ADİL DÜZEN 274
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 15-17 Ekim 2004 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 274. SEMİNER (CUMA-C.TESİ-PAZAR) İst. - Ank., 15-17 Ekim 2004
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00), Cumartesi Yenibosna (18.00-21.00)]
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 54
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 18.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol, Lütfi Hocaoğlu, ve ………..… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Cuma günü Üsküdar’da Reşat Nuri Erol tarafından; Pazar günü Ankara’da Sabri Tekir tarafından anlatılacaktır.
Süleyman KARAGÜLLE
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَنْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِمْ خَاشِعِينَ لِلَّهِ لَا يَشْتَرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ ثَمَنًا قَلِيلًا أُوْلَئِكَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ(199)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ(200)
وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ (Va EınNa MıN EaHLı eLKıTABı) “Kitab ehlinden vardır.”
Usulde kabul ettiğimiz bir kural vardır, metinde aynı anlama gelen iki ayrı kelime kullanılmaz. Buna karşılık değişik anlamları olan kelimeler çok kullanılır. Bu usul fıkıhçılar tarafından Kur’an’ın yorumu için geçerli sayılmış, bugün bütün dünya metinlerinde uyulmaya çalışılan bir kuraldır. Buna göre Kur’an’da “kitap ehli” ve “kitap verilenler” tabirlerinden anlayacağımız nedir? Aralarında ne fark vardır?
“Kitap ehli” demek, kitaba sahip olan kimseler demektir. Kitap, kanunlardır; kanun ehli demek olur. Yani, şır’ası olan keyfî yönetim değil de, kanun yönetimine tâbi olan demektir. Buna bugün hukuk düzeni denmektedir. Karşılığında da polis düzeni tabir edilmektedir.
“Kitap verilenler” ise kitapları Allah tarafından gönderilen kimselerdir. Bunlar bugün büyük gruplar hâlinde Hıristiyanlar (Yahudiler onların içindedir), Brahmanlar (bugün İnduistler) Budistler ve Müslümanlardır. Bunların Allah tarafından gönderilmiş hidayet ve rahmet olan kitapları vardır.
Kur’an dışındaki kitaplar derece derece tahrif edilmiştir. Kur’an son kitaptır.
“Kitap ehli” demek, aynı zamanda Allah’a ve âhirete iman eden demektir. Allah’a iman etmek demek, tabiî ve sosyal kanunlara iman etmek demektir. Âhirete iman etmek demek, insanın kendisini tabiî ve sosyal düzen içinde sorumlu görmesi demektir. “Ben bu Kâinatın parçasıyım, Kâinatta abes olan yani hiçbir işe yaramayan bir şey yoktur. Benim de görevlerim vardır. Ben bu görevleri yapmaktan sorumluyum.” diyen kimse demektir. Kitab ehli bunlardır.
“Min” gelmiştir. Onlardan biri demektir.
Bu sûre içtihat ve icmaları insanlara öğreten bir sûredir. Bakara Sûresi’nden sonra gelmiştir. Bakara’da daha çok eskiden beri bilinen Tevrat şeriatı anlatılmaktadır. Âl-i İmrân ise şeriatı olmayan Hıristiyanlığı ele alarak, Hıristiyanların ve Müslümanların şerait eksikliğini nasıl tamamlayacağını öğretmektedir. İçtihat ve icmaları anlatmaktadır.
İncil’de Hazreti İsa’nın; “Size söyleyeceklerim vardır. Ancak siz şimdi onlara dayanamazsınız. Ben gidiyorum. Benden sonra biri gelecek, o size söyleyecek, ona uyun.” demiş olması işte budur.
İçtihat ve icma sistemdir. Şimdi son olarak bütün kitap ehli olanlardan yani devlet kurmuş ve hukuk düzenini kabul etmiş olan kimselerden bu son âyetlerde bahsetmektedir.
لَمَنْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ (LaMaN YuEMıNu Bi elLAHı) “Allah’a iman eden kimse vardır.”
Kitap ehlinden Allah’a iman eden kimse vardır. Allah’a iman etmek ne demektir?
Kâinatın bir var edicisi vardır. O’nun tabiî ve sosyal düzeni vardır. Ben o düzene uyarsam o düzen beni korur. Bana zulmetmez, haksızlık yapmaz demektir.
Bunun yanında İnsanlık Allah’ın halifesidir. Yeryüzünde Allah’ı temsil etmek üzere var edilmiştir. Ben insanlık içinde ve insanlığın bir parçası olarak devletim, bucak ve ocağım için çalışırsam o topluluk beni korur.
İşte böylece insan tabiî ve sosyal düzene uymayı taahhüt eder ve onun içinde kendisini güven içinde hissederse, o Allah’a iman etmiş olur. “Ben Allah’a iman ettim” deyip de sonra tabiî düzeni bozarsa, sosyal düzende fesat çıkarırsa; o mü’min değil, münafıktır.
Demek ki kitap verilmiş olsun olmasın, kitabı olanlar, hukuk düzeni olanlar arasında mü’minler de vardır. Onlar Allah’a iman etmekte, tabiî ve sosyal kanunlara uymaktadırlar.
وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ (Va MAv EuNZıLa İLaYKuM)
“Size inzâl olunana da iman ederler. Onlara da uyarlar.”
Burada “Vellezî ünzile ileyküm” denmemiş; “Vemâ ünzile ileyküm” denmiştir. Çünkü burada inzâl edilenden kasıt Kur’an değildir. Burada inzâl olunan, içtihat ve icmalarla sabit olanlardır. Yani, bizim ürettiğimiz hukuktur. Bunlar şu yollardan üretilmektedir:
a) Kişinin kendisi, kendisi için “içtihat” yapar. Kurallar üretir. Bunu çevresine ilân eder; “Ben böyle davranacağım” der. Çevredekiler de onun öyle davranacağını bilirler. Onunla ilişki kuranlar bu ilişkileri kurarken o kurallar içinde kurarlar. İçtihat yapana inzâl olunmuştur. Çevredekilerin onun içtihatlarını içtihat yapan için kabul etmeleri ona iman etmek demektir. Yani kişinin içtihatlarını güven altına alıyorlar. Tamam diyorlar; seninle ilişki kuranlar senin içtihadına göre seninle ilişki kuracaklardır. Uymayan olursa, biz dayanışma içinde senin içtihatlarını güven altına alıyoruz. Sana güvence veriyoruz derler.
b) Bize nâzil olanlardan ikincisi ise “sözleşmeler”dir. Biz aramızda uymak amacıyla sözleşme yapmış isek, onlar bize nâzil olmuştur. Kamu bu sözleşmeleri teminat altına alır. Yani, sözleşmeye uymayan kimselerin verecekleri zararlar dayanışmaca giderilir. Yani, sözleşmenin hükümlerini devlet güvence altına alır. Bu devlet de mü’minlerden oluşur.
Bu âyet bize açıkça gösteriyor ki, asker olmak için ehli kitap olmak yeterlidir. Kur’an ehli veya kitap verilenlerden olmak gerekmez. Yeter ki bizim hukukumuzu güven altına almaya katılsınlar. Bizimle gerekirse savaşsınlar. O zaman cizye vermez, ehli iman olurlar. Kitapları ise kendilerine ait olur.
وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِمْ (Va MAv EuNZıLa EıLaYHıM)
“Ve kendilerine inzâl olunanları güven altına alanlar vardır.”
İşte İslâm devlet anlayışı ile Batı devlet anlayışı arasında en büyük fark budur.
Bizim yaptığımız kanunları, kendi içtihat ve icmalarımızı başkalarına uygulamayız. Herkesin kendi içtihat ve icmaları ile amel etmesini isteriz. Onların bu icma ve içtihatlarını güven altına alırız. Devlet kendi yaptığı kanunları değil, halkın kendileri için yaptığı kanunları güvenceye alır.
Bir ortak ambarımız olsa, herkes içine mallarını koysa, bekçi tutsak, bizim mallarımızı beklese; işte devlet budur. Yoksa bekçi kendi ürettiği malları ambara koysa, sonra onu beklese, bir de çıkıp bizden haraç istese, ben mallarımı bekliyorum bana ücret verin dese; ne kadar gülünç olur.
Biz devlete vergi veriyoruz ki devlet bizim kendi sözleşmelerimizi güvence altına alsın. Buna ‘sözleşme serbestliği’ denir. Avrupa bunu İslâmiyet’ten öğrendi, ama hâlâ uygulayamıyor Yani, onlar bizim sözleşmelerimizi güvence altına almıyor, kendi sözleşmelerini güvence altına alıyor.
“Ellezî ünzile ileyhim” denmemiş, “Mâ ünzile ileyhim” denmiş. Dolayısıyla buradaki “Mâ” Tevrat’ı ve İncil’i ifade etmiyor. Kendi kitaplarından onların anladıklarını yani içtihat ve icmalarını içeriyor.
Şimdi biz burada klasik tefsirlerde göremeyeceğiniz anlamları yükledik. Ancak bunu keyfî olarak yapmadık. Tamamen Arapça’nın basit ve her Arapça bilenin bildiği kuralları içinde anladık ve yazdık.
خَاشِعِينَ لِلَّهِ (PaŞıGIyNa Lı elLAHı) “İçtihat ve icma halleri içinde olurlar.”
“Haşab” kuru sert odundur. “Haşın” de sert demektir. “Haşa” ise rüzgar estiğinde eğilen yumuşak çalı veya dal demektir. “Haşyet etmek” de yakınlaşmaktır. Karşı tarafı kırmaktan korkmak, saygısızlıktan korkmak demektir.
Namazda kunut etmek demek, başını kaldırıp karşı tarafın sözlerini dinlemek, kulak kesilmek demektir. Huşu etmek de, başını secde yerine doğru eğip dış dünya ile ilişki kesip Allah’la doğrudan doğruya baş başa kalmak, içe dönmek demektir. Namazda her ikisi de farzdır. Kıraatte ‘kunut’ içinde olacaksınız, sonra başınızı eğip kendiniz okuyacak veya tezekkürde bulunacaksınız; bu ‘huşu’dur.
“Hâşiğîne lillahi” demek, Allah’ı düşünerek kendi kendine içtihat yapmak demektir.
Kunutta dinleme, duyma, delil toplama vardır. Huşuda ise düşünme ve Allah’tan gelecek ilhamı bekleme demektir. Bir de bakarsınız ki beyninizde bir çözüm üretilmiş olur. İşte bu Allah’tan bize nâzil olandır. Yani, içtihat ve icma yaparak; hem kendi içtihat ve icmalarını, hem de sizin içtihat ve icmalarınızı güvence altına alırlar. İmanın askeri olurlar.
Kur’an düzeninde zorla askere almak yoktur, zorla savaştırmak yoktur. İsteyen bedel vererek askere gitmez ve savaşa katılmaz. Bu insanın en tabiî hakkıdır.
Zina yapmak insanın hakkı değildir. Ama askere gitmemek insanın hakkıdır. Evlenmek hakkıdır. Meşru yoldan cinsi ilişki kurmak hakkıdır. Ama adam öldürmek hakkı değildir. Cenini ziyan etme hakkına da sahip değildir.
لَا يَشْتَرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ (LAv YaŞTaRUvNa Bı EAvYAvTı elLAHı)
“Allah’ın âyetleri ile satın almazlar.”
“Allah’ın âyetleri” dendiğinde, Allah’ın tabiî ve sosyal kanunlarını ifade eden Kur’an’ın sözleri demektir. Gerçekleri demektir. İlmen sabit olanları demektir.
Zinanın bir suç olduğunu herkes bilir. Ancak onu söylese, zina yaptığını ortaya koysa, küçük makamından olacak, itibarı zedelenecektir. Dolaysıyla ucuz bir değerle değiştiriverdiler.
Müsbet ilimlerin ve sosyal ilimlerin ortaya koyduğu gerçekleri tahrif ederek kendi düzenlerini yalana oturtmak istemektedirler. Kadın-erkek eşitmiş, çocuk-büyük eşitmiş, yaşlı-genç eşitmiş, bilen-bilmeyen eşitmiş!.. Herkes bilir ki bunların hepsi yalandır. Elbette bunların kişilikleri eşittir; ama kendileri eşit değildir.
Bunu ayıramayacak kadar akılsız değiller; ama sözde kadın-erkek haklarını eşitliyorlar. Haklar eşitse yükümlülükler de eşittir. O zaman erkekler de çocuk doğurmalıdır, kadınlar da askere gitmelidirler! Erkeklere çocuk doğurtamadığımıza göre, kadınları askere alsak onlara zulmetmiş oluruz. Kadınları askere almadığımızda, askerlik yapanlara verdiğimiz görevlerle ilgili yetkileri kadınlara versek, bu sefer de işe ihanet etmiş oluruz.
Demek ki, herkes bilir ki eşit olmayan eşitlenemez. Ama siyasette ‘eşitlik’ yaygarası devam ediyor. Böylece Allah’ın tabiî ve sosyal kanunlarını satıyorlar.
ثَمَنًا قَلِيلًا “Kalil semeni”
Daha önce de açıkladığımız gibi; bu satanlar büyük sermaye sahipleri veya iktidar sahipleri değil, görevli memurlardır. Küçük çıkarları için doğruyu söylemiyor ve savunmuyorlar. Allah’ın âyetlerini en basit bir para için satıyorlar. Az bir paraya yani ucuza satıyorlar. Bedava verip küçük para alıyorlar. Ona küçük para kadar bile değer vermiyorlar.
Ama onların içinde öyleleri vardır ki, böyle yapmıyor, doğruya doğru diyorlar. Onlar kendilerini ve şöhretlerini düşünmeden, kaybedeceklerini bilseler de, Allah’ın tabiî ve sosyal kanunlarını çiğnemezler. Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye zinayı suç saymayanlarla bir olmazlar. Onlar helâk olacaklardır. Ama kitap ehli olanlar içinde gerçekleri bilen ve söyleyenler vardır.
Bugün bütün basın ve medya tüm kapsamı ile sömürü sermayesinin elinde olduğu için bu söyleyenleri siz duyamıyorsunuz. Ama bir gün ‘halk basını’ oluşacaktır; sermayenin basını değil de halk basını oluşacaktır. O zaman göreceksiniz; zinacılar ve faizciler kaçacak delik arayacaklardır. Deniz onları gark ettiği zaman, “Musa’nın Rabbine inandık!” diyecekler ama iş işten geçmiş olacaktır.
Kim faizcilerin ve zinacıların başarıya ulaşacağına inanıyorsa o Allah’a inanmıyor, o Kur’an’a inanmıyor demektir. Onlar mağlup olacaklar ve cehennemde haşr olunacaklardır. Biz mi gaflet ve dalâletteyiz, yoksa onlar mı, bu o zaman belli olacaktır. Müslümanların soykırımına uğratılacaklarını iddia edenler gerçekleri göreceklerdir. Bizim acelemiz olabilir, ama Allah’ın acelesi yoktur.
أُوْلَئِكَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ (EuLAEıKa LaHuM ECRuHuM) “İşte onların ücretleri vardır.”
Evet, onlar kalil semene Allah’ın âyetlerini, tabiî ve sosyal kanunları, müsbet ilmi satmadılar; ama onlar Rab’larının emrettiği cihadın, imanın, güvenliğin ordusu oldular.Oradan aldıkları ücret çok daha fazla ve büyük oldu.
Taviz vererek, “Adil Düzen”i bırakarak iktidarı satın alanlar, servet kazananlar, bunun boş bir meta olduğunu anladılar; ve daha da anlayacaklardır. Oysa sabredip “Adil Düzen”de ısrar edenler için ise iki cihanda karşılık ve ücretleri vardır. Cemaatçe bu dünyada muzaffer olacak, hakimiyet bunların olacak, ekonomik başarı bunların olacaktır. Kişi olarak âhirette de büyük imkânlara ve mükâfatlara erişeceklerdir.
عِنْدَ رَبِّهِمْ (GıNDa RabBıHıM) “Rab’lerinin indinde.”
“Rab’larının indinde ücretleri vardır.”
Ücretler iki kısımdır.
Biri kanunlara ve kurallara verilen ücretlerdir. Ben şunu yaparsam şu ücreti alırım demektir. Her zaman yapılan kurallı işlerin ücretleri böyledir.
Bir de kurallarla belirlenmeyen işler vardır. Tarihin akışı içinde tamamen özel durumlar vardır. Burada özel görevler sözkonusudur. Bir güvenliği tesis etmek özel iştir. Kurallar ile oluşmaz. O iş yapılırken içtihat ve icmalarla yapılır. Bir defa uygulanır ve biter. İstanbul’un fethi böyledir. Mekke’nin fethi böyledir.
“Adil Düzen”in tesisi de böyledir.
Bir daha Kur’an gelmeyecektir. Bir daha “Adil Düzen” yeniden tesis edilmeyecektir. Bu bizim neslin özel görevidir. Elbette ileride özel görevler olacaktır, ama artık “Adil Düzen” olmayacaktır.
Böyle özel görev yüklenenlerin ücretleri de özel olur. Sıradan ücret tarifesine uymaz. Bunların ücretleri Rab’larının yanındadır. Çünkü bunlara ücret verecek başka kimseler yoktur. Rab’ları adına ücreti adil bir şekilde bölüştürme bunların görevidir. Bunlar şimdi kimseden bir ücret bekleyerek .çalışmıyorlar.
Allah bunlara yani sizlere, Adil Düzen Çalışanlarına diyor ki; “Sizin ücretiniz Benim yanımdadır. Özeldir. Tahsisatı mesturedir. Ben size kural dışı hakkınız olarak o ücreti vereceğim. Sizi bedava çalıştırdığımı sanmayın.”
Kitap verilenler için de aynı müjdeyi vermektedir.
Allah’ın insanlardan istediği iyi insan olmaktır. Cennetin kapıları onlara açıktır. Allah Müslümanı, Hıristiyanı, Budisti, Maocuyu veya diğerlerini ayırmayacaktır. Yeter ki insan iyi olmaya çalışsın. İyinin ne olduğunu ise, insan aklı tarafsızsa bilir.
إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (EınNa elLAHa SaRIyGu eLXıSAvBu) “Allah hesabı süratli olandır.”
Genellikle insanlar Allah’ın kudretine inanmaktadırlar.
Ama bazı insanlar bunun ilerde olacağını, şimdilik biz bunu yani bazı işleri yapsak bile bir şey olmaz diye düşünmektedirler! Şimdilik biz Avrupa Birliği’ne bir girelim, ondan sonra Allah’ın dediklerini yaparız derler! Avrupa’yı Tanrı’ya şerik (yani ortak) yaparlar. Meseleyi daha da ileri götürüp Avrupa’yı güçlü, Allah’ı aciz sanırlar!
Biz 1960’larda siyaset yapmaya başladığımızda bize hep şunu telkin ettiler; “Siz oy alsanız bile sizi iktidar etmezler! Takiyye yapalım, Adalet Partisi’nin arkasından gidelim!..”
Risale-i Nur talebelerine; “Gelin hep beraber Akevler Kooperatifi’nde organize olalım.” dediğimizde; “Bizi yaşatmazlar!” diye kaçındılar. Sonra ne oldu? Bugün tüm dünyada organize olmuş Nur talebeleri vardır.
Bugün anayasa ekseriyetini almış mürted Millî Görüşçüler vardır. Önce “Adil Düzen”i terk ettiler. Bugün zulüm düzeni içinde adalet yapacaklarını savunmaktadırlar. Akılsızlar! Pislikten ekmek pişirecekler! Onlar zannediyorlar ki; nasılsa yakında Allah bizi yoklamaz, Allah başka şeylerle meşgul! Biz şimdilik bu düzen içinde yolumuza devam edelim!..
Oysa “Allah hesabı seri olandır.” Bu şekliyle Allah’ın âyetlerine, Allah’ın tabiî ve sosyal kanunlarına sırtlarını dönenler, arkasına atıp direnenler, bunlar Ehl-i Kitap da olsalar Allah hesaplarını süratle görecektir.
Allah Adil Düzencilerin ücretlerini verecektir. Bu dünyada başaranlar arasında olacaklar, âhirette de ecirlerini alacaklardır. Tüm insanlığa müjdeler olsun ki, “Adil Düzen” geliyor ve siz kendi dininizde, kendi kitabınızda, kendi içtihadınızda yaşama hürriyetine kavuşacaksınız. Sizi zorla askere götürmeyecekler. İsterseniz bedel verip evinizde güven içinde olacaksınız. İsterseniz askere gidecek ve buna karşılık bazı haklara sahip olacaksınız. Bu yakında olacaktır. Çünkü Allah süratle hesaplamakta ve herkese hesabını ödemektedir.
Ebced hesabı ile L=30 X=8 S=60 B=2 toplam 100 olmaktadır.
“HıSAB”daki “A” “Ellah”daki “A” gibi harekeden dönüşmüştür, saymayabiliriz.
Demek ki hesapların 100 senelik bir periyot içinde olduğuna işaret edilmektedir.
S=60 R=200 I=10 G=70 Toplam 440 yıl etmektedir.
Uygarlığın en yüksek seviyeye ulaştığı zamandır.
elLAH=65’dir. Toplam 505 etmektedir. Zirve yılıdır.
İnNa=101’dir. 606 etmektedir. Yükselme devrinin sona erdiği zamandır.
Yani, hesabın görülmesinin sona ermesidir.
Bunları yıl olarak anlayabildiğimiz gibi ay olarak da anlarız. 100 ay 8 yıl eder. 600 ay 50 yıl eder. Yani yarım asıdır. Bizim zannımıza göre asrımız üçe bölünecektir. İlk üçte birinde “Adil Düzen”e göre teşkilat oluşacaktır. Partiler, dernekler, vakıflar, şirketler “Adil Düzen”e göre kurulacak; sonraki üçte birinde ise bunlar meyvelerini verecektir. 2066’dan sonra dünya üzerinde “Adil Düzen” hakim olacaktır.
Dünyanın “Adil Düzen”i benimsemesi için ondan sonra dört asır daha gerekecektir. O tarihte sonra gerileme başlayacaktır. Kuvvet uygarlığı 2600’lerde ortaya çıkıp varlığını hissettirmeye başlayacaktır.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EyYuHAv elLaÜIyNa EAvMaNUv) “Ey iman etmiş olanlar.”
Bu sûre 200 âyettir. Bu sûrede “Ey iman edenler” 7 defa geçmektedir. Biri 100’üncü âyete, bir diğeri de bu sonuncu yani 200’üncü âyette geçmektedir. Yani, “Ey iman edenler” sûrenin son yarısında geçmektedir. Demek ki sûrenin ilk yarısı içtihadı anlatmakta, son yarısı icma-ı devleti anlatmaktadır.
Bu sûreyi ikinci defa yorumlamaya başladığımızda bu anlayışla yorumlanmalıdır. Bu da bir usuldür.
Bir sûreyi yorumlayıp bitirdiğiniz zaman size yeni bilgiler kazandırmıştır. Gerisin geriye döneceksiniz, baştan o yeni bilgilerinize dayanarak yeniden öyle okuyacak ve değerlendireceksiniz.
İçtihatlar için Medine devrine geçmek gerekmiyor. Mekke döneminde de içtihatlar yapılacaktır. Artık vahiy yoktur. Dolayısıyla uygulama yapabilmemiz için kendimizi yetiştirmemiz gerekir. Hazreti Peygamber ilk uygulamayı projesiz yaptı. Bize örnek yapı oluşturdu. Şimdi bizim örnek yapıya bakarak Kur’an’ı okuyup uygulama projesini hazırlamamız gerekir. Mühendisler önce avan proje hazırlarlar. Sonra keşifli projeyi oluştururlar. Daha sonra da uygulama projeleri yaparlar.
İşte biz Mekke dönemi çalışmalarımızda avan proje ve uygulama projeleri hazırlayacağız. İçtihatlar yapacağız. Medine dönemine geçtiğimiz zaman icma devri başlayacak ve orada uygulamalar yapacağız. Artık dayanışma ortaklıklarını kurmuş olacağız. O zaman faaliyete geçmiş olacağız.
Bugün sıkıntılar çekiyoruz. Ancak sahabeler sizden az sıkıntı çekmedi. Ne kadar fazla sıkıntılar çekerseniz ve onlara sabır gösterirseniz, başarınız o kadar büyük olacaktır.
Siz gerçekten seçilmiş kimselersiniz. “Üçüncü Bin Yıl Uygarlığı”nın çekirdeğini oluşturuyorsunuz. Yarın sizin çalışmalarınız sayesinde Adil Düzen” uygulanacak ve “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın hazırlayıcısı olacaksınız. Artık şartlar tamamlanmıştır.
Seminer notlarının internete girme işini organize edin. Savsaklamayın. Çünkü herkes bir şey arıyor. Başarıyı bu sayede yakalayacaksınız. Şimdilik bu yeteri kadar başarılamıyor. Bu mesele üzerinde cemaat olarak gerektiği gibi durunuz ve gereğini yapınız.
“Ey iman edenler” Kur’an’da 79 defa geçmektedir. Bunu 80’e tamamlayan bir kelimenin olması gerekir. Seçkin olmayan sayıda bu kadar önemli geçen kelimenin zikredilmesi Kur’an’ın üslubuna uygun değildir. Ayrıca “Eyyuhe’l-mü’minûn” geçmektedir. Böylece 80 etmektedir. Bu 80’den 7 adedi bu sûrede geçmektedir. 11 adedi Bakara’da geçmektedir. Şimdi yorumladığımız âyet 18’inci olmaktadır. 3*3*3=27
اصْبِرُوا (iÖBıRUv) “Sabrediniz.”
“Subre” granit demektir, sert taş demektir. Sert taş gibi dayanıklı olunuz demektir. Gelecek sıkıntılara sabrediniz ve dayanınız demektir.
Bu sûrenin sonunda dört emri içeren bir mükellefiyet vardır. İkisi sabırla ilgilidir. Sabır ne demektir? Önce işe sabırdır.
Kur’an’ı yorumlama derslerine devam mı ediyorsunuz; işte buna sabırdır… “Adil Düzen”i öğrenmeye mi başladınız; işte buna sabırdır... Bir işe mi başladınız; işte buna sabırdır... Ahşap ev mi inşa edeceğiz; işte buna sabırdır... Poşet imal etmeye mi başladık; işte buna sabırdır... Market teşebbüsümüz var mı; işte buna sabırdır... Dergi mi çıkaracağız; işte buna sabırdır…
Ama olmuyor! Başarılamıyor! İşte zaten sabır buna gerekiyor.
Bunlar hemen oluverse sabra ne gerek olabilir?
Bir işte sebat etme sabırdır.
“Adil Düzen” yolculuğunda sebat etme sabırdır.
Bunlar ve benzer işler yapılırken gelecek olan sıkıntılara göğüs germe sabırdır.
Siyasi partiler gibi olmuyor. Ne yapalım. O halde bırakalım demek sabırsızlıktır. Sabırsız olmayalım.
“Sabretmek” demek, tek tek sabretmek değil de, beraberce sabretmek olduğu için, dayanışma içinde sabretmek demek olduğu için emir sığası çoğul olarak getirilmiştir.
Burada önemli olan cemaatçe sabretmektir. Cemaatin devam etmesini sağlamaktır.
Eğer bir şey birine yani sadece bir şahsa bağlanmışsa, onun varlığı ile sürüyorsa, o sabır sabır değildir. O sebepledir ki ben birlikte başladığımız işi arada sırada terk ederim. Bakalım bensiz birşeyler oluyor mu? Oluyorsa, o zaman orada sabreden cemaat vardır demektir. Bundan dolayı Rabbime şükrederim.
Akevler’i bırakıp Kırgızistan’a gittim; Akevler devam etti, bugün de devam ediyor. Bu yeterli midir? İlmî çalışmalar durmasa yeterli olacaktır. Kısmen vardır ama bensiz ilmî çalışmaların İzmir’de devam edeceği ümidi bende bulunmamaktadır. Ama İstanbul’da bu çalışmalar devam etmektedir.
İstanbul cemaati sabrediyor… Gelişmeler var, gerileme yoktur…
İşte burada emredilen “Sabrediniz” sözüyle şunu anlayacaksınız.
Bu haftalık toplantılara devamda sabredin. İlk bakışta bu basit bir şey olarak görülmektedir. Oysa bu sabır en zor sabırdır. Bu sabır devam ettiği müddetçe diğer bütün sabırlar bunun yanına gelir. Oysa insanların sabretmediği şey budur.
İzmir’de ve Ankara’da kesintisiz okumalar devam edememiştir. Sabır gösterilememiştir.
Bir kişinin mazereti çıkabilir, zaman zaman ayrılabilir, ama cemaat devam etmelidir. Toplantılara asla ara verilmemelidir. Toplanma belli kişilere bağlı olmamalıdır. Toplantılar Allah için olmalıdır. Kimse gelmese bile tek başınıza toplantıya gitmelisiniz. Orada o saatte oturup ayrılmalısınız.
İşte böyle sabredenler -eğer varsa- cemaat sabretmiş olur. Allah iman edenlere önce bunu emretmektedir. Şüphesiz ki bu sabır cephedeki sabra kadar gidecektir. Şimdiki emir haftada bir toplanmadır. Ama asıl ikinci emir her gün bir defa bir araya gelmedir. Sonra beş defa bir araya gelmedir. Bu toplantılara sabretmektir. “Sabır ve salâtla istiane edin.” (Bakara, 45 ve 153) âyetleri çok açık olarak bunu ifade etmektedir.
Burada emredilen sabır büyük bir güçtür.
وَصَابِرُوا (Va ÖAvBıRUv) “Ve sabırlaşın.”
“Sabır” emrinden sonra “Sabırlaşma” gelmektedir.
“Sabırlaşma” demek, birbirlerine sabretme demektir.
Bu sabır birinci sabırdan daha zordur. Bir arkadaşınız size karşı bir hareket yapar ve bu da sizi sıkar. Bu hareket ve davranış karşısında siz ona kırılırsınız, sonra birbirinizi görmek istemezsiniz, görüşmeleri seyrekleştirirsiniz. Bir de bakarsınız ki aranızda dağlar örülmüş!..
Bugün mü’minlerin grupları bu sabrı gösterebiliyorlar, dağılmıyorlar.
Adil Düzenciler henüz bu dağılmama imtihanını vermiş değildir. Bunun sorumlusu siz olacaksınız. Bizim nesil sizin aranızdan ayrıldığı zaman, eğer bu başlamış olan Adil Düzen Çalışmaları devam ederse cemaat içi sabır tamamlanmış olacaktır.
Bediüzzaman cemaatini kurmuş ve bugün devam etmektedir…
Erbakan’dan sonra Millî Görüş ne olacak, bilinmiyor...
Akevler ne olacak, bilinmiyor...
Eğer sizler Adil Düzen Çalışmalarınızı ileride de sürdürürseniz, biliniz ki “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın başlatıcısı siz olacaksınız. Yok, diğer arkadaşlarınızın yaptığı gibi belli bir zamanda bırakırsanız, toplantılara katılmazsanız, bu çabamız bu dünyada bir semere vermez olacaktır.
Şüphesiz ki bunun böyle olup olmaması bizim işimiz değildir. Biz çalışırız; yapacak olan Allah’tır. O’nun takdiri ne ise o olacaktır. Bizim için çalışmadan başka bir şey yoktur. Sorumluluğumuz da yoktur.
Bu âyetin emrine uyarak diğer İslâmî gruplarla diyalog kurmaya çalışmalıyız. Onlarla sabırlaşmalıyız. Görüşleri bizim görüşlerimize uymuyor diye dışlamamalıyız, ilişkileri kesmemeliyiz.
Burada emredilen kimseler iman etmiş olanlardır.
Genel olarak Kur’an’da Tevrat ehli Yahudiler, İncil ehli Hıristiyanlar, Kur’an ehli de iman edenler olarak ifade edilmiştir. Önce ülkemize dönelim. Ülkemizde birçok sosyal gruplar vardır. Bunlar Kur’an’ı kendilerine hayat düsturu yapmamışlardır. Onlar elbette mü’min değildirler. Onlar ile olan ilişkimiz kitap ehli ile olan ilişkilerimiz seviyesinde olacaktır. Bu mesele bundan önce açıklanmıştır.
Bunun dışında Kur’an ehli olanlar vardır. Onlar hayatlarına Kur’an’ı düstur yapmışlardır. Bu âyet onlara hitap etmekte ve emretmektedir. Kur’an’a inananlara ve ona bağlananlara emretmektedir.
“Sabırlaşın.”
Önce kendi cemaatinizin içinde birbirinizle kenetlenin ve İslâm yolundaki gayretlere devam edin.
Milliyetçi Hareket Partililer, Kur’an’ı reddetmemekle beraber, hiçbir zaman onu hayat düsturu olarak başa almıyorlar. Kendilerinin işine geldiği kadar Kur’an’ın yanındadırlar. Onlar elbette bu emrin muhatabı değildirler. Ama Refahlılar, AK Partililer, Tarikatlar, Nurcular, hattâ Diyanetçiler kendilerini Kur’an ehli kabul ediyorlar. İşte Kur’an bunlara emrediyor.
“Sabırlaşın.”
Diğer Kur’an cemaatleri ile ilişki kurun; onlarla beraber “Adil Düzen” yolunda, İslâm yolunda, Hak yolunda, şeriat yolunda adımlar atın ve ilerleyin. Yani, ‘sabrediniz’ ifadesiyle tarikatlarınız olsun, partileriniz olsun, cemaatleriniz olsun. Ama aynı zamanda cemaatler arası irtibatınız olsun; cemaatler arasında dargınlığınız, ayrılığınız olmasın. İşte bu âyet onu emretmektedir.
Tekrar başa dönelim.
Önce kendimiz cemaatler oluşturup toplantılara devam edeceğiz. Kendi tefsirlerimizi okuyacağız, olgunlaşacağız. Teşkilâtımız olacak, okumamızı halka kadar götüreceğiz. Kademe kademe teşkilatlanıp kenetleneceğiz.
İkinci görevimiz de birbirimizle kenetlenme olduğu gibi; bizim gibi düşünmeyen, Kur’an’ı bizim gibi anlamayan kimselerle de ilişkimiz olacak ve birbirimize sabredeceğiz. Onlar bize, biz onlara sabredecek.
İşte Türkiye’de şimdiye kadar gerçekleşmeyen budur. Bu nasıl gerçekleşecektir?
Bu ancak siz Adil Düzen Çalışanlarının gayretleri ile mümkün olacaktır.
Dergi çıkaracağız, bütün grupları orada toplayacağız…
Şirket kuracak, bütün grupları orada aktif hâle getireceğiz…
Ortak zekat, orta hac, ortak site, ortak başka faaliyetlerimiz olacaktır…
“Adil Düzen” içinde bunları yapacağız. Biz onlara sabredeceğiz; onların da sabretmelerini isteyeceğiz. Onlar bizim aleyhimizde olacak, biz onların aleyhinde olmayacağız. Onları uyaracağız, ama onlara karşı olmayacağız. Onların makamlarında ve servetlerinde gözümüz olmamalıdır.
وَرَابِطُوا (Va RabıTUv) “Ve murabata ediniz.”
“Rabtiye” bir şeyi bir şeye tutturmak için iğne gibi bir araçtır. “Raptetmek” ilişkilendirmek demektir.
İnsanlar arasında rabıta nasıl kurulur?
Bunu anlayabilmemiz için insanda mevcut dört temel melekeyi göz önüne alalım.
“His” duygularımızdır. Bizim ihtiyaçlarımızı belirler. Acıkırız, üşürüz, severiz… Bunların hepsi bizim ihtiyaçlarımızı ortaya koyar.
“Fikir” düşüncelerimizdir. Bundan sonra hislerin istediklerini karşılamak için ‘fikir’ devreye girer. Hisler ne yapacağımıza karar verir. Fikirler nasıl yapacağımızı tesbit eder.
“İrade” yaptıklarımızdır. His ve fikirden sonra irademiz gelir. İrademiz de bir şeyi ne zaman yapacağımıza karar verir. “Hah, işte şimdi bunu yap” der; “günü geldi, saati geldi, artık yap” der. Kaslarımıza emir verir, biz de işi yapmış oluruz.
“Ünsiyet” sosyal yönsemedir. His, fikir ve iradeden sonra gelir. Ünsiyetimiz elde edilen hâsıladan nasıl yararlanacağımızı bize ifade eder, yani sonuçları değerlendirir. Hayvanların bir kısmı bunu tek başlarına yaparlar. Oysa topluca yaşayanlar işbölümü içinde organize olmuş olarak gerçekleştirirler. Bunun için insanlara sözkonusu bu dört meleke verilmiştir.
Sanat ile duygularımızı ifade ederiz ve başkalarının duygularını öğreniriz.
Dil ile başkalarının düşüncelerini öğreniriz, düşüncelerimizi yanı fikirlerimizi ifade ederiz.
Teknik ile birlikte üretim yapmayı gerçekleştiririz. Teknik irademizin ortaya konulması aracıdır.
Hukuk ile ünsiyet melekemizi yani başkalarıyla ilişkileri ve ortak ürünleri bölüştürmeyi düzenleriz.
İşte bu emir “murabata”dır, yani sabırda cemaat oluşmasıdır.
“Musabere” de cemaatler arası ilişkilerde sabırdır. Ancak sabırdan maksat murabatadır. Birlik yapma, örgüt olarak cemaatleşmedir. Bunu da sanat, dil, teknik ve hukukla gerçekleştiriyoruz.
İbadetler bunu teşkil ediyor, insanlar arasında hissî bağlar oluşturuyor. Dil fikrî bağları oluşturuyor, teknik amelî bağları oluşturuyor, hukuk sosyal bağları oluşturuyor.
İlk emir “insan olun”; ikinci emir “birleşin”; üçüncü emir “örgütlenin”.
Birleşme, örgütlenme demek değildir. Birleşme, örgütlenmeye karar alma demektir. Örgütlenme ise zamanla olacaktır. İlişkiler insanlar arasında gerekli birlikleri sağlayabilir.
Gelecek dünyanın nasıl oluşacağını bilmeyenler yanlış bir istikamette kendilerini hazırlarlar. Mesela, Avrupa Roma ve Bizans imparatorluğunu ihya etmeye çalışmaktadır. Yani, bir potada erime yolundadır. Oysa Allah’ın istediği her topluluğun varlığını sürdürmesi, ancak aralarında irtibatın olmasıdır.
Hücreler birleşir ve canlıların bedenlerini oluştururlar; bu arada kendileri de varlıklarını sürdürürler. Hücreler yok olarak canlı oluşmaz; hücreler aralarında irtibat kurarak canlı oluşur.
Kişiler irtibat kurarak ocakları oluşturacak. Ocaklar irtibat kurarak bucakları oluşturacak. Bucaklar varlıklarını koruyacak ama birleşerek illeri kuracak. İller irtibat kurarak ülkeleri, ülkeler irtibatları kurarak insanlığı oluşturacaklardır. Tarikatlar, siyasi partiler, ekoller varlıklarını koruyacak ve bu arada aralarında irtibatlarını kuracaklardır.
1967’de başlayan gruplaşma 2000’de tamamlandı. 2033’e kadar bunlar sabırlaşacaklardır. Aralarında ilişkiler olacak, ortak çalışmalar yapacaklardır. 2067’ye kadar da rabıta dönemi gelecektir. “Adil Düzen”in tedvini, halka anlatılması, halkın uygulamaya geçmesi kısa zamanda olmayacaktır. Ancak halka anlatabilmek için küçük bir Adil Düzen Cemaati oluşmalı ve kendi aralarında uygulama yapabilmelidirler.
وَاتَّقُوا اللَّهَ (Va İTTaQUv elLAHe) “Allah’a ittika ediniz.”
“Allah’ın şeriatına girerek kendinizi koruyunuz.”
Kendiniz cemaat olacaksınız. Diğer cemaatlerle fikrî dayanışma içine gireceksiniz. Örgütleneceksiniz. Sonra da örgüt içinde yaşayacaksınız.
Şöyle ifade edebiliriz.
İlk Müslümanlar Hazreti Ömer Müslüman oluncaya kadar sabrettiler. Ondan sonra Medine dönemine kadar sabırlaştılar. Ondan sonra Medine’de akileler (dayanışma ortaklıkları) kurarak rabıtalaştılar. Halifeler zamanında da ittika edip faaliyet gösterdiler.
“İttika etmek” demek, şeriat kuralları içinde hareket etmek demektir. O şeriat da içtihatlardır, sözleşmelerdir, istişari kararlardır ve hakem kararlarıdır.
Şeriatın uygun gördüğü yerlerde yetkililere itaat edeceksiniz.
لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ “Böylece felâha erersiniz.”
“Felah” refah anlamındadır. Bakara Sûresi’nin ilk âyetlerinde “Onlar müflihlerdir” denmişti. Burada da “böylece iflah edersiniz” diye sûreyi tamamlamıştır.
“Felah” kelimesi daha çok dünyevi refah için kullanılır.
Dünyevi saadete ulaşmanın yolu da “Adil Düzen”den geçer.
Şimdi bu sûrenin bize öğrettikleri nelerdir?
İlk uyarısında insanı muhatap alarak içtihadın nasıl yapılacağını öğretmiştir.
İslâm demokrasisi içtihada dayanır. Demokrasi, halkın yönetimi demektir. İçtihat sistemi de halkın kendi kendilerini yönetmesidir. Herkes kendi içtihadı ile amel eder.
İçtihat yapmak için şartlar konmuştur:
a) Size söylenen her söze kulak vereceksin. Söylenmeyenleri de gücün yettiği kadar sorup dinleyeceksin. Dayanışma ortaklıklarına bunun için gerek vardır. Herkes başka şeyler öğrenir. Ancak bu öğrenilenler bir araya gelir ve bu sayede topluluk öğrenmiş olur.
b) Sözleri değerlendirip içlerinden en iyilerini bulup seçeceksin. Araştırma ve ayıklama yapacaksın. İçtihat işte buradadır.
c) Ondan sonra içtihat birliğini sağlayanlarla irtibata geçecek, ortaklıklar kurup birlikte iş yapmaya başlayacaksın.
d) Nihayet, üretim yapıldıkça da adil bir şekilde paylaşacaksın. Herkese hakkını vereceksiz. Bu da ancak “Adil Düzen”deki “Genel Hizmetler” ile sağlanır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 274. SEMİNER Yorum-104 İstanbul, 15 Ekim 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Üsküdar’da Selahattin Öztürk değerlendirecektir.)
Bu makale Selahattin Öztürk tarafından Saadet Partisi’ne götürülecektir. Ayrıca; a) Gürsoy Erol, b) Melik Özmen, c) Yaşar Nuri Öztürk, d) Emin Şirin’in mail adreslerine gönderilecektir. Gönderme işini Abdurrahman Erol yapacaktır. Sonuçları Reşat Nuri Erol Melik Özmen’den öğrenecektir.
ŞERİAT PARTİSİ
Anayasamızda değişmez maddeler arasında yer alan “Demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti”nin dengeli hâle gelmesi için; “Demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devleti” olarak değiştirilmesi gerekir. Değişmez maddeler içinde yer almayan “liberallik” anayasanın hemen bütün maddelerinde yer almıştır.
Bu maddelerin Avrupalılar tarafından ifade edildiği sanılır. Oysa bu ilkeler tarih boyunca peygamberler tarafından insanlığa öğretilmiştir.
Demokratik sistem demek, içtihat sistemi demektir. Bunun hukuktaki karşılığı “şeriat”tır. Lâik sistem demek, insanların birbirlerinin inançlarına ve yaşamalarına karışmamasıdır ki bu da barış sistemi yani “İslâmiyet”tir. Sosyal sistem demek, insanlara sosyal haklar tanımak, çalışamayanların da yaşamalarına imkân vermek demektir. Buna da “Hak sistemi” denmektedir. Nihayet zayıfların da güvenlik içinde olmalarını sağlamak, herkesin güvenlik içinde çalışmasını ve iş yapmasını sağlamak liberal sistemdir, ve bu da “adil sistem”dir, “adil düzen”dir.
O halde “şeriat partisi” dediğimizde; şeriat (demokratik), İslâm (laik), adil (liberal) ve Hak (sosyal) bir hukuk partisinden söz ediyoruz demektir. Anayasamızın değişmez maddelerini benimseyen bir partiden bahsediyoruz. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e gelen hakkı üstün tutan bir düzenden söz ediyoruz.
Madem Anayasamızı esas alan partiyi kastediyoruz, o devlettir, partiye ne gerek vardır? Mevcut partiler zaten onun içinde değil midirler?
Anayasamız demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzeninin ilkelerini getirmiştir, ancak onları hayata geçirecek mekanizmaları getirmemiş, onları siyasi partilere bırakmıştır. Siyasi partiler de böyle bir mekanizmayı getirmedikleri için antidemokratik, antilâik, antiliberal, antisosyal bir parti rejimi içinde bunları hedeflemektedirler. İşte çelişki buradadır. “Adil Düzen Partisi” anayasamızın bu değişmez ilkelerini yaşatacak mekanizmayı ortaya koyacak bir parti olacaktır.
İşte böyle bir mekanizmanın oluşabilmesi için Adil Düzen Partisi özgün parti olmalıdır.
a) Adil Düzen Partisi baştan herhangi belli bir düşünce anlayışını benimsememelidir. Yani, parti kurucuları peşin fikirli ve dogmatik kuralları olan kimseler olmamalıdır. Parti bir bakkal gibi fikirlerin alınıp satıldığı yer olmalıdır. Mağaza sahibi kendi ürettiği malları alıp satmaz, müşterilerin istedikleri malları üreten firmaların mallarını alıp satar. Yani, partinin programı olmamalıdır. Böyle olursa partiye katılanlar kendi fikirlerini satma ve istedikleri fikirleri alma imkânını bulurlar. Zamanla partinin kollektif düşünceleri ve görüşleri ortaya çıkar. Mağazalar da zamanla kişilik kazanır, herkes hangi malların hangi mağazalarda bulunacağını bilir hâle gelir. Bunu mağaza sahibi değil, alıcı ve satıcı müşteriler belirler.
b) Adil Düzen Partisi’ndeki anlayışa göre, partiye gelen herkes partiye katılabilmelidir. Yöneticiler ‘sen hırsızsın’ gibi gerekçelerle kimseyi dışlayamaz. Hırsızın cezasını devlet verir. Siyasi hakları kullanmaktan mahrum olanlar partiye üye olamazlar, ama toplantılara katılıp söz sahibi olabilirler; oy sahibi olamazlar. Üye kaydının serbest olması gibi toplantılara katılıp fikir beyan etmek de herkesin hakkı olmalıdır. Böylece partide oluşan görüşler millî olur. Baştaki ‘millî’ sözü ile millî olunamaz. İslâmiyet’te toplantılar camilerde yapılmakta idi. Dersler orada veriliyordu. İsteyenler halkaya dahil olup bir köşede görüşmeler yapardı. Bu sistem Avrupa’ya ‘üniversite’ olarak intikal etti. İşte parti aynen bu şekilde açık kürsülerden ibaret olmalıdır. Halk değişik partilerin çalışmalarına katılabilmelidir. Fikirleri ve görüşleri taşıyıp millî görüşün oluşmasına hizmet etmelidir.
c) Adil Düzen Partisi ve diğer partiler yetiştirdikleri siyasileri milletvekili yapıp Meclis’e göndermelidirler. Ancak, siyasi partiler Meclis’te siyasi grup oluşturmamalıdırlar. Milletvekilleri tamamen serbest olmalıdır. Meclis’te diğer siyasi partilerde yetişenlerle birlikte siyasi gruplar oluşturmalıdırlar. Orada aynı fikirde olanlar grup kurmalıdırlar. Nasıl bir inşaatçı değişik mağazalardan aldığı inşaat malzemesini birleştirip yapı oluşturursa, değişik partilerden gelen milletvekilleri de birleşip bir grup oluşturmalıdırlar. O halde Adil Düzen Partisi’nin Meclis’e çok milletvekili göndermesini istihdaf etmesi gerekir. Ama asla iktidarı istihdaf etmez. Halk belli görüşlere değil, kişilere oyunu verir. Parti bu kişileri halka tanıtmış ve onların seçilmelerine imkân vermiş olur. Meclis’e gelen milletvekili gruba katılırken veya gruptan ayrılırken seçilme endişesinde olmamalıdır. Grupta kişiler değil, fikirler birleşmelidir.
d) Adil Düzen Partisi iktidar olmayı hedeflememelidir. “Adil Düzen”de iktidar kollektiftir. Nisbî sistem vardır. Bir parti değil, bütün partiler ‘millî mutabakat’ içinde iktidar olurlar. Denetim siyasi olarak ekseriyet oyu ile olmaz. Çünkü “Adil Düzen”de ekseriyet sistemi yoktur. Hükümet sıralama usûlü ile oluşturulur. Başbakanı devlet başkanı atar. Başbakan ve diğer bakanların denetimi, siyasi parti grup başkanlarının açacakları davalarla yapılır. Grup başkanı ‘bir hakem’ atar, bakan ‘bir hakem’ atar; bu iki hakem ‘baş hakemi’ atar. Böylece ‘yüce divan’ oluşur. Bu hakemlerin milletvekili olmaları şartı getirilir. Dava bakanın mevzuat dışına çıkmış olması şeklinde de açılabilir. Görevi yerine getirmemekte olduğu iddiası ile açılabilir. Bu durumda tek partinin iktidarı sözkonusu değildir. Hele yasama yürütmeden tamamen ayrı olduğu için hükümetin kanun teklifinde bulunması zorlaştırılmalıdır. Kanunları Meclis’teki siyasi gruplar teklif ederler. Bunların önerdikleri kanunlar öncelikle görüşülür. Bu sebepledir ki; iktidar olalım, ekseriyeti ele alalım, sonra kendi görüşümüzü başkasına dayatalım gibi bir hedef iktidar partisinde yer almaz.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 274. SEMİNER Yorum-104 İstanbul, 15 Ekim 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
AVRUPA BİRLİĞİ
Daha önce de belirtmiştik; Avrupa Birliği Türkiye’yi alamaz, Avrupa Birliği Türkiye’yi dışlayamaz!
Avrupa Birliği Türkiye’yi niçin dışlayamaz?
a) Türkiye Avrupa Birliği’nin boğazıdır. Türkiye’yi dışlarsa bir başka ülke Türkiye’ye hakim olur ve Avrupa’nın boğazı sıkılmış olur. Türkiye’ye hakim olmak için Türkiye’yi ele geçirmek isteyen büyük güçler vardır. Amerika Birleşik Devletleri için Türkiye hayati ehemmiyete sahiptir. ABD Irak’ı almıştır; Türkiye’yi de alsa, Avrupa artık ABD’nin eyaleti olmaya mahkum olacaktır. Rusya da üç-dört asırdır Türkiye’yi ele geçirmek için hop oturup hop kalkmaktadır. Yahudi sermayesinin emelleri de tamamen başkadır. Avrupa Birliği bu sebeple Türkiye’yi dışarıda bırakamaz.
b) Türkiye’nin coğrafi ve tarihi sebeplerle güçlü devlet olma temayülü vardır. Türkiye’ye “Adil Düzen” gelse, bir yıl sonra dünyanın süper güçleri arasına girecektir. Çünkü kendisine yetecek kadar her türlü imkânlara sahiptir. Tüm komşuları Türkiye’nin dostluğunu kazanmak için yarış içindedirler. İran, Irak, Suriye, Lübnan, Arabistan, Gürcistan, Azerbaycan, Yugoslavya, Bulgaristan Türkiye’nin dostluğunu arıyorlar. Yunan ve Ermeniler utançlarından uzaktadırlar. Türkiye AB dışında kaldığında dünyada İslâm Birliği oluşacaktır. İran ve Türkiye el ele verdi mi kimse bu birliği durduramaz.
c) Avrupa Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almadığı zaman, dünyadaki bir buçuk milyarlık İslâm âlemi uyanacaktır. D-8’ler bu uyanmanın bir kıvılcımıdır. O zaman 1000 yıllık din savaşları başlayacak demektir. Hindistan ve Çin tarafsız kalırsa Türkiye bunu sağlayabilir. O takdirde Afrika ve Güney Amerika Türkiye ile işbirliği durumuna girebilir. Bu durumda Türkiye süper güç konumuna geçebilir. Türkler tarihte bunu yapmıştır.
d) Çin’de Türk asıllı bugün Türkçe konuşmayan 300 milyon Müslüman vardır. 100 milyon da Türklere akraba Müslüman vardır. Avrupa ve Ortadoğu’da da en az 100 milyon Türk Müslüman vardır. Bunlar kavmî ve dinî birlik oluşturduklarında, toprakları ve savaşma kabiliyetleri ile Avrupa için başlı başına bir sorun olabilirler. Ruslarla yapacakları ittifakla Avrupa’yı hakimiyetleri altına alabilirler. Bu sebeple AB Türkiye’yi dışarıda bırakmak istemiyor.
Avrupa Birliği Türkiye’yi topraklarına alamaz.
a) Avrupa’da sosyal ahlâk çok yüksektir. Herkes kurallara uymakta ve yetkilileri dinlemektedir. Rüşvet yok, yolsuzluk yok. Halkın devleti ile sorunu yok. Türkiye’de ise sosyal ahlâksızlık marifettir. Avrupa’da birisi kırmızı ışıkta geçse onu gören şoför hemen polise haber verir. Bizde ise şoförler polise karşı organizedir. Trafik kontrolü varsa hepsi birbirine işaret verirler. Avrupa Türkiye değildir. Yüksek sosyal ahlâkı olmazsa yaşayamaz. Türkiye’yi AB’ye alıp sosyal ahlâk kirliliğini ülkelerine götüremezler. Rüşvetçi bir Avrupa yaşayamaz.
b) Avrupa’nın tarihte daima asaletini göstermiş bilinçli bir Türkiye ile 100 kilometrelik bir kara hududu vardır. Oysa Türkiye’yi aldığı anda sınır birkaç bin kilometreye çıkacaktır. Pek çok devlet tecrübesi olmayan ve başka devletlerin oyuncağı olabilecek devletlerle uğraşmak zorunda kalacaktır. Avrupa’nın şimdilik buraları savunacak gücü yoktur. Türkiye Avrupa’ya hücum etmiyor. Rusya’nın gücü yoktur. Avrupa’nın savunma sorunu yoktur. Bu durum bir yarım asır daha böyle gider. Ondan sonra da kendisi zaten güçlü olur. Türkiye’yi almaz, işgal eder.
c) Türkiye topraklarında herkesin gözü vardır. Paylaşamadıkları için Osmanlılarda kaldı. Paylaşamadıkları için bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti var. Türkiye II. Dünya Savaşı’na bu coğrafi konumu sayesinde girmek zorunda kalmadı. Dünya Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne bırakmaz. Türkiye AB’ye girdiği gün CIA ajanları ve dünya basını harekete geçer. Çin, Hindistan ve Rusya’yı birleştirip Türkiye’ye saldırtırlar. Kendisi de Arabistan’dan yürür. Türkiye’yi ortadan kaldırır. Avrupa Türkiye’yi savunacak durumda değildir. Bu sebeple Türkiye’yi AB’ye almaz.
d) Türkiye’nin 200 milyar dolar borcu var. 15 milyon işsizi var. AB bugün bu sorunları çözecek güçte değildir. Böyle bir hata yaparsa Avrupa hastalıklı bir kanı kendisine zerk etmiş olur. Böyle bir şey de Avrupa Birliği için intihardır.
O halde AB için tek yol kalmıştır; oyalama!.. Avrupa Türkiye’yi AB’ye almayacaktır; ama Türkiye dışarıda da kalmayacaktır!..
Türkiye de Avrupa Birliği’ne giremez. Çünkü;
a) Avrupa’da kişisel ahlâk çok bozuktur. Devlet olarak yükselebilirler, ama halk olarak çöküyorlar. Cinsi ahlâk bitmiş, ‘zinacı’ bir Avrupa olmuştur. Ekonomisi de çökmüş ‘faizci’ bir Avrupa olma yolundadır. Avrupa Birliği’ne girdiğimizde bizim kişisel ahlâkımız da bozulacaktır. Siyasi ahlâkımız zaten yoktur. Avrupalılarla beraber hepten yok olup gideceğiz.
b) Avrupa’da ekseriyet kararları alınmaktadır. Biz onlara karşı oran olarak onda bir bile olamıyoruz. Onlar bize karşı her zaman ittifak halindedirler. Bizi yıkmak başlıca hedefleridir. Kavga; Türkiye’yi içeri almadan mı yok edelim, yoksa içeri alarak mı yok edelimdir. Tartıştıkları nokta budur. Biz oraya hangi güvence ile gireceğiz? Dostluklarına mı güveneceğiz? Endülüs’te yaptıkları ortada. Amerika’da yaptıkları soykırım ortada. İstiklâl Savaşı’ndan önce bizleri nasıl katliamdan geçirmeye başladıkları unutulmadı. Daha dün Kıbrıs’ta yaptıkları taptaze duruyor; Annan planı ne oldu?!. Türkiye AB’ye girerse kendisini bile bile ateşin içine atar.
c) Türkiye eğer bir bloka dahil olursa dünya birleşip bize saldırır. AB bizi koruyamaz. Türkiye parçalanıp gider. Avrupa Birliği’ne girmek demek, dünyaya savaş ilan etmek demektir. Göz göre göre kendisini savaş ateşinin içine atmak demektir. Zaten Türkiye’ye on-onbeş yıllık ömür biçiyorlar. Avrupa Birliği’ne girmekle bunu tescil etmiş oluyoruz.
d) Avrupa Birliği’ne girmek demek, Türk halkının tüm Avrupa’ya yayılması demektir. Hattâ orada da iş bulamayacağız; ama onlar Azerbaycan’da, Orta Asya’da fabrikalar kuracaklar ve bize oralarda iş verecekler. Türkiye’deki fabrikalara ise kendi insanlarını alıp çalıştıracaklardır. İstiklâl Savaşı’nda geri aldığımız topraklar artık ekonomik oyunla kendi ellerimizle onlara teslim edilecek.
Dışarıda da kalamayız:
a) Ekonomimiz son derece bozuktur. Zaten borç yükü altında eziliyoruz. Birisi bize borç vermezse yaşayamayız.
b) Ülkemizde onbeş milyon işsiz var. İşsizliğin verdiği sıkıntı patlamak üzeredir. Ancak AB gibi yerlerde iş bulabiliriz.
c) Ülkede adalet yok, düzen yok, istikrar yok… Bu zulüm düzeni içinde biz nasıl yaşayacağız? O halde AB’ye girip bu zulüm düzeninden kurtulmak zorundayız.
d) ABD bize saldırmak üzere hazırlıktadır. Afganistan ve Irak işgal edildi. Suriye ve İran’dan sonra sıra bize gelecektir. Kendimizi bu azgın düşmandan nasıl koruyacağız?
Görülüyor ki, ne Avrupa Birliği bizi alabilir, ne de bırakabilir. Biz de ne Avrupa Birliği’ne girebiliriz, ne de dışarıda kalabiliriz. Karşılıklı oyalama aldatmacaları içinde zaman kazanılmaktadır. Turgut Özal Avrupa Birliği’ne bunun için müracaat etti; girmek için değil, şerlerinden kurtulmak için. AK Parti’nin AB aşkı da oyalamadan başka bir şey değildir. Yolsa hiçbir zaman girme niyeti yoktur. AKP’nin o kadar akılsız olduğu sanılmamalıdır.
Sonuç olarak, demek ki “Adil Düzen”den başka bir çözüm yoktur.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92