ADİL DÜZEN 244
““ADİL DÜZEN” BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.”Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 13-14 Şubat 2004 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 244. SEMİNER (CUMA-CUMARTESİ) İstanbul, 13-14 Şubat 2004
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi CD. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİBOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XXV
Daha başkası bugünkü Müslümanlardır. Kur’an gibi aydınlatıcı, ilmen ilâhî kitap olduğu tesbit edilen bir kitap ellerinde iken, Batı’nın ateist sosyalizminin arkasından koşmaktadırlar… Türkiye’deki Müslümanlar da bugün zenginliklere ulaştılar, ama adil bir düzen için harcama yapmıyorlar. Bunlar da bu gidişle nâil olamayacak, ulaşamayacak, başaramayacaklardır…
Türkiye’de de Millî Görüş sayesinde zengin olanlar ellerindeki imkânları “Adil Düzen” için harcamadıkça birre ulaşamazlar…
İşte Kur’an bu mü’minlere hitab ediyor: Bedenen cihattan önce mâlen cihat ediniz. Allah’ın size verdiği mallardan ayırınız, “Adil Düzen”e göre bir işletme kurunuz. Bunu ortaklık olarak kurunuz, ama ondan kazancı amaçlamayınız. İşte o örnek işletme kurulsun, sonra örnek işletmeler doğsun, ondan sonra siyasi parti kurun, ondan sonra iktidar olun. “Adil Düzen”e göre ekonomik işletmeleri kurmadıkça siyaset bakımından birre ulaşamazsınız…
İşte bu âyetin çok açık olarak ifade ettiği manâ budur. Bu sebepledir ki biz önce Akevler’i kurduk, sonra siyasi partiyi oluşturduk. Bizim dönemimizin imkân verdiği ölçüde, bizim samimiyetimiz nisbetinde başarıya ulaştık. Bu dönemde de başarı ancak bu yolla olacaktır. Önce “Adil Düzen” işletmeleri kurulacaktır… İleride “Adil Düzen” cemaati geldiği zaman, geçmişte bu katkıları yapanları hayır ve dua ile yâd edeceklerdir. Bugün ulaşılan ve yarın ulaşılacak nimetler, işte böyle damla damla katkılarla oluşmuştur…
Tam aksine, zenginler katkıda bulunacaklarına, bu hareketleri sömürmüşlerdir. O katkılarını kendilerine çevirmişlerdir. Şimdi de bizlere ‘bunlar başarısızdır’ diye yukarıdan bakmaktadırlar. Bizim işimiz onlarla değildir. Biz yolumuza devam etmeliyiz. Küçük küçük de olsa harcamalar yapmalıyız. “Adil Düzen”i oluşturmalıyız. Sonra elbette sömürmeyecek bir işletmeci ortaya çıkacaktır…
Yıllardır, yaptığımız çalışmalarla bir ekol kurmayı hedefliyoruz. Mesela, Malik bir eğitim yolu benimsedi, cemaat buldu, bugün bile hâlâ öğrencileri var. Ebu Hanife bir okul kurdu, hâlâ öğrencileri var. Sokrat, Aristo ve daha niceleri böyle… Adil Düzenciler bir ekol kurmalıdırlar. Yani, kendilerine birtakım haramlar yapmalıdırlar. Ondan sonradır ki artık o topluluk oluşur. Eğer o yasaklara uygun bir başarıya götürürse o zaman o ekol gelişir ve “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurar…
İsrail oğulları Tevrat’ta emredilenleri bilmiyor değildi. O kurallar onlara hatırlatıldı ve teyit edildi. Hazreti Muhammed “İbrahim Mekke’yi harem yaptı, Medine’yi de ben harem yapıyorum.” demiştir. Demek ki; biz site kuracağız, o sitede birtakım özel haramlar konacaktır. O haramlar sayesinde topluluğumuz “Adil Düzen”i kurup muasır medeniyetin fevkine çıkacaktır…
Türkiye’de “Adil Düzen” çalışmalarına cephe alanlar vardır. Bu âyet onlara da hitap ediyor. Getirin Kur’an’ı okuyalım, ona uyalım. Kur’an’da olmayan şeyleri bize empoze ediyorlar. Sonra bize ‘Vahhabi’ vs diyorlar. Bir defa Kur’an’da recm cezası yoktur; varsa, getirin okuyalım. Kur’an’da Hz. İsa’nın geleceği yoktur; varsa, getirin okuyalım. Kur’an’da cennete yalnız Kur’an ehli gider diye bir madde yoktur; varsa, getirin okuyalım. Biz Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanıyoruz ve bir harfini dahi yanlış bulmayız, inkâr etmeyiz. Kur’an’dan başka sözlerin hatasız olduğunu söylersek şirk etmiş oluruz..
Burada birçok ince nokta vardır. Tevrat bizim için de delildir. Bugünkü Tevrat bile değerlidir. Ne var ki, Yahudilerin elinde daha az tahrif edilmiş Tevrat vardır. Onu getirip kimseye göstermiyorlar…
Birleşmiş Milletleri “Adil Düzen”e göre kuracağız. Kuruluş şeklini şöyle yapıyoruz:
Yeryüzünde 100’e yakın devlet vardır. Bu devletlerin her birinde 10’a yakın üniversiteler vardır. Bunların sayısı 1000 kadar etmektedir. Bu üniversitelerin rektörleri kendilerini temsilen birer ilim adamını Mekke’ye gönderirler. Orada bir “insanlık üniversitesi” kurulur. Bu üniversitede dayanışma ortaklıkları oluşur. Sorumluları “İnsanlık Şurası”nı oluştururlar. Onlar bir “İnsanlık İmamı”nı seçerler, bu “Mekke Emiri”dir. Askerî gücü yoktur. İşte bu yönetim “üniversiteler camiası” ile “İbrahim Milleti”nin temsilcileri olur. Bunlar icma eder de, yeryüzündeki alimlerden biri itiraz edip hakemlere gitmezse, “sükûtî icma” oluşur; herkes muvafakatini bildirirse “kavlî icma” olur. Dünya yuvarlaktır gibi ilmen kesin olarak sabit olanlara uymayan kimse aleyhine hakemlere gidilip hakemliği iptal edilir. İşte Allah’ın halifesi bu ulemadır.
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 243. SEMİNER Yorum-73 İstanbul, 06 Şubat 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
K U R B AN
“Kurban” Hac için farzdır…
“Kurban”ın Hac dışında kesilmesi de farzdır…
KURBAN NEDİR? NİÇİN FARZ OLMUŞTUR?
KUR’AN’DA KURBAN ÂYETLERİ
Hac dışında kesilecek “Kurban” hakkında iki âyet kesin olarak “Kurban”ı emretmektedir.
“Yapabileceğimiz şeyleri yapmaya başlasak, kendimizi hayretler içinde bırakacak sonuçlar alırız.” EDİSON
ARTIK SİYASET ZAMANI: YA “ADİL DÜZEN”İ BENİMSEYEN BİR PARTİ; YA “ADİL DÜZEN PARTİSİ”
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 244. SEMİNER Tefsir İstanbul, 14 Şubat 2004
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XXV
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتَّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فَإِنَّ اللَّهَ بِهِ عَلِيمٌ(92) كُلُّ الطَّعَامِ كَانَ حِلًّا لِبَنِي إِسْرَائِيلَ إِلَّا مَا حَرَّمَ إِسْرَائِيلُ عَلَى نَفْسِهِ مِنْ قَبْلِ أَنْ تُنَزَّلَ التَّوْرَاةُ قُلْ فَأْتُوا بِالتَّوْرَاةِ فَاتْلُوهَا إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ(93) فَمَنْ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ الكَذِبَ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ(94) قُلْ صَدَقَ اللَّهُ فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ(95)
لَنْ تَنَالُوا (LaN TaNALUv) “Nâil olamazsınız.”
Mü’minlerin bütün insanlığı kuşatan imanını ilânından sonra, irtidat eden kavimden bahsetmiş, kâfir olanların yer dolusu altınları olsa ve onu iftida etseler, yine kabul olunmaz denmiştir.
Burada imandan sonra küfreden kavimden bahsetmektedir. Bu kavimler kimlerdir?
Bunlardan birincisi İsrail oğullarıdır. Bugün dünyaya hükmeden servete ulaştıktan sonra insanlığa adalet götüreceklerine, insanlığı refaha ulaştıracaklarına, insanlığı ezerek sömürme işine koyulmuşlardır. 500 senedir Allah’ın onlara verdiği serveti ateizm için seferber etmişlerdir.
İkinci kavim ise Hıristiyanlardır. İsrail oğullarının sermayesine kendilerini esir ederek ateizmin peşinde koşmaktadırlar. Hıristiyanlık sayesinde dünyaya hükmeden Avrupa Kilise’yi esir etmiştir. Kilise’nin eksik ve yanlış tarafları olabilir. Avrupa’yı Avrupa yapan Hıristiyanlıktır. Nasıl olur da hâlâ dine karşı cephe almaya devam etmektedirler. Demek ki, bu halleriyle Allah Avrupa’yı da muvaffak etmeyecektir.
Daha başkası bugünkü Müslümanlardır. Kur’an gibi aydınlatıcı, ilmen ilâhî kitap olduğu tesbit edilen bir kitap ellerinde iken, Batı’nın ateist sosyalizminin arkasından koşmaktadırlar.
Âyet bunların hedeflerine ulaşamayacaklarını bildirmektedir. Ekonomik üstünlüğe ulaşmış Yahudilerin ve Hıristiyanların başarıya ulaşabilmeleri ancak ellerindeki imkânları hayırlı yolda harcamaları ile mümkündür.
Türkiye’deki Müslümanlar da bugün zenginliklere ulaştılar, ama adil bir düzen için harcama yapmıyorlar. Bunlar da bu gidişle nâil olamayacak, ulaşamayacak, başaramayacaklardır.
“Nâil olmak” ne demektir? “Nevale” azık demektir. Yola giderken torbalara azık konur, o azık miktarı insanı menzile yani hedefe ulaştıracak kadardır. Sonra “Neyl” menzile varmak anlamında kullanılmıştır. Yani, varmak istedikleri yere varmazlar demektir. Mü’minler de ulaşamazlar demek olmaktadır.
الْبِرَّ (elBırRa) “Birre nâil olamazsınız.”
“Burr” buğday demektir. “Berr” kara yani toprak demektir. Bir de iyilik demektir.
Allah cennete gidecekleri derecelendirmektedir. “Ashabı yemin”i dünya ve âhirette saadet isteyenler olarak vasıflandırmaktadır; bunlar müslimlerdir. Mü’minler ise canlarını ve mallarını kendilerine cennet verilmek üzere Allah’a satmışlardır. Bunlar mukarreblerdir, bunlar sâbıklardır, bunlar evvelûndurlar. Bunlar aynı zamanda birrdirler. “Birr” takvanın yanındadır. Takva müslimlerin, Birr ise mü’minlerin işidir. Denizden karaya çıkmak anlamındadır. Barış düzenini tesis etme “birr”dir. Barış düzenini kabul etme “takva”dır.
حَتَّى تُنْفِقُوا (XatTAy TuNFıQUv) “İnfak etmedikçe”
Bir işe ulaşmak için çaba gösterirsiniz, gayret gösterirsiniz. Ama bir türlü hedefinize ulaşamazsınız, varacağınız yere varamazsınız. Oraya varmak için son bir atılım yapmanız gerekir. Mü’minler için bunu söylemektedir. Onlar mallarını ve canlarını Allah’a satmış kimselerdir. Allah onların çoğundan canlarını günü gelmedikçe almayacaktır. Ama Allah onlardan mallarını alacaktır. Onlar kendi rızaları ile en sevdikleri şeyleri harcayacaklardır. Bununla imtihan olunurlar. Bunu yapmadıkça birre ulaşamazlar.
Burada çoğul edatı kullanılmıştır. Topluca o şekilde hareket etme zorunluluğu vardır.
Nitekim, İstiklâl Savaşı’nda Türkler böyle yaptılar da savaşı kazandılar. Yahudilerin birre erişmeleri için ellerinde bulunan servetlerini Allah uğruna harcayacaklardır. İnsanlığın “Adil Düzen”e ulaşması için harcayacaklardır. Hıristiyanlar da büyük imkânlarını insanlık için harcayacaklardır. Avrupa Birliği’ne değil, İnsanlık birliğine gitmelidirler. R. Tayyip Erdoğan Müslümanlara dinî, ırkî, coğrafî ortak pazarı kurmayın diyor! Ama böyle coğrafî pazara değil, coğrafî birliğe girmek için dinini bile satmayı düşünmektedir.
Evet, biz bütün insanlığa açık olmayan bloklaşmalara karşıyız.
Türkiye’de de Millî Görüş sayesinde zengin olanlar ellerindeki imkânları “Adil Düzen” için harcamadıkça birre ulaşamazlar. Ama bu demek değildir ki, bunlar, yani Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar, Budistler, Hindular ashabı yemin olarak imanları varsa cennete gidemezler. İmanları varsa cennete giderler.
مِمَّا تُحِبُّونَ (MınMAv TuXıbBUvNa) “Hubbettiklerinden infak etmedikçe”
“Habbe” tane demek, köpük kabarcığı demektir. Nasıl sudan köpük kabarcığı çıkarsa, insandaki sevgiden de böyle kabarcıklar çıkar. Kabul edilerek sevme anlamındadır. Kalbin ona doğru akması demektir. İnsanda, işte böyle insana ve eşyaya karşı bir sevgi doğmaktadır.
Üniversite yıllarında yakın arkadaşlar denize gitmiştik. Konya’da büyümüş olan Mustafa Özdel arkadaşımız hiç suya girmemiş, kenarda duruyordu. Birimiz onu suya itti. “Yapmayın, anam ağlar!” diye bağırdı. Bu insanın dünyayı sevmesi, dolayısıyla yaşadığının ifadesidir. Kendisini seveni varsa yaşamak ister. Seveni bitince de dünyadan ayrılmak onun için kolaylaşır. Bir iş yapmaya koyulmuşsa, ister ki bu iş bitsin de ondan sonra öleyim. Hiçbir işi kalmadığını hissettiği zaman ölme onun için sorun olmaktan çıkar. Emekli olanlar onun için erken ölürler. Başka işle meşgul olmaya başlarlarsa bu durumdan kurtulurlar.
Ashabı yemin olanlar için bu şart yoktur. Ama mukarabun olanların cennetten daha çok sevdikleri bir şeyleri olmadıklarını bilmektedirler. Cennet deyince, Allah’ın rızasını anlamak gerekir.
Burada “Mimma” denmiştir. Yani, hepsini harcamak gerekmez. Birazını harcamaları gerekir. Allah’a inanmış, namazlarını kılan Türk zenginlerine bu âyet bir şeyler söylüyor. Türk halkından çok azı, %1’i bile bulmaz, İslâmiyet’e karşıdır. Bunlar müslim de değildirler, bunlar kâfirdirler. %99’un içinde azınlıklar vardır. Bunlar müslimdirler. İslâmiyet’e karşı sempatileri vardır. Ama ibadetlerini yapamıyorlar. Bunlar müslimdirler. Yarısından çoğu ibadetlerini yapıyorlar, ama İslâm için, barış için cihat yapamıyorlar. Bunlar ashabı yemindirler.
Nisbetini bilemiyorum ama %10’dan fazlası mü’mindir, bunlar İslâm için cihat da yapıyorlar. Gönüllerinde İslâmiyet’in ülkemizde muzaffer olmasını istiyorlar. Hattâ bunların içinde ibadetlerini yapamayanlar da vardır. Ali Fuat Başgil, Turgut Özal, Kenan Evren bunlardandır.
İşte Kur’an bu mü’minlere hitab ediyor: Bedenen cihattan önce mâlen cihat ediniz. Allah’ın size verdiği mallardan ayırınız, “Adil Düzen”e göre bir işletme kurunuz. Bunu ortaklık olarak kurunuz, ama ondan kazancı amaçlamayınız. İşte o örnek işletme kurulsun, sonra örnek işletmeler doğsun, ondan sonra siyasi parti kurun, ondan sonra iktidar olun. “Adil Düzen”e göre ekonomik işletmeleri kurmadıkça siyaset bakımından birre ulaşamazsınız.
İşte bu âyetin çok açık olarak ifade ettiği manâ budur. Bu sebepledir ki biz önce Akevler’i kurduk, sonra siyasi partiyi oluşturduk. Bizim dönemimizin imkân verdiği ölçüde, bizim samimiyetimiz nisbetinde başarıya ulaştık. Bu dönemde de başarı ancak bu yolla olacaktır. Önce “Adil Düzen” işletmeleri kurulacaktır.
“Size bir resul gelecektir.” haberini, size bir siyasi başkan gelecektir şeklinde anlamamız gerekir. Bir Yimpaş, bir Kombassan müteşebbisi gibi biri gelecektir. O sizin hazırladığınızı, “Adil Düzen” işletme projelerini uygulayacaktır, demektir.
وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ (Va MAv TuNFıQUv MiN ŞaYEın) “Bir şeyden neyi infak ederseniz.”
Allah infak ettiğinizden en küçük şeyi bile bilmektedir. Görmektedir. Hem dünyada hem âhirette mutlaka karşılığını verecektir.
Müslümanlar 1950’lerden sonra harcamaya giriştiler. İstanbul’da İlim Yayma Cemiyeti kuruldu; hâlâ faaliyettedir. İzmir’de Kestane Pazarı Derneği kuruldu; hâlâ faaliyettedir. Biz “Akevler”i kurduk. Tamamen bu amaçla kurulmuştur. Kırgızistan’da Mescit ve Kalkınma Vakfı’nı kurduk. İstanbul’da “Akevler İstanbul Konut Yapı Kooperatifi” ile “Akevler İstanbul Tüketim Kooperatifi”ni kurduk. Arkadaşlar katıldılar; hâlâ katılmaktadırlar… Bütün bu faaliyetlerde hedef hep aynıdır. Türkiye’de İslâm düzenini yani barış düzenini hâkim kılmak. İnsanlığı kucaklayan barış düzenini Türkiye’de tesis etme hedefine doğru gitmek. Allah onların çalışmalarını elbette hep mecur etmiştir. Bundan sonra mecur olacaktır.
İlk bakıldığı zaman hedefe ulaşılamamış gibi görülmektedir. Mesela, market kuramadık, ahşap ev yapamadık. Ancak bunların hepsi büyük hedefe doğru gitmedir. Bu âyet bize maddeten başarısız olacağımızı da belirtmektedir. Demek ki, daha harcayacaklarımız var ki başaralım. Buradaki “Min” kelimesini nazara alarak bu denemelere devam edeceğiz. Sonra bir iş adamı gelecek, ortaklık kuracak ve bizim bu çalışmalarımızı değerlendirecektir. Ondan sonra “Adil Düzen” işletmeleri kurulacak, daha sonra “Adil Düzen” partileri millî mutabakat hükümetleri içinde iktidar olup “Adil Düzen”i insanlığa ulaştıracaklardır.
فَإِنَّ اللَّهَ بِهِ عَلِيمٌ (Fa EinNa elLAHu BiHi GaLIyMun) “Allah onu bilir.”
“Allah onu bilir.” Burada “Fa” harfi getirilmiştir. Bu hükmün genelleştirilmesi içindir. Kim Allah rızası için bir kuruş vermişse onun Allah tarafından bilindiğini bildirmektedir. “Bihi” ile ona işaret etmektedir. “O şeyden”e gitmektedir. “Ma”ya gitmektedir.
“Alîm” nekire gelmiştir. Topluluklar tarafından da bilineceğini ifade etmektedir.
İleride “Adil Düzen” cemaati geldiği zaman, geçmişte bu katkıları yapanları hayır ve dua ile yâd edeceklerdir. Bugün ulaşılan ve yarın ulaşılacak nimetler, işte böyle damla damla katkılarla oluşmuştur.
Tam aksine, zenginler katkıda bulunacaklarına, bu hareketleri sömürmüşlerdir. O katkılarını kendilerine çevirmişlerdir. Şimdi de bizlere ‘bunlar başarısızdır’ diye yukarıdan bakmaktadırlar. Bizim işimiz onlarla değildir. Biz yolumuza devam etmeliyiz. Küçük küçük de olsa harcamalar yapmalıyız. “Adil Düzen”i oluşturmalıyız. Sonra elbette sömürmeyecek bir işletmeci ortaya çıkacaktır.
كُلُّ الطَّعَامِ (KulLu OaGAMın) “Her taam”
“Taam” yiyecek demektir: “Ekle” ağaçları kemiren kurt demektir. “Ekli” deyince bitirme bakımından yemektir. “Taam” ise yeme bakımından yiyecek demektir. Canlılar yaratılmış ve birbirine yiyecek yapılmıştır. Bir üst canlı bir alt canlının etini yer. Alt canlılar üst canlıların etini yemezler, birbirinin de etini yemezler.
İnsan meyvecil bir varlıktır. Domuz ve maymun gibi meyvecil varlıkların etlerini yemezler, ot yiyen hayvanların etini yerler. Bütün canlılarda kendi yiyeceği olan canlıların etlerini sindirecek şekilde mideler vardır. Otların kabukları selülozdur. İnsanın midesi onu sindiremez, ama inekler için özel sindirme mekanizmaları geliştirilmiştir. Sindirirler. Bunun dışında canlılarda sinik genler vardır. Onlar faal değildir. Çevreye göre ve anne babanın beslenmesine göre o genler faaliyet gösterir, bazı maddelerin sindirilmesine imkân verir. İnsanlarda o maddeye karşı bir yakınlık doğar. İnsanların kendi memleketlerinin yiyeceklerinden hoşlanması bundan ileri gelmektedir.
Burada “Taam” deyince, ister faal olsun ister olmasın, insanda mevcut olan genlerin sindirebileceği bütün yiyecekler insan için taamdır. Buradaki taam kelimesi hepsini içermektedir. Yani, haram olmakla beraber eğer insanda onu sindirecek bir gen varsa o taamdır. Ama eğer genler henüz faal hâle gelmemiş ise o haramdır.
İbrahimî dinde olanlar için geliştirilmiş bir yiyecek zinciri vardır. Onlarda domuz eti haramdır. Bu zincir Hz. İsmail ve Hz. İshak koludur. Doğu dinleri için bu hususta bir bilgimiz yoktur. Tetkik edilmesi gerekir.
كَانَ حِلًّا (KAvNa XılLan) “Hıllan helal idi.”
“Hıll” çözünürlük demektir. Tuzu suya atsanız çözünür. Çözülebilen madde helaldir. İnsan midesine inen yiyeceklerden çoğu midedeki asitlerle parçalanır, çözülür, moleküller hâlinde kana karışır.
Bir kısmı ise çözülmez, parça halinde kalır. Bağırsak süzgeçlerini tıkar, bir kısmı kana karışır, ama orada sorun olur. İşte onlar haram maddelerdir. İsrail oğullarına bütün taam helal idi. İnsanlık için helal olan maddeler helal idi. Onların mideleri bütün taamı sindirecek şekilde var edilmişti. Çünkü onlar göç kavmi idiler, gittikleri her yerde oranın yiyeceklerine alışmışlardır.
Allah Kur’an’da bütün insanlar için yiyecek olan şeyleri bildirmiştir. Etlerden meyvecil olanların altındaki hayvanların etleri helaldir. Ancak bunlardan at gibi olup geviş getirmiyorlarsa onların etleri kavmin yiyeceği ise helaldir. Böylece, kültür gibi yiyecekler de farklılaştırılmış bulunmaktadır. Aynı dine mensup olanlar aynı haramlara tâbi olacaklardır. Bundan dolayıdır ki, ürünleri kontrol etme yetkisi kontrolörlere verilmiştir. Bilgi bakımından meslekî kuruluşlara, helal ve haramlık bakımından ise dinî kuruluşlara tâbidirler.
إِسْرَائِيلَ لِبَنِي (Lı BaNIy EıSRAEıLa) “İsrail oğullarına”
“İsrail oğullarına bütün taam helal idi.” denmektedir. İsrail oğullarının zikredilmiş olmasının sebebi, İsrail oğullarının örnek bir kavim olmasıdır. Allah nasıl Kur’an’ı örnek bir kitap olarak göndermişse, nasıl peygamberleri örnek insan olarak göndermiş ise; İsrail oğullarını de örnek bir kavim olarak göndermiştir. Örnek olarak bir tek kavim seçmiştir, onlar İsrail oğullarıdır. Tevrat ve diğer kitaplar onların tarihlerini anlatır.
Onları niye seçmiştir? Allah bir kavmi seçecekti. Onun için onları seçmiştir. Ayrıca, onları az sayıda yapmıştır. Çünkü sayıları çok olursa örnek olmazlardı. Dünyaya hükmetmeye kalkarlardı. Bugün onların ellerinde bulunan servet, mesela Rusların elinde olsa biz varlığımızı sürdürebilir miydik? Denge olsun diye Allah onlara zenginlik verdi, ama sayılarını da az tuttu. Diğer nüfusu çok olan ülkelere de zenginlik vermektedir. İsrail oğulları örnek topluluktur. Onları bize misal olarak anlatmaktadır.
Burada muhafaza edilmesi gerekenlerin de ilkesini koymaktadır. Bir topluluk birtakım ilkelere dayanarak kurulmuş ise o topluluk artık onunla yaşar. Osman Bey kendi ailesine birtakım ilkeler koydu. Ailesi onu dinledi. Beylik olunca da ona uyuldu. Sonra devlet oldu uyuldu, imparatorluk oldu uyuldu. Osmanlılar 700 yıldan fazla öyle yaşadılar. Mustafa Kemal da Türkiye Cumhuriyeti için ilkeler koydu: Hakimiyet-i Milliye, Kuvva-yı Milliye, Vahdet-i Kuvva ve Müsbet İlim Meş’alesi. Sonra lâiklik ile cumhuriyeti dengeledi, halkçılık ile devletçiliği dengeledi, inkılâpçılıkla milliyetçiliği dengeledi. Türkiye devleti ancak bu ilkeler içinde gelişir.
إِلَّا مَا حَرَّمَ (İlLAv MAv XarRaMa) “Haram ettiği”
Allah insanlar için birçok şeyleri helal etmiştir. İstediğin elbiseyi giyebilirsin, ama elbiseni standart hâle getirmek durumundasın. Sen oğluna istediğin adı takabilirsin, ama bir ad takmak zorundasın. Bir topluluk oluşturanlar kendilerine birtakım yasaklar koyarlar. Mesela, ben ayakkabı imal edeceğim, ama ancak şu ölçüler içinde ayakkabı imal edeceğim. İşte bu, kendi yasaklarını kendin koymadır. Standart hayat böyle ortaya çıkar. Böyle yaptığınız takdirde sizin bu yasaklarınız iyi bir şeyse başarıya ulaşırsınız. Siz başarıya ulaşınca size tâbi olan, sizin gibi yapan insanlar çoğalır ve sonunda o toplulukların, bazen ulusların, bazen dinlerin kuralı olur.
إِسْرَائِيلُ عَلَى نَفْسِهِ (EıSRAEıLu GaLAv NeFSıHı) “İsrail kendi nefsine”
“İsrail kendi nefsine daha önce neyi haram etmişse biz İsrail oğullarına onu haram ettik.” deniyor. Hz. Yakup Mezopotamya Uygarlığı’nın eğitimini almıştı. Hz. İbrahim’in torunu idi. Kendisi belli kurallar içinde yaşamayı hedeflemiş ve kendisine bir düzen koymuştu. Hz. Yusuf’un başından geçen macera sonunda, çocukları da onun kurallarını benimsediler. Yoksa, ben de kendime bir hayat düzeni seçtim; ama çocuklarım benimsemedi, çevrem benimsemedi, dolayısıyla bir topluluk oluşma imkânı doğmadı.
Yıllardır, yaptığımız çalışmalarla bir ekol kurmayı hedefliyoruz. Mesela, Malik bir eğitim yolu benimsedi, cemaat buldu, bugün bile hâlâ öğrencileri var. Ebu Hanife bir okul kurdu, hâlâ öğrencileri var. Sokrat, Aristo ve daha niceleri böyle… Adil Düzenciler bir ekol kurmalıdırlar. Yani, kendilerine birtakım haramlar yapmalıdırlar. Ondan sonradır ki artık o topluluk oluşur. Eğer o yasaklara uygun bir başarıya götürürse o zaman o ekol gelişir ve “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurar.
İsrail oğulları Tevrat’ta emredilenleri bilmiyor değildi. O kurallar onlara hatırlatıldı ve teyit edildi. Hazreti Muhammed “İbrahim Mekke’yi harem yaptı, Medine’yi de ben harem yapıyorum.” demiştir.
Demek ki; biz site kuracağız, o sitede birtakım özel haramlar konacaktır. O haramlar sayesinde topluluğumuz “Adil Düzen”i kurup muasır medeniyetin fevkine çıkacaktır.
مِنْ قَبْلِ أَنْ تُنَزَّلَ التَّوْرَاةُ (MıN QaBLu EaN TuNazZaLu eltTavRAtu) “Tevrat tenzil
edilmeden önce İsrail’in kendisine haram ettiklerinden başkasını haram etmedik.”
Demek ki Tevrat yeni hükümlerden çok eski hükümleri tesbit etmekten ibaret hükümleri içermektedir.
Aslında Kur’an da böyledir. Kur’an, yeni şeyler icadından çok, eskiden gelmiş olan Hak geleneğinin yeni dille, daha ileri bir dille ifade edilmesinden ibarettir. Bizim Kur’an’ı şimdi yorumlamamız da böyledir. Yeni manâlar vermekten çok, tarihî gelişme içinde zaten insanların ulaştığı yüksek merhaleyi dile getiriyoruz. “Demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk devleti” derken, bunu Kur’an’dan dinlerken, bizim tefsirimizden önce de insanların benimsedikleri şeyleri söylüyoruz.
Bizim yaptığımız, yapılan iyilerle kötüleri ayıklamaktan ibarettir. Milliyetçi olacağız, ama aynı zamanda inkılâpçı olacağız. Milletin ulaştığı iyi değerleri alıp geliştireceğiz. Bozulmuş kötü değerleri atıp yenilerini koyacağız. Yeni uydurma şeyleri getirmiyoruz. Marksistlerin yaptığı gibi biz dünyayı yeniden yaratmıyoruz. Akan dereye yön veriyoruz. Baraj yapıp elektrik elde etmek istiyoruz. Su gene aynı istikamette akacaktır. Bizim yaptığımız onu bir borudan geçirip yararlanmak, ama gidişini de bozmamaktır. Tarlayı suladığınızda o su yine biraz sonra aynı mecrada akıp gider.
قُلْ فَأْتُوا بِالتَّوْرَاةِ (QuL FaETUv Bi eltTaVRAti) “Tevrat ile etvediniz diye kavl et.”
Yine gelecek olan resule verilen bir görev olmaktadır. Yani, “Adil Düzen”i benimseyen başkana emir verilmektedir. Onlara söyle denmektedir. Burada İsrail oğullarını muhatap alması nedeniyle örnek bir topluluk olmalarıdır. Sonra, Tevrat onların elinde vardır. Hıristiyanlar da onlara şeriatta uydukları için onlar muhatap alınmıştır. Kıyas yoluyla Hıristiyanlara da aynı şeyler söylenmektedir. Demek ki, biz uygarlığımızı kurarken Ortadoğu uygarlığını esas alacağız. Onlarla hesaplaşacağız.
Türkiye’de “Adil Düzen” çalışmalarına cephe alanlar vardır. Bu âyet onlara da hitap ediyor. Getirin Kur’an’ı okuyalım, ona uyalım. Kur’an’da olmayan şeyleri bize empoze ediyorlar. Sonra bize ‘Vahhabi’ vs diyorlar. Bir defa Kur’an’da recm cezası yoktur; varsa, getirin okuyalım. Kur’an’da Hz. İsa’nın geleceği yoktur; varsa, getirin okuyalım. Kur’an’da cennete yalnız Kur’an ehli gider diye bir madde yoktur; varsa, getirin okuyalım. Biz Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanıyoruz ve bir harfini dahi yanlış bulmayız, inkâr etmeyiz. Kur’an’dan başka sözlerin hatasız olduğunu söylersek şirk etmiş oluruz.
فَاتْلُوهَا (FaTLUvHav) “Onu tilâvet edelim.”
Arapçada emir sıgası “siz” anlamındadır. “Biz” ile “siz” ortak olursa “siz” sıgası kullanılır. Onun için bunun anlamın “tilâvet ediniz” değil de, “tilâvet edelim”dir. “Tilâvet” demek, başkalarına aktarmak demektir. Birlikte manâsını görelim deniyor. Burada birçok ince nokta vardır. Tevrat bizim için de delildir. Bugünkü Tevrat bile değerlidir. Ne var ki, Yahudilerin elinde daha az tahrif edilmiş Tevrat vardır. Onu getirip kimseye göstermiyorlar. Bizim elimizdeki Tevrat Yahudilerin Tevrat’ıdır. Onun için daha çok tahrip vardır. Kaldı ki, Kur’an’ın getirin Tevrat’ı okuyun dediği Tevrat, tahrif edilmemiş Tevrat’tır. Buna göre okuyup değerlendireceğiz.
إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (EiN KuNTuM ÖAvDıQIyNa) “Sadık iseniz.”
İnsanlar geleneklerine göre birçok yasaklar koyarlar. Kendi ülkeleri için yasakları olur. Kendi mezheplerinde yasakları olur. O halde onları başkalarının yasak saymamasını kötü görmemeliler. Tevrat’ta olan haramlar bile geleneğe dayanırsa, nasıl olur da orada bulunan bir hüküm dünya için geçerli olur. İşte Tevrat insanlık için işarettir ama bağlayıcı değildir. O örnek alınacaktır, ama her topluluk kendi yasaklarını kendisi koyacaktır. Bu yasaklar yiyecek gibi beşerî olsa da.
“Sadakat” içini açmak, ondan sırrı gizlemek demektir. Meyvenin çatlayıp içini dışarı atması demektir. Kişinin de sevdiğine nesi varsa dökmesidir. Siz de sadık iseniz, getirin Tevrat’ı da samimiyetle gösterin. Sonra “sıdk” “kizb”in karşılığı olarak gelmektedir. Kazib ve sadık karşı kavramlardır. Bütün sorun açık olmaktır. İlâhiyatta profesör olan bir molla bizim “İslâm Devlet ve Dünya Düzeni” kitabımızı İlhan Arsel’in kitabından daha tehlikeli bulmuş. Sadık ise gelsin de bize izah etsin. Gelemez. Çünkü yalancı olduğunu bilmektedir.
فَمَنْ افْتَرَى (Fa MaN EıFTaRAy) “Kim iftira ederse”
“Vera” tepenin arkası demektir. Görülemeyen alana “vera” denmektedir. “İra” oralarda kaybolup gitmek demektir. “İftira etmek” kendi kendisini veraya atması demektir. İnsanın kendisini bir şeyin arkasında gizlemesi demek olur. “Allah’ın üzerine yalan iftira etmek” demek, Allah hakkında yalan söylemek demektir. Allah onu söylemediği halde, Allah onu söyledi demektir. Kendini Allah hakkında söylediği yalanla saklamak. Yani, kendi düşüncelerini Allah’a göndermek demektir. Allah’ın haram etmediğini haram etti demeleridir. Bazı yiyecekleri kendilerine yasaklamalarıdır. Bunu tamim ederek ifade ediyor, yani bunu Müslümanlar da Hıristiyanlar da yapsalar aynı hükme tâbidirler. Kur’an’da olmayan birtakım yasakları ortaya koyarak insanlığa İslâmiyet’i yanlış tanıtmak büyük bir zulümdür. Onun için herkes “Ben Kur’an’ı böyle anlıyorum” deme hakkına sahiptir. Hiç kimse “Kur’an böyle diyor” deyip kendi cümlesini kullanamaz.
عَلَى اللَّهِ (GaLAy elLAHı) “Allah üzerinde yalan söylemek.”
İktidarda olanlar mü’min bir topluluğa hitap ederken kendi isteklerini “Allah böyle istiyor!” derler; lâik topluma hitab ederken de “Millet böyle istiyor!” der ve yalan söylerler. Baskı ile seçtirdikleri milletvekillerine baskı ile söylettiklerini “Millet böyle istiyor!” derler. O sebepledir ki “Adil Düzen”de meclislerin ekseriyetle, hattâ ittifakla bile olsa aldıkları kararların tamamı yargı denetimindedir. Alınan kararlar icmaya aykırı ise, müsbet ilmin kesin verilerine aykırı ise, aralarında çelişki varsa, yararlı değilse; dayanışma ortaklık başkanlarından herhangi biri hakemlere gider ve hakem kararı ile karar iptal edilebilir. Hakemlerin kararlarına uyulur. Hakemler kanun da yapamazlar. Allah adına kimsenin diğerlerine baskı yapması caiz değildir.
“Dinde zorlama yoktur.” İşte bu demektir.
الكَذِبَ (el KaZiBa) “Kizbi”
“Kezib” yalan demektir. İçi boş meyvelere “kâzib” denir. Ceviz, fındık gibi sert kabuklu meyvelerin bazen içi boş olur. Onlara “kâzib”, dolu çıkanlara ise “sadık” denir. Allah’ın söylemediğini söyleyerek yalan söylüyorlar. Yerinden yönetim sistemi olunca Allah doğrudan insanlara yukarıdan emretmez. Herkese kendi işleri için Allah kendisine ilham eder. Kur’an, Allah ile insan arasında irtibat kuran ekrandır. İnsanla konuşan ise Allah’tır. Şeytan ise her zaman bu konuşmaya parazit sokmakla görevlidir. İnsan aklı bunu ayıracak durumdadır.
مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ (MıN BaGDı ÜAvLıKa) “Bundan sonra”
Bunun arkasından yalanı iftira ederlerse onlar zalimdirler, delil istendiği halde delil getiremeyen kimseler zalimdirler. Bu âyetlerin bize öğrettikleri, önce delil olarak Kitap getirilmelidir. Sünnet delil değildir, Sünnet Kur’an’ın anlaşılması içindir. Yoksa burada Yahudilerden Tevrat’ı getirin de onu okuyalım denmezdi.
Bizim bazı görüşlerimize itiraz edenler, Kur’an’ı getirsinler de beraber okuyalım. Kur’an’da “resul” olarak biz sadece erkekleri gönderdik deniyor ve biz siyasi güce sahip “bucak başkanı”nın kadın olamayacağını açıkça söylüyoruz. Ancak kadını “nebi” yapmadık denmiyor Kur’an’da. Aksine, gerek Hz. Meryem’e, gerek Hz. Musa’nın annesine vahy edildiğini bildiriyor. O halde kadınların “nebi” olamayacağını söyleyemeyiz. Nitekim Hazreti Aişe’nin müçtehitliğine itiraz eden kimse yoktur. Tarikatlardan hiçbirisinde kadının “veli” olamayacağını söyleyen yoktur. Kadınlara beş vakit namaz farzdır. Çünkü Allah; “rüku edenlerle rüku ediniz” diyor. Kur’an’da kadın-erkek eşitliği esas alınmıştır. Öyle olmasaydı kadınlar Kur’an’daki birçok hükümlerden muaf olurlardı. Kadının “imam” olamayacağına dair âyet, sadece resullerin erkeklerden olduğuna ait ayettir.
Beş vakit namazı kıldıran imam resul olmadığına göre, yani o yetkilere sahip olmadığına göre, kadın “imam” olabilir. Bu şekilde kail olan Ehli Sünnet müçtehitleri de vardır. Bizim yanılmamış olmamızı iddia etmiyoruz. Ama bizim bu reyimizi yerenler yanılıyorlar. Bu bizim içtihadımızdır, bizi ilzam eder. İcma olmayan yerde kimsenin kimseyi kınamaya hakkı yoktur. Şüphesiz başkaları da başka türlü içtihat yapabilir, bizim de onlara söyleyecek bir şeyimiz yoktur.
İşte burada bu âyet içtihadın temel kuralını koymuş bulunmaktadır. Kimse kendi içtihadını icma derecesine çıkarmasın; “Bu Allah’ın hükümleridir!” demesin. İcmalar icma yoluyla teşekkül etsin, icma olduğunda da icma olsun. İşte ona muhalif hareket edersek, o zaman Allah’ın Kitabı’na karşı amel etmiş oluruz. Sünnet bizim yararlanmamız için kesin delildir; başkalarını ilzam etmemiz için delil değildir. Sünnet örnektir. Ona uyulursa itiraz edilemez. Ama projeye uygun olan, örneğe uygun olmasa da kabul olunur.
فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ (Fa EuLAEıKa HuMu elJAvLıMUvNa) “İşte onlar zalimdir.”
Burada iki defa “Fa” harfi getirilmiştir. “FaMan” ve “FaUlâike” denmiştir. Bu hükmün tamimi içindir. Tevrat bile insanlara kitabî delildir. Ama sünnetler yani halkın yaptığı işler delil teşkil etmez. Kitab’a uyuyorsa delil teşkil eder. Bizim Kur’an’ı anlamamızda Sünnet delildir. Kendi başına ise çağının hükümlerini içerir, örnektir. Mesela, bir elbise bir bedene göre dikilmiştir, onu örnek alabiliriz, ama ölçülerimizi bizim bedenimize göre değiştirmemiz gerekir. Yer ve zamana göre değişir. Ama Kur’an’da böyle hüküm yoktur. Kıyasta da Far sadece illette benzeyecektir.Yoksa her tarafı benzese kıyas olmaz. Sünnet Kur’an’ın verdiği bir asıldır. Biz onlara kıyas yaparız. Ama her tarafıyla ona uyacağız diyemeyiz. Böyle yapmayıp Kitap’ta olmayanları bu nevi tevillerle Kitap’tadır diyenler zalimdir denmektedir. Bunlar zulmetmek için böyle söylemektedirler.
قُلْ (QuL) “Kavlet”
Bundan önce 74’üncü âyette, âyetin başında, “Kavlet/Söyle” denmiş ve İslâm dininin bütün Hak dinleri içerdiğini ifade etmek için “Hepsine inandık deyin” denmişti. Bu beşerî aklı esas alan din “İbrahim dini”dir. Bugün mevcut olan büyük dinlerin hepsi, Budizm ve Hinduizm de dahil hepsi, “İbrahim dini”nden dallanmıştır. Bunlara ait değişik hükümleri anlattıktan sonra, “Tevrat’ı getirin” denmiş, yani bu kitaplara uyun denmiştir. Kitap’ta olmayanları Kitap’ta varmış gibi göstermeyin denmiş ve burada âyetin içinde “Kul” kelimesi ile bu konuyu sona erdirmiştir. Bundan sonra bütün insanlara merkez olmak üzere Kâbe’nin tedvinini anlatarak bu birliğin sağlanmasını önermiştir.
Bu sûre içtihat sûresidir. Hıristiyanlıktan bahsetmektedir. Çünkü Kitap’ta fer’î hükümler ihtiva etmeyen Kur’an’dan başka tek kitap İncil’dir. Diğer dinler, Tevrat, Brahmanizm, Budizm dinlerinin kitapları, fer’î hükümleri de içermektedir. Onların içtihatlara ihtiyaçları yoktur. Bununla beraber, onların da çağın gerisinde kalmamak için içtihada ihtiyaçları vardır.
İşte şimdiye kadar bu sûrenin anlattıkları bunlardır. Burada emr olunan kimse, yukarıda bizim çalışmalarımızı tasdik edecek olan resuldür.
صَدَقَ اللَّهُ (ÖaDaQa elLAHu) “Allah sadık oldu.”
“Siz sadık iseniz getirin” denmişti. Şimdi onlara cevap olarak diyor ki; “Allah sadıktır. Getiremediniz.”
Burada “Allah” deyince, icma ile sabit sadıktır olmuş olur. Bu bize icmanın içine Hıristiyanların, Yahudilerin, Budistlerin ve Hinduların dahil olup olmayacakları hususunu da açıklığa kavuşturuyor. Her kavmin kendi icmaları var, onunla ilzam olunurlar. Ama insanlık için icmada diğer din mensupları da dahil edilir.
İşte biz buna dayanarak diyebiliriz ki; Rasihlik ehliyeti insanlık içinde iktisap edilmelidir. Sonra bütün rasihlerin icmada sözleri olmalıdır. Çok zor gibi görülen bu icmaların çoğu gerçekleşir. Mesela, dünya dönüyoru bütün ulema kabul eder. Bunların içinde muannit olabilir. Hakemler yoluyla içtihat ehliyetinden iskat edilir.
فَاتَّبِعُوا (FaıtTaBıGUv) “İttiba ediniz.”
“Bay” el sıkışma demektir. Sözleşme yapma demektir. Buna “Mubayaa” denir. “İttiba” ise tek taraflı olarak kendi kendine birisine uyma demektir. Onun bilmesine gerek olmadığı için bir topluluğa da tâbi olunur. Burada emr olunan müslimler midir, yoksa mü’minler midir? Herkese emr olunmaktadır. Ancak mü’minler söz vermiş olacaklardır. Misak onların üzerinde olacaktır. Bunların görevi insanlık içinde İslâm düzenini yani barış düzenini tesis etmedir. İnsanlığın güvenliğini yüklenenler böyle geniş inanca sahip olacaklardır.
مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ (MiLLata EiBRAHIyMa)
Aşiret, kabile, şa’b ve kavm kelimelerini kavramıştım. Ancak bugün Birleşmiş Milletler tarafından temsil edilen “İnsanlık” için Kur’an’da bir kelime bulamıyordum. “Millet” kelimesi çok uygun görülüyordu. Ancak, Hazreti İbrahim’in bütün dinlerin kaynağı olduğunu bilmediğim için bu kelimeyi insanlık için kullanamıyordum. Ama bu sûrede ve Tevrat’taki Hz. İbrahim’in hanımı Ketura’dan doğan ve doğuya giden çocukları ile Hz. İbrahim’in bütün dinlerin atası olduğu ortaya çıkınca, “Millet” kelimesini “İnsanlık” için rahatlıkla kullanabiliriz.
“Mülle” çuvalı doldurup dikiş yapma demektir. “Millet” kelimesi en yüksek topluluk anlamındadır. İnsanlığı ifade eder. Diğer taraftan da son din akıl dinidir. Bu da Hazreti İbrahim ile temsil olunur. Bütün dinler ondan dallandığı için de “İbrahim Milleti” denmektedir. Yani, insanlığın tamamı söylenmiş olur.
Hazreti İbrahim başlatmış, Kur’an tamamlamıştır. Namazlarda hadisle okunan “Allahümme salli” ve “Allahümme bârik”lerde Hazreti İbrahim’in isminin geçmesinin hikmeti budur.
Kitap olarak Kur’an, peygamber olarak Hazreti İbrahim insanlığındır. Diğer kitaplar Kur’an’ın birer ön açıklamasıdır. Proje yapılmadan örnek verilmiştir. Kur’an ikinci uygulamada örnekle uygulanmıştır. Yani, Kur’an’ın daha önce örnekleri vardır. Sünnet ise ondan sonraki uygulamadır. Biz de bizden sonrakilere örnek olabiliriz. Unutmamak gerekir ki, örneğe uyma zorunluluğu yoktur, ondan yararlanılır.
حَنِيفًا (XaNIyFan)
“Hanif” “Halif” kelimesine akrabadır. Hz. İbrahim’e sıfat olmuştur. Ancak millet bir topluluk olarak alındığında bir müennes çoğul ise o manâ da verilebilir. O halde “Hanif” milletin adı olur. Mesela, Kur’an’da “Kulnâ ihbitû cemian”da burada çoğulun zarfıdır. Yani, İbrahim Milletine tâbi olacağız. Çünkü o millet Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Kur’an’da insanlığı o temsil etmektedir. O halde Allah hilafetini ayrı ayrı kimselere değil, organize olmuş olan insanlara vermiştir. Yalnız yaşayanlar değil, ölmüş olanlar da içlerinde yer almaktadır.
Birleşmiş Milletleri “Adil Düzen”e göre kuracağız. Kuruluş şeklini şöyle yapıyoruz:
Yeryüzünde 100’e yakın devlet vardır. Bu devletlerin her birinde 10’a yakın üniversiteler vardır. Bunların sayısı 1000 kadar etmektedir. Bu üniversitelerin rektörleri kendilerini temsilen birer ilim adamını Mekke’ye gönderirler. Orada bir “insanlık üniversitesi” kurulur. Bu üniversitede dayanışma ortaklıkları oluşur. Sorumluları “İnsanlık Şurası”nı oluştururlar. Onlar bir “İnsanlık İmamı”nı seçerler, bu “Mekke Emiri”dir. Askerî gücü yoktur. İşte bu yönetim “üniversiteler camiası” ile “İbrahim Milleti”nin temsilcileri olur. Bunlar icma eder de, yeryüzündeki alimlerden biri itiraz edip hakemlere gitmezse, “sükûtî icma” oluşur; herkes muvafakatini bildirirse “kavlî icma” olur. Dünya yuvarlaktır gibi ilmen kesin olarak sabit olanlara uymayan kimse aleyhine hakemlere gidilip hakemliği iptal edilir. İşte Allah’ın halifesi bu ulemadır.
وَمَا كَانَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ (Va MAv KAvNa MiNa eLMuŞrıKIyNa) “O müşriklerden değildir.”
Böylece anlıyoruz ki; İbrahim Dini’nden olamayanlar müşriktirler. Fesat çıkarmazlarsa kâfir olarak kalırlar, ama fesat çıkarırlarsa insanlık yargısından, hakemlerden oluşan yargıdan hüküm çıktıktan sonra diğer devletler orasını işgal edip yağmalayabilirler. Müşriklerin de kâfirlerin de cemaatleri olacağını bu âyet bize bildiriyor. Çünkü cemi müzekker salim gelmektedir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 244. SEMİNER Yorum-74 İstanbul, 06 Şubat 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
K U R B AN
Kur’an’da farzlar vardır, bunları yapmayanlar ceza görürler, tamamen terk edenler imandan olurlar. Namaz, zekât, oruç ve hac böyledir. Bunların içinde bazıları farzı ayındır. Her fert ayrı ayrı yapmak zorundadır. Bazıları ise farzı kifayedir. Görev yerine geldikçe farzlıktan düşer. Bunlardan bir kısmı farz olmakla beraber, yerine getirilmezse de ibadet sahih olur. Cemaatle namaz kılmak böyledir. Farzdır; yerine getirilmediği takdirde günah işlenir, ama namaz sahih olur.
Ebu Hanife bunlara “vacib” diyor. Vacib de farzdır, ama yerine getirilmezse heyet bâtıl olmaz.
“Kurban” Hac için farzdır. Kurban kesilmezse günah işlenir, ama Hac yine yerine gelmiş olur. “Kurban”ın Hac dışında kesilmesi de farzdır. Ama cemaatle namaz kılmak, ezan okumak gibi farzlardandır. Kurban kesmeyen İslâmiyet’ten çıkmaz.
Kimileri “Kurban”ın farz olmadığını söylemektedir. Mü’minleri dalâlete götürecek söylentilerden kurtulmaları için onu araştırmaları gerekir. “Kurban”ın ibadet olduğunda icma vardır. Hazreti Peygamber’in hüda sünnetlerindendir; yani, asla terk etmediği sünnetidir. Çünkü Hazreti Peygamber sünnetleri ara ara terk ederdi. Oysa, “Vitir Namazı”nı hiç terk etmedi. Hazreti Aişe’yi vitre çağırırdı. “Kurban” da böyledir.
“Kurban” hakkında pek çok hüküm vardır. Bu sebepledir ki, Ebu Hanife “Kurban”a vacip demiştir. “Vacip” demiş olması, kati delille sabit olmasından ileri gelmektedir. Onun için kati olmayan delil bizim için kati olabilir. Dolayısıyla, onun içtihadına göre sünnettir demekle sünnet olmaz.
Hazreti Peygamber’in uygulamaları ve İslâm âleminin onu sünneti hüda hâline getirmiş olmasıdır. Yani; sadece farz değil, adeta farzdan da ötedir. Çünkü “sünneti hüda”nın terk edildiği bir belde İslâm beldesi sayılmaz. Yani, orada kilise veya başka mabet de yoksa, cahiliye döneminden kabul edilerek, İslâm devleti onu korumaz. Orada işlenen cinayetleri diyetlendirmez.
KURBAN NEDİR? NİÇİN FARZ OLMUŞTUR?
Allah senede iki günü bayram yapmıştır. Biri Hac ibadetinin yapıldığı aydır. Takvim onunla devreder. Diğeri de Oruç ayının sonunda olur. İki bayram seneyi beşe böler, beşte biri iki bayram arasında kalır, beşte dördü diğer tarafta kalır. Aralarında tam 10 hafta yani 70 gün vardır.
Birinde; içtihat ve icmalar ilân edilir, gelirler toplanır.
Diğerinde; içtihat ve icmalar kesinleşir, yeni bütçe uygulaması başlar. Arada bütçe yapılır.
Biri; Kur’an’ın nâzil olmaya başladığı ayın bayramıdır.
Diğeri de; Kur’an’ın tamamlandığı ayın bayramıdır.
Bayramlarda halka Allah tarafından ziyafet verilmektedir.
Müslümanlar “Ramazan Bayramı” öncesinde “Fitre” verirler. Herkes kendisinden fakir olana kendi yiyeceğinden yedirir; kendisi de daha zenginin yiyeceğinden yer.
“Kurban Bayramı”nda ise et ziyafeti verilir. Zenginler “Kurban” keserler; kendileri dahil herkes yer.
“Fitre” de farzdır, “Kurban” da farzdır.
“Kurban”ın başka bir özelliği de, hayvan kesmeyi öğretmesidir. “Kurban”da öğrenir, sonra keserken şeriata göre kesersin. Allah bunu “Kurban” kesmekle öğretmektedir. Bu suretle savaş uygulaması da yapılmaktadır. Kanı görüp bayılanlardan olmamamız bu “Kurban” kesme eğitimi ile sağlanmaktadır.
Başka bir yararı da, “Kurban” hayvanlarını yetiştirmek için çiftlikler oluşur, böylece hayvancılık teşvik edilmiş olur. Hayvancılık sübvanse edilir.
“Kurban” vesilesiyle bir bucak halkı bir araya gelir, bir meydanda toplanılır, hayvanlar kıbleye karşı sıralanır. Bütün bucak halkı kadın-erkek sıraya girer, tekbir getirilerek zenginler kurbanlarını keserler veya onlardan birine kestirirler. Sonra etlerin tamamı harman yapılır. Üçe bölünür. Onun üçte birini kendi istedikleri kimselere dağıtır, üçte birini evine götürür, üçte biri de harman yapılır ve “Kurban” kesemeyenlere nüfus başına bölüştürülür. Bu sayede “Kurban” kesmeyenler belli olmuş olur, etrafı o yıl onları uygun şekilde gözetler. Bu aynı zamanda fakir olanların tesbitidir. “Zekât” bunlara bölüştürülür. Bunlar “Kurbanın Menasiki”dir.
Sünnet olduğunu söyleyenler usûlü okumamış kimselerdir. Usûlde emir vücubu ifade eder. Vakitle mukayyet değilse, ömürde bir defa yapılmasını gerektirir. Vakitle kayıt olması için istihsan da yeterlidir. Niçin emredilmiş? İllet bulunur, ona göre tevkit edilebilir. Biz bunun illetini “Bayram” olarak buluyoruz. Hacca gidemeyenlerin “Kurban” keserek bu vecibelerini yerine getirmeleri istenir. Aslolan herkesin her sene Hacca gitmesidir. “Hac”da istitaa arandığına göre; “Kurban”da da istitaa aranacaktır.
KUR’AN’DA KURBAN ÂYETLERİ
Şimdi Kur’an’da Kurban âyetlerine bakalım.
Hacda kesilecek kurbanlar hakkında burada bilgi vermeyeceğiz.
Ama Hac dışında kesilecek “Kurban” hakkında iki âyet kesin olarak “Kurban”ı emretmektedir.
1) “Sana Kevser’i verdik, Rabbin için salât et ve kes.” (Kevser[108];1-3) Burada emirdir. Bu emir “Kurban Bayramı” ile “Kurban” kesmeyi içermektedir. Ömründe bir defa kes ve ömründe bir defa namaz kıl şeklinde yorumlanabilir. Ancak Kur’an’da başka yerde namaz bize mevkutan (vakitli olarak) emredilmiştir. O halde bunu tevkit etmemiz gerekmektedir. En uzun vakte indirgeriz. O da senedir. “Hac” senelik ibadettir. “Kurban Bayramı” senelik olunca kesilecek kurban da senelik olur. Çünkü aynı illete bağlanmıştır. O da “Kevser”dir. “Namazın Kevser”i Cuma cemaati olmadır, “Malın Kevser”i ise nisaba mâlik olmadır. Bu istidlâlimize kimse itiraz edemez.
2) Başka bir yerde ise “Hac Kurbanı”ndan bahsederken; mâlum günlerde en’âmın behimesi üzerinde mâlum günlerde Allah’ın ismini zikretsin denmektedir. Orada “Hac Kurbanı”ndan bahsetmektedir. Sonra Ev’i (Kâbe’yi) ziyaret etsinler deniyor. O kurbanların da hariçte yetiştirileceğine işaret ederek, onlardan yararlanırsınız, sonra onların mahalli Atik Beyt’tir denmektedir. Böylece “Hac ibadeti” ve “Kurban”ı bitirdikten sonra, “Va” harfi ile yeni bir ibadetten bahsetmeye başlamaktadır. Yeni olmasına delâlet eden aradaki “Va” harfidir. Yoksa “Va”sız başlardı. Yani, bu âyetler Hac âyetlerinin açıklaması değildir. “En’âmın behimesinden kendilerine verdiklerimiz üzerinde Allah’ın ismini zikretsinler diye herkes için başka bir mensek yaptık.” denmektedir. “Mensek” kelimesini nekire olarak getirmektedir. Eğer “Hac”dan bahsetmiş olsaydı “el-Mensek” denirdi, her biri için bir mensek yapılmış olurdu. Bu “Mensek” “Kurban Menseki”dir. Evlerde kesilen “Kurban”dır.
Sonra yine “Va” harfi ile “Bunda sizin için Allah’ın şeairi yaptık.” deniyor. Buradaki harfi atıf her iki kurbanı, “Hac ve Ev Kurbanı”nı içersin diye getirilmiştir. Sadece kesmek yeterli değildir. Şeayir olmalıdır. Saflar hâlinde Allah’ın ismini anın denmektedir.
Yani; “Kurban” sadece maddî ibadet değildir. “Kurban” tüm insanlığa mü’minleri tanıtan bir araçtır.
Âyetler üzerinde düşünmeden, ilmihal kitapları ile İslâmiyet’in temel direklerini çökertme gafletine düşmememiz için Allah’ımıza duâ ediyoruz...
إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ(1) فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ(2) إِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْأَبْتَرُ(3)
Bu âyette “Sana Kevser verdik, yani zenginlik ve topluluk verdik.” denmektedir. Öyleyse “Fa” harfi bunu ifade eder. “Namaz kıl ve kurban kes.” denmektedir. “Kurban kes” emirdir. Vücubu ifade eder. İlleti “Kevser”dir. Namazın illeti de aynıdır. Kıyasta hüküm tagayyür etmez.
Namaz vakitli olduğuna göre, Kurban da vakitlidir.
Namaz vakitlidir, çünkü Kur’an’da Nisâ Sûresi’nde bu böyle emredilmiştir.
Bakara Sûresi’nde (2/196) “Hac”da kesilecek “Kurban”dan bahsedilmektedir. Gidilemediği takdirde; “Hac”ca niyet edilmiş de gidilememişse, “Kurban” yine oraya gönderilerek kesilecektir.
وَأَتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلَّهِ فَإِنْ أُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنْ الْهَدْيِ وَلَا تَحْلِقُوا رُءُوسَكُمْ حَتَّى يَبْلُغَ الْهَدْيُ مَحِلَّهُ
Hac Sûresi’nde (22/28-29) “Hac”da belli günlerde “Kurban” kesilerek tekbir getirilmesi emredilmektedir. Sonra “Beyti Atik” ziyaret edilecektir. “Ondan ekl ediniz ve bais ve fakire it’âm ediniz.” emri verilmiştir.
لِيَشْهَدُوا مَنَافِعَ لَهُمْ وَيَذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ فِي أَيَّامٍ مَعْلُومَاتٍ عَلَى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَهِيمَةِ الْأَنْعَامِ فَكُلُوا مِنْهَا وَأَطْعِمُوا الْبَائِسَ الْفَقِيرَ(28) ثُمَّ لِيَقْضُوا تَفَثَهُمْ وَلْيُوفُوا نُذُورَهُمْ وَلْيَطَّوَّفُوا بِالْبَيْتِ الْعَتِيقِ(29)
“Hac” için gönderilecek “Kurbanlar” evde, köyde, beldede yani yaşanan memlekette beslenecek, onlardan yararlanılacak ve sonra “Beyti Atik”e gönderilecektir. Bundan sonra her ümmet için ayrı bir “Mensek” kıldığını söylemektedir. Hac bütün insanlar için tekdir. Oysa “Mensek” farklıdır. “Va” harfi ile atfedilmiştir. “Mensek” nekire gelmiştir. “Hac Kurbanı”ndan ayrı olarak bahsetmektedir.
Burada da aynen “Hac”da olduğu gibi “Kurban” kesilmesini teşri etmektedir. “Namaz” ve “Zekât”la birlikte “Kurban”dan bahsedilmekte ve Allah’ın şeairi olduğu söylenmektedir.
Burada “Ekl ediniz ve kanı’a ve mu’tere it’âm ediniz.” denmektedir.
Yani, “Hac Kurbanı” ile “Ev Kurbanı”nın sarf yerlerini de farklı göstermektedir
“Ekl ediniz, it’am ediniz” emir sığalarıdır. Farzlığını ifade eder. (Hac [22]; 33-36)
لَكُمْ فِيهَا مَنَافِعُ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى ثُمَّ مَحِلُّهَا إِلَى الْبَيْتِ الْعَتِيقِ(33) وَلِكُلِّ أُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا لِيَذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَهِيمَةِ الْأَنْعَامِ فَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَلَهُ أَسْلِمُوا وَبَشِّرْ الْمُخْبِتِينَ(34)
الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَالصَّابِرِينَ عَلَى مَا أَصَابَهُمْ وَالْمُقِيمِ الصَّلَاةِ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ(35) وَالْبُدْنَ جَعَلْنَاهَا لَكُمْ مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ لَكُمْ فِيهَا خَيْرٌ فَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهَا صَوَافَّ فَإِذَا وَجَبَتْ جُنُوبُهَا فَكُلُوا مِنْهَا وَأَطْعِمُوا الْقَانِعَ وَالْمُعْتَرَّ كَذَلِكَ سَخَّرْنَاهَا لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ(36)
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
بسم الله الرحمان الرحيم
سور القران على 1و 64 و32 و16 وهى على 10و6 و هذه السورة سورة اخرة قبل سور القولين هما عدول من الامة الى النفس فالكوثر جميع القران فما حدث به من الانفس و الاموال الكثر من الكسر هو القطع فالمكسور منفصل فاستعار للاعداد
(إِنّا) نحن الخالق بالاسباب و السنن بدلالة لفظ الجمع
(أَعْطَيْنَاكَ) العطاء السهم فى تقسيم الطعام من السيد الاعطاء ايتاء الطعام فاستعير لجميع مااتي للمعطى نفعا له فالخطاب لمن ملك القبيلة الجمعة والاعطاء على السنن على الشريعة
(الْكَوْثَرَ) بالاموال و الانفس جميعا لا منفردا فامة القبيلة معروفة فالالف لتعريف الجنس فالامر على من ملك القبيلة اماما او جماعة
(فَصَلِّ) الفاء للتعميم صل مادام الكوثر بالتوقيت لعسر الاستمرار والصلاة اركان معلومة افرد اشارة انه واجب عينا لا كفاية وصغته امر يوجب الاداء
(لِرَبِّكَ) الذى ربيك بالكوثر فربوة العالم به لان القبيلة لها شرعة باجتهادهم و اجماعهم فاختلافهم مسارعة يورث ظهور الاهدى
(وَانْحَرْ) معطوف الى صل بالواو وهو غيره فتعميم الفاء شامل له اي انحر بالتوقيت قياسا على الصلوة فهي منصوص بقوله تعالى إِنَّ الصَّلَاة كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا وهو بالاكثر وقتا والاقل كلفة فى كل سنة فو وقت الحج قياسا له فى ايام معلومات قياسافى ايام النحر فى الحج وصلاة العيد يقاس عليه او الحج لانه من شعائر الله فهى امر يجب اداشه بالذبح (إِنَّ شَانِئَكَ) بقلة الانفس او الاموال بقولهم انه مشتغل بعبس فلا وارث احد فى عمله
(هُوَ) للخبر لرد الخبر على قاشله (الْأَبْتَرُ) البت قطع الذنب بختام النسل به فقائل يفعل للكوثر و لاكن لا يعلم لاي شيئ يفعل