ADİL DÜZEN 264
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 06-08 Ağustos 2004 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 264. SEMİNER (CUMA-C.TESİ-PAZAR) İst. - Ank., 06-08 Ağustos 2004
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİBOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 44
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 18.00 – 21.00 saatleri arası okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol ve Lütfi Hocaoğlu, … dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Cuma günü Üsküdar’da bir kısmı ilk yarım saatte Reşat Nuri Erol tarafından özetlenecektir.
Pazar günü Anakara’da bir kısmı yarım saatte Sabri Tekir tarafından açıklanacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَمَا أَصَابَكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ فَبِإِذْنِ اللَّهِ وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِنِينَ(166) وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ نَافَقُوا وَقِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا قَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَوْ ادْفَعُوا قَالُوا لَوْ نَعْلَمُ قِتَالًا لَاتَّبَعْنَاكُمْ هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ أَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلْإِيمَانِ يَقُولُونَ بِأَفْواهِهِمْ مَا لَيْسَ فِي قُلُوبِهِمْ وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا يَكْتُمُونَ(167) الَّذِينَ قَالُوا لِإِخْوَانِهِمْ وَقَعَدُوا لَوْ أَطَاعُونَا مَا قُتِلُوا قُلْ فَادْرَءُوا عَنْ أَنْفُسِكُمْ الْمَوْتَ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ(168)
وَمَا أَصَابَكُمْ (Va MAv EWAvBaKuM) “Size ne isabet etmişse.”
Geçmişte cereyan eden her şey Allah’ın takdiri ve izni ile olmuştur. Allah öyle istemiştir ve öyle olmuştur. Oturup “Niçin böyle oldu? Niçin böyle yaptın?” gibi tartışmalar yersizdir.
Bundan sonra ne yapılmalıdır? O tartışılmalıdır. Kimse zamanı geri çeviremez, olanı değiştiremez. Olanın hepsi hayırdır. Allah şerri işlemez.
Gelecekte yapacaklarımız ise bizim irademize bağlıdır. Biz onlardan sorumluyuz. Çünkü orada ne yapmamız gerektiğine biz karar verecek ve biz yapacağız. Burada da kadere teslim olmak demek, cüz’î iradeyi inkârdır. Kendini sorumlu tutmamadır. Onun hesabını vermek durumundayız.
Buradaki “Va” harfi istinaf vavıdır. “Bize isabet edeni biz mi yapıyoruz?” Sualine cevaptır.
Hayır, olanın hepsi Allah’ın izniyledir. Ancak sizin indinizde yani niyetinizde olanlara Allah izin vermiştir. Hâlik olan Allah’tır. Ama bizim irade-i cüz’iyemizin olanın olmasında etkisi vardır.
يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ (YaVMa ıLTaQa eLCaMGAyNı) “İki cemaat iltika ettiğinde.”
“Yevme” kelimesi marifedir. Bir kelime özel isimse marife olur, tenvin düşer, esre kabul etmez, gayri munsarif olur. İzafette yarı marifelik olduğu için tenvin düşmektedir. “Yevmen” dediğiniz zaman, herhangi bir günden bahsetmiş olursunuz. “El-Yevm” derseniz, söz söylediğiniz günü kastetmiş olursunuz. “Yevme” derseniz, maruf yani bilinen bir günden söz etmiş olursunuz. O maruf gün Uhud günüdür.
Bununla beraber, her savaşın sonrasında okunan bu âyet o savaşı belirtir.
Viyana’da, 93 Harbi’nde, Balkan Savaşı’nda, I. Cihan Savaşı’nda bize isabet edenler Allah’ın izni ile olmuştur. Sadece savaş da değildir. 1920’lerde yapılan inkılâplar, 1930’larda yapılan Müslümanların devlet kadrosundan tasfiyesi, 1940’larda Köy Enstitüsü ile ateizm saldırısı, 1950’lerde Mustafa Kemal’e taptırma, 1960’larda halkın ayaklandırılması, 1970’lerde bürokratların bölünmesi, 1980’lerde başörtüsü belâsının getirilmesi, 1990’larda 28 Şubat âfeti, hep Allah’ın izniyle olmuştur. Buradaki günden kasıt o günlerden biridir.
“El-Cem’ân” herhangi iki topluluktur. İki topluluğun karşılaşmasıdır. Mutlaka savaş orduları olması gerekmez. Siyasi partilerin hezimeti de böyledir. AK Parti-Saadet Parti karşılaşması da böyle değerlendirilir.
Kur’an’daki marifeler, tarihî marifeler değildir. Kur’an her an yeniden nâzil olmaktadır. Ben Kur’an’ı okuduğum zaman o sözler o zaman bana gelmektedir. Bana doğrudan hitap etmektedir. Allah o anda o sözleri bana söylemektedir. Dolayısıyla benim için maruf olan ile başkası için maruf olan aynı değildir.
Mesela, “ben” kelimesini ele alalım. Bu kelime marifedir. Ama her söylendiğinde orada kastedilen başka kişidir. Buradaki marife de böyledir. Bizim başımıza birşeyler geliyorsa, Allah’ın izniyle olmaktadır. Mesela, eğer ahşap evleri yapamadıksa, eğer poşet imalâtını başaramadıksa, marketi çalıştırmadıksa, dergiyi çıkaramadıksa, konferansı yapamadıksa; bunların hepsi hep Allah’ın izni ile olmuştur.
فَبِإِذْنِ اللَّهِ (Fa Bı EıÜNı elLAHı) “Allah’ın izniyle olmuştur.”
“Üzün” kulak demektir. “Kulak” kelimesi Türkçede “kolak”dan gelir. Bohçanın kola takılan kısmındaki bezin köşesine denmektedir. Bizim kulağımız da ona benzetilerek onunla adlanmıştır.
Kulaktan türetilen bir fiil yoktur. Arapçada “üzün” ise kök kelimedir. Doğrudan kulağın adıdır. “Ezan” kulağa hitap eden sestir. Duyurudur. Kulağın adı “duyak” olabilirdi.
“İzin” ise istenileni duyma demektir. Kişinin istediğini yapmasına müsade etme demektir. Cüz’î irade böyle açıklanmaktadır. Kişi cüz’î iradesini kullanmak ister, Allah da kullanmasına izin verir. Ama her zaman vermez. Onun kaderini değiştirecek şeye izin vermez.
Mustafa Kemal’e kurşun isabet etmiş ama saat onu korumuş. Turgut Özal’a silah atılmış ama mikrofon onu korumuş. Hüseyin Kıvrıkoğlu kurşunlanmış ama eğilme onu korumuş. Allah izin vermemiştir.
Allah yeryüzünü yaratmış, suları akıtmış, insanoğluna barajları kurmayı ilham etmiş, elektrik ürettirmiş ve elektrik hatları odamıza kadar tel olarak çekilmiş, anahtar konmuş. Anahtarı çevirdiğimizde odamız aydınlanır. Aydınlatan biz değiliz. Aydınlatan Allah’ın akan suları ve Allah’ın tüm insanlığa yaptırdığı tesislerdir. Ama şimdi ben emrimdeki lamba ile istersem yakıyorum, istersem söndürüyorum. Parmaklarıma kuvvet veren de Allah; ben sadece beynimden elektrikî sinyal gönderiyorum. O tesisi kurmada Allah ruhuma sadece onun idrak noktasına etki ediyor.
Bana düşünme imkanı veren de O’dur. O düşündürmezse ben düşünemem.
İşte Allah’ın izni orada çıkmaktadır. Kıvrıkoğlu’na karşı tetiği çek emrini veren, Kıvrıkoğlu’na eğil emrini veren kimsedir. Kaderi değiştirmiştir. Bugünkü AK Parti iktidarı işte o eğilmenin sonucudur. Yoksa şimdi başka bir düzen olabilirdi. O halde biz bize emredilenleri yapmaya çalışacağız, ondan sonrasına karışmayacağız.
وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِنِينَ (Va Lı YaGLaMa eLMuEMıNUvNa) “Mü’minleri bilsin diye.”
Yani, mü’minler bilsin diye, kimin mü’min olduğunu bilsin diye.
Allah böyle bir deneme yapmadan kimlerin mü’min olduğunu bilmiyor mu? Allah gelecekten veya gizli olanlardan haberdar değil midir? Bu imtihanlara ne gerek vardır?..
Buradaki “Va” harfi sadece bu bilmenin gerçekleşmesi için değildir. İnsanları imtihan etmek ve kendi elleriyle yaptıklarının karşılığını vermek içindir. Bunun yanında bu yararı da vardır. Bu sebepledir ki “Valiya’leme” denmiş de, “Liya’leme” denmemiştir
Allah Kâinatta insanı kendisine halife yapmıştır. Kendisi denemeden de bilir, ama halifesi olan topluluk bilmez, ancak olaylardaki davranışlardan kimin ne olduğu anlaşılır. İşte kimlerin mü’min olduklarının bilinmesi için musibetler isabet etmektedir.
Saadet Partisi’nin başına gelen budur. Kimler gemiyi terk ediyor, kimler etmiyor, bu anlaşılsın diye böyledir. Yarın AK Parti için de aynı şey sözkonusu olacaktır. Günü gelince musibetlere uğrayacaklardır. O zaman kimlerin inanarak o partiye katıldığı ortaya çıkacaktır. Adapazarı’ndaki tren kazası bunun bir işaretidir. Beyanatlarla herkes içindeki pisliği dökmüştür. AK Parti bununla dostunu-düşmanını öğrenmelidir.
“Ya’leme”deki zamir “İznillah”ta Allah sözüne gitmektedir. Topluluk da anlaşılabilir.
وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ نَافَقُوا (Va LıYaGLaMa elLaÜIyNa NaFaQUv)
“Nifak etmiş olanları bilsin diye. Mü’minleri bilsin, nifaklık yapanları bilsin diye.”
Burada “İlim” kelimesi tekrar edilmiştir. Çünkü mü’minler başka yolla bilinecek, nifaklık yapanlar başka türlü bilinecektir. “Ellezîne âmenû” dendiği zaman, Medine mü’minleri anlaşılır. “Mü’minler” dendiği zaman da, savaşa izin verilen veya verilmeyen mü’minler anlaşılır.
Mü’minler her zaman imtihandadır. Münafıklar ise mü’minlerin iktidarda olduğu zaman ortaya çıkarlar. Onun için “Ellezîne Nâfekû” denmiştir. İsabet edenin hepsi, iktidarda olunsun-olunmasın Allah’tandır. Allah gerçek mü’minleri ortaya çıkarır.
“Adil Düzen” çok sıkıntılı günler geçirmektedir. Gelip-gidenler ile dolup taşmıştır. İsabetler olmuştur... Daha olacaktır da... Peygambersiz bir “Hak uygarlığı” doğacaktır...
Zorluk şuradadır. Mü’min olmayanlar arasında “Hak uygarlığı” doğamaz. Çünkü bu hususta bilgileri yoktur. Mü’minlerin değişiklik yapıp yeni uygarlık doğurmaları da son derece zordur. İşte bu sebepledir ki bu “Adil Düzen”in kaderi gidip-gelmelerle doludur. Bu gidip-gelmeler böyle devam edip gidecektir. Onların içinde “Adil Düzen”de sabredenler, sebat edenler kalacak ve onlar “II. Kur’an Uygarlığı”nı getireceklerdir.
Bunu başarmanın bir tek yolu vardır. Bu yol, müsbet ilmin ışığında Kur’an’ı anlayarak onun gösterdiği yolda devam etmektir. Bu III. bin yılın başında, hattâ bu yüzyılın ilk yıllarında, böyle bir cemaatin oluşacağı beklenmektedir. Tarihî gelişme öyle kaydedilmektedir. Her 33 yılda bir adım atılmaktadır.
Bu 33 yılda beklediğimiz adım da, “Adil Düzen işletmeleri”nin kurulmasıdır.
“Adil Düzen” bir ülkede kurulduktan sonra, dünya ona karşı birleşip saldırıya geçecektir. O zaman savunma zamanı yani savaş zamanı olacaktır.
Dünyanın korktuğu bir şey vardır; Türkler yeniden Viyana kapılarına gelmesinler! Onlar saldırmazlarsa Türkler bir yere gitmeyeceklerdir. Saldırırlarsa, Türkler Washington’a da giderler!..
وَقِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا (Va QıYLa LaHuM TaGAvLaV) “Onlara tealû diye kavl edilince.”
“İza” ile geldiğine göre, bizim onlara bunu söylememiz gerekir. Yoksa “İn” ile gelirdi.
Hem mü’min olduklarını iddia edecekler, hem de savaşa katılmayacaklardır!..
Cizye vermedikçe onlarla savaşırız. “Mü’minim” diyenlere de; “Gelin savaşa” deriz.
Yani, mü’minler için savaşa katılmak zorunludur.
Buradaki “Hum” zamiri nifaklık yapanlara gitmektedir.
قَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ (QAvTiLUv FIy SaBiLi elLAHı) “Allah sebilinde kıtal ediniz.”
“Ganimet için değil, hükmetmek için değil; Allah yolunda, topluluk yolunda, devlet uğrunda kıtal yapınız, savaş yapınız.” denmektedir. Yeryüzünün düzeni mü’minlere emanet edilmiştir.
“Mü’min” deyince, sadece Kur’an’a inanan kimseler değildir. Dört çeşit müslim vardır:
Ehl-i Hak, akıl yoluyla gerçekleri bulandır.
Ehl-i Kitap, herhangi bir peygamberin mucizesini göstererek Allah’ın kelâmı olduğunu ispatladığı kitap ile gerçekleri bulanlardır.
Ehl-i Kur’an, kendi mucizesi ile Allah’ın sözünü ispatlayan kitaba inanarak hak yolu bulmaktır.
Ehl-i İcma ise, müsbet ilim yoluyla Kur’an’ın hak kitap olduğunu bulan kimselerin yoludur. Bunlara “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” denmektedir.
İşte bu yollardan hangisi ile olursa olsun, barış yolunu tutup “müslim” olanlar, eğer bu “İslâm düzeni”ni korumak için bedenen katılmayı kabul ederlerse mü’min” olurlar. Budistler de mü’min olabilir. Yeter ki hakem kararlarına uymayanlara karşı bedenen cihat yapmayı kabul etsinler.
Hakem kararlarına uyanlar müslim, uymayanlar kâfirdir. Hakem kararlarını dayanışma içinde teyit edenler mü’minlerdir. Müslimler cizye vererek buraya katılmazlar.
“Allah’ın sebili” demek; demokrasi, lâiklik, liberal ve sosyal hukuk düzeni demektir. İslâm düzeni, hak düzeni, şeriat düzeni, adil düzen demektir. Bir gün gelecek, “Adil Düzen” hukuk yolları ile iktidar olacaktır. Kıtalle değil, hukuk yoluyla iktidar olacaktır.
Önce ekonomik işletmelerle “Adil Düzen” kurulacaktır... Sonra siyasi partiler anlaştırılarak millî mutabakat ile anayasa yapılacak, sonra o anayasaya göre “Adil Düzen” iktidar olacaktır... Ama ona karşı, Mustafa Kemal’in dediği gibi; dâhilî ve hâricî bedhahların saldırıları olacaktır. İşte o zaman savunma yapmak üzere Adil Düzencilere kıtal farz olacaktır.
Bugün de bu devletin korunması için bile savaş sözkonusu ise; yöneticileri Adil Düzenci olmasalar da, savaşa katılmamız gerekmektedir. Çünkü biz “Adil Düzen”i bu devlet içinde kuracağız. Devletimiz yıkılırsa “Adil Düzen”i nasıl kuracağız? Bu ülkeden hicret etmedikçe, bu ülke kanunlarına göre yüklendiğimiz bütün vecibeleri münafıklık yapmadan yerine getirmekle yükümlüyüz. Kırgızistan denememiz gösterdi ki, tebliğ için en elverişli ülke Türkiye’dir. Kırgızistan denemesi Habeşistan denemesidir.
أَوْ ادْفَعُوا (EaV iDFaGUv) “Yahut def ediniz.”
Buradaki “Ev/Veya” ile ortaya konan alternatif, cizye vermektir. Ya savaşa katılın ve askerlik yapın, ya da cizye verin. Mü’min iseniz kıtale katılın, değilseniz cizye verin.
Buradan yine şunu öğreniyoruz ki, cizye veren müslimlerin de savunma görevleri ve hakları vardır. Dolayısıyla eğer “il” iseler, kendi jandarmalarını kendileri kurarlar ve kendi illerinde silahlanırlar. Kendilerine gelen saldırıları def ederler.
Yine müslimler kendi bucaklarında silahlanırlar, korumalarını oluştururlar. Saldırılara karşı koyma hakları vardır. Kendi ocaklarında silahlanabilirler. Hattâ herkes kendi evinde silah bulundurabilir.
Ülke zimmileri, devlet ve bölge bucakları ile bunları birbirine bağlıyan yol ve çevrelerinde silah taşıyamazlar. Bucak zimmileri de kendi bucakları dışında silah taşıyamazlar. Ocak zimmileri de kendi ocakları dışında silah taşıyamazlar. Kişiler de kendi evleri ve işyerleri dışında silah taşıyamazlar.
قَالُوا لَوْ نَعْلَمُ قِتَالًا لَاتَّبَعْنَاكُمْ (QAvLUv Lav NaGLaMu QıTAvLan La itTaBaGNAvKuM)
“Kıtali bilseydik size tâbi olurduk diye kavl ederler.”
Bu âyetleri anlayabilmemiz için o günlere gelmemiz gerekir. Böyle dediklerini görmemiz gerekir.
“Kıtali bilseydik” ifadesiyle iki manâ çıkar.
1) “Savaş olacağını bilseydik size tâbi olurduk. Savaş olacağını bilmiyorduk!” diyeceklerdir.
Düşman barışçı görünür. Savaşmayacağını telkin eder. İçine girer ve seni öğrenir. Seni yeneceğini anladığı zaman saldırır. Perişan eder. Türkler bunun için demişler ki; “Su uyur, düşman uyumaz.”
Her devlet savaşa hazır olmalıdır.
Türkiye her taraftan saldırıya uğrayacağını hesaba katmalıdır. En yakın komşulardan başlayalım.
Güneyde Araplar vardır. Bir gün diğer düşmanlarımızla anlaşıp aniden bize saldırabilirler. Nitekim, kimi Araplar Osmanlıların son döneminde İngilizlerle ve diğer düşmanlarımızla bir olup bize saldırmadılar mı? Bundan dolayı böyle bir saldırıya karşı hazırlıklı olmalıyız.
Batıda Balkan ülkeleri vardır. Bir gün bu Balkan ülkelerinin, yakın geçmişimizdeki tarihimizde olduğu gibi düşmanlarımızla anlaşıp bize saldırabilme ihtimali vardır. Hazırlıklı olmalıyız.
Kuzeyde Kafkas ülkeleri vardır. Bir gün düşmanlarımızla anlaşıp bize saldırabilirler.
Aynı şeyi hiç olmayacak bir yerden, doğudaki istikrarlı komşumuz İran’dan da beklemeliyiz.
Eski Sovyet devletleri de, hiç beklenmedik bir anda anlaşıp Karadeniz’den çıkarma yapabilirler.
Akdeniz ülkeleri başta Yunanistan ile anlaşıp beklemediğimiz bir anda Ege çıkarmasını yapabilirler.
Dünya, Çin Rusya, Hindistan, Amerika, Avrupa işbirliği yaparak Türkiye’ye saldırabilirler. Türkiye’ye saldıran devletleri destekleyebilirler.
Adil Düzenciler bütün bunlara karşı duracaklarını şimdiden kabul edip hazırlıklı olmalıdırlar.
“Ya istiklâl, ya ölüm!” diyemeyen ulusların devlet olma hakları yoktur. Biz kimseye saldırmayız, kimseyi yeneceğiz demeyiz. “Yurtta sulh, cihanda sulh.” ilkesi budur. Ama bize saldıranlara karşı, Türkiye’nin her karış toprağı kanla sulanmadıkça terk edilemez. Türkiye’de bir tek kişi kalsa bile, o ölmedikçe düşman ülkemize kesinlikle giremez.
İşte bunlar tarihimizde söylenen İslâmî sözlerdir.
Şimdi yaşadığımız bu günlerde varolan bazı gafiller vardır. Avrupa Birliği’ne girecekler ve savaştan kurtulacaklar! Orduya gerek kalmayacak!.
Öyle gafiller vardır ki; askerlerden kurtulmak için Avrupa Birliği’ne gidiyor! İşte bu gafiller maalesef yarın “Adil Düzen” savaşına katılmayacaklardır. Mazeret olarak da, “Böyle bir savaşın olacağını sanmıyorduk!” diyeceklerdir!..
2) Buradaki “kıtal”in ikinci anlamı ise; “Biz savaşmayı bilmiyoruz. Buna göre eğitilmedik. Ona göre yetişmedik. Onun için savaşa katılmadık!” diyecekler.
Askerlik yapmaktan kaçanlar gafillerdir. Askere gitmek demek, savaş tekniğinin öğrenilmesi demektir. Bu bir bilgidir. Yarın ülkenin korunması zorunluluğu ortaya çıktığında, o zaman seni savaşa zorla götürecekler. Savaşmayı bilmediğin için ilk ölecek kimse sen olacaksın. Yarın “Adil Düzen” iktidar olunca, dâhilî ve hâricî bedhahlar saldıracaklar. Savaşma tekniğini bilmeyince nasıl savunacaksın?!.
İşte bu âyet münafıkların alâmetlerinden biri olarak da, onlar askerlik yapmaktan kaçınanlardır diyor.
Kısa devre askerlik yapmak zorunluluğunda bırakılanlar, yargıya baş vurup tam askerlik yapmalıdırlar. Yarın ‘keşke kıtali bilseydik’ dememelidirler.
هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ أَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلْإِيمَانِ (HuM LıLKuFRı YaVMaEıÜıN EQRaBu MıNHuM LıLIyMANı)
“O gün onlar küfre, onların imana yakın olmalarından daha yakın idiler.”
Birinci “Hum” münafıkları, ikinci “Hum” ise mü’minleri ifade etmektedir. O gün münafıklar küfre, mü’minlerin imana yakın olmalarından daha yakın idiler. Yani, münafıkların küfürleri mü’minlerin imanlarından daha şiddetli idi.
“O gün” diyerek genel kural olarak koymaktadır. Bazı zamanlarda münafıkların küfürde gösterdikleri gayretleri mü’minler imanda gösterememektedir.
Onlardan bir baro başkanı “İmam-Hatip Okulu mezunu birinin başbakan olmasını içime sindiremiyorum!” diyebiliyor, ama bir meclis başkanı “Ateist birinin şu görevde olmasını içime sindiremiyorum!” diyemiyor.
Bazı zamanlarda münafıkların küfürde gösterdikleri gayreti, mü’minler iman için gösteremiyorlar. Onlar seçimlerde canla başla uğraşıp kendilerine zorla veya hile ile oy istedikleri ve aradıkları halde; ‘inandım’ diyen kimseler kapalı hücrede ve kimsenin görmediği yerde bile korkular içinde istediği kimseye oy atamamaktadır.
Cumhurbaşkanı seçimlerinde tüm Meclis üyeleri A. Necdet Sezer’e korkuları sebebiyle oy verdiler. “Hakimler birbirlerini tutar. Anayasa hakimlerini darıltmayalım!” diye düşündüler. İşte böyle zamanlarda münafıklar küfre, mü’minlerin imana yakın olmalarından daha çok yakındırlar.
Cumhurbaşkanı seçilirken kendi çıkarını düşünerek değil, devleti en iyi şekilde kim idare eder diye düşünülerek oy verilmelidir. Kim lâyıksa ona oy verilmelidir. Önce devlet başkanlığını sözümde geçiririm diye peşkeş çekip sonra nankör diyerek ona saygısızlık yapmak, krizler çıkarmak, tarihin affetmeyeceği bir harekettir.
يَقُولُونَ بِأَفْواهِهِمْ (YaQUvLUvNa Bı EaFVAHıHıM) “Femleri ile söylüyorlar.”
“Fem” ağız demektir. Aslı “Fahu”dur. Çok söylendiği için “Ahu” “M”ye dönüşmüştür. “MAE” de “eMaHa”dır.Cem ve tasgirde aslını korumaktadır.
“Ağızları ile söylüyorlar. Beyinleri ile söylemiyorlar.” denmektedir.
Biz konuşmamızı yaparken ya reflekslerle konuşuruz, mesela birisi adımızla çağırdığı zaman hemen ‘Efendim’ deriz, yahut ‘Alo’ dediği zaman biz de ‘Alo’ deriz. “Kimsiniz?” deyince, düşünmeden adımızı söyleriz. Bu konuşma mekanizması beynimizde oluşmaktadır. Ancak burada muhakemeye gitmeden, yeniden değerlendirme ve karşılaştırma yapmadan söylediklerimizdir.
Araba kullanmayı öğrenirken, her hareketi bilinçli yaparsınız. Sonra artık reflekslerle idare edersiniz. Olağanüstü hallerde bilinçli müdahale yaparsınız.
Toplulukta böyle düşünülmeden dolaşan sözler vardır. Kişi defalarca onu kullanır.
İnsanlar manâsını düşünerek değil, ağızları alışkın olduğu için kullanırlar birçok sözleri. Mesela, “Sizden iyi olmasın!” “Nasılsın?” gibi sözler böyle sözlerdendir.
“Adil Düzen” geldiğiniz zaman da, insanların çoğu onu anlamadan ve dinlemeden, genel olarak bütün fikirlere verdikleri karşılığı verirler.
مَا لَيْسَ فِي قُلُوبِهِمْ (MAv LaYSa FIy QuLUvBıHıM) “Kalblerinde olmayan şeyi”
İnsanlar çoğu zaman duyduklarını beyinlerinin denetimine almazlar. Herkes öyle dediği için “Öyledir!” derler. Cümleleri tahkik etmeksizin kullanırlar.
Gazali ve Dekart (Descartes) gibi zatlar böyle bütün insanlar gibi yapmamış, önce sıfırlamaya gitmiş, sonra her şeyi kalpleri ile yani beyinleri ile anlamaya başlamışlardır. Söyledikleri her cümle için onların gerekçeleri ve ispatları vardır. İnsanların çoğunluğu ise birçok cümleye herkesin inandığı gibi inanırlar.
“Kalb” merkez demektir. Batında olan kalb kanı pompalar, sadırda olan kalb düşünceleri pompalar. Refleksler beyinde değil, omurilikte yer alır. Alışkanlıklarla doğan reflekslerin merkezi hususunda daha fazla bilgimiz yoktur. Ancak bu âyetin delâletinde alışkanlık reflekslerinin beynin muhakeme merkezi dışında olduğu anlaşılmaktadır.
Bilgisayarda çalışıyorsunuz. Çalışmanız geçici hafızalara alınır. Sonunda o çalışmadan çıkarken sorar; “Kaydedeyim mi?” der. “Kaydet” dediğiniz zaman o ana hafızaya atılmış olur. Hafızadaki bilgileri çağırır, muhakemeden uğramadan görüntüleyebilirsiniz. Alışkanlık cümleleri de böyledir.
Bu âyet derin psikolojik bilgileri içermektedir.
Buradaki söyleyenler bazı mü’minlerle münafıklardır. İki tarafta da düşünülmeden, tahkik edilmeden olan kabuller vardır. Kur’an bunu yermektedir. İnsan düşünerek ve tahkik ederek onları hafızasına atmalıdır. Onları alışkanlık hâline getirmemeli, bu arada sık sık alışkanlıklarını kontrol edip yanlış alışkanlıkları terk etmelidir. Bu alışkanlıklar bedenî olduğu gibi fikrî de olabilir.
Bugün Müslümanların beyninde binlerce yıldır Kur’an’a uymayan, efvâh ile oluşmuş alışılmış cümleler söylenir durur! Bütün kelam kitaplarına bakınız, “Halifeler Kureyş’ten gelir!” der ve buna inanmayan kâfir addedilir! Ama ondan sonra Osmanlı halifesine sadece biat etmekle kalmaz, ona “Zillullah/Allah’ın gölgesi” der!
Bugün herkes Hanefidir, ama kimse Hanefi içtihatlarına göre amel etmez! Ebu Hanife’yi kendisine benzetir, istediğini Hanefi şemsiyesine sığınarak yapar!
Atatürkçüler de böyledir. Türkiye’yi satarlar; ama O’nun izinde olduklarını söylerler!
Sovyetler Marksist olmuş, ama Marksizm ile alâkalı olmayan şeyleri Marksizm diye yapmışlardır!
‘Demokratik Almanya’ derlerdi, ama orada ne hikmetse demokrasiden herhangi bir eser bulunmazdı!
Türkiye’de sorduğunuzda herkes “Elhamdülillah Müslüman”dır, ama kimse İslâm’ı yaşamamaktadır!
İşte bunların hepsi kalblerinde olmayanları ağızları ile söylemektedirler. Bunu inananlar da yapmakta, inanmayanlar da yapmaktadır. Buradaki zamir inananlara da gitmektedir, inanmayanlara da.
وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا يَكْتُمُونَ (Va elLAHu EaGLaMu Bı MAv YaKTuMUVNa)
“Allah ketm etmekte olduklarını a’lemdir.”
“A’lem” ism-i tafdildir. Yani, ketm etmekte olduklarını ketm edenlerden daha iyi bilmektedir. Çünkü bunlar bu işleri yaparken çoğu zaman kendileri de ne yaptıklarını bilmez durumdadırlar. Bunu bilinçsiz bir şekilde yapmaktadırlar. Oysa Allah onların bilinçsizce yaptıklarını bilmektedir.
Bilmeden nasıl ketm edersiniz?
“A’lem” bilmediklerini, ketm etmekte olduklarını bilmediklerini ifade eder. Bilinç altında bazı şeylerin olduğunu bilirler. Ama bilinç üstüne gelmesin diye o hususta konuşmaz, görüşmez, öğrenmek istemezler.
Bugün AK Partililer dahil, Türkiye’de yapılanlar budur. Deve kuşu gibi başlarını kuma gömmektedirler ve bu şekilde kurtulacaklarını sanmaktadırlar! “Adil Düzen”i duymak istemezler! Allah ise onların bu hâlini bilmektedir. Öğrenmek istemediklerini bilmektedir.
الَّذِينَ قَالُوا لِإِخْوَانِهِمْ (elLaÜIyNa QAvLUv LiEıPVaNıHıM)
“Ehlerine söyleyen kimseler. Kardeşlerine söyleyen kimseler.”
Bunlar cihaddan kaçan kimselerdir. Bunlar münafıklardan da olmaktadır, mü’minlerden de olmaktadır.
Bütün “Adil Düzen” mücadelesinde bize hep şu telkin edildi:
“Akıllı olun! Şimdilik bunlarla uğraşmayın! Başınıza bir şeyler gelir! Genosite uğrarsınız!..”
Korku yaratırlar ve korku sebebiyle sindirmek isterler. Müslimler de bu korkulara girerler.
Baştan beri bize söylenen bu idi. ANAP’lı ve DYP’li olan kardeşlerimiz bizlere hep şunu söylediler:
“Siz kazansanız da sizi iktidar yapmazlar! Türkiye’de sizi iktidar yapsalar bile, dünya size müsaade etmez!..” Oysa biz her zaman iktidar olduk. Hem de yarım yamalak oylarla. Batı bizi onlardan daha iyi tanıdı.
Başarısızlığın kaynağı onların izin vermemeleri değil, iktidara gelenlerin ne yapacaklarını bilmemeleri; bilenleri de daima kendilerinden uzak tutmalarıdır…
Allah onların kalblerine böyle ilham etmiştir. Çünkü bazı şeylerin henüz olma günü gelmemiştir. Günü gelince olması gereken olacaktır.
وَقَعَدُوا (VaQaGAvDUv) “Oturdular.”
Savaşa çıkmadılar… Siyaset yapmadılar.. Cihat yapmadılar… Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadılar!.. Böylece onlar kendilerini daha başarılı sanmışlardır.
Oysa takdir-i ilâhi ne ise o olmuştur. Sonunda zafer hep iman edenlerin ve cihat yapanların olmuştur.
Bu korkuyu duymayan Bediüzzaman ve Süleyman Tunahan, giriştikleri faaliyetler sayesinde bugün büyük topluluklar ve cemaatler olarak ne seviyelere geldiler.
Bu korkuyu duymayan Refahlılar nerededir? AK Partililer de aynı şekilde anayasa ekseriyetini almışlardır. Bugün ise “Adil Düzen”i bilmedikleri için uygulayamıyorlar.
Siz de bugün iktidar olsanız aynı şekilde uygulayamazsınız.
Korkmadan tebliğ yapacaksınız. Ondan sonra da gününüzü bekleyeceksiniz.
لَوْ أَطَاعُونَا مَا قُتِلُوا (LaV EaOAvGUvNAv MAv QuTiLUv)
“Bize itaat etseydiler katl olunmazlardı.”
İtaat etmediler de onun için katl olundular.
Demirel Erbakan’a hep bu tavsiyelerde bulundu: “Arı kovanına çomak sokma!”
Sonunda ne oldu? Herkes yapacağını yaptı ve icraattaki ömrünü doldurdu.
Demirel tarihte 28 Şubat ile yâd edilecek. Erbakan da bin sene sonra “Adil Düzen” ile yâd edilecektir. Bugün dünyada Demirel unutuldu gitti. Ama Erbakan hâlâ dillerdedir…
İktidardan indirilmeye gelince; o da iktidardan indirildi. Biri arkasında anayasa ekseriyetini bıraktı. Diğeri ise arkasında sadece can çekişen iki parti kalıntısını bıraktı…
قُلْ فَادْرَءُوا عَنْ أَنْفُسِكُمْ الْمَوْتَ (QuL FaDRaEu eLMaVTa GaN EaNFuSiKuM)
“Nefsinizden mevti der’ edin de.”
“Der’” zırh kelimesine akrabadır. Zırh, düşmandan korunmak için giyilen demir elbisedir.
“Der’ etmek” demek, darbelerden korunmak, sadmelerden korunmak demektir.
“Kendinizden mevti savuşturun öyleyse de.” Dünyada er geç herkes ölecektir.
Adnan Menderes 61 yaşında öldü. Celal Bayar 100 kusur yaşında öldü. Biri Türkiye’yi değiştirdi, herkes ondan bahsediyor. Diğeri ise unutulup gitti. Yaşasan da yaşamasın da, sonun aynıdır, ölüm mukadderdir.
Mü’minler, kendilerine yüklenmiş olan görevleri yerine getirirler. Ölüm ise Allah’ın takdiridir. Günü gelince herkes ölür. Orada kimse “Niçin kısa yaşadın?” diye sormayacaktır. O gün herkes “Sana verilen zamanı nasıl kullandın?” diye soracaktır. Bu soruların cevabını en iyi şekilde verebilmek önemlidir.
Birçok zavallı; şimdilik korunayım, ileride daha büyük iş yaparım diye düşünmektedir. Sanki garantisi varmış gibi yaşayacağına, herkes yarın ölecekmiş gibi hesap içinde olmalıdır. Ben bu akşam ölsem, bugünün hesabını verebilecek miyim diye düşünmelidir.
“Ben ileride yapacaklarımı yapayım, şimdidli dursun!” diyenler gaflet içindedirler.
Kimi de; ben yapmayayım, oğlum yapsın diyor, onu yetiştireyim diyor! Sanki oğlunun kendisi gibi olacağında garantisi vardır.
Bugün diyeceklerimizi demeliyiz. Bugün yapacaklarımızı yapmalıyız.
Yarının sahibi biz değil, Allah’tır. Onu O düşünsün.
إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (EıN KuNTuM ÖavDıQIyNa) “Sadık iseniz.”
Yani, “Evde otursaydılar, ölmeyeceklerdi.” diyenler, haydi bakalım kendilerini ölümden korusunlar.
Onlar da çok iyi biliyorlar ki, kendileri de ölecektir. Ölüme çare yoktur. Eceli gelen herkes ölecektir.
Bu son yani ölüm yalnız kişiler için değil, topluluklar için de böyledir. Topluluklar da doğar, gelişir, yaşar, yaşlanır ve ölür. Herkes ve her şey sonunda ölümü tadacaktır.
Bazıları müsemma ömrünü tamamlamadan ölür.
Mü’minler yaşama derdinde değildirler. Onlar sadece dünyaya gelmekle kendilerine yüklenen görevleri yerine getirip getirmedikleri üzerinde dururlar. Başka bir endişeleri yoktur. Başka şey düşünmezler.
Bu hususta kâfirlerin önderleri de böyledirler. İnandıkları şeyler için canlarını verirler.
20. yüzyıl böyle yapanların asrıdır.
Mü’min olanlar için bu böyledir. Mü’min olanlar için ölmekten korkmamak temel vasıftır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 264. SEMİNER Yorum-94 İstanbul, 6 Ağustos 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Reşat Nuri Erol, Üsküdar’da yorum olarak anlatacaktır.)
DEMİRYOLU KAZASI
Devlet Demir Yolları, teknik revizyon yapmış ve Anlara ile İstanbul arasında hızlı teren seferleri koymuştur. Uygulama büyük rağbet görmüştür. Bu başarı kimi malum çevrelerde huzursuzluklara sebebiyet vermiştir.
Her şeyden önce İstanbul-Ankara seferleri yapan otobüs firmalarını rahatsız etmiştir. Bu böyle gider ve tüm Türkiye hızlı trenlere kavuşursa, otobüsçülük sektörü büyük darbe yiyecektir. Bu gelişme yalnız otobüs firmalarını rahatsız etmemiş; otobüs imal eden firmaları da rahatsız etmiştir. Oto sanayii de büyük darbe yiyecektir. Petrol sektörünü rahatsız etmiştir. Çünkü böylece ileride petrolün yerini elektrik alacak ve petrolün dünya ulaşımındaki hakimiyeti zedelenecektir. Bu gelişmeden rahatsız olan yalnız bunlar da değildi. 1950 yılından beri bile bile ve korktuklarından dolayı DDY’nı işlemez hâle getiren siyasiler de rahatsız oldular. Ya AK Parti bu konuda başarılı olursa, sonra biz AK Parti’nin önünü nasıl alacağız?!.
AK Parti yönetimi, ‘her cahil cesurdur’ kabilinden, kimsenin cesaret edemediği bir konuya önünü görmeden girişmeye cesaret etmiş ve DDY müessesesini geliştirerek faaliyete geçirme denemesine girişmiştir. Çok sevindirici haber olarak izlediğim bu faaliyete geçiş hakkında endişelerim vardı. DDY Genel Müdürü ile görüşmeyi düşünmüş, ama randevu için uğraşacak vaktim olmadığı için görüşememiştim…
Beklenmedik şekilde hızlı tren kaza yaptı. 36 kişi öldü, 80 kişi yaralandı. Susurluk olayına benzeyen bir kaza oldu.
Bunlar adi birer kaza mıdır, yoksa sabote kazaları mıdır?!. Bunu hâla bilmiyoruz.
Ama Susurluk olayını istismar eden dışa bağımlı basın onun tehdidi ile Refah-Yol Hükümeti’nin sonunu getirmişti.
Medya şimdi de aynı istismarı yapmaktadır. Olayda ölenler 30 civarında iken, ilk günlerde 130’lar civarında ilan edilmiştir. Olaydan sevinç duyulmuş, abartılmış; halka AK Parti ve DDY’na karşı nefret hisleri aşılamışlardır! Kazanın nedeni belli olmadığı halde, hemen teşhis konmuş, AK Parti ve DDY taraftarlarına karşı saldırıya geçilmiştir. Sesi sedası kısılmış Aydın Menderes bile sesini böyle bir zamanda yükseltme yoluna gitmiştir!..
28 Şubat döneminde korku havası estirilmiş, Aydın Menderes herkesin hapse gideceğine inandırılmış, bedenî zafiyeti ve babasının başından geçenleri değerlendirerek partisini değiştirmiştir! Ama Millî Görüş’te kalanlar şimdi iktidardadırlar, onun partisi ise nesyen mensiyya olmak üzeredir. İşte bu durumu hazmedemeyen Menderes doğrudan AK Partililere saldırmaktadır!..
Biz partinin muhalifi olduğumuz halde, onları savunma durumuna geldik.
Şimdi bu olayın sabotaj olması ihtimali büyüktür. Bu tahmini şöyle yapabiliriz. Basının durup dururken daha ilk gününde istismar etmesinden, basını kullananların bunu daha önceleri bildikleri anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan sabotaj ihtimali en çok olduğu halde, basının bu hususta ağzını açmaması, bu olayın önceden bilinen bir tertibin sonucu olduğunu gösterir. Şimdilik kaza için herhangi bir sebep tesbit edilmediğine göre, bunun sabotaj olduğunu kuvvetlendirmektedir. Ayrıca, kazada çok anormallikler vardır. Trenler bir tarafa yatmamış, iki tarafa savrulmuştur. Daha da acayibi, lokomotif sağlam kalmıştır. Oluş şekli açıklanamıyor. Bütün bunlar sabotaj ihtimalini vermektedir.
Kazanın sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
a) Hızlı trene göre revize edilen tren yolunun son kontrolünü yapan mühendis veya mühendisler grubu, bu hususu atlamışlardır. Kontrolü doğru yapmamış veya yapamamışlardır. O takdirde rayların dayanıksızlığı ile kaza olmuştur. Bunun tesbiti zor değildir.
b) Vagon ve lokomotifler hızlandırılmış seyri yapacak şekilde revize edildikten sonra, teslim kontrolünü yapan mühendis veya mühendis grupları yeterli kontrolü yapamamıştır veya kasten yapmamıştır.
c) Hızlandırılmış trenin hareketleri ile ilgili talimatı hazırlayan demiryolu yetkilisi, yeterli bilgiye sahip olmadığı için veya kasden gerekli şartları koyamamıştır. Hata uygunsuz hızdan dolayı veya başka kullanım talimatı sebebiyle olmuştur.
d) Treni kullanan makinistler talimata uymamış, orada belirtilen hızdan daha büyük hız yapmışlardır. Bu hata veya ihmalden olabilir. Kendi vagonları kurtulduğuna göre kasden de olabilir. Susurluktaki kamyoncu için de aynı şeyler söylenebilir.
e) Nihayet, demiryolu üzerinde veya vagonlarda kasden veya hataen konan bazı parçalar, bu kazaya sebebiyet vermiş olabilir.
Demek ki, kazanın oluş sebepleri beş tane olabilir. Yapılacak incelemelerde bunlardan hangisinden kaynaklandığı tesbit edilebilecektir. Tabii, ortada bir sabote yoksa. Ancak ondan sonradır ki bu beş müsebbip arasında biri bulunacaktır.
Bunların içinde ne Devlet Demir Yolları Genel Müdürü vardır, ne bakan vardır, ne başbakan vardır. Niçin yoktur?
Çünkü genel müdürün, bakanın ve başbakanın işi imkanlar sağlayıp daha ileri bir seviyeye gitmek için teknik elemanlarını harekete geçirmektir. Teknik elemanlara baskı ile zorla rapor verdirmiş ise sorumlu olur. Yahut ehliyetsiz kimselere rapor tanzim ettirmiş ise sorumlu olur. Mesela, kontrol elemanı mühendis değilse sorumlu olur. Yoksa hastasını hastahaneye götüren yakınlısını öldürmekle suçlamak kadar saçmalık olamaz. Büyücüye götürse o zaman suçlanabilir.
Bu sakat mantığın sonu nedir? Bu sakat mantığa uyduğumuzda hiçbir iş yapmaz, hiçbir denemeye girişmeyiz. Batlılar bize iş yaparlar, biz de köle olarak yaşarız. Onlar kaza yaparsa ses çıkarmaz, ama bizim yaptıklarımızda kaza olursa pireyi deve yaparız, yahut aşağıya akan suyu yukarıya doğru bulandırırız.
Bu mantıktan hareket edenlerin amacının tamamen demiryolu hamlesini durdurmak olduğu çok açık bir şekilde bellidir.
Her sahada gerilemeyi sanat olarak kabul eden AK Parti’nin bu konuda da gerileme yapacağı bizi üzmektedir.
Peki, ne yapalım? İnatla seyrü sefere devam mı edelim? Bu sabote değilse, nasılsa tuttu deyip saboteler devam eder.
Bizim saboteleri önleyecek tedbirimiz olmadığına göre, bizim haberleri şantaj olarak kullananlara karşı bir tedbirimiz olmadığına göre, devam edersek sonuç bellidir; Adnan Menderes’in sonu, Erbakan’ın sonu kaçınılmaz ve mukadderdir.
İşte bunun için diyoruz ki, tarihte büyük inkılâplar önce hukukta ve yönetimde olmuş, sonra teknikte olmuştur. Teknikteki başarılar Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkılmaktan kurtaramadığı gibi; Cumhuriyet’i de kurtaramayacaktır.
Hızlandırılmış demiryolu işletmesini bile yapamayacaksın, yaptırmayacaklardır. Bunun anlamı nedir?
Savaşta bir yerden diğer yere birliği, cephaneyi, malzemeyi taşıyamayacaksın; iş işten geçtikten sonra varacaksın demektir. O halde “AK Parti usûlü” ile “germeyelim felsefesi” ile bir yere varılamaz. İktidar demek, gerenlerin elini kolunu kıran demektir. Ricalarla, minnetlerle iktidar olunamaz. Asker cumhurbaşkanına bunun için ihtiyaç vardır. Binlerce demiryolcuyu şehit verebiliriz, ama demiryolumuzu işler hâle getiririz. Savaş budur. Ölümden korkanlar savaşı kazanamazlar. Demiryolu faaliyetimize cephe alanlar, bize göre İstiklâl Savaşı’nda Sakarya’da karşımızda olanlar kadar düşmandırlar.
“Adil Düzen” bunları nasıl önler? Biraz da bu konulara değinelim.
“Adil Düzen” bu tür kazalarda şu tedbirleri almıştır:
a) Kaza kasden iras edilmiştir, failleri de bulunmuştur. Gözyaşına bakmadan bunlar idam edilir. Bu siyasi bir suç olduğu için de affı caiz değildir. Kısas yapılır.
b) Kaza kasden yapılmıştır, ancak faili bulunamamıştır. Ancak kazanın sebebi bulunmuştur. Bu takdirde kasame yapılarak o kazanın olmasını önleme gayreti sarf etmeyen, yahut failin bulunmasına gerekli yardımı yapmayanlar arasında bölüştürülerek ödetilir. Bunlar bakımcılar olabilir, kontrolcüler olabilir, tüm demiryolu camiası olabilir… AK Parti camiası olabilir, devlet olabilir... Yani itham edilenler, müştereken tazmin ederek ithamdan kurtulurlar. Bundan sonra daha dikkatli olurlar.
c) Kazada kasıt tesbit edilememiştir. Bu takdirde hataen yapılmıştır demektir. Kazaya sebebiyet verenler bellidir. Bunların akilelerine yani dayanışma ortaklıklarına tazmin ettirilir. Bunlara ehliyet veren dayanışma ortaklıkları bir daha böyle hata yapanlara ehliyet vermezler. Bu hem caydırıcılık yapar, hem de mağdurlukları giderir.
d) Kasıt yok ama hatanın sebebi biliniyor. O konuda sorumlu olan kimse ihmal sebebiyle tazmin eder. Dayanışma ortaklığı tazmin eder.
Demek ki, bizim bizzat makamında ziyaret ederek Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e teklif ettiğimiz “hukuk reformu” yapılmadıkça, hiçbir iş yapamazsınız, sadece memleketi uçuruma götürürsünüz.
-Teklifimiz neydi?
“Hukuki Savunma Vakfı” kurulacak, “Serbest Soruşturma Vakfı” kurulacak, “Bilirkişilik Vakfı” kurulacak, “Hakemlik Vakfı” kurulacak... Yargılama masrafsız olacak, bedava olacak... Bu vakıflar aynı zamanda bunların yani buralarda çalışanların hayatlarını güvence altına alacak…
Bunlar “Adil Düzen” gereğidir. Ama Adil Düzensiz yaşanmaz; aynen havasız yaşanamadığı gibi…
Yapılacak ikinci iş ise; ceza mevzuatında temelden değişiklik yapılmalıdır.
Hapis yerine kısas, yine hapis ve tazminat yerine diyet müesseseleri getirilmelidir. Başka çıkar yol yoktur.
Kasdın kanıtlanamadığı yerde bedenî ceza verilemez. Kasdın tesbiti son derece zordur. O halde bedenî ceza verilemiyor demektir. Hatalarda bedenî ceza vermek saçmalıktır. Hata veya afta cezalar diyetlere dönüşecektir. Diyeti de kendisi değil, dayanışma ortaklığı ödeyecek, afta ise akilesi kendisine rücu edebilecektir.
Bu hukuki düzen kurulmadıkça, kurbanlık koyun gibi ölümü beklemenin dışında yapacağımız bir şey kalmaz.
Batı dünyası işte bunun için şeriat düşmanlığı yapıyor. Gafiller de onların silahlı bekçileri oluyor. Mustafa Kemal şeriat düşmanlığını yapmıyor, hakiki mürşit ilimdir diyor. Biz de ilim ne söylüyorsa onu yapmalıyız. Aklın yolu birdir, açıktır. Üstündeki etiketlere bakarak tartışma yapmayalım. Açalım içini, görelim bakalım neler var. Orada iyilerle kötüleri ayıklayalım.
Son olarak şu teknik bilgileri de verelim. Kaza nasıl olmaktadır?
a) Demiryolu raylardan oluşur. Rayların altında yastıklar vardır. Vagon tekerlekleri bunlar üzerinde döner. Treni demiryolunun her noktasında durduran kuvvetler yastıklar yoluyla toprağa iletilir ve dağılır. Yani, kuvvetler vagonun değişik yerlerine iletilir ve ağırlıkla karşılanır. Bu dağılmaların hesapları yapılır. Zemin etütleri ve malzemelerle bunlar güvenlik sınırı altında olur. Şimdi bir mühendis alır ve bu hesapları tetkik eder, bir yerde hata olduğunu görür ve o konuda ilgilileri uyarır, onlar da bunu değerlendirir, sonra da aynı hesaptaki hatadan kaza olursa o zaman bu uyarı geçerlidir.
b) Demiryolunun sadece statik kuvvetlerin dengelenmesi hesapları tam olmaz. Hareketli bir cisimde ek kuvvetler meydana gelir, sürtünme kuvvetleri ortaya çıkar. Merkezkaç kuvvetleri ortaya çıkar. Yavaşlarken ve hızlanırken atalet kuvvetleri ortaya çıkar. Bunların hepsi hız ve ivmelere dayanır. Diğer statik kuvvetler gibi bunlar da ele alınıp inceleme yapılır ve hesaplanır. Hız ve ivme sınırlamaları buralarda ortaya çıkar. Bir mühendis bu hesapları alıp tetkik eder, bir yerde hata bulmuşsa uyarır. Şurasını düzeltin yoksa kaza olur der, onlar da düzeltmez ve belirttiği yerden dolayı kaza olursa bu uyarıdır.
c) Hareketli cisimde çok zor hesaplanan bir şey vardır, o da titreşim kuvvetleridir. Rezonans olayı vardır. Bu belli hız seviyesinde görülür. O hızın altında görülmez ve o hızın üstünde de olmaz. O hıza geldiğinizde süratle onu geçmelisiniz. Bu kritik hız demiryolunun durumunu etkiler. Bilhassa eskimiş raylarda farklı olarak tesir eder. Bu kazanın en muhtemel sebebi bu olabilir. Vagonların öz titreşimlerinin ve eski raylarda dalgalanma titreşimlerinin denenerek tesbit edilmesi ve ona karşı tedbir alınması gerekir. Raylar değiştirilebilir. Vagonlara ek yük konabilir. Böyle bir öneri yapılmış, dikkate alınmamış ve kaza da bu sebepten olmuşsa, haklı bir uyarı yapılmıştır.
d) Başka bir arıza da, projede gösterilen değerlerde hata olmuş olabilir. Mesela, toprağın dayanması, travers sayısı, rayların cıvatalanması projede görüldüğü gibi olmayabilir. Teknik eleman bunlara dayanarak buranın kazaya sebebiyet vereceğini önceden bildirebilir. İlgililer bunu nazarı itibara almamışsa sorumlu olabilir.
Yoksa yuvarlak uyarılarla sömürü sermayesi sözcülüğü yapanların şimdi bir şey söylemeye hakları yoktur. Bilakis, onların ifadeleri alınıp töhmet altında oldukları için tazminata katılmalarına hükmedilmeleri gerekir.
İşte “Adil Düzen” ile “zalim düzen” arasındaki anlayış farkları bunlardır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 264. SEMİNER Yorum-94 İstanbul, 06 Ağustos 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Üsküdar’da Selahattin Öztürk değerlendirecektir.)
MUHASEBEDE ZORLUK
Sömürü sermayesi, dünyaya empoze ettiği kanunlarla dünya ekonomisini çökertmiş ve insanlığı kendisine borçlu hâle getirmiştir. Böylece dünyayı sömürmektedir. Sömürü sermayesi neler yapmıştır?
a) Gelir vergisi sistemini getirmiştir. Gelir-gider kaydedilecek ve kazançtan devlete vergi verecektir. Bunu yapabilmek için önce gelir-gideri kaydetme alışkanlığı olması gerekir. Sonra da bunun için muhasebe bilgisi olması gerekir. Oysa, muhasibi çalıştırmak çok pahalıdır. Küçük ve orta gelir sahibi olanlar bunu ödeyemezler. Böylece ortadan kalkarlar. Büyük sermayeye işçi olurlar. Büyük sermaye arasındaki rekabet sonunda tekel oluşur ve dünya sömürü sermayesinin tekelinde ekonomisini kurar.
b) Ağır vergi yükümlülüğünde hiçbir firma yaşayamaz duruma düşer. Herkes iflas eder. Ancak tekel olan sermaye tutunabilir, çünkü istediği kârı koyabilir. Vergi ağır olsa da onun için bir şey değişmez, kazancının yarısını devlete verir, bir zararı olmaz. Tekel sermayeden halk zarar eder. Çünkü çok ucuza aldığı malları sermaye çok pahalı satar. Halkın elinde satın alma gücü olmaz. Ekonomik kriz olur.
c) Ekonomik krizlere de çare bulmuştur; enflasyonlu para. Tekel sermaye bakandan enflasyonlu kredi alır. Sonra kolayca öder. Halk ise kendi parası ile iş yaparken enflasyonu da vergi olarak verdiği için iflas eder. Etmemesi için kayıt dışı ekonomiye kayar. Bunun sonucunda da kârını-zararını hesaplayamaz. Sonunda iflas eder ve sömürü sermayesine işçi olur.
d) Sömürü sermayesinin en büyük hilesi, gümrüklerdir. Gümrükler sebebiyle ülkeler birbirleriyle alış-veriş edememektedir. Kendisi kendi kurduğu sistemle ülkelerden malları alıp diğer ülkelere satmaktadır. İhracat ve ithalat teminata dayanmaktadır. Teminat mektubu almak halk için mümkün olmadığı için sadece kendisi ticaret yapmaktadır. Suriyeliler Türkiye’ye hurma verip koyun almasınlar diye yüzlerce kilometrelik sınıra mayınlar döşüyoruz ve iki ülke ayrı ayrı sömürü sermayesinin çıkarı, ülkenin iflası için ordular besliyoruz! İşte Yahudi aklı dünyayı beş yüz senedir bu sistemle yönetmektedir.
“Adil Düzen” bu sömürüye son verecektir. Bunu nasıl yapacaktır?
Halk şeriata göre iş yapınca bütün bu oyunlar çökmektedir. Bunun için ne yapmalıyız?
a) Bir kredileşme kooperatifi kurup paralarımızı o kooperatifin hesabına yatırmalıyız. Banka ile değişik şekillerde anlaşarak para değerinin düşmesini önleyerek ortak hesabı korumalıyız. Başka bir şey yapamazsak, aldığımız faizle para değerini koruruz. Sonra kredileşme ilkesi ile paralarımızı faizsiz birbirimize kullandırmalıyız. Böylece faizden kurtulmuş oluruz. Nakit ödemeler yerine kooperatif kartları ile ödemeler yapmak suretiyle enflasyon ve faiz sıkıntısını ortadan kaldırabiliriz.
b) Veresiye satış yerine, kooperatif ortaklarına kredi açar... Ortaklar mağazalara peşin sipariş verirler… Mağazalar kooperatiften nakit isterler... Tüccara sipariş verin, biz ona ödeyeceğiz denir... Tüccar talep eder, işyerleri sipariş verin denir, ona da işyerlerine sipariş ver denir... Onlara da; işçiyi çalıştır, peşin ödeyelim denir... Ham madde al, peşin ödeyelim denir... Böylece kooperatif kasasından bir kuruş çıkmadan sadece dayanışma sebebiyle ekonomik çark dönmeye başlar; hem de sömürü sermayesine dayanmayanlar arasında dönmeye başlar... Bu sistemin başka bir özelliği, peşin ödemeli sipariş sistemi olduğu için enflasyondan etkilenmez. Vergiden ezilme olmaz.
c) Muhasebemizi para üzerinden değil, mal üzerinden yapmalıyız. Tüccar bir malı alıp satarken kasamdaki para artsın dememelidir; raftaki malım artsın demelidir. Raftaki mal artıyorsa, nakit olarak zarar etse de o satışı yapmalıdır. 1000 liraya aldığı 100 ceketi 900 liraya satıp da yerine 1100 ceket alabiliyorsa, o satışı yapmalıdır. Böylece tüccarın kasasında para artar veya eksilir, ama mağazadaki mal her zaman artar. Bu sayede her türlü nakit krizi ona etki yapmadığı gibi gerçek kazançtan vergisini ödemiş olur.
d) Nihayet, “Mala-Mal Marketleri” kurmalıyız. Mağazamıza gelip satış yapmak isteyen kimseye para ödememeliyiz. Mağazamızdaki mallardan istediğini almasını önermeliyiz. Böylece nakde ihtiyacımız olmadan istediğimiz kadar mağazamızı büyütebiliriz.
Bütün bunları yaparken farklı muhasebe sistemini tutmamız gerekir. Faizsiz muhasebe sistemini geliştirmemiz gerekir. Mal muhasebesi sistemini geliştirmemiz gerekir. Bu muhasebe sistemi kanunlara uygun olarak geliştirilmelidir. Bürokratlara da öğretilmelidir. Yargıda savunulup yaygın hâle getirilmesi gerekmektedir. Bu hususta gerekli teorik bilgiye yalnız Akevler muhasebe sistemi sahiptir.
İstanbul esnafı bir araya gelip bizi desteklemelidir. Bir örnek işletmeyi kurmalıyız. Buna inanan grup bu ortakları bulmalıdırlar. Bulamadıkları takdirde sömürü sermayesinin hesabı vardır. Türkiye’yi yıkıp parçalamak ve Türkiye’de Müslüman bırakmamak. Batı sermayesi ile anlaşmış olarak bu hedefe gidilmektedir. Bugün gerekenler yapılmazsa, yarın korunma mümkün olamayacaktır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92