ADİL DÜZEN 292
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 18-21 Şubat 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 292. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
* TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 20.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol, Lütfi Hocaoğlu, ve ………..… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır.
Hedefimiz; bu “Seminer Notları”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. SÜLEYMAN KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 17
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَاعْبُدُوا اللَّهَ وَلَا تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَبِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبَى وَالْجَارِ الْجُنُبِ وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ
إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًا(36)
الَّذِينَ يَبْخَلُونَ وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ وَيَكْتُمُونَ مَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ
وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُهِينًا(37)
وَاعْبُدُوا اللَّهَ (VaGBuDUv elLAHa) “Allah’a ibadet ediniz.”
Buradaki “Vav” harfi ondan önce gelen emir veya nehiylere gidebilir. Hakemler gönderin, onlara vazedin, temenni etmeyin, ekletmeyin… Çünkü emirlere uymak, nehiylerden uzaklaşmak ibadettir.
“Vav” harfi ile atfetmiş olması, yukarıda sayılan emirlerden başka emirler ve nehiyler de vardır demektir. Genelleştirerek bütün emirlere ve nehiylere uyun.
Kur’an Allah’ın emir ve nehiylerine uyun diyor. Başka kimsenin emir ve nehiylerini dinlemeyin.
Kur’an insanın insana köle olmasını men eden kitaptır. Kur’an’ın amacı budur.
“Bismillahirrahmânirrahîm” ile insan Allah’ın fabrikasına kaydolur. Bunu her davranışta hatırlar.
“Yalnız San’a ibadet eder, yalnız Sen’den yardım alırız.” demesiyle, diğer bütün insanlara ve varlıklara ibadet etmeyeceğini bildirir. Fatiha’ Sûresi’ndeki taahhüt burada emre dönüştürülmüştür.
وَلَا تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا (Va LAv TuŞRiKUv BiHi ŞaYEAn) “O’na bir şeyi teşrik etmeyin.”
Yukarıdaki cümlede “Allah’a ibadet edilmesi gerektiği” ifade edilmiştir. Orada O’ndan başkasına ibadet etmeyiniz denmiştir. Burada bu hüküm gelmiştir. Onun için “Va” harfi ile atfetmektedir.
İnsan hiç kimseye medyunu şükran değildir. Herkes Allah için yapar, bütün hayırlı amellerin karşılığını da Allah’tan alır. Siz birisine iyilik ederseniz Allah’a iyilik etmiş olursunuz; birisinden iyilik görürseniz Allah’tan görmüş olursunuz. Kötülük de öyledir. Hayır ve şer Allah’tandır. Allah’ın izni olmadan kimse size kötülük de yapamaz, iyilik de yapamaz. Her şey Allah’tandır.
Devlet yönetiminde durum başkadır. Kişiler verdiklerini ve aldıklarını topluluğa vermiş ve topluluktan almış olurlar. Verirken ve alırken aynı zamanda Allah’ın halifesidirler. Allah adına vermekte ve Allah adına almaktadırlar. Bunu böyle kabul etmeyip ‘ben yaptım - o yaptı’ dersek, o zaman şirk etmiş oluruz.
Suç işleyene ceza verirken kendi adımıza değil, Allah adına ceza vermiş oluruz.
Allah’ın yeryüzündeki halifesi topluluktur. O halde sosyal düzenimizi de buna göre kurmak zorundayız. Herkes topluluğa karşı sorumludur. Son karar daima hakemlerindir. Hakemlerin karşısında bütün insanlar eşittir. Kişilere ceza verilmez, yapılan bir fiili yapana ceza verilir. Allah’ın emri öyle olduğu için biz onu yaparız. Bu emir akıl ile da tesbit edilebilir, nakil ile de tesbit edilebilir.Sağlıklı akıl ile sağlıklı nakil arasında çelişki olmaz.
Şimdi bu kadar açık olarak Allah’tan başka kimseye ibadet edilemeyeceği emredilmektedir.
Peki, ya anne babayı dinlemeyecek miyiz? Amirlerimizi dinlemeyecek miyiz?
Bu suale karşı çok açık ifade ile cevap verilmiştir.
وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا (Va Bı eLVAvLıDaYNı EıXSANan) “Anne babaya ihsan edilecektir.”
Anne babaya ibadet edilmeyecek, anne babaya ihsan edilecektir, iyilik yapılacaktır. İhtiyaçları giderilecek ama saygı gösterilecektir. Taziz edilecek, tevkir edilecektir. Ama asla ibadet edilmeyecektir.
Kur’an’ın hiçbir yerinde anne babaya itaat edilecek diye bir madde yoktur. İnsan anne babaya veya amirine itaat etmeyecektir; ihsan edecektir. İtaat ederse sorumluluktan kurtulamaz.
Dünyada kişiler mevzuata, kanunlara, kurallara uymakla yükümlüdürler; amirlere değil. Eğer amirleri yetkileri dahilinde olan emirleri verirlerse o mevzuata uymadır. Ama yetkilerini aştı mı onu dinleyen de sorumlu olur. Onun için yargı huzurunda taraflar eşit şartlar içinde çıkarlar. Amirin değil, amirin yetkisi dahilinde koyduğu kurala uyulup uyulmadığı muhakeme edilir.
Türkiye’de yetkisiz işler yapılmakta ve yapana kâr kalmaktadır. Mesela, Anayasa Mahkemesi’nin dokunulmazlığı kaldırılmayan bir kimseyi muhakeme etme hakkı yoktur. Yine Anayasa Mahkemesi’nin muhakeme edilmemiş kişiyi mahkum etme yetkisi de yoktur. Bunu eski Anayasa Mahkemesi yaptı. Bu yetkisiz tasarruftur. Buna uyan Meclis Başkanı, buna uyan Hükümet, buna uyan Savcı, buna uyan herkes sorumludur.
“Adil Düzen” olsaydı, bunların hepsi sorumlu olurdu. Çünkü bâtıl bir karara uyulmuş oluyordu.
Bu usûlü uygulamazsanız, yarın Anayasa Mahkemesi “Meclis’i dağıttım!” der. Yahut yetkisiz cumhurbaşkanı veya milletvekilinin görevine son verir. Beşir Atalay’ın rektörlük görevinden alınması da böyledir. Demirel suç işlemiştir. Çünkü her atayan görevden alamaz. Hele kollektif bir kararla atanmışsa onu hiç kimse görevden alamaz. Yargı görevden alabilir. Ulusun kayıtsız şartsız hakimiyeti de budur. Yani, ulusun ötesinde bir güç yoktur. Ulusu da meclis temsil eder. “Hakimiyet Allah’ındır” demek, “hakimiyet ulusundur” demektir. Çünkü Allah kendi haklarını devletlere devretmiştir. Devletin sahibi de ulustur.
وَبِذِي الْقُرْبَى (Va Bı Üıy eLQuRBAv) “Ve kurabası olan kimseye,”
“Kurbâ” fu’lâ veznindedir. En yakın anlamında olanın müennesidir. Masdar da olabilir.
Herkesin yakınlısı vardır. Ancak burada marife gelmiştir. Belli tür yakınları olan kimse demektir.
İslâmiyet’te öksüzler yurdu yoktur, huzur evleri yoktur. Küçüklere anne babaları bakarlar. Yaşlılara da çocukları bakarlar. Kadın-erkek arasında işbölümü vardır. Bedenî hizmetleri kadınlar verirler, mâlî ihtiyaçları erkekler görürler. Eğer anne veya baba, kız veya oğul yoksa, onların yerini yakınları alırlar. Babanın yerini dede, sonra kardeş, sonra amca alır. Annenin yerini anneanne, sonra kız kardeş, sonra da teyzeler alır. Kızların yerini kızların kızları alır. Oğulların yerini oğulların oğulları alır.
İşte böylece kendi çocuklarına veya anne babalarına bakar gibi bakan erkek veya kadın “zi’l-kurbâ”dır, yakınlısıdır. Devlet kreş açmaz, huzurevi yapmaz, ama işte böyle yakınları olan kimselere katılır. Zekâttan pay ayırır. Bu anlayışla zi’l-kurbâ emekli olanlar demektir. “Ben emekli oldum” diyen emekli olur. Malları dondurulur. Emekli olan artık alamaz, satamaz, tasarruflarda bulunamaz. Kendisine bir yakınlıyı atar, o yakınlı onun mallarını idare eder. Mallarda eksiltme ve artırma yapamaz, ama onu işletir ve gelirlerinden kendi emek payını alır, kalan kısmını sahibine verir. Emekli olduğu zamanki mallar vârislerine eksiksiz olarak intikal eder. Çalışanlara çalışma kredisi verilir. Emekli olanlara emeklilik payı verilir. Emekliler için bütçede ayrılan miktar bölüştürülür. Doğduklarında sağlam olup 15 yaşından sonra sakat olanlar zi’l-kurbâ statüsünde maaş alırlar.
وَالْيَتَامَى (Va elYaTAvMAy) “Ve yetimlere,”
“Yetimler” de kadın yakınları tarafından büyütülürler. Onların malları da kayyuma verilir. Gelirleri yetimlere bakan yakınlarına verilir. Mallara onlar büyüyünceye kadar dokunulmaz, sadece işletilir.
Bu husus sûrenin ilk âyetlerinde açıkça söylemiştir. Burada ‘zi’l-kurba’ eklenmiştir. Yetimlerle beraber zikredilmiştir. Benzer ama ayrı ayrı müesseseleri olacaktır. Bütçeden eşit olarak ayrılan pay emeklilere ayrı, yetimlere ayrı olmak üzere aralarında paylaştırılacaktır.
وَالْمَسَاكِينِ (Va eLMaSAKıNı) “Ve miskinlere,”
Serveti vasat servetin altında olan fakirlerden gelirleri de vasat gelirlerinin yarısının altında iseler onlar “miskin”dir. Bunun anlamı işsiz demektir. Geliri vasatın yarısından az ve serveti olmayan işsiz kabul edilir. İşi olsa da çalışmasa dahi bu maaşı alır. Bu onun yeryüzündeki arazide olan payının karşılığıdır. Çalışan o payı çalıştığı yere kullandırmış olur. Yetim ve emeklilere devlet gelirlerinden pay verilmiştir. Miskinlere ise hem devlet hem de bucak gelirlerinden pay verilmiştir. Kur’an’da devlet gelirleri ile bucak gelirleri paylaştırılmıştır.
“Humus” devlet gelirlerinden sayılmıştır. “Kırkta birler” bucak gelirlerinden sayılmıştır. İllere de onda birleri istihsan ediyoruz. Onun taksimini de yarısı ondan yarısı ondan olmak üzere bölüştürüyoruz.
وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبَى (Va eLCAvRı Üıy eLQuRBAy) “Ve kurabalı câr,”
“Yakınlığı olan komşular.” Zekâtta olsun, humusta olsun, cârdan ve cenb sahiplerinden bahsedilmemektedir. Burada ihsandan bahsedilmektedir. Oralarda ise mâlî paydan bahsedilmektedir. Orada bunlara pay verilmemiştir. Ama ihsan emredilmiştir. Komşular birbirine ihsanda bulunurken bedenî ihsanlarda bulunacaklar, kap kacak kullandıracaklar, borç verecekler, gidip gelecek ve ziyaret edeceklerdir. Bunların zekâtta payları yoktur. Kur’an’da başka hak sahiplerinden bahsederken “sâil ve mahrûm”dan bahsetmektedir.
Zekât sekiz sınıfa dağıtılmaktadır. Humus ise altı kimseye dağıtılmaktadır. Miskin her iki kısımda da vardır. İbnüssebil de her ikisinde vardır, farklı manâdadır; birinde vakıfta çalışanlar, diğerinde ise turistlerdir. Yakın komşu, uzak komşu, yatalaklar burada zikrediliyor. Mahrum ve sâil de başka yerde zikrediliyor. Böylece 16 hak sahibi oluyor. Resul ve Allah’la beraber 18 olmaktadır. Mirastan doğan yardımlaşmalar bunların dışındadır. Onları da iki olarak sayarsak 20 kadar olmaktadır.
وَالْجَارِ الْجُنُبِ (Va elCAvRı eLCaNBı) “Ve cenb cari de,”
“Yakın komşular ve uzak komşular da.” Yakın komşudan maksat bitişik komşudur. Aranızda kimsenin bulunmadığı komşudur. Yunanistan bizim yakın komşumuzdur. Komşunun komşuları da uzak komşulardır. Ürdün bizim uzak komşumuzdur. Evler için de bunları saymamız gerekir. Apartmanda üst kat, alt kat ve karşıki daire yakın komşulardır. Diğer apartman sakinleri ise uzak komşularımızdır.
Burada ihsan edeceklerden bahsetmediğine göre; kişilere komşu olanlar sayıldığı gibi, kuruluşların da yakın ve uzak komşuları vardır. Aşiretler için karyede olanlar yakın, kabilede olanlar uzak komşulardır. Bucaklar için ilçedekiler yakın komşular, ildekiler uzak komşulardır. İller için bölgedekiler yakın komşular, ülkedekiler uzak komşulardır. Ülkeler için kıtadakiler yakın komşular, insanlıkta olanlar uzak komşulardır.
Böylece tanımladıktan sonra bu komşuluk hukuku ortaya konacaktır. Bu da ihsandır.
İhsan nekire olduğuna göre iekli biçime değidlecedkir demektir.
وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ (Va eÖöAXıBı BiLCaNBı) “Ve cenbin sahibine ihsan vardır.”
“Cenbin sahibi”nden maksat yatalak demektir. Yani, hasta olup kendi işlerini kendisi yapamaz durumda olan kimselere yardımcı olunacaktır. Bedenen yardım olunacaktır. “Adil Düzen”de küçük yerde hastahaneler de yoktur. Her “ocakta bir revir vardır”, yatalak hastalar o revirde yatarlar. O revir mescide açıktır. Hastalar hücrelerinden isterlerse toplantı yerini takip ederler. Sohbetlere katılırlar, namaz kılarlar... İsterlerse hücrelerinin kapılarını kapatırlar. Bunlarla ilgili sadece yakınları değil; ocak sakinleri, emekliler ve kadınlar da bunlar üzerinde nöbet tutarlar. Ocaktaki nöbetin manâsı budur. Gündüzleri erkekler, geceleri kadınlar nöbetleşirler. Hasta burada tedavi edilir. Doktor yanına gider. Benzer şekilde “ilçede klinikler vardır”, burada da refakatçiler, jandarma birlikleri nöbet tutarlar. “Bölgelerde hastahaneler vardır”, burada da askerler nöbet tutarlar, hizmet yaparlar, temizlik yaparlar. Sağlık hizmetleri bedavadır. Ama giderleri de asgariye indirilmiştir.
Zelzeleye veya sele uğramış kent de ülke de “sahibi bi’l-cenb”dir. Zelzeleye uğrayan bir ocaksa bucaktakiler; bir bucaksa, ildekiler; bir il ise ülkedekiler; bir ülke ise insanlık yardımına koşmalı ve ihsanda bulunmalıdır. Burada muaahat sistemi çalıştırılmalıdır. Herkesin evi ikiye bölünebilmelidir. Böyle anlarda mağdur olan aile komşu ailelerden birine konuk yapılır. O kimse onu ağırlar ve ona hizmet verir.
Biz Akevler’de böyle üç blok yaptık. Sonra imardaki oyunlar sebebiyle fazlasını yapamadık.
Toplanan yardım ise bu aileleri yanında barındıran ailelere bölüştürülür. Kimden ne alındı ise internette yayınlanır. Kime ne verildi ise yine internette yayınlanır. Veren orada kendi verdiğini kontrol eder. Alan da kontrol eder. O zaman herkes seve seve yardım eder. Şimdi yardım edemiyoruz. Çünkü yardım yerine ulaşmıyor.
Demek ki bu “sahibi bi’l-cenbi” aynı zamanda tabiî ve sosyal âfetlerde ne yapılacağını bize öğretmektedir. Marife gelmiştir. O halde bunlar tanımlanacaktır.
Kur’an’da bir kelime marife geldiği zaman müçtehit onu tanımlayacaktır demektir. İcma hâsıl olunca da artık tek ve kesin tanım olur. Yoksa mezheplere göre değişik olabilir.
وَابْنِ السَّبِيلِ (Va EıBNı elSaBIyLı) “Sebil ibnlerine. Yol uşaklarına.”
Bunun iki manâsı vardır. Biri turistlerdir. Dışarıdan gelen turistler barındırılır. Dışarıya giden turistler de desteklenir. Diğer manâsı da vakıflarda çalışan personelin ücretidir. Kamu görevleri vardır. Genel hizmetler vardır. Kamu görevleri “âmilîn” tarafından yapılır. Genel hizmetler de “ibnüssebîl” tarafından yapılır.
“İbnüssebîl” kavramı hem bucak hem de devlet bütçesinde geçer.
وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ (Va MAv MaLaKaT EaYMANuKuM) “Ve eymanınızın mülk ettikleri.”
Zekât âyetinde bunlar rikab olarak geçmektedir. Oradaki köleler mükâteb olanlardır. Yani çalışıp kazanarak, değerlerini ödeyip hür hâle gelmeleri için anlaşma yapılan kölelerdir. Onlara maddî destek verilmektedir. Burada ise tüm köleleri içermektedir. Köleler de diğer insanlar gibi müreffeh olarak yaşama haklarına sahiptirler. Kabul edilen kural şudur. Aynı evde yaşayan kimselerin eşit olarak beslenmeleri, eşit olarak giyinmeleri, eşit olarak barınmaları gerekmektedir. Hattâ eşit olarak seyahat etme hakları vardır.
Üretimde mülkiyet vardır, girdilere göre pay alınır. Tüketimde birlik vardır, herkes ihtiyaca göre pay alır. Üretimde imkâna göre pay alır, tüketimde ihtiyaca göre pay alır. Böylece ailede eşitlik vardır, imaret kuruluşlarında da tüm kademelerde ortak ve eşit tüketim vardır. Bu sebepledir ki genel hizmetler ve sigorta tamamen bedelsizdir... Yollar bedelsizdir... Haberleşme bedelsizdir... Yargı bedelsizdir...
Demek oluyor ki “ihsan” demek, kişilere karşılıksız iyilikte bulunmaktır. Bundan köleler de anne ve baba gibi yararlanacaklardır. Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası, Kur’an’ın emrettiği ihsanı gerçekleştirecek çözümleri içermektedir. Tefsirde kabul edilen bir usul vardır. Bir şey yapmamız emrediliyor, ama nasıl yapacağımız anlatılmıyorsa, onun için kurulacak mekanizma içtihada bırakılmış demektir. Kıyas yoluyla onun mekanizmasını biz oluştururuz. Başkaları başka türlü oluşturabilir. Ancak oluşturma zorunluluğu vardır.
إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ (EınNa EalLAHa LAv YuXıbBu) “Allah muhabbet etmez.”
“Habbe” kubbe misali yuvarlak tanedir. Suda yükselen köpük de habbe olarak adlandırılır.
“Muhabbet” kalbî bir fiildir, sevgidir. Allah’ın sevmediği kimse ile asgari olarak Allah ilgilenmez, o da böylece yaşayamaz olur. Biz Allah’ın muhabbeti ile bizimle her an ilgilenmesi dolayısıyla yaşıyoruz.
Allah zalimlere belki vazgeçerler diye mühlet vermektedir. Yani onlardan muhabbeti kesmediği için varlar. Ama hiçbir zaman onlar muvaffak olamayacaklardır. Bugün onlar üstün görünüyorlar, çünkü onların karşısındakiler de onlar gibidir de ondan. Son iki-üç asırdır biz hep yeniliyoruz. Neden? Çünkü Kur’an’dan çok çok uzaklaştık. Hâlen de Kur’an’a ve Allah’a yaklaşacaklarına, AB’ye tapıyorlar! Adil Düzenciler bu gerçeği bilmelidirler. Kendilerini düzeltmelidirler. Görülecektir ki Allah’ın nusreti karibdir; Allah’ın yardımı yakındır.
مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًا(36) (MaN KAvNa MuPTaLan FaPUvRan)
“Fahur muhtal olanı hubbetmez.”
“Fahr” içi boş küptür. Vurduğunuz zaman çin çin titrer. Böyle olan insan, hiçbir şey yapmadığı halde yapmış zannederek öğünen kimsedir. Aile hukukunda temel olarak herkes Allah’ın verdiği nimetine karşı görevini yapmaktadır; Allah’ın izni ile yapmaktadır. Kimsenin öğünmeye hakkı yoktur.
“Muhtâl” hayalden türemiş bir kelimedir. “İhtiyal” kendi kendine hayal kuran demektir. Burada ism-i fâil de olabilir, ism-i mef’ul de olabilir. Hayal kuran kimse demektir. Hayal kurdurulan kimse demektir. Çevresi onu büyütür, o da kendisini bir şey zannetmeye başlar.
İnsan Allah’ın halifesidir. İnsan için bundan daha büyük bir rütbe var mıdır?
***
الَّذِينَ يَبْخَلُونَ (elLaÜIyNa YaBPaLUvNa) “Onlar buhl edenlerdir.”
“Fahur” kelimesinden sonra “Bahul” kelimesini kullanmıştır. Bunlar mahreçte birbirine yakın olan kelimelerdir. İnsanlar servet sahibi olmaya çalışırlar. Bir kısmı servet edinip başkalarından üstün olduğunu düşünüp korunmak isterler. Tekasür içindedirler. Bunlar edindikleri serveti kendileri için bile harcayamazlar. Servet sahibi olup onun gücü ile başka insanları sömürmek isterler. Fahr için buhl ederler.
Oysa servet kullanıldığı zaman bir işe yarar. Kasada saklanan paranın bir kıymeti olmadığı gibi; ekilmeyen tarlanın, oturulmayan binanın bir yararı yoktur. Sadece başkalarına üstün olduğunu göstermeye yarar. Kimi insanlar da bunların peşinde koşarlar. İnsandaki buhlu yenmek için Allah emirler ortaya koymuştur.
a) Paradan, ticaret mallarından, merada yayılan hayvanlardan ve depo edilen mallardan senede kırkta bir zekât verilir. Böylece depolanan sermaye çalıştırılmazsa erimiş olur.
b) İnsanlar eğer kendileri sermayeyi çalıştıramıyorlarsa bankaya faizsiz yatırıyorlar. Başkaları faizsiz alıp onları çalıştırıyor. Böyle yapmayanların malları çalınsa devlet onu korumuyor. Yani para evde saklanıp çalınsa devlet onu tazmin etmiyor.
c) Eğer bir işletme çalıştırılmıyor, boş tutuluyorsa, kirasız verilip çalıştırtması gerekir. Yoksa değerini vererek devlet onu satın alabiliyor. İstimlak hakkı budur.
d) Kullanılmayan boş evlerde sahiplerinin izni olmadan girilip oturuluyor, boş bina korunuyor.
Demek ki “Buhl” deyince sadece fakire verilen sadakadan ibaret değildir. Zekât, karz-ı hasen, istimlâk ve işgal gibi müesseselerle buhl önleniyor. Boş küp dolduruluyor.
وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ (Va YaEMUvRUvNa elNAvSa Bil BuPLı)
“Ve nâsa buhlu emrederler.”
Serveti başkalarına tahakküm için yığanlar, aynı zamanda başkalarının da fahur olmasını isterler. Zenginler sınıfı oluşturup halkın fakir kalmasını isterler. Bütün kanunları ve kuralları bu ilkeye dayandırırlar. Orta sınıfı ortadan kaldırıp herkesi işçi yapmak ve kendilerine köle etmek isterler.
Faiz ve vergilerle orta sınıf çökertildi ve Batı’da tekel oluştu. Gelişmemiş ekonomilerde halkın elinden varlıklarını almak mümkün olmadı. Bunun için ABD’de kölelik yasaklandı, bütün halk işçi hâline getirildi... Avrupa’da feodalizm kaldırıldı, krallıklar oluşturuldu... Halkın ve kilisenin elindeki mallar zorla alındı. Bu da yetmedi. İtalya’da, Almanya’da, Rusya’da sosyalizm uygulandı, halkın serveti yağmalandı, halk işçi hâline getirildi. Türkiye’de Mustafa Kemal buna karşı devletçiliği getirdi, KİT’leri kurdu. Böylece halkın elindeki malların alınmasını önledi. Şimdi ‘özelleştirme’ yapılarak devlet yani halk yoksul hâle getirilecektir.
İşte buhlu emretmek demek bu demektir. Halk fakirleştirilecek ki sömürülebilsin. Onun için halka bir şey verilmeyecek, halka bir şey de yapılmayacaktır. Türkiye’deki ‘özelleştirme’ furyası işte bu buhlü emretmenin bir uygulamasıdır.
وَيَكْتُمُونَ مَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ (Va YaKTuMUvNa MAv EaTAyHuMulLAHu MıN FaWLiHi)
“Allah’ın fadlından kendilerine verdiklerini gizlerler.”
Allah bugün devletlere fadlından büyük imkânlar vermiştir; bu da ‘kâğıt para’dır. Bundan yüz yıl önce para olarak altın, gümüş veya bunların senetleri kullanılmakta idi. Bugün ise artık ‘kâğıt para’ kullanılmaktadır. Devletler hiçbir şey harcamadan, bir emek harcamadan paraya sahiptirler.
Eğer para üretilen mala karşı çıkarılırsa enflasyon da yapmaz.
Parayı piyasaya nasıl süreceksiniz?
a) Eğer bir kimsenin satılık malı varsa, ona bedelini faizsiz kredi olarak verirsiniz. O da onu harcar. Halkın eline para geçer ve o malı satın alır. Böyle mala karşı çıkarılan para ne kadar çok olursa olsun, asla enflasyon yapmaz. Sadece zenginlik getirir.
b) Taşınmazları satmak üzere devlet satın alır ve kârsız satar. Böylece para piyasaya girer veya para piyasadan çıkar. Bu da enflasyona sebep olmaz. Çünkü piyasaya çıkan paranın karşılığı devlette taşınmaz olarak vardır.
c) Halka sipariş yapabilmesi için faizsiz kredi verilir... Halk mağazalara sipariş verir... Mağazalar tüccarlara sipariş verir… Tüccarlar işyerlerine sipariş verirler… Halk bu işyerlerinde çalışır ve borcunu öder... Siparişlerini teslim alır... Böylece devre başında ekonomi planlanmış olur. Pahalılık olmaz, ucuzluk olur. Devre başında fiyatlar serbest pazarlıkla belirlenip ödenmiştir.
d) İşçi bulan müteahhitlere inşaat kredisi verilir. Halk yapılar yapar. İşçinin ücreti ödenmiştir. Malzeme parası ödenmiştir. Karşılığında taşınmaz oluşmuştur. Hisse senetlerini halk alarak kirasından yararlanmaktadır. Yahut da evi satın almaktadır.
Böylece piyasaya sürülen para asla enflasyon yapmaz. Tam tersine, bolluk içinde ucuzluk olur. Bütün girdiler aktif hâle gelir. İşte devletler bunları yapacağına, bunları gizlemekte ve bu imkânları yokmuş gibi faizli sistemle halk yabancılara köle yapılmaktadır. Şaşkın yöneticiler kendi bastıkları paraya kendileri faiz verip satın almaktadır. Böylece Allah’ın fazlından onlara verdiklerini ketm etmektedirler.
Dikkat edilecek nokta şudur. Burada çoğul sığasını kullanmaktadır. İşte Kur’an bunları öğrettiği için okunmasının yasaklanması istenmektedir. ‘Kur’an sadece ahlâk kitabıdır!’ denerek geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Kur’an bin sene önceki içtihatlarla anlaşılmaya çalışılmaktadır.
Böylece gerçekleri saklayacaklarını sanmaktadırlar.
وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ (Va EaGTaDNAv LıLKAvFıRIyNa) “Kâfirlere hazırladık.”
“Kâfirler” burada marife yani belirli gelmiştir. O halde kâfirlerden kasıt yukarıda tarif edilenlerdir.
Muhtâl olanlar kimlerdir? Avrupa Birliği gibi hayaller peşinde koşanlardır. Dünyayı sömürmek için servet sahibi olmak isteyen AB zihniyetidir. IMF dayatması ile işsizliği ve yoksulluğu zorunlu hâle getirenlerdir.
“Biz üç ay içinde işsizliği yok edeceğiz.” diyoruz; dilsiz, sağır ve kör olarak davranıyorlar.
Allah’ın fazlından verdiği TL’yi kullanmayıp faizle aldıkları dolarlarla ülkeyi sömürtüyorlar!.. Parayı üretime kredi olarak vereceklerine, faizcilere faiz karşılığı çıkarıyorlar!.. Üretim yapılmadan piyasaya sürülen parayı enflasyondan korumak için üretimi durduruyorlar!.. Haksız vergilerle halkı yoksullaştırıyorlar!.. Halk vergisini nasıl ödeyecek?!. Sen piyasaya para sürmezsen halk o parayı nereden bulacak?!.
عَذَابًا مُهِينًا(37) (GAÜABan MuHIyNan)
“Muhin azabı kâfirlere hazırlamış bulunuyoruz.”
Türkiye 1950’den beri bu ekonomik siyaseti izlemektedir. Bundan dolayı her on yılda bir müdahale zorunluluğu doğmuştur. Bu güne kadar ne krizler yaşamışızdır. Ama bütün bunlara rağmen hâlâ uslanma yoktur. Hâlâ kurtuluş IMF ve AB’de aranmaktadır…
Halkımız da gaflet içinde her şeyi devletten beklemektedir. Oysa halk kendi aralarında dayanışma içinde kooperatifleşebilir ve bu durumdan kurtulabilir.
Böyle iktidarda olanları suçlayarak oturmak da yanlıştır.
Halkımız hizmet kooperatifleri kurmalıdır. Kooperatiflerin kefaletinde insanlar siparişlerde bulunmalıdır. Kooperatifler devlet gibi para çıkaramazlar ama kredileşme yoluyla yukarıda sayılanların hepsini yapabilirler. Çünkü kooperatifler de topluluktur. Allah her topluluğa bu imkânları vermiştir.
HALK NELER YAPABİLİR?
a) Kooperatife ortak hesap açarlar. Ortaklar paralarını oraya yatırıp karşılığında makbuz alırlar, çekmek istedikleri zaman da çek alıp çekerler. Bu hesaptan ortaklar kendi aralarında kredileşme yapabilirler. Kullandırdıkları para kadar para kullanırlar. Büyük ihalelere girebilirler. Ancak buhlu emredenler bunu yaptırmak istemezler. Onlara karşı dayanmak gerekir.
b) Ortak bir muhasebe bürosunu kurarlar. Herkes alacağını ve satacağını oraya bildirir. Dolayısıyla aracı ve sömürücüleri devreden çıkarabilirler. Böylece bütün mallar satılıp alınabilir.
c) Kooperatifin kefaletinde siparişler verirler. Böylece devre başında her şey planlanmış olabilir. Dış ticaret dengelenir.
d) Mala mal (yani takas yani bartır) marketleri kurarak bu marketlerde emek de mal da değişmiş yani takas edilmiş olabilir.
Gelecekte “halk ekonomisi” oluşacaktır. Dolayısıyla artık devletten bir şey beklenmemelidir.
Halk kendisi kendi ekonomisini kurmalıdır; kuracaktır... Başka çare ve çözüm yoktur.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 292. SEMİNER Yorum-122 İstanbul, 18 Şubat 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
AR-GE/ “Halk Araştırma-Geliştirme Merkezi”
İnsanın hayvandan farkı, insanın gelişen varlık olmasıdır.
Yirminci yüzyılın başına geldiğimiz zaman uçak henüz yeni icat edilmiş, otomobil yeni icat edilmiş, elektrik yeni icat edilmiştir... İnsanlık hâlâ develerle seyahat ediyor, uçamıyor, uzaktakilerle konuşamıyordu... Mum yakarak evlerini ve mabetlerini aydınlatıyordu. Bilgisayarlar ise 1950’den önce yoktu. Sadece bir asır içinde gözümüzün önünde ne evrimler geçirdiğimizi herkes biliyor.
-İnsanlar bunu ne ile başardılar? -Müsbet ilimlerle başardılar.
Yirminci yüzyıl araştırmaları “teknoloji” üzerinde oturmuştur; “hukuk” ve “ekonomi” yani “yönetim” üzerinde henüz yeteri kadar araştırma yapılmamıştır. Yapılsa bile, büyük sermaye bunu kendisi için saklamakta, halka yararlandırmamaktadır. Tekel sermaye halktan ve Hak’tan kopuk olduğu için başarıya ulaşamamaktadır. Bundan dolayı insanlık âleminde krizden krize gidilmektedir.
“Halk Ekonomisi”nin devreye girmesi için bir “Araştırma Merkezi”nin oluşması gerekir.
-“HALK ARAŞTIRMA-GELİŞTİRME MERKEZİ”Nİ NASIL OLUŞTURACAĞIZ?
-Bu merkezin oluşturulması için İstanbul esnafı organize olmalıdır.
İstanbul esnafı cirolarının binde birini araştırma merkezine vereceklerdir. Araştırma sonucu elde edilenlerden ortaklar karşılıksız yararlanacaklardır. Şimdi binde bir olarak öneriyorum. İstanbul için bu yeterlidir. Çünkü araştırma öyle bir şeydir ki, elde edilen sonuçlardan herkes yararlanır. Ayrıca ek masrafı yoktur. Taşra kentlerde bu araştırmaların yapılması için %5’ler gerekebilir. İllerde ise %20’ler de yetmez. Ama yine de kârlı olurlar.
Bir “ARAŞTIRMA KOOPERATİFİ” kurulacak, bu binde birler bu fonda toplanacaktır.
İstanbul’da birkaç esnaf harekete geçsin, onlar bu işi çok kolay başarır.
Bu paranın toplanması kolaydır. Asıl zor olan bu paranın değerlendirilmesidir.
Geçmişte pek çok fonlar toplanmıştır... Gerek partiler, gerekse tarikatlar ve Nurcular varlık içinde yüzmektedirler... Ne var ki bunların hiçbirisi bu araştırmayı yapamıyor, yapmıyor!..
Türkiye’de kıt imkânlara rağmen, saldırılara rağmen, desteklenmemesine rağmen araştırma yapan tek kooperatif mevcuttur; AKEVLER KOOPERATİFİ. Uygulamalı denemelerle “Adil Düzen”i ortaya koyan ve değil Türkiye’de, dünyada bile benzeri olmayan tek kooperatiftir.
Ne var ki bu kooperatif şimdi uyumaktadır. Araştırmalarını yap(a)mamaktadır.
Çünkü artık onun küçük varlığı daha büyük araştırmalara yetmemektedir.
AKEVLER’in kurucularından biri olarak ve hiçbir zaman araştırmayı tatil etmeyerek buraya gelen arkadaşınız size öneride bulunmaktadır. Asla maddî bir şey istememektedir; sadece kırk senelik deneyimlerini sizlere aktarmak istemektedir... Gelin, aramızda binde birleri toplayarak “Halk Araştırma-Geliştirme Merkezi”nin kurulmasına size yardımcı olsun.
-SORUN VARDIR. -ADİL DÜZEN BU SORUNU ÇÖZMEK İSTİYOR.
a) Böyle bir hayır kurumu oluşturulduktan sonra onu belli bir partiye, bir tarikata, bir siyasete kanalize etmek isteyenler ortaya çıkar. Edemeyince de cephe alıp sabote ederler.
b) Böyle bir hayır kurumu kurulduktan sonra, varlık oluşunca onu yağmalayacak hortumcular çıkar ve onu yağmalarlar. Halk da aldatıldık diye hayır yapmaktan uzaklaşır.
c) Böyle bir hayır kurumu Türkiye’yi geliştirip kalkındıracağı için dış güçler saldırıya geçerler. İçteki işbirlikçilerini yanlarına alarak sahtesini ortaya koyarlar. Türkiye’deki Ar-Ge’lerin tamamı böyledir. Çalışanlar maaş alır ama hiçbir şey yapmazlar. Yaptıklarında kovulurlar.
d) Böyle bir araştırma sonunda elde edilen bilgiyi kullanamazsınız. Çünkü dış sermaye bunu önlemek için her türlü oyunlara baş vurur.
İşte Akevler bu maceraları yaşayarak bugünkü hâle geldi... Yenilendi... Bilgi edindi... Nereyi destekledi ise orası başarılı oldu... Onlar hemen karşı tarafa geçtiler ama bu arada birçok şey değişti...
Başka çıkar yol yoktur. İstanbullular organize olacaklardır. “Halk Araştırma-Geliştirme Merkezi”ni kuracaklardır. Karşılaştıkları sorunları ilim yoluyla çözeceklerdir.
İstanbul’da benimle bu konuda çalışacak mü’min(ler) arıyorum.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 292. SEMİNER Yorum-122 İstanbul, 18 Şubat 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
TÜRKİYE, AVRUPA BİRLİĞİ VE DÜNYA
Roma imparatorları Roma devletini Roma’da koruyamayacaklarını anlayınca merkezi İstanbul’a taşımışlar, Hıristiyanlığı da kabul etmişlerdir. Biraz sonra Roma kendisini koruyamayacağını anlayınca ikiye bölünmüştür. Doğu Roma’ya “Bizans” denmiştir.
Batı Roma Cermenler tarafından istila edilmiş ve ortadan kalkmıştır… Cermenler Hıristiyan olmuşlardır… Roma’da “Papalık” oluşmuştur... Doğu Roma ise bundan sonra 1000 yıl yaşamıştır...
Türkler Anadolu’yu fethettikleri zaman ne Bizans halkını, ne de Bizans uygarlığını ortadan kaldırmadılar. Aksine onlarla kaynaşarak değişik kültürlerin Anadolu’da yaşamalarını sağlamışlardır. Bin yıla yakındır bu uygarlık böyle başlayıp devam etmiş ve bugüne kadar gelmiştir... Osmanlılar birçok müesseselerini Bizans’tan almışlar, Bizanslılara lâikliği öğretmişlerdir. Avrupa’dan sürülen Yahudiler İstanbul’a gelip yerleşmişlerdir. Bizanslılarca yasaklanan değişik kiliseler Osmanlılarda rahatça varlıklarını sürdürmüşlerdir. Süryani Kilisesi, Ermeni Kilisesi, Gürcü Kilisesi, Yahudi Hahamlığı ve diğerleri hep Selçuklu-Osmanlı yönetiminin lâik anlayışının sonucu olarak günümüzde bile hâlâ Türkiye’de yaşıyorlar...
Türkiye’ye karşı çıkan Rumlar ve Ermeniler Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminde Anadolu’dan sürülmüşlerdir. Ama mabetlerine dokunulmamıştır. Lâik yönetim onları sürmüştür. Soykırım olmuş olsa bile, bu soykırımı Osmanlılar değil onların yetiştirdikleri Jön Türkler yapmışlardır. Kimse bu hususta ne Osmanlı halifelerini ne de İslâmiyet’i suçlayamaz. Batı dünyası önce Rumları ve Ermenileri kışkırtmış, sonra da Türkiye’yi teslim etmişlerdir. Türkiye’de soykırım olmamış, ama “tehcir” olmuştur. Mabetleri hâlâ duruyor ama kendileri yüzde bire indiler. Oysa onların nüfus oranı olarak Anadolu’daki varlığı yüzde elli idi. Zorunlu tehcir başkadır, soykırım başkadır. Hele “mübadele” yoluyla tehcir asla soykırım değildir. Bugün bir Yunan devleti vardır. Bugün bir Ermeni devleti vardır. Bugün bir Yahudi devleti vardır. Bu devletler Osmanlı toprakları içinde kurulmuştur. Soykırım olsaydı, bugün buralarda tek Hıristiyan olmazdı.
Türkiye öyle bir yerde bulunmaktadır ki, buraları ele geçirenler süper güç olurlar ve bin sene yaşarlar. Bu durum Türkiye’nin bulunduğu coğrafî yapısından ileri gelmektedir. Roma’yı ele geçirenler İstanbul’u ele geçirememişlerdir. İstanbul’u fethedenler orada soykırım yapmadılar. Onların varlıklarını hep korudular.
Türkiye Avrupa Birliği’ne girmekle kendisini koruyamaz; ya Avrupa’ya hâkim olacaklardır, yahut Türkiye’yi Avrupa’ya teslim edeceklerdir. Bunun açık anlamı şudur; ya Avrupa Müslüman olacak, ya da Türkiye Hıristiyan olacaktır. Dine dayanmayan hiçbir imparatorluk uzun zaman yaşamamıştır.
Avrupa Birliği yeni dine dayanmalıdır. Türkiye de ancak o din içinde varlığını koruyabilir.
-Bu yeni din nedir? Avrupa şeriat olarak “Kur’an şeriatı”nı kabul edecek ama Hıristiyan kalacaktır. Kur’an’ın anladığı anlamda Avrupa ve Türkiye lâik olacaktır. Bunun ne olduğu “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda maddeleşmiştir. Türkiye bunu benimseyecek, Avrupalılara anlatacak, onlar bunu sevinerek kabul edeceklerdir. İşte o zaman Türkiye Avrupa Birliği içinde yer alacaktır.
Yani, açıkça ifade edecek olursak; Avrupa bize teknolojiyi öğretirken, biz de Avrupa’ya hukuku öğreteceğiz, Adil Düzeni öğreteceğiz. Böylece uzlaşmış olacağız. Birbirimizin eksikliklerini tamamlayacağız.
Kur’an’ı dışlayan hiçbir uygarlığın yaşama şansı yoktur. Bu AK Parti için de doğrudur.
Kur’an’ı dışlayan hiçbir çözüm AK Parti’yi iktidarda tutamaz. Zalim düzenin dünyada galip geleceğini sanmak Tanrı’ya inanmamaktır. Türkler Arapları yendiler ama Müslüman oldular… Cermenler Lâtinleri yendiler ama Hıristiyan oldular… Moğollar Müslümanları ve Çinlileri yendiler ama Müslüman ve Budist oldular, varlıklarını öyle sürdürdüler… Allah başka türlü hayat hakkını kimseye tanımıyor.
-O halde şimdi ne yapılacaktır?
AK Parti “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı bilen müzakerecileri atamalıdır.
Onlar Türkiye’yi ve dünyayı uzlaştıracaklardır. Müzakerecileri nerelere atayacaktır?
a) Avrupa Birliği’ne atayacağı müzakereci “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı bilmelidir. O müzakereci Avrupa Birliği’nin varlığını sürdürmesini sağlamalıdır.
b) Ortadoğu’ya “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı bilen birini atamalıdır. O müzakereci ABD, İsrail ve Araplar arasındaki sorunları çözebilir.
c) Kafkasya’ya “Adil Düzene göre insanlık Anayasası”nı bilen biri atanmalıdır. Ruslarla, Gürcülerle, Ermenilerle ve Azerilerle olan sorunları o çözebilir.
d) Orta Asya’ya “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı bilen biri müzakereci olarak atanmalıdır. Moğol, Çin ve Türk devletlerinin sorunlarını o çözebilir.
Bunlar dışında Hindistan, Afrika, Güney Amerika bölge ve ülkelerine de bir “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı tebliğ eden kimseler atanmalıdır.
Bu müzakereciler dış işlerince değil, Başbakan tarafından doğrudan atanmalıdır ve tam yetki verilmelidir.
Dış işleri ancak rutin işleri yürütebilir. Bürokratlar inkılâp yapamaz.
Eğer Türkiye Anadolu’da varlığını sürdürmek istiyorsa, kendi gücünü kullanarak barış atağına geçmelidir. İnsanlığı 500 yıldan beri sürüp gelen ateizmden kurtarmalıdır. Türkiye süper güç olmayacak ama “süper devlet” olacaktır. Sömürücü değil barışçı olacaktır. AK Parti bu atağa geçmezse, başka parti gelir ve o geçer. O parti de bu atağa geçmezse, Türkiye devleti yıkılır ve yeni Türkiye kurulur...
Adil Düzencilerin görevi “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı öğrenmek, ondan sonra beklemektir... Böyle uyarıları yapmak ve beklemek... Adil Düzenciler bir şey yapmayacaklardır; Allah yapacaktır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92