ADİL DÜZEN 283
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 17-19 Aralık 2004 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 283. SEMİNER (CUMA-C.TESİ-PAZAR) İst. - Ank., 17-19 Aralık 2004
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00), Cumartesi Yenibosna (18.00-21.00)]
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 9
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 18.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol, Lütfi Hocaoğlu, ve ………..… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Cuma günü Üsküdar’da Reşat Nuri Erol tarafından; Pazar günü Ankara’da anlatılacaktır.
Süleyman KARAGÜLLE
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَلَيْسَتْ التَّوْبَةُ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ حَتَّى إِذَا حَضَرَ أَحَدَهُمْ الْمَوْتُ قَالَ إِنِّي تُبْتُ الْآنَ وَلَا الَّذِينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌ أُوْلَئِكَ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا(18) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا يَحِلُّ لَكُمْ أَنْ تَرِثُوا النِّسَاءَ كَرْهًا وَلَا تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُوا بِبَعْضِ مَا آتَيْتُمُوهُنَّ إِلَّا أَنْ يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ فَإِنْ كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللَّهُ فِيهِ خَيْرًا كَثِيرًا(19)
وَلَيْسَتْ التَّوْبَةُ (Va LaYSaTı elTaVBaTu) “Tevbe yoktur.”
Bir kimse bir fiil işler ve işlemeye devam eder. İşlemeye devam ettikçe o suç ise cezası da devam eder. Herkese yaptığının cezası verilir. Yapması engellenmez. Hukuk düzeni budur. Yani, kişiyi yapmaktan alıkoymuyoruz, ceza çekmesine devam ediyor. Sarhoş olarak arabayı kullanıyorsa, ayık oluncaya kadar trafikten alıkoyuyoruz, ama ayıksa dokunmuyoruz, ceza alıyoruz. Trafiğe çıkmaya devam ediyor. Birinci olarak suç işlemeyi bırakıyor, Allah veya hakemler de ceza vermeyi bırakıyorlar.
İşte birinci tevbe suç işlemeyi bırakmaktır. Tevbenin kabulü de ceza vermekten vazgeçmedir.
Acaba tevbenin kabul edilmemesi ne demektir?
Fiilden vazgeçtiği halde ceza çekmeye devam ederse tevbe kabul edilmemiştir.
Tevbenin ikinci kabul edilmemesi de, ceza çekmeden önce haklarının iade edilmesidir. Mesela, borçlu iflas etmişse, ödeyinceye kadar borçlanma ehliyetini kaybetmiştir. Bir de ölüme vardığı zaman tevbe edenin tevbesi kabul olmaz.
لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ (LilLaÜIyNa YaGMaLUvNa elSayYıEAvTı)
“Seyyiâtı amel eden kimseler.”
Burada seyyielerin işlenmesi bir kişi tarafından yapılmamaktadır, bir topluluk tarafından yapılmaktadır. Teşkilâtı olan topluluk yapmaktadır. Teşkilât nedir? Teşkilât dört unsuru içerir:
a) Önce yazılı olmasa da bir sözleşmesi olan, belli kurallar içinde hareket etmeyi kabullenmiş kimselerdir.
b) Sonra yöneticisi olacak ve bu sadece bir başkan olabilir.
c) Üçüncü olarak, ortak bütçeleri bulunacak ve o bütçe ortak işlerde harcanacak.
d) En sonunda, topluluk kurallarına uymayanlara bir müeyyide uygulanacaktır.
İşte sözkonusu olan suç bunların işlediği suçtur. Burada amel edenler bellidir. Amel de bellidir.
“Seyyiât” müennes kurallı çoğul olarak belirtilmiş olmaktadır. Örgüt seyyieyi hedeflemiş, o seyyieyi işlemeyi planlamıştır. Birçok günahlarla hedefe varmak istemektedir. Bunlar ayrı suç işlerlerse bu seyyiât olmaz.
Burada bahsedilen seyyiât hedeflenmiş örgütlü suçtur. Örgüt günah veya suç işlemektedir.
Örgütün üyeliğinden ayrılan tevbe etmiş olur.
Örgüte her türlü desteği verdikten sonra öleceği sırada ‘ben vazgeçtim’ dese, bu tevbe kabul olunmaz.
حَتَّى إِذَا حَضَرَ أَحَدَهُمْ الْمَوْتُ (XatTAy EıÜAv XaWaRa EaPaDaKuMu eLMaVTa)
“Onlardan ahadı mevte hazır olduğuna dek suç işlemeye devam ediyor.”
İdam sehpasına giderken veya eceli ile ölürken ‘ben şimdi tevbe ettim’ dese, tevbesi kabul olunmaz.
Genel olarak ölmeye giden kimseler öleceklerini hissetmektedirler. Hattâ bazen hasta olmadıkları halde ölmeden önce davranışlarında ölüme hazırlık yapmış olurlar.
Burada topluluk ölmüyor, mensupları ölmektedir. Bundan tevbe etmektedir. Kimi bütün faaliyetleri habaset içinde yapmış ama öldükten sonra vârisleri zarar görmesin, âhirette de kendisi sorumlu olmasın diye tevbe ederlerse, artık onun tevbesi kabul olunmaz. Niçin?
Çünkü katkıda bulunduğu örgüt organize suçu işlemeye devam ediyor. Onun tevbesiyle suç bitmiş olmuyor. Kişisel işlenmiş suçlar için burada tevbe kapısı kapanmış olmuyor. Kişi yaşamaya devam ederken örgütten ayrılırsa tevbesi kabul olunur. Kişi artık onlarla mücadeleye devam ederse tevbesi kabul olmuş olur.
Zalim yönetimde işler görmüş görmüş, sonunda iktidardan düştükten veya giderken tevbesi kabul olunmaz. Çünkü onun zulmü devam etmektedir.
Hakim her türlü zulmü yapmış, emekli olunca tevbe etmiş! İşte bu tevbe kabul olunmaz.
Bakınız, burada ne yaptık? Ölüme emekliliği kıyas yaptık. İllet nedir? İllet acziyettir.
قَالَ إِنِّي تُبْتُ الْآنَ (QavLa TuBTu eLEAvNa) “Şimdi tevbe ettim dedi.”
Tevbe ancak o fiili yapma gücün varken tevbe olur. Gücün kalmayınca tevbe etsen de etmesen de önemini kaybetmiş olur.
Burada üzerinde duracağımız en önemli husus, kişinin tevbe etmesi ile de tevbenin kabul olunabileceği, ama bunun örgüt için sözkonusu olmamasıdır. Örgütten fiilen ayrılmak gerekir.
PKK lideri Öcalan’ın tevbesi kabul olmaz. Neden? Yakalandıktan sonra ‘ben barış istiyorum’ diyor, ama bu arada hâlâ örgütle ilişkisi devam ediyor! Şimdi ne yapıyor? Her türlü habaseti devam ediyor, ancak hapiste olduğu için ona bir suç isnat edemiyorsunuz.
İşte bu sebeple İslâmiyet’te hapis cezası yoktur. Suçlu suçunu işlemelidir, biz ona ölüm cezasını vermeliyiz. Suç işlemek için onu serbest bırakmalıyız. Ama bir örgüte mensup olarak ölüm suçu işlerse artık o affedilmeyecektir.
Onun için biz diyoruz ki, tetikçinin affı yoktur. Para için adam öldüren öldürülür. Para verenler ayrıca diyet de öderler. Af da tevbenin kabulüdür. Tetikçi kıyas yoluyla örgütlü suç işlemiştir. O halde onun tevbesi kabul olunmaz.
Suç topluluk içinde işleniyor, ölüme hazırlanan onlardan biridir. Tevbe ettim diyen de bir kişidir.
Örgüt kendi kendine ‘biz tevbe ettik’ derse, artık o ameli de etmezse, onun tevbesi kabul olur.
Bu âyet bize örgütlü suç ile kişi arasındaki hukuku düzenlemektedir.
وَلَا الَّذِينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌ (Va Lay elLaÜIyNa YaMUvTUvNa Va HuM KüfFAVRun)
“Kâfirler olarak ölen kimselerin de.”
Onların da tevbeleri kabul olunmaz. Burada kâfirin tevbesi kabul olunmaz denmiyor. “Kâfir olarak ölenlerin tevbesi de kabul olunmaz.” Diyor.
Burada topluluğun ölümünden bahsetmektedir; yani topluluk günah işlemeye devam ediyor. Sonunda millî güvenlik tarafından çökertildi ise artık o topluluk ölmüştür. Ondan kaçanların da tevbesi kabul olunmaz.
“Küffâr”ı nasıl anlayacağız? Âhiret için “Küffâr”ın manâsı nedir?
“Küffâr” gerçekleri bile bile gizleyen bâtıl topluluk oluşturanlardır.
Kişinin âhiret kâfiri olup olmadığını bizim bilmemiz mümkün değildir. Bir tarikat için Kur’an’ı yorumlasaydık, âhirette kimin tevbesi kabul olunacak, kimin olunmayacak konusunda içtihatlar yapardık.
Bizim için ise dünyada kimin müslim, kimin mü’min, kimin kâfir, kimin müşrik sayılacağı önemlidir.
Biz bunları şöyle ayırabiliriz:
a) Mü’min, askerliği bedeniyle yapan kimsedir.
b) Müslim, askerliği bedenen yapmıyor ama mâlen bedelini veriyor. Zimmiler haraç ehli müslimdir. Ülkelerinde barışı sağladılar, giriş-çıkış serbest, birinin malına canına zarar gelirse onları ödüyorlarsa, bunlar Kur’an’a inanmasalar da müslimdirler. Ehl-i Kitap olmaları yeterlidir. Husnayı tasdik etmeleri kâfidir. Husnayı tekzip etmemeleri gerekir.
c) Bir de “dârı küfr” vardır. Bunlar da askerlik bedelini vermemekte, kendi ülkelerine girişe de izin vermemektedirler; ama çıkışa izin veriyorlarsa bunlar “kâfir”dirler. Kendi iç işlerine karışmayız, ama onlarla dostluklar da kurmayız. Bunun için bunların ülkesine “dârı terk” diyoruz. “Onlar sizi terk ettikleri gibi siz de onları terk edin”in manâsı budur.
d) Bir de “dârı şirk” vardır. Bunlar da ne vergi veriyor, ne de askere geliyor. Kendi ülkelerinde olan kimselerin dışarı çıkmalarına izin vermiyorlar. Bunlar husnayı tekzib eden kimselerdir. Bunların kitapları, yani kanunları, yani kuralları yoktur. Bunlar “müşrik”tirler. Memleketleri de “darı harb”dir.
Müslümanlar dârı küfürde oturabilirler, onları hakka dâvet edebilirler, ama onların seyyiâtına katılmazlar. Zorla katıyorlarsa, o zaman orasını terk ederler.
Dârı şirkte olanlar, dışarıya serbestçe bırakılmayan kimselerdir demektir. Savaşarak dışarı çıkmak caizdir. Götürebildikleri mallar da haklarıdır. Yahudiler Hazreti Musa ile Mısır’dan kaçarken emanet aldıkları altınları da kaçırdılar.
أُوْلَئِكَ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا (EuLAEıKa EaGTaDNAv LaHuM GaÜAvBan EaLıYMan)
“Biz onlara elîm azâbı i’tidâ ettik.”
“Aded” sayı demektir. “İgadda” onlar için saymak, onlar için ayırmak demektir. Hazırlamak anlamına gelir. “İ’tidâ etmek” demek, kendi kendine hazırlanmak demektir. “Lı” kullanınca da onlar için hazırladık anlamı çıkar. Nasıl misafir geleceği zaman hazırlanırsın. Gelecek düşmanlar için de hazırlanırsın.
“Biz onların lehine elîm azâbı hazırladık” denmektedir. Kâfirler cehenneme girecekler ve sıkıcı azâbı yaşayacaklardır. “Azâb” hem yararlı hem acı olur. “Elîm” kelimesi ile acı azap anlatılmış olur. Ama onların terbiye olmaları için bu ceza verilecektir. Bu dünyadaki cezaları ölümleridir, yani topluluklarının dağılmasıdır. Ama âhirette de onlar cezalanacaklardır.
Gerçi âhirette kolektif suç ve kolektif ceza yoktur, herkese işlediği suç kadar ceza verilecektir. Ancak, topluca da sorumluluk taşıyacaklardır. Birlikte cehenneme gireceklerdir. Ya orada daha fazla azap çekecekler veya daha kısa zamanda çıkarılacaklardır. Cehenneme girerken kübra cehenneme alınacak, orada molekül yapıdan atom yapıya dönüştürülecekler, cinler gibi ateşe dayanıklı hâle geleceklerdir. Kübra cehenneme alınıp tekrar molekül yapıya çevrileceklerdir. Böylece cennete girecekler veya ârafta kalacaklardır. Bu sebepledir ki burada “hâliddirler” dememektedir.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (Yav EayYuHAv elLaÜIyNa EaMaNUv) “Ey îmân edenler!”
Kur’an’daki âyetlerden içtihat yaparken onun deyimlerini öğrenmemiz gerekir. Bunu nasıl bileceğiz?
Varsayımlarımızla bileceğiz. Yani, biz kendimiz bu budur, bu budur diyeceğiz. Kur’an’da tam manâları böyle vereceğiz. Sonunda bir hayat düzeni ortaya çıkacaktır. O hayat düzeni eğer kabul edilebilir bir düzen ise varsayımlarımız doğru demektir. Onu da nasıl bileceğiz?
Onu iki şekilde bileceğiz. Mezhebimiz oluşacak, mezhebimizi kabul edenler başarıya ulaşacaklar. Diğer mezheplerden farklı olacaklar. O zaman bizim varsayımımız doğru demektir.
Bugün hangi mezhepler oluşmuştur? Güçlü mezhep olarak Millî Görüşçüler vardır. Türkiye’de çok güçlü teşkilâtları vardır. Diğerlerinden daha üstün ve tutarlı görüşleri vardır, Avrupa’da da Millî Görüş Teşkilâtı mevcuttur. Saygın kurucuları vardır. Ölümünden sonra bile o teşkilatta etkinliğini sürdürecektir. Yetiştirdiği kimseler teşkilâtın ve görüşlerin sahibi olacaktır. AK Parti bile onu saygı ile anacaktır.
İkinci güçlü teşkilât şüphesiz Risale-i Nûr şakirtleridir. Onların da önce güçlü cemaatleri vardır. Dünyaya yayılmışlardır. Ekonomik dayanışma içindedirler. Müsbet ilmin peşindedirler. Bediüzzaman kurucusudur. Fethullah Gülen de onun yaygınlaştırıcısıdır.
Demek ki bunların yorumları etkili olmuştur. Bunları saydık, diğerlerini saymadık. Çünkü İslâmiyet’i yeniden anlama çabası yalnız bunlarda vardır. Diğerleri klasik İslâmiyet’i yaşatma çabasındadırlar. Muvaffak olmaları mümkün değildir.
Biz ikisini de hep destekledik. Onlar da bizimle ilgilendiler. Ancak bunların ikisinde de fıkıh yoktur. Millî Görüşçüler siyasetle ve dinle meşgul oldular. Nûr şakirtleri ise iman ve ilimle meşgul oldular.
Fıkıh Adil Düzencilere kalmıştır. Bu varsayımlara dayanılarak “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” oluştu. Bu tefsirlerde de içtihat metodu öğretiliyor. “Müsellemü’s-Subût” adlı usul kitabı da tercüme ve açıklamaları ile usulde gelişmektedir.
“Ey nâs” dendiği zaman, bütün insanlara hitap etmektedir. Bu sûre öyle başladı. Şimdiye kadar aile hukukundan bahsetti.
Burada “Ey îmân edenler” dedi. Yine aile hukukuna devam etmektedir. Ancak artık mü’minlerin kadınlara karşı davranışlarını ele almaktadır. Mü’minler için farklı hükümler getirmiştir.
“Mü’minler” deyince, siyasi hakları olan Adil Düzenin yöneticilerine verilen addır. “Müslimler” ise diğer her türlü hakları olmakla beraber, siyasi hakları yani kamu otoritesini kullanamayan kimseler demektir.
Genel olarak kadınlar siyasetten uzaktırlar. Bundan yararlanan erkekler onları ezmişlerdir. Kur’an bu ezmeyi kaldırdı ve onlara en büyük hakkı tanıdı. Bu nedir? Askere alınmadıkları ve cizye ödemedikleri halde onlara siyasi haklar tanıdı. Silah kullanırlar. İstedikleri zaman polis gibi olaylara müdahale edebilirler. Seçme ve seçilme hakları vardır. Erkeklerin sahip oldukları haklara sahiptirler. Erkeklere yüklenen görev bunlarda yoktur. Erkeklere savunma ve diyet ödeme mükellefiyeti yüklenmiştir. Kadınlar bunları yüklenmemiştir.
Siyasi haklar bakımından da erkeklerden iki yerde eksiklikleri vardır. Biri neseb mirasında erkeklerin yarısını alırlar, çünkü nafaka mükellefiyeti erkeklere aittir. Bir de erkeklere komutan olamazlar, çünkü onlar zorunlu görevlidirler, sorumlulukları vardır. Oysa kadınlar gönüllü hizmet verirler.
Ama kadınlar askeri birlik kurar ve elbette onlara komuta edebilirler. O birliğe emekli askerler, sakatlar, müslimler erkek olarak dahil olsalar da, onlara komuta ederler, çünkü onlar yükümlü değildirler. Başka devletten gelenlere komuta edebilirler.
“Ey îmân etmiş olan kimseler” içinde siyasi haklara sahip kadınlar vardır. Kadınlar hakemlik yapabilmekte, sivil işlerde erkeklerle bir olmaktadırlar.
“Ey îmân edenler” deyince, tek kimseler değil, topluca siyasi haklara sahip cemaat kastedilmektedir. Emekliler ve sakatlar da dahildir. Çocuklar da vardır.
لَا يَحِلُّ لَكُمْ (LAv YaXılLu LaKuM) “Size helal olmaz.”
Burada mü’minlere verilen emir, yasaklık değil helalliktir. Yani, burada mü’minler için helal değildir. Yasaklıkta ise ona karşı ceza söz konusudur. Cezası yoktur, ama haramdır.
Haramın diğer manâsı, mahkeme haramları korumaz. Yani, bunda mağdur olan mahkemeye müracaat edemez. Ama ceza da verilmez. Bugün kumar oynayanlar için böyle bir hüküm vardır.
Bundan sonra konan hükümler için bu kuralların geçerli olduğu iyice bilinmelidir. Devlet insanların hukukunu korumakla yükümlüdür. Hukukunu koruyalım diye insanların haklarına tecavüz edilmemelidir. Bu sebepledir. Kur’an yöneticilerin ne yapabilecekleri üzerinde emirler vermektedir, kurallar koymaktadır.
“Îmân eden kimseler”i “yönetim” şeklinde anlamazsanız, Kur’an’ın sözleri havada kalır. Kur’an lâik bir kitap olur. Âhirette işe yarar olur.
Oysa Kur’an kendisi lâik değildir, ama lâik düzenin nasıl kurulacağını öğretmektedir.
أَنْ تَرِثُوا النِّسَاءَ (Ean TaRiÇUv eLnNıSAEa) “Nisaa vâris olmanız.”
“Kadınlara vâris olmak” ne demektir? Onları mal gibi görüp onları kullanmaktır. Onları zorla çalıştırmak, onları mirasçı kılmamak, onları cinsi zevk ve kazanç aracı yapmaktır. İşte bunlar helal değildir.
Önce, koca hiçbir zaman kadının mallarına karışamaz, tasarrufunu önleyemez. Oysa topluluğumuzda ‘gelin de benim altınları da benim’ diyen zihniyet hâlâ yaşamaktadır. Şimdi aksi de moda olmaya başladı. Bu sefer koca karısının izni olmadan mallarını tasarruf edemez hâle getirilmiştir. Kıyasen bu da helal değildir.
Ne kadın ne de erkek köle değildir. Herkes kendi malına kendisi sahiptir, onu dilediği gibi tasarruf eder. Karşılıklı borç ve alacaklılardır.
Yine “kadınlara vâris olmak” demek, onları köle kabul ederek çalıştırmak demektir. Emeğini istediğin gibi kullanmak demektir. Günümüzde aksi de oluyor. Kadınlar erkeklerin çalışmasına karışmaktadırlar. Bugünkü aile geçimsizliklerinin kaynağı budur.
Herkes malına ve emeğine sahiptir. İnsanların mal edinilerek çalıştırılması yasaklanmıştır. Bunun içindir ki 15 yaşına gelen kız olsun erkek olsun tam bağımsızdır. Topluluk ona iş vermek zorundadır, geçimini sağlamak zorundadır. Bugün ise kız da erkek de ailesine muhtaç olarak yaşamak zorunda olduğu için ne kız ne erkek istediği gibi hayatını kuramıyor, evlenemiyor. İşte bunlara vâris olma demektir.
Burada “Nisâ” kelimesi kullanılmakta, “Vâris” olarak da iman edenler alınmaktadır. Söz konusu miras karı-koca arasında veya baba-kız arasında değildir; toplulukta kadına tanınan haklar konusundadır. Hele kadınların zorla genel evlerde çalıştırılmaları, hele mafyaların zorla fuhşa sürüklemeleri büsbütün kabul edilmez bir şeydir. Bu âyet her şeyden önce onları yasaklıyor.
Kadın kendisi mihir alır, helaldir. Nafaka ister ve alır, helaldir. Ama başkalarının kadından kazanç sağlamaları haramdır. İşte kızlarını satmak da bunların içindedir. Anne babanın kızları üzerinden maddi kazanç temin etmesi caiz değildir. Ayrıca genel ev veya fuhuş yerleri işletmeye müsade etme de böyledir. Kadının kadınlığından yararlanarak kimse kazanç sağlayamaz. Mirasta girer.
كَرْهًا (KaRHan) “
Bütün bunlar zorla olma şartıyla haramdır. Yoksa kızın babasının yanında kalması, anne babanın da kızına yardım etmesi, kadının aldığı mihri başkasına intikal ettirmesi elbette helaldir.
Muta evlerinde de işletme ortaklık şeklinde olmalıdır. Katiyen bir patrona kazanç sağlanmamalıdır. Muta evi demek şu demektir. Burada İslâm nikahı ile evli olmayan kadınlar otururlar. Kendilerinin evleri vardır. Ayrıca işyerleri vardır. Bunlar orada çalışır ve geçinirler. Geçinmek için kimseye muhtaç kılınmazlar. Bu işyerlerini devletin kendilerine verdiği kredi ile kurarlar. Bunlarla erkekler geçici olarak evlenirler. İstedikleri zaman da ayrılırlar. Kadınlar bu kocalarından ücret alırlar, ama mihir isteyemezler ve bunlar birbirine vâris olamazlar. Çocuklar babalarına ait olur. O zaman çocuklara nafaka ve çocuklarına bakma ücretlerini alırlar. Tabii ki çocuklar hem annelerine hem babalarına vâris olurlar. Ayrılma olduğunda kadın iddetini beklemek durumundadır. Buna muta evi denmektedir.
İslâmiyet’te resmî nikâh yoktur, imam nikâhı yoktur. Aleni akit ile eşlik ilişkileri başlar. Bu eğer İslâm nikâhı ile olursa, o zaman kadın mihir alır ve birbirine mirasçı olurlar.
Bütün kadınların erkekler gibi çalışma kredisini alma, almadıkları zaman da emeklilik payından yararlanma hakları vardır. Bu nedendir? Bir yaşlılar payı vardır; bu pay çalışmayan herkese verilir. Çalışanlara kredi verilir, çalışmayanlara da bu yaşlılar payından pay verilir. Bu paylar kredi aldığı, yani yaşlılık payı almadığı günlere kıyasla verilir. Kadınlar isterlerse kredi almaz, bu emeklik payından yararlanırlar. Ne var ki çalışmadıkları için alacakları emeklilik payı düşük olur.
Genel olarak şöyle yaparlar, kredi alırlar. Kendileri çalışmaz ama kredilerini işverene kullandırırlar. İşveren de bunlara gelirinden bir pay verebilir. Böylece bunlar korunmuş olurlar.
Kur’an kadınlara kendilerine uygun, evlerine yakın ve hafif işlerin verilmesi için işyerlerini ayırmaktadır.
وَلَا تَعْضُلُوهُنَّ (Va LAv TaGWıLUvHunNa) “Onlara adl etmeyiniz.”
“Adale” kas demektir. Onlara kaslarınızı göstermeyiniz, yani onlara kuvvet kullanmayınız, onları dövmeyiniz demektir.
Bu âyetler ‘onları darb ediniz’ âyetleri ile çelişki içinde olmuyor mu? Tam aksine, o âyetlerle bu âyetler birbirini tamamen teyit ediyor. Burada yasaklanan erkeklerin veya yöneticilerin kendi çıkarları için dövmeleridir. Bu tamamen yasaklanmıştır. Yani, onları çalıştırmak için dövemeyeceğiniz gibi cinsi arzu tatmini için de zorlama yapamazsınız.
Burada kadına yapılacak baskılar yasaklanıyor. Ona köle gibi muamele etmek yoktur. Oradaki darbde ise bir defa hakemler kararı gelir. İkincisi, orada kocası değil de velisi tedip darbını yapacaktır. Akıllı ise siyasi velisini de kendisi seçecektir Yani, onu korumakla yükümlü olan kimse onu tedip edecektir. Bu velinin çıkarına değil, onun korunması için yapılacaktır. O velisini değiştirebilir. Sonra eğer artık kendi kendisini yönetecek duruma gelmişse, hakemlere gider ve korumasının bu yetkisini kaldırtabilir. Birbirinden tamamen farklıdır.
“Adale” kelimesi ile tasvir etmesiyle; sopa ile, kamçı ile değil, elle ve kas kuvveti ile onları dövmek söz konusu olacaktır. İnsanlar onurlu varlıklardır. Kendilerine fiske değmesini istemezler. Bu onlara acı verdiği için değil, onların onurunu kırdığı için üzülür ve kaçınırlar. Dövmeye başladığınız zaman bu onuru kırılır, ondan sonra hiçbir şeyden çekinmez olurlar. Bu sebepledir ki onların baskı altına alınmasını yasaklamıştır.
Kıyasla bu çocuklar için de geçerlidir. Dayak en son çaredir.
لِتَذْهَبُوا بِبَعْضِ مَا آتَيْتُمُوهُنَّ (Lı TaÜHaBu Bı BaGWı MAv EaTaYTuMUvHUnNa)
“Kendilerine ita ettiklerinizin bazıları ile zihab edecekler diye.”
Kur’an’daki her emir farzdır. Nasıl namaz kılmak farzsa, hacca gitmek farzsa, abdest almak farzsa, evlenmek emri de farzdır. Kur’an ‘evlendiriniz’ diyor. Buna kadın erkek herkes muhataptır.
Öyleyse evli olmayan kadın veya erkek, çevresinde evli olmayan kimse yoksa, gidip başka yerden eş aramak mecburiyetinde değildir. Ama çevresinde evlenmemiş insanlar varsa, kendisi evlenecek ki karşı tarafın evlenme imkanı doğsun. Bunun için yakınları zorlamalıdırlar. Onlar hatırlatmalıdırlar. İmkanları yoksa imkanlarını hazırlamalıdırlar. Hele Allah evlenmek için imkan vermiş de bunu kullanmayan kimse küfranı nimet içindedir. Zekât vermeyen insan gibidir.
Bu emrin yerine gelmesi için evlilik çok kolaylaştırılmıştır. Erkek ve kadının aleni olarak ‘evlendik’ demeleri ile akit gerçekleşir. Biz bunun yazılı olmasını ve tarafların imzalamasını istiyoruz. Bu da farzdır, ama şart değildir. Yazılmasa da nikâh geçerlidir. Neden kolaylaştırılmıştır? Emir kolay yerine gelsin diye.
Allah yine aynı derecede boşanmayı da kolaylaştırmıştır. Çünkü taraflar evlenmekten korkmasın, gerektiğinde birbirinden kolay ayrılsın diye. Bunun için tek taraflı aleni beyan boşanmak için kâfidir. Kadın veya erkek ‘ben boşanıyorum’ dediği anda boşanma meydana gelir. Böyle kolay boşanma olduğu için herkes evlenebilir, gerektiğinde boşanırım der.
Yalnız boşanma bu kadar kolay olmakla beraber, boşanmanın olmaması için bazı tedbirler alınmıştır. Bunlardan biri iddettir. Bu zaman içinde boşayan taraf sözünü geri alabilir. Evlilik sürer. Ancak bu da ancak iki defa yapılabilir, üçüncüden sonra bu mümkün değildir. Üç ay içinde dönmezse o zaman boşanma olur. Yeni nikah ve yeni mihir gerekir. Bu birinci tedbirdir. Ayrıca îlâ vardır, zıhar vardır. Tedbirleri vardır.
İkinci tedbir ise mihirdir. Mihir kadın için konan boşanma tazminatıdır. Kadın, ‘beni boşarsan bana bu tazminatı ödeyeceksin’ der, erkek de bunu kabul eder. Bunun asgari miktarını topluluk belirler ve o bucakta o geçerli olur. Bu konuda kadının mezhebi veya bucağı geçerlidir. Boşanma esnasında şöyle hükümler konmuştur:
a) Koca kadının kusuru olmaksızın onu boşarsa bütün mihiri vermek zorundadır.
b) Kadın kocanın kusuru olmaksızın ondan boşanırsa bütün mihiri iade eder.
c) Koca karısını kusuru sebebi ile boşarsa mihirin bir kısmını veya tamamını geri alabilir.
d) Kadın kocası kusurlu olduğu için kocasını boşarsa bir kısmını veya tamamını geri vermeyebilir.
Bu hususta hakemler karar verir.
Erkekler kadınlara baskı yapar, adalelerini gösterir, onları boşanmaya zorlayabilirler. Yani, kadının boşanmasını isteyebilir. İşte bunu yapmayın diyor. Hakemler eğer böyle bir şey yaptığını tesbit ederlerse, kocayı kusurlu bulup mihrin tamamını kadına bırakacaklardır. Âyet bunu emrediyor. Çünkü yapmasın demiyor, yapmayın diyor. Bunu nazarı itibara almayan hakemler kendileri o kol gücüne katılmış olurlar.
إِلَّا أَنْ يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ (EilLAv EaN YaETIyNa BıFaPıŞaTın)
“Sadece fahışa ile gelirlerse. Alabilirsiniz.”
Burada “Bı Fuhşın” denmemiş, “Bi Fahışetin” denmiştir. Bu sadece zina değildir. Çünkü fuhuş zinaya verilen bir ad değildir. Suçun meşrulaştırılıp yaygınlaştırılması fuhuştur. Yani, bir kimse suç işler, gizli ve kaçamak olarak işler. Ama eğer suçu marifete dönüşmüş ve aleni olarak işlemeye başlamışsa bu fuhuştur. Fahişe de bu suçun örgüt tarafından işlenmesi demektir. Yani, suç örgütü kurmak demektir.
Bazen olur ki, kadın kocasından mihiri alarak ayrılmak için örgüt kurar. Hattâ bu mesleği icra eden şebeke oluşur. Kadınları evlendirir, sonra ayırtır. Böylece bir yolsuzluk şebekesi oluşturulur. İşte böyle bir durum varsa, o takdirde kadın boşanır ve mihir de verilmez.
مُبَيِّنَةٍ MüBayYiNatin “Mübeyyen olacak.”
Fuhuş dedikodu ile sabit olmaz, söylentilerle olmaz. Zina dışında kocanın görmesi de yeterli değildir. Kadının böyle mihir dolandırıcılığı şebekesinde yer aldığı şahitlerle hakemler nezdinde ispat edilmiş olması gerekir. Eğer bir davada böyle bir mahkumiyetle mahkum olmuşsa o zaman artık ondan sonra erkek boşar ve kadına bir şey vermez, verdiğini de geri alır.
Burada daha önce çözememiş olduğumuz bir hükmü de çözmüş oluyoruz. O da kadının zina ettiğini kişi görse ve bunu beyan etse, koca olarak yemin ettiği takdirde zina cezasından kurtulur. Doğacak çocuğu reddedebilir. Kadın da yemin ederse o da cezadan kurtulur. Ancak boşanmadan dolayı mihir yine verilecektir. Mübeyyen olmayan zina mihri düşürmez. Bu sorunu şimdi burada çözmüş oluyoruz.
وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ (Va GavŞıRVuHunNa Bi elMaGRuvFı)
“Onlarla maruf ile muaşeret ediniz.”
Genel olarak, mü’minler sevgiye dayanarak evlenirken baştan birbirlerine çok taviz verirler. Karı koca arasında sadece hislerle bağlanırlar. Zaman zaman kadın farkına varmadan kocayı istismar eder. Sözünde gezdirebiliyor diye onun sırtına biner ve her dediğini yaptırır. Kocasını ailesinden eder. İşini bozar. Sonunda kopma noktasına gelir ve kopar.
Bazen de tersi olur. Kadın uysal olur. Erkek de üstüne gider. Onu çevresinden ve ailesinden eder. Bir zaman gelir ki, o da dayanamaz ve kopar.
Üçüncü bir olay olur, karı koca ömürleri boyunca hep birbirleri ile kavga eder dururlar. Çevrenin baskısı ve çocukların hatırı için dayanırlar ama hayatları hep cehennemde geçer. Huzurlu ve mesut bir hayat yaşayamazlar.
İşte Allah bu âyette hislerinizle değil, “marufla geçinin” diyor. Seviyorsanız sevginizi bir yerde kontrol ediniz, maruf ne ise o şekilde muamele ediniz. Bazen de nefret edebilirsiniz. Ama yine nefretle değil, şeriatla muamele ediniz.
“Maruf” nedir? Maruf şöyle sıralanır:
a) Taraflar evlilik sözleşmesini yazarlar ve bu sözleşmeyi ittifakla değiştirebilirler. O maruftur.
b) Evli iken istişare ederek, ailelerine de danışarak ortak kararlar alırlar. Bu şartla sözleşmelerini de değiştirebilirler. Kur’an teşavürin diyor. Dolayısıyla ailelere danışılarak karar alınmalı ve yazılmalıdır.
c) Bir de karı koca birer dini mezhep benimsemelidir. Sözleşmede olmayan veya sonra kararlaştırılmayan vakalarda o mezhebin görüşüne göre hareket etmelidirler. Bir konuda ispat külfeti kime ait değilse onun mezhebi uygulanır.
d) Nihayet, bütün bunlar da sonuç vermezse, hakemlere gidilmeli ve hakem kararlarına taraflar razı olmalıdır.
İşte “maruf olan” budur.
“Maruf” demek, mahut demektir. Eğer karı koca bu hususlara riayet ederlerse, haklarına razı olurlarsa, hayatları kopma seviyesine gelmez. Sonra da evde daima huzurlu olurlar. Birbirlerini daha çok severler. Çünkü bir insan karşısındakinden ne beklerse, onu bulamadığında ona karşı kırgınlık duyar, hattâ kin duyar. Bu bekleme de tükenmez. Aldıkça daha çok bekler, aldıkça daha çok bekler.
Anlaşmazlıkların merkezinde daima eve gelenler olur. Hele bugün olduğu gibi herkesin değişik çevresi, değişik misafiri olunca, ailenin diğer fertlerini rahatsız ediyor. Bir de gösteriş ekonomisi hâkim olunca israfa da sebep oluyor. Görüşmedi mi kadına ayıp oluyor. Onun için istemiyor.
Bu sorunun çözülmesi anlaşmalarda baştan yer almalıdır. Derecesi ve mahiyeti tesbit edilmelidir.
Eğer biz bugün huzurlu bir hayat geçiremiyorsak, bunun kaynağı işte Kur’an’ın yukarıda yazılı emirlerine uymayışımızdır. Çocuklarımızın, torunlarımızın bu huzursuzluğu yaşamamaları için bununla ilgili sözleşme örnekleri yazmalıyız. Yeni evliler bu emre uymalıdırlar.
Mü’min olmak kolaydır. Ama îmâna göre yaşamak çok zordur. Hele ilk zamanlarda çok zordur.
Bir kızla bir erkek sırf bu aile modelini yaşatmak için evlenip örnek olsalar, saadet ortaya çıksa, örnek olur. Bunlar bu sayede peygamber sevabını alırlar.
فَإِنْ كَرِهْتُمُوهُنَّ (Fa EıN KaRıHTuMUvHunNa) “Onlardan kerh ederseniz.”
Yani, olardan hoşlanmazsanız.
“İkrah etmek” karşı tarafın hoşlanmayacağı işi yapmak demektir.
Demek oluyor ki, eşler arasında her zaman duygusal sevgi olmayabilir. Ama bu boşanma ve ayrılma sebebi olmamalıdır. Sabredildiği takdirde hayırlı şeyler ortaya çıkabilir. Hoşlanmamak ayrılmanın sebebi olmamalıdır.
Bazen hiç sebep yokken insanlardan hoşlanmazsınız. Bu duygusallıktır. Duygulara biz hakim değiliz.
Biz aklımıza hakimiz. İşte duyguları aklımızla bastırırsak, o zaman onun da nimetlerini yaşarız.
Hiç kimse tek başına değildir. Herkesin çevresi vardır. Hoşlanmadığınız insana karşı yaptığınız davranış tüm çevresine yapılmış olur. Ona sabrederseniz çevresini darıltmamış olursunuz. Tam tersine size yapılan haksızlık sebebiyle, o sabır sebebiyle çevresi sizi sevmeye başlar.
فَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا (Fa GaSAy EaN TaKRaHu ŞaYEan) “Bir şeyi ikrah etmeniz.”
Bir şeyden ikrah edersiniz, bu normaldir. Çünkü insanların duyguları vardır. Bir şeyi kerih görmeniz olağandır. İkrah ettiğiniz şey sizin için kötü olmayabilir. Size öyle gelebilir. Siz hislerinize göre değil de, aklınızla hareket etmelisiniz. Maruf ile hareket etmelisiniz.
Marufun ne olduğunu açıkladık. Maruf marifedir.
Bizim tanımımızı benimsemiyorsanız; o zaman siz marufu getirin, ama o marufla hareket edin.
Tarihte fıkıh çeşitli aşamalar geçirmiştir. İnsanlar Hazreti Peygambere ittiba ettiler. Raşit Halifeler zamanında da istişare ile hükümler çıkardılar. Müçtehitler içtihat yaptılar. Sonra içtihat sistemini fetvaya dayandırdılar. Fetvalar maruf dediler. Ama işe yaramadı ve uygarlık çöktü.
Şimdi maruf nedir?
Önce sözleşmedir. Sonra uzlaşmadır, sonra mezhep içtihatlarıdır, sonra hakem kararlarıdır.
Bunlar şeriatça belirtilmiştir. Müftülerin fetvası şeriatta belirtilmemiştir.
Kur’an ulu’l-emre sorunuz demiyor, ehl-i zikre sorunuz diyor.
“Asâ” kelimesi, kendisinden sonra gelen cümleyi beklenir anlamındadır. Türkçedeki bilir karşılığıdır.
وَيَجْعَلَ اللَّهُ (Va YaCGaLa elLAHu) “Bir şeyi görebilir. Allah da içine hayır ca’ledebilir.”
Buradaki “Va Yac’ale”yi “Tekrahû”ya bağlamaktadır. Onun için üstünlü gelmiştir.
“Asâ” sonra gelen cümleyi beklenir hâle getirir. “Gelebilirim”de olduğu gibi Tükçedeki “bilirim”e karşılık Arapçada “Asâ” kullanılır. Gelen cümle “Asâ” ile bağlanır. Araya isim girse bile isim “En”li cümlenin failidir. “Asâ Zeydün En Tedribahu” dersin; “Zeyden En Tedribahu” demezsin.
فِيهِ خَيْرًا كَثِيرًا (FIyHı PaYRan KaÇIyRan)
“O kerih gördüğünüz şeyde Allah kesir hayır yapar.”
Dolayısıyla karı-koca arasında kızgınlık, darılma, küskünlük olsa bile boşanmaya doğru gidilmemesi gerekir. Çünkü bu boşanma yalnız ikisi arasında cereyan etmez. Çocukları olursa onlar için yetimlikten beter bir durum ortaya çıkar. Hele çocukları görüştürmeme, konuşturmama gibi haller son derece yanlıştır.
7 yaşına kadar çocuk annesinde kalır. Çocuk okula gitmeye başlar. Okulunu belirleyecek olan anne babadır. Son söz çocuğa kalır. Anne babasının istediğini tercih eder.
10 yaşından sonra da yine çocuk akşamları annesinin yanında kalır. Erkek olsun, kız olsun, gündüzleri iş ve eğitim işleri babasının denetiminde yapılır.
15 yaşına geldiği zaman da bağımsız hâle gelir.
Bütün bunları karı kocanın barışık iken yapmaları başka, ayrı oldukları zaman yapmaları başkadır.
Birbirine sabredenler, iyi ve sadık anne babalar iseler, onlara saygı gösteren çocuklar yetiştirirler. Sonra onlara hayır olur. Yaşlılıkta veya sıkıntıda onlara bakarlar. Âhirette de onların ıslahından dolayı anne ve babaları da hayır görür.
Eşlerin ayrılması yalnız çocuklarına değil, iki aşiret arasında da hasımlığa neden olur. Karı-koca iki aile arasında sevgi ve saygı bağı doğururken, ayrıldıklarında ise onlar arasında hasımlık ve kin başlar. Herkes kendi tarafını tutar. Onların da huzurunu bozmuş olursunuz. Ayrıldığınız zaman çevreniz de aynı şekilde rahatsız olurlar. Aile dostlukları vardır. Karı koca başka karı koca ile tanışıp gidip gelmeler olunca, sosyal bir saadet doğar. İnsanların dostlarla ve komşularla ailece kurdukları yakınlık saadet getirmektedir. İnsanları yalnızlıktan uzaklaştırıp güvenli bir hayat oluşturmaktadır. İnsanlar böylece daha çok Allah’a yaklaşırlar, topluluğa yaklaşırlar. Böyle bir ayrılma bunların huzurunu kaçırır. Tarafsız kalmaya çalışırlar ama başaramazlar.
Aileler topluluğun molekülleridir. Ailede meydana gelen huzursuzluk topluluk içinde meydana gelmiş huzursuzluktur. İnsan böyle eşine sabreder ayrılmazsa, hoşlanmasa bile dayanırsa, pek çok hayırlar kendilerinden doğar. Çocuklar sağlıklı olarak yetişirler. İki tarafın yakınları arasında dostluklar sürer. Bu dostluklar hayırlı sonuçlar oluşturur. Karı koca arasında oluşmuş sosyal çevre yaşar ve hayırlı sonuçlar doğar. Nihayet kamu da sağlıklı ailelere destekte bulunur.
Bütün bunlara rağmen boşanmak son derce kolaylaştırılmıştır. Hukuki zorluk asla yoktur. Bu da ailenin sağlamlığı için gereklidir. Boşanmanın zor olduğu bir toplulukta karı koca kendilerini güvende hisseder ve daima didişir dururlar. İki taraf da ayrılmak korkusu olmadığı için karşı tarafı ezmek ister. Oysa boşanmanın kolay olduğu topluluklarda, karı koca birbirini kaçırmamak için birbirlerine karşı son derece saygılı olurlar.
Bütün bunların temelinde maruf ile davranmak vardır. Karı koca arasında düzenlenen bu hukuk tüm sosyal ve ekonomik ortaklıklarda ve topluluklarda misal olacaktır. Kıyas yoluyla orada uygulanacaktır. Ortaklıklarda da ayrılma kolay olmalıdır, ama taraflar ayrılmama gayretinde bulunmalıdırlar.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 283. SEMİNER Yorum-113 İstanbul, 17 Aralık 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Üsküdar’da Selahattin Öztürk değerlendirecektir.)
İSTANBUL’DA OTURANLARIN SORUMLULUĞU
İstanbul Amerika’nın batısına ne kadar uzaksa, Tokyo’ya da o kadar uzaktır. İstanbul Rusya’nın kuzeyindeki Buz Denizi’ne ne kadar uzaksa, Afrika’nın en güneyindeki Ümit Burnu’na da o kadar uzaktır. Avrupa’dan Asya’ya geçen ana yolun köprüsü olduğu gibi, Karadeniz’den Akdeniz’e geçen deniz yollarının da boğazıdır. Havayolları ve demiryolları da burada düğümlenir.
İstanbul’da oturanlar yeryüzünün tam göbeğinde köşebaşı dükkânlara sahiptirler! Bu dükkanı ya işletecekler, ya da burasını terk edecekler! Sünnetullah budur; tabiî ve doğal kanunlar budur.
İstanbul’a sahip çıkmak başta Türkiye Cumhuriyeti’nin görevidir, ama sahip çıkmıyor! İstanbullular elbette bundan sorumlu değildirler.
İstanbul’a sahip çıkmak İstanbul’daki belediyelerin görevidir, ama onlar da sahip çıkmıyorlar! O da İstanbul’un sorumluluğundadır ve bu durum kendilerinin hesap vereceği bir sorundur.
İstanbul’a sahip çıkmak konusunda İstanbul halkının sorumluluğu vardır. İstanbul halkı olarak sorumluluğu vardır; esnaf olarak sorumluluğu vardır, tüccar olarak sorumluluğu vardır, işçi olarak sorumluluğu vardır, sade vatandaşların sorumluluğu vardır... Bu sorumluluğun gereğini yetine getirmelidirler… Kendilerinin seçtiği hükümetler görev yapmıyorsa, kendilerinin seçtiği belediye başkanları görev yapmıyorsa, seçenler olarak bundan kendileri de sorumludurlar, çünkü onları seçtiler. Bu durumda şimdi yapacakları iş, kendilerinin doğrudan görevlerini yüklenmelidirler.
İstanbul’da oturanlar İstanbul’a sahip çıkmak için ne yapabilirler?
Kooperatifler kurar, şirketler kurar, dernekler kurar, vakıflar kurar… ve kendilerine düşen bu görevi yerine getirirler. Getirmezlerse ne olur? Tarihte ne olmuşsa o olur; helâk olurlar…
İstanbul’da eli kalem tutan, Allah’a inanan, insanlığa inanan herkes burada baş sorumludur… Televizyonda konuşanlar sorumludur... Okumuş esnaf sorumludur, iş adamı sorumludur... Öğretmenler sorumludur. Akevlerdeki Adil Düzenciler baş sorumludur…
Ahd-i Atik’i yani Tevrat’ı okuyunuz; hep böyle uyarılarla doludur ve hepsi gerçekleşmiştir. Kur’an bunların hikâyelerini anlatır. Bunlar benim hayatımda olmayabilir, hattâ sizin hayatınızda da olmayabilir. Ama biz sorumluyuz, siz de sorumlusunuz. Çocuklarımızın helâk olmalarından âhirette biz sorumlu olacağız.
İstanbul halkı işe nereden başlayabilir?
Ulaşımdan başlamalıdır. Çünkü merkez olma demek, ulaşım demektir.
a) Bir şirket kurup bir tren vapurunu satın alır, Sirkeci ile Haydarpaşa arasında seyrüsefere başlatabiliriz. Bakü ile Türkmenistan arasında böyle sefer var idi. Bu teren yolu bakımından Asya’yı Avrupa’ya bağlar. Demiryolu bakımından merkez oluruz. Bu çeşmenin suyunu akıtmak kadar basittir. Bu uluslararası şirket olabilir. İstanbullular bu şirketi kurmalıdırlar.
b) “Boğazlar Vakfı” kurar, gemilerin Boğazlardan kolayca gelip geçmelerini sağlayabiliriz. Gemilerin Karadeniz’de dinlenmeleri için bir liman yaparız. Marmara’da dinlenme yerleri yaparız. Boğazdan tehlikesiz ve süratle kılavuzla geçmelerini sağlarız. Bu vakıf olur, bu hizmeti bedava yaparız.
c) “Hava Meydanı Vakfı” kurarız, buraya uçakların rahatlıkla ve bedava inip kalkmalarına imkân veririz. Böylece İstanbul kendiliğinden merkez olmaya başlar. Bütün dünya ülkeleri havayolları buraya seferler düzenler ve İstanbul insanlığın bir numaralı cazibe merkezi olur.
d) Nihayet karayolu olarak “İpek Yolu”nu yeniden canlandırırız. Bunun için İstanbul’da uluslar arası bir otobüs şirketini kurmamız yeterlidir. Bugünkü yazımızda buna işaret edeceğiz. İstanbul’daki oto şirketleri ve nakliyeciler buraya ortak edilerek Londra’dan Tokyo’ya bir “Karayolu İpek Yolu”nu çok kolay kurabiliriz.
Şimdi basitinden başlamamız gerekir. Sonra diğerlerini yaparız.
Bunun için şirket Londra’dan başlayarak 500 kilometrede bir garajlar kuracaktır. Bu garajlar şehirlerin dışında ama ona yakın olacaktır. Buralarda yalnız yakıt satılmayacaktır. Buralarda aynı zamanda araçların bakım merkezleri olacaktır. Yedek imdat araçları olacaktır. Yolcuların konaklama yerleri olacaktır. Pasaport, vize, gümrük muameleleri yapan yerleri olacaktır. Koruma ekipleri olacaktır. Bütün bu hizmetler karşılıksız yapılacaktır. Bilet ve eşya bedeli içinde yer alacaktır.
Buralarda her araç çalışabilecektir. Bir otomobil sahibi; “Ben Berlin’e gidiyorum, arabamda iki kişilik yer var.” dediği zaman, garaj ona yolculardan iki kişiyi verecektir. Bir minibüs sahibi; “Benim şimdi işim yok, Bakü’ye gidebilirim.” Derse, ona yolcular verilecektir. Bir TIR sahibi; “Ben Bişkek’e gidiyorum, benim yüküm eksiktir.” Derse, ona yük verilecektir. Bu taşıma ücretleri öyle tutulacaktır ki, her taşıyıcı yük ve yolcu bulabilecektir. Bunun için iyi bilgisayar programı yeterlidir.
Bunun dışında, arabalarını bu şirkete tahsis eden firmalar, sürekli hareket eden sürme usûlü geliştireceklerdir. Bir şoför 250 kilometre arabayı götürecek, gelen arabayı teslim alacak ve evine dönmüş olacaktır. Dolayısıyla aileden uzak şoförlük yapmayacak, şehir içi vardiyeli şoförlük durumunda olacaktır. Araba durmadan hareket hâlinde olacaktır. Eskiden tatarlar postayı böyle götürürlerdi. Yolcu ve eşya biletlerinin bedelleri kilometre-kişi ve kilometre-ton üzerinden alınacaktır. Akbil ile binilip inilecektir. İstediği yerde inecek ve istediği yerde binecek, otobüs durmayacaktır.
Bu konaklama istasyonlarında serbest bölge statüsü içinde alış ve satış yapan marketler olacaktır. Bu marketlerdeki gelirle buralar finans edilecek, ucuz taşıma imkânları sağlanacaktır.
İşte bu “İpek Yolu”nun merkezi İstanbul’da olmak zorundadır. Bunu kurmak İstanbullulara farzdır. Kırgızistan’da yaşadığım yıllarda bu yola olan ihtiyacı çok iyi duymuş ve yaşamış bir kimseyim.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 283. SEMİNER Yorum-113 İstanbul, 17 Aralık 2004
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
“Sayın PUTİN! Türkiye’ye hoş geldiniz…”
Rusya Devlet Başkanı Putin Türkiye’ye geldi…
“Adil Düzen Çalışanları”nın her konuda net, açık ve belirli görüşleri olmalıdır. “Millî Mutabakat” içinde iktidar olduklarında yürütecekleri siyaset içinde herhangi bir tereddütleri olmamalıdır.
AK Parti yanlış siyaset gütmektedir. Ama siyaseti olduğu için, AB’ye girmeyi hedeflediği için, kendine göre siyasette ilerlemektedir…
Hedefini belirlememiş bir iktidar sadece bocalar.
Nuh Peygamber’in üç oğlu dünyayı paylaştılar. Yafes doğuya gitti. Ham batıya gitti. Sam ise yerinde kaldı. Dünyadaki üç dil grubu böyle doğdu .Doğuya gidenler Çinlileri, batıya gidenler Latinleri, yerinde kalanlar da Sami ırkını oluşturdular. Çinlilerden kuzeye gidenler Moğolları, Latinlerden kuzeye gidenler Cermenleri, Samilerden güneye giden Afrikalıları oluşturdular.
Kuzeyde, doğuda bulunan Moğol ırkı ile batıda olan Cermen ırkı Ural dağlarının iki yakasında birleşerek karıştılar ve İskitleri oluşturdular. İskitler daha sonra yine Cermenlerle birleştiler ve Slavları oluşturdular; o tarihlerde doğuda Moğollarla birleştiler ve Türkleri oluşturdular. Slavlar ve Türkler Moğol-Cermen melezidirler. Bundan dolayı birçok örf ve âdetleri, devlet yönetim şekilleri hep birbirine benzer.
Buraya kadar olan olaylar hep Milattan Önce (MÖ) cereyan etmiştir. Buradaki en önemli husus, Türkler ve Slavlar tarihleri boyunca hep iç içe ve komşu olarak yaşamıştır. Yönetim şekli olarak “yerinden yönetim sistemi”ni uyguladıkları için zaman zaman Slavlar, zaman zaman da Türkler hâkim olmuş ama genel yapıda değişme olmamıştır.
Milattan Sonra (MS) 1000 yıllarında Türkler “Müslüman” oldular. O tarihlerde Cermenler “Katolik” oldular; Slavlar da Türklere karşı kendilerini korumak için “Ortodoks” oldular. Böylece bu iki ırk arasındaki karışma din ayrılığı sebebiyle durdu. Doğu Avrupa ve Orta Asya’da halklar ikiye ayrıldı. Kimi Müslüman olup Türklerle bir oldu, evlenmeler devam etti. Kimi de Ortodoks oldu ve sadece kendi aralarında evlenmeler devam etti. Türk imparatorlukları ve Rus çarlıkları lâik anlayış içinde oldukları için Müslümanlar ve Hıristiyanlar 1000 yıl birlikte yaşadılar. Savaşlar halk arasında değil, devletler arasında oluyordu. Galip devlet sadece yönetiyor, halkın sosyal yapısını bozmuyordu. Halkın sosyal yapısını dinler oluşturuyordu.
1897’de İsviçre’nin Basel kentinde Siyonistlerin yaptıkları “I. Yahudi Kongresi”nde şu karar alındı. Avusturya İmparatorluğu yıkılacak ve millî devletler oluşturulacak; Rus Çarlığı yıkılacak ve sosyalist devletler kurulacak; Osmanlı İmparatorluğu yıkılacak, Türkiye’de ateist millî devlet oluşturulacaktır. 1997’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılacak, yerine Pontus ve Biznas imparatorlukları ihya edilecek, Büyük İsrail Devleti Anadolu’nun doğu ve batısına hakim olacaktır…
Sovyetler din düşmanlığı yapmış, ırkçılıkları kışkırtmış, Rusçuluğu desteklemiş, bu arada diğer ırkları parçalamak istemiştir. Gorbaçov sömürü sermayesinin talimatları dışında sosyalizmi bağımsız olarak geliştirmek istemiş, bundan dolayı alaşağı edilmiş ve Sovyetler dağıtılmıştır. Yeltsin büyük bocalamalardan sonra çekilmiş, yerine Putin getirilmiştir.
Putin de Gorbaçov gibi Batı’dan bağımsız bir politika gütmektedir. Şimdilik Rusya içindeki durumu iyidir. En büyük sorunu Müslümanlarla olan gerginliğidir.
Siyonizm dünyaya hakim olmak için devletler içinde isyancı gruplar beslemektedir. İngiltere’de İrlandalılar, Fransa ve İspanya’da Basklar, Amerika’da Zenciler, Türkiye’de Kürtler, Rusya’da Çeçenler, Türkistan’da ve Hindistan’da Müslümanlar hep silahlı direnişçiler olarak ayakta tutulmakta ve desteklenmektedir. İktidarda olanlara da zulümler yaptırılmakta, böylece çatışmalar sürdürülmektedir…
Gorbaçov bu oyunu anlamış ve Afganistan’dan çekilerek Müslümanlarla barışmak istemiştir.
Putin de İslam Konferansı’na başvurarak katılmak istemiş ve kısmen girmiştir.
Yani, bu iki büyük devlet adamı Müslüman halklarla Hıristiyan halklar arasında çatışma istememektedir. Türkiye’ye karşı yakınlık siyasetini gütmektedirler. Türkiye’yi Avrupa Birliği içinde güçlendirmektedirler. Boğazları eline geçiremeyeceğini anlayan Ruslar, Boğazların Türkiye’de kalmasını istemektedirler. İstiklâl Savaşı’nda Ruslar işte bu siyasetleri sebebiyle bizi desteklediler.
Gelecek dünya gerçeği şudur. Dünya iki kutba ayrılacak; doğuda Hint ve Çin uygarlığı, batıda da Hıristiyan ve İslâm uygarlığı olacaktır. Bu kader Milattan Önce (MÖ) 2000’li yıllarda çizilmiştir. Hazreti İbrahim’in üçüncü hanımından olan oğulları ve torunları doğuya gitmiş ve doğunun mistik uygarlığını oluşturmuşlardır. İki oğlu batıda kalmış ve onlar da pozitif uygarlığı oluşturmuşlardır.
Dünya nüfusunun yarısı doğudadır ve süratle gelişmektedir. Japonlar 20. yüzyılın başında Batı Uygarlığı seviyesinde idiler. Kore ve Malezya gibi ülkeler 20. yüzyılın ikinci yarısında Batı seviyesine ulaştılar. Çin ise şimdi yani günümüzde süratle gelişmekte, ayrıca demokratikleşmektedir.
“Türkler” ve “Slavlar” için iki yol çizilmiştir:
1) Ya birbirleriyle kavga edecekler, böylece Doğu ve Batı medeniyetleri içinde eriyip gidecekler; 1000 sene sonra Türkler ve Slavlar yerine Avrupalı, Hintli, Çini halklar hâline gelecekler; Avrupa’da bulunan bugünkü Bulgarlar ve Macarlar gibi olacaklar; bunun başka bir boyutu olarak da insanlık önümüzdeki 1000 yılı doğu-batı savaşları ile kan ve savaş uygarlığı şeklinde tamamlayacaktır...
2) Ya da, birlik içinde merkezi bir “barış uygarlığı”nı kuracaklar; medeniyetlerin merkezi olacaklar; batı ile doğu arasında bir tür “barış bekçileri” olacaklar; güçlü orduları ve uygarlıkları ile batı ile doğu arasında denge kuracaklar; böylece “III. Bin Yıl Uygarlığı” Türkler ve Slavlar sayesinde “barış uygarlığı” olacaktır…
Biz Adil Düzenciler bunu istiyor ve diyoruz ki; Batı ile de iyi olalım, doğu ile de iyi olalım; Ruslarla ve Araplarla ortak bir güç olarak bütün insanlığa hizmet edelim. Türkiye, Rusya, Arabistan, İran, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya ülkeleri bir birlik oluştursun. Yahudiler sadece İsrail devletine razı olsunlar ve artık emperyalizmden vazgeçsinler; biz de onların mukaddes topraklarda yaşamalarına izin verilim. Yahudi sermayesi tekelci ve sömürücü olmadan varlığını sürdürsün. Ülkelerimiz dünya ticareti açısından “serbest bölge” olsun.
Avrupa Birliği de “III. Bin Yıl Uygarlığı’nda yerini belirlesin. Sınırını da çizsin. Türkleri Avrupa Birliği’ne alacaksa; Rusları, İranlıları ve Arapları da alsın. Böylece Avrupa Birliği Hint Birliği’ne, Çin Birliği’ne, Güney Amerika Birliği’ne gidilmesine örnek kuruluş olsun. Bu da ancak “Adil Düzen” dediğimiz İslâm yani barış anayasası ile mümkündür; ve “İslâm” deyince elbette dinlerin atası olan Hazreti İbrahim aleyhisselâmdan başlayan tüm büyük dinlerin ortak anayasasından bahsediyoruz.
Sayın Putin’e bu yazımızı ulaştıran biri çıkar ümidiyle kendisine “Türkiye’ye hoş geldiniz!” diyoruz.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92