMANıHIM)
“İmanlarının ba’dinde küfrettiler.”
Göçebe döneminden sonra tekrar göçebeliğe dönülemez. Demokrasiden sonra tekrar saltanata dönülemez. Evrim kanunları geçerlidir. Nasıl yaşlı gençleşemezse, aynen onun gibi topluluk da geriye dönemez. Daha ileri gitmek zorundadır.
Bu âyet bize bunu ifade etmektedir.
Gerilemeye başladığı zaman o topluluk çöküp gider.
Avrupa tekrar krallığa dönemez, derebeyliğe de dönemez. Türkiye de saltanata dönemez.
-Ne yapılacaktır?
Bugünkü sorunlar ancak bugünkü düzenden daha ileri bir düzene gitmekle çözülür.
O da İslâm dinidir, barış dinidir. “Adil Düzen”dir. İnsanlara inanmak yerine sistemlere güvenmektir.
وَشَهِدُوا (Va ŞaHıDUv) “Şahadet ettiler.”
Yani; gördüler, anladılar ve öğrendiler, tasdik ettiler. Baştan inkâr etmediler.
Türkler İstiklâl Savaşı’na girişirken; Allah bizi kandırmış, Osmanlıları mağlup etti, biz artık O’na değil kendi gücümüze güvenip kazanacağız deseydi; Mustafa Kemal baştan İslâmiyet’e karşı olduğunu söyleseydi, halk onun arkasından gitseydi, bugün “Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır” demezdik. Böyle deme hakkımız olmazdı.
Ama İstiklâl Savaşı Allah’a dayanarak, din adamlarına dayanarak kazanılmıştır.
Türk İstiklâl Savaşı’nın dört ayağı vardır:
1) Çeteler, 2) Onları destekleyen din adamları, 3) Mâli imkânı sağlayan esnaf. 4) Ve askerler.
Türk İstiklâl Savaşı’nı başlatanlar din adamları olmuştur.
Öyleyse, bu şahadeti kabul ettikten sonra artık vazgeçerlerse iflah olmazlar.
أَنَّ الرَّسُولَ حَقٌّ (EanNa elRaSULe XaqQun) “Resul haktır.”
Buradaki “resul” Hazreti Muhammed olabilir. Yani, onun hak peygamber olduğuna şehadet ettiler.
Türk Milleti buna bin yıldan beridir şehadet etmektedir.
İslâm dininden dönüp hayatta kalan bir topluluk bilmiyoruz.
Türk Milleti de İslâmiyet’e yeniden sahip çıkarak varlığını koruyabilir. Bunu bilen Türk düşmanları Lozan anlaşmasının gizli maddesinde dinsizleşmemizi şarta bağladılar. Mustafa Kemal ne yapmak istediğimizi maddeleştirdi. İnkılâplar yapıldı. Onun dinsizlik olmadığını anladığı için kabul etti. Medreseleri kapatacaksınız dediler, kapattı; ama İlahiyat Fakülteleri açtı. Geçici olarak onları kanun dışı olarak kapattı.
Türkiye bu Hak dinini korursa varlığını sürdürür. Buradaki “resul” ise sizi tasdik eden resul anlamına gelir ki, o zaman da “Adil Düzen”i kabul etmeyecek kavme nasıl hidayet edebilir? anlamı çıkar.
وَجَاءَهُمْ الْبَيِّنَاتُ (Va CAvEaHuM elBayYıNAvTu) “Onlara beyyinât ciet etmiştir.”
“Akevler”de İslâmî araştırmalar 1967’de başladı. O zamanki şartlarda bilinecek kadar bir oluş meydana geldi. Bu arada Erbakan parti kurdu. İktidara ortak duruma geldi.
“Akevler”deki çalışmaları Erbakan “Adil Düzen” adı altında benimsedi. Tüm dünyaya anlattı. Türk Milleti de benimsedi ve hükümeti kurdu. Hükümet başarılı uygulamalar yaparken devre dışı edildi.
Neden? Çünkü Erbakan Çiller’e verdiği sözden dolayı “Adil Düzen”den vazgeçti. Gerçekler çok açık bir şekilde anlatıldığı halde faizli sisteme devam ettiler.
Sonra Türk Milleti kurduğu hükümetlerle İslâm’a savaş açtı. Ne oldu?
O hâle geldiler ki, iktidarları bırakıp gitmek zorunda kaldılar. Erken seçim yaptılar. Onları iktidara getirenler onları göndermek zorunda kaldılar.
Şimdi de AK Parti, benim İslâmiyet’le ilgim yok diyor. Bir yıl boşu boşuna geçti. Allah onları dış siyasette de, ekonomide de bir yıl boyunca korudu. Şimdi saldırılar başladı. Kur’an’a dönmezlerse, “Adil Düzen”e dönmezlerse; kendilerini helâk edecekler, devleti de yıkacaklardır.
Türk Milletine müjde veriyorum:
-Türkiye ikinci Cumhuriyeti kuracaktır. Bunlar bu inatlarından dolayı giderlerse, gelecek vardır. Allah dünyayı o şekilde ayarladı ki, Türkiye düşmanları başarsalar bile, Türk düşmanları başaramayacaklar. Türkiye yakın zamanda “Adil Düzen”i benimseyecek ve “III Bin Yıl Uygarlığı”nın merkezi olacaktır.
Burada işaret edilen “Beyyinât”tan maksat, tereddütsüz “Adil Düzen” diyebilirsiniz.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” ve onları açıklayan 20 000 sahifelik yazılar beyyinâttandır. Tüm Fıkıh ve Tefsirler beyyinâttır. Kur’an merkezli bütün açıklamalar, Tevrat ve İncil dahil tümü beyyinâttandır. Peygamberleri sayarken doğu dinlerini de içermişti.
وَاللَّهُ لَا يَهْدِي (Va elLAHu Lav YaHDı) “Allah hidayet etmez.”
Allah böyle yapanlara hidayet etmez.
Komünistliği Koreliler benimsese başarılı olabilirlerdi. Hıristiyanların o düzende başarılı olması mümkün değildir. Onlar komünizmden çok yüce kitaplara sahiptirler. Allah bunlara doğru yolu göstermez. Kendileri için iyi sandıkları kötü yollara giderler. Bütün diktatörler saçma sapan işler yapmışlardır.
الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (eLQaVMa elJAvLıMIyNa) “Zalim kavme”
“Allah zalim kavme hidayet etmez.” Zulmeden kavim demek, karanlıkta kalan kavim demektir.
Kuralsız topluluklar karanlık içinde yaşamaktadır. Halk ne ile karşılaşacağını, hangi şiiri okuduğu zaman taltif edileceğini ve hangi şiiri okuduğu zaman hapse gideceğini bilmezse, bu karanlık dünyadır. Yani, zulüm dünyasıdır. Peygamberlerin istedikleri “hukuk düzeni”dir.
Her ropluluk davranışlarının kurallarını kendisi koysun, ama sonra ona uysun. İnsanları karanlıklar içinde bırakmasın. Keyfî yönetim zulümdür. Farklı yönetim zulümdür. Böyle kimselere hidayet yoktur. Bunlar bir yere varamazlar.
Yukarıda “kavmen” denmiş, burada “el-Kavme” denerek marife getirilmiştir. Kastedilen o kavimdir.
Böylece o şekilde hareket eden kavim zalimdir. Bir topluluğun bir başkanı olması gerektiğini, ona uyulması gerektiğini gördüler, buna şahit oldular. Bir topluluğun yargı düzeninin olması gerektiğini gördüler, ona şahit oldular. Ondan sonra işlerine gelmediği için de tekrar bu düzenden vazgeçip keyfî yönetime döndüler.
İşte bu kavme Allah hidayet etmez.
İnsanlık içinde böyle olan devletler dışlanır. Yargı kararı ile dışlanır.
Her kademede topluluklar yargı kararlarına saygılı olmalıdırlar. Yoksa yargıdan yararlanma hakları olmaz. Yargının adil olması gerekir. Bu da ancak hakemlik sistemi ile gerçekleşir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 241. SEMİNER Yorum-71 İstanbul, 09 Ocak 2004
BİLEN İÇİN DEVLET YÖNETMEK BASİTTİR
PARA - VERGİ - KREDİ - ENFLASYON
“Para” satılığa arz edilen malların fiyatları ile çarpılarak elde edilen rakamın toplamı kadardır. Halkın elindeki satın alma gücüdür. Fiyatlar öyle teşekkül eder ki, malların toplam değeri halkın satın alma gücüne eşit olsun. Piyasaya arz edilemeyen değerler mal değildir. Halkın elinde bulunmayan satın alma gücü de para değildir.
P= F{(Fi/F*Mi)
Para: Halkın elindeki satın alma gücüdür. Kâğıt para, senet, vadeli satışlar, açık hesaplar birer paradır. Faizli ekonomilerde enflasyon olur. Enflasyonlu ekonomide para daima yetersizdir. Banka dışı para ortaya çıkar. Tüccar ekonomisi yerine Pazar ekonomisi doğar. Halk doğrudan takasa gider.
“Kayıt ekonomisi”ne geçebilmek için faiz kalkmalı, yeter derecede para piyasaya sürülmelidir. “Vergi” üretimden “para” olarak değil, “mal” olarak alınmalıdır. “Kredi” vergi karşılığı verilmelidir. Vergi kayda dayanmalıdır.
Atın Para: Altının alış-verişi serbest olmalıdır. İhracatı ve ithalatı serbest olmalıdır. Vergiden muaf olmalıdır. Merkez Bankası kârsız alıp satmalıdır. Bütün arz ve talebi karşılamalıdır. Alış fiyatı ile satış fiyatı arasında fark yapmamalıdır. Altının resmî fiyatı oluşmalıdır.
Enflasyon: Altının artan değeri ile ölçülür. Bunun dışındaki tanımlar geçersizdir. Malların altına göre fiyatların artıp eksilmesi arz ve taleple ilgili olup, enflasyonla ilgisi yoktur. Serbest ekonomide malların fiyatlar her zaman değişebilmelidir.
Esas Kural: Her türlü ödemeler TL ile yapılır. Her türlü borçlanmalar Altın değeri üzerinden yapılır. Böylece enflasyonun kötü etkisi yok edilir.
Vergi: Kamunun toprak kirası karşılığı aldığı değerdir. Kredi karşılığı üretimden pay olarak alır. Bununla ortak hizmetler sunar.
Kredi: Devlet altın, demir, buğday ve toprak ile tanımlanmış “para”yı basar, halka faizsiz olarak verir. Piyasaya parayı devre başında “tüketim kredisi” olarak nüfus başına dağıtır. Haftalık taksitlerle geri alır. Halk bu para ile ihtiyacı olan malları sipariş verir. Sonra gider o fabrikalarda çalışır, aldığı ücreti ile kredisini kapatır. Üreticiye sipariş verdiği ham maddesinin bedelini öder. Mamulü satın alınca öder. Mağazalara malzeme karşılığı kredi verir, satıldıkça geri alır. İnşaatçıya malzeme ve işçilik bedelini öder. Taşınmaz satılınca geri alır. Zamanla vadeli krediyi sadece tüketiciye verir. Cebrî takip yoktur. Kredisi kesilir. Kredi faizsizdir.
Vergi Nisbeti : Vergi nisbeti kamu çalışanları nisbeti kadardır. Beş kişiden biri kamuda çalışıyorsa vergi nisbeti beşte birdir.
Verginin Tahsili: Devlet kendi harcamalarını karşılıksız basacağı para ile yapar. Böylece piyasaya fazla para sürülmüş olur. Fiyatlar sürdüğü para miktarı kadar enflasyona uğrar. Borçlanma altın üzerinden olduğu için herkes kredisini kapatırken enflasyon kadar fazla parası ile kapatmış olur. Böylece %20 geri dönmüş olur. Ondan sonra yeni para basmadan devredip durur.
Tahsilat Gideri: Tahsilat gideri sıfırlanmış olur. Devlet gideri en az %25 azalır. Firmaların da muhasebe yani muhasip giderleri azalır.
Görevli Baskısı: Halkın üzerinde görevli denetimi olmayacağından adil davranış ortaya çıkar.
Denk Bütçe: Denk bütçe temin edilir. Enflasyon kadar vergi alınmış ve harcanmış olur. Borçlular da mağdur edilmiş olmaz.
Etki: Gelecek yıllarda yeni para basılmayacağı için, -çünkü enflasyon farkı olarak para geri dönmüştür- artık enflasyon da olmaz. Üretici işçiye az ücret ödeyerek vergi farkını kapatmış olur. Az ücret alan işçi az satın alır. Kalanını da devletten maaş alanlar almış olur. Üretici geçmiş yıl fiyatları ile mallarını satmış olur.
Kredinin İtfası: Kredisini kapatmayan kimselere bir daha kredi verilmez. Borçlanma ehliyetlerini kaybederler. Mallarına el konmaz. Borcunu ödeyince itibarı iade edilir. Ödenmeyen meblağlar dayanışma içinde tasfiye edilir. Yahut kamu giderleri arasında ödenir.
Görülüyor ki; bilen ve doğruları uygulamak isteyen için devlet yönetmek basit bir şeydir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92