ADİL DÜZEN 276
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 29-31 Ekim 2004 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 276. SEMİNER (CUMA-C.TESİ-PAZAR) İst. - Ank., 29-31 Ekim 2004
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00), Cumartesi Yenibosna (18.00-21.00)]
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 2
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 18.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol, Lütfi Hocaoğlu, ve ………..… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Cuma günü Üsküdar’da Reşat Nuri Erol tarafından; Pazar günü Ankara’da Sabri Tekir tarafından anlatılacaktır.
Süleyman KARAGÜLLE
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامَى فَانكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنَى وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ ذَلِكَ أَدْنَى أَلَّا تَعُولُوا(3)
وَآتُوا النِّسَاءَ صَدُقَاتِهِنَّ نِحْلَةً فَإِنْ طِبْنَ لَكُمْ عَنْ شَيْءٍ مِنْهُ نَفْسًا فَكُلُوهُ هَنِيئًا مَرِيئًا(4)
وَلَا تُؤْتُوا السُّفَهَاءَ أَمْوَالَكُمْ الَّتِي جَعَلَ اللَّهُ لَكُمْ قِيَامًا وَارْزُقُوهُمْ فِيهَا وَاكْسُوهُمْ وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلًا مَعْرُوفًا(5)
وَإِنْ خِفْتُمْ (Va EıN PıFTuM) “Havf ederseniz.”
Kur’an’da “İn Hiftum” kelimesi 7 yerde geçmektedir.
1- Cemaate emretmektedir: Karı koca arasında çatışma olacağından korkarsanız, erkeğin ehlinden bir hakem, kadının ehlinden bir hakem ba’sedin. (Nisa, 39)
2- Emir hakemleredir: Karı kocanın meşru bir şekilde beraber yaşayamayacaklarından korkarsanız, boşanmalarına karar verin. (Bakara, 229)
3- Erkeklere hitap etmektedir: Yetimler arasında adaleti gözetemeyecekseniz çok kadınla evleniniz. (Nisa, 3)
4- Erkelere hitap etmektedir: Kadınlar arasında adaleti gözetemeyecekseniz bir kadınla yetininiz. (Nisa, 3)
5- Seyahat edenlere hitap etmektedir: Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin kötülük etmelerinden korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. (Nisa, 101)
6- Askeri birliklere emretmektedir: Savaşta düşmanın saldıracağından korkarsanız, ayakta veya binek üzerinde namazınızı kılınız. (Bakara, 239)
7- Yöneticilere hitap etmektedir: Müşrikleri Mescid-i Haram’a yaklaştırmayınız. Kıtlık olacağından korkacak olursanız yine onları yaklaştırmayınız, Allah isterse fadlından sizi ileride zengin edecektir. (Tevbe, 28)
Bu âyetlerde “İn Hiftum” kelimesi başa alınmıştır. Ondan sonra gelen emir vücubu ifade eder.
Hakemleri göndermek farzdır. Savaşta yürüyerek veya binerek namaz kılmak farzdır. Çok kadınla evlenmek farzdır. Müşrikleri yaklaştırmamak farzdır. Şart başa gelmiş ise cezanın yapılması farz olur.
Yedi cemaate emretmektedir. Yedinci âyette “İn Hiftum” sona alınmıştır. Küfredenlerin fitnesinden havf ederseniz, namazı kasr etmenizde bir günah yoktur denmiştir.
Burada vücub değil cevaz vardır. Yürüyerek veya binek olarak kılmak farz; burada ise fitne sebebiyle namazları kısaltmak caizdir. Zaten başta ‘günah yoktur’ denmektedir.
Buradan çıkaracağımız hükümler nelerdir?
Önce erkekler için çok evlilik yasaklanmamıştır. Evlenmeleri haram olarak sayılırken teker teker kadın ve erkek sayılmış ve ‘muhsenatı minennisa’ denmiştir. Evli olan kadınlarla evlenilemeyeceği, onun dışındaki bütün kadınlarla evlenilebileceği belirtilmiştir. Böylece evli olan kadınların ikinci erkekle evlenemeyeceği açıkça belirtilmiş, buna karşılık evli olan erkeğin başka bir kadınla bir daha evlenemeyeceği belirtilmemiştir.
Burada da “İn Hiftum” şartı sona değil, başa getirilmiştir. Yani bir, iki, üç veya dört kadınla evlenmeniz farzdır denmiştir.
Hükmün böyle olması son derece tabiîdir. Çünkü bir erkeğin fazla kadınla evlenmesi biyolojik ve sosyolojik hiçbir engel taşımamaktadır. Oysa kadının bir erkekten fazlası ile evlenmesi biyolojik ve sosyolojik mahzurlar taşımaktadır. Aksi bir yasak da olabilirdi ama ilâhî nizam olmazdı.
Bununla beraber burada ilk eşlerin mağdur olacağı düşünülebilir. Bu mağduriyet de mihr yani boşanma tazminatı ile karşılanmaktadır. İlk karısı mihri tam alarak kocasını boşayabilir.
Diğer taraftan kadın kocanın yaşadığı seviyede nafaka alma hakkına sahiptir. Kocanın gücü yetmezse akilesinden alır. Eski hayat seviyesinden aşağı da düşürülemez. Yani, kadın isterse boşamaz, ancak nafaka hukukunu aynen korur. Mihre kıyasla bu hükmü verebiliriz.
Burada tesbit ettiğimiz diğer bir husus, “İn Hiftum” dendiği zaman topluluk karar verecektir demektir. Yargı kararıdır demektir. Çok evliliğin vücubu hakemler kararı ile sabit olur.
Hükmü şöyle koyalım.
Bir kimse öldü, karısı ve çocukları kaldı. Kardeşi o çocuklara vasilik yapmak zorundadır. Eğer anneleri ile evlenmediği takdirde onlara bakamayacaksa, ya onunla evlenir, ya da vesayet hakkı o kadınla kim evlenirse ona intikal eder ve yeğenlerine karşı olan vesayet hakkını kaybeder. Tevrat’ta bu hususta zorunluluk vardır. Oysa bizim örfte yetimlere bakmak zorunludur. Evlenme iyi karşılanmaz. Hattâ ikisi de yani hem erkek hem kadın dul olur ama yine evlenmezler. Demek ki burada örf meşrudur. Böyle bir korku yoksa evlenme zorunluluğu yoktur.
أَلَّا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامَى (EaN LAv TuQSıOUv FIy elYaTAvMAv)
“Yetimler hakkında kıst yapamayacaksanız. Eşitliği gözetmeyecekseniz.”
Burada emredilen şudur. Yetim olan kimselerin hayatları babaları sağmış gibi olmalıdır. Çocuklar yetimliklerini hissetmemelidirler. Kur’an’ın yetimler hakkında getirdiği hüküm budur. Yetimleri korumak için annelerini evlendiriyor ve annelerini çocuklar üzerinde bekçi yapıyor.
Kur’an’ın başka yerlerinde kadınların evlerinden bahsetmektedir.
Koca karılarına ayrı ayrı evler temin etmek zorundadır. Koca gecelerini bu evlere bölüştürmek zorundadır. Koca giderlerini evlere göre çocuk sayısına eşit olmak üzere karşılamalıdır. Burada ‘adalet’ değil ‘kıst’ istenmektedir; yanı yetimlere eşit şekilde bakılmalıdır.
فَانكِحُوا (FanKiXUv) “Nikahlanınız.”
Buradaki sığa emir sığasıdır. Vücubu ifade eder. Şart başa geldiği için de vücub ibahaya dönmez. Sonra gelseydi emir ibahaya dönmüş olurdu. Yetimler hakkında eşitlik sağlayamayacaksanız, yetim olan çocuklar kötü durumlara düşüyorsa, o zaman bu emir yerine getirilmelidir.
مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ (MAv OavBa LaKuM MıNa elNıSAEı)
“Nisadan sizin tıbınız olduğu takdirde.”
Burada “Men Tâbe” denmesi gerekirken “Mâ Tâbe” denmiştir. Çünkü insan insanla değil, beden bedenle nikahlanmaktadır. Kişiler tamamen ayrı kalmaktadır. Evlilik ruhların bağlantısı değildir. Evlilik bedenlerin ve bunların arasındaki bağlantıdır. Bu sebepledir ki aynı dinden olmayanlar da evlenebilmektedir. İffet yani evlilik dışı ilişkilerde bulunmama meselesidir. Buna riayet etmeyenler büyük günah işlemiş olurlar. Evlenmek ise muamele konusudur. Bu sebepledir ki burada “Mâ” kelimesi gelmiştir.
Burada işaret edilen başka husus da, görünüşü hoşuna gidenlerle evlenilmelidir. Allah birbirine uygun olanları birbirlerine karşı hoş gösterecek duygular vermiştir. Bu sebepledir ki velilerin kızlarının evlenmelerine izin verme şartı vardır, ancak kızın da velisini değiştirme yetkisi vardır. Ama hiçbir zaman velisi onu istemediği birisiyle evlenmeye zorlayamaz. Evlenecek olanların karşılıklı olarak birbirlerinin hoşlarına gitmeleri gerekir. Buradaki “Mâ”dan kasıt budur.
“Nisa” kaydını getirmiştir. Bazı yorumcular yetimlerle evlenme emri veya müsadesi var demektedirler. Oysa burada “ergin kadınlar”dan denmektedir. Bundan dolayı evlenilmesi emredilenler yetimlerin anneleridir. Buna işaret etmek için bu emir verilmiştir.
مَثْنَى وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ (MaÇNAv Va ÇuLAÇa Va RuBAGa)
“İkişer ve üçer ve dörder nikahlayınız.”
Burada “Veya” kelimesi yerine “Ve” kelimesi getirilmiştir. İkili olmak üçlü olmaya mani olduğu için ‘Ve’ ‘Ev/Veya’ manâsına zaten gelmektedir. Dörde kadar evlenebilirsiniz olsaydı, sadece dört denmesiyle ifade edilmiş olurdu. Oysa burada emredilen ikili olabilir, üçlü olabilir, dörtlü olabilir.
Bu hususta kararı topluluk verecektir. Bir toplulukta sosyal düzen bozulmuş, pek çok kadın kocasız kalmış ve yetimlerin sayısı babalıklardan daha çok olmuşsa, -genellikle savaş sonunda böyle olmaktadır- o zaman topluluk ve topluluğun bilginleri bir araya gelir, istişare eder, birlikte ikinci evlilik yapılsın diye karar verilir. Herkes çok evlenmeye zorlanmış olur. Bununla beraber yine de hoşa gidenle evlenme sözkonusu olduğu için kimse ikinci evliliğe zorlanmaz.
Bu sûrenin hükümleri kazai olmaktan ziyade dinîdir. Emir dinî emirdir. Mü’minlere emredilmektedir.
Burada önemli olan bir diğer husus, çok evliliklerin hoş görülmesi sosyal olaydır. Eğer o toplulukta çok evlilik hoş görülmüyorsa, orada çok evlilik yapmak huzursuzluğun kaynağı olur. Bunun için çok evliliği sosyal olarak kabul ettirmek veya o beldeden uzaklaşıp evlenmek gerekmektedir.
İkili, üçlü, dörtlü olarak sayılması, duruma göre evlenmemiş kadınların çokluğuna bağlıdır. Burada istenen kocasız kadının kalmamasıdır. Böylece her kadın koca bulmaktadır. Bu sebepledir ki çok evlilik erkek hakkı olarak değil, kadın hakkı olarak teşri edilmiştir. Evlenmemiş kadınlara koca bulmak içindir.
Bu durum aslında evlen(e)memiş erkeklere zulümdür. Ama tabiî düzen böyledir. Sağlam nesil için erkekler yarışacaklardır. Yarışı kazanan evlenme hakkına sahip olacaktır. Bu yarışmanın doğru dürüst olması için toplulukta daima evlenememiş erkekler olmalıdır. Aksi olursa o toplulukta yarış olmaz. Evlenememiş erkeklerin olabilmesi için de o topluluktaki bütün kadınların koca bulmuş olması gerekir. Bu durum evli kadınlar için de bir garantidir. Evlenememiş erkek olunca her zaman kadın eski kocasından ayrılarak yeni koca bulma imkanına sahip olur. Bol bol mihr de alınca kocası ona saygı ve sevgi göstermek zorunda kalır.
Erkeklerin savaşta ve ekonomide yarışta olmaları için, evli olanların eşlerini koruyabilmeleri için, evlenemeyenlerin evlenebilmeleri için devamlı olarak topluluk kadın azlığı ile karşı karşıya olmalıdır. Bu kural tüm canlılarda, hayvanlarda ve bitkilerde böyledir.
Burada önemli bir hüküm getirilmektedir.
Eğer topluluk ikinci evliliği zorunlu kılan karar almış ise ondan sonra birinci kadınların kocalarını kusurlu sayarak boşanma hakları yoktur. Boşanırlarsa mihrlerini iade etmeleri gerekir. Üç kararı alınmış ise ilk iki kadının böyle boşanma hakkı yoktur. Dört kararı alınmış ise ilk üç kadının böyle bir hakkı yoktur. Ama beşinci ile evlendi mi, her zaman ilk dörtlerin kocalarını kusurlu görerek evlenme hakları vardır.
فَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تَعْدِلُوا (Fa EıN HıFTuM EaN LAv TaGDiLUv)
“Adaleti gözetememekten korkarsanız.”
Burada “İn Hıftum” kelimesi tekrar edilmiştir. İlk “Hıftum”da topluluğun genel durumu nazarı itibara alınarak bu emirler verilmiştir. Burada ise kişiler sözkonusudur.
Evlenecek erkeklerin adaleti gözetemeyeceklerinden korkarsanız, o zaman ‘bir kadınla’ denmektedir. Yani, bir kadın dul kaldı, yetim çocukları var. Cemaat toplanır. Adaleti gözetebilecekse kaynı ile veya erkeğin yakını olan erkeklerden biri ile evlenmelerine karar verilir. Daha doğrusu böyle evlenme yapacaklar evlenmeleri kendileri de yapabilirler. Hakemlerin kararına gerek yoktur.
Ancak böyle evlenmelerde adaleti gözetemeyecekleri hususunda bir iddia varsa hakemlere gidilir ve o kimsenin ikinci evlilik yapması zorunluluğu kalkar.
Eğer dul kalan kimse böyle birisiyle evlenirse, kocası kusurlu olarak ayrılabilir. Ayrılmazsa, o da çocukları yanında bulundurma hakkını kaybetmiş olur.
فَوَاحِدَةً (Fa VAXıDaTan) “Bir tane”
Eğer eşler arasında adaleti gözetemiyorsa, farklı muamele yapıyorsa, diğer eşlerin kocalarından kusurlu görülerek ayrılmalarına hakları vardır. Yani, mihrlerini tam alarak ayrılırlar. Son kalan kadın ayrılma durumunda olmaz. Herkes ayrılmak istiyorsa son evlenen kalır.
Tek kadınla evlenmek her halükârda farzdır. Farzdır diyorum, zorunludur demiyorum. Evlenmeyen günah işlemiştir ama herhangi bir dünyevi cezası sözkonusu değildir. Başkanın nefy hakkı her zaman vardır.
أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ (EaV MAv MaLaKaT EaYMANuKuM)
“Yahut yeminlerinizin mülkü vardır, cariyelerle yetinin.”
Burada çok önemli bir hüküm getirilmiştir. Bir kadınla evlenmek farzdır. Ama cariye de yeterlidir. Yani, bir cariye edinme de böyledir. Yani, farziyet bakımından cariye de hür kadar kabul edilmiştir.
Mesela, bir kimse zengin de olsa, genel evden bir kadın çıkarıp kendisine metres edinse veya diğer ülkelerden fuhuş yapmak üzere ülkemize gelen kadınlardan birini alıp da kendisine metres yapsa, artık onun bir hür kadınla evlenmesi farz olmaz. Çünkü o da bir insandır, diğer hür insanlar gibi haklara sahiptir.
Burada bir hususu belirtmede yarar vardır. Şeriata göre evlenme demek, resmi nikah yapma demek değildir. Alenen ‘biz beraber yaşayacağız’ diye “sözleşme” yapar ve kadın birden fazla erkekle buluşmayacağına söz verirse, bu evlenmedir. Açık olması gerekir. Akrabalar arasında olmaması gerekir. Kadının başkalarından hamile olmaması veya hamile olma ihtimali bulunmaması gerekir. Kadının nafakasını erkek yüklenmiş olur.
İslâmiyet’teki evlilik budur. İslâm nikahında birbirlerine vâris de olurlar. Mihr vardır.
Muta nikahında mihr yoktur, vâris olmazlar. Cariyede ise erkek kadını çalıştırma hakkına da sahip olur. Böyle bir anlaşma ancak köle ve genelev kadınları ile yapılabilir, fahişlerle yapılabilir.
ذَلِكَ أَدْنَى أَلَّا تَعُولُوا (ÜAvLıKa EaN LAv TaGUvLUv)
“Gavl etmemeniz için bu ednasıdır.
“Gayl” kelimesi “Gavl” kelimesi ila akrabadır. Çıplak demektir. “(G)avret” örtülmesi gereken yerler demektir. “Gayl” kelimesi de kapalı ev halkı için kullanılır. Aile tabir edilmektedir. Kıtlık anlamına da gelir.
Neslinizin tükenmemesi için; kökünüzün kurumaması için; nesil kıtlığı olmaması için bir kadınla evlenmek veya bir cariye ile birlikte yaşamak farzdır.
Çağımız dünyasında Avrupa Birliği ülkelerinin en büyük sıkıntısı işte buradadır. Zina Avrupa Birliği ülkelerinde serbest olunca, evlenme müessesesi kutsiyetini kaybetti. Aile olmayınca, bu sefer çocuk yapmaz oldular. Nesilleri tükenmeye, kökleri kurumaya başladı. Dışarıdan işçi getirdiler de hayatlarını öyle sürdürdüler. AB ülkelerinin bu musibetten kurtulmak için İslâmiyet’e dönmeleri veya Tevrat hükümlerini diriltmeleri gerekir. Yoksa yarın Hıristiyan ülkeleri İslâm ülkelerine dönüşür.
Germenler Roma’yı işgal ettiler. Romalıları yendiler ama sonra Hıristiyan oldular. Moğollar İslam ülkelerini işgal ettiler ama sonra Müslüman oldular. Çin’de Budist oldular. Galip gelenler her zaman yaşama imkanını bulamazlar. Değişmek zorunda kalırlar. Avrupalılar Müslüman ülkeleri işgal ettiler, hâlen de ediyorlar; ama böyle giderse sonra Müslüman olmak zorunda kalacaklardır.
İnsanlığın yaşaması için zinasız evlilik müessesesinin sürdürülmesi gerekir.
Şaşkın Avrupa zinayı mukaddes hâle getiriyor, çok evliliği ise kötü bir şey sayıyor. Kendilerine yaptıkları kötülük yetmiyormuş gibi; bir de İslâm ülkeleri bunu kabul etmek zorunda bırakılıyor.
Müslümanlara tavsiyem vardır. Resmi nikah yapmasınlar, eşlik sözleşmesi yapsınlar. İslâmî ve insânî hayatı yaşasınlar. ‘Ben resmi nikâh istiyorum’ diyen kız varsa, onunla evlenmesinler. İmam nikahı yasaktır. Yapmasınlar. İslâmiyet’te imam nikâhı yoktur. Resmi nikah yoktur. Nikah sözleşmesini imzalamak yeterlidir.
Bugün bu sözlerim sizlere ağır gelebilir. Ancak gelecek bunu böyle yapanlarındır.
Evlilik dışı ilişkiler büyük günahlardandır. Mü’minlerin onlarla evlenmeleri haramdır.
İslâmiyet’te evlenme çok kolaydır. Allah’ın dediğini yaparsanız mesut olursunuz. Yapmazsanız, işkence içindeki hayat sürer, sonunda Avrupa’da olduğu gibi inkıraz edersiniz.
Zinanın reklamını yapanlar birlikte yaşayanları nikaha zorlamaktadırlar. Maksatları, evlilik müessesesini yıkmaktır. Mü’minler bunların bu oyunlarına gelmemelidirler.
وَآتُوا النِّسَاءَ (Va EAvTUv eLNıSAEa) “Kadınlara veriniz.”
Burada “Eşlerinize veriniz” demiyor, “Ezvaceküm” demiyor; “Kadınlara veriniz” deniyor.
“Nisaeküm” denmemiş “el-Nisa” denmiş.
Kadınlar evlendikleri zaman mihrleri istihkak ederler. Muaccel mihrlerin peşin ödenmesi gerekir. Kadın bunu daha çok eski kocadan olan çocukları için kullanabilir. Kadın bunu evlenmemiş erkek kardeşinin evlenmesi için kullanabilir. Kadın bunu hasta olan babası için kullanabilir. Müeccel olan sonraya bırakılmış, mihrler ise ayrılma olursa ödenecektir. Ölüm hâlinde de ödenecektir. Bu mihr kadın için bir garantidir. Kocası ödeyemezse akilesi onu ödemekle yükümlüdür. İşte akilesi ödemekle yükümlü olduğu için “Ezvaceküm” veya “Nisaeküm” denmemiş de “el-Nisa” denmiştir.
Evlenme sosyal bir müessesedir. “Evlendiriniz” emri ile de bellidir ki, her kadın evlendirilecektir. Erkek de evlendirilecektir. Ancak erkeğe ev temin edilmeyecek, koca borçlandırılarak kadına ev temin edilecektir. Çünkü her kadının bir evinin olacağını beyan etmiştir. Onları evlerinden çıkarmayın. Cem ceme (çoğul çoğula) izafe edilince bire bir tekabüliyet olur.
Bu evlilik ve aile kurma müessesesinin tam olarak gerçekleştirilmesi için bir vakıf kuracağız. Doğan her çocuk için her ay 25 dolar yatırırsak, evlenecek çağa geldiklerinde birer eve sahip olmuş olurlar. Eğer bunu anne babası yatıramıyorsa, akilesi (yani dayanışma ortaklığı) yatırmalıdır. Böylece sosyal dayanışma içinde mesken sorununu çözmüş olmaktayız. Sovyetlerde bu sorun genel bütçeden çözülmüştür. Başka bir çözüm de, evlenecek erkeklere mesken kredisi verilecek ve kira öder gibi bunun bedelini ödeyeceklerdir.
Bugün erkek ve kadının kazancı ortak yapılmak isteniyor. Bu yanlış anlayış ve uygulama evlenmeyi zorlaştırmaktadır. Tembelliğin kaynağını oluşturmaktadır. Mallar üzerinde rahat tasarruf etmemeyi doğurmaktadır. Bir şey ortaksa, onun üzerinde tasarruf da ortak olmalıdır. Bu da özel mülkiyeti zedelemektedir. Ancak mihr ise borç-alacak ilişkisi olduğu için mülkiyette karışıklık yoktur.
Hukuk 5000 yıllık mazisiyle oluşmuştur. Modalarla hukuk olmaz. Yazılır ama hiçbir şekilde uygulanmaz, uygulanır ama olumlu sonuç vermez.
Bu ülkeyi yıkmak isteyenler AK Parti’ye anlamsız kanunlar çıkartmaktadırlar.
Allah ne demişse doğru olan odur. Bu Kâinatı biz değil, O yani Allah yarattı. Kâinatı O yarattığına göre, düzeni de O koymuştur. Tabiî ve sosyal kanunlara uymayan modalar insanları helâke götürür.
Karının kazandığı karınındır. Kocanın kazandığı kocanındır. Kadın ve çocuklar nafaka hakkına sahiptirler. Karı mihr istihkak eder. Bu hak da akilenin (yani dayanışma ortaklığının) teminatındadır.
صَدُقَاتِهِنَّ (ÖaDuQATıHınNa) “Sadakalarını”
Fındığı kırdığınız zaman ya dolu çıkar ya boş çıkar; dolu çıkana ‘sıdk’, boş çıkana ‘kizb’ denir.
“Sadakât” demek, beklendiği gibi olmak demektir. Erkek bir kadın ile evlendiği zaman ona sadık kalacağına yani başka erkeklerle birleşmeyeceğine söz verir. Bu davranış onun sadakatıdır. Bu satakatına karşılık mihr almaktadır. Diğer taraftan da erkek de ona nafakasını temin edeceğine, koruyacağına ve boşamayacağına söz vermektedir.
Kadın her zaman boşanma hakkına sahiptir. Erkek ise mihr vererek boşayabilir.
Halkın başkana verdikleri zekâta da “Sadakât” denmektedir. Başkana biat ettiğinin delili budur. Ona mâlen katkıda bulunmak demektir. Sadakalar kendilerine izafe edilmiştir.
Yukarıda evli veya bekâr kadın tefrik edilmemiştir. Bu sebepledir ki evlenememiş kadınların da sadaka alma hakları vardır. Bugün bu emeklilikte uygulanmaktadır. Baba veya ana öldüğü zaman küçük çocuklar babalarının emekli maaşlarını almaya devam ederler. Reşit olan erkek bu maaşı alamaz. Ama reşit olan kız evlenmemişse almaya devam eder. Hattâ kocaya gitse, sonra dul kalsa veya boşansa yine alır. İşte bu evlenmemiş kadın sadakasını alma hakkına sahiptir demektir. Bu da kadının yoksulluktan evlenmeye zorlanmamasını sağlar.
Kadınlar da erkekler gibi kredi alarak çalışma hakkına sahiptirler. Kadınlar kredi almadıkları zaman emeklilik paylarını da alırlar. O halde çalışamayan erkek ve kadın emekli maaşını alacaktır. Bu nasıl sağlanacaktır? Kadına sadaka peşin verilir. Kadın onu evlenmemiş olsa bile alır. Böylece mihr almadan evleneceğini bildirmiş olur. Belli bir yaşa kadar evlenememiş kimselerin mihrleri akilece (dayanışma ortaklığınca) karşılanır. Artık onlarla evlenecek kimseler mihr vermek zorunda kalmazlar. Bu yaş örfe göre belirlenir. Bu uygulama sayesinde belli yaşa kadar evlenemeyen kadınlar sonra kolay evlenme imkanını bulmuş olurlar. Bu da doğum kontrolünü sağlar. Hiç olmazsa her kadın bir defa kadın evlenecek; hiç olmazsa her kadın bir defa evlenecek ve bir engeli yoksa bir çocuk doğuracak, mümkünse ve de nasipse bir kızı olacaktır.
نِحْلَةً (NıXLaTan) “Ankıhla olarak”
“Nahl” arı demektir. Arıya köylü kovan kurar, o da orada yerleşir, kovan kirası olarak o köylüye yani kendisine yardım eden insanlara bal verir.
Aile de işte böyle bir müessesedir. Erkek evi yapar, kadın bir arı gibi orada yerleşir. Bal yapan arılar da dişidir. Kadınlar yavru yetiştirirler; arılar da yetiştirirler. Kadınlar bir de evin temizliğini yapar ve yemek pişirirler. Kadın bunu yaparken erkek onu korur, nafakasını temin eder, mihrini verir. Erkek bunu yapamazsa erkeğin akilesi bu işleri yapar. Ev kadına aittir. Sadaka içine nafaka da dahildir.
Burada “Nıhle” kelimesi sadakanın kadına verilmesi gerektiğini, başlık olarak velilerine verilmesinin caiz olmadığını ifade etmektedir. Müfessirler “Nıhle” kelimesi ile mihrin veliye verilmesini yasakladığını istinbat ediyorlar. Yani, mihr kadına verilecektir, velilerine değil.
Ailenin yapıcısı kadındır. Erkekler kayyumdurlar; yani koruyucudurlar, hâkim değildirler.
فَإِنْ طِبْنَ لَكُمْ (Fa EıN OıBNa LaKuM) “Size hazırlarlarsa.”
“Habis” bozucu demektir, “Tayyib” de yarayışlı demektir. Çürük olmayan meyve tayyibdir, çürük olan meyve habistir. Yendiği zaman mideyi bozan habistir, bozmayan tayyibdir. Haram olanlara da habis denmiştir.
Helal olan tayyib olmaktadır. Kadın da bir şeyi helal ederse yiyebilirsiniz.
Nafaka olarak eve verilenler çok evlilik hâlinde tamamen kadına aittir. Koca oradan kadının izni olduğu kadar yararlanabilir. Koca kadının izni olmaksızın eve misafir getiremez. Koca kendi anne babasını karısının izni olmadan eve getiremez. Anne baba kızlarının yanında kalırlar, erkekler nafakalarını sağlarlar. Kadın ise kendi anne babasını evine getirip onlara bakabilir. Nafaka kısmından yediremez, ama mihr kısmından yedirebilir.
عَنْ شَيْءٍ مِنْه (GaN ŞaYEın MınHu) “Ondan bir şeyi”
Ondan bir şeyi helal kılarlarsa ondan yeyin.
Zamir “Minhâ” olması gerekirken “Minhu” olmuştur. Müenneslerin çoğuluna müfret zamir gider. Yani, ister nafakadan, ister mihrden olsun, bir şeyi helal kılarlarsa onu yiyebilirsiniz.
Buradaki “An” “Min” anlamındadır. “Mim” “Min” gelmesin diye “An” ile ifade edilmiştir.
نَفْسًا (NaFSan)
Yani, doğrudan neyi helal ederlerse. Bunun için herhangi bir kural konamaz. Şöyle yapacaksınız, böyle yapacaksınız denemez. Kendi istek ve arzularına göre neyi helal ederlerse onu yiyebilirsiniz.
Bununla beraber şöyle bir kural koyuyoruz. Erkek kadınlara ve çocuklara kendi yediklerini yedirmek ve kendi giydiklerini giydirmekle yükümlüdür. Bu yükümlülük aile içinde ev halkının tümü için geçerlidir. Köle, hizmetçi ve misafir için de geçerlidir. Tüketimde şuyuiyyet vardır. Dolayısıyla koca evde iken evdeki yemeklerden yararlanır. Koca ortak olduğu için değil, ev halkı olması sebebiyle bu böyledir. Ama koca bunun dışında karısından bir talepte bulunamaz.
“Nefsen” kelimesi sizin için de hâl olabilir. Size bir şeyi helal ederlerse anlamı çıkar.
“Tıbne” demek hazırlamak demek, ayırmak demektir. Evde pişirdikleri yemekten size bir şey ayırırlarsa ondam yeyiniz demek olur.
فَكُلُوهُ هَنِيئًا مَرِيئًا (Fa KuLUvHuv HaNIyEan MeRIEan) “Onu heni’ meri’ olarak yeyiniz.”
“Ekletmek” kemirip bitirmek demektir. “Hına” kına demektir.
Kına bir boyadır. Onu elinize veya cildinize koyduğunuz zaman cilt onu emer ve derinin bir parçası olur. Yediğimiz yemekler sindirilir, vücudumuza girer ve vücudun adeta bir parçası olur. Bazı yiyecekler vardır ki vücuda girdiği zaman vücuda zararlı olur, habis olur. Bu şekilde yememiz emredilmektedir. Yani, bize yarayacak şekilde ekletmemiz gerektiğini söylemektedir.
“Fa” harfi geldiği için her zaman heni olarak eklediniz demektir.
Kur’an’da “Heni’” kelimesi dört defa geçmektedir. Ancak “Meri’” kelimesi bir defa geçmektedir.
“Merien” insanca yeyin anlamına gelir. “Meri’” yemek borusudur.
Yediğiniz zaman size zevk veriyorsa ona merien yemek olmuş olur. Yediğimiz yemekler hem bize lezzet olur, hem de yarayışlı olur. Her ikisinin birleştiği yemekleri yemek bize emredilmiş olmaktadır.
Bir şey helal olacak, yani başkalarının hakkı olmayacak, diğer taraftan lezzetli olacak ve aynı zamanda yarayışlı olacak. İşte ‘helal lokma’ budur. Boğazda takılıp kalan yahut yerken zevk veren ama sonra şeker yapan, yahut tansiyon yapan şeyler yenmeyecektir. Ailece yenen yemeklerin, besi değeri ile beraber birlikte yenen yemeklerin zevki vardır.
Bir de “Merien” demekle, kişi olarak yeyin denmiş olur. Koca karısının yaptığı yemeklerden koca olduğu için değil de, kişi olduğu için yiyecektir. Ev içinde bulunan herkesin kişi olması hasebiyle yeme hakkı vardır. Burada “Merien” denmesi ile bu duruma da işaret etmektedir.
وَلَا تُؤْتُوا السُّفَهَاءَ (Va LAv TuETUv elSuFeHAEe) “Sefihlere vermeyiniz.”
“Sefih” “Sefk” ile akraba bir kelimdir. “Sefk” dökmek, akıtmak demektir.
Savurgan olanlara ‘sefih’ denir. Yani, sefih olan kimse eline geçirdiği malı ve imkânı o gün harcar, yarını düşünmez, geleceğini hesaplamaz.
Sosyalizm insanları sefih yapar. O düzende hayatları garantili olduğu için artırmaya gitmezler, çalışıp kazanarak artırmazlar. Sosyal sigorta böyledir. Sefihler evlenme ihtiyacını da duymazlar.
Kur’an bunlar için şu hükmü getirmiştir.
Kendileri çalışıp kazanmışlarsa onları istedikleri gibi harcama hakkına sahiptirler. Ama babalarından kendilerine intikal etmişse, o malları istedikleri gibi harcayamazlar.
Baliğ olan kimseler her türlü medeni haklara sahiptirler. İstedikleri şekilde kendi kazandıkları mallarda tasarrufta bulunabilirler. Ama kendilerine miras olarak intikal eden malları çocuklarına intikal ettirmekle yükümlüdürler. Onlar üzerinde tasarruf ve savurganlıkta bulunamazlar. Onların elinden mallar üzerindeki tasarruf hakları alınır, sadece gelirlerinden yararlanırlar.
أَمْوَالَكُمْ (EaMVALaKuM) “Mallarınızı”
Burada “malları” denmesi gerekirken “mallarınızı” denmektedir. Bu ifadedeki bu bir zamir yepyeni bir düzeni getirmektedir. Batı henüz bu düzeni bilmemektedir. Fıkıhçılar da bunu anlamış değildirler.
Mallar üzerinde iki mülkiyet vardır:
1) Biri “intifa mülkiyeti”dir. Onun gelirlerinden yararlanma mülkiyetidir.
2) Bir diğeri de “kıyam mülkiyeti”dir ki, onu kullanma ve yönetme mülkiyetidir.
Bir arabanın sahibi vardır, bir de o arabayı kullanan şoför vardır. Arabayı kullanan ondan yararlanır. Şoför ise onu kullanır. Bunu bugün işçilik sistemi ile çözmektedirler. Şoför ücretlidir. Arabanın sahibi ise onu istediği gibi kullanır. Bu kapitalizmin kuralıdır.
Kur’an düzeninde ise arabanın iki sahibi vardır:
1) Biri araba mülkiyetine sahip olmadır. Bu ondan yararlanma hakkıdır. Bu hak devredilebilir, parçalanabilir, mirasçılara intikal eder.
2) Diğeri kıyam mülkiyetidir ve kıyam mülkiyeti birinci mülkiyet gibi parçalanamaz. Başkasına devredilebilir, ancak devralanın da ehliyetli olması gerekir. Miras yoluyla intikal etmez, vasiyet yoluyla intikal eder.
Gelir getiren işletmelerde hüküm tamamen böyledir Tarla sahibi başka, onu kullanan başkadır. Eskiden bu ortaklık şeklinde ortaya çıkmıştır.
İşte bu yararlanma mülkiyeti çocuklara aittir. Onu işletme mülkiyeti ise vasiye veya velisine aittir. Baliğ oluncaya kadar yararlanma mülkiyeti mevkuf kalır. Baliğ olunca artık onları varisler kullanmaya başlarlar. Ancak işletme mülkiyeti ise veli veya vasisinde kalır. Ehliyeti iktisap ettiklerinde kıyam mülkiyeti onlara intikal etmiş olur.
الَّتِي جَعَلَ اللَّهُ لَكُمْ قِيَامًا (elLaTIy CaGaLa elLAHu LaKuM QıYAMAn)
“Allah’ın sizin için kıyam yaptığı”
Allah size orada kıyam mülkiyetini verdi.
Vasiler mallar üzerinde tasarruf ederler ve emeklerinin karşılığını da kazançlarından alırlar. Yani, bir çocuğa miras intikal ettiğinde, biz onu karzı hasen olarak sermaye yapar ve işletiriz. Kazançlarımızdan oluşan sermaye payını çocuklara veririz, emek payını da biz alırız. Ne var ki, işletenler yani sermayeden yararlananlar zarar ederse çocukların mallarından eksiltilmez, zarar vasinin veya velinin akilesine yani dayanışma ortaklığına tazmin ettirilir.
Burada “Kıyam mülkiyeti” açıkça ifade edilmiştir. “Leküm” kelimesi kullanılmıştır. “Lam” mülkiyet içindir.
Bu hüküm sadece yetimler hakkında değildir. Her sefih için böyledir. Ne var ki sefih olduğuna hakemler karar vermelidir.
وَارْزُقُوهُمْ فِيهَا (Va ıRZuQUvHuM) “Onlara oradan irzak ediniz.”
Yani gelirlerinden akraba malikleri yararlanırlar. Geçinmeleri onlar tarafından sağlanır. Bu ya işetme gelirlerinden bir pay olarak verilir, yahut da kendi mülkü ile yetimlerin mülkü birleştirilir. Mufavada ortaklığı kurulur, ortaklık içinde yetim çocuklar kendi çocukları gibi irzak ve iksa edilirler. Yedirilir ve giydirilirler.
Aynı evde oturmuyorlarsa iksada eşitlik aranmaz.
“FiHa” denmiştir, “Minha” denmemiştir. O halde yetimlerin ana malından yedirilmeyecek, ana maldan giydirilmeyecek, sadece kazançlarından yedirilip giydirilecektir. Yetmiyorsa, onu ikmal etmek yükümlülüğü topluluğa aittir. Çocuklar büyüdükleri zaman babaları sağmış gibi mirasa sahip olmalıdırlar.
“FiHa” onun içinde demek, ondan yararlanarak onda eksiklik yapmamak üzere demektir.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda tesbit ettiğimiz hususlar Kur’an’da değişik yerlerde değişik ifadelerle teyit edilmektedir.
وَاكْسُوهُمْ (Va uKSUvHuM) “Ve onları iksa ediniz, onları giydiriniz.”
Buradan anlıyoruz ki, giydirme ve yedirme işi vasiye veya veliye aittir; akilelerine aittir. Kendilerine intikal eden mirastan karşılanmayacaktır. Çünkü çocuklar daha doğdukları zaman toplulukla sözleşme içindedirler; siz bizi büyüteceksiniz, biz de ileride sizin bu hizmetinize karşılık çocuklarınızı büyüteceğiz. Çünkü siz de bizi babalarınıza borçlu olduğunuz için büyütüyorsunuz.
Bu sözleşme gereği imkanı olan herkes evlenmekle yükümlüdür. Bir defa evlenecek veya cariye edinecek, çocuk yetiştirecektir. Borcunu böylece eda etmiş olacaktır. Niyet eden başaramazsa, borcunu bu şekilde eda etmiş olur.
وَقُولُوا لَهُمْ (Va QuvLUv LaHuM) “Onlara kavl ediniz.”
Bu şunu ifade eder ki, sefih olanlar muhataptırlar. Yani diğer bütün mükellefiyetlere sahiptirler. Aklen malul sayılmamaktadırlar. Sadece miras üzerindeki tasarrufları kısıtlanmıştır, yoksa kendi kazandıkları mallar üzerinde veya evlenme-boşanma gibi hususlarda kendileri tam olarak ehliyetlidirler.
Kur’an’ın usûlüdür bu. Bir taraftan dinî olarak onlara maruf söz söyleyin demekte, ama diğer taraftan da onların muhatap olduğunu bildirmektedir.
Kur’an’ı okurken daima dinî cihetinin yanında şer’î cihetinin olduğu unutulmamalıdır.
قَوْلًا مَعْرُوفًا (QaVLan MaGRUvFan) “Maruf olan kavli söyleyiniz.”
Yani, onlara malları teslim edilmediğinde onlara cevap verilecektir.
Hakemler kararlarını beyan ederken gerekçe de göstermelidirler. Ne sebeple böyle karar verildiği muhataplara anlatılmalıdır. Hasımlı davalarda ikna hizmetini hakemler yaparlar. Velileri yaparlar. Son söz baş hakeme düşer ve baş hakem gerekçe göstermez. Ama hasım davalarda, tek taraflı davalarda ise kararda karşı tarafı ikna edecek gerekçeler gösterilir. Burada karar veren kimselerin bir menfaati olmayacaktır. Davayı sefih olan kimse açacaktır. Onu ikna edici hüküm verilecektir.
“Kavlen” kelimesi getirilmiştir. Çünkü yere ve şartlara göre kişilere söylenecektir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 276. SEMİNER Yorum-106 İstanbul, 29 Ekim 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
“ADİL DÜZEN İŞLETMESİ”NE GEÇİŞ
“Adil Düzen İşletmesi”ni tesis etmek için 1967 yılından beri çaba sarf edilmektedir. İzmir’de kurulan Akevler Kooperatifi’nde kısmen başarıya doğru giderken, sonra durmuştur. Kırgızistan’da yaptığımız uğraş sonuç vermemiştir. İstanbul’da giriştiğimiz “Ağaç Evler” de sonuçsuz kalmıştır.
Bu uğraşılarda varsayımımız şu idi; eski işletmelerde “Adil Düzen” tesis edilemez, yeni işletme kurmalıyız. Dolayısıyla hep yeniden başlama ihtiyacını hissettik. Başaramadık…
Bu hususta bir hata yapmış olabiliriz. Başarısızlığı daima kendi hatamızda aramalıyız. Bu hata da şudur. Mevcut işletmeleri “Adil Düzen”e çağıracağımıza, kendimizi onlara rakip olarak sunduk. Aynı hatayı siyasette de yaptık. O zaman onlar kendi varlıklarını tehlikede gördüler ve bize karşı cephe aldılar. Bugün biz onları dâvet etmiş olmaktayız. Adil Düzen Partisi’ni kuramayışımızın sebebi de bu olabilir.
Önce mevcut ekonomik işletmeleri “Adil Düzen”e geçirmeliyiz.
Sonra mevcut partileri “Adil Düzen”e geçirmeliyiz.
“Adil Düzen” sadece bir partinin, sadece bir işletmenin değil; tüm işletmelerin ve siyasilerin işidir.
MEVCUT BİR EKONOMİK İŞLETME ADİL DÜZENE NASIL GEÇER?
a) “Adil Düzen İşletmesi”nin temel dayanağı, Kur’an’ın Bakara Sûresi’ndeki 282. “Tedayün Âyeti”dir. Bu âyetin bize emrettiği şey; ‘küçük olsun büyük osun her şeyi yazın’ emridir. Allah’ın bu emrini 1400 yıldır yerine getiremedik. Şimdi yerine getirdiğimiz zaman “III. Bin Yıl Uygarlığımızı” kurmuş oluruz. Peki, bu yazma işi nereden başlayacak? Herkes bir iş yaptığı zaman yazacak. Herkesin cebinde bir basit defter olacak. Bir iş yaptı mı onu yazacak. Verdiğini yazacak. Neler verebilir?
1- Emek verebilir. Çalışmıştır. Saatini ve yaptığı işi yazacaktır.
2- Bir eşya teslim etmiştir. Onu da yazacak. Miktarını ve kime teslim ettiğini yazacak.
3- Bir taşınmaz veya dayanıklı eşyayı vermiştir. Onu da yazacak.
4- Nihayet nakit vermiştir. Kime verdiğini yazacaktır.
b) Bu yazdıklarını muhasibe verecektir. Muhasip bunu bilgisayar diline çevirecek ve kâğıda geçirecektir. Defteri veya kâğıdı sahibine iade edecektir. Bunun nasıl yazılacağı programlanmış olacaktır.
c) Muhasebede program yapılacak ve bu programla her zaman herkesin hakkı hesaplanabilecektir. Neler bilinecektir?
1- Taşınmaz malların sicilleri bilinecektir. Kimler onu hangi zamanlarda kullanmış, hangi arızları yapmış, tamir ve bakımına ne gitmiş; bütünü ile bilinmiş olacaktır.
2- Taşınır malların şimdi nerede ne miktarda olduğu bilinecektir. Değerleri belli olacaktır. Kimin mülkiyetinde olduğu bilinecektir.
3- Kimde ne kadar para vardır, hangi kıymetli evraklar vardır, bilinecektir.
4- Kim ne kadar neyi borçludur veya alacaklıdır, bilinecektir. Vadeleri ile bilinecektir. Şatışları ile bilinecektir.
d) Bir kimse istediği zaman tüm hesabı çıkarılıp kendisine verilebilmelidir. O anda ne borçlu, kime borçlu ve alacaklı olduğu muhasibi tarafından kendisine verilebilmesi gerekir.
İşte Kur’an’ın emrettiği “Adil Düzen İşletmesi” budur.
Bugünkü gelişmeler bu kayıtların yapılmasını zorunlu kılıyor.
Bu kayıtları yapanlar dev firmalar oluyorlar. Yapamayan halk eziliyor, işçi oluyor, köle oluyor.
“Adil Düzen İşletmesi”ne geçmede en büyük zorluk, çalışanların yahut katılanların yazıp bunları muhasiplerine vermemesidir. Bunun değişik sebepleri vardır.
1- Yazılı belgeler Türkiye’de daima aleyhte kullanılıyor, lehte kullanılamıyor. Onun için herkes yazmadan iş yapıyor. Yazmaktan kaçıyor. Çünkü her belge insanın aleyhine vesika olmaktadır.
2- Yazmaya alışık olmadığı için yazmak istemiyor. Bunda bir başka etken olarak ‘bilgisizlik’ de vardır. Üşeniyor ve yazmak istemiyor.
3- Yazma ona bir yarar sağlamış değildir. Abesle meşgul olmak istemiyor.
4- Yazdıklarını verecek muhasipleri yok ki yazsın.
İşte bir işletmeyi “Adil Düzen”e geçirmek demek, çalışanlara yaptıklarını yazmayı öğretmek ve alıştırmak demektir. Bunun için şu yollar takip edilecektir:
a) Mevcut olan sistem ve düzene asla dokunulmayacaktır. “Adil Düzen Muhasebesi” için yeni muhasip istihdam edilecektir. Muhasibe sabit ücret değil, kaydettiği madde sayısınca ücret verilmelidir. Muhasip başka iş de yapmalı, akşamları muhasebe tutmalıdır. Ek olarak buradan geliri olmalıdır.
b) Kurs açılmalı, bu kursa çalışan elemanlardan isteyenler katılmalıdır. Adil Düzen Muhasebesine göre yazmayı öğrenen elemanların gelirlerine zam yapılmalıdır. Katılmayan veya başaramayanlara zam yapılmamalıdır.
c) İsteyenlerden istedikleri işleri ve verdikleri maddeleri yazıp vermeleri kendilerinden istenmelidir. Bu yazdıklarından dolayı kendilerine bir ek gelir sağlanmalıdır. Yazmayanlar cezalandırılmamalıdır ama bu ek gelirden mahrum edilmelidir.
d) “Adil Düzen”e geçmede en büyük zorluk “Adil Düzen Muhasebesi” ile “Cari Muhasebe” arasındaki uygunluğu sağlamaktır. Bu çok zor bir iştir. Bu hususta muhasip ve maliyecilerin eğitilmesi gerekmektedir.
İki muhasebe arasında şu fark vardır:
Adil Düzen Muhasebesinde reel kazanç esas alınır. Yani, bir kimse geçen sene 1000 çift ayakkabı ile işe başlamış ve bu sene 1100 çift ayakkabı elde etmişse, bu kimse kazanmıştır. Oysa bu ayakkabılar ucuzladığı için parada zarar etmiş olabilir. Cari muhasebede ise değerdeki artış esas alınır. Dükkandaki ayakkabı 1000’den 900’e düşmüş olabilir. Ama fiyatlar yükseldiği için kârlı durumda olabilir!
Bunun çözümü şudur. Önce iki ayrı muhasebe tutulmalıdır. Biri Adil Düzen Muhasebesi, diğeri ise cari sistemle tutulan muhasebedir. Ancak bu muhasebelerde girdiler arasında uyum olmalıdır. Şöyle ki;
Her iki muhasebede kaydedilen değerler vardır. Bunlar arasında mutabakat olmalıdır. Her iki muhasebede kaydedilmeyen değerler vardır. Burada kendiliğinden mutabakat olur. Cari muhasebede kaydedilip adil muhasebede kaydedilmeyenler olursa bağımsız olurlar.
İleride öyle program yapılacaktır ki kayıtlar tek olacaktır. Verilen komuta göre her iki muhasebeyi birden gösterecek, ya da adil muhasebeyi yalnız gösterecek, veya cari muhasebeyi gösterecek.
İşte bunu başaracak programı oluşturmak zorundayız.
Eğer bir işletmede herkes aldığını-verdiğini yazıyorsa ve bunlar tek tek kayıtlara geçilebiliyorsa; cari muhasebe de adil muhasebenin özel durumu oluyorsa, bu takdirde o işetme “Adil Düzen”e ve “Adil Düzen Muhasebesi”ne geçmiş olacaktır.
ADİL MUHASEBENİN NE YARARI OLACAKTIR?
a) Kayıtlı ekonomiye geçilmiş olacaktır.
b) İşletmeciler her zaman durumlarını kontrol edeceklerdir. Ne yaparlarsa nasıl sonuç alacaklarını bilebileceklerdir. Mesela, bir gömlek işletmesi Eylül ayında reklâm vermiştir. Satışlarda iki ay sonra artış görmüştür. Reklamı kesmiştir. İki ay sonra düşüş göstermiştir. Demek ki reklam etkilidir ve sonuç iki ay sonra alınabilmektedir.
c) Çalışanların başarısı ortaya çıkacaktır. Hangi tezgahtar ne kadar mal satmıştır? Bunlar bilgisayarda görülecek ve tezgahtarın ücreti artmış olacaktır. Yahut hangi satıcının malları daha çok satılıyor, yine o durumu da muhasebe bize bildirecektir.
d) Çok önemli bir husus olarak da; herkes her zaman işletmeye ortak olabilecek, istediği zaman da ayrılacaktır. Böylece işletme asla sermaye sıkıntısı çekmeyecektir. Ortaklar arasında ihtilaf olmayacaktır.
Bu konuda çalışmalarda SELAHATTİN ÖZTÜRK ile GÜRSEL KARTAL önderlik yapabilirler. Bir Pazar günü vakitlerini ayırırlarsa, görüşmeler yapabiliriz.
Katılacaklar: 01- Süleyman Karagülle
02- Reşat Nuri Erol
03- Selahattin Öztürk
04- Gürsel Kartal
05- Yaşar Gönül
06- M. Lütfi Hocaoğlu
07- Yasin Kılar
08- M. Zübeyir Erol
09- Taha Özket
10- Hakan Kandal
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 276. SEMİNER Yorum-106 İstanbul, 29 Ekim 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Üsküdar’da Selahattin Öztürk değerlendirecektir.)
DÜNYA SİYASETİNDEKİ GELİŞMELER
500 yıldır dünyanın siyaseti tekel sermayenin elindedir. Sermayenin ana siyaseti ‘böl ve yönet’ şeklinde ortaya çıkmıştır. 1897’ye kadar dünya Hıristiyan ve Müslüman olarak bölünmüş, bunlar savaştırılmış ve yönetilmiştir. 1897’de Basel’de yaptıkları kongrede aldıkları kararla ‘dinî bölünme’ yerine ‘rejim bölünmesi’ ortaya konmuştur. Onlara göre kendi dinlerinden başka dinler bâtıldır. Dolayısıyla dünya ateist olacak, ‘din savaşları’nın yerini ‘rejim savaşları’ alacaktır. İslâmiyet yenilmiş halklardan oluşacaktır. Ateist olacaklardır. Hıristiyanlar da galip gelmiş ama Hıristiyanlığı terk etmiş bir halk yığını hâline gelecektir. Bunun yerine dünya kapitalizm ve sosyalizme ayrılacaktır.
Kapitalizmin ve sosyalizmin teorisyenleri kendileri olmuştur. Aslında ikisi birdir. Kâğıt para dünyaya hakim kılınacaktır. Kâğıt paranın sahibi kendileri olacaktır. Kâğıt para işletmelere kredi olarak verilecek, işletmeler ürettikleri malları bu kâğıt para ile satacaklardır. Dünya kendilerine faiz olarak ödemelerde bulunacaktır. Neyin faizi? Boş kâğıdın faizi. Bu boş kâğıtla dünya orduları yaşatılacak ve kendi emirleri ile savaştırılacaktır. Bütün dünya onlar tarafından yönetilecektir.
Dünyaya yön vermek için demek ki ellerinde çok önemli silahları vardır. Bedava elde ettikleri kâğıt para. O para ile besledikleri ordular; o para ile sahip oldukları medya, yani basın ve yayın organları; o para ile sahip oldukları üniversiteler ve okullar; ve tabii ki bunların baskısı ile bağımlı hâle getirilen yargı, partiler, bürokratlar ve yerli işbirlikçi sermaye… Her tarafı ile dünyanın hakimi haline gelmişlerdir.
Kapitalizm ile sosyalizm arasında nüans farkı vardır. Sosyalizmde devletin başına silah zoru ile yönetici getirmektedirler, kâğıt parayı onlar basmaktadır. Kapitalizmde ise işsizlik zoru ile yönetici getirmektedirler, kâğıt parayı onlar basmaktadır. Ayrıca CIA ve mafya teşkilatı ile kendilerini dinlemeyenleri iktidardan indirmekte, asmakta, hapsetmektedirler. Uslananları çıkarıp diktatör yapabilmektedirler.
İşte III. bin yıla girilirken tam da bu düzen içinde girilmiştir. Yalnız beklenmedik olaylar cereyan etmiştir.
1- Dinler onların sandığı gibi yok olmamış, aksine bütün dünyada bütün dinler canlanmaya başlamışlardır. Hem de birbirinin düşmanı olarak değil, birbirinin dostu olarak canlanmaktadır. Artık Hıristiyan-Müslüman savaşı, Budist-Müslüman savaşı, Brahman-Müslüman savaşı sona ermektedir. Dinler gerçek düşmanın ateizm olduğunu biliyorlar, bunları yenmek için müsbet ilmin verilerinde birleşmeleri gerektiğini biliyorlar. Türkiye’de artık herkes Kur’an okumaya başlamıştır.
2- Ekonomide de büyük işletmelerin yerini küçük işletmeler almıştır. Gerek Türkiye’de, gerek eski Sovyetlerde, gerek Çin’de ve Hindistan’da kayıt dışı ekonomi olarak “halk ekonomisi” doğmakta ve “para ekonomisi”nden “eşya ekonomisi”ne geçilmektedir. Avrupa’da da halk ekonomisi canlanmaktadır. Güney Amerika ve Afrika’da bugünlerde neler oluyor, tam bilemiyoruz. Ancak oralarda da ekonomiler yeni biçim almaktadır. Yani, temel silah olan ‘kâğıt para’ tekel sermayenin elinden çıkmaktadır. E-marketler adı altında “mala-mal marketleri” gelişmektedir. Yakında dünyada mala-mal marketleri yaygınlaşacaktır. Artık karşılıksız paranın bir sömürü aracı olması bitecektir. Avrupa’nın parası doları solladı. Doların karşılıksız para olarak geçerli olmasının millî ordular sayesinde olacağı sanılıyordu. Oysa Avrupa’nın parası orduya dayanmadan varlığını sürdürüyor. Gelecekte eski Sovyetler tek paraya geçebilirler. Çinliler, Korelilerle ve Japonlarla birleşerek tek paraya geçebilirler. Pakistan da Hindistan ile anlaşır ve tek paraya geçebilir. Afrika devletleri tek paraya geçebilir. Güney Amerika tek paraya geçebilir. Böylece tekel sermaye ipin ucunu kaçırır ve bu gelişmelerden dolayı çok kolay bir şekilde dünyadaki hakimiyeti sona erebilir.
3- Dünyada yeni bir gelişme başlamıştır. Millî ordular bağımsızlıklarını ilan etmiş ve sermayenin arzusu ile savaşmıyor olmuşlardır. Çin gittikçe güçlenmekte, ordusu da bağımsız hâle gelmekte, ama saldırı ordusundan ziyade savunma ordusu şeklinde oluşmaktadır. Sovyetler dağılmış, yerine ulus devletler oluşmuş, ancak bu devletlerin orduları arasında savaş sözkonusu olmamıştır. Ermeni-Azeri savaşları bile durmuştur. Gerek Kafkasya, gerek Rusya, gerek Balkan ülkelerinde de savaşlar devam etmiyor. Avrupa Birliği içinde de savaşlar sona ermiştir. Artık Güney Kore ile Kuzey Kore, Güney Vietnam ile Güney Vietnam savaş hâlinde değildir. İran ile Türkiye kapıştırılamamaktadır. Kürt ayaklanması başarılamamış, PKK tamamen silah bırakmak üzeredir. Askeri ihtilaller de durmuştur. CIA istediği faaliyetleri gösterememektedir. CIA’nın tezgahladığı Usame bin Ladin, Türkiye’de Hizbullah gibi terörist merkezler beklenen anarşiyi çıkaramamaktadırlar. Doğu Türkistanlılar artık ABD’nin emrinde değiller. Yakında Çeçenler de gerçekleri görecek, ABD’den bir sonuç elde edemeyeceklerini anlayacak ve Rusya ile iyi geçineceklerdir. Bizzat ABD de sermaye etkinliğini kaybetmiştir. Türkiye’de MİT millî ordunun emrine girmiştir. ABD’de CIA millî ordunun emrine girmiştir. Sermaye etkisini kaybetmektedir. ABD yakında Amerika kıtasına dönmek zorunda kalacaktır.
4- En önemli olay Irak Savaşı’nda cereyan etti. Birleşmiş Milletleri kendilerinin oyuncağı olarak garanti eden sermaye beklenmedik bir sürprizle karşılaştı. Birleşmiş Milletler’de istediği kararı çıkartamadı. Türkiye’de tezkereyi geçiremedi. Fransa ile Almanya’nın anlaşması ile Avrupa Birliği’ne hakim olamadı. Rusya ve Çin de Fransa ve Almanya’nın yanında yer aldı. Böylece ABD’nin süper güç olması son buldu. Türkiye tezkere meselesinden sonra güçlü olduğunu öğrendi. Çünkü dünya onun yanında yer aldı. Türkiye’deki Irak tezkeresi sayesinde III. bin yıl siyasetinde Türkiye bağımsız devlet haline geldi. Komşusu İran ile yakınlaşmak zorunda kaldı. Bu gelişme ABD’nin Suriye’yi işgal etmesini önledi. Ortadoğu oyunu, Ortadoğu aldatmacası ya da Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) da tutmadı.
Hâsılı, şimdiki durumda dünya siyasetinde sermaye yenilmiş durumdadır. Ne var ki siyaset boşluğu vardır.
Oysa hayat boşluk kabul etmez. Bu durumda dünyaya hangi siyaset hakim olacaktır?
İşte bunun anahtarı Türkiye’dedir.
Türkiye AB’ye girmemelidir. AB ile müzakereler devam ederken, Türkiye Rusya ile sıkı işbirliğine girişmelidir. Eski Sovyetleri Avrupa Birliği şeklinde canlandırmalıdır. Bunun için Müslüman halkları ikna edip Ortodokslarla işbirliğinde olmalarını sağlamalıdır. Çin ile ilişkilerini geliştirmeli, Doğu Asya Birliği’ni sağlamaya çalışmalıdır. Hindistan’da Müslümanlarla Hinduların arasına girmeli ve Hint Birliği’nin kurulmasını gerçekleştirmelidir. Afrika’da ki Müslüman devletleri harekete geçirerek Afrika Birliği’nin sağlanmasını temin etmelidir. Güney Amerika Birliği için yardımcı olmalıdır. ABD, Kanada ve Meksika arasında kurulan gümrük birliğini desteklemelidir.
Peki, Türkiye bunu nasıl başaracaktır? Akevler Adil Düzen Ekibi’nin hazırladığı “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı onlara öğretmekle bunu başaracaktır. Bu anayasanın kaynağı nedir? Yahudilerin Tevrat’ıdır, Hıristiyanların İncil’idir, Budistlerin Furkan’ı (Burkan’ı)dır, İnsanlığın Kur’an’ıdır. Hatalar bizim, doğrular o kitaplarındır. Metodu ise müsbet ilimlerle bu kitapları yorumlamaktır.
Not: Kur’an’da Âl-i İmrân Sûresi’nin ilk âyetlerinde şöyle buyurulmaktadır: “Sana hak ile kendisinden önce gelenleri tasdik etmek üzere Kitab’ı tenzil etti; ve daha önce insanlara hidayet olmak üzere Tevrat ve İncil’i inzâl etti; ve Furkan’ı da inzâl etti.” (3/3-4)
Burada bahsedilen ‘Furkan’ Budistlerin ‘Burkan’ veya ‘Burhan’ dedikleri kitaptır. ‘Brahma’ da ‘İbrahim’den gelmektedir. Tevrat’ın bildirdiğine göre Hz. İbrahim’in üçüncü eşi Ketura’dan olan altı oğlu ve on torunu doğuya gitmiştir.
Demek ki Budistler de ehli kitaptırlar. Tüm ehli kitap birileşip ateistleri bir daha gelmemek üzere sileceğiz, inşaallah.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92