ADİL DÜZEN 278
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 12-14 Kasım 2004 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 278. SEMİNER (CUMA-C.TESİ-PAZAR) İst. - Ank., 12-14 Kasım 2004
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00), Cumartesi Yenibosna (18.00-21.00)]
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 4
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 18.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol, Lütfi Hocaoğlu, ve ………..… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Cuma günü Üsküdar’da Reşat Nuri Erol tarafından; Pazar günü Ankara’da Sabri Tekir tarafından anlatılacaktır.
Süleyman KARAGÜLLE
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
لِلرِّجَالِ نَصِيبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ وَلِلنِّسَاءِ نَصِيبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ مِمَّا قَلَّ مِنْهُ أَوْ كَثُرَ نَصِيبًا مَفْرُوضًا(7) وَإِذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ أُوْلُوا الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينُ فَارْزُقُوهُمْ مِنْهُ وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلًا مَعْرُوفًا(8) وَلْيَخْشَ الَّذِينَ لَوْ تَرَكُوا مِنْ خَلْفِهِمْ ذُرِّيَّةً ضِعَافًا خَافُوا عَلَيْهِمْ فَلْيَتَّقُوا اللَّهَ وَلْيَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا(9) إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَارًا وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيرًا(10)
لِلرِّجَالِ (LıLRıCALı) “Rical için”
Burada atıf harfi gelmemiştir. Bu farklılığın kemalinden doğmamıştır. Öyle olsaydı yetimlere ait hükümler burada biterdi. Oysa bundan sonra yetimlerle ilgili hükümler devam etmektedir. O halde burada kemali ittisal vardır. Yani, bu âyet bundan önceki âyetlerin bir yorumu mahiyetindedir. Bu ne olabilir?
Şüphesiz burada yetimlerde kızlarla erkeklerin ortak payları var. Az olsun, çok olsun, pay paydır. Bütün paylar korunacaktır. Yukarıda geçen hükümler ayniyle bâkidir. Birçok topluluklarda olduğu gibi kızların mirastan mahrumiyeti diye bir şey yoktur.
Roma’da kadınlar genellikle pay almazlar; alsa bile kocasına geçerdi. Oysa İslâmiyet kadın ile erkeği mal edinme bakımından tamamen eşit hâle getirmiştir. Mirasta da onlara paylar verilmiştir. Miras bahsinde anlatacağımız sebeplerden dolayı erkeğin payını iki misli yapmıştır.
Ancak burada asıl kemali ittisal şuradan gelmektedir. Ölen bir kimsenin malları kalınca; çocuklar yetimse yahut çocuklardan biri yetimse mallar paylaşılmaz, mufavada şirketi olarak ortak kalır. Mufavada şirketine Batı’da kollektif şirket denmektedir; birlik şirketi diyebiliriz. Şirket ortak olarak işletilir, Sonra çocukların hepsi baliğ olunca malları kendilerine verilir. Bu şirket mirasın taksimini erteleme anlamında bir şirkettir. Bölüşülmesi zararlı olan şirketin hükümleri böyle olur. Bu şirket nerelerde zorunlu olur?
a) Eğer mirasta bir yetim varsa, onun mirasının taksimi ertelenir ve mufavada şirketi olarak işletilir.
b) Bir başkan başkan olunca böyle bir şirket oluşur, kendi malları ile başkan olduğu topluluğun malları mufavada şirketi ile ortak edilir.
c) Ailede birlikte yaşamak zorunda olan ve sonunda başka vârisi olmayan kimse ile şirketi mufavada akdedilir. Üvey çocukları ile birlikte yaşamak zorunda olan karı veya koca onlarla bu tür birlik ortaklığına girer.
d) İsteyenler istedikleri zaman böyle bir ortaklık tesis edebilirler.
Buradaki “Lam” harfi temlik içindir. Böylece kollektif ortaklığa katılan kimselerin kendi malları yine kendi mülklerinde kalır. Sadece onun işletme mülkiyeti şirkete intikal eder. Rakaba mülkiyeti sahiplerinde kalır. Bu âyetteki “Lam” harfleri bunu ifade eder. Taşınmazlar aynen kalırlar, ayrılırken kendilerine iade edilir. Diğer mallar da karzı hasen olarak şirkete girer, dağıldıkları zaman misli ile aynı değer kendilerine ödenir.
Burada birçok farklı ifade gelmiştir.
1) “el-Zeker” denmemiş de “el-Rical” denmiştir. Oysa miras âyetinde “el-Zekeru mislü hazzi el-ünseyeyn” denmiştir. Burada ise “el-Rical” denmiştir. Bunlar şirkete ortak olan yetimlere bakmakla yükümlü olacak olan ricaldir. Bunlar şirketteki bir kişiye değil, şirketteki herkese akraba olmuşlardır. Ona göre hak ve görevleri vardır.
2) “Li’r-Rical” tekil olarak değil de, çoğul olarak gösterilmiştir. Halbuki miras âyetinde tekil olarak geçmiştir. Oysa nasib tekildir. Bir tek payları vardır denmiştir. Yani, baba yerine geçen erkeklerin tümünün bir tek payı vardır. Şirketin akraba erkekleri görev ve haklardan yararlanırlar. Şirkete ortak olmayan ama şirketin yakını olduğu halde bakılmaya muhtaç olan kimse de şirket tarafından bakılır.
نَصِيبٌ (NaÖıYBun) “Nasib vardır.”
“Nusbe” işaret olmak üzere dikilen taşlardır. Arazide sınırlar arasında bu işaret taşlarını koyarlar.
“Nasıyb” sınırların ayrıldığı yerdir. Zamanla bütün paylara ‘nasib’ denmektedir Mirastaki pay demektir. Mirasta payları vardır.
Burada da iki önemli husus vardır.
Biri, nasib müfrettir. Oysa sahip olanlar çoğuldur. Demek ki onların ortak paylarından bahsetmektedir. Bu mirastaki pay değildir. Çünkü mirasta her erkeğin kendine ait payı vardır.
İkincisi ise nasibin burada nekire olmasıdır. Nekiredir demek, payları bilinmiyor demektir. Bu paylar şeriatta tesbit edilen paylar değildir. Bu paylar mukavelede belirleneceği için nekire getirilmiştir.
مِمَّا تَرَكَ (MınMAv TaRaKa) “Terk ettiklerinde”
“Terek” raftır. “Terk etmek” demek, rafa kaldırmak demektir. Ölülerin bıraktıkları mallar için “tereke” denmektedir. Ölü ölür ölmez mallar dondurulur. Onlar için çalıştırılmaz. Borçlar tasfiye edildikten sonra mirasları taksim edilir. Ancak, eğer içlerinde küçük varsa, o zaman şirket mufavada şirketine dönüştürülür. O şirkete ortak olan erkeklerin veya kadınların birer paylarının olduğu bildiriliyor.
الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ (eLVALiDANı Va eLEaQRaBUvNa) “Anne-baba ve en yakınları”
Anne-baba ve en yakınları denmektedir.
“El-Vâlidân” harfi tarifle gelince bir tür cin isim şeklinde bütün ana babaya denk olur.
“El-Ekrabûn” ise yakınları anlamına gelir. Burada cemi müzekker sâlimdir, cemaat demektir. Yani, şirket hâline gelen anne-baba ve akraba mirasçılarının terk ettikleri demek olur.
Bir mufavada şirketi kurulduğunda onlar mallarını oraya terk etmiş olacakları gibi, onlar ölünce de malları orada kalmış olur. Mufavada şirketinin temel kuruluşu şöyledir. Kişi ortak olduğu tarihte mallarını koyar. Şirket son ortak ölünceye kadar devam eder. Son ortak ölünce şirket dağılır. Ortak olanlar bütün mallarını ve işlerini ortaklığa koymuş olurlar. Ortak olduktan sonra kazanılanlar şirketin malıdır.
Burada “Validehum ve ekrabehum” dememiştir. Yani, erkeklerin ve kadınların bunların akrabaları olmaları gerekmez. Ortak olan kadın veya erkek mallarını şirkete verir. Sonra ayrılacağı zaman yahut şirket tasfiye edilince aynen veya mislen alır. Ondan sonraki gelirler de şirketin olur.
Burada bir sorun çıkıyor. İnsanın çocuklarına, anne babalarına, akrabalarına karşı sorumlulukları vardır. Oysa onlar şirkete ortak değildirler. O halde onların hukuku ne olacaktır? Onlar artık şirkete akraba olmuşlardır. Bütün yakınlık ve hakları şirkette oluşur. Erkekler bütün şirketin akrabalarına baba gibi olurlar, kadınlar şirkete akraba olanların anaları gibi olurlar. Yahut erkek kardeşleri veya kız kardeşleri olurlar. İşte şirket akrabalarının bıraktığı terekede bütün erkekler ve bütün kadınların birer payları vardır. Mâli yükümlülükler şirketin ortak gelirlerinden karşılanır. Bedenî yükümlülükler ise; anneye ait olanlar kadın ortakları tarafından, babanın görevleri ise baba ortakları tarafından karşılanır. Valideyn veya akrabaların ayrı ayrı terk ettikleri değil, hepsinin birden terk ettiği bir terekeden bahsetmektedir. Yani, en son şirket tasfiye edilince paylarını alacaklardır. Daha önce ayrılanlar bundan yararlansalar bile şirket tasfiye edildiği zaman paylarını alabilirler. Ölme durumu için sözkonusudur.
Bir müessese işlemeye başladıktan sonra sorunlar çıkar, o zaman âyetler okunur ve hükümler çıkarılır.
وَلِلنِّسَاءِ (VaLıenNıSAEı) “Kadınlar için”
Burada bahsedilen kadınlar ‘rical’ karşılığı kadınlardır. Zeker karşılığı unsa kadınlar değildir. Erkekler gibi sorumlu olan kadınlardan bahsediliyor.
Şirket büyük bir aile olmuştur. Erkekler var, kadınlar var. Ortak mallar var. Bunlar aile işlerini yapıyorlar. Erkekler kendi işerini, kadınlar kendi işlerini yapıyorlar. Kadınların üvey erkeklerin akrabaları da hepsinin akrabası durumuna geliyor. Onlara kollektif olarak hizmet verilir. Bu eski tip bir ailedir. Ne var ki bugün pratik olarak yoktur. Şirket mukaveleye göre erkek ve kadınlar tarafından yürütülür.
نَصِيبٌ (NaÖıYBun) “Nasib vardır.”
Burada “Nasib” müfret ve nekire gelmiştir. Çünkü kadınların payı da sözleşme ile tesbit edilecektir. Her ortaklık için ayrıdır. Bunun için nekiredir. Eğer paylardan kalanı kadınların olsaydı ya marife gelmeliydi veya “nasibun uhar” denmiş olması gerekirdi.
Demek ki bu iki payın dışında da paylar vardır. Asıl mirasçılara ait olan paylardır. Ortaklık sermayesinden artan paylar erkek ve kadınlara bölüştürülüyor. Mukavelede diğer mirasçılara de pay bırakılabilir. Bunun için bu ayette geçen her iki “Nasib” de nekiredir.
مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ (MınMAv TaRAKa eLVALıDaYNı Va elEaQRaBuVNa)
“Anne-baba ve en yakınların terk ettiklerinde.”
Erkekler için söylediklerini aynen tekrar etmiştir. Bu cümleyi zamirle ifade edebilirdi. “Minhâ” denebilirdi. Burada kadına kalan miras ile erkeğe kalan miras farklıdır. Buna işaret edilmektedir.
Kadına kalan miras yakınlık karşılığı olan mirastır. Hayatta ikisi arasında dayanışma ortaklığı şeklinde oluşur. Bir erkek ölünce ona pay verilir. Dayanışmada kim zararda olursa öbürü katılır. Zarar etmeyen hiçbir şey almamış olur. Bu dayanışma ölüm hâlinde de sürüyor kabul edilerek pay verilir. Anne-baba bu mirasta vâris olur. Karı-koca bu mirasta vâris olur. Burada kadın ile erkek eşittir.
Diğeri ise soyu sürdürme mirasıdır. Çocuk yetiştirme mirasıdır. Aile mirasıdır. Bu erkeği takip eder. Erkekte kadının bütün genleri vardır. Erkekte olan Y kromozomu geni tektir. Dolayısıyla kadında erkekte olan bütün genler yoktur. Nesil onlarla sürdürülür. Kadın çocuğu doğurup büyütür, erkek nafakasını temin eder ve korur. İşte bu geçindirme görevi erkeğe verildiği için pay da erkeğe verilir. Bunu anlatmak için, yani erkek payının başka, kadın payının başka olmasından “Mimma Tereke” cümleciğini aynen tekrar etti.
مِمَّا قَلَّ مِنْهُ أَوْ كَثُرَ (MinMAv QalLA MInHu EaV KaÇuRa)
“Ondan az olsun çok olsun.”
Burada zamir iki yere gidebilir. Bunlardan biri, mirasa gider. Yani, miras az olsun, çok olsun; erkeklerin de, kadınların da payları vardır. “Mimma Tereke”ye gider zamir, yahut “Nasib”e gider zamir; az olsun çok olsun. Yani, eşit pay almayabilirler. Kadınlar ve erkekler mirastan pay alırken sözleşmeye göre pay alabilirler.
Burada ana iskelet çizilmiştir. Bu da şudur. Birlik şirketini kuranların akrabaları şirketin akrabaları hâline gelirler. Yani, akrabalardan ayrı ayrı hak ve göreve değil, oradakilere karşı kollektif hak ve göreve sahip olurlar. Nöbetleşe görevlerini yaparlar. Mesela, yatalak hastaya bakılacaksa nöbetleşerek bakarlar. Böylece yük bir aileye yığılmış olmaz. Şirket en sonunda son ferdin ölümü ile dağılır. O zamana kadar ortak olanın hakları korunmuş olur. Ortak olmayan akraba “rical” ve ortak olmayan akraba “nisa” o zaman hisselerini alırlar.
نَصِيبًا مَفْرُوضًا (NaÖIyBan MaFRuWan) “Farz kılınmış nasib”
“Nasib”ler nekire olmakla beraber belirlidir. Sözleşmede belirlenmiştir. “Nesibeyni mefrudeyni” denmemiştir. O halde buradaki nasib hâldir. “Kalle ev Kesura”daki failin hâlidir. Az veya çok olan pay belirlenmiş olacaktır. Baştan şirketin mukavelesinde belirlenmiş olmalıdır. Erkeklerin payı fazla veya kadınların payı fazla yapılabilir. Asıl vârislerine kalacak pay da fazla veya eksik tutulabilir. Yani, miras üçe taksim edilir; ortaklara hizmet veren erkekler, ortaklara hizmet veren kadınlar, bir de ortakların vârisleri.
Büyük aile olarak yaşayanlar anne-baba öldüğü halde amcalar, teyzeler ölene kadar dağılmayabilirler. İşte bunlar şirket-i mufavada içinde yaşarlar. Baliğ olan kadınlar, baliğ olan erkekler “rical” olur. Çocuklar ve yaşlılar “ekrabûn” olurlar. Ortaklıkta artırılan mallar çalışan rical ile çalışan nisa arasında kısmen bölüşülür. Kısmen de miras yoluyla intikal eder. Babaların ölümü ile şirket dağılmaz. Babalarına düşen pay mirasçılara intikal eder. İyi bir sözleşme ve iyi bir muhasebe bu aile ortaklığının sürmesini sağlar.
Koç ve Sabancı aileleri nasıl bölüşüyorlar? Orada çalışanlar ücret alıyorlar. Varlıklı şirketler ücret ödeyebilirler, ancak küçük şirketlerde böyle ücret ödeyerek iş yapma mümkün değildir.
Burada işler ortaklık şeklinde görülecektir. Son bölüşmede de ona göre bölüşme olacaktır. Erkek ve kadınlar katkıları nisbetinde paya sahip olabildikleri gibi, sorumlulukları nisbetinde de paya sahip olurlar. Bu sebepledir ki bu mirastan farklıdır. Oysa mirasta sadece sorumluluktan dolayı pay alınmaktadır.
وَإِذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ (Va EıÜAv XaWaRa eLQıSMata) “Kısmete hazır olduklarında”
Buradaki “Va/Ve” harfi ile “Yetimleri imtihan eder rüşd görürseniz mallarını def edin” cümlesine bu cümle eklenmektedir. “Kısmete yakınlar, yetimler ve miskinler hazır olduklarında” denmektedir.
“İza” getirildiğinden burada onların hazır olmaları istenmektedir. Yani, taksim yapılırken pay sahipleri hazır bulunacaklardır.
“Kısmet” burada marife gelmiştir. Malum kısmet demektir. Atfedilen âyette geçen “Mallarını def edin”deki def’i sağlayan kısmettir. Kısmetin marife olması kısmetin şekli üzerinde de duruluyor demektir. Kısmet pay sahiplerinin huzurunda bucak imamının nasb edeceği bir görevli tarafından yapılır. Pay sahiplerinin hakemlere gitme yetkileri vardır. Payların bölüşülmesini istişare ettikten sonra görevli yapar. Pay sahiplerinin hakemlere gitme yetkileri vardır. Paylaşmada bütünlük bozulmamalıdır. Kıyam mülkiyeti esas alınarak bölüşülmelidir. Mallar bölüşülmeli ama taşınmazlar değerleri azalmamak üzere bölüşülmeli. Rakaba mülkiyetleri ile hissedar olmalıdırlar. Kıyam mülkiyeti ise vasiyetle intikal etmelidir. Vasiyet edilmemişse ehliyetli olana verilir. Ehliyetliler çoksa, en yakınlıya ve yaşlıya verilir.
Kur’an’da “Kısmet” marife getirildiğine göre belli şekilde bölüşülecektir. Ancak bu şekil belirtilmediği için bölüşme usûlünü görevli vazeder. Pay sahipleri hakemlere gidebilirler. O usul içinde bölüşme yapılır.
أُوْلُوا الْقُرْبَى (EuLuy eLQuRBAy) “Yakınlılar”
Buradaki “Ulu’l-Kurbâ” bakmakla mükellef olan erkekler ve yakınlardır. Pay sahibidirler. Marife olarak getirildiğine göre belli akrabalardır. Şirketin akrabalarıdır. Yani, şirkete ortak olmayan ama şirkete ortak olanların akrabalarıdır. Bunlar rical ve nisa olarak önceki âyette anlatılmış idi. Onlar hazır olacaklar. Taksim öyle yapılacaktır. Gelmeyenler olursa onlara birer vekil seçtirilir. Seçmezlerse vekil atanır.
وَالْيَتَامَى (Va eLYaTAvMAy) “Yetimler”
“Yetimler”, bunlar da ortak olan kimselerdir. Şimdi büyümüşlerdir. Ancak henüz mallarını teslim almadıkları için yetim sayılmaktadırlar. Malları teslim alıncaya kadar mallar üzerinde tasarrufta bulunamazlar.
Yetim değiller ama yetim hükmündedirler. Onun için onları yetim olarak adlandırmaktadır. Şirketin yetim olmayan ortakları da bunlara hükümde eklenmektedir. Adlandırılırken agleb (çoğunluk) olanlar söylenir, diğerleri de dahil olmuş olur. Yani, burada yetimden kasıt şirketin ortakları demektir. “el-Yetâmâ” marifedir.
وَالْمَسَاكِينُ (Va eLMeSaKIyNu) “Miskinler”
Bunlar da marife olduğu için herhangi miskinler olmayıp, belli miskinler demektir. Bunlar kimlerdir?
Şirketin akrabaları değildir, şirketin ortakları değildir. Peki, bunlar kimlerdir? Bunlar belli kimselerdir. Şirket tesis edilirken, şirketin ortakları olmadığı halde, yakınları arasında veya komşuları arasında yoksullar varsa, şirketin zekâtı olmak üzere onlara pay ayrılabilir. Böylece onlar da şirket tarafından gözetilmiş olur.
Mufavada şirketi zekâta tâbi olmaz, onun yerine yoksula gelirden pay verilir. Taksimde bunlara da pay ayrılmış olur. Böylece paylar dörtlenmiş olmaktadır; erkek yakınları, kadın yakınları, yetimler ve miskinler. Bunlar da paylaşmada hazır bulunurlar.
فَارْزُقُوهُمْ مِنْهُ (Fa RZuQUvHuM MinHu) “Onları ondan irzak ediniz.”
Bu taksim günü pay sahipleri toplandıklarında bölüşme günü yemek masrafları şirketin mallarından çıkar. Hazır bulunmayanların bundan pay isteme hakları yoktur. Gelen yer. Bu hüküm geneldir. Zekâttan veya ortaklıkta oluşturulan fondan yemek verilir. Bundan gelenler yararlanır, gelmeyenler bir hak iddia edemezler.
Kamu imkânlarından yararlanma da böyledir. Bir mahallenin parkından o mahalle sakinleri yararlanır. Ancak geldiği takdirde yararlanır. Yoksa, gelmezse veya mahalleden ayrılırsa ondan yararlanmaz. Kuyu suyundan pay alma hazır bulunanın hakkıdır. Gelmeyen benim payım vardı diyemez, gelenler paylaşır.
Bu âyet ilk okunduğu zaman, pay sahibi olmayanlardan bulunan olursa onlara da pay verin gibi anlayabiliriz. Marife olarak gelmeseydi öyle anlayabilirdik. Ancak marife geldiği için öyle anlamamız mümkün olmaz. Bununla beraber pay sahipleri dâvete yakınlarını veya komşularını getirebilirler. Onlara da terekeden pay verilebilir.
Bu konu çok önemlidir. Çünkü birçok dâvetlerde böyle dâvetsiz misafir de ağırlanmaktadır. Bunun için hepsinden ayrı ayrı izin almaya gerek yoktur. Hattâ bir yerde eğer yemek yeniyorsa, orada olanların ondan yeme hakları vardır. Çünkü tüketimde şuyuiyyet asıldır. Müslimlerdeki yemeğe dâvet geleneği buradan gelmektedir. Sokakta yemek yemeyi onun için mekruh, hattâ haram görenler vardır. Bunların şehadetinin kabul edilmeyeceğini söyleyenler vardır. Lokanta işletmesi bunun için makbul değildir. İmarethaneler bunun için vardır. Bu âyet bize birçok yönde yol göstermektedir.
وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلًا مَعْرُوفًا (Va QUvLUv LaHuM QaVLan MaGRUIvFan)
“Onlara maruf söz söyleyin.”
Bir kimse geldiği zaman selâm verir, selâmı alırsınız. Türkler “Hoş geldin” derler, gelenler de “Hoş bulduk” derler. Hasta ise “Geçmiş olsun” dersiniz. Ölüsü varsa “Başınız sağ olsun” dersiniz. Böyle mutat hâle gelmiş sözler vardır. Onlar söylenecektir. Yani, örfen sabit davranışlar ve sözler varsa, onu yapmak gerekmektedir. Ayağa kalkma, yer verme, el öpme gibi örfler de buna göre düzenlenmelidir. Bunlardan yasaklanmış olanlara uyulmalıdır.
Bu kurallara uyma demek, o topluluğun kurallarını kabul etme demektir. Geleni de belli bir şekilde karşılama demek, onun misafirliğini kabul etme demektir. Burada emredilen maruf sözdür. Kıyasla maruf davranış da yapılabilir. Yahut mefhumu muhalefetle yapılmaz. Osmanlılardaki etek öpme ve yerlere kapanma, maruf olmayan bir davranış olarak alınabilir. Maruf olanın meşru olması gerekir.
وَلْيَخْشَ (Va eLYaPŞa) “Ve haşyet etsinler.”
“Havf” insanın kendisine bir şey geleceğinden korkmadır. “Alâ” ile gelirse, onların başına bir şey geleceğinden korkmadır. “Haşyet etme” de, kendisine bir şey gelmesinden ziyade; karşı tarafı darıltırım, üzerim, yahut zarar veririm diye korkmadır.
Burada, çocuklarının başına bir şey geleceğinden havf edenler, korkanlar, onların başına bir şey gelmeyecek tedbiri alsınlar demektir. İşte bu alınacak tedbirin başında ‘mufavada şirketi’ kurmaktır. Vasiyeti doğru dürüst yapma demektir. Allah bunu emretmektedir. Sağlıklı durumda iken birlik şirketini kurmak gerekmez, ama yaşlılık veya hastalık sebebiyle, yahut savaş sebebiyle küçükler bırakacaklar, uygun bir şirketi mufavadayı kurmakla memurdurlar. Yani, böyle bir şirketi kurmak onlar için farz olmuş olur.
الَّذِينَ (elLaÜIyNa) “Kimseler”
Bu “Elleziyne”nin sılası “Hafu aleyhim”dir. Çocukların başına bir şey geleceğinden korkan kimseler, haşyet edip gerekli tedbiri alsınlar. Araya giren cümle “Hafu aleyhim”in şart cümlesidir. “Elleziyne hafu aleyhim lev daıfen” demek olmaktadır. “Ellezî” değil de “Elleziyne” getirmiş olmaları, bu hususta yalnız anne babası değil, bu durumda olanların böyle bir şirket kurmalarına yardımcı olmalıdırlar. Hattâ bucak başkanı zorlayabilir.
Köylerde böyle sakat çocuklar kalır, son derece sıkıntı içinde yaşarlar. Komşulara yük olurlar. Kimilerinin sırtına binerler. Ondan kurtulmak için bu durumda evlenip de çoluk çocuk sahibi olanlar varsa, bunlar mufavada şirketinde yer almalıdırlar. Bunların yakınları bunlara karşı görevlerini yerine getirmelidirler. Kamu bütçesinden de bunlara pay verilmelidir.
Burada hazf vardır. “Elleziyne terekû” demektir. Terk eden kimseler haşyet etsinler demektir.
Bundan sonra kelime tekrar edilmiştir. Dolayısıyla burada hazf olmuş olur.
Türkçede, ‘Ayaklarımın altına alarak Ahmet’i dövecektim.’ desek, bu cümlenin aslı; ‘Ahmet’i ayaklarımın altına alarak onu dövecektim.’ dememiz gerekirdi. Ama birinci Ahmet’i hazf edip de onu kelimesini kullanmayabiliriz. Burada da öyledir.
لَوْ تَرَكُوا (Lav TaRaKUv) “Terk etseydiler.”
İlk bakışta burada “Lev” değil de “İn” gelmeliydi. “Lev” olmamış bir şeyi ifade eder. ‘Gelseydin seni dövecektim. Gelmedin ve dövmedim.’ demek olur.
“Terk edecek olsaydı” anlamı var. Terk etmemiştir. Yani, ‘Şirketi mufavada kurup terk etmemiştir. Ama şirketi kurmasaydı terk etmiş olacaktı.’ yani korkmuş olacaktır. Şimdi ise şirketi mufavada kurmuştur, artık korkusu yoktur. İşte böyle olanlara hitap etmektedir. Cemaatçe bunların ittika etmeleri gerekir. Uygun şirket kurmaları gerekir.
مِنْ خَلْفِهِمْ (MiN PaLFıHıM) “Kendilerinden sonra”
Kendilerinden sonra zayıf zürriyet kalacaktır diye korktukları için tedbir almış olan kimseler.
Ana-babalarından sonra, yahut velilerinden sonra. Şirketi mufavadada arada ölenler sebebiyle durum değişmez. Dede vâsi iken dede ölünce vâsilik amcaya geçer. Şirket ise aynen sürmüş olur. Amca veli olarak korkmayabilir, ama amca ölürse amca çocukları onlara gereği gibi bakamayabilirler. O zaman birlik şirketini kurmaları gerekir. Evlenmemiş kardeşlere yeğenleri gereği gibi bakmayabilirler.
İşte bu durumlarda hep birlik şirketinin tesisi gerekir.
ذُرِّيَّةً ضِعَافًا (ÜurRıYaTan WaGıFan) “Zayıf zürriyet”
Zayıf zürriyeti terk ediyoruz. Yahut zürriyeti zayıf olarak terk ediyoruz anlamları çıkabilir. Böyle olacak kimseler tedbir aldılar, mufavada şirketini kurdular. Korkmuyorlar ama yine de haşyet edecekleri konular vardır. Dikkat etmeleri gerekir. Ona göre tedbir almaları gerekir.
“Zürriyet” nekire getirilmiştir. “Zürriyetehum” denmemiştir. Çünkü korkanların zürriyeti olmayabilir. Böyle bırakacak kimseler. Korktular da bırakmadılar. Bırakmadılar derken, “Lav”den dolayı demekteyiz.
خَافُوا عَلَيْهِمْ (PaFUv GaLaYHıM) “Havf ederlerdi.”
Eğer zürriyetlerini zayıf olarak bıraksalardı onlara birşeyler olur diye havf edeceklerdi. Ama onlar şirketi mufavada kurdular ve şimdi korkuları yok. İşte böyle olan kimseler, Allah’a ittika etsinler.
فَلْيَتَّقُوا اللَّهَ (Fa eLYatTaQUv elLAHa) “Allah’a ittika etsinler.”
Buradaki “Fa” “Lav”in cevabı değildir. Çünkü “Lav”de “Fa” gelmez. “Fa” tekrarı ifade eder. Oysa geçmişte cereyan eden bir olayın “Fa”sı olamaz. Bu “Fa” cevap “Fa”sı değil, atıf “Fa”sıdır.
Şirketi mufavadaya karar veren kimseler ittika etsinler. Yani, adaletle mukavele yapsınlar.
“İttika etsinler” demek, mukaveledeki serbestliği ifade eder. Yani, mevcut kurallara uymayacak, kendileri kurallar koyacaklardır. İçtihat yapacak, ittifak yapacaklardır. Dolayısıyla kararları alırken Allah’ın halifesi olarak karar almakta olduklarını bilerek adil bir şekilde hükümleri koysunlar demek olur.
Burada şuna da işaret vardır. Böyle bir şirket kurulduktan sonra o şirketin sözleşmesi icmalara aykırı hükümler içeriyorsa ilgililer hakemlere gider ve o hükmü iptal ettirebilirler.
“Vattakullah” tâbiri yargı denetimi var demektir.
وَلْيَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا (VeLYaQUvLUv QaVLaN SaDIyDan) “Sedid kavl etsinler.”
“Sedid” setli yanı bentli söz söylesinler.
Bunun iki manâsı vardır. Biri, içi dolu ve anlamı olan söz söylesinler. Malları koruyacak söz söylesinler. Diğeri de, kesin söz söylesinler; anlaşılmaz, muğlak söz söylemesinler.
Sözleşmeler açık ve dolgun olacaktır. Yani, yeterli hükümleri içerecek ve aynı zamanda açık olacaktır. Şirketlerin sözleşmesini böyle yapın denmiş olur.
“Kavl” aynı zamanda “mukavele”nin köküdür. Bu ifade ile yasaların nasıl yapılacağı de belirtilmiş oluyor. Muğlak ifadeler hukuk olmaz. Bu sebepledir ki konuşma dili ile mukavele dili farklıdır.
Mukaveleleri bilenler yazmalıdır. Noterlik müessesesi İslâmî müessesedir. Sadece İslâm düzeninde noterler ücretlerini taraflardan değil, “Genel Hizmet”ten alırlar.
إِنَّ (EınNa) “Gerçekten.”
Arapçanın dışındaki diller birçok nüansları ses tonu ile, vurgu ile ifade ederler. Hattâ Rusça gibi pek çok dilde vurgu ile ayrı kelimeler üretilir. Arapçada ise vurgu sadece estetik için kullanılır. Manâlar tamamen harf ve harekelerle ifade edilir. Söylediği cümle hakkında karşındakinin bilgisi yoksa cümleyi yalın söylersin. Aksine, bilgisi varsa “İnne” ile söylersin; ısrar ediyorsa te’kitle, mesela “La” de getirerek söylersin.
Burada atıf harfi getirmedi. Çünkü yukarıda anlatılanların bir te’kididir. Yukarıda yetimin mallarının yenmemesi emrediliştir. Burada da te’kit edilen odur. Ancak burada “İnne” getirilerek; aksini zannediyorsunuz, öyle değildir. Aksi olarak ne zannediyorsunuz? Eğer yetimlerin mallarını yerseniz, zannedersiniz ki o bize kalır. Âhirete kalır. Kalmaz; bu dünyada hayır görmezsiniz. Yahut âhirette de azap görmeyiz zannedersiniz.
Bunu teyid etmek üzere âyet burada azabın olacağını göstermektedir.
الَّذِينَ يَأْكُلُونَ (elLaÜIyNa YaEKuLUvNa) “Ekl eden kimseler.”
Yetimlerin mallarını ekl eden kimseler. Çoğul olarak gelmiştir. Törelerinde yetimlerin mallarını korumayan kimseler demektir. Yani, yetim malını yiyenlere göz yuman, onları destekleyen kimseler demektir.
Yetim malları topluluğa emanettir. Hep birlikte o malları korumaları gerekir. Onun içi “Men” ile değil de, “Ellezîne” ile gelmiştir. Adil sistem oluşturulmalıdır. O sisteme göre paylaşma yapılmalıdır.
Burada gözetilen “aile müessesesi”dir. Aynı zamanda “topluluk malları”dır. Topluluğa ait mallarda yetimlerin payları vardır. Olmasa bile, kıyas yoluyla evleviyetle ona sahip çıkılmalıdır. Topluluğun malları üzerinde titizlikle durmamız gerekir. Bunun en iyi yolu “muhasebe”dir. Herkesin verdiğini-aldığını yazması ve bir muhasebenin tutulması gerekir. Böyle bir muhasebe her zaman hesaplaşmayı kolaylaştırır. Hakemler yoluyla her türlü sorunu çözebilirsiniz. Ama eğer kaydetmediğiniz bir şey varsa, sonra unutulup gider, hakemler yoluyla da çözemezsiniz. Biz “Akevler”de bunu yapmak için çok uğraştık. Ancak sonuç elde edemedik.
“Muhasebe sistemi”ni kurmayan, “hakemlik sistemi”ni kurmayan bir topluluk asla İslâm topluluğu olamaz. “Biz İslâm topluluğuyuz.” diyebilmemiz için mutlaka muhasebemizi kurmalıyız. Mutlaka hakemlerimiz olmalıdır.
Topluluğun mallarını yönetenler son derece müşkül durumdadırlar. Kendi taraflarına topluluğun mallarını geçirirlerse, başkalarının hakkını kendi yetimlerine yedirmiş olurlar. Kendi mallarını topluluğa geçirirlerse, bu sefer de kendi yetimlerinin mallarını topluluğa yedirmiş olurlar.
Sonra ortaklıkta ortaklar arasında da böyle durum vardır. Ortaklardan kimileri mutlaka size yakındırlar. Yakınlarımı korumuş olmayayım derken, yakınlarına zulmetmiş olabilirsiniz.
Ben bu âyetin emrettiklerini hayatımdaki uygulamalarda tam olarak çözemediğim için mallarımın bir kısmını “Akevler”e bıraktım. Varsa, bende hakkı olanlar istesinler, hakemlere gitsinler, alsınlar istedim. Ama onlar da benim gibi bu haklarını kooperatifin kefalet hesabına bırakacak olurlarsa, ateş yeme korkusundan emin olabilirler. İyi bir hesap bırakamadığım için ben emin değilim.
أَمْوَالَ الْيَتَامَى (EaMVAvLa eLyaTAyMAy) “Yetimlerin mallarını.”
Çoğul getirilmiş ve marife getirilmiş: Bu suretle kendilerine korunması, yönetilmesi emanet edilmiş kimseler yetimlerin mallarını yerlerse denmektedir. Yetimlerin mallarını yönetenler ve denetleyenler mutlaka iyi hesap tutmalıdırlar. Ortaklık malları için de böyle hesap tutulmalıdır. Bu Allah’ın ‘az olsun çok olsun yazın’ emirleri içinde mündemiçtir.
Sağlam bir muhasebe sistemini kurmamız gerekir. Biz eğer mü’min isek bu bize farzdır. Ondan sonra da tereddütlü kısımlarda hakemlere gidilmesi gerekir.
“Yetim” deyince sadece bugün yetim olanlar değil, yarın yetim olabilecekler de dahildir. Bir ortaklık kurduk. İyi hesap tutamadık. Yarın içimizden biri öldü ve yetimler bıraktı. Onun hesabını nasıl vereceğiz? O zaman onların malını yemiş olmaz mıyız? İşte böyle bir durumda bizi kurtaracak olan nedir? Titiz kayıtlardır. Sonra haksızlığa uğradıklarını iddia edenler o kayıtlara ulaşacaklardır.
Bugün bilgisayarlar var. Bundan dolayı eskiye göre işlerimiz çok kolaydır.
İşte insanlar bu durumlardan korktukları için ortaklık işlerine bulaşmak istemiyorlar. Oysa ya ‘ortaklık’ ya ‘faiz’ ile karşı karşıyalar. Ortaklık olmayınca bu sefer de faiz yemiş oluyorlar ki; o da Allah ve resulü ile savaş demektir. Erbakan Hoca Adil Düzen Çalışmaları yaptığımız yıllarda bize ekmekteki faizi hesaplatmıştı. Ekmeğin üçte birinin faiz olduğu sonucuna ulaştık. Demek ki, her ekmek aldığınızda üçte bir faiz veriyorsunuz demektir. Ekmeğin üretiminde çalışırken, alırken, satarken bu faizleri alıyorsunuz demektir.
Bundan kurtulmamız sadece “karz-ı hasen sistemi” ile mümkündür. O da hesabın tutulmasını gerektirir.
Adil Düzenci kardeşlerim marketi bir an evvel faaliyete geçirmelidirler.
Artık hacet namazlarını kılsınlar ve ne yapılması gerekiyorsa yapsınlar. Marketin hesabını tutmak demek, ortakların hesabını tutmak demektir. Bizim yaptıklarımız size kalacaktır.
Bizim eksik bıraktıklarımızı siz tamamlamazsanız, onun vebalini yüklenmiş oluyorsunuz.
ظُلْمًا (JuLMan) “Haksız yere.”
Bu ifade bizim yükümüzü hafifletmektedir. Bir şeyin zulüm olması için kastın olması gerekir. Bilerek, isteyerek yemek demektir. Bilmeden yenmişse, istenmeden yenmişse, o zaman o zulmen olmayacağı için bu âyete muhatap olunmaz. Ancak elimizden geldiği kadar dikkat etmek ve bilmek zorundayız.
“Akevler”i kurmakla bu tehlikelere girmiş olabiliriz. “Akevler”e binlerce insan katıldı. Allah rızası için katıldılar. Onların desteği ile birtakım insanlara yardım etmek istedik, alıcı oldular. Verenlerin şikayetleriyle fazla karşılaşmadım. Kendilerine verdiklerimizi alanlar ise dua etmek şöyle dursun; topluluğun mallarını daha fazla kendilerine vermemiz için bize savaş açtılar. Mahkemelerde yargılandık. Her gün aleyhte konuşuldu.
Bu durum bana şunu öğretti ki; inanmamış insanlardan oluşan bir toplulukta adaletin tesisi mümkün değildir. Önce inanacaklar, “Adil Düzen”e inanacaklar… Sonra siteler kuracaklar… Sonra işler yapacaklar...
“Akevler”i kurarken, Kırgızistan’da ortaklık kurarken, İstanbul’da ahşap evleri kurarken hep böyle hata içinde olduk. İnanmayanlarla işler yapmaya başladık. Ne var ki, bu çalışmalarımız sayesinde “Adil Düzen” doğdu. Kur’an tefsirleri ile okumaları devam etmektedir. Allah hata yapmamıza izin verdi, çünkü o gün için öyle olması gerekiyordu. Allah’ın mağfiret edeceğinden ümitli olarak yine ortaklık peşinde koşuyoruz. Ama artık ortak olan kimseler inanan kimseler olmalıdır; “Adil Düzen”e inanmalıdırlar.
إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَارًا (EınNaMAv YaEKuLUvNa FIy Bu TUvNıHıM NAvRan)
“Sadece batınlarına nâr yemiş olurlar.”
Burada ‘ateş yemiş olurlar’ mecazdır. “Karınlarına” deyince bunun mecaz olduğu anlaşılır. Çünkü karında ateş yenmez. Yetimlerin ve toplulukların emanet mallarını yiyenler ateş yemiş olurlar. Bu şekilde haram yiyen kimselerin sağlıkları bozulur, çocukları ile kötü yollara düşerler. Huzursuzluk ortaya çıkar.
Başka yerlerde daha çok âhiret azabı ile korkutulduğu halde, burada daha çok dünya hayatı ile korkutuluyor. Herkes topluluk mallarından kendisine bir şey geçmemesi için dikkat etmelidir. Bilhassa hak edilen lokmaya önem verilmelidir. Asla israf yapılmamalıdır. Lüks yemeklere gidilmemelidir. İsraf bunun için haram kılınmıştır.
Millî Görüş partilerini kurduğumuz zaman biz şimdi İstanbul Yenibosna’da seminer günlerinde yediğimiz gibi peynir ekmek yiyorduk. Yer sofralarına oturuyorduk. Allah 2 senelik partiye 50 parlamenter verdi. Şimdi lüks yemeklerde yarışıyorlar. Yarın Adil Düzenciler de zengin olacaklardır. O zenginlik topluluğun mallarından gelecektir. Yer sofrasını terk ederseniz, peynir ekmeği bırakıp da lüks yemekler peşinde koşarsanız, karınlarınızda ateş yemiş olursunuz. Adil Düzenin başkanları en fakirin doyduğu kadar doyacaktır. Cemaatinde fakir bırakmayacak, herkesi gelir seviyesi olarak ortaya doğru çekeceklerdir. Ne kadar çekebilirse, o kadar da kendisi yemelidir. Dört halifenin hayatı böyleydi. Dünya tarihindeki 100 etkin kişiyi yazan Amerikalı profesör Hazreti Muhammed’i en etkin kişi olarak takdim etmişti. Sebep olarak da; Hz. Muhammed Medine Devleti’nin başkanı oldu ama hayatında hiçbir değişme olmadı demiştir.
Bu yasak yöneticiler içindir. Halk ise kazandıklarını zekât verdikten sonra istediği gibi yer.
وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيرًا (Va SaYaSLAVNa SaGIyRan) “Yakında nârda sılkıy edecekler.”
Yakında yani bu dünyada ateşte pişeceklerdir demek olur; yahut ölür ölmez ateşte pişirileceklerdir demek olur. Bunlara azab hemen başlayacak demektir.
Ağır yükler altındayız. Akevler’e bulaşanlar, ağır yük altındasınız. “Adil Düzen” adına çıkanlar, ağır yük altındasınız. Emanetler almışız ama hiçbirisi faal değildir. Allah sabrımızı deniyor. Azmimiz devam etmelidir. Kendi işerinizi, kendi yaşayışınızı nasıl düşünüyorsanız, artık “Akevler”i de düşünmeye başlayın. Ondan bir şey size geçmesin. Çocuklarınıza haram lokma bırakmayınız. Varsın sizden oraya geçsin. Onlar Allah’a verdiğiniz şeylerdir. Kat kat size iade edilecektir. Ancak, bilhassa Akevler yöneticilerine söylüyorum, oradaki yetim mallarına mukayyet olunuz. İyi hesap tutunuz. Hakemler müessesesini aktif hâle getiriniz.
Şimdiye kadar anlatılanlar yetimlerin hukuku ile ilgili idi. Ancak bu küçüklerin hukuku demektir. Yani, babanın çocuklarına zulmetmesi de aynı şeydir. Bu sebepledir ki baba mirasını anneler ve babalar torunlarına götürmek zorundadırlar. Babalarının bıraktıkları malları israf edemezler, savuramazlar.
Bu âyetlerde kadın hakları, çocuk hakları ve kadın haklarının nasıl korunacağı teşri edilmiş olmaktadır.
Bundan sonraki âyetler ise miras âyetleri olacaktır. Yani, eski ailenin dağılması, onun yerine yeni ailenin kurulması demek olan mirastan bahsedilecektir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 278. SEMİNER Yorum-108 İstanbul, 12 Kasım 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Üsküdar’da Selahattin Öztürk değerlendirecektir.)
MAHALLÎ İDARELER
Türkler asker bir millettir. Başlarına itaat etmekten zevk alırlar. Kendileri ancak emir almadıkları konularda düşünürler ve ilim yaparlar. Gelişen dünyada bir taraftan mahallî idarelere daha çok özerklik verilmekte, diğer taraftan merkezin taşra ile ilişkisi artmaktadır. Yani, bir taraftan bölünmez bütünlük gerçekleşmektedir, diğer taraftan yerinden yönetim de güçlenmektedir.
Türkiye bu ikisi arasında bir uyuşma sağlayamamıştır. Ya merkeze kayıtsız şartsız teslim olmaktadır, ya da merkezden bağımsız olarak ona karşı çıkmaktadır. Her ikisi de başarısızlığın kaynağı olmaktadır.
Refah Partisi’nden önce Türkiye’deki belediyeler başarısız belediyelerdi. Bunun sebebi merkeze olan bağımlılıkları idi. İktidarda kim olursa olsun, belediyeler merkeze bağlanır ve onların destekleri ile ne yaparlarsa yaparlardı. Belediyeler kendilerini sorumlu hissetmedikleri için kendileri merkezin dışında herhangi bir çaba göstermezlerdi. Merkez de taşranın sorunlarını bilmediği için belediyeler sefaletler içinde olurdu. CHP’li de olsa, AP’li de olsa, merkez tarafından aynı derecede korunurdu. Refah Partisi’nden önceki belediyelerin başarısızlığı bundan ileri gelmişti. Kanunlarda yetki verilse de; fiilen, belediyeler yetkisiz ve sorumsuz idiler. Çünkü kendileri seçilmemiş, merkez onları seçtirmiş idi.
Refah Partisi belediyeleri iktidarın koruduğu partinin belediyeleri değildi. Dışarıdan yedi düvelin, içeriden yedi hasmın işbirliği yaparak kendilerine savaş açtığı bir partinin gariban teşkilâtı halk tarafından desteklenmiş ve başkanlar kendi alın terleri ile iktidar olmuşlardı. İktidarın desteği şöyle dursun; belediyelere saldırmışlar, onları suçlamışlar, mahkemelere vermişler, tahsisatlarını kesmişler, yetkilerini azaltmışlar!.. Yedi düvel ve yedi hasım işbirliği içinde saldırılara devam etmişlerdir. Mecliste grubu olan partilerin atadıkları milletvekilleri yerine, kendi alın terleri ile o yerleri işgal etmişlerdi. Bu sebeple çalışmak zorunda idiler. Merkeze uyma yerine, merkezle boğuşma durumunda idiler. İşte onların başarısı bu sebeple olmuştur.
Refah Partisi belediyeleri fazla yenilik yapmadılar. Mevcut düzene dokunmadılar. Eski yolsuzluklar ve rüşvet olduğu gibi devam etti. Bürokratlar bildiklerini okudular. RP döneminin eskisinden farkı şu idi. Eskiden zulmederek yolsuzluk olurdu. Yani, vatandaşa ceza vererek rüşvet alınırdı. Refahlılar ise hizmet vererek rüşvet aldılar. Yani, eskiden rüşvet bir işe yaramıyordu; şimdi halka hizmet karşılığı rüşvet aldılar. Eskiden halkın ve kamunun varlıklarını yağma ediyorlardı; bunlar halka ve kamuya kazandırdıklarından pay aldılar. Böylece belediyelerde bir refah oluştu, bir huzur oluştu. Rüşvet ve yolsuzluk mekanizmasına dokunmadıkları için de huzurlu yönetici oldular. Bu belediye başkanlarının kendi gayretleri ve zekâları ile değil; sadece iyi niyetli olmaları, kötüye doğru akan sistemi iyiye doğru kanalize etmeye başlamaları ile olmuştur.
Bütün Refah Partisi belediyeleri çok açık olarak diğer belediyelere fark attı. Bir taraftan iktidarla mücadele ederken, diğer tarafta refaha doğru adımlarını atıyorlardı. Diğerleri ise bir taraftan iktidar tarafından desteklenmiş, ama belediyelerde bir başarı kaydedememişlerdir. Neden? Çünkü merkezî yönetim sözkonusu. Neden? Çünkü seçilme garantisi sözkonusu.
Kimse; “Ben iyi belediye başkanı idim, ondan başarılı oldum!” demesin. Çünkü Refah Partisi’nin bütün belediyeleri başarılı olmuşlardır. Diğerlerinden de başarılı olanlar parmakla bile gösterilemiyor. Demek ki başarıya götüren sistemdir.
Refah Partisi bu başarıyı elde etti de, diğer partiler niye edemedi?
Bunun sebebi de çok açıktır. Cumhuriyet Halk Partisi hariç, diğer bütün partiler CIA’nın desteğiyle kurulmuştur. Değişik partileri oluşturup iktidara istediğini getirme taktiği içinde olmuştur. CIA Cumhuriyet Halk Partisi’ni iktidardan daima uzak tutmuştur. Arada askerî darbelerle iktidar eder, sonra tepetaklak gönderir. Diğer partilerden de hiçbir tabanı olmayan Güven Partisi gibi partileri iktidar ediyordu. O partiler de hep güçlerini ABD’den alıyorlardı.
Türkiye’de yedi düvel ve yedi hasımla güreşen tek parti Refah Partisi olmuştur. Çetin boğuşmalar ve çalışmalar sonunda halk belediyelerde bu partiyi destekledi. Bu parti Allah’a güvenen, millete güvenen tek parti olmuştu. Adım adım yükselmişti. Bu arada belediyeler de başarılı olmuşlardır…
Sonra ne oldu? Refah Partisi de ABD ile uzlaşma yolunu tuttu. Bir seçimi bekleyemedi. İktidara ortak olmasaydı, bir sonraki seçimde anayasa ekseriyetini o alacaktı… Bugün AK Parti belediyelerinin şansı, sorunsuz belediyeler almalarıdır. Otursalar da keyiflerine bakabilirler. Halkın isyanıyla karşılaşmazlar.
Ancak halk AK Parti’den ve belediyelerden büyük şey istiyor. 1) Önce, halk borçlu olmaktan (iç ve dış borçlardan) kurtulmalıdır. 2) İkincisi, işsizlik bitmelidir. 3) Üçüncüsü, mahkemelerde hakkını arayabilmelidir. 4) Dördüncüsü, basının yanıltıcı ve yönlendirici şerrinden kurtarılmalıdır.
Bunu iktidar yapamaz. Çünkü yapsa, Refahyol Hükümeti gibi iktidardan iniverir. Ama belediyeler bu işi yapabilirler. Çünkü CIA belediye başkanlarını beş yıl içinde iktidardan indiremez. Beş yılda da sorun çözülür.
Ne yazık ki, bu belediyelerin birinci yılları bitmektedir. Bu gidişleriyle hiçbir şey yapmaları mümkün değildir. AK Parti Belediye Başkanları bu temel sorunları çözemezler.
Belediyecilikle ilgili sorunlar zaten Refah belediyecileri tarafından çözülmüş idi. Yeni sorunları çözmek için bağımsız olmaları gerekir, seçilme korkularının olmaması gerekir. Böyle olmadığına göre; demek ki millet tamamen Adil Düzencilerin halk hareketiyle kurtulması ile karşı karşıyadır.
Tüm Belediyelere duyuruyoruz; “Gelin, size yardım edelim.”
Belediyeniz sınırları içinde;
a) İşsizlik sorununu çözelim.
b) Halkı ve belediyeyi borçtan kurtaralım.
c) Halk adil bir yargılama sistemine kavuşsun.
d) Millî basın oluşturalım ve dışa entegre basının tesirinden halkımızı koruyalım.
“Nasıl?” derseniz. Bizimle görüşün, sizlere anlatalım. Bu teklifimizi bütün belediye başkanlarına ulaştırmak her Türkün görevidir. Elinden geldiği halde ulaştırmıyorsa; sorumludur. Batan gemide o da helâk olacaktır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 278. SEMİNER Yorum-108 İstanbul, 12 Kasım 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
“Adil Düzen”de AZINLIK
Göçebe dönemlerinde insanlar meyve topluyorlardı. Birbirlerinin ormanlarına girdiklerinde aralarında kavga oluyordu. Çobanlık döneminde bu savaşlar çok daha şiddetli hâle gelmişse de, göçebeler çatıştıktan sonra birbirlerinden uzaklaşır, belki bir daha karşılaşmazdı. Çobanlık döneminde hayvanları aşırmaya başladılar.
Tarım döneminde çok önemli değişme oldu. Çiftçilik yapanlar kendi topraklarında yerleşmiş uygarlaşırken; göçebe, avcı ve çobanlar bunlara saldırıp bunların varını yoğunu yağma ederlerdi. Çünkü avcılar daha iyi savaşçı idiler. Toprağa bağlı olanlar ise artık toplu savaşma kabiliyetini kaybetmiş, birbirleriyle uğraşmakta idiler. Yani, çiftçiler komşuları ile didişmekte idiler. Sonra başka bir sistem geliştirdiler.
Gidip yağmalayacaklarına, köylere girip yerleşme ve yerli halkı sömürme sistemini geliştirdiler. İşte o tarihten itibaren asilzadeler ve halk sınıfı doğdu. Kentin vatandaşı olarak iki sınıf oluşmuştu; asilzadeler ve halk. Aristokratlar yönetici sınıfını oluşturur, halk da toprak sahibi kimselere olurdu. Bir de dışarıdan gelen toprak sahibi olmayan yabancı sınıf vardı. Bunlar daha çok halkın yanında sığınmacı olarak bulunurdu. Onlarla beraber çalışır ve yaşardı. Bir dördüncü sınıf ortaya çıkmıştı ki bunlar savaşta alınan kölelerdi; yahut başka sebeplerle köleleştirilen kimselerdi. Bunlar halkın değil de aristokratların yanında onlara hizmet eder ve yaşarlardı. Yabancılar istedikleri zaman kenti terk etme hakkına sahip olur, kölelerin ise böyle bir hakkı yoktur.
Bütün bunlar insanların fıtratı ile ilgili hususlardır. Acaba İslâmiyet bu konuda ne yapmıştır?
İslâmiyet hiçbir zaman ütopik hükümler koymaz. İnsan fıtratına uygun olmayan, hükümleri vazetmez. Dolayısıyla dört müesseseyi de hukukileştirmiştir. Ancak bunları toprağa bağlılık şeklinde değil de, yeni statülerle birbirinden ayırmıştır. Evrimleşmiş insanlığın geleceğine göre hükümler koymuştur.
a) Köleler. İslâmiyet, her şeyden önce savaşı ortadan kaldırmamıştır; savaşı hukukileştirmiştir. Şöyle ki, bir devlet başka devletle bir hukuki çatışma içine girerse, hakemlere gidecekler, hakemlerin kararlarına uyacaklardır. Hakem kararlarını kabul etmeyen veya hakeme gitmeyenlere karşı savaş meşru hal alır. Hukuk haklıyı kuvvetli kılan bir müessesedir. Hakemlere uymayanlar hukuku bitirmişler ve kuvvetlerine güvenmeye başlamışlardır. İşte mü’minlere verilen görev bunlarla savaşmaktır. Savaş başladıktan sonra artık hukuk kuralları değil askerî kurallar geçerlidir.
Savaş bitince;
1) Karşılıksız serbest bırakılırlar, 2) Fidye karşılığı serbest bırakılırlar, 3) Zimmi yapılırlar, 4) Köleleştirilirler. (Tehlikeli savaşçılar öldürülebilirler). Sadece savaş sonucu kölelik müessesesi sürdürülmüştür.(Fuhulda recm cezası yok, köleleştirme vardır.)
Köleler için de değişik statüler kabul edilmiştir:
1) Köle ailenin bir ferdi hâline gelir, çalışır ve diğer fertler gibi yaşama hakkına sahip olur. Evlenebilir. Mülk edinme dışında bütün insani hakları vardır. 2) Efendisine senelik veya aylık bir karşılık verir ve serbest bırakılır, köle başına çalışır ve yaşar öldüğü zaman serveti sahibine kalır. 3) Taksitler ödeyerek bedelini ödedikten sonra hür hâle gelir. 4) Karşılıksız azad edilebilir veya ölünce hür olması vasiyet edilebilir. Yahut hürün annesi veya babası olmuşsa o satılamaz, efendisi ölünce hür olur. Bunların azınlık hukuku böyledir. Bunlar yabancılardır, ancak kendilerinin bir vatanları yoktur.
İslâmiyet’in köleler için yaptığı yenilikler şunlardır:
1) Tam kişilikleri var, davacı ve davalı olmaktadırlar. 2) Savaş dışı kölelik yoktur. Bir insan istese de köle olamaz. 3) Köleler hür olmak isterlerse bedellerini çalışarak ödemek şartı ile hür olabilirler. 4) Köleyi azat etmek en büyük ibadet sayıldı.
b) Yabancılar. Bir İslâm ülkesine her zaman yabancı gelebilir, kendisinden vize istenmez. Sadece vatandaşlardan birinin misafir olarak onu kabul etmesi gerekir. Buna müstemen denir. Ülkeye her tülü malı getirebilir, her türlü malı götürebilir. Gümrük istenmez. Misafir kimin misafiri ise onun akilesine (dayanışma ortaklığına) dahil olmuş olur. Ona bir şey olursa misafir olduğu kimse dava etme hakkına sahiptir. O bir suç işlerse misafir olduğu kimsenin dayanışma ortaklığı tarafından tazmin edilir. Bunların askerlik yapma veya askeri bedel ödeme şartları yoktur. Bucak başkanının izni ile bucak sakini olur ve dolayısıyla o ilin ve ülkenin vatandaşı hâline gelir. Eğer bucak kuracaklarsa il başkanı izin verir, il kuracaklarsa devlet başkanı karar verir.
İslâmiyet’in yabancılar için yaptığı yeni düzenlemeler şunlardır:
1) Yabancı herhangi bir vatandaşın kabulü ile bucağa, dolayısıyla yurda gelebilmektedir. 2) Bir yıl içinde askerlik bedeli olmadan bütün zimmilerin haklarından yararlanmaktadır. 2) Her türlü malı getirip götürebilmektedir, vergi dışında gümrük yoktur. 4) Bucak başkanının kabulü ile vatandaş olabilmektedir.
c) Zimmiler. Bunlar o bucağın, o ilin, o ülkenin vatandaşlarıdır. Ülke aldığı zaman, yahut 15 yaşına geldikleri zaman, yahut bucağa gelip yerleştikleri zaman “zimmi” statüsüne girerler ve bunlar askerlik bedelini öderler. Askerlik bedeli her yıl ödenir; 20 yaş ile 63 yaş arasında olanlar öder. Yeniden bedel mükellefi olanlar için her yıl farklı tesbit edilir. Herkese aynı bedel uygulanır. Muaf oluncaya kadar değişmez.
Türkiye’deki azınlıklar, Osmanlılar zamanında bu statüye tâbi olanlardır. Bunlar askere alınmaz, dayanışma diyetinin taksitlerine karışmazdı. Lozan’da azınlık hakları korundu. Askere alınmama maddesi kaldırıldı. Hukuken Türklerin sahip oldukları bütün haklara sahip oldular. Azınlık değil de imtiyazlı vatandaş oldular. Bundan dolayı da onlara karşı husumet oluşmaya başladı.
İslâm’ın zimmiler için getirdiği yenilikler şunlardır:
1) Askere alınmazlar. 2) Askerlik bedelleri değiştirilemez. 3) Güvenlik görevleri ile ilgili yetkiler hariç, tüm vatandaşlık haklarından eşit şekilde yararlanırlar. 4) İstedikleri zaman da muharip sınıfına geçebilirler. Oysa muharipler zimmilik sınıfına geçemezler. Baştan kabul etmişlerse, ancak ülkeyi terk etmeleri şartı ile askerlik hizmetinden kurtulabilirler.
d) Muharipler (mü’minler). Bunlar askerlik hizmetini yapan kimselerdir. Güvenlik hizmetlerini bunlar yaparlar, güvenlikle ilgili yetkilere de bunlar sahiptirler.
İslâmiyet’in muharipler için yaptığı yenilikler nelerdir?
1) Muharip olmak için ‘ben muharip olmak istiyorum’ demek yeterli olup, başka hiçbir şart aranmaz. 2) Doğuştan muharip sınıfı yoktur. 15 yaşına gelen kendi istediğini, ‘bedelli’ olmayı veya ‘nöbetli’ olmayı seçer. Nöbetli olanlar bedelli olamazlar. 3) Nöbetli olanlar güvenliği sağlama görevlisi olduklarından faili meçhul cinayetleri tazmin ederler. 4) Askerlik bedelini ödemezler ve silah taşıma hakkına sahiptirler.
“Azınlık” sözü yanlıştır. Sayılarının az olmaları gerekmez. Nitekim Osmanlılarda gayri mü’minlerin sayısı pek çok yerde mü’minlerden fazla idi. (‘Müslim’ zimmi demektir. ‘Mü’min’ muharip demektir.) Daha 1950’lerde İstanbul’da azınlıkların sayısı %52’yi buluyordu. Ayrıcalıklılar diyebiliriz. Bunlarda asıl sınıfın hangisi olduğu da söylenemez. Askerler asıldır, bedelliler değildir diye bir şey söylenemez. İnsan olarak herkes asıldır. Hukuk karşısında bütün insanlar tarak dişleri gibi müsavidir.
Bu ilmî açıklamalardan sonra Türkiye’de şunlar yapılırsa insan hakları korunmuş olur.
a) İsteyen askerlik yapar, isteyen bedel öder. İnsanları askerliğe zorlamak insan haklarına aykırıdır. Askerliği kabul edenler savunmada savaşa katılmak zorundadırlar. Ülke dışına ancak gönüllüler gönderilebilir. Bu statüde din veya ırk ayrıcalıkları gözetilmez. Ancak kendileri cemaat olarak ‘biz bedelliyiz’ diyenler olursa, o dine veya o ırka mensup olanlar kendiliğinden bedelli olur. Yani, o dine veya o ırka mensubiyet bedelli olmayı gerektirir. Ancak her zaman mezheplerini ve aşiretlerini değiştirebilirler. Nöbetli olabilirler. Türkiye’de Hıristiyanlar ve Yahudiler, ırk olarak Rum, Ermeni ve İsrail oğulları bedelli olmayı Lozan’da kabul etmemişlerdir. Türkiye’de ne Aleviler ne de Kürtler böyle bir talepte bulunmadılar. Aleviler cem evleri açtılar, Kürtler bağımsızlık istediler. Ama henüz bunlar resmi cemaat olamadılar. Askerliğe gitmeyi hiçbir zaman reddetmediler.
b) Türkiye’de illerin nüfusu 1.000.000’dan fazla olmamalıdır. Valilerini kendileri seçmeli. Kendi il dilleriyle lise eğitimini yapmalıdırlar. Ancak bölgeye birden başka dil resmi dil olamaz. Ordu kuramazlar, üniversite açamazlar. Bucakların nüfusu10.000den fazla olmamalıdır. Bunlar kendi iç hukuklarını istedikleri gibi düzenlerler. Devlet veya il onların iç hukukuna karışmaz. Merkezler hükmetmez, hizmet eder. İşte kurulacak bu il ve bucaklar farklı ırktan olabilirler, farklı dinden olabilirler. Bunun anlamı şudur. İl lâik olur, vatandaşların dinlerine karışmaz, ancak yönetim için bir dine mensup olmayı şart koşabilir. Yahut bir ırka mensup olmayı şart koşabilir. Bu bucaklara girip tamamen serbest olduktan sonra, bucakların bir ırkı veya bir dini esas alabilmesi azınlık haklarının korunması demektir. İnsanlık merkez bucağı ülkelerin bucaklarına, ülkelerin merkez bucakları illerin bucaklarına, illerin merkez bucağı taşra bucaklarına karışamazlar. Onların dinî ve ırkî farklılıklarını gözetirler. Merkez bucaklar hizmet verirken de din ve ırk farkını gözetmezler. İnsanlık merkez bucağı din ve ırk ayırımı yapmaz. Çünkü orada olanların hicret edecekleri yer yoktur. Devlet ve il merkez bucakları yapabilir. İstemeyenler hicret eder.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92