ADİL DÜZEN 266
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 20-22 Ağustos 2004 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 266. SEMİNER (CUMA-C.TESİ-PAZAR) İst. - Ank., 20-22 Ağustos 2004
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİBOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 46
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 18.00 – 21.00 saatleri arası okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol ve Lütfi Hocaoğlu, … dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Cuma günü Üsküdar’da bir kısmı ilk yarım saatte Reşat Nuri Erol tarafından özetlenecektir.
Pazar günü Anakara’da bir kısmı yarım saatte Sabri Tekir tarafından açıklanacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
الَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِلَّهِ وَالرَّسُولِ مِنْ بَعْدِ مَا أَصَابَهُمْ الْقَرْحُ لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا مِنْهُمْ وَاتَّقَوْا أَجْرٌ عَظِيمٌ(172) الَّذِينَ قَالَ لَهُمْ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ(173) فَانْقَلَبُوا بِنِعْمَةٍ مِنْ اللَّهِ وَفَضْلٍ لَمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ وَاتَّبَعُوا رِضْوَانَ اللَّهِ وَاللَّهُ ذُو فَضْلٍ عَظِيمٍ(174)
الَّذِينَ اسْتَجَابُوا (elLaÜIyNa ıStaCAvBUv)
“Onlar isticabe etmişlerdir. Onlar cevap vermişlerdir. Onlar kabul etmişlerdir.”
Buradaki “Elleziyne” ism-i mevsuldür. Bundan önceki âyette geçen mü’minlerin hallerini anlatmaktadır. Yani, savaşta ölmeyen mü’minleri tanımlamaktadır. Onlar cihada ölümü göze alarak gitmişleridir. Dâvete icabet etmişlerdir. Dâvet eden kimdir? Dâvet eden “İz bease fîhim rasulen min enfüsihim”deki resuldür, yani başkandır.
Nebi geliyor… Ona iman ediyor ve hazırlanıyorlar... Cemaat oluşuyor… Sonra içlerinden veya dışarıdan biri resul olarak geliyor ve resul onları cihada davet ediyor… Diyelim ki şirket kuruyor, “Adil Düzen”e göre kurulan şirkete dâvet ediyor. Yahut parti kuruyor, “Adil Düzen”e göre kurulan partiye dâvet ediyor.
İşte onlar o zaman o resule icabet etmişlerdir, o başkana itaat etmişlerdir.
Kur’an okunarak iman sahibi cemaat oluşuyor. Ayrı ayrı Kur’an okumak cemaati oluşturmaz, bir başkana itaati sağlamaz. Ama birlikte Kur’an okunursa ve bunda sebat edilirse cemaat oluşur. Bu cemaatin oluşma zamanı derslerin sıklığına bağlıdır. Her gün bir araya gelinir, birlikte Kur’an ve yorumu okunursa, o zaman bu 10 (on) senede olacaksa, haftada bir defa bir araya gelinirse bu 70 (yetmiş) senede olur.
Bu kesin kuraldır. Kimse kısa yoldan bir yere varacağını ümit etmesin. 70 (yetmiş) sene bir insanın ömrü için yeterli değildir. Peki, haftalık toplantılarımızın ne yararı vardır? Haftada bir yapılan bu toplantılar bir gün günlük toplantılara götürür. Onun için bu toplantılara devam etmeliyiz. Biz 60 (altmış) yıldan beri günlük toplantılar için çalışmalar yaptık. Henüz ona ulaşamadık. Ancak ümidimiz vardır ki bundan sonra ulaşılacaktır. Biz henüz bir resulün dâvetine uyacak kadar olgunlaşmış değiliz. Onun için “Adil Düzen Partisi” kurulamıyor.
لِلَّهِ وَالرَّسُولِ “Allah ve resule isticabe ettiler.”
Mü’minler Allah ve resulün cihad dâvetine uydular. Burada “Allah ve resul” kelimeleri birlikte geçmiştir. Allah ve resul, hakim olarak, kumandan olarak resuldür. Allah’a itaat etmek demek, kanunlara uymak demektir. Resule itaat etmek demek, uygulamada görevlilere uymak demektir. Allah ve resule itaat etmek demek, askeri yetkilere sahip komutana itaat etmek demektir.
İster savaş ister barış zamanında olsun, başkanın hakem olarak karar alma yetkisi vardır. Buna herkes itaat eder. Askerlikte başkanın kararlarına itiraz edilemez, dava açılamaz. Mağdur olanlar yine kendisine giderler, o haksızlığı giderir. Oysa barış zamanında ise başkanın kararına itaat edilir. Mağduriyet doğarsa hakemlere gidilir. Hakemlere itaat etmek demek, Allah ve resulüne itaat etmek demek olur.
Resule değil, resulüne oluyorsa, hakemler kastedilmiş olur.
İşyerlerinde iş yaparken askeri disiplin uygulanır. Mağdur olanlar hakemlere gider ve mağduriyetlerini giderirler. Askerlikte ise yargıya gitme yoktur. “Allah ve resul” tek kurumdur, komutan demektir.
مِنْ بَعْدِ مَا أَصَابَهُمْ (MıN BaGDı MAv EaÖAvBaHuM)
“Kendilerine isabet etmesinin arkasından.”
Topluluk güç oluşturur. Eğer bir kalabalık bir komutanın emrine girerse birlikte güç oluşturur. Kendilerine cesaret gelir, herkes birlikte hareket ederek kendilerini savunur ve cihatlarında başarılı olurlar.
Galibiyet bu birliği bazen asırlarca korur. Mağlubiyette ise durum tersinedir. Mağlup olanlarda cesaret kaybolur ve dağılırlar. Bir türlü bir araya gelerek direnme gücünü gösteremezler. İşte böyle zamanlarda biri çıkar ve onları birliğe çağırır. Halk ona itaat eder ve tekrar toparlanma ortaya çıkar.
I. Cihan Savaşı’ndaki mağlubiyetten sonra halkımız şaşkına dönmüş ve ne yapacağını şaşırmıştı. Ankara’dan gelen ses halkı tekrar toparlamış ve İstiklâl Savaşı’nı kazandırmıştı. Bu sefer inkılâplar dolayısıyla aynı mağlubiyet tadılmış ve birden ümitsiz bir halde iken demokrasi imdada yetişmiş, halk kahir çoğunlukla dine karşı olan partiyi indirmişti. Ne var ki, 1950’nin başaranları millete ihanet etmiş ve Atatürk Koruma Kanunu gibi şirk kanunları ile ülkeyi biraz daha bataklığa sokmuşlardır.
İşte bu duruma karşı Erbakan ortaya çıkmış ve yeni bir çağrıda bulunmuştur. Halk ona itaat etmiş ve bu sayede bugünkü durumlara gelmiş bulunuyoruz. Asıl bundan sonra “Adil Düzen”e çağıran bir resul gelecek, mü’minler ona itaat edeceklerdir. 28 Şubat yarasından sonra bugünkü iktidar elde edilmiştir.
Sıkıntı, baskı ve tehlikeler mü’minleri yıldırmıyor ve direnmeye devam ediliyor…
Akevler Adil Düzen Çalışanları yeter derecede olgunlaştıktan sonra; “Mala-Mal Marketi”ne veya “Adil Düzen Partisi”ne dâvet ettikleri zaman insanlar onlara icabet edeceklerdir. Bu icabet onlara isabet eden sıkıntıların arkasından olacaktır. Böyle sıkıntıyı Allah her zaman mü’minlere verir. Böylece sahtelerle sadıklar ortaya çıksın ve cemaatte sadece sadıklar kalsın diye bu gelişmeler olur. Eğer bir işe girişiyor da sıkıntı çekmeden başarıya ulaşıyorsanız, biliniz ki o iş Hak yolu değildir.Çünkü öyle oluşlarda herkes yer almıştır.
الْقَرْحُ (eLQaRX) “Onlara karh isabet eder.”
“Rah” cerh gibi yara demektir. “Qarh” müzminleşmiş akıntısı olan yaradır. Onlara karh isabet eder.
Yarın yenilgiye uğrarlar ve o yenilgi sürüp gider. Artık bu yara iyileşmeyecek derken, bir bakarsınız biri çıkar ve yarayı tedavi etmek için çağrıda bulunur. O zaman cihada girişilir. Bu cihad iki şekilde olur.
1) Öldürmenin ve karşı koymanın meşru olmadığı cihad, zulme karşı sabırlı olma cihadıdır. Bu cihatta en çok sabır gösterenler Hıristiyanlar olmuşlardır. Üç asırdan fazla Roma’nın zulüm ve işkencesine sabrettiler. Mağaralara, yer altı şehirlerine sığındılar. Anadolu bu mağara şehirleri ile doludur. Ama sonunda imparatorluk dize geldi ve Hıristiyanlığı kabul ettiler. Şimdiye kadar 1500 senedir ayaktalar ve iki milyar insan onların araksından gidiyor. Mekkeliler de aynı şekilde zulme uğradı ama onların sabırları İslâm uygarlığını oluşturdu.
Siz de sabretmelisiniz… Siz ve bazılarınız belki hayatta olmayabilirsiniz; ama sizin bugünkü ve gelecekteki sabrınız, sebat etmeniz, sonunda bütün sömürücüleri dize getirecektir.
2) İkinci cihad ise öldürmenin meşru kılındığı cihattır. Bu Medinelilerin cihadıdır. Ne var ki onlara da aynı yaralar isabet etmişti. Uhud’da ise tamamen dağılmışlardı. Ama yeni dâvet onları muzaffer kılmıştı.
Bu âyette anlatılanlara göre, sıkıntılardan ve çökmelerden sonra birinin davetiyle başlayan yeni çatışmada bir kısmı şehit olacaktır. Diğer kısmı ise sağlam olarak yurtlarına dönecektir. Ama onlar zaten yola giderken ölümü göze alan kimseler olmuştur.
لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا مِنْهُمْ (Lı elLaÜIyNa EaXSaNUv MıNHuM) “Onlardan ihsan edenler.”
“Onlardan ihsan edenler” yani cihatta şehit olmayanlar, hasenlik içinde kalanlar, cihadı başarı ile sona erdirdiler. Sabrettiler, dayandılar ve selâmete erdiler.
“İhsan ettiler” kelimesini kullanmasının sebebi, dağılmayıp kendilerine verilen vazifeyi yarım bırakmadılar. Ölmeden ve yarım bırakmadan cihadı tamamladılar.
İstenen nedir? “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı uygulayarak insanlığa göstermek. Onlar anayasayı kendi yurtlarında tesis etmişler, dünyaya da göstermişler. İsterseniz siz de böyle yapın ve böyle olun.
Şehit olmamışlar ama şehitlerin istedikleri işleri sona erdirmişler.
Bu satırları okuyacak olanlar eminim ki bunların arasında olmayı isteyeceklerdir.
Tabii ki bu satırlar kâfirlerin kin ve gayzlarını artıracaktır.
وَاتَّقَوْا (VetTaQUv) “İttika etmiş olanlar.”
“İhsan”ın arkasından “İttika”yı da getirmiştir. Acaba neden “ittika” getirildi?
İstiklâl Savaşı’nı düşünün. İhsan edilmiş ülke yeni düzene kavuşmuştur. Ne var ki, ondan sonra muzaffer olanlar, başta savaş zamanındaki Allah’a olan yakarıları unutmuş, halka zulüm etmeye başlamışlardı.
Muzaffer olan İslâm orduları zaferden sonra zulmetmez, tam tersine adalet getirir. “İttika etmek” bu demektir. İktidar sarhoşu olanlar zulme başlarlar. Allah’a hamd etmeliyiz ki, bu zulmü ne Refah-Yol Hükümeti yapmadığı gibi, şimdiki AKP Hükümeti yapmamaktadır.
Kötü olan taraf, zalimlerin zulmü hâlâ devam etmektedir…
Anayasa ekseriyeti olan parti kanun değiştirememiştir, kadrosunu yenileyememiştir… Ama zulüm yapmamışlardır. Şimdilik buna da şükretmeliyiz. Görev ihmali varsa da; sabırla bekliyoruz…
أَجْرٌ عَظِيمٌ (EaCRun GaJIyMun) “Azim bir ecir vardır.”
Burada “Ecir” kelimesi nekire (belirsiz) gelmiştir. Yani, diğerlerine verilen ücretten faklı bir ücret vardır. Müslimlere verilen ücretten faklı ücret vardır. Şehitlere verilen ücretten farklı bir ücret vardır. Şehitlere verilen ücretle bunlara verilen ücret benzerse de, onlar dünya hayatını kısa yaşadığı için onların âhiret hayatı önceden başlayacaktır. Savaşta ölmeyip sağ kalanlar ise ihsan ve ittikada bulundukları için de farklı ücrete müstahak olacaktır. Bu ücret azimdir, yücedir.
“Ecir” nakit benzeri ücretten ziyade, cennet gibi bir yaşama olduğu için ona “azîm ecir” adını vermiştir. Âhirette cennetlikler hep aynı yerde yaşayacaklardır. Ancak bunlar cennetin içini bucağını dolaşırken, kimileri daha uzak yerlere gidebilecek, onlar için cennet büyük olacaktır. Kimileri ise daha çok yakın yerlerde dolaşacaklardır. Ama orada amel-i sâlih işleyerek herkes en üst seviyeye varacaktır. Fark sadece zaman farkı olacaktır. Eşitlenmeden sonradır ki başka bir hayat başlayacaktır. “Karh”tan sonra bu müjde verilmektedir.
Saadet Partisi’nde kalanlar, -ajan değilseler- bu müjdeye nâil olan kimselerdir. Kendilerine karh ulaştığı halde yine sabrettiler. AK Parti’deki Tayyip grubu da böyle bir imtihan vermişlerdir. ANAP’tan gelenlerle A. Gül grubu henüz bu imtihanı geçirmediler.
Bu ecr-i azîm yalnız âhiret için değildir. Böyle sıkıntılı anlarda sabredip gelen yeni resulün dâvetine icabet edenler bu dünyada da başarıya ulaşırlar. Nitekim AK Partililer ulaşmışlardır.
Burada Saadetçilerin bir şeyi iyi anlamaları gerekir. AK Parti %34’ü Saadet Partisi’nden almadı. Saadet Partisi’nin kaybettiği oyları o parti topladı, başka partilerin oylarını da kattı ve %34’ü öyle aldı. Nitekim son mahalli idareler seçimlerinde her iki parti oylarını artırmışlardır. Daha bizim tarafa gelecek çok oy vardır. Nasıl?
Ya bu partiler “Adil Düzen”i kabul edecek ve o oyları getireceklerdir, ya da yeni “Adil Düzen Partisi” kurulacak ve o oyları toplayacaktır. Bu iki parti de Adil Düzenci partidir. Ancak “Adil Düzen”i bilmedikleri için uygulayamıyorlar. Siz de bilmeden iktidar olsanız siz de uygulayamazsınız. Bu gerçeği sakın unutmayın!
الَّذِينَ قَالَ لَهُمْ النَّاسُ (elLaÜIyNa QAvLa LaHuM elNAvSu)
“Onlar nâsın kendilerine kavl ettiği kimselerdir.”
Bundan önce geçen “Ellezîne”nin bedelidir. Nâs onlara kavl etmişti. Yani daha önce, karh isabet etmeden önce ve karh isabet ettikten sonra nâs onlara kavl etmişti.
Bir hayır işini yapmaya kalkıştığınız zaman, çevrenizdeki insanlar ona mani olmak için harekete geçerler. Niçin geçerler? Çünkü şeytanlar onlara vesvese verir. Mü’min olma gücüne sahip olmayanlar topluluktan eleneceklerdir. Başlangıçta bir işin önüne düşenler, burada gerçekten başaracak kimseler o işi yapsınlar diye şeytan faaliyete geçer ve insanların kalbine korku salar. Onlar da mü’minleri vazgeçirmek için faaliyete geçerler. Mü’minler sabredip sebat gösterince, o zaman o geri duranlar öne geçmek isterler.
İşte mü’minler tarihte hep bu hatalara düşmüşlerdir.
Dört halifeden sonra devleti İslâmiyet’e en son katılanlar yönetmişlerdir. Ama yönetimleri bir asır bile sürmemiştir. Türkler Müslüman olduktan sonra Karahanlılar ve Gazneliler daha çok İslâm ülkelerini yönetmeye talip olmuşlardır. Oysa Osmanlılar yeni ülkeleri fethetmeye başladılar ve uzun zaman zafer onların oldu.
Mevcut sağ partilerin oyuna talip olan kaybeder. Demokratik, lâik, sosyal ve liberal olmayan partiler var, gruplar var. “Adil Düzen Partisi” onların oyuna talip olmalıdır. Yani, dâvet daha çok solculara ve ateistlere, masonlara ve dinsizlere yapılmalıdır. Onlar ikna edilirse, hazıra konmamış olacağından “Adil Düzen” başarılı olur. Yoksa Saadet Partililere “Adil Düzen”i anlatmak mümkün değildir. Çünkü onlar “Adil Düzen”i sadece namaz kılmak, oruç tutmak, tespih çekmek, içki içmemek, kumar oynamamak olarak kabul ediyorlar. Oysa bu “Adil Düzen” değil, adil hayattır. Bunlar gereklidir ama bunlar yeterli değildir.
“Adil Düzen” bir kamu yönetim biçimidir. Demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk devleti sistemidir. Solcular ile bizim aramızda usul farkı vardır. Hedeflerimiz aynıdır. O da “Adil Düzen”dir. Ancak onlar “Adil Düzen”i silah zoruyla getireceklerini sanıyorlar. Bize göre ise “Adil Düzen” demokratik düzende olacaktır.
إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ (EınNa elNAvSe QaD CaMaUv LaKuM) “Nâs sizin için cem oldu.”
Burada “Nâs/İnsanlar” kelimesi ile bütün nâs değil de, o topluluktaki mü’minlerin dışındaki nâs kastedilmektedir. İstiğrak için değil de ahd için gelmektedir. Kur’an “Ey nâs” dediği zaman bütün insanları kastetmiş olabilir. Hacda hacca katılanlar kastedilmiş olur. Cuma namazlarında Cuma cemaati kastedilmiş olur. Günlük namazlarda aşiret halkı kastedilmiş olur. Burada muhatap olan cemaate göre değişmektedir.
“Cem olmak” bir araya gelip toplanmak demektir. “Cuma” yumruk demektir. Bir araya gelmek, birleşmek demektir. Karar vermek anlamındadır. burada nâs sizin hakkınızda karar verdi denmiş olur.
“Lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mâ kesebet”te olduğu gibi çok açıkça leh ve aleyh hakkında “Lam” ve “Alâ” kullanıldığı halde, bazen “Lı” harfi “Alâ” harfi aleyhine kullanılmış olur. Bunları şöyle açıklayabiliriz:
a) “Alâ” borcu, “Lı” alacağı ifade eder. Ancak “Lı” aynı zamanda müşterektir, yani hem borç hem de alacağını ifade eder. “Hu/O” zamiri de böyledir. “Hâ” kadını, “Hu” erkeği ifade eder ama eğer kişi kastedilecekse “Hu” kullanılır. “Hâ” müşterek olarak kullanılmaz. “Lı” hem lehte ve hem de aleyhte olanı ifade eder.
b) Lehine toplandı, mecazi olarak aleyhine toplandı. Aleyhine karar verecekler. İşin vahametini göstermek için bu şekilde ifadeler hep kullanılır. Mesela, “Seni adam edeceğim!” diye tehditte bulunursun.
c) Burada başka bir şeyi ifade etmek için “Lı” harfi kullanılır. Bu nevi tehditlerde genellikle kişinin lehine olmak üzere söylenir. Kişiler bu tür yasaklamaları o kişiye kötülük yapmaları için değil, daha ziyade uyardıkları kişileri düşündükleri, onlara acıdıkları için tavsiye ederler. Onun için sizi bu işten vazgeçirmek için toplandılar ve karar aldılar ama bu aslında sizin aleyhinize değil, sizi şaşırtan kişiye ceza vererek sizi cin çarpmışlığından kurtarsınlar diye anlamı vardır. “Leküm” kelimesi bunun içindir. Resul aleyhinde bir iş yapıyorlar ama mü’minler lehine bu toplantıları yapıyor ve bu kararı alıyorlar.
d) Bunun başka bir anlamı; onlar size zarar vermek için toplandılar ama aslında onların toplanmaları sizin lehinizedir. Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkma hususunda Avrupalılar ittifak yaptılar. Ama bunun sonunda İstiklâl Savaşı kazanıldı. Böylece Anadolu’yu külliyen kaybettiler. Demek ki onlar her ne kadar kötü amaçla toplandılarsa da, aslanda o sizin lehinize olan bir toplantıdır. Bunu ifade etmek için “Lı” kelimesini getirmiştir.
فَاخْشَوْهُمْ (FaPŞaVHuM) “Onlardan haşyet ediniz. Onlardan sakınınız.”
Onlardan haşyet ediniz. Onlardan çekininiz de kendinizi korununuz. Onlarla cihada girişmeyiniz.
Türkiye’de ne zaman İslâmî bir hareket yaparsanız, hemen böyle tavsiyelerle karşılaşırsınız. “İnsanlık İslâmiyet’e düşmandır. Türkiye’dekiler İslâmiyet’e düşmandır. Derin devlet İslâmiyet’e düşmandır. Sakının, yoksa soyunuz kurur!” demektedirler. Derin devlet diye bir şey icat ederler. Türkiye’de derin devlet diye bir şey yoktur. Kurulmuş “Türkiye Cumhuriyeti” vardır. Bütün dünya devletlerinin hasım olduğu ama bütün dünya halklarının dost olduğu “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” vardır. Anayasası vardır. Anayasal kuruluşları vardır. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) dışında gizli faaliyet yapan hiçbir kuruluşu yoktur. MİT de sadece haber alma teşkilatıdır. O halde derin devlet kimdir, nedir?!.
Derin devlet yoktur, ama Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni de yıkmayı hedefleyen yabancı devletlerin sermayesi vardır. Kapalı localar vardır. Bunlar Türk Ordusunu da yanlarına alarak bir heyula uydurmuşlar, derin devlet diyerek halkı korkutmaktadırlar. Korkun diyorlar!..
Akevler aleyhine, Millî Görüş aleyhine, “Adil Düzen” aleyhine, Risale-i Nurlar aleyhine hep böyle hikâyeler uydurdular. Ama ne oldu? Onlar bunlardan korkup teslim olmadılar. Yapılan askeri müdahaleler bunları korkutmadı. Askeri müdahaleler sağ gösterip sol vurdu. Yüz senedir derin devlet İslâmiyet’i yok etmek için faaliyette bulunmuş, ama sonunda başarı hep Müslümanların olmuştur. Şimdi İmam-Hatip kaynaklı başbakanı sindiremiyorlar. Şimdi başörtülü bakan hanımlarına tahammülleri yoktur. Kur’an’ın deyimi ile “Gayzınızla geberin!” demenin ötesinde bir şey yapmıyoruz. Bu arada biz yolumuzda devam ediyoruz…
فَزَادَهُمْ إِيمَانًا (Fa ZAyDaTHuM IyMANan)
“Onların imanlarını ziyade etti. Güvenlerini artırdı. Dayanışmalarını artırdı.”
Bu haberler, bu söylentiler onların imanlarını artırdı. Mü’minler biliyorlar ki, kendilerinde Allah’a inanmalarından başka bir güç yoktur. Ama insanlar onlardan korkuyor ve onların aleyhine birleşiyor. Demek ki, onlar da biliyorlar ki, bu garibanların arkasında Allah var. Güçlü yere dayanıyorlar.
Bediüzzaman’a karşı giriştikleri savaş ne idi? Millî Görüşe karşı girişilen savaş ne idi? Medreselere, tekkelere karşı girişilen savaş ne idi? Sonunda ne oldu? Hep mağlup oldular. Hep biraz daha kötü duruma düştüler.
Şimdi İslâmiyet’e karşı açılan savaş nedir?
‘Hzibullah’ adını verdikleri anarşist örgütler kurdular. Usameleri kendileri çıkardılar, Talibanları kendileri çıkardılar; sonra yine kendileri onlar adına anarşi yaptılar. Güya Müslümanlar korkacak ve bu yüzden İslâmiyet’i bırakacaktı. Bunları hep CIA eğitti, örgütledi ve hâlâ yapacağını kendisi yapıyor, sonra bunlara yüklüyor. Dünyayı İslâmiyet’e karşı hazırlıyor. Kendi düşüncesine göre, güya bu sayede dünya Müslümanlara karşı birleşecek ve İslâmiyet imha edilecektir. Oysa bütün bunlar onların İslâmiyet’ten ne kadar korktuklarını göstermektedir.
En güçlü İslâmî faaliyet Türkiye’dedir. Bunun en güçlü olanı da Adil Düzencilerdir.
Bunların ne kadar zayıf olduklarını biz görerek biliyoruz. Ama dünya bizden korkuyor. İslâmiyet’ten korkuyor. Bizi tertiplerle yıldıracaklarını sanıyorlar. Biz bunların bu korkularını görünce, bizim de hiçbir şey olmadığımızı bilince, bizim imanımız artıyor. Demek ki bizim arkamızda bizi destekleyen Güç vardır. Onlar bizden değil o “Güç”ten korkuyorlar, Allah’tan korkuyorlar. O kadar ki, O’na inanmadıkları halde, O’nun adını ağzına alandan korkuyorlar. Demek ki adından bu kadar korkulan birinin gücünü biz düşmanlarımızda görüyoruz. Onlar her gün çalgı çalıyorlar. Biz korkmuyoruz. Oysa onların yedi yaşındaki çocuğun Kur’an okumasından ödleri patlıyor. Onlar çırılçıplak olup sokaklarda dolaşıyorlar, biz korkmuyoruz. Ama onlar kızların başörtüsünden korkuyor. “Başörtüsü simgedir” diyorlar. Evet, Simgedir. Neyin simgesidir? Allah’a inanmanın simgesidir. Ödleri patlıyor. Allah’ın rozetinden korkuyorlar. Onlar sayesinde biz ne kadar doğru bir yolda olduğumuzu öğreniyoruz. O korkutmalar mü’minleri korkutmuyor, tam tersine imanlarını artırıyor. Cihada böyle giriyoruz. Bize zulüm yapıyorlar. Biz sabırla devam ediyoruz. Allah’ın izni olmadığı için de iktidara fiilen karşı çıkmıyoruz. Devlet bizim devletimiz. Kurtlar onu ellerine geçirmiş olsalar bile, biz devletinize karşı olmaz, o kurtları yola getirmekle uğraşırız. Islah olmazlarsa, Allah’ın onların hesaplarını göreceğini biliyor ve daha da imanlı bir şekilde “Adil Düzen”e sarılıyoruz.
وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ (Va QAvLUv XaSBuNa elLAHu) “Hasbımız Allah’tır dediler.”
Bizim hiçbir şeyimiz yoktur. Topumuz yok, tüfeğimiz yok, bombamız yok, kimyasal silahımız yok, biyolojik silahımız yok... Okulumuz yok, üniversitemiz yok, sinemamız yok, tiyatromuz yok... Servetimiz yok, paramız yok, kredimiz yok... İşte biz böyle sadece yokları olan gariban birkaç kişiyiz!..
Ama dünya bizden korkuyor! Niçin? Çünkü bizim yanımızda Allah vardır. Biz O’na teslim olmuş bulunuyoruz. Ölsek de, kalsak da O’nunuz. Ölürsek şehit, kalırsak galibiz. Karşımızdakiler mağlup olacaklardır. Cehennemde haşr olunacaklardır.
Bizim bütün silahımız Kur’an’dır. Onların korktukları budur. Onun içindir ki zulümlerle çocuklarımızın Kur’an okumalarına mani olduklarını sanıyorlar. Oysa Kur’an şimdi daha iyi öğrenilir bir hâl aldı.
Kuran CD’leri ile mü’minler çocuklarına daha kolay eğitiyorlar. Biz mü’minler Allah’ın emrettiklerini yapmaya çalışırız. Sonrası bize ait değildir. Sonrası Allah’a aittir. O ne isterse onu yapar. Hasbünallah…
وَنِعْمَ الْوَكِيلُ (Va NıGMa elVaKIyLu) “Vekil ni’me olmuştur.”
“Naam” davardır. Deve, inek, koyun ve zürafa nimet cinsindendir. Sonra “rahmet” manevi refah olarak, “nimet” de maddi refah olarak bilinir.
“Ni’me” kelimesi ne iyi, ne güzel anlamlarındadır. “Vekil” ise dayanılan kimse demektir. “İttakala” duvara yaslandı demektir. “Vekil” dayanak demektir. Direkler devrilmesin diye kollar verirler. Onların adıdır. Destek demektir.
“O ne iyi destektir.”
Bizim şimdi ordumuz var, güçlü ordumuz var. Kendimizi güvende hissediyoruz. Türk halkı emniyet içindedir. Onun içindir ki ordu ne yapsa hoş karşılarız. O olmazsa devletimiz olmaz. Devlet olmazsa Türkiye olmaz. Türkiye olmazsa bizim yaşayabileceğimiz ve “Adil Düzenimizi” anlatacağımız yer olmaz.
Mü’minler de Allah’a dayanırlar. Ülkenin sahibi de ordunun sahibi de Allah’tır. Dolayısıyla Allah’a dayanırlar. Kur’an’ın vaadettiği günler elbette gelecektir. “Adil Düzen” gelecektir.
“Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakkın/ Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”
Mehmet Akif bunları söylediği zaman, çok kısa zamanda, birkaç sene içinde o zafere ulaşılmıştı. Bizim bir endişemiz ve sıkıntımız yoktur. Küfrün azıtması, sadece aydınlık şafağın yakınlığına delâlet eder.
Bu âyette çok önemli bir hususa işaret ermek gerekiyor. “Bütün nâs size karşı birleştiler.” deniyor.
Nitekim Mekke’de de böyle olmuştu. Bütün Araplar mü’minlere karşı birleşmişti. Boykot ilân etmiş, birkaç yıl mü’minleri hiç kimse ile temas ettirmemişlerdi. Kur’an’ı dinlemeyi yasak etmişlerdi. İçlerinde mü’minleri destekleyenler de vardı. Ama kimse açıkça çıkıp onları savunamıyordu.
Bugün de Adil Düzencilere karşı aynı ittifak yok mudur? Bizi içlerinden destekleyen yazarlar vardır, içlerinden destekleyen particiler vardır. Ama onlar bizimle görüşme cesaretini bile gösteremiyorlar. İşte bu durum bize bir şeyi müjdelemektedir. Allah’ın fethi ve nusreti gelince insanların fevc fevc “Adil Düzen”e akın ettiklerinin göreceksiniz. Sabırla, Allah’a tevekkül ederek “Adil Düzen”i öğrenmeye ve yaşamaya çalışmalıyız…
فَانْقَلَبُوا (Fa EıNQaLaBUv) “İnkılab ettiler. Dönüştüler.”
Savaştan dönmek anlamındadır. Savaştan sapasağlam döndüler. Yahut cihattan yara almadan kurtuldular anlamı vardır. Bir de yaralanıp sonra yaraları iyileşenler anlamına gelir. İster öldürme izni verilmiş cihad olsun, ister öldürme izni verilmemiş cihad olsun, mü’minlerden kimileri şehit olacaklardır.
Onları önce zikretti. “Onları ölü sanmayın, onlar sağdırlar, rızıklanmaktadırlar.”
Sonra da savaşta yaralananlardan bahsetti. Onlar iki kısımdır. Bir kısmının yaraları iyileşmemiştir. Onlar da şehitler hükmündedir. Bir kısmının ise yaraları iyileşmiştir. Onlar da hiç yara almamış hükmündedir.
İnkılab ettiler demek, yaralanmadan döndüler, yahut yaraları iyileşti demektir.
Savaşa katılanlar, ganimetin dörtte birini aralarında paylaşırlar. Bundan yaralılar da, şehitlerin varisleri de yararlanırlar. Ayrıca beşte birin on ikide biri yetimlere bölüştürülür. Şehitlerin çocukları oradan da pay alırlar. Başka beşte birlerden de pay almaya devam ederler. İyileşmeyen yaralılar da zi’l-kurbanın on ikide birinden pay alırlar. İyileşenler ise diğerleri gibi sadece ganimetin dörtte birinden pay alırlar.
بِنِعْمَةٍ مِنْ اللَّهِ (Bı NıGMaTın MıNa elLAHı) “Allah’ın bir nimeti ile.”
Allah burada savaştan veya cihattan sağlam çıkmayı Allah’ın bir nimeti olarak adlandırmaktadır. Allah bazı kimseleri korur demektir. Cihaddan sonra, savaştan sonra “Adil Düzen”de görev alacakları Allah koruyor.
Nitekim savaşlarda Hz. Muhammed, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali korunmuştur. Bediüzzaman ölünceye kadar korunmuştur. Şehit olan kimseler ise yüksek görevlere lâyık olmakla beraber, onlara ihtiyaç duyulmayan kimselerdir. Hazreti Hamza şehit olmuştur. Çünkü o sağ olsaydı, Hazreti Ali’ye birçok görev düşmeyecekti. O halde şehit olarak yüksek mertebelere çıkma olduğu gibi; sağ kalarak dünyadaki görevleri yapma da vardır. Hepsi Allah’ın takdiri iledir. Mü’minler bunların hepsine rıza gösterenlerdir.
وَفَضْلٍ (Va FaWLın)
“Nimet” yapılan çalışmalarda elde edilen kazançlardır. Deveyi beslersiniz; o da size süt verir, yün verir, et verir. Buğdayı ekersiniz, sonunda mahsul verir. Bunlar nimettir. Kendinizi savaşta veya cihatta korursunuz. Allah da yardım eder, sizlere bir şey olmaz. Bu nimettir. Tedbirlerin sonuç vermesi Allah’ın nimetidir.
Bir de hiç beklemediğiniz, bizim elimizde olmayan imkanlarla Allah’ın nimetine ulaşırsınız.
Kendi ordumuzla ülkemizi savunacak durumda olmamız Allah’ın bize nimetidir. Ama bir de dünya siyaseti nedeniyle bize doğanlar vardır. Bunlar Allah’ın “fadlı”dır.
ABD ile AB’nin Kıbrıs ve Irak’taki çıkar çatışması bizim işlerimizi kolaylaştırmaktadır. Bu Allah’ın nimetidir. CHP’nin bölünmesi sayesinde Müslümanlar onların şerlerinden emin olmuşlardır. Bizim tarafta yer almışlardır.
Biz burada CHP derken Baykal ve Ecevit’ten bahsediyoruz. Yoksa CHP’lilerin diğerlerinden yani bizimkilerden bir farkı yoktur. Bizim başörtümüze saldıranlar, bizim Kur’an okumamızı engelleyenler karşımızdadırlar. “Adil Düzen”e karşı olup, başörtüsü ve Kur’an kursu tarafında olanlar yanımızdadırlar.
Ne var ki, biz şunu biliyoruz ki, “Adil Düzen”i uygulayacak olanlar, bugün başörtüsü ve Kur’an kurslarını savunup “Adil Düzen”e karşı olanlar değildir. Bugün toptan İslâmiyet’e karşı olanlar yarın Adil Düzenci olacaklar ve “Adil Düzen”i onlar uygulayacaklardır. Bugün “Adil Düzen”e karşı olan Müslümanlar Medine Yahudileri gibidir. Başörtüsüne ve Kur’an kursuna karşı olanlar Mekke müşrikleri gibidir.
Sonunda İslâmiyet’i bunlar benimsemiş ve yaymışlardır. “Adil Düzen”i de CHP zihniyetinde olanlar benimseyip yayacaklardır. Ne var ki, onlarla çatışma içindeyiz. Ecevit’in Kavakçı eşkıyalığı, Baykal’ın resepsiyon saldırısı onların hâlâ karşımızda olduğunun açık delilidir. Ama bizim ümidimiz Saadetçilerden değil, AK Partililerden değil; CHP’lilerden, DSP’lilerden “Adil Düzen”in geleceğidir.
لَمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ (LaM YaMSaSHuM SUEun) “Onlara bir sû’ dokunmadan inkılâb ettiler.”
Yani, ölmeden ve yaralanmadan cihattan veya savaştan döndüler. Onlara bir kötülük dokunmadı. Bu manada olduğu gibi; onlar yaralandılar ama iyileştiler ve bir iz kalmadı anlamındadır. “İnkılab” kelimesi bunun için kullanılmıştır. Yolsa “Racaû” kelimesini kullanırdı.
Yukarıdan beri âyetlere bir varsayım üzerinden mana vermekteyiz. Cihatta ölenler ile sağ kalanlar ayırımı üzerinden açıklama yapıyoruz. Âyetlerin gelişi öyle ama, bu ifade gelinceye kadar bu bir varsayımdı.
Şimdi ise bu varsayım kesinleşmiş bulunmaktadır. Bu âyet o varsayım yapılmadan okunsa yanlış mana ortaya çıkar. Sanki savaştan veya cihattan herkes yara almadan, ölmeden dönecekmiş gibi anlaşılacaktır. Oysa burada savaştan yara almadan veya yara almış olsa bile iyileşen kimselerden bahsedilmektedir. Bütün mü’minlerden değil, böyle olan mü’minlerden söz edilmektedir.
وَاتَّبَعُوا رِضْوَانَ اللَّهِ (Va ıtTaBaGUv RıQVAyNa elLAHı) “Allah’ın rızalarına tâbi oldular.”
Gerek cihada başlarken veya kıtale giderken, gerekse zaferden sonra, Allah’ın rızasına tâbi oldular. Bütün bunları Allah için yaptılar. Kendi çıkarları için yapmadılar. Mü’minlerin Müslimlerden farkı budur.
Müslimler kendi çıkarları ile Allah’ın rızasını birleştirmişlerdir. Onlar da Allah rızası için hareket ederler, ama kendi kazançları için hareket ederler. Mü’minler de kendi kazançları için hareket ederler, ne var ki onların kazanmak istedikleri dünya değil âhiret yani cennettir, dünyevi kazançlar değildir. Mü’minler böyle hareket ederler. Ama Allah onlara da dünyevi kazançlar verir.
İzmir Akevler’i kurduğumuzda bize iki türlü ortak olanlar olmuştur. Bunlardan bir kısmı dünyevi kazançlarını helal yoldan sağlamayı gaye edindiler. Bunlar ev sahibi oldular, arsa sahibi oldular. Bir kısmı ise şeriat düzenine göre bir sistemin kurulmasını hedef edindiler. Bunların ortaklıkları duruyor.
Bunlar ev sahibi olmak için bu yatırımı yapmadıkları için tamamlamadılar da. Biz de onlara bir şey vermedik. Sadece fabrikaları ve arsaları duruyor. Akevler varlığını koruyor.
Bir yerimiz vardır. Aslında 4000 dönümdür. Bugün o yer 40 milyon dolar eder. Biz 100’er doları 400 ortaktan topladık Yarısı ile o yeri 23 ortaktan satın aldık. Bu yerin 150 seneye varan Osmanlı tapusu var. Orman olmadığı halde, bürokratlar ‘burası ormandır’ diyerek devlet adına gasbettiler!.. Biz diğer yarısı ile başka yerden arazi aldık. Orada daire arsa paylarını verdik. İmarını çıkardık. Yine bürokratlar muameleyi dört defa yenilettiler!.. Sonunda da değişik adlar takarak yine bize iş yaptırmadılar!.. Bir gün zulüm düzeni sona erer ve “Adim Düzen” gelirse, o zaman bu ortaklarımız da, onların varisleri de paylarını alabileceklerdir.
İstanbul Pendik/ Kaynarca’da yer almaya başladık. Bu sefer de insanlar zulüm ettiler. Gasbettiler, duruyor!.. Biz onları mahkemeye bile vermiyoruz. Oysa yargı bu haksızlığı hemen halletmelidir. Ama mahkemeye versek, dava on seneden fazla sürer. Varlığımız avukatlara yetmez, biraz da üzerine katmamız gerekir!
İşte buna tahammül eden mü’minler bir gün onlara zarar vermeden tekrar o haklara ereceklerdir.
Onlar Allah’ın rızasına tâbi oldular.
وَاللَّهُ ذُو فَضْلٍ عَظِيمٍ (Va elLAHu ÜUv FaWLıN GaJIyMın) “Allah azim faziletlidir.”
Allah’ın rızasına tâbi olmak demek, O’nun rızasının arkasından gitmek anlamına geldiği gibi; aynı zamanda Allah’ın onlardan razı olması demektir. Onlar Allah’tan razı oldular, Allah da onlardan razı oldu. Böylece Allah onlara büyük bir fadlda bulundu. Yani, Allah’ın nimeti ile onlara bir zarar dokunmadı, hoşnut hayatta yaşamaya başladılar. Ayrıca Allah onlara faziletiyle iyilik yapmıştır.
İstiklâl Savaşı’nı yapanlardan şehit olanlar oldu. Sonra savaşı kazanmanın refahını yaşadılar. Fazlından biz bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sahibiz. “Adil Düzen”i getirdiğimiz zaman beklemediğimiz fadlına da uğrayacağız. İnsanlığa yeni uygarlık getirmiş olacağız. Nasıl Batılılar Yunanlıları, Müslümanlar Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa cemaatini hayırla yâd ediyor ve onlara saygı gösteriyorsa; insanlık “Adil Düzen”i getirenlere de aynı saygı ve sevgiyi gösterecektir. Bu bir fadl olacaktır.
Burada “Fadl” nekire olarak gelmiştir. Allah her topluluğa farklı fazilet vermektedir. Ayrıca nekire gelmiş olması, cihad yapan veya savaşanlar zafere erdikten sonra bu cihad yapanların devlet içinde özel yerleri olmalıdır.
Akevler’i kuranlar, Millî Görüşü yayanlar, Risale-i Nûrları tedvin edenlerin bu çabaları değerlendirilmelidir.
Aslında onların bu değerlendirmelere ihtiyaç yoktur.
Ancak eğer bir topluluk bu ilklere saygı göstermezse, o topluluk sonra bu ilkleri çıkaramaz.
İlme de önem verilmelidir. Bilenlerin bilgileri değerlendirilmelidir. Değerlendirmezlerse aralarından alimler yetişmez. Sonra düşmanlarının sokaklarında sürünerek ülkelerini mahvederler.
Burada “Zü’l-Fadli” denmeyip de “Zü Fadlin” denmiş olması, devletin ve topluluğun böyle fazilet sahibi olması gerektiğini ifade etmiş oluyor.
Demek ki, Allah rızası için çalışanlar Allah’tan başka kimseden bir şey beklemeyeceklerdir. Ancak mü’minler, hattâ müslimler bunlara değer vermelidirler. Vermezlerse, kendilerine zarar vermiş olurlar. Ortaklık kuranlarda da durum benzerdir. Ortak olanlar bir şey beklemeyecekler, ama ortaklığı kuranlar son gayretleri ile ortakları kazandırmalıdırlar. Akevler yöneticileri hiçbir zaman bunu unutmamalıdırlar. Ellerinden geleni yaptıktan sonra olanlar Allah’a aittir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 266. SEMİNER Yorum-96 İstanbul, 22 Ağustos 2004
PAZAR GÜNLERİ YAPILAN ANKAR PROGRAMI
(Ali Erişen, Ankara’da değerlendirecektir.)
PARÇACIK
Biri pozitron diğeri elektron olmak üzere parçacıklar vardır. Bunlar en küçük parçacıklardır. Dünyamızda bunlardan küçük parçacıklar yoktur. Bunların elektrik yükleri eşittir, birbirlerinin etrafında dönerler. Böylece birbirlerinin üzerine düşmezler. Ancak bunlar birbiri etrafında dönerken çevre hızları ışık hızına ulaşır. Aynı zamanda dönüş alanına dik istikamette de yine ışık hızı ile ilerler.
Burada temel varsayımları kabul edelim.
1) Hiçbir parçacık ışık hızından daha fazla süratle ilerleyemez.
Bu konu Kur’an’da “Leyl neharı sebkat etmez.” âyetiyle sabittir.
“Leyl” gece anlamına geldiği gibi “madde” anlamına da gelir.
“Nehar” da gündüz anlamına geldiği gibi “ışık” anlamına da gelir.
2) Dönme cismin hızı dönme hızıdır. Bu da açısal hız ile uzaklığın çarpımıdır. w * r = v dir. Sahip olduğu enerji ise ½ * mo * (w * r) ^2 = ½ * mo * c^2 dir.
Çok önemli bir sonuç elde ettik.
Bir parçacık ışık hızına çıkınca sabit bir enerjiye sahip olup daha fazla enerjiye sahip olamaz. Yani, devri artarsa uzaklık kısalır, devri azalırsa uzaklık uzar. Ama parçacığın enerjisi hep sabit kalır.
3) Üçüncü önemli özellik, ışığın hızı da daima sabit kalacaktır.
Yani, ilerleme hızı değişmeyecektir. Her dönüşte bir dalga boyu ilerleyecektir. Dalga boyu ile ışık hızının saniyede dönüş sayısına bölünmesine eşit olacaktır. Dolayısıyla bir parçacık katarının taşıdığı enerji dönüş sayısıyla orantılı olacaktır. Ek = ½ * (m*w)^2 * f olacaktır.
Baştaki ½ katsayı hızın yavaş artması sebebiyledir. Eğer sıçrama ile olursa o kalkar.
O zaman Ek = (m*w)^2 * f = h * f dir. h = (m*w)^2
4) f arttıkça Ek de artacaktır.
Şimdi bu artma acaba sürekli midir?
w ve r yoksa atamlımıdr. İkinci varsayımımız sayısal olduğu şeklindedir.
Kur’an bunu “zariyat” demekle ifade etmiştir.
Kur’an zerreleri kurallı çoğul yapmıştır. Bu çoğul sayısal olmayan değerlerde kullanılamaz.
l * Ek= (m*w)^2 *f = h * f * l = h * c
K * T sıcaklığında bir zerrenin sahip olduğu enerji ise ve ondan da n tane varsa
n = h * c / (l*k*T) olacaktır. Bu T sıcaklığın l boyunda dalga boyu olan parçacığın sahip olduğu sayısıdır. Bu hızıyla orantılıdır. Parçacık hızları bu sayıya göre yüklenebilir.
Görülüyor ki, 19. ve 20. yüzyıldaki çalışmalar, deneyler yoluyla elde edilen formüller bazı makul varsayımlarla tümdengelim yoluyla elde edilebilmektedir. Bu varsayımlar Kur’an’ın öğrettiği varsayımlardır. Modern felsefe, böyle varsayımlarla, bugünkü müsbet ilimlerin vardığı sonuçlara tümdengelim yoluyla ulaşma ile oluşacaktır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 265. SEMİNER Yorum-95 İstanbul, 13 Ağustos 2004
CUMA VE CUMARTESİ GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR VE YENİBOSNA PROGRAMI
(Hasan Özket, Üsküdar ve Yenibosna’da kısaca anlatacaktır.)
LÂİK USUL - 1
İnsan davranışlarını aldığı kararlarla yapar. Önünüze meyve tabağı konmuştur. İçinde dört beş armut vardır. Size buyurun derler. Önce yeyip yemeyeceğinize karar verirsiniz. Sonra yemeye karar vermiş iseniz, armutlardan hangisini alacağınıza karar verirsiniz. Sonra soyarak mı yoksa soymadan mı yemeye karar verirsiniz. Her lokma koparışınız bir karara dayanır.
İnsan demek ki her davranışta birtakım kararlar alarak hareket etmektedir. Bu kararların çoğu iç sezilerle olmaktadır. İnsan doğuştan bunları bilmekte veya alışkanlık hâline gelmektedir. Ancak hayatınızdaki her kararı bu kadar basit ve kolay alamazsınız. Mesela, birisiyle evleneceksiniz, yahut okulunuzu seçeceksiniz, yahut bir işe gireceksiniz… Bu hususlarda alacağınız kararlar kolay değildir. Bir de siz çoğu kez kendi başınıza karar almazsınız, çoğu kez kararlarınızı paylaşmak zorundasınız. O zaman karşı tarafla uzlaşma durumunda kalırsınız. Hâsılı, karar alma mekanizması bizi hava gibi her nefesimizde takip etmektedir. Birçok zamanlarda havasız kalabiliriz.
İşte “usûl ilmi” bize karar alma yöntemini öğretmektedir. Karar alma sanatını öğreten ilme “fıkıh usûlü” denmektedir.
Elinizi armuda uzatırken orada seçme yaparken dilinizi kullanmazsınız, beyniniz karar alır. Bu tür karar alma mekanizması hayvanlarda da vardır. İlimler mesleklerine göre bunları öğretmekte, bunlara alıştırmaktadır.
Usûlün önemli hususu, “dil” ile ifade edilmesidir. Düşünmeyi dil ile yapmadır.
Dil ile ifade edilmeyen kararlar usûlün konusu değildir. Buna niçin gerek vardır?
Kararları belleğinizde saklayıp sonra onları değerlendirmeniz için “dil” ile ifade edilmesi gerekir. Başkasına aktarabilmek, onlarla paylaşmak için dil ile ifade edilmesi gerekir. Dil ile ifade dilmeyen bir şey başkasına aktarılamaz.
Topluluklar kurallarla oluşur ve yaşar. Kurallar da ancak dil ile ifade edilirse kural olur. Kuralları insanlar kendileri koyarlar, ama koyduktan sonra onlar o kurallara uymak zorunda kalırlar. Kuralları görebilmek için onların dille ifade edilmesi ve ifadelerin sonra yorumlanarak uygulanması gerekir. Hükmeden artık kural olmaz, hükmeden cümleler olur. O halde usûlün dayandığı temel “dil”dir.
İlim için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Bir şeyin ilim olması için onun dil ile ifade edilmiş olması gerekir. Dil ile ifade edilmeyen bir şey ilim olmaz. Nasıl dikilmemiş kumaş elbise olmazsa, dil ile ifade edilmemiş herhangi bir marifet de ilim olmaz. Bir insan dil ile ifade etmeden bir keman çalabilir, ama bu ilim olmaz. Müziğin ilim olması için notaya alınmış olması gerekir. Yani dil ile ifade edilmiş olması gerekir. Bir yerin haritası varsa biz o yeri biliyoruz demektir. Yeri görmüş olmak onu bilmiş olmamız için yeterli değildir.
Geçmişte cereyan eden olayların dil ile ifade edilmiş olanlarına “delil” diyoruz. Güneş 24 saatte bir doğmuştur. Bu delildir. Güneş 24 saatte bir doğacaktır. Bu da “hüküm”dür. Geçmişte olanlar hakkında söylediklerimiz “deliller” oluyor, gelecekte olacaklar veya olması gerekenleri söylemek ise “hüküm” oluyor. Bugün Türkçede bunları sebep-sonuç ilişkileri olarak ifade ederiz. Usûlcüler ve alimler, delil ve hüküm olarak ifade ederler. Hem ilimde hem de fıkıhta delil geçmiş için söylenenlerdir. Hüküm ise gelecek için bizim söyleyeceğimizdir. Bizim geçmişte söylediğimiz de gelecekte bize delil olur.
“Ben Çarşamba günü Ankara’ya geleceğim.” diye birisine söylerseniz, o hükümdür. Ama bu sözünüz Çarşamba günü Ankara’ya hareket etme kararı almanız için delildir. O söze dayanarak o gün Ankara’ya hareket edersiniz. Hareket etmeniz delil değildir, ama ‘hareket ettim’ derseniz bu delildir. Artık karşı taraf ona dayanarak, ‘saat altıda burada olacaktır’ diye bir kararı dil ile ifade eder.
Demek ki, delil ve hükümler bakımından ilim ile fıkıh arasında fark yoktur.
İlim bir delili alır, ondan çıkacak hükümleri sıralar. Merkezden çevreye doğru düşüncesini genişletir. Oysa fıkıhçı tersini yapar, birçok delilleri toplar, onları değerlendirerek bir yerdeki sorunu çözen hükmü ortaya koyar. O halde ilim “tümdengelim”dir, fıkıh ise “tümevarım”dır diyebiliriz. Fıkıh kuralı bulmada işe yarar. İlim ise kuralı uygulamada işe yarar. İlim delilleri üretir, delilerin dayanaklarını bulur ve dil ile ifade eder. Fıkıh ise bunlara dayanarak proje üretir. Sonra insan amel ederek o projeyi gerçekleştirir.
Fizik fakülteleri ilmi öğretir, mühendislik fakülteleri o ilimlere dayanarak projeler üretir, projeleri üretmeyi öğretir. Uygulayıcılar ise o projeleri hayata geçirirler. Bu sefer ilim onları ele alır, yapılanları dil ile veya proje ile ifade eder. Yani, fıkıhçı proje yapar. İş adamları onu realize ederler. İlim adamları ise uygulanmış olanların projesini yapar. Alim delilleri üretir. Fıkıhçı ise hükümleri üretir.
Fıkıh, delillerden hükümler çıkarma sanatıdır. Usul ise delillerden hükümlerin nasıl çıkarılacağını öğreten ilimdir.
Usul kitapları dört bölümü ele alır. Girişte usûlün tanıtımı yapılır. Ondan sonra deliller veya hükümler incelenir. Öğrenme bakımından önce hükümler, sonra deliller ele alınmalıdır. Ama öğretme bakımında önce deliller, sonra hükümler ele alınmalıdır.
Liselerde önce hükümler, sonra deliller incelenmelidir. Üniversitelerde ise önce deliller, sonra hükümler incelenmelidir. Bu usul ilimler için de geçerlidir. Buradan şunu öğreniyoruz ki, her konunun bir ilmi vardır, bir de fıkhı vardır.
Hikmet ilimleri, insanlara ne yapmaları gerektiğini öğretir. Ne yapmalıyız? Üretmeliyiz. Niçin? Yaşamamız için. Kimin yaşaması için? Bizim ve neslimizin yaşaması için. Niçin? Çünkü insanlık onlar ile yaşar, insanlar insanlık için yaşarlar.
Buraya kadar lâiklerle aynı hedefe doğru gitmiş bulunuyoruz. Ama bundan sonraki soruya cevap yoktur. Oysa dinler bu soruya cevap veriyor. Çünkü Allah vardır. O bizi yarattı, O bize bu görevi verdi; biz istesek de istemesek de bunları yapmalıyız. Yani, her şey Allah’a ve âhirete bağlanmaktadır. Bununla beraber pratikte gaye insanlık ve insanlardır. Bizim karşı çıktığımız, mesela kârı gaye edinenlerdir, devleti gaye edinenlerdir; bunu yaparken de insanlığı ve insanları unutanlardır.
Hikmet ilimleri, insanların gayelerinin neler olduğunu öğreten bir ilimdir.
Müsbet ilimler, insanlara hikmetin gösterdiği hedeflere nasıl ulaşılacağını öğretir. Karnımızı nasıl doyuracağız? Gayeye zarar vermeden, insanlığa ve topluluğa zarar vermeden karnımızı nasıl doyuracağız? Yani, birlikte hedefimize giderken nasıl varacağımızı öğretir. Bizi gayeye götürecek projeyi çizer.
Sanat ilimleri ise ameli yapma kabiliyetini kazandırır. İçtihat yaparsınız. İçtihada göre de amel edersiniz. Arabanın nasıl sürüleceğini bilmek yetmez. Elimiz ve ayağımızın da trafiğe alışık olması gerekir.
Fıkıh ilimleri, yapılanların gayeye uygunluğunu denetler ve ona yöneltir. Herkesin hakkını ortaya koyar. Kollektif üretimde kişilerin haklarını bölüştürür. Yaşama hayatında insanların hak ve görevlerini belirler. Kimlerin ne görevi vardır, ne yetkileri vardır, nerelerden sorumludurlar, sonunda ortak üründen payları nedir?.. İşte bu ilim “fıkıh ilmi”dir.
Eskiden bunlar sınırlı ve sayılı ise fıkhın kurallarını insanlar koymaktadırlar. İçtihatla, serbest sözleşmelerle, istişareli başkanlık kararları ile ve hakem kararları ile koymaktadırlar. Bu kurallar fıkhı oluşturmaktadır. Değişik yerlerde değişik zamanlarda değişik fıkıhlar ortaya çıkmaktadır. Çoklu ve yerel sistemler hakim olmaktadır. İşte “usûlü fıkıh” bu kuralların nasıl konacağını öğretmektedir. Fıkhı değil, fıkhın üretilmesini öğretmektedir, delillerden hükümlerin çıkarılmasını öğretmektedir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 266. SEMİNER Yorum-96 İstanbul, 20 Ağustos 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Reşat Nuri Erol, Üsküdar’da yorum olarak anlatacaktır.)
IMF ve Türkiye
Bundan 500 sene öncesinde Avrupa’da yeni bir gelişme başladı. Amerika’nın keşfi ile Avrupa dünyanın merkezi hâline geldi. Ticaretle meşgul olan Yahudiler o zamana kadar yaşadıkları toplumlarda en alt sınıfı teşkil ederken, bu dönemde ticaret sayesinde zenginleşip sınıf atladılar ve bu arada dünya ticaretini ellerine geçirdiler. Yahudiler, sömürülerini sürdürebilmek amacıyla 500 senedir dünyayı ateist bir düzene ulaştırmak için çaba göstermektedirler. Faiz Tevrat’a göre de haram olduğu halde, haricilere yani Yahudiler dışındaki kavimlere karşı karşı haram olarak sayılmıyor. İngiltere’de yerleşen bankerler sermaye güçleriyle dünyayı istilâ ettiler. II. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürü sermayesinin patronu olan bankerler merkezlerini Avrupa’dan Amerika’ya taşıdılar. Yahudi sermayesi ile kurulan ABD Merkez Bankası doları basmakta, dünyayı o sayede sömürmekte ve yönetmektedir…
Yahudiler dünya ekonomisine hakim olmak için önce Masonluğu tesis ettiler. Kendi nüfusları az olduğundan dolayı, dünyaya Masonların aracılığı ile hâkim oldular. Sonra “karşılıksız kâğıt para” keşfedilince de dünyaya “dolar” ile hâkim olmaya başladılar. Diğer devletlerin merkez bankaları dolara göre para çıkardı, doları da Amerika Merkez Bankası çıkardı. Bu bankanın (ABD Merkez Bankası) sahipleri, Amerika’da bulunan dünyanın en zengin Yahudi patronlarıdır.
ABD Merkez Bankası’nın dünya merkez bankalarına hükmetmesi için dünya devletlerine doları kredi olarak vermekte, sonra da onlardan doları ödemelerini istemektedir. Doları kredi olarak verirken nakit olarak değil de, mal olarak vermekte; mesela, silah vermekte, makine vermekte, uçak vermektedir… İsterken ise dolar olarak istemektedir!.. Diğer ülkeler dünya piyasalarından doları temin etmek için kendi mallarını yarı fiyatla satmakta, kendileri ise alacakları malları iki misli fiyatla almaktadır. Yahudiler bu düzen sayesinde dünyanın gelirinin dörtte üçünü sömürmektedir.
Başka bir sömürü aracı daha vardır:. Kâğıt parçasını yani “karşılığı olmayan kâğıt para”yı kredi olarak vermekte; sonra onun faizini “emek” olarak, “ham madde” olarak, “ürün” olarak almaktadır. İşte ABD’nin zenginliği bu sömürüye dayanmaktadır; Yahudilerin zenginliği bu sömürüye dayanmaktadır.
Türkiye’nin 200 milyar dolar dış borcu vardır. Ödediği faiz %15’tir. Yani, her yıl 30 milyar dolar faiz ödemektedir. Türkiye’de 15 milyon aile vardır. Demek ki her aile senede 2000 dolar faiz ödemektedir. Bir aile senede 4000 dolarlık iş yaparsa, demek ki gelirinin yarısını ABD Merkez Bankası’na faiz olarak ödemektedir!.. Böyle giderse, çok değil, sadece 10-15 yıl sonra bu borçların faizi bile ödenemez seviyelere çıkacaktır. Türkiye’nin bu yüzden yıkılacağını daha önce defalarca yazdık.
IMF, batırmak istediği devletlere “batırma formülleri ve programları” empoze etmektedir. Yaşatmak istediği toplulukları da sömürdüğü kadar sömürüp yaşatmak istemektedir. Ahırdaki bir inekten süt sağarsın ama onu beslersin. Sütü azaldığı zaman da onu kesip etini yersin! Karşılıksız kâğıt para yani dolar basan Amerika Merkez Bankası da böyle yapmaktadır. İnsanlar onun için sadece birer sağımlık inektir! Sağılır yani sömürülür ve günü gelip sütü kalmayınca kesilir! Zaten Yahudilerin bâtıl inancına göre tüm insanlar birer hayvandır, Yahudilere hizmet versinler diye yaratılmışlardır! Tüm insanlık da yaptıklarıyla bunları tasdik etmektedir!..
Türkiye ise 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde akdedilen Yahudi Kongresi kararı gereği, vakti gelince kesilecek bir inektir! Çünkü sütü iyi olsa da huysuzdur, kolay sağılamamaktadır. Yahudi Kongresi’nden 100 yıl sonra, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en başarılı hükümet olan Refahyol Hükümeti’ne karşı 1997’deki 28 Şubat Müdahalesi bunun için yapılmıştır. Başbakan Erbakan gibi bu oyunları bilen biri iktidardan uzaklaştırılmış, onun yerine Ecevit Hükümetleri getirilmiştir. Uygulattıkları IMF program ve formülleri ile de Türkiye şimdiye kadar kesilmiş inek olacaktı… Olmadı!..
IMF programlarının başarısız olmasının birkaç sebebi vardır:
a) 1997’den beri uygulanan IMF formülleri ile “kayıtlı ekonomi”deki bir ülkenin iki sene içinde işi bitirilir. Mesela, bu devlet Almanya olsa, II. Dünya Savaşı’ndan beter olarak dağılırdı. Ama Türkiye’de “kayıt dışı ekonomi” olduğu için Merkez Bankası etkin olamıyor. Bundan dolayı IMF Türkiye’yi yıkmaya muvaffak olamadı.
b) Türkiye’nin güçlü milli ordusu vardır. Devlet yıkılmaya doğru gidince müdahale ediyor ve devletin yıkılmasını önlüyor. Dolayısıyla 28 Şubat’tan sonra ordu değişik taktiklerle ve örtülü müdahalelerle Türkiye’nin yıkılmasını önlemiş, AK Parti’yi de o getirmiştir.
c) Dünya üzerinde “Dolar” karşısında “Euro” ortaya çıkmıştır. Doların bağımsız keyfî dolaşması önlenmiştir. Başlangıçta doları dengelemek için Yahudilerin desteği ile bu para çıkmıştır. Ancak, şimdi Dolar ile Euro arasındaki yarış o durumu almıştır ki, artık Yahudi sermayesi duruma hâkim olamamaktadır. Nitekim sosyalizm ile kapitalizmi de kendisi kurmuş ama sonra hâkim olamamış, dolayısıyla sonunda birini dağıtmak zorunda kalmıştır. Acaba bu problemi çözebilecek mi; bilinmiyor...
d) Dünyanın her tarafında “halk ekonomisi” oluşmaya başlamıştır. Bu halk ekonominin dünyadaki öncülüğünü de Türkiye yapmaktadır. Halk ekonomisinde merkez bankasının yanında halkın ürettiği paralar vardır. Bakkal defteri, taksitli satışlar, banka kartları, bankadan geçmeyen bono senetleri ve çekler artık halk ekonomisinin paraları olmuştur.
Bu sebeplerden dolayı IMF program ve formülleri Türkiye’de sonuç vermemiştir.
IMF’in Türkiye’yi yıkma formülü neydi?
IMF programına göre ülkeden para çekilecek, herkes işsiz kalacak, devlet gelirleri azalacak, böylece halk aç kalacak ve birbirine girecek, ordu dağılacak… Sonunda komşu ülkelerin müdahalesi ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılacaktı...
Piyasadan para çekerek piyasayı parasız bırakmak suretiyle devletin yıkılacağı çok eskiden beri bilinmektedir. Devleti ayakta tutmak için piyasaya para sürmek gerekir. Bu sebepledir ki Firavunlar ehramları yani piramitleri yaptırdılar. Devletler mabetleri, kiliseleri, camileri, sarayları hep piyasaya para sürmek için yaptırdılar. Bunun ilmî açıklamasını çok açık ve net olarak İbni Haldun yapmıştır. Sonra Keynes bu formüle dayanarak dünyayı 1930’ların büyük ekonomik krizinden çıkarmıştır.
Avrupa’nın merkez bankaları hep bu formülle çalışırlar. İşsizlik olunca piyasaya para sürerler, enflasyon başlayınca piyasadan para çekerler. Avrupa’daki merkez bankalarının temel işlevi budur.
Türkiye’de ise bunun tam tersi yapılmış ve işsizlik varken piyasadan para çekilmiştir! Bu uygulama kayıtlı ekonomi ile çalışan bir ülkeyi yıkıverir. Ama Türkiye’de kayıt dışı ekonomi olduğu için bu oyun tutmadı ve “halk ekonomisi” sayesinde ülke varlığını sürdürmeye devam etti.
Türkiye’de ne oldu da ekonomi çökmedi?
Piyasadan para çekilince, İstanbul sermayesi IMF talimatına uydu ve o da piyasadan parayı çekti. Türkiye birkaç ay içinde yıkılacaktı. Ne oldu? İstanbul sermayesi eridi, Anadolu sermayesi ortaya çıktı.
Anadolu Holdingleri bu gelişme üzerine bizzat devlet eliyle yıkılmak istendi. Bu yöndeki çabaları hatırlayınız. Anadolu aslanları mücadelelerini sürdürdüler ve onlara saldıranlar başarılı olamadı. Anadolu’da halkın kendi sermayesi doğmaya başladı. İstanbul merkez olmaktan çıktı, Anadolu’da “halk sermayesi” doğdu. Beş senelik ağır krizden sonra Anadolu sermayesi gelişmeye başladı. İstanbul sermayesi de bu gelişme üzerine artık IMF talimatına uymamaya başladı. İşte AK Parti zamanındaki ekonomik canlılık böyle başladı.
Henüz inşaat sektörü faaliyette değildir. Bir-iki sene sonra o sektör de canlanmaya başlar.
İşte bu beklenmedik olay ve gelişme karşısında IMF yetkilileri de şaşkın durumdadırlar. Öldürmek için verilen zehir hastayı iyileştirdi! AK Parti de IMF ile birlikte şaşkın durumdadır! Ekonomiden anlamayan ekonomi uzmanları aval aval olanları seyretmektedirler. Henüz bu iyileşmenin nasıl olduğundan habersizdirler.
Bugün gelinen noktada, hem Türk ekonomisini yönettiğini zanneden zavallı yetkililer, hem de IMF yetkilileri ne yapacaklarını bilmez durumdadırlar…
İşte bugünlerde sunulan “yeni anlaşma” aslında anlaşmama şeklindedir.
Aslında her iki tarafın da olanları seyretme dışında yapacakları bir şey yoktur!..
AKP Hükümeti’nin intihar gibi çılgınca icraatı nedir?
Dünyanın her yerinde köylü desteklenir; tarlanı ek de biz aç kalmayalım diye destek verilir. Türkiye’nin akıl dışı uygulama şampiyonları, IMF isteğine dayanarak köylüye “tarlanı ekme” diye para dağıtıyorlar!..
Böylece Türkiye aç bırakılacak ve anarşi çıkarılacaktır. Mesela, Tarım ülkesi olduğumuz hâlde; buğday ekmeyelim, tahıl ekmeyelim, mısır ekmeyelim, şeker pancarı ekmeyelim!.. Peki, gelecek sene ne yiyeceğiz?!.
Dışarıdan ithal edeceğiz! Nasıl ithal edeceğiz? Elbette borç alarak! Borç da vermezlerse ne olur? Açlıktan kırılır ve birbirimize gireriz! Ekmek parasına birbirimizi kırarız!..
İşte ülkemizi yönettiğini zanneden zavallı şaşkın AKP Hükümeti bunu yapıyor!..
Allah’tan halkımız hükümetimiz gibi şaşkın değildir. Hem bu parayı alıyor, hem de tarlasını ekiyor. Böylece “halk ekonomisi” gelişmeye devam ediyor.
ABD AK Parti Hükümeti’ni iki sene içinde yıkacaktı. Ancak şimdi bunu başaramayacağını biliyor. Yıkma planını her halde üçüncü yıla erteledi. Bu gelişme de AK Parti’ye nefes aldırdı.
Şimdi bugün gelinen durumda ne olacak? AK Parti eğer akıllanır da “faizli ekonomi”den vazgeçerse, o zaman bu erteleme Türkiye için zafer yılları olacaktır. Yok genel uygulamayı inatla sürdürür, faizli düzeni yani Allah ile savaşı devam ettirirse, sonu beklemediği yerden vurulma olacaktır. Duamız, AK Partililerin akıllarının başlarına gelip faizli sistemden vazgeçmeleridir. Bu zor bir iş değildir.
Akevler Adil Düzen Ekibi, IMF’i de rahatsız etmeden devlet düzenini faizsiz sisteme geçirebilir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 266. SEMİNER Yorum-96 İstanbul, 20 Ağustos 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Üsküdar’da Selahattin Öztürk değerlendirecektir.)
İstanbul IMF’ye Karşı Ne Yapmalı?
İstanbul dünyanın ekonomik merkezidir. Amerika’nın batısı ile Tokyo, İstanbul’dan eşit uzaklıktadır. Kuzey Buz Denizi ile Afrika’nın güneyi olan Ümit Burnu da İstanbul’a eşit uzaklıktadır. Avrupa Asya’ya Türkiye’den bağlı olduğu gibi Karadeniz ile Akdeniz de İstanbul’dan bağlıdır. Kara, deniz, hava ve demir yolları ile dünyanın en kolay ulaşılan yeridir. İstanbul 15 milyon nüfusu ile her türlü işi yapmaya müsait bir şehirdir. Ayrıca 2500 yıldır dünyanın siyasi merkezi olmuştur. Süper güç olmak için İstanbul’a sahip olmak yetmez, ama süper güç olmak için İstanbul’a sahip olmak gerekir. Bu sebepledir ki Bizans’ı almak için Avrupa’dan sık sık saldırılar olmuştur. Hunlar, Cermenler ve Latinler; sonra Araplar ve Türkler hep buraları almak istemişlerdir.
Bugünkü Avrupa siyaseti İstanbul’u ele geçirmek üzerine oturmuştur. Ruslar, Almanlar, Fransızlar ve İngilizler hep buranın hayalini kurmuşlardır… Şimdi de İsrail adına ABD İstanbul için yanıp tutuşuyor…
IMF Türkiye’ye ülkeyi yıkacak formüller dayatmaktadır. Kendi paranızı basmayın!.. Ülkenizde TL değil de Dolar faaliyete geçsin; sonunda TL kalksın ve piyasayı dolar yönetsin!.. Yani, Türkiye Amerika’nın seçimlere katılmayan bir müstemlekesi olsun! Tabii o haliyle ülkeyi yaşatmak durumunda değildir. Necmettin Erbakan gibi buna karşı gelenler iktidardan indiriliyor. R. Tayyip Erdoğan ise onların dediklerini yapmaya devam ediyor. Ama bilsinler ki, bütün tavizlerine rağmen AK Parti’yi yine de orada tutmayacaklardır.
İstanbul kendi kendisini kurtarabilir, IMF planlarını boşa çıkarabilir.
Bir parti; mesela Saadet Partisi, mesela Büyük Birlik Partisi, mesela Bağımsız Türkiye Partisi, mesela Milliyetçi Hareket Partisi İstanbul’u IMF’den azat edebilir. Nasıl?
Bu kurtuluş programını benimseyen parti “Kooperatif” kuracaktır; Kredileşme Kooperatifi.
İstanbul halkı taşınmazlarını bu kooperatife ipotek edecek, karşılığında “kredileşme kredisi” alacaktır. Bu krediyi nakit olarak almayacak, hesabında şu kadar “gram altın” diye kredisi bulunacaktır. Bu taşınmazın değeri takdir edilecektir. Kredi açılırken uzlaşarak takdir edilecektir. Kişi borcunu ödeyemediği zaman bu taşınmaza borcu kadar el konacaktır. Mesela, daire 100 milyarlıksa, 80 milyar değeriyle el konacaktır. Tamamı ödenerek bu taşınmaz elinden alınabilecek veya kalanıyla ortak olarak kalacaktır.
Kooperatifin açtığı bu kredi kadar herkes birbirine mal verebilecek, mal alabilecektir. Mesela “akbil”inde “bu kadar altın gram karşılığı TL alacaklıdır” yazılı ise; bakkala gittiği zaman veya mağazaya gittiği zaman o kadar malı alacaktır. Bakkal veya mağaza da başka yerden o kadar malı alabilecektir. Dolayısıyla İstanbul içinde “para” yerine “Kooperatif Kredi Kartı Hesabı” geçerli olacaktır. İhraç edilen mallar para ile ihraç edilecek, ithal edilen mallar para ile ithal edilecektir. İstanbul ticaret merkezi ve sanayi merkezi olduğu, daima ihraç ettiği mal daha fazla olacağı için İstanbul’da yabancı paralar ve Türk Lirası fazlasıyla yer alacaktır.
Anadolu’da ve dünyada “Mala-Mal Marketleri” kurulacak ve İstanbul’dan mal gönderip oralardan mal alınacaktır. Bu uygulama sayesinde İstanbul dünya ile de parasız alışveriş yapacaktır.
Bunun anlamı nedir? IMF’nin zaten iflas eden formülleri hepten iflas edecektir.
Güçlenen Türkiye ordusunu takviye ettikten sonra, ABD saldırılarına karşı Türk Ordusu Türkiye’yi savunma gücüne sahip olacaktır. Dolayısıyla korkmaya gerek yoktur. Zaten IMF iflas etmek üzeredir. Dolar tepetaklak gitmek için nefes nefesedir. Bu arada devletimiz yıkılmasın… İstanbul’umuzu kaybetmeyelim…
Bu söylediklerime kulak vermezseniz, kendi kendinizi yenileyemezsiniz, çöküp gidersiniz…
Sonra size ne yer ne de gök ağlamayacaktır…
Bu öneri aşağıdaki yerlere ulaştırılmalıdır:
1) İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın bizzat eline verilmelidir.
Bu görevi Hasan Hacıbektaşoğlu yerine getirecek ve bizzat başkanla görüşecektir.
2) AK Parti İstanbul İl Teşkilatı Başkanı’na verilmelidir.
Bu görevi Yaşar Gönül yapacaktır ve bizzat başkanın eline kendisi teslim edecektir.
3) Saadet Partisi İstanbul İl Teşkilatı Başkanı’na verilmelidir.
Bunu Selahattin Öztürk yapacak ve bizzat başkanın eline verecektir.
4) Milliyetçi Hareket Partisi İstanbul İl Teşkilatı Başkanı’na verilmelidir.
Bunu Dr. Lütfi Hocaoğlu yapacak ve kendisi gidip eliyle başkana verecektir.
5) Büyük Birlik Partisi İstanbul İl Teşkilatı Başkanı’na verilmelidir.
Bunu da Reşat Erol yapacak ve bizzat gidip başkanın eline verecektir.
6) Bağımsız Türkiye Partisi İstanbul İl Teşkilatı Başkanı’na verilmelidir.
Bunu da Hasan Özket yapacak ve gidip bizzat başkanın eline teslim edecektir.
Sonra Akevler önderliğinde bunlarla bir toplantı yapılmalıdır. Böyle bir kooperatifin kurulmasına karar verilmelidir. Mektupların ulaşıp ulaşmadığı her Cuma ve Cumartesi seminer toplantılarında değerlendirilmelidir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92