ADİL DÜZEN 265
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 13-15 Ağustos 2004 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 265. SEMİNER (CUMA-C.TESİ-PAZAR) İst. - Ank., 13-15 Ağustos 2004
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİBOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 45
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 18.00 – 21.00 saatleri arası okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol ve Lütfi Hocaoğlu, … dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Cuma günü Üsküdar’da bir kısmı ilk yarım saatte Reşat Nuri Erol tarafından özetlenecektir.
Pazar günü Anakara’da bir kısmı yarım saatte Sabri Tekir tarafından açıklanacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ(169)
فَرِحِينَ بِمَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِهِمْ مِنْ خَلْفِهِمْ أَلَّا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ(170) يَسْتَبْشِرُونَ بِنِعْمَةٍ مِنْ اللَّهِ وَفَضْلٍ وَأَنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ أَجْرَ الْمُؤْمِنِينَ(171)
وَلَا تَحْسَبَنَّ (Va LAv TaXSaBanNa) “Hesap etmeyiniz.”
“Hisbe” nişangâh demektir. Bir şeye taş atarken düz olarak atamazsın. Mesafeye göre yukarıya doğru atarsın. O zaman hedefine isabet eder.
İlk dönemlerde meyveleri dökmek için kullanılan taş veya ağaç parçaları özel olarak seçilirdi. İnsanın elini deneye deneye alıştırması ve ilk hızını taşa ona göre vermesi gerekir. Atış eğitimi de ona göre verilir. Sonra bu tekniği ok atışlarında da kullandılar.
“Hesab” kelimesi, tahmin etmek, ayarlamak anlamlarına geldiği gibi; sanmak anlamında da kullanılmaya başlanmıştır.
Zan var, hesab var, şek var. Zanda olumlulukla olumsuzluk eşittir. Şekte tereddüt fazladır. Hesapta ise isabet tereddütten fazladır. Sayılarla işlem yapmak hesap yapmakta kullanılmıştır.
“Ihsa etmek” de, hesap yapmada sonuçlara varmak demektir.
“Hesab etmeyiniz” sanmayınız demek olur.
Burada çok önemli bir ihtar vardır. Fizikte de matematikte de öyle yerler vardır ki, orada hesap yapamazsınız. Mesela, sıfırın sıfıra bölümü, sonsuzun sonsuza bölümü yapılamaz. Orada hesap geçersiz olur. Onlara izple yerler denir. Yani, genel kurallar orada uygulanmaz.
İşte Allah’ın yolunda ölenler için de genel kurallar uygulanmaz.
الَّذِينَ قُتِلُوا (elLaÜIyNa QuTıLUv) “Katl olunmuş kimseler.”
Onları katl olunmuş kimseler sanmayınız. Onları diğerlerine benzetmeyin, onlara eklemeyin.
Toplama aynı cins arasında olur. Allah yolunda ölenler diğerleri cinsinden değildirler. Onları onlarla birlikte toplamayınız, aynı kefeye koymayınız.
Burada “Ellezîne kutilû” sıla ile çoğul olarak gelmiştir. Bu bize önemli şeyler öğretmektedir.
Önce teker teker savaşmak yoktur. Cemaat olup cihat yapmak gerekir. Mekke devrinde olsak bile birlikte hareket edeceğiz. Birlikte öğreneceğiz, birlikte uygulayacağız, bize yapılacak zulme birlikte sabredeceğiz. Karşı taraf bizi bölerek her birimizi ayrı ayrı yiyip bitirmek ister.
Diyelim ki, başörtüsü cihadını vereceğiz. Bunu birlikte yapmalıyız. Ne yapabiliriz? Birimizi derse sokmadılar mı hiçbirimiz girmeyiz. Erkek-kadın boykot eder ve dersleri bırakırız. Öğretmenler de erkek-kadın ders vermeyi bırakır. Bunların hiçbirisi kanunen suç değildir. Cahil mi kalacağız. Hayır.
Diplomasız da olsa, kendi kendimize, kitaplarla ve dersleri bırakan öğretmenlerden özel ders alarak bilgi sahibi oluruz. Şimdi doktorluk yapamayız. Ama “Adil Düzen” geldiğinde imtihanla her bilene devam mecburiyeti olmadan diplomalar veririz. Sorun biter.
Biz eğer “Adil Düzen”in geleceğine inanıyorsak, bunun böyle olacağına da inanırız.
Öyleyse cihadı böyle münferiden yapmamalıyız. Bu boykotu birlikte yapacak duruma gelinceye kadar, kızlarımız ve kadınlarımız başlarını açacaklar, derslere girecekler ve dersler vereceklerdir. Ancak özel eşarp takarak başörtüsünü örtmek istediklerini göstermelidirler. İktidar olduktan sonra da “Adil Düzen”i korumak için gerekirse savaşmak durumunda kalabiliriz. O zaman da birlikte savaşmalıyız. Parça parça savaşılmaz.
Kıbrıs sorununu, Irak sorununu, Filistin sorununu, anarşi sorununu çözmek tek başına bizim için mümkün değildir. Önce devletler kendi içlerinde “Adil Düzen”i kurmalıdırlar; demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk devletlerini oluşturmalıdırlar. Ondan sonra “Adil Düzen”e inanan, barışa inanan devletler işbirliği yapıp, zulme karşı birlikte savaş vermelidirler. Yoksa tek başımıza dünyanın sorunlarını çözemeyiz. İç sorunlarımızı çözmeden dış sorunlarımızı çözemeyiz.
“Ellezîne kutilû”da önemli husus, katl olunanlar bellidir. Mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmış olan kimselerdir. Katl olunma şekli de bellidir. Allah yolunda öldürülmeleri gerekir.
Burada işaret etmemiz gereken bir husus da, öldürenler değil, ölenler şehittir. Onlar özel muameleye sahiptirler. Hak yolunda savaşmak, savaşı kazanmak önemlidir. Cennete götürür ama hiçbir zaman şehitlik mertebesine ulaştırmaz. Orada katl olunmak vardır. Kendi eceliyle ölmekle de o mertebeye varılmaz.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (Fıy SaBıLı elLAHı) “Allah sebilinde.”
Allah sebilinde öldürülmek ne demektir?
Allah’ın yeryüzündeki halifesi insanlıktır. O halde Allah sebilinde ölmek, insanlık yolunda ölmektir. İnsanlığın zulümden kurtulması ve saadete ermesi için cihat yaparken katl olurlarsa demektir.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda Kur’an’ın öğrettiği ve günümüze hitap eden Allah’ın sebili gösterilmiştir. İnsanlık ülkelere ayrılmıştır. Ülkeler illere ayrılmıştır. İller bucaklara ayrılmıştır. Bucaklar ocaklara ayrılmıştır. İnsan aile içinde yaşamaktadır.
Millet, Kavm, Şa’b, Kabile, Aşiret ve Nefs hep birlikte Beyt içinde yaşamaktadır. Bunların Demokratik (Şeriat), Lâik (Adalet ), Liberal (İslâm ), Sosyal (Hak) içinde hukuk (hakemlik) düzeni içinde yaşamlarını sağlamaktır. Yani, Allah’ın yolu demek, topluluğun yolu demektir.
Topluluk da aşiretten başlar ve tüm insanlığa kadar varır. Bütün bunların selâmeti, saadeti, refahı ve düzeni için çalışırken öldürülürlerse…
Daha önceki âyette, nebinin ğal etmeyeceği yazılıdır. Çıkar için savaş değil, barış için savaş. Hayat için kısas. İşte Allah’ın sebili, Allah’ın yolu budur.
Bir kimse insanlığa saadeti getirecek Kur’an’ı öğretirken öldürülürse, o da şehit olmuş olur.
Kur’an’ı öğretmeyi hedef edinen Süleymanilere, ve onun manâsını insanlığa anlatmayı gaye edinen Nursilere, “Adil Düzen”i ortaya koymak için çalışan Akevler cemaatine, onu dünyaya yayan Milli Görüşçülere müjdeler olsun. Bu yolda öldürülürlerse şehitliğe ulaşacaklarına inanıyorum.
أَمْوَاتًا (EaMVAvTan) “Meyitler”
Meyyitler hasab etmeyiniz. Allah yolunda öldürülenler ölü değildirler.
“Hay” yazın diri hareket eden yılandır. “Meyyit” de kışın kış uykusuna yatan yılandır.
“Ölmek” demek, asla yok olmak demek değildir. Kur’an’da ölü uyuyana benzetilmiştir. Kışın kökler, dallar uykudadır. Yazın yeşerirler. Sıcaklarda kuruyanlar sonbaharda dirilirler.
“Hay”, hareketli hâli ifade der. “Meyyit/Ölü” ise hareketsiz dinlenme hâlini ifade eder.
Biz öldüğümüz zaman yok olmuyoruz. Bedenimiz de yok olmuyor. Sapları kuruyor, yaprakları dökülüyor. Sonra aynı genlerle aynı şekilde yeniden ortaya çıkıyor. Bizim bedenimiz hayatta iken de yenileniyor. Saçlarımız hep büyüyor ve kesiyoruz. Derimizde de böyle değişme vardır.
Bir aile nasıl evini değiştirmekle kendileri değişmezse, biz de ölmekle bedenimizi yenileyeceğiz, ama biz değişmiş olmayacağız. Ölümlü bedenimizi ölümsüzleştireceğiz.
Ölü ile diri arasındaki farkı şöyle açıklayabiliriz. Otomobiliniz harekette olur. Bu hayat hâlidir. Otomobiliniz durur ama kontak kapanmamıştır, motor çalışır. Bu uyku hâlidir. Otomobilinizin anahtarı kapatılır ve stop eder. Bu da ölü hâlidir. Şoför gelip kontağı çevirirse uyku hâline geçer. Vitese geçirip yürürse, uyanık hâle gelir. Aynı şeyleri bilgisayar için de söyleyebilirsiniz. Bilgisayarın kapalı hâli ölü hâlidir. Bilgisayar açık ama dosya açılmamışsa uyku hâlidir. Dosyaya girdiğinizde uyandırmış olursunuz.
İnsanlar ölünce bedenlerinin kontaklarını kapatmış olurlar. Borazan çalınınca da direksiyona geçer, kontak anahtarını çevirir ve arabalarını çalıştırırlar.
Şimdi eğer arabanızı biraz sonra kullanacaksanız, sokakta bırakırsınız, herkes onu görür. Ama eğer birkaç gün arabayı kullanmayacaksanız, garaja alırsınız, çevredekiler onu görmezler.
İnsan da kısa zamanda tekrar bedenini kullanacaksa uykuya girer. Uzun zaman kullanmayacaksa ölür. Bedenini garaja alır. Yalnız araba çok eski ise onu satar. Kullanacağı zaman gelince yeni araba alır.
İşte biz de ölünce bedenimizi satıp hurdalığa veriyoruz. Günü gelince de yeni bedenimize kavuşacağız.
Burada yirminci yüzyılın keşifleri ile çözülmüş sorunlar vardır.
Biz yaşarken bedenimizde değişmeler görüyoruz. Büyüyoruz, gelişiyoruz, hareket ediyoruz… Oysa değişen bedenimiz değildir. Ruhumuz değişik bedenlere atlaya atlaya gitmektedir. Bedenler değişmiyor, ruhun bedenleri değişiyor. Nasıl bir elbiseyi çıkarıp diğer elbiseyi giyerseniz, her an eski bedenleri bırakıp yeni bedenlere giriyorsunuz. Bu dört boyutlu uzaydır.
Mesela, elbisenizi değiştirirken seçenekleriniz var. İstediğiniz elbiseyi giyiyorsunuz. İstediğiniz bedene giriyorsunuz. Böylece beş boyutlu uzay içinde dört boyutlu bir çizgi çiziyorsunuz.
Uyku, atlamalı olarak yeni bedene girme demektir. Trende vagonları değiştirdiğinizi düşünün. Sonra trenden inip dışarıda yol alıp sonunda bir vagona binmek demektir. Böylece uyku halinde sizin için zaman geçmemiş olur. Siz girdiğiniz yeni vagonun numarası ile geçen zamanı ölçmüş olursunuz.
Öldüğünüz zaman da olay böyledir. Herkes vagondan inecek. Bir gün hepimiz birden vagonlarımıza binmiş olacağız. Son indiğimiz vagonumuza bineceğiz. Sonra da oradan cennete veya cehennem gideceğiz. Buna “kıyamet” denmektedir. Kıyamete kadar biz ölü olacağız.
بَلْ أَحْيَاءٌ (BaL EaXYAEun) “Bel onlar haydırlar.”
Kişinin arabası kaza yapmıştır. Ama ona hemen bir araba alınmıştır ve yol da tıkalı olduğu için başka yola götürülmüştür. Öldükten sonra onlar için ölü dönem yoktur. Hayat hemen başlayacaktır.
Burada yine yirminci yüzyılın keşfi imdadımıza yetişip sorumuza cevap veriyor: Kâinat büyüyor…
Hareket demek, dört boyutlu uzayda çubukların eğikliği demektir. Havuzda su yükseliyor. Eğik duran çubuk su yüzünde hareket ediyor görünür. Çubuğun iki hızı vardır, kendi hızı ve dalga hızı. Matematikten bilinir ki, kendi hızı ile dalga hızının çarpımı su hızının karesine eşittir.
Kur’an’da Kâinatın büyüdüğü bildirilmiştir. Çubuk kırk beş dereceden büyük olamaz. O zaman kendi hızı dalga hızından büyük olur ve artık görünmez olur, yani yok olur. O halde cisimlerin azami hızları ancak ışık hızı olabilir. Kur’an’da bu da leyl neharı (gece gündüzü) geçemez âyetiyle ifade edilmiş olmaktadır.
Demek ki, birbirine doğru hareket eden cisimlerin ışıkları ışık hızından fazla olmayacaktır.
(Işık Hızı+Yaklaşma Hızı)*Zaman=Hızlanmışta Zaman*Işık Hızı olacaktır.
(Işık Hızı-Uzaklaşma Hızı)*Zaman=Hızlanmışta Zaman * Işık Hızı
(c+v)*t=c*tv (c-v)*t=c*tv Bunlardan şu sonuç çıkar:
tv=t*(1-v^2/c^2)^.5
Hızlandırılmış cisimde zaman kısalır. Işık hızına çıkınca zaman hiç geçmez.
Yani, zaman kısalıp uzayabilir. Şöyle ki, benim için 1000 yıl geçer, senin için 1 sene geçer.
Bu formülün bize sağladığı açıklama şu oluyor.
Öldüğümüz zaman arada kıyamete kadar bir zaman geçecektir. Ancak bu zaman dünyadaki zamanla ilişkili olmayacaktır. Dünyada yaptıklarımızla ilgili olacaktır. Kimine göre çok bekletilecek, kimine göre az bekletilecektir. Allah yolunda ölenler ise hiç bekletilmeyeceklerdir. Onlar için cennete girmek öne alınacaktır. Çünkü Allah yolunda öldürülenlerin bütün günahları affedilmiştir. Onların hesapları berzahta değil, cennetin içinde yapılacaktır.
عِنْدَ رَبِّهِمْ (GıNDa RabBıHıM) “Rablerinin indinde.”
Şehitlik kolay elde edilebilecek bir mertebe değildir. Bir defa şehit olabilmek için Allah yolunda cihad için ölümü göze almak gerekir. Bu bir duygudur. “İslâm”dan “iman” mertebesine yükselmek gerekir. İnsan buna çalışarak, eğiterek, deneyerek ulaşabilir.
Ancak bu mertebeye varmak elimizde olsa da, şehit olmak elimizde değildir. Çünkü biz cihat yapabilmemiz için de yaşamak zorundayız, o sebeple de kendimizi korumak zorundayız. Eğer isteyerek ölürsek, o şehadet değil, intihar olur. Böyle bir şey yaptığımızda İslâmiyet’in bile dışına çıkılmış olur.
Onun için şehadet mertebesi aynı zamanda risalet gibi Allah’ın lütfüdür. Bunun için burada “İnde Rabbihim/ Rablerinin indinde” denmiştir. Allah onları imtihan etmiş ve onlara lütfedip bu ulu dereceye ulaştırmıştır.
Burada işaret edilen diğer bir husus da, Allah cennette oradakilerle beraber olacaktır. Onlarla buluşacak, kendisini gösterecek, onlarla sohbet edecektir. Şimdi melekler ne ise o zaman da mü’minler ve müslimler öyle olacaklardır.
يُرْزَقُونَ (YuRZaQUvNa) “Rızıklandırılmaktadırlar.”
Ölü halde iken de ruh rüyada olduğu gibi huzur içinde veya sıkıntı içinde olacaktır.
Kur’an’da “Firavun’a ateş gösterilir” denmektedir. Ölmekte olan insana son olarak bir dünya gösterilir. Sonra o manzara ile uzun veya kısa olarak varlığını sürdürür. Ölülerin son olarak gülümsedikleri ve nur yüzle öldükleri müşahede edilir.
Bu âyetteki diriliğin mecazi değil hakiki manada olduğunu belirtmek için “Onlar rızıklandırılmaktadırlar” deniyor. Arafta değil de, cennette olduklarını belirtmek için “Rablerinin indinde” denmektedir.
“Rızıklandırılmaktadırlar” sözü ile bedeni varlıklarının olduğu, dolayısıyla beslenmeleri gerektiği ifade edilmiş olmaktadır. Yasin Sûresi’nde de “Beni mükremlerden yaptı, beni ikrama mazhar olanlardan kıldı” (36/27) ifadesiyle buna işaret etmektedir. Böylece orada katl olunan kimse de şehit olmuştur.
O halde şehit olma bakımından, tebliğ yaparken öldürüldüğünüzde de şehit olursunuz.
Bu âyetin açıkça ifade ettiği cennetin hâlen varlığıdır.
Buna karşılık başka âyette cennetin çapı Kâinat kadardır deniyor. O halde cennet Kâinatın dışındadır. Bu da bizi dört boyutlu, beş boyutlu uzaya götürür. Nitekim kelamcılar bu gerçeğe dayanarak çok boyutlu uzayı keşfetmişlerdir. Batı’da yapılan, kelamcıların söylediklerinin müsbet ilimlerle ispatı olmuştur.
فَرِحِينَ (FaRıXIyNa) “Ferahlanırlar.”
“Refah, Felah, Ferah” kelimeleri benzer kelimelerdir. “Ferahlamak” demek, rahatlamak demektir. Sıkıntıdan kurtulmak demektir. “Refah”, maddî sıkıntılardan kurtulmaktır. “Ferah” ise rûhî sıkıntılardan kurtulmaktır. “Felah” da bedenî sıkıntılardan kurtulmak demektir.
Dünya sıkıntı merkezidir. İnsan her an ölümle karşı karşıyadır. Öldükten sonra da ne olacağını bilmemektedir. Ancak inanmış kimseler için dünyada rahatlık vardır, ferahlık vardır. Onlar da her zaman günah işlemek zorunda kaldıkları için sıkıntıdadırlar. Cennete giden kimseler artık bu sıkıntılardan kurtulmuşlardır. Hesap verme sıkıntısı sona ermiştir.
Öğrenci imtihana girer, ondan sonra da alacağı notu bekler. Heyecanlıdır. Sıkıntılıdır. Beklemektedir. Sınıfını geçtiğini öğrenince ferahlanır.
Şehitler de böyledir. Cihat yapmaktadırlar. Sıkıntıdadırlar. Kişi korkulu rüyadan uyanır ve bir de bakar ki, her şey yerli yerinde. Ferahlanır. Öldükten sonra cennete gidenler de böyle ferahlanırlar.
بِمَا آتَاهُمْ اللَّهُ (Bı MAv EavTAyHuMu EalLAHu)
“Allah’ın kendi fadlından ita etmiş olmasından dolayı.”
Allah onlara beklemedikleri imkânları ve yerleri vermiştir. Onlara cennette bir yer tahsis etmiştir. Orada yerleşmektedirler. Oralardaki meyveliklerden yararlanmaktadırlar. Onların işlerini gören yardımcıları vardır. Onları taşıyan buraklar vardır. Onlar orada meyve yemekle meşguldürler. Onlar orada Rablerine nâzırdırlar. Artık onlar için hastalık yok, ölüm yok, işsizlik yok, açlık yok…
Onların orada bu süfli işlerin dışında daha yüksek, daha büyük yapacakları işler vardır.
İlmî çalışmalar yaparak, ilimlerini yükselterek daha üst derecelere çıkarlar. Daha üst hayat için hazırlık yaparlar. Bu dünyada olduğu gibi korkudan dolayı değil, daha fazla iyilik elde etmek için çalışma içindedirler. Çalışma onlara zevk vermektedir.
مِنْ فَضْلِهِ (MıN FaWLıHı) “Fadlından.”
Amelleri sebebiyle değil, öldürülmeleri sebebiyle bu taltife uğramışlardır. Cihat edenlerin hepsi aynı mertebede amele sahiptirler. Elbette karşılığını alacaklardır. Öldürülenler ise kendi amelleri ile değil, Allah’ın onlara lütfetmesiyle bu mertebeye eriştiler. Dolayısıyla bu lütuf sadece Allah’ın lütfü ve fadlı sonucudur.
Onlar ölümü istemediler. Ölümü göze aldılar. Ama bu arada ölmemek için de ellerinden geldiğince çalıştılar. Ancak gerektiğinde canlarını vermekten kaçınmadılar.
“Ben Akevler Adil Düzen derslerinde görünürsem, sonra kamuda görev alamam!” diyenler nerede; ölümü göze alarak cihad yapanlar nerede?!.
Kapalı bir mekândaki oy sandığı hücresinde kimi korkularla, cihad edenlere oy veremeyenler nerede; ölümü göze alarak cihad yapanlar nerede?!.
İşte “müslim” ile “mü’min” arasındaki fark budur. Şehadet ise bir lütfü ilâhidir.
Ölümü göze alanlar o mertebeye taliptirler demektir.
Peygamberler, yalnız kendilerinin değil, ümmetlerinin de hesabını vermek durumunda oldukları için cennete hemen gitme hususunda şehitler mertebesinde değildirler. Tarihte cemaatleri olmayan peygamberlerden kimi katl olunmuş ve şehit olmuşlardır. Elbette onlar da bunlara eklenecektir. Ama cemaatleri olan peygamberler ise katl edilmemişlerdir. Bunlar berzahta hesab verdikten sonra cennete gideceklerdir.
وَيَسْتَبْشِرُونَ (Va YaSTaBŞıRUvNa) “İstibşar ediyorlar.”
“Bışr” beyaz tüysüz deridir. “Edm” ise siyah deridir.
İnsanın sevindiği zaman yüzünde nasıl sevinç ortaya çıkarsa, işte onu ifade etmek için kullanılır.
“İstibşar etmek” demek, sevindirmek demektir.
Şehit olanlar sayesinde dünyada başarı elde edilmiştir. Bundan haberdar edilmişlerdir.
İstiklâl Savaşı’nda ölenlere savaşın kazanıldığı müjdesi verilmiştir. Onlar da orada sevinmektedirler.
Bu ifadeden, dünyada olup bitenden âhirette ölenlere haber verileceği anlaşılmaktadır.
Burada yalnız şehitlerden bahsedilmekte ise de, diğerleri için nefy edilmemektedir. Cennette olanlar, buralara gelip bizleri seyredebilirler. Çünkü Zelzele Sûresi’nde böyle ziyaretin olacağı bildirilmiştir. Kur’an’da “Gerçi sen ölüye işittiremezsin” denmiştir, ancak onlar işitmezler denmemiştir. Böylece ölülerin gelip bizleri ziyaret ettikleri hususundaki inanç tümüyle bâtıldır denemez. Ruh çağırma olaylarının kapıları da açılabilir. Ancak bu hususta ileri gidip büyücülüğe ve şirke dalmamak gerekir.
بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِهِمْ (Bi elLaÜIyNa LaM YaLXaQUv BiHiM)
“Onlara ilhak etmemiş olan kimseleri istibşar ediyorlar.”
Onlarla seviniyorlar. Hayatta kalıp zafere erişmiş olanlar, başarıya ulaşanlar için sevinç içindedirler.
Biz öldük ama bizim ölmemizle onlar başarıya ulaştılar ve şimdi dünyada onların istedikleri olmuştur. Uğrunda öldürülenler, zaferlerinin sevinci içinde yaşamaktadırlar. Kendilerinden sonra geleceklere bıraktıkları dünya onları sevindirmektedir.
Bedir’de ölenler sayesinde biz şimdi burada yaşıyoruz. Malazgirt’te, Talas’ta, Sakarya’da ölenler sayesinde biz burada yaşıyoruz. Biz Allah’ın yolunda “Adil Düzen”i tesis ettiğimiz zaman o geçmişte şehit olanlar bizimle istibşar etmektedirler.
Burada “ilhak olunmayanlar”dan maksat, şehadette onlara katılmayanlar, sağ kalanlar demektir.
مِنْ خَلْفِهِمْ (MiN PaLFıHıM) “Halflerinden”
Onların peşlerine takılıp şehit olmayanlar, arkalarından takılmayanlar, yani zafere ulaşanlar.
Ölenler ölmüş ama geri kalanlar da onların sayesinde zafere ulaşmışlardır. Ölenler geride kalanlar için ölmüşlerdir. Kendilerinden sonra gelenlerin “Adil Düzen”i tesis etmeleri ile onlar sevinmektedirler.
Çile çekerek, zindanlarda baskı ile öldürülmüş olanlar da böyledir. Mesela, Ebu Hanife yaşadığı devirde mevcut yöneticilerin istedikleri tavizleri vermemiş ve zindanda şehit olmuştur, ama şimdi cennettedir. Milyarlarca insanın onun sayesinde Allah’ın sebilinde olduğunu duydukça istibşar etmektedir, sevinmektedir.
أَلَّا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ (ELAv PaVFun GaLaYHım) “Onların üzerinde havf yoktur.”
Yani, kendilerinden sonra gelenler üzerinden onlar sayesinde havf kalkmıştır. Bu manaya gelebilir.
Yahut, cennette olanlar için havf yoktur, korku yoktur, endişe yoktur anlamında olabilir.
Savaşlarda şehit olanlar sayesinde kazanılan zaferlerledir ki, dünyada güven ortamı ortaya çıkmış, korku gitmiştir. Şimdi biz yaşadığımız çağımızda bugün bu güvenlik ve eman ortamı içinde değiliz. Çevre kirliliği, nesil dejenerasyonu, tahrip edici silahlar ve mafya her gün bizi tehdit etmektedir.
Ancak “Adil Düzen” için şehit olanlar insanlığa “Adil Düzen”i getirecekleri için artık yeryüzünde havf kalmayacak, güvenlik tesis edilecektir. Buna sebep olanlar da âhirette korku duymayacaklardır.
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (VAvHuM YaPZaNUvNa) “Onlar mahzun da olmazlar.”
Onlar mahzun olmazlar, ümitsizlik içinde olmazlar, üzüntü içinde olmazlar.
Şair, “Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakkın/ Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.” dedikten sonra, İstiklâl Savaşı kazanılmış ama inkılâplarla karanlık günler gelmiştir.
O karanlık günler geride kalmakta, “Adil Düzen”in aydınlık günleri gelmektedir. İşte o zaman vaadedilen günler doğmuş olacaktır. Bin yıllık “III. Bin Yıl Uygarlığı” bu mısralarn mev’udu olacaktır.
O günlere inanmış ve şehitliği göze almış mü’minler beklenmektedir…
يَسْتَبْشِرُونَ (YaSTaBŞıRUvNa) “İstibşar ediyorlar. Seviniyorlar.”
Burada “Va/Ve” harfi tekerrür etmemiştir. Dolayısıyla yukarıdaki istibşarın bir açıklamasıdır. Bedeldir.
Sevinenlerin sevinçleri iki türlüdür:
a) Biri, âhirette kendilerine verilmiş olanlar sebebiyle ferahtadırlar.
b) Diğeri de, dünyadaki başarılardan dolayı istibşar içindedirler. Onlara dünyada olacaklar bildirilecek, Allah’ın sebilinin nasıl galip geldiğini bilerek sevineceklerdir. Nasıl doğru bir gaye için çalıştıklarını anlayacaklardır. Bu şunu gösterir ki, Allah rızası için malını ve canını vermiş olanları Allah boşu boşuna ölmek gibi bir durumla karşı karşıya bırakmayacaktır.
Vatanı savunanlar da Allah rızası için savunmaktadırlar. Önce devletimiz yaşamalıdır ki sonra o devletimiz “Adil Düzen”e ulaşsın. Devletimiz yıkılırsa, çökerse, yok olursa artık bizim “Adil Düzen”i getirmemiz mümkün olmaz. Bu devletin çıkarı için çalışanlar, aynı zamanda “Adil Düzen”in çıkarı için de çalışmaktadırlar. Çünkü bu ülkeye er veya geç, kanlı da olsa kansız da olsa “Adil Düzen” gelecektir.
Nasıl hamile kadını himaye edip koruyorsanız, onun vesilesiyle çocuk doğacağından dolayı hamile hanımı himaye ediyorsanız, böyle bir kadın katil de olsa, idamlık da olsa dokunamazsınız. Aynen böyle, devletimiz yani yönetim şeklimiz kötü de olsa, hükümetimiz zalim de olsa, madem ki “Adil Düzen”e gebedir, o halde onu korumak bizim acil vazifemizdir. Bu ülkeyi korurken şehit olursak, o da Allah’ın bize olan bir fadlı olacaktır.
بِنِعْمَةٍ مِنْ اللَّهِ “Allah’ın bir nimeti sebebiyle sevinmektedirler.”
Allah onları âhirette ferahlatmaktadır. Dünyada olanları da zafere ulaştırmış ve onları da sevindirmiştir. Onlara nimet vermiştir.
Her savaşın sonunda elde edilen zaferle insanlık biraz daha ileri gider. Kaybedilen savaşların bile yararı vardır. O sayede kötüler ve kötülükler ortadan kalkar.
İstiklâl Savaşı sonunda, hiç beklenmedik hesapta olmayan bir nimete ulaştık. 1071’den beri biz Anadolu’yu tam olarak fethedemiyorduk. Ama orada yaşayan halkı yani Ermeni ve Rumları ortadan kaldırmak aklımızdan bile geçmiyordu. Çünkü dinimiz buna izin vermiyordu.
Ancak I. Cihan Harbi’ndeki mağlubiyetimiz sonunda onlar düşmanlarımızla bir olup ayaklandılar. Biz de karşılık vermek zorunda kaldık. Rum ve Ermenilerin bu akılsızca düşmanlığı sayesinde Allah Anadolu’yu bize özelleştirdi. Bugün 70 (yetmiş) milyonluk büyük bir ülke olmamız, ancak o savaşta yenilmemiz sayesinde gerçekleşmiştir. Böylece 1071’den beri Anadolu ilk defa bütünüyle Müslüman olarak saflaştı.
O halde Allah’ın yolunda cihat yapanlar hiçbir zaman yenilmezler. Daima onlar galip geleceklerdir. Çünkü onlar Allah yolundadırlar ve Allah hiçbir zaman yenilmez.
Şehit olmak nasıl yenilmek değilse, bazen kaybedilen savaşlar da yenilmek değildir.
Müslümanlar beş yüz senedir yeniliyorlar; Hıristiyanlar ise yeniyorlar… Ama dünyada bugün gelinen noktaya baktığımızda görüyoruz ki, Müslümanların nüfusu artıyor, Hıristiyanların nüfusu ise azalıyor. Sonunda muzaffer olan biziz. Bu Allah’ın nimeti sebebiyle böyle olmaktadır.
وَفَضْلٍ (VaFaWLın) “Ve fadlından.”
Burada “Fadl” “Nimet”e atfedilmiştir. Dolayısıyla o da “Minellahtan” yani Allah’tandır.
Şehitlerin çabalarıyla yaşayanlar nimetlere ulaşmışlardır. Tabii ki, Allah’ın daha fazlasını vermesiyle bu durum gerçekleşmiştir. Biz istiklâlimizi kazandık. Düşmanı şehitlerimiz sayesinde denize döktük. Ama kazancımız sadece oraya münhasır olarak kalmamıştır. İstanbul’u da savaşsız fadlan aldık. Anadolu’yu elde ettik ama 70 milyon nüfusa fadlan erdik. Zafer kazanıldı mı fazlası da gelmektedir.
Nitekim, son seçime girdik ve %34 oy aldık, ama milletvekili sayısı %67 oldu. Tam iki misli fazla olan bir fadl oldu. Demek ki AK Parti’ye Allah fadlından vermiştir. Bugünkü AK Parti’nin iktidarı, Saadet Partisi ve diğer Millî Görüş partilerinin şehadeti ile olmuştur. Onların çabaları sayesinde bu zafer gerçekleşmiştir. AK Parti ile Saadet Partisi arasındaki fark, şehitlerle gaziler arasındaki farktır. Şehitler Allah’ın yanındadırlar, ırzak olunmaktadırlar. Saadet Partisi ölmemiştir. Onların bugünkü durumdan sevinmeleri gerekir; sevinmektedirler…
Biz işte bu sebepledir ki AK Parti’nin iktidarından memnunuz, sevinç içindeyiz.
AK Parti de kapanabilir. Onlar içinden de şehitler çıkabilir. Ama zafer daima Allah’ın yolunda olanlarda olacaktır. Atılan her adımda daha çok “Adil Düzen”e yaklaşılmış olunacaktır.
وَ (Va) “Ve”
Bundan önceki âyetlerde hep şehit olanlardan bahsetmiştir. Ancak kalanların da, yani şehit olmayan mü’minlerin de bütün amelleri asla boşa çıkmamaktadır. Bu sebeple “Va/Ve” harfi ile atfetti. Yani, yukarıdakilerden ayrı olarak, şehitlerin ulaşmış oldukları yüksek makamları yanında, gazilerin de ücretlerinin olduğunu ifade etmektedir.
Bundan sonraki âyette de cihad yapan mü’minlerden bahsedecektir. Bu âyette buna işaret etmektedir.
“Yestebşirûne” fiil cümlesi, bu cümle ise isim cümlesidir. Fiil cümlesine isim cümlesi eklenince “Ve” hâliye olur. Allah şehitlere yüksek derecelerle ikram edecektir. Ancak katledilmeyen mü’minlerin ecirleri de asla zayi edilmeyecektir. Onların ecirleri zayi edilmeden, öldürülenlerin mertebeleri yükseltilecektir.
أَنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ (EanNa elLAHa LAv YuQIyGu) “Allah zayi etmez.”
“Dayq” cendere demek, sıkıştırmak demektir. “Dayk”da sıkıştırılan yerinde kalır, küçülür. “Day’”da sıkıştırılan ufalanıp yok olur, ezilip dağılır. Varolan işe yaramaz hâle gelir. Ücreti eksik etmek veya vermemek anlamındadır.
Allah kimsenin ücretini zayi etmez, eksik etmez. Şehit olanların mertebelerini yükseltir.
Ama diğer mü’minlerin ücretlerini de eksik etmez, hattâ fazla fazla öder. Bu ödeme hem bu dünyada elde edecekleri zaferle olacaktır, hem de âhirette ulaşacakları mü’minlerin cenneti olacaktır. Allah cennet karşılığında onların mallarını ve canlarını satın almıştır. Ancak bunların bazısından canlarını alır ve onları şehitlik mertebesine yükseltir. Çoğunun mallarını ve canlarını ise yine kendilerine iade eder. Ama cenneti geri almaz. Cennet onlara bedava kalmış olur. Kâr etmiş olurlar. Şehit olanlara ise kat kat mertebeler verilir. Her şeyden önce, hemen cennete götürülürler. Diğer mü’minler ise zafer sonunda bu dünyada verdiklerini geri alırlar. Cennet onlara kâr kalır. Şehit olmamakla beraber, bu dünyada karşılıklarını almış olurlar.
أَجْرَ الْمُؤْمِنِينَ (EaCRa eLMuEMıNIyNa) “Mü’minlerin ücretini zayi etmez.”
Burada “Ecr” müfrettir. Çünkü mü’minlerin ayrı ayrı ücretlerinden değil, mü’minlerin hep birlikte ulaşacakları ücretten bahsedilmektedir.
Bu askerlikte sorumluluğun kollektif olduğu, başarının da kollektif olduğu kuralının tabii sonucudur. Hukuk düzeninde herkes kendi yaptığından sorumludur, davranışlarda ferdi sorumluluk vardır. Oysa askeri düzende kollektif sorumluluk, sonuçtan sorumluluk vardır. Mü’minlerin ücreti zayi edilmeyecektir
“Mü’minler” kurallı erkek çoğul getirilmiştir. Bir cemaati, bir topluluğu ifade etmektedirler.
Yukarıda savaşta ölenlerden, burada sağ kalanlardan söz etmektedir. Onların da ecirleri zayi olmayacaktır. Bu ecir bu dünyadaki ecirdir. Âhiretteki ecir ise şahsidir. Bununla beraber sorumluluk şahsidir. Ancak mükâfattan herkes yararlanır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 265. SEMİNER Yorum-95 İstanbul, 13 Ağustos 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Üsküdar’da Selahattin Öztürk değerlendirecektir.)
YALOVA/ “TEŞVİKİYE BELDESİ”
Tarihte insanlar önce “toplayıcılıkla” ormanlık yerlerde yaşadılar. Sonra “avcılığa başladılar” ve dünyanın her tarafına yayıldılar. Sonra “çobanlık dönemi”ne geçtiler ve daha çok ovaları sevdiler, yaylaları sevdiler. Daha sonra da “tarım dönemi”ne geçtiler. Ormanları açarak tarım yaptılar, yahut sulayarak tarım yaptılar. Böylece yerleşik düzene geçtiler.
Büyük sulama barajları ile çok küçük yerlerde büyük verim elde ettiler ve kentleşme başladı, site devletleri kuruldu. Tarıma dayalı devletleri örnek alan step halkları da göçebe devletler oluşturdu. Ticaretle tüm dünya tek pazar hâline dönüşmeye başladı. Sanayi döneminde büyük kentler ortaya çıktı. İstanbul, Tahran, Moskova’nın yanında Samsun, Konya, İzmir gibi büyük şehirler oluştu.
Sanayinin gelişmesi ulaşımı ve haberleşmeyi kolaylaştırdı. Günümüzde sanayi kırlara doğru gitmektedir. İnsanlık yeni bir oluşum içindedir. BÜYÜK ŞEHİRLERİN SORUNLARI VARDIR:
a) Başta hava kirliliği olmak üzere, bazı sorunlar büyük şehirleri yaşanmaz hâle getirmektedir.
b) Büyük şehirlerde özellikle trafik ve ulaşım sorunu içinden çıkılmaz hal almıştır.
c) Birbirlerini tanımayan insanların aynı yerlere tıkılmış olmaları cinayetlerin işlenmesini kolaylaştırmış, bu sebeple güvenlik tedbirlerini almak da son derece zorlaşmıştır.
d) Doğadan kopan insan bedenî ve ruhî çöküntüye uğramış, dejenerasyon başlamıştır.
Bu durumdan kurtulmak için insanlar çareler aramaktadır. Deniz kenarlarında kendilerine villalar yapmaya veya daireler edinmeye başlamıştır. Başlangıçta tenha olan bu oluşumla başarılı sonuçlar elde edilmiştir. Ama deniz kenarları da kentler gibi kalabalıklaştıkça aynı sorun oralarda da aynen ortaya çıkmıştır.
GELECEK DÜNYA YAPISINI DEĞİŞTİRECEKTİR:
a) Şimdilik bin yıl daha büyük kentler varlıklarını sürdüreceklerdir. Gerek ekonomik, gerek sosyal yapı bunu zorunlu kılmaktadır. Ancak herkesin şehirlerin civarında birer “dinlenme evleri” olacaktır. Zorunlu olarak kentte yaşayanlar, kentte kalmak zorunda olanlar, oradaki evlerde geceleyecek ama ailenin diğer fertleri dinlenme evlerinde olacaklar. Fırsat buldukça kentte olanlar da tatil günlerinde dinlenme evlerine geleceklerdir.
b) “Dinlenme evleri” birer dönüm arazi üzerinde kurulacak, taban alanı 64 metrekare olan bir ahşap ev en çok iki kat olacaktır. Sökülüp takılabilecek, beton veya taş yığını evler buralarda yapılmayacaktır.
c) Bu birer dönümlük yerde doğanın yapısı bozulmayacaktır. Ama oradan insanlar yararlanacaklardır. Mesela, ormanlık vasfı korunacak ama ormanı tahrip etmeden, yaprağından, dalından, kerestesinden, meyvesinden yararlanılacaktır. Böylece yeryüzünün tamamı “dinlenme evleri” için kullanılabilecektir. Sadece %6,4’lük alan yeşillikten uzaklaşmış olacaktır. Onu da yeşil çatı usulüyle çözmüş olabiliriz.
d) Gelecekte karayolları yerine helikopter ve hava hatları taşımacılığı gelişecek, bu sayede doğa yollarla tahrip edilmeyecektir.
Kentlerden uzak olan yerlerde de Artvin’deki Camili ve Borçka misali imara doğru gidilecektir.
İstanbul/ Kartal gibi belediyeler için “Kent Kalkınma Kooperatifleri” tarafımızdan önerilmiştir. Örnek sözleşme yazılmamıştır; ilgilenen olsa yazarız. Borçka ve Camili benzeri yerlerde “Belediye ve Köy Birliği” önerilmiştir. Yalova/ Teşvikiye için ise “Kır Kalkınma Kooperatifi” önerilmektedir. Bekliyoruz!..
Belediyenin de katılacağı “Teşvikiye Kalkınma Kooperatifi” neler yapacaktır?
a) Önce Teşvikiye’nin dağları ve ovası ile 1/25 000’lik haritası yapılacaktır.
b) Bu harita üzerinde mevcut olan tüm varlıklar işlenecektir. Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri tesbit edilecektir.
c) Doğa tahrip edilmeden, çevrenin yapısını bozmadan burada neler yapılacağı planlanacaktır. Bu planın dışına kesinlikle çıkılmayacaktır. Bu plan yapılırken oradaki halkın istekleri imkan dahilinde değerlendirilecektir. Ama ondan sonra yanlış da olsa artık o yapılaşma tamamlanmadan kesinlikle değişiklik yapılmayacaktır. Ancak yargı kararları ile zorunlu bazı değişiklikler yapılabilir.
d) Bundan sonra halk kurallar içinde istediğini yapacaktır. Halk serbestçe örgütlenecektir.
Bütün bunları nasıl yapacağız? Bunun finansmanını nasıl sağlayacağız? Teşvikiye gibi bir yerin finans sorunu yoktur. Dağı taşı altındır. Kooperatif içinde ortaklıklar kurulacak, Çınarcık, Yalova ve İstanbul teknik elemanları ve esnaf ortak edilecek, çalışacaklar, karşılığında dinlenme evleri alacaklardır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 265. SEMİNER Yorum-95 Ankara, 15 Ağustos 2004
PAZAR GÜNLERİ YAPILAN ANKARA PROGRAMI
(Ankara’da Ali Erişen ve Sabri Tekir değerlendirecektir.)
KANUN, İÇTİHAT VE İCMA, KIYAS VE FIKIH USÛLÜ
Tarihte insanlar önceleri kendilerini şeriatsız yani kuralsız yönetiyordu. Bir baba aileyi nasıl yönetiyorsa, bir göçebe topluluğunu da başkanları öyle yönetiyordu. Bu durum Hz. Nuh Peygambere kadar böyle devam etti.
Hz. Nuh Peygamber (a.s.) zamanında kentleşme başladı. Başkan halkını yakından tanımaz oldu. Adamları aracılığı ile koyduğu kurallarla topluluğunu yönetmeye başladı. Şeriat ortaya çıktı. Her başkan kendi topluluğunu kendi koyduğu kurallarla yönetiyor, istediği zaman da bu kuralları değiştirebiliyordu. Mezopotamya Uygarlığı böyle idi.
Sonra Tevrat başkanların kural koyma yetkilerini kaldırdı. Topluluklar peygamberlerin getirdiği kitaplarla veya meclislerin yaptığı kanunlarla yönetilmeye başlandı. Bugün bu sistem devam etmektedir.
Kur’an ise “içtihat ve icma sistemi”ni getirdi. Kurallar ne gökten vahiy yoluyla geliyor, ne de meclisler yapıyor. Kuralları herkes kendi hayatı için kendileri koyuyor ve uyguluyor. İçtihat yapıyor ve kendi şeriatını kendisi koyuyor. Ama sonra o kurallara uyuyor. Sözleşmeler yapılıyor, ortak kurallar ortaya çıkıyor, ortaklar onu uyguluyor. Büyük topluluklarda ikili sözleşme yerine vekillerin anlaşarak sözleşme yapması usûlü getiriliyor. Böylece kanunlar ortaya çıkıyor. Şûrada ittifak olmazsa şûra üyeleri kendilerine ortak bir vekil seçiyorlar, onun vekâleten aldığı karar hepsinin ittifakla aldığı karar oluyor. Nihayet uygulamada bir niza çıkarsa taraflar birer hakem seçiyor, onlar da bir baş hakem seçiyor ve onların verdiği karara taraflar rıza gösteriyor. Bu sistem İslâm dünyasında kısmen uygulanmış ama kısa zamanda yine kanun sistemine dönülmüştür.
“Adil Düzen” işte bu sistemin yani “içtihat ve icma sistemi”nin yeniden ihyası demektir.
KANUN SİSTEMİ NİÇİN GEÇERLİ DEĞİLDİR?
a) Eskiden insanların hayatı basit ve sade idi, birbirine benziyordu. Öğrendikleri ortak kurallarla yaşayabiliyorlardı. Bugün ise insanlar değişik hayat sürmektedirler. Kurallar o kadar çoktur ki, bir insanın bunların hepsini öğrenmesi mümkün değildir. Herkes kendisine ait kuralları öğrenmek zorundadır. Bu da kanun sistemini ortadan kaldırmıştır. Kanun yapanların beyinleri bunları tedvin etmeye yeterli değildir. Mevcut kanunları okuma imkanları bile yoktur.
b) Diğer taraftan insanlar değişik yerlere yayılmış ve kendi şartlarına göre farklı yerleşme yerleri oluşturmuşlardır. Eskiden ise insanlar birkaç tür site içinde yaşıyorlardı. Ortaya konacak müşterek kurallar değişik toplulukları yaşatabiliyordu. Oysa bugün her yer farklı yapıdadır ve bir yerde uygulanacak kurallar başka yerlere uymamaktadır. Dolayısıyla merkezî kanunlarla artık insanlar yönetilemiyor. Yerinden yönetim esas alınıyor. Özel hukukta insanlar seçtikleri mezheplere göre kurallar benimsemiş oluyorlar. Kamu hukukunda ise yerel yönetimlerin koydukları kurallarla her bucak ayrı kurallarla yönetilir olmaktadır. Merkezî kanunlar sistemi artık işe yaramaz olmuştur.
c) Gerek özel hukukla ilgili kanunlar, gerekse kamu hukuku ile ilgili mevzuat o kadar çoğalmıştır ki, mesleği kanun okumak olan avukat ve hakimlerin mevcut mevzuatın sahifelerini çevirmeye bile ömürleri yetmez. Kanun mazeret değildir kuralı ile herkes kendi kendisini kandırıyor. Hukuk çıkmazdadır. Çelişki içindedir. İnsan yapamayacağı bir yük yüklenemez. Bugün insanlar bilemeyecekleri kanunları bilmek zorunda bırakılmaktadır. Bu sebepledir ki İslâmiyet içtihat sistemi ile “yerinden yönetim sistemi”ni getirmekle kalmamış, içtihatta çok önemli bir müessese koymuştur, o da “kıyas”tır; “şer’î kıyas”tır. İttifakla sabit olan örnek meseleler ortaya konur, sonra hayattaki tüm olaylar onlara kıyas edilir. Kanunlarda artık diğer meseleden bahsedilmez.
d) Kanunlar yapma kadar, kanunları kimler yorumlasın sorunu vardır. Eskiden kanun yorumlama ile yetkili kişiler vardı. Dini liderler mukaddes kitapları yorumlardı. Kanunu yapan yorumlardı. Bu sistem de kendi içinde çelişki taşımaktadır. Yorumun yorumunu kim yapacaktır? İşte Kur’an yeni bir sistem getirdi: Mevzuatı uygulayanlar yorumlayacaktır. Herkes kendi işinde içtihatlarını, sözleşmelerini, istişareli başkan kararlarını, hakemlerin kararlarını uygulayan olarak kişi kendisi yorumlayıp uygulayacaktır. Kapıcı kanunları kendisi yorumlayıp uygulayacaktır. Hakim de mevzuatı kendisi yorumlayıp uygulayacaktır. Kimse başkasının fetvası ile hareket edip sorumluluktan kurtulamaz. Uyguladıktan sonra bir mağduriyet doğarsa, hakemlere gidilecek ve hakem mağduriyeti giderecektir. Hakemler kararlarını alırken kendi içtihatlarına göre karar alacaklardır. Bundan asla kanunun yorumlama yetkisinin hakemlere ait olduğu manası çıkmaz. Çünkü hakemler ancak geçmişte cereyan eden bir olay hakkında karar verirler. Karar sadece o olay içindir. Benzer olayları kapsamaz. Sadece davalı ve davacı varsa karar alınır ve sadece onları bağlar. Durumları benzer olanlara asla şamil olmaz. Diğer taraftan hakemler kendi yorumlarına göre karar alırlar, ama o kararları uygulayan kendileri değildir. O kararları uygularken de yine uygulayanların içtihadına göre uygulama yapılır.
İşte görülüyor ki, 5000 yıllık hukuk uygulaması “sanayi devrimi”nden sonra artık geçersiz olmuştur.
YENİ BİR HUKUK DÜZENİ ZORUNLUDUR VE BUNLAR DÖRT TANEDİR:
a) Kanun sistemi yerine içtihat ve icma sistemi olacaktır.
b) Merkezi kanun sistemi yerine, yerinden yönetimli istişareli başkanlık kararları yer alacaktır. Bu kararlar hakemlerden oluşmuş yargı denetiminde olacaktır.
c) Kanunilik sistemi yani her şeyin kanunda yazılması yerine, örnek sorunların mevzuatla çözülmesi, kıyasla uygulamaların yapılması sistemi esastır.
d) Merkezi yorum sistemi yerine uygulamacının yorumu sistemi esas alınacaktır.
Bu sebepledir ki bugün insanların en çok muhtaç olduğu ilim “Fıkıh Usûlü” ilmidir. Bu ilim yalnız Müslümanlarda vardır. Bu ilmin lâikleştirilip bütün insanlığın yararına sunulması gerekmektedir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 265. SEMİNER Yorum-95 İstanbul, 13 Ağustos 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Reşat Nuri Erol, Üsküdar’da yorum olarak anlatacaktır.)
İSTANBUL YEŞU (YUŞA) TEPESİ ve
İSRAİL’İN TOPRAKLARI
Allah Tevrat’ta Hz. İbrahim’e vaat etti: “Yerin cümle kabileleri seninle mübarek olacaktır dedi.” (Tekvin, 12/3) “Gördüğün diyarın kâffesini sana ve nesline mülk olmak üzere vereceğim.” (Tekvin, 13/15) “Rabbin Hacer’e “Sen bir oğul doğuracaksın ve ona İsmail tesmiye edesin.” dedi.” (Tekvin, 16/11) “İsmail’i çoğaltacağım, on iki beyin babası olacak ve onu büyük millet yapacağım. Ancak ahdimi Sara’dan doğacak İshak ile sabit kılacağım.” (Tekvin, 17/20-21) “İbrahim’in odalığı Ketura’dan altı oğlu (ve on torunu daha) vardı. Onları hayatında oğlu İshak’ın yanından şarka doğru şark diyarına gönderdi.” (Tekvin 25/1-6)
“Yerin cümle kabileleri” böylece Hz. İbrahim ile mübarek oldu. Hindistan’da Brahmanizm, Çin’de Budizm, Batı’da İsrail’in nesli, Ortadoğu’da ise İsmail’in nesli ile buraları bereketli kıldı.
Tevrat bu kadar açık iken yani Allah bütün oğulları ile dünyayı Hz. İbrahim’le bereketlendirmiş iken, İsrailoğulları dünyayı yalnız kendileriyle bereketlendireceği iddiasındadırlar. Hz. İbrahim’e vaat edilen Nil’den Fırat’a ülkesini İsrail oğulları sadece kendilerine mâl etmekte, Anadolu’yu da ellerine geçirme çabasında olmaktadırlar!
Onlar olmayacak bu çabayı yaparken, biz Kur’an’ın yorumlarında onların topraklarının sadece Filistin olduğunu yazdık. Sınırlarını çizdik. Batı Şeria’yı İsrail devletine bıraktık, Gazze’yi İsrail devletine bıraktık.
Müslümanlar bundan memnun olmadı. Yahudiler de İslâm’a teslim olmadı.
Bu böyle devam ederken, tarihte önemli bir olay daha olmuş. Ben bunu ancak 30 Temmuz 2004 Cuma günü öğrenebildim. Yalova’da torunlarımın yanında idim. Cuma günü İstanbul’a geçip Üsküdar’daki derslere katılacaktım. Akşam dörtte yola çıkacaktım. Ailece erken gidilmesi gerekli oldu. Yola çıktık. Saat yediye kadar zamanımız vardı. Boğaz’ın Anadolu yakasına doğru gidelim dedik. Durup seyredecek yer arıyorduk. Sahilde uygun yer bulamadık. Sonra “Yeşu (Yuşa) Hazretleri” diye bir levhaya gözümüz takıldı. Devam ettik…
Bir tepeye geldik. Boğaz’a nâzır ama Karadeniz’den de görünen yüksek ormanlık içinde bir tepe. Mescit var. Oturulacak parkı var. Huzur ve sükun dolu bir yer. Yeşu Peygamber’in 17 metre uzunluğunda sade mezarı var. Bir paşa bunu yaptırmış. Osmanlılar döneminde sivil yönetim ile askeri yönetim aynı idi. Yani vali aynı zamanda oranın komutanı idi. Yargı bağımsız ve ayrı idi. Valiler oranın zekâtını (öşür ve humusu) toplar, oranın güvenliğini sağlardı. Artan paralarla oralarda çeşme, yol, kervansaray ve diğer vakıfları kurup mamur ederlerdi. Artırdıkları imkânların bir kısmını da İstanbul’a getirir, İstanbul’da da bir hayrat yaparlardı.
İşte bu paşa bu tepede Hz. Yeşu (Yuşa) adına bir mescit yapmayı düşünmüştür. Allah ona öyle ilham etmiş.
Bu makalenin yazılmasının hikâyesi oradan başlar. “Hz. Yeşu” Kur’an’da, seyahate çıktıkları zaman Hz. Musa’nın arkadaşı olan gençtir. Hep onunla beraber olmuş, ondan yönetimi öğrenmişti. Kur’an’da adı geçen “El-Yesa’” (a.s.) (En’âm 6/86 ve Sâd 38/48) bu olmalıdır. İsrail oğullarına vaat edilen topraklar Tevrat’ta vaat edilmiştir, ancak toprakları zaptedip girme işi El-Yesa’ (a.s.)’a bırakılmıştır.
Eğer bu tepede mescit yapılmasaydı, yola erken çıkma olmasaydı, başka bir tarafa atılmış olsaydık, bu makale yazılmayacaktı.
Tepenin adı “Yeşu (Yuşa) Tepesi”dir. Rumca ümit anlamındadır. Paşa bu addan yararlanarak burada bir mescit yapıyor. Bunu Hz. El-Yesa’ aleyhisselâma ithaf ediyor. İsim benzerliğinden yararlanıyor.
Türklerde Şamanizm’den kalma bir örf vardır; mezarlardan istimdat. Orta Asya’da hâlâ ölüleri yüksek tepelere gömer ve orada mezarlar yaparlar. Orası ziyaretgâh olur. Halk oraya gelir, Allah’a orada dua ederler. İslâmiyet’ten sonra da bu anlayış değişmemiştir. Camilerin yanında türbeler yapılır, fıkıh burada dua edilmesine izin verir. Halk ölüden şefaat diler. Onun için bu tepede sembolik olarak bir mezar da konmuştur. Sembolik olduğunu göstermek için de 17 metre uzunluğunda yapılmıştır.
Tanrı Dağları, Mekke’de Arafat Dağı, Hz. Musa’nın vahiy aldığı Sina Dağı, Mezopotamya ve Anadolu’da Ulu Tanrı’ya tapınmak için yapılan ibadethaneler, hep yücelme ve yükselme sembolü olarak görülür. Yani, maddeten yukarı çıkmakla mânen de yükselme olacağı ifade edilmiş olmaktadır.
Bununla beraber dağın bir önemi daha vardır. Yüksek yerler bir bakıma ruhi sükunet merkezidir.
a) Yüksek yerlerde hava kirliliği yoktur. Temiz oksijen ve her taraftan gelen rüzgar bedeni dinlendirmektedir.
b) Yüksek yerlerde serinlik vardır. Vücut rahatlamaktadır. Dolayısıyla insanlar oradayken huzur içinde olmaktadır.
c) Yüksek yerlerde güneşten gelen ışınlardan yararlı olanlar alınabilmektedir. Halbuki aşağılarda bunlar filtre edildiğinden alınamamaktadır. Bu sebeple dağlarda yetişen meyveler bol vitaminli olmaktadır.
d) İnsanın yüksek yere çıkıp çevresine hakim olarak bakması kendisinin dünyaya yukarıdan bakmasına ve dünya gailesinden uzaklaşmasına sebep olmaktadır.
Bu sebepledir ki insanlık tarihi boyunca ibadet yerleri yükseklerde yapılmıştır. Konya’da tepe olmadığından suni tepe yapılmış ve Alaeddin Camii onun üzerinde kurulmuştur.
Burada beni etkileyen başka bir şey de, Hz. Yeşu yani El-Yesa’ Peygamber’e gösterilen saygının, Müslümanların evliyalarına gösterdikleri kadar olması ve Osmanlıların bunlar arasında bir ayırım yapmamalarıdır. Büyük uygarlık, lâik uygarlık işte budur. Beni etkileyen başka bir şey, Osmanlıların kendilerine anıtlar değil de, insanlığa hizmet etmiş zatların hatırasına mescitler yapmasıdır. Oraya varan herkes kendisini huzurda bulur. Kapılarda soyguncular beklemiyor. Hiçbir külfete maruz kalmadan gezip dolaşabiliyorsunuz.
İzmir’e döndüğümde ikinci işim. Hz. Yeşu (Hz. El-Yesa’) hakkında Tevrat’tan bilgi almak oldu. Birinci işim, geçen haftaki yazımda gaflet içinde Kur’an’da “KülleMâ” kelimesi yoktur diye yazmıştım. O yazım okunurken İstanbul’da idim. Beni uyardılar. Bu da Allah’ın büyük lütfüdür. Eğer o derse takdir-i ilâhi ile katılmasaydım, hatamı düzeltemeyecek, içtihatsız söylediğimin cezasını çekmek durumunda kalabilirdim. “KülleMâ” ile “LemMâ” arasındaki manâyı öğrendim. “LemMâ”da fiil sebeptir. “KülleMâ”da fiil sadece zarftır.
İşte bundan sonra ikinci işim Hz. Yeşu (Hz. El-Yesa’) hakkında Tevrat’tan bilgi edinmek oldu. Hz. Yeşu (El-Yesa’) Peygamber Tevrat’tan takip edip (Yeşmu’, Hevşu’ şeklindeki söylenişleri de değerlendirilerek) bir senaryo yazılmalı, bu senaryo filim hâline getirilmeli ve bu dağda gelenlere karşılıksız seyrettirilmelidir. Bunun bugünkü Müslümanlar için çok büyük önemi vardır. Bu tepeyi Allah o paşaya bunun için tahsis etti. Beni de bu tepeye bunun için çıkardı. Burada geçen çok önemli bir hususu Tevrat’tan size aktaracağım.
“Rab Musa’ya dedi ki: kendisinde ruh bulunan Yeşu ibni Nun’u alıp üzerine elini koyarak, cemaatin huzurunda, herkesin ona itaat etmesi için şanından onun üzerine koy.” (Adaad [Sayılar], 27/18-19)
“Rab, Yeşu ibni Nun’a emrederek: Kuvvetlenip cesur ol, zira İsrail oğullarına vaat ettiğim diyara onları sen götüreceksin; ve ben dahi seninle beraber olacağım.” (Tensiye, 31/23)
“Ve Rab Musa’ya hitaben dedi ki: İsrail oğullarına emredip anlara söyle ki: Kenan diyarı yani hududuna göre (size miras düşen diyara yani Kenan diyarına girdiğinizde) cenubi hududunuz, Tsin çölünden Odom’a (Edom’a) kadar olup, cenubi hududunuz Tuz Denizinin kenarından olsun. Ve hududunuz cenub tarafından Akrabbim yokuşuna dönüp Tsin’a doğru geçerek anın nihayeti Kadeş-Barneanın cenubundan olsun. Ve Hatsar-Addaradan çıkarak, ve Atsmona geçsin. Ve bu hudut Atsmondan Mısır vadisine dönüp nihayeti denizde olsun.
Ve garbi hududu ise büyük deniz size hudut olup garbi hududunuz bu olacaktır.
Ve şimali hududunuz bu olsun, yani büyük denizden Hor dağına kadar nişan koyup, Hor dağından Hamat medhaline nişan koyasınız. Ve ol hududun nihayeti Tsedadda olup, ol hududu Zifrona çıkarak nihayeti Hatsar-enanda olsun. Şimal hududunuz bu olacaktır.
Ve kendinize şarki hududunuz için Hatsar-enandan Şefama kadar nişan koyup, bu hudut Ainin şark tarafından Şefamdan Riblaya insin, ve bu şarka doğru inerek Kinneret denizinin kenarına vasıl olsun. Ve hududu Erdene (Urdune) insin ve nihayeti Tuz denizinde olsun. Diyarınız etrafı hududu ile bu olacaktır.” (Adaad [Sayılar], 1-12)
Burada çok önemli hususlara işaretler vardır:
1) Kenan diyarından size miras düşen ifadesiyle bütün Kenan diyarı İsrail oğullarının değildir. İsmail oğullarının ve diğer İshak oğullarının da payları vardır.
2) Akdeniz’den büyük deniz olarak bahsedilmektedir. Küçük deniz için de Tuz denizi denmektedir. İbranice ve Arapçada göl ve deniz aynı kelime yani “bahr” ile ifade edilir.
3) Sina dağında Sina karasından bahsedilmektedir. Sina Çölü arz-ı mev’udun dışında bırakılmıştır.
4) İsrail devletinin sınırı günümüz anlaşmaları inceliği ile çizilmiştir. Bu olacaktır denmiş ve onun dışında bir şey istememeleri kendilerine emredilmiştir. Bizim de buna uymamız gerekir.
5) Batısında Sina’dan bahsetmemiştir. Öyleyse Akdeniz’in güneyi İsrail’in sınırıdır. Kızıl Denize uzanmaları sınırları aşmadır.
Kur’an’da; “Yeryüzüne yerleşin. Son va’dimiz geldiğinde sizi bir araya getireceğiz.” (İsrâ;17/104) denmektedir. O halde Allah’ın İsrail oğullarını toplayacağı ülke burasıdır. Sınırları budur. Müslümanlar bu hudutlara rıza göstermeliler. İsrail oğulları da bu hudutlara kanmalıdırlar. III. Bin Yıl savaş kışkırtmaları ile geçmemelidir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92