ADİL DÜZEN 293
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 25-28 Şubat 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 293. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
* TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 20.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol, Lütfi Hocaoğlu, ve ………..… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır.
Hedefimiz; bu “Seminer Notları”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. SÜLEYMAN KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 18
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَالَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ رِئَاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ
وَمَنْ يَكُنْ الشَّيْطَانُ لَهُ قَرِينًا فَسَاءَ قَرِينًا(38)
وَمَاذَا عَلَيْهِمْ لَوْ آمَنُوا بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقَهُمْ اللَّهُ وَكَانَ اللَّهُ بِهِمْ عَلِيمًا(39)
إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ وَإِنْ تَكُنْ حَسَنَةً يُضَاعِفْهَا وَيُؤْتِ مِنْ لَدُنْهُ أَجْرًا عَظِيمًا(40)
وَالَّذِينَ (Va elLaÜIyNa) “Ve şöyle olanlar”
Kur’an’ın yorumunda ilk dikkat edeceğimiz husus, orada geçen zamirler kimlere veya nelere gitmektedir; kastedilenler kimlerdir ve nelerdir? Buna dikkat etmeliyiz. Sonra ikinci dikkat edeceğimiz husus, atıf harfleri nereye atfetmektedir? Buna da dikkat etmeliyiz. Bu iki konu açıklandığında cümle çözülmüş olur.
Buradaki “Va/Ve” harfi, bundan sonraki “Ellezîne”yi bundan önceki “Ellezîne”ye bağlamaktadır. Hayalci ve boş yere öğünen kimseleri ikiye ayırmaktadır. Birinci grup bahil yani cimri olanlardır. Şimdi de cimri olmamakla beraber gösteriş yapma amacıyla harcayanlardan bahsedilecektir. Eğer bir vasıf iki “Ellezîne” ile atıf edilerek anlatılırsa, onlar gruplanıyor demektir. “Hüden li’l-müttekîn” olanlar de böyle iki “Ellezîne” ile tavsif edilmektedir. Birinciler aklen iman edenlerdir, ikinciler naklen iman edenlerdir.
يُنفِقُونَ (YuNFıQUvNa) “İnfak ederler.”
“Nafak” köstebek yuvasından gelen köktür. İki ağzı vardır. Düşman birinden gelse köstebek diğerinden kaçar. Bedevilerin kurdukları çadırlarla oluşturdukları pazar yerinin girişi ve çıkışı olduğu için ona da “Nafak” adını vermişlerdir. İnsanlar orada varlıklarını harcayarak kendi ihtiyaçlarını alırlar. Buna “İnfak” demektedirler.
Karınlarını doyurmak veya giyim ihtiyaçlarını karşılamaya “İrzak”; başka bir şeyi elde etmek amacı ile yapılan harcamaya “İnfak” denmektedir. Daha özel manâsıyla başkalarına verilen mallara “Nafaka” denir. Bu anlamda hayır yapmak olur. Genel anlamda harcamadır. Âyetteki manâsı her ikisine gidebilir.
Yani, kişiler kazandıklarını harcarken kendi ihtiyaçlarından ziyade, gösteriş için harcama yaparlar. Isınmak için giyinmezler, iffet için giyinmezler, görünmek için giyinirler. Yaşamaya uygun evler yapacaklarına, görünüşlü kullanışsız evler yaparlar. Uzun topuklu ayakkabılar böyle bir harcamadır. Diğer bir harcama şekli olarak da hayır yaparken, okul yaparken, cami yaparken, gelin ve damatlara para takarken gösteriş yaparlar.
أَمْوَالَهُمْ (EaMVAvLaHuM) “Mallarını.”
“Mal” mâlî değeri olan eşyadır. Pek çok çeşitleri vardır. Mal değişik manâlara gelir. Toplayıcılık döneminde ‘mal’ ağaçlardan devşirilen yiyeceklerdi. Meyveler, bazı özel yapraklar, usareler, kökler mal teşkil ediyordu. Bunun yanında giyecekler de yer alırdı. Büyük yapraklar, kabuklardan veya köklerden örülmüş elbiseler, kabak gibi meyve kabuklarından yapılan şapkalar, ayağa takılacak örülmüş çarıklar gibi şeyler de mal sayılmaktadır. Sopa, ip, kızak, ok gibi araçlar da mal teşkil ediyordu. Kendilerini yağmurdan ve bazı hayvanlardan korumak için çardaktan kulübeler yapmışlardır. Bunlar da belki o zamanlar mal teşkil ediyordu.
Avcılık döneminde hayvan derisi, yünü, eti, boynuzu ve kemiği mal olmaya başlamış; bunun yanında hayvanları öldürmek, kesmek, derisini yüzmek ve parçalamak amacıyla taş âletler geliştirilmiştir.
Bunlar zamanla yok olmadıkları için kalıntıların arasında bunların fazlasını buluyoruz. O devrin uygarlıklarını bunlarla tesbit edebiliyoruz. Bu dönemde çardaklar barınmaya yetmediği için insanlar ev olarak mağaraları seçmeye başlamışlar ve mağaralarda çizdikleri resimleri bırakmışlardır. Çobanlık dönemine geçilince ilk önce üretim aracı olarak hayvan beslenmeye başlanmıştır. Arapça çobanlık döneminde oluşmuş bir dil olduğu için mal deyince deve, koyun, keçi ve inek anlaşılır olmuştur. Tarım döneminde ise yerleşik düzen ortaya çıktı. Toprak mamulleri de mal olmaya başladı. Yakacaklar mal olmaya başladı. Yerleşik köyler oluştu. Pazar yerleri gelişmeye başladı. Büyük barajların inşası ile site uygarlıkları doğdu. El sanatları gelişti. Mallar çoğaldı.
Bu arada baştan itibaren para vardı. Mal para olarak kullanılıyordu. Ceviz gibi kuru meyveler, sonra deri, sonra yün ve koyun, sonra tahıl para olarak kullanıldı. Bunlar zaten mal idi. Zamanla bakır, kalay, gümüş, hattâ altın insanlar için fazla yararlı olmamakla beraber kıymet kazanarak para oldu. Onlar da ağırlıkları olduğu için mal sayılıyordu. Araziler parsellendi. Binalar yapıldı. Bunlar da zamanla mal gibi görülmeye başlandı. Çağımızda da aslında bunlar mal olmakla beraber, ayrıca ‘emek’ mal sayılıyor, ‘kâğıt para’ ve ‘senet’ mal sayılıyor, elektrik enerjisi mal sayılıyor; hattâ bilgi bile mal sayılıyor.
Konuşma dillerinin bir özelliği vardır. Kelimeler değişik kelimelere karşı kullanılabilmektedir.
Genel olarak şöyle başlayabiliriz.
a) Mal paraya karşı kullanılır.
b) Mal taşınmazlara karşı kullanılır.
c) Mal emeğe karşı kullanılır.
d) Mal eşyaya karşı kullanılır.
Buna göre malın kapsamı değişir. Mesela, “Mallarından sadaka al” dendiği zaman, taşınmazlara karşı kullanıldığı için paradan da, hayvanlardan da zekât alınır. Burada mal eşyaya karşı yani değeri olmayanlara karşı kullanılmaktadır. Denizde su mal değildir. Gökte hava mal değildir.
“Mallarını harcarlar” demek, işte bütün bu değerlerini, her şeylerini gösteriş için harcarlar. İlmi halka gerçekleri bildirmek için değil de, bu ne kadar çok şey biliyor diye anlatırlar. Doğru bildiklerini söylemez, halkın hoşuna gidecekleri söylerler. Cimri değiller ama bunu nâsa yani insanlara göstermelik olarak yaparlar.
رِئَاءَ (RıEAyEan) “Riya olarak.”
Her topluluğun yaşama ve çalışma kuralları vardır. Bu kurallar topluluk küçüldükçe çoğalır, büyüdükçe azalır. Bununla beraber küçük topluluğun kuralları daha gevşektir. Topluluk büyüdükçe kurallar da o kadar keskinleşir. İnsanın kendi yakınları yanında yaptığı birçok şey vardır ki başkalarının yanında yapmaz. Topluluk kuralları dışına çıkmadığınız zaman dikkat çekmezsiniz. Topluluk hâlinde kimse sizinle ilgilenmez. Ama kurallara çok uyan kimse olduğunuz için kişilerin ilgisini çekersiniz, onlar sizinle özel ilişki kurmak isterler. Mesela, gelin ve damat adaylarından istenen kurallara son derece uygun davranmalarıdır. Sizden istenen kurallara aksatmadan uyabilmenizdir. Kuralların dışına çıktığınızda istenmeyen kişi olursunuz, hattâ bu durum kural dışı çıkma takdir edilen bir çıkış olsa da böyledir.
Genel olarak insanlar hayatlarını sükunet içinde geçirmek isterler, çalkantılardan hoşlanmazlar. Birçok üstün kabiliyetli kızların evde kaldıklarını görürsünüz. İnsanlar eve ukalâ gelin almak istemezler. Dili olmayan gelin tercih edilir. “Ağzı var, dili yok!” deyimindeki gibi olması istenir. Anadolu’da, hattâ Orta Asya’da birçok köyler gördüm, gelinleri yıllarca sesli konuşamazlar. Hattâ düğünlerde dil kesme merasimleri yapılır. Birçok kabiliyetli ve üstün zekalı erkekler vardır ki evlenememektedirler. Çünkü topluluk hep vasat insan ister.
Şimdi gelelim kurallara uymayan ve vasat da olmayan kişiyi ele alma meselesine.
Böyle anormal hareket eden kimse ile topluluk ilgisini keser. Halk hep uzaktan onunla ilgilenir; onunla konuşur… Onu sever... Ondan korkar… Ama onunla ikili ilişki kurmak istemez. Şöhret bir bakımdan onu yükseltir ve varlık içine koyar, başka bir bakımdan onu kimsesiz bırakır ve intihara kadar götürür.
Bu kuralın üstüne veya dışına çıkma Allah rızası için olabilir. Biri iman uğruna olabilir. Bu Kur’an’ın istediği kural dışına çıkmadır. Ancak, bir diğer şekli ve çoğu zaman bu kural dışına çıkma, insanların dikkatini kendisine çekme, bu yolla onları korkutma veya onlara kendini sevdirme şeklinde olur. Ne kendi çıkarı ne de topluluğun çıkarı sözkonusu olmaksızın kendi gücünü sağlamlaştırma amacı ile yapılır. Buna “riya” denir.
النَّاسِ (eLNASı) “Nâs/İnsanlar”
Kur’an’da eğer iki ayrı kelime varsa, bunların iki ayrı manâsı vardır. “İnsan” var, cins isimdir. Çoğulu yoktur. “İns”in çoğulu ise “Ünas”dır. Buna karşılık “Nâs” kelimesinin manâsı çoğuldur. Tekili yoktur. Çünkü nâs kişilerin ortak karakterini ifade etmez, topluluğun görüntüsünü ortaya koyar. Durkheim bunu su misali ile açıklar. Su hidrojen ve oksijen atomlarının birleşmesinden oluşur ama suyun özellikleri ne oksijende ne de hidrojende vardır. İnsanın iki kişiliği vardır. Biri, ikili ilişkiler kurarken ortaya koyduğu özelliktir. O doğrudan onun özelliğidir. Diğeri ise toplulukta iken topluluğun tesiri ile oluşmuş özelliğidir. Çelikler mıknatıslı ise nerede olursa olsun kendi mıknatıslıklarını kurarlar. Mıknatıs alanına ters iseler onu zayıflatırlar. Oysa yumuşak demir mıknatıs alana girmeden mıknatıs değildir. Mıknatıs alana girerse çok büyük bir şekilde mıknatıs olur. Ne var ki alan doğrultusunda mıknatıs olur. Hangi alanda ise o alanda mıknatıslanır.
İşte buna benzer şekilde insanlarda da iki çeşit varlık vardır. Biri kendine yönelik özelliğidir. Bu değişmezdir. Ancak ikili ilişkilerde ortaya çıkar. Diğeri ise topluluk içinde onlar gibi olma şeklinde ortaya çıkar.
“Nâs” zaten görüntü demektir. Tekili yoktur. Çünkü cüzlerden oluşmaz. Portakalın rengi sarıdır. Sarı portakallar olur ama sarılar portakal olmaz. Nitekim bir şeyin rengi sadece dıştan görünüştedir. İç karanlık olduğu için içinde renk yoktur. İşte “Nâs” kelimesi topluluğun görüntüsünü içerir. Bu sebepledir ki iktidar bir günde değişir. Dün Demirel başbakan iken, bir sabah kalktığınızda Evren başkan ve başbakan olmuştur. Kilise’de resim küfür gibi günah sayılırken; Roma’da gizli yapılan kilise resimleri sayesinde bir günde kutsiyet kazanmış ve İsa’nın resimlerine ibadet edilmeye başlanmıştır! Bir gün gelecek ve bu karşılıksız olan kâğıt para bir günde çöpe atılacaktır.
Bu nâsın hoşuna giden şeyleri yapmak demek, oradakilerin hoşuna gittiği şeyleri yapmak demek değildir. Hepsinin nefret ettiği kurallar olur, ama nâs onun öyle olmasını ister görünür. Bu sebepledir ki nâsın istediği yararlı da olabilir, zararlı da olabilir, etkili de olabilir, etkisiz de olabilir.
Kur’an nâsa uymayı reddeder ve buna benzer bâtıl inançlara karşı savaş açar; şirk, sihir, büyü, kuruntu gibi şeylere karşı çıkar. Nâsa değil, şeriata uyulması gerekir. İşte burada devreye içtihat ve icma girmektedir.
Nâsın istediğinin çoğu iyi olabilir. Ama nâsın istediği değil; ilmin istediği, şeriatın istediği yapılmalıdır. ‘El ne der’ diye davranma reddedilmektedir. Böyle yapılan cömertlik, cimrilikle beraber muhtal ve fahur vasfı içinde sayılmaktadır. Kur’an okumadan gerçekten Müslüman olunamaz. İnsanın bu gücü elde edebilmesinin ve halkın dedikodusundan kendisini kurtarabilmesinin tek yolu vardır, o yol da Kur’an’ın himayesine girmektir.
وَلَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ (Va LAy YuEMıNUvNa BilLAHı) “Allah’a iman etmezler.”
Onlar nâsa riya için infak ederler ve Allah’a iman etmezler. Yani, insan bir iş yaparken her zaman ‘el ne der’ diye, başkaları beni ayıplayacak diye iş yapmaz. Başkaları beni alkışlayacak diye iş yapmaz. Tam aksine, bunu yaparsam Allah ne der diye düşünür. Bu Allah’ın rızasına sebep olur der ve onu yapar. Bu Allah’ın gazabını celbeder der ve onu yapmaz. İşte mü’min ile kâfir arasındaki fark budur. Mü’min Allah ne der diye hareket eder, kâfir ise halk ne der diye hareket eder. İşte bundan dolayıdır ki İslâmiyet’te takiyye yoktur. Takiyye demek, halktan korkmak demektir; nâstan korkmak demektir.
Şimdi bir soru sorulabilir. Acaba nâs ile Allah’ın halifesi olan topluluk arasında ne fark vardır?
Bir taraftan topluluğun koyduğu kurallara Allah’ın şeriatına uymak deniyor, diğer taraftan da nâsın görünüşte tamamının istediğine uymak riya kabul ediliyor, iyilik olsa bile zemmediliyor. O halde bunlar arasındaki fark nedir? Evet, şeriat topluluğun icma ve içtihatlarına uymak demektir. Sözleşmelere uymak demektir. Burada kişinin ikili ilişkileri sözkonusudur. Bu sebepledir ki ‘oylama sistemi’ İslâmiyet’te kabul edilmemiştir. Çünkü insanlar oy kullanırken nâsın heveslerinin etkisinde kalırlar. Bunu Batılılar da bilmektedirler. Bundan dolayı oylamayı gizli yapıyorlar. Daha dün Irak’ta Saddam yüzde yüz oy almıştı, bugün ne oldu? İslâmiyet tarafından onun yerine ikili ilişkilere dayanan ‘temsil sistemi’ getirilmiştir. Ekseriyet sistemi yerine ‘ortak vekâlet sistemi’ getirilmiştir. Oylamanın yerine ‘istişare sistemi’ getirilmiştir.
Nâs ile mülk arasında fark vardır. “Hakimiyet milletindir” derken başka şey kastedilir, “hakimiyet halkındır” derken başka şey kastedilir. Nâsın kararlarında teşrie aykırı şu ayrılıklar vardır:
a) Şeriatta akıl hakimdir. İçtihat akılla yapılmıştır. İcma sentez yoluyla oluşmuştur. Oysa nâsın görüntüsündeki durum his ile baskıdır. Mantık yoktur. Çelişki ile örf bir arada yürür.
b) Şeriatta iç ve dış birdir. Yani ortaya çıkmış ittifak cüzlerin birleşmesinden oluşmuştur. Âdetlerde halkın inandıkları ile yaptıkları farklıdır. İçleri başka şey düşünmekte, ağızları başka şey söylemektedir.
c) Âdetler sadece o ânın tezahürüdür. İran’dan dönüyorduk. Türk sınırına gelinceye kadar herkes çarşaf giyiyordu. Uçak Türk semalarına girince herkes soyundu. İşte, demek oluyor ki, halkın görüntüsü birden değişebilmektedir. İktidar bir gecede bu sebeple değişebilmektedir. Oysa içtihat ve icmalar akla ve ilme dayandığı için çok ender, ya şartların değişmesi ya da yanlışların ortaya çıkması ile değişir.
d) Âdetler yavaş yavaş değiştiğinden yazılı kurallara dayandırılamaz. Siz yazsanız bile, halk onu değil halkın günlük davranışlarını takip eder. Oysa şeriatlar yazılı kurallara dayanır. Ve değişmeleri kendiliğinden tedrici değil, müçtehit ve mümessillerin ifadeleri ile birden değişirler.
İşte Allah’a iman yani Allah’ın halifesi olan devlete uymak ile halkın âdetlerine uymak arasında bu fark vardır. Allah mü’minleri bu tür uymalara karşı uyarmaktadır.
Ne yazık ki, bugün bilhassa evlenmelerde, düğünlerde, dershanelere giderken, diploma alırken “riaen linnâs” yaşandığı için kimse ilim öğrenmek için çalışmıyor, not almak için çalışıyor! Diploma alıp iş yapmakla meşgul olunuyor! İşte bütün bunlar riyadır. Şimdi ben sadece Adil Düzenci arkadaşlarıma söylüyorum. Ben diplomaya önem vermediğim için profesör olmadım. Ama Allah bana daha fazla ilim verdi. Şimdi ben Allah beni niçin profesör yapmadı diye sitem mi etmeliyim, yoksa Allah bana ilim verdi diye şükretmeli miyim?
Makam için de zenginlik için de bunları söyleyebiliriz. Ben bunun için binlerce defa hamd etsem azdır.
Adil Düzencilere iki tavsiyem olacaktır:
1) Evlenirken riyadan kaçının. Kız ve erkek riyadan kaçınsın, anne ve babası da kaçınsın.
2) Bir de okurken riyadan kaçının. Diploma peşinde koşmayın, ilim peşinde koşun. O zaman gerçekten huzur içinde olursunuz. Mesut aileniz olur. Sizi seven ve saygı duyan arkadaşlarınız olur.
Riyadan kaçmak, Allah’ın emanına girmek demektir. Nâs sizden hoşlanmayabilir, sizi tanımayanlar hep sizin aleyhinizde olabilir. Yakınlarınız ise hep sizi sever ve sayar. Aile içinde de sevilirsiniz.
وَلَا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ (Va LAy BiLYaVMı eLEaPıRı) “Ve son günü.”
Kur’an yaşadığımız Kâinatın doğuşunu doğru olarak anlatmaktadır. Batacağını haber vermekte, onun nasıl olacağını anlatmaktadır. Bu hususu bugünkü müsbet ilim de çok açık bir şekilde anlatmaktadır.
Peki, bu yaşadığımız âlemin sonu geldiğinde ne olacaktır? Kur’an bunu anlatmaktadır. Bu yaşadığımız hayata ‘dünya’ demektedir. Ondan sonraki âleme de ‘ahir yevm’ veya ‘âhiret’ demektedir.
“Âhiret” son demektir. Kur’an’da son hayat denmiyor, sadece son deniyor. Bir de burada olduğu güne “son gün” diyor. Son gündür, çünkü orada artık kış olmayacaktır, gece olmayacaktır. Bunlar ölümlü hayatın gerekleridir. Orada hep gündüz olacaktır. Uyku olacak mıdır? Uykuya da ihtiyaç olmayacaktır. Çünkü uyku yorgunluğu giderici bir şeydir. Yorgunluk olmayacağına göre, dinlenmeye ve uykuya da ihtiyaç olmayacaktır.
Bugünkü müsbet ilime göre de âhiret var mıdır? Kur’an, “Onun halk edilmesini önce nasıl ibda ettikse onu iade edeceğiz.” demektedir. Bugün Kâinatın sonu hakkında iki görüş vardır.
1) Birinci görüşe göre, Kâinat bugün büyümektedir. Bunda artık ihtilaf yoktur. Kur’an tarafından da teyit edilmiştir. Bunun hakkında kesin bilgi var. Entropi büyüyor. Kâinatın sonu olacaktır. Ancak bunun için iki ihtimal üzerinde duruluyor. Biri, Kâinat büyüyecek, durgun hâle gelecek ve ölü deniz gibi kalacaktır. Bu görüşe göre dünya hayatından sonra başka bir hayat yoktur.
2) İkinci görüşe göre ise büyümekte olan Kâinat küçülmeye başlayacak ve ilk duruma gelecektir. Bu görüşe göre yeniden patlama olabilir. Böylece başka bir hayat başlayabilir. Kur’an bu görüşü teyit etmektedir.
Gösteriş olmak üzere hareket eden kimseler âhirete inanmamaktadır. Çünkü âhirete inanan kimse ben bugün Allah için sevabı yaptım diye sevinir ve mesut olur. Âhirete inanmayan kimse ise bugün insanlar beni takdir etti diye sevinir. Oysa asıl takdir Allah’tan gelmelidir.
Bunun örneği açıktır. Şimdi siz bir araya geldiniz, Kur’an’ın tefsirini yapıyorsunuz. Yapıyorsunuz diyorum, çünkü bu okuduklarımız doğrudur demiyorsunuz, kendi kavlinizi savunuyorsunuz, söylenene iştirak ediyorsunuz veya etmiyorsunuz, görüşünüzü söylüyorsunuz, bu arada karşı görüşlere de kulak veriyorsunuz.
İşte burada asla nâsa riya yoktur. Allah’a inanıyorsunuz, âhirete inanıyorsunuz. Buraya gelmekle maddî bir şey kazanmadığınızı biliyorsunuz, ama devam ediyorsunuz. İşte bu âhiret inancı demektir.
Ne var ki, yarın Adil Düzen iktidar olunca bugün buraya gelmeyi zül kabul edenler o gün sizin önünüze gelip dikilecek ve sizi gölgede bırakacaklardır. İşte o zaman da hamd etmelisiniz. Ola ki o başarı size âhiretinizi unutturabilir. Halkın sizi fazla pohpohlaması tehlikelidir. Kendinizi bunlardan uzak tutun. Sizin aleyhinizde konuşuyorlarsa, bilin ki doğru yoldasınız demektir, bundan dolayı Allah’a hamd edin.
Demek ki, mü’minin iki önemli özelliği vardır: Birincisi, mü’min halkın ne dediğine bakmaz, Allah’ın ne dediğine bakar. İkincisi ise bu dünya için ne kazandığına bakmaz, âhiret için ne kazandığına bakar. İnfakı bunun için yapar. Evindeki harcamayı da bunun için yapar. Dışarıdaki harcamayı da bunun için yapar.
وَمَنْ يَكُنْ الشَّيْطَانُ لَهُ قَرِينًا (Va MaN YaKuNu elŞayOANu LaHu KaRIyNan)
“Şeytan kime karîn olursa.”
Buradan anlaşılıyor ki, gösteriş için harcayanlar, israf olsun diye harcayanlar, ister kendi evlerinde, ister başkaları için harcamayı gösteriş için yapanlar şeytana karîn olan kimselerdir. Bunlar aynı Allah’a inanmazlar ve âhirete de inanmazlar. Geçici başarıların peşindedirler. Notu alsınlar yeter; ilme ihtiyaçları yoktur! Düğünde eğlensinler yeter; sonraki saadetlere ihtiyaçları yoktur! Bunlar yani şeytana yakın olanlar aynı zamanda ebedî hayat için değil, her hareketi bu dünyada şimdiki kazançları için yaparlar! İşte şeytan bunların karînidir.
“Karin” kelimesi çağdaşı anlamındadır. “Akran” dediğimiz zaman, yaşdaş demektir.
İnsanların büyüklerine saygıları vardır. Ama büyüklere karşı iki çeşit his beslerler.
1) Biri; onlar bizden fazla biliyor, biz onlara yetişemeyiz, onlardan fazla bilemeyiz, onların yaptıklarını da yapamayız. Bu sebepledir ki kendilerinden bir yaş büyük olsalar bile, kolay kolay arkadaş olamazlar.
2) Yaşta küçüklerin besledikleri ikinci his de; dünya değişiyor, gelişiyor, yaşlılar hayata ayak uyduramazlar. Onlar artık emekli olup kendileri onların yerlerine geçerlerse çok başarılı olacaklarını sanırlar. İçlerinde daima bu hisleri beslerler. Bir yaş bile etkili olur. Ama akranı iseler, aynı yaşta iseler, hayat mücadelesini, görüşlerini yaşayışlarını kolayca eşleştirirler. Böylece tam bir birlik içinde ve birbirine güvenerek mücadele verirler. İşte bunlara “Karîn” denir. Genellikle arkadaşlıkta aynı cinste olanlar karin olurlar. Bir toplantıda hemen zoraki karışık görüşmeler ayrı görüşmelere dönüşür. Hem de akran olanlar bile hemen ikili sohbete dalarlar. İkili görüşmelerde de herkesin genellikle bir akranı olur.
“Şeytan” kelimesi olarak biz genellikle cinlerden olanı anlarız. Oysa Hazreti Adem’e musallat olan cinin adı “iblis”tir. Şeytan onun adı değil, mesleğidir. Allah resulleri yaratmış, bunlar insandan ve cinden olmaktadır. Şeytanları yaratmış, bunlar cinden ve insten olmaktadır.
O halda “şeytanın karîni kim olursa” dendiğinde, burada kastedilen her zaman cinden olan şeytan değildir. İnsanlar da kendisine karîn yaparken insanların şeytanlarını yaparlar.
Cemaat çok önemlidir. Şimdi siz buraya gelip gidiyorsunuz. Buradaki arkadaşlarınız Kur’an ehli. Melekleri karîn edindiler. Siz de melekleri karîn ediniyorsunuz. Böyle pek çok yerde Kur’an sohbetleri yapılıyor. Onlara katılmak elbette hizbullahtan olmak demektir. Bunun dışında da topluluklar vardır. Onlar ins şeytanlarının katıldığı topluluklardır. Cin şeytanları da onların içlerinde yer alır.
Eğer onlardan arkadaşınız varsa, işte size şeytan karîn olmuştur. Karîn edineceğiniz kimselerin böyle toplantılara katılanlardan olmamasına dikkat etmelisiniz. Çünkü onlarda hep riya hâkimdir.
فَسَاءَ قَرِينًا (Fa SavEa QaRIyNAn) “Karin olarak sev’et etmiştir.”
Yani, kötü arkadaş olmuştur. Bunlar muhtal fahur olurlar, bunlar buhl ederler, bunlar gösteriş olmak üzere harcama yaparlar, bunlar Allah’a inanmazlar, bunlar âhirete inanmazlar. Bunlardan kurtulmanın yolu bu tür Kur’an cemaatlerinin içinde olmaktır. Türkiye’de beğenmediğimiz tarikatlar vardır... Nur cemaatleri vardır... İmam Hatip okulları vardır... İlâhiyat fakülteleri vardır… Kur’an kursları vardır... Bunların hepsi kendilerine şeytanı karîn yapmamış kimselerdir. Buraya katılan kimseler, yukarıda sayılan vasıflardan uzaktırlar. Ama buralara katılmayan insanları ise hep bu âyette sayılan kimseler arasında bulursunuz.
Âlemde boşluk yoktur. Eğer siz kendinize hasen karîn bulmazsanız, şeytanlar size karîn olur. Hasen karîn bulmanın tek yolu vardır; Kur’an’la meşgul olan cemaatlere katılın. Adil Düzeni terk edip Kur’an’la meşgul olmayan cemaatlere biraz sonra şeytan karîn olur. Kendinizi sele kaptırmayın.
Kur’an okumak demek, lafızları okumak demek değildir. Bin sene öncekilerin anladıkları veya anlamadıkları değildir. Yaşayanları dinleyeceksiniz, kendiniz içtihat yapıp manâ vereceksiniz. Neden yaşayanları diyorum? Çünkü Kur’an’da kavli istima’ etmekten yani işitmekten bahseder. Kelamı istima’ etme veya kitabı istima’ etmeden bahsedilmiyor. Sizi şeytana karîn yapmaktan koruyacak olan sadece ve sadece Kur’an’ın kendisi vardır. Hem de size hitap ettiğini kabul ederek bunları anlayacaksınız.
وَمَاذَا عَلَيْهِمْ (Va MAvÜav GaLaYHıM) “Bunda aleyhlerinde ne vardır?”
Yani, anlatılanları yapmalarında, doğrusunu yapmalarında aleyhlerinde ne var?
“Adil Düzen”, Türkiye Cumhuriyeti devletine öneriler götürmüştür. Herkes biliyor ki bu öneriler devlet için, halk için, bütün insanlık için, bütün dünya için yararlı bir şeydir. Aleyhlerinde ne vardı da, dost-düşman, yerli-yabancı herkes düşman kesildi ve saldırıya geçti? Kime zararı vardı? Zararları ne idi?
Önce yakından başlayalım. Refah Partisi kadrosunun ileri gelenleri elbirliği içinde düşmanlarla bir olup “Adil Düzen”i suç olarak göstermeye çalıştılar. Mahkeme böyle karar aldı dediler, Erbakan’ı korkuttular, hâlâ o ve diğerleri ağızlarına “Adil Düzen”i almıyorlar. Aleyhlerinde ne vardı?
Tansu Çiller bayrak açtı ve ‘Ben Adil Düzeni söndürdüm!’ diye caka sattı! Aleyhlerinde ne vardı?
Ordu karşı çıktı!.. Yargı karşı çıktı!.. Basın karşı çıktı!.. Odalar karşı çıktı!.. Aleyhlerinde ne vardı?
Dünya karşı çıktı! Aleyhlerinde ne vardı? Yahudi sermayesi karşı çıktı! Aleyhlerinde ne vardı?
İlk bakışta tekel sermayenin aleyhinde bir şeydi. Oysa Adil Düzene göre üretim yapılır ve refah gelirse, bundan yine en çok yararlanacak olan Yahudi sermayesidir. Çünkü Adil Düzende hem serbest ticaret vardır, hem de ticarette devlet kredisi yoktur. Yani öz sermaye ile ticaret yapılacaktır, bu öz sermayeye de Yahudi sermayesi hakimdir. O halde yine kazanacak olan onlar olacaktır. Adil Düzende aleyhlerinde ne vardı? Tam tersine bugün karşılıksız olarak sahip oldukları dolarlar mukabilinde o zaman karşılığı olan dolarlara sahip olacaklardı. Bugün bir gecede çökecek olan karşılıksız para ekonomisine mukabil, böyle bir çöküşten de emin olacaklardı.
Ne yazık ki “Adil Düzen”i o gün için söndürenler aslında onu söndüremeyeceklerdir. Ama kendileri buna karşı geldikleri için söneceklerdir. Nitekim “Adil Düzen”i terk eden partinin oyları %20’lerden %3’lere düştü. Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve onlarla beraber olanlar siyasetten çekilip gittiler... Türkiye çok ağır krizler yaşadı, hâlâ da yaşıyor... Dünya ekonomisi çok ağır krizler geçirmiştir... Amerika uçuruma doğru gidiyor...
“Adil Düzen”i kabul edip şimdi kendileri de insanlığı saadete götürselerdi ne olurdu?
Şimdi bu âyetin öğrettikleri ile soruyoruz. “Adil Düzen”den zarar görecek her kim varsa çıksın ve desin ki; ‘Sizin düzen gelirse ben zarar ederim’. ‘Şu husus benim aleyhimedir’. Hayır, bunu hiç kimse diyemez. Bugünkü terör mafyaları bile diyemez. Çünkü Adil Düzen onların lehine olan düzendir. Mafya zalim düzen gereği otaya çıkar. Eğer Cudi dağlarında insanlar PKK emellerine hizmet etmişlerse aşsız, işsiz ve eşsiz kaldıkları için hizmet ettiler. Adil Düzen gelip de herkese aş, herkese iş ve herkese eş bulununca kim dağa çıkar da kendini ölüme atar. Ordu bugün endişe içinde; ABD saldıracak mı, AB beni dağıtacak mı?!. Oysa Adil Düzende ordu sadece savunma ordusudur. ABD saldırırsa kendisi parçalanır. AB’nin de işine gelir, seni dağıtmaz. Nitekim Adil Düzenden kendilerinde iz taşıyan parti iktidar olunca AB müzakere tarihini verdi. Artık ordumuza olan düşmanlığı bırakıp kendi güveni için de ihtiyacı olduğunu anladı.
Yargı bir ara zulmü alkışladı! Tarihte yalnız Türkiye için değil, insanlık için adil anlayışa yapılan en çirkin ve korkunç ayıptır, yapılan. Orada her el çırpan hakim o meslekten ayrılmalı ve tövbe istiğfar etmelidir.
لَوْ آمَنُوا (LaV EavMaNUv) “İman etselerdi aleyhlerinde ne vardı?”
Yukarıda önce buhlden bahsetti, sonra Allah ve âhirete imandan bahsetti. Burada ise önce Allah ve âhiretten bahsetti, ondan sonra irzaktan bahsetti. Bunun sebebi şudur. Riya küfrün sebebidir.
İnsanlar riya yaptıkları için kâfir olur, kâfir oldukları için riya yapmazlar. Gösteriş küfre götürür, gösteriş yapmamak küfre götürmez. Ama infak da götürmez, nötr bırakır. İman ise Allah’ın rızıklandırdığından infaka götürür. Dolayısıyla sebep-sonuç ilişkisine uyularak bu takdim ve tehir sıralaması yapıldı.
“Âmene Bi” demek, kendini onunla emniyete almak, güvene almak demektir.
Ne olurdu ki kendilerini güvene alsalardı. Adil Düzen onları güvene alacaktı. Aleyhlerinde bir şey yoktu. Ama onlar Adil Düzene inanmadılar ve kendilerini güvene almadılar.
Cehalet karanlıktır. Önünü ve arkanı bilemezsin. Sağını ve solunu bilemezsin.
İmansızlık da karanlıktır. İman insanın geçmişini, geleceğini ve hâlini aydınlatır. Kur’an nûr gibidir. Karanlıktasın, kibritin var, çakıp yaksan çevren aydınlanacak. Yahut Kur’an ampuldür. Müsbet ilim mumdur. Usulü fıkıh anahtardır. Düğmeyi çevirsen, ışığı yaksan, ortalık aydınlanacak ve her taraf görünecek. Aydınlığa kavuşacaksın. Ama bunu yapmıyorsun! Neden? Pantolonum ütüsüz görünecek ve ayıp olacak diyorsun.
Ehli adalet olmayıp ehli zülüm olanlar böyledir.
بِاللَّهِ (Bi elLAHı) “Kendilerini Allah ile emniyete ve güvene alsalardı.”
“Allah” ile kendinizi nasıl güvene alırsınız? Allah Kâinatı yaratmış, insanları da yaratmış. Bu Kâinatta bütün ihtiyaçları karşılayacak her şeyleri yaratmış. Yeter ki sen tabiî ve sosyal kanunları bil ve ona göre davran. O zaman bütün ihtiyaçların giderilmiş ve kendini emniyete almış olursun. İşte “Adil Düzen” bunun adıdır. Tabiî ve sosyal kanunlara dayanılarak üretilen en iyi çözüm “Adil Düzen”dir. Onun dışındakiler zulümdür.
Şimdi biz yine soruyoruz; siz hangisini kendinize yararlı veya zararlı görüyorsunuz? Tabiî kanunları mı zararlı görüyor ve aleyhimizdedir diyorsunuz, yoksa sosyal kanunlar mı hoşunuza gitmiyor? Bizim söylediklerimiz tabiî ve sosyal kanunlara aykırı ise gelin doğrusunu gösterin, kanıtlayın, biz derhal uyalım. Sizden de sadece kanıtladıklarımıza uymanızı istiyoruz. Kanıtlayamadıklarımızda çözümü birlikte arayalım.
Söyleyin bakalım, burada sizin aleyhinizde ne vardır?
Burada Allah’ın yeryüzündeki halifesi devletin olduğu unutulmamalıdır. Bizim getirdiğimiz “Adil Düzen” devletimizi yaşatacak olan düzendir. Bu devletin adalet içinde yaşaması size ne zarar veriyor? Dünyaya ne zarar veriyor? Türkiye Irak’a dönse; bu durum insanlık için, bizzat ABD için, İsrail için daha iyi mi olacak?
Soruyoruz, Adil Düzenin nesi işinize gelmiyor?
وَالْيَوْمِ الْآخِرِ (Va eLYavMı eL APıRı)
“Âhir yevm ile kendinizi emniyete almanızda aleyhinizde ne vardır?”
Öldükten sonra hayat vardır veya yoktur. Farz edelim ki Kur’an’ın söyledikleri yalandır, öldükten sonra hayat yok, yok olup gideceğiz. Ama öldükten sonra hayatın olması muhtemeldir. Bugün dört ve beş boyutlu uzayın keşfi ile âhiret hayatının olma ihtimali %50 kadar olmuştur. Büyük patlama ve entropinin büyümesi ile %75’e yükselmiştir. İhtimal %5 olsa bile tedbirini alırız. Bugün Türkiye’ye düşmanın saldırması ihtimali %5’in altındadır ama yine de ordumuzu ayakta tutuyor, besliyor ve bize ağır yük teşkil eden silahlar alıyoruz.
Âhirete inanıp hazırlık yaparsak hiçbir zararımız olmayacak, aksine yararımız olacaktır. Çünkü âhiret inancı dünyayı düzen içinde yaşatır. İnsanlar ‘yaptıklarımdan sorulacağım’ derler ve böylece kötülük yapmazlar. Saadet gelmiş olur. İşte sadece inanma bile insanlığı güven içine sokar.
Ne zararları vardır ki, Kur’an düşmanlığı, Tevrat düşmanlığı, İncil düşmanlığı yapıyorlar.
Allah’a ve âhirete inanmayan insanları yönetmek mi kolaydır, yoksa inanmayanları mı?
Demek ki, din düşmanlığının temeli salâhı değil, fesadı istemektir. Dünyayı ateşe verip kan gölünde yaşatmaktır. İsrail oğulları beşyüz senedir bunu yapıyorlar. Oysa bundan en çok kendileri zarar ediyorlar. Hazreti Ömer’in fethinden Filistin’in işgaline kadar İsrail oğulları dünyaya hakim olacak kadar huzur içinde yaşıyorlardı. İmparatorluğu yıktılar ve Filistin’de İsrail devletini kurdular. Ama şimdi hep onların kanları akmaktadır. Dünyada da en çok kendilerinin zulüm gördüklerini kendileri söylüyorlar. Peki, zorunuz neydi ki, 20. yüzyılı hem kendiniz için hem de insanlık için cehennem yaptınız? Hep bunları soruyoruz. Para sizde idi, ilim sizde idi, dünyayı zaten siz yönetiyordunuz. Şimdi alevli bombalar üzerinde dolaşıyorsunuz ama altınızda patlıyor.
Burada kelam bakımından bir şeye işaret etmek isterim. Bakınız, Kur’an burada Kur’an’a imandan, Tevrat’a imandan, peygamberlere imandan bahsetmiyor; sadece ve sadece Allah ve âhirete imandan bahsediyor.
Dolayısıyla biz “Adil Düzen” derken sadece kendi Adil Düzenimizden bahsetmiyoruz. Düzen adil olsun da varsa başka düzen olsun. Kim daha iyi çözüm üretirse hepimiz orada olalım. Çözülemeyen problemleri Adil Düzen içinde çözme yarışına girelim.
‘Bu zulümdür ama daha iyisi yoktur!’ diyorlar. Kapitalistler; ‘evet kapitalizm zulümdür ama daha iyisi yoktur!’ diyorlar. Sosyalistler de; ‘evet bu zulümdür ama daha iyisi yoktur!’ diyorlar.
Kendilerini savunacaklarına, karşı tarafa yaptıkları düşmanlıkla yaşamak istiyorlar.
Bu ise Allah’a iftiradır. Allah’ın dünyayı zulüm üzerinde yarattığını iddiadır.
وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقَهُمْ اللَّهُ (Va EaNFaQUv MınMAv RaZaQa HuM elLAHu)
“Allah’ın onları rızk ettiklerinden harcasalardı.”
Yani “Adil Düzen” kursalardı. Adil Düzende herkese aş, herkese iş ve her anne olacağa eş bulunsaydı; böylece hortumlayarak, hile yaparak, rüşvet vererek, rüşvet alarak, eşkıyalık yaparak hayatlarını geçindirmek zorunda olmasalardı, ne olurdu? Bunda aleyhlerinde ne vardı?
Bugün insanlar güvensizlik içindedirler. Her an krizle karşılaşacakları korkusu içindedirler.
Mesela, benim on torunum var, hepsi okuyorlar. Üniversiteyi bitiremeyeceklerinden korkuları yoktur, ama üniversiteyi bitirdikten sonra ne iş bulacağım diye düşünmeye başlamışlardır; lise birinci sınıfta olanlar dahi düşünmeye başlamışlardır! İşte, eğer ben Allah’a inanmasam, ben de torunlarım için hortumlamaya başlarım. Hile ve rüşveti meşru görürüm.
Demek ki, bugün herkes paranın peşinde koşuyorsa, bunun sebebi düzenin zulmünden dolayıdır.
Oysa “Adil Düzen” geldiğinde herkes iş bulmuş olacak, çalışmayanlar da yeryüzünün kira payından geçinmiş olacaklardır. Kızlarımız okuyacaklar ama iş aramayacaklar. Çünkü kocaları onlara güvenli hayat sağlayacak. Çünkü kocaları sağlayamazsa topluluk sağlayacak. Bu sayede kendilerini ilme, sanata ve çocuklarını yetiştirmeye vereceklerdir.
Şimdi açıklayın bakalım; meşru hayatı size bahşeden Adil Düzen varken, İslâm düzeni varken, sizi hortumlamaya zorlayan zalim düzene, küfür düzenine rağbet neden?!.
Eğer siz diyorsanız ki; yaşadığım dünya adil dünyadır, işsizlik yoktur, insanları borçlar içinde köle olarak çalıştırmıyoruz, adalet ve güvenlik yerindedir… O zaman bizim bir diyeceğimiz olmaz.
Demek zulüm gören yalnız biziz. 1000 ortaklı, 150 senelik tapulu yerimizi orman olmadığı halde devlet elimizden aldı. Zulme uğradık. O zulmü görmeseydik şimdi 1000 haneli ‘Adil Düzen Sitesi’ne sahip olacaktık. Ne olurdu saldırmasaydınız da şimdi İzmir’in civarında belki 4000 villalı mamur üretim yapan peyk kentimiz olsaydı. Size ne zarar verdik? Herhangi birinize, devlete, insanlığa ne zarar verdik?
AK Parti’nin bize sağladığı imkan var, şimdi kimse bize saldırmıyor. AK Parti’nin gitmesini bekliyorlar. Adil Düzenciler bu boşluktan yararlanmayı bilmelidirler. Gerekli faaliyeti vakit geçirmeden yapmalıdırlar. Sonra bu serbestliği bulamayız.
وَكَانَ اللَّهُ بِهِمْ عَلِيمًا (Va KAvNa elLAHu BiHim GaLIyMan) “Allah onları ilmetmektedir.”
Yani, bu yaptıkları onlara kalmayacaktır. Allah onların bu yaptıklarından haberdardır, bilmektedir; yaptıklarının hesabını bu dünyada soracaktır, âhirette de soracaktır. Adil Düzenciler sormayacaktır, Allah soracaktır. Adil Düzencilerin görevi zalimleri cezalandırmak değildir. O husus Allah’a aittir. Adil Düzencilerin görevi “Adil Düzen”i getirmektir, adil devlet kurmaktır. Cezalandırmayı Adil Düzenciler değil, o adil devlet yapacaktır; Allah’ın halifesi olarak o adil devlet yapacaktır. Yargı onların cezalarını verecektir. Allah onların yaptıklarından haberdar olduğu gibi O’nun halifesi olan devlet de haberdardır. Gereğini yapacaktır.
Burada çok önemli bir sorunla karşı karşıyayız. Zulüm düzeni nedeniyle bugün herkes başkasına zulüm yapmaktadır. Zalimleri alkışlayan hakim zulümden korktuğu için zalimleri alkışlamıştır. Diyarbakır’da dağa çıkan eşkıya aç kaldığı için çıktı, onu destekleyen kent halkı zulümden korktuğu için destekledi. Dolayısıyla Adil Düzen gelince geniş çapta af olacak ve zulmetmek kastı ile değil, düzene uymak zorunda oldukları için zulüm yapanlar mazur oldukları için cezalandırılmayacaklardır. Ama zulmü isteyerek yapanlar ise cezasız bırakılmayacaktır. Bunu ayırt edecek ise hakemlerden oluşan adil yargı sistemidir.
İşte burada Allah bu sebeple Allah’ın onları bildiğini söylemiş, ne yapacağını söylememiştir.
Adil Düzende asla zulüm olmayacaktır. Âhirette de Allah kimseye zulmetmeyecektir.
Demek ki, tekrar ediyoruz ki, biz intikam saikiyle asla kimseyi cezalandırmaya, intikam almaya kalkışmayacağız. Adil Düzende adil yargıçlar adil kararlar alacaklardır. Zalim düzeni getirenlerle zalim düzenin çarkında zulüm yapanlar bir kefeye konmayacaktır. O bize ait değildir, Allah’a aittir ve O’nun halifesi olacak olan devlete aittir.
إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ (EinNa EalLAHa Lav YaJLıMu) “Allah zulmetmez.”
Araya harfi atıf getirmedi. Çünkü ‘Allah onları bilmekte’ ifadesinin yorumudur. Aralarında kemali ittisal vardır. Yani, cahiliye dönemi dediğimiz zulüm düzeni döneminde insanlar istemeyerek günah işlemişlerdir. Düzenin baskısı altında bilmeden tek başına kaldıkları, başka çare bulamadıkları veya içtihatları öyle olduğu için o hareketleri yapmış olabilirler. Onlar cezalandırılacak mı? Hayır. Allah zulmetmez. Devlet zulmetmez. Etse etse, oradaki görevliler zulmeder. Allah’ın halifesi olan devlette zulüm yoktur.
Adil Düzenciler iktidara geldiklerinde asla kimseye zulmetmeyecektir. Tarafların seçtikleri iki hakem ile iki hakemin seçtiği baş hakem ne karar verirse devlet onu uygular, yönetim onu uygular. Kimse kendi takdiri ile kimseye ceza veremez. Adil Düzenciler af çıkarmayacaklardır. Çünkü onların affetme yetkisi yoktur. Ancak hakemler cahiliye döneminde işlenmiş suçlardan dolayı belki de ceza vermeyeceklerdir.
Cezada esas olan ‘şüpheler ukubatı giderir’ ilkesi çalışacaktır. Adil Düzende birisi suç işlerse, mazereti olduğunu ispat ile mükelleftir. Ama cahiliye dönemimde birisi bir suç işlerse, onu cezalandırabilmemiz için davacının mazereti olmadığını ispat yükümlülüğü olacaktır. Böylece görülüyor ki, Adil Düzenden kimsenin korkacak tarafı yoktur. Bilakis herkes emin olacağından herkese yararlıdır.
مِثْقَالَ ذَرَّةٍ (MiSKavLa ÜarRaTın) “Zerre mıskalınca zulmetmez.”
“Zerre” kapalı bir odada ince delikten giren güneş ışınlarına baktığınızda, birçok küçük toz parçacıklarının oralarda dolaştıklarını görürsünüz. İçte onlar zerredir.
“Miskal” ağırlık demektir. Yani, en küçük parçacığın ağırlığı kadar bile zulmetmeyecektir.
“Zerv” çekirdektir. “Zerre” de moleküldür. Atom ve moleküllerin özelliği çekme özelliklerinin olmasıdır. Âyet buna da delâlet etmektedir. Allah asla zulmetmez. Adil devlet de zerre miskalınca zulmetmeyecektir. Bu sebepledir ki herkesin davacı olma hakkı vardır ve herkesin aynı zamanda savunma hakkı da vardır. Herkes dava açabilir. Kendisinden asla ücret istenemez. Bütün yargılama giderleri kamuya aittir. Kişinin aynı zamanda avukatı demek olan hakemin ücreti de devletçe verilir. Devletin vergi alma yetkisi buradan doğar. Vergi alan yönetimin yegane görevi adaletin tesisidir.
Bir kimseden bir pul parası almak demek, ona zulmetmek demektir. Mazluma hakkı eksiksiz verilecektir. Zalimden de hak artırılmadan alınacaktır. Bir kimsenin alacağı beş lirayı bir kuruş eksik verirseniz, zerre kadar da olsa zulümdür. Bir kimsenin borcu beş lira iken bir kuruş fazla alırsanız yine zulümdür.
İşte adil devlet budur.
Bunun neresi sizin aleyhinizedir? Soruyoruz, söyleyin bakalım!
Bu adalet ancak ve ancak ‘hakemler sistemi’ ile yapılan yargılamada, yargı masraflarının devletçe karşılandığı bir yargılamada, yargı kararlarına kayıtsız şartsız uygulanmasında bulunur. Yargılamanın bucak seviyesinde yapılması ve merkezi müdahale olmaması, temyizin olmaması ile sağlanır.
Başka daha iyi bir adil düzen varsa, getirin onu görelim, onu uygulayalım. Ama düzen adil olsun.
Zerre kadar zulmedilmeyecek demek, haksızlık yapılmayacak demektir.
وَإِنْ تَكُنْ حَسَنَةً يُضَاعِفْهَا (VaEıN TeKuN XaSANaTan YuWAGıFHAv)
“Eğer bir hasene olursa onu ta’dif edecektir.”
Şimdi şu soru sorulacak. Evet, zulüm düzeninde zulmedenler mazerete sığınarak kendilerini kurtaracaklardır. Biz Adil Düzencilere yaptıkları zulüm ne olacaktır? Şimdi çekiyoruz, o zaman da çekmeye devam edeceğiz. Bizim malımız ve canımız gidiyor, her gün zulüm görüyoruz. Zalimlerin mazeretleri var, affedilecekler. Ama bize yapılan zulüm, zulüm olarak kalacak mıdır? Hayır.
Önce Allah sizlere âhirette kat kat verecektir. O her şeyi bildiği için sizin sevabınız kat kat olacaktır.
Kanuni Sultan Süleyman devrinde yapılan iyiliğin mükafatı 1 ise, şimdi yapılan hasenatın mükafatı 700’dür. Biz şanslı bir dönemde dünyaya geldik. 1 hasene yapacağız, 700 misli mükafat alacağız.
Adil Düzen devleti de geçmişte gadre uğramış olanların gadirlerini en az iki kat giderecektir.
Demek ki, adil yargı sistemi kurulduktan sonra haksız kazançlar tesbit edilecek ve kazanç sahiplerinden alınacaktır. Ama asla zulmedilmeyecektir. Hortumlamış ama onunla iş yapmış, üretim yapmış, işçi çalıştırmış, vergi ödemiş; bunun elinden bu varlığı alınmayacaktır. Devlet hortumladığı miktarı ile ortak olacak ve işletmeyi ona bırakacak. O buna devam edecektir. Uzanlar’a yapılacak muamele budur. Çünkü onlar hortumladılar ama onu yurt dışına kaçırmadılar, israf ederek harcamadılar. İşletmeler kurdular. İşlere devam edilecek, sadece devlete aldıkları kadar borçlanacaklardır.
Ama hortumlayıp iş yapmayanlar ve dışarıya transfer edenlerin neleri varsa ellerinden alınacak, iflas ettirileceklerdir. Bunları gizli yapmışlarsa, kolları kesilecek ama hakemler kesmeyecekler. Çünkü cahiliye döneminde işlenen suçlar infaz edilmez.
Akevler’in elinden mallar alınmış, zulüm görmüştür. Yargı hesaplayacak ve tesbit edecek. Gerçekten uğratılan zararlar en az iki misli tazmin edilecektir. Sabit olacak zulüm iki misli değerle giderilecektir. Zulüm ile öldürülmüş kimsenin diyeti iki misli olarak ödenecektir. Kim ödeyecek? Adil Düzenin zenginliği ödeyecektir.
Demokratlara, Adalet Partililere, Millî Görüşçülere yapılan zulmün hepsi tazmin edilecektir.
Milletvekili seçildiği halde, sürelerini tamamlamadan uzaklaştırılıp indirilenler eksikliklerini Meclis’te tamamlayacaklardır. Ölmüşlerse, alamadıkları maaşları mirasçılarına ödenecektir. Meclis’e gelenler iki misli maaş alacaklardır. Mallarına el konan vakıfların, partilerin, derneklerin, kursların malları iki misli olarak iade edilecektir. Bugün hak yolunda zulme uğrayanlar iki misli mağduriyetlerini gidereceklerdir.
Bunlardan tesbit edilemeyenler olacaktır. Onların ecirlerini de âhirette Allah kat kat verecektir.
Kâfir, benim hakkım başkalarına geçmesin diye uğraşır. Mü’min, başkalarının hakkı bana geçmesin diye uğraşır. Çünkü bilir ki, haksızlığa uğrayanlara Allah kat kat karşılığını verecektir.
وَيُؤْتِ مِنْ لَدُنْهُ أَجْرًا عَظِيمًا(40) (YuETı MiN LaDuNHu ECRan AJIyMan)
“Kendi ledunundan ecri azim de verilecektir.”
Ledunundan azîm bir ücret daha ita edecektir. Yani, haseneyi katlayacaktır. Bu genel ödül olacaktır.
Ayrıca, Adil Düzenin gelmesi için, zulüm düzeninin sona ermesi için çalışanlar, çalışmaları nisbetinde özel olarak ödüllendirileceklerdir. Allah bunu âhirette yapacaktır.
Adil Düzenin gelmesi için özel çalışma yapanlar, günü gelince Allah’ın özel takdiri ile mükâfatlanacaklardır. Biz talepte bulunmadan dahi Adil Düzen çalışmalarımızda yardımcı olan belki yüzlerce tanıdıklarım vardır. Allah onları özel madalyonlarla taltif edecektir. Adil Düzen iktidar olunca da, Adil Düzen oluşmasında gayretleri olan kişiler onurlandırılacaklardır.
Bu müjdeleri alan Adil Düzen Çalışanları şimdi elbette bir ücret talebinde bulunmayacaklardır. Şimdi ekiyorlar, mevsimi gelince biçeceklerdir. Bu hasat mevsimi dünyada olmayabilir ama, ona ihtiyacımız olduğunda yani âhiret hayatında bu mutlaka gerçekleşecektir.
Adil Düzencileri şimdiden müjdeliyorum!
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 293. SEMİNER Yorum-123 İstanbul, 25 Şubat 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
TARIMDA DESTEK
Tarih boyunca insanlar çeşitli beslenme devreleri geçirdiler. İlk insan yaz kış meyveli olan bir yerde yaratıldı. Geçinmesi meyve toplamaktan ibaretti. Zamanla insanlar çoğalınca yaz kış meyve bulamadılar, geçinmelerini göçle sağladılar, mevsimden mevsime oradan oraya taşındılar. Bu arada meyveleri kurutma, turşu yapma, pekmez yapma, sirke yapma gibi saklama şekillerini geliştirdiler. Sonra avcılık döneminde daha çok göç etmek zorunda kaldılar; ancak daha rahat ettiler. Çobanlık döneminde işler daha da iyileşti. Tarım döneminde ise çok daha iyi sonuçlar aldılar. Ne var ki, hava şartları tarımı çok etkilediği için zaman zaman kriz dönemlerini de hep yaşar oldular.
Günümüzde sorunlar daha da fazlalaşmış bulunmaktadır.
a) Önce, mahsul yıldan yıla çok farklı olmaktadır. Bu hususun dengelenmesi için çareler vardır. Bunlardan biri bolluk dönemlerinde mahsulün depolanmasıdır. Bol mahsul olduğu zaman depolanabilir. Kıtlık olduğu zaman eritilebilir. Ne var ki bu işi çiftçi yapamıyor. Kentli ise yapmak istemiyor. Bu sebeple sorun çözülememiştir. Tarım teknolojisinde en önce çözülecek sorun budur. Mahsulün saklanabilmesi için sıcaklık ve rutubet ayarlanmalıdır. Ondan sonra mahsul yıllarca saklanabilir.
b) Sonra, fiyatlar üzerinde istikrar sağlanamıyor. Bir sene bir mahsul az oluyor, para ediyor. Çiftçi gelecek yıl için onu ekiyor. Bu sefer mahsul fazla geliyor ve para etmiyor! Gelecek sene kimse ekmiyor. Dolayısıyla hem tüketici rahatsız oluyor, hem de üreticide istikrar olmuyor. Bunun çözümü ‘selem senedi’ dediğimiz ‘sipariş senedi’dir. Halka ‘sipariş kredisi’ veriliyor; üreticiye de ‘sipariş senetleri’ veriliyor. Herkes ihtiyaçlarını yıl başında peşin para ile veriyor. Sipariş alan üreticiler yıl başında üretim planlaması yapmış oluyor. Kâr ve zararını belirliyor. Pazarlamasını üretimden önce yapıyor. Böylece ürün fazlalığı ve ürün eksikliği sözkonusu olmuyor.
c) Tarımda büyük işletmeler verimli olmuyor. Çünkü toprağa ve ürüne göre her an üzerinde hasta bakıcı gibi durmak gerekiyor. Küçük işletmeler de sanayileşemiyor. Dolayısıyla günümüzdeki tarımcılık on bin sene önceki tarımdan daha ileri değildir. Bunun çözümü de ‘hizmet kooperatifleri’nin kurulması ile sağlanacaktır. İşletmeler küçük olacak, aile işletmesi olacak, ama ortak hizmetleri görecek ‘hizmet kooperatifleri’ olacaktır. Yani kendi içinde küçük ve özel işletme, ama dışta tek firma ve tek marka şeklinde görülecektir.
d) Siparişler verilse bile doğal şartlardan dolayı mahsul alamayan çiftçinin sigortalanması gerekir. Piyasaya eski yılların birikimi sürülecektir. Ama bu sene hiçbir mahsul alamayan çiftçi nasıl korunacaktır? Buna bir misal olarak bu sene Doğu Karadeniz’de fındıkların hiç ürün vermediğini hatırlayabiliriz. Böylece her aile dört-beş bin YTL gelir beklerken, hiçbir şey elde edemedi. Şimdi bu çiftçi nasıl korunacaktır? İşte tarım bakanlığına sunduğumuz proje bu sorunu da çözüyor. Onlara bu konu izah edilmemiştir. Burada bu hususa değineceğim.
Nüfusu 3 000 ile 10 000 arasında olan bir “Köyler Birliği” için geliştirdiğimiz “Kırkent Projesi”nde şunları önermiştik:
a) “Camili Köyler Birliği”ne beş milyon dolar kredi açılacak ve bu para Borçka’da Ziraat Bankası’na konacaktır. Camili’ye para girmeyecektir. “Camili İşletme Senedi” çıkarılacak, Camili’deki bütün alış ve satışlar bu senetle olacaktır. Camili’de iki mağaza olacaktır. Birincisi “Tüketim Mağazası” olacak, halk buradan ihtiyaçlarını işletme senetleri ile alacaktır. Parasını bankaya yatıracak, makbuzla kasadan işletme senedi alacak ve onunla tüketim mağazasından mal alacaktır. İkinci mağaza ‘Ürün Mağazası’ olacaktır. Buraya mal satan da işletme senedini alacak ve bankada nakde çevirecektir. Camili’deki fiyat, ücret, kira ve hizmetler işletme senedi cinsinden ödenecektir.
b) Ayrıca, standart üretim için “Sipariş Senetleri” çıkarılacak ve üreticilere kredi olarak verilecektir. Ürün mağazalarına bu senetler “İşletme Sentleri”yle satılacaktır. Üretici devre başında aldığı bu senetle tüketim mağazasına gidecek ve yıl içinde gerekli ham maddeyi ve tüketim mallarını satın alacaktır. Böylece devre başında üretim ve tüketim halk tarafından planlanmış olacaktır. Fiyatlar devre başında serbest piyasa kuralları ile oluşacaktır. Enflasyon artık etki etmeyecektir.
c) Şimdi böyle bir çalışmanın sorunları nasıl çözeceğini sıralayalım. Sipariş senedinde “Genel Hizmet” vardır. Bu genel hizmetin esası şudur. Üretici malı üretip kontrol ettirdikten sonra ambara teslim eder ve mal senedini alır; yahut daha önce almıştır. Teslim edince borcunu kapatır. Bundan sonra üretici o malın bozulmasından sorumlu değildir. Ambarda malın yerini cebindeki senet almıştır. Bunu saklayarak istediği zaman satma yetkisine sahiptir. Bizim buna yapacağımız yardım, bu mal senedini rehin bırakarak karşılığında işletme senedini kredi olarak alabilmesidir. Böylece üretici malını ucuz satma zorunda kalmaz. Bu sene mal bol ise onu rehin vererek malı bekletir. Ne zaman pahalılaşırsa o zaman satar.
d) Üretici tabiat şartları dolayısıyla üretim yapamamıştır. Ama sipariş de almıştır. Mesela on ton fındık yerine beş ton fındık üretebilmiştir. Birlik bu mağdur çiftçiyi desteklemek istemektedir. Bu çok kolaydır. Birlik üreticiye beş sene içinde kapatmak üzere fındığı kredi olarak verecektir. Her yıl beşte birini faizsiz olarak ödeyerek kapatacaktır. Bunun başka anlamı, bundan sonra beş yıl fındık %20 daha pahalı satılacaktır.
e) Birlik satılmış senetleri satın alarak eksik üretimi kapatabilir. Bu senedin Türk Lirası cinsinden değerini düşüreceğinden zarar bütün Camili üretimine yayılmış olur. Buna karşılık bolluk senelerinde ambara koyduğu mal senedi karşılığı daha fazla fındığı alacaktır. Böylece piyasaya daha fazla fındık senedi girecektir. Senet ucuzlayacaktır. Bunun anlamı, işletme senedinin satın alma gücü artacağı için değer kazanmış olacaktır. Böylece işletme senetleri ile mal senetleri arasında kurulacak denge ile ve genel hizmet tarafından sağlanan ambarlama sistemi ile üretici sigortalanmış olacaktır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 293. SEMİNER Yorum-123 İstanbul, 25 Şubat 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
YÖNETİMDE DENGE
Anayasamıza göre devlet şöyle yönetilir. Halk milletvekillerini seçer. Milletvekilleri kanunlar yapar. Kanunları hükümet ve halk uygular. Kanunları yorumlama yetkisi uygulayıcılara aittir. Uygulayıcılar arasında bir niza çıkarsa yargıya başvururlar. Yargı sorunları çözer. Yargı kararları kesindir. Herkes uymak zorundadır. Bu sistemde de dengesizlik vardır. Yargı kararlarını yine uygulayıcılar yorumlayıp uygular.Uygulayıcılar sonunda kanunları ve mahkeme kararlarını kendileri yorumladıkları için onlar hakimdirler.
Bunun anlamı şudur ki, kanunlar yapılır ama uygulanmaz. Mahkemeler karar alır ama infaz edilmez.
Sonunda devlet yönetimi hükümetin gücüne dayanmaktadır. Hükümet ne isterse onu yapar. Halk da hükümetten kaçabildiği veya onunla işbirliği yapabildiği kadar ne isterse onu yapar. Şimdi varsayalım ki YÖK kanunları uygulamıyor. Mahkemeye verildi. Mahkeme karar aldı. Hükümet mahkeme kararını uygulamayan rektörü veya YÖK Başkanı’nın maaşını keser, daha da ileri giderse polisle alaşağı eder. Yetkisi varmış yokmuş; fiilî yetkisi vardır. Nitekim Erbakan Odalar Birliği’nden Demirel tarafından polisle alındı. Ne oldu? Bir şey olmadı! O halde hükümet mahkemenin de yasalara aykırı hareket ediyor diye maaşını keser, kararları iptal eder. Yargıtay yasalara aykırı kararlar alıyorsa, hükümet de yasalara aykırı olarak icraat yapar. Kim ne yapacaktır? Demek ki, sonunda para ödeme mekanizması Maliye Bakanlığı’nda olduğuna göre; polis İçişleri Bakanlığı’nda olduğuna göre hükümet her zaman adaletin dışında icraat yapabilir. Bunu engelleyecek iki güç vardır.
a) Hukuki Güç: Bu güç Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Hükümet hakkında gensoru verilir. Meclis bu hükümeti düşürür. Gerekirse yüce divana gönderir. Ne var ki bu mekanizma da çalışmaz. Çünkü hükmet başkanı parti başkanıdır. Anayasa ekseriyeti vardır. Meclis hükümeti yüzde seksen oranında haklı bulacak ve hükümetin keyfî yönetimini sürdürmesini destekleyecektir.
b) Askeri Güç: İkinci güç de askeri güçtür. Böyle davranıp hukuk dışına çıkan bir yönetimin emrinde itaat etmeye devam etmez, müdahale eder. Yaslara aykırı olarak hükümeti indirir. Yeni hükümeti oluşturur. 1960, 1971, 1980 ve 1997’de hep böyle oldu. Ne var ki burada da denge oluşmamaktadır. Çünkü, mesela 1960’ta Demokrat Parti’yi Anayasaya aykırı hareket ettiniz diye indirdiler, başbakanı astılar ama sonra o anayasayı kökten baştan sonuna kadar değiştirdiler. Ondan sonraki müdahalelerde siyasi zorunluluk olabilir ama hukuki makuliyet hiçbir zaman olmamıştır. Amerika’da verilen kararların Türkiye’de CIA tarafından uygulanması ötesinde bir manâ taşımamıştır.
İşte bundan dolayı yargı dengesizdir. Hakimler, o gün zalimleri alkışlayan elleri ile şimdi kararlar yazmaktadırlar. Çünkü yargının gücü yoktur. Ona adil karar ver dersen adil karar verir. Ama kuvvet şöyle yap derse o nasıl mukavemet edecektir. Yani yargı ‘bağımsız’ değildir; dolayısıyla ‘yansız’ değildir; dolayısıyla ‘etkin’ değildir, kimse ondan korkmuyor; sonuç olarak yargı ‘saygın’ da değildir.163’üncü madde kaldırıldığı halde; hakimlerin 312’inci maddeyi faaliyete geçirerek aynı haksız kararları vermeye devam ettikleri şimdi kendilerince itiraf edilmiştir. Çünkü artık gerçeği söyleyecek duruma gelebildiler. Ama bu gelişme de asla sorunu çözmez. Yargıtay kararları kanun değildir ki. Sadece o olayla ilgili olarak o vakayı kapsar. Diğer davalara ve olaylara etki etmez. Dolayısıyla yarın başka hakim başka karar verir. O gün bir kişi ya gelmez ya da fikrini değiştirir ve başka karar çıkar. Bu dengesizliği düzenleyecek olan Anayasadır.
Bu durumda ne yapılmalıdır? Daha önce de yazdım. Şimdi tekrar ediyorum:
1- “Yüce Divan” Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden seçilen yüksek hakemlerden oluşmalıdır. Her parti aldığı %5 oy karşılığı Meclis’ten Yüce Divana bir hakem atamalıdır. Partiler oylarını birbirlerine kullandırabilmelidir. Yirmi kişi kadar Yüksek Hakem oluşur.
2- “Yüce Divan”a dava açma yetkisi yüzde beşten fazla oy alan partilerin başkanlarına verilmelidir. Ancak onun Meclis’ten atayacağı bir hukukçu dava açabilmelidir. Hakemlerden birini davacı, diğerini davalı bu yirmi hakem arasından seçmelidir. Baş hakemi de hakemler seçmelidir.
3- Eski ve yeni bütün milletvekilleri, bakanları, cumhurbaşkanları, orgeneralleri, valileri, yüksek mahkeme hakimlerini, profesörleri yalnız bu divan muhakeme edebilmelidir. Dokunulmazlıklar kaldırılmalıdır.
4- “Yüce Divan”ın aldığı kararlar kesin olup uygulanmalıdır. Uygulanmazsa, Yüce Divana gidilerek suçlu muhakeme ile mahkum edilerek kanı heder hâle getirilebilmeli, yani, artık hukuk onu korumamalıdır.
Şu kural unutulmamalıdır. 1) Son karar tarafların seçtiği hakemlerden oluşan yargının olmalıdır. Bunu kabul etmeyen devletler varlıklarını sürdüremezler. Demokratik devlet olamazlar. 2) İkinci kural da şudur. Herkesin malını, canını, işini ve ırzını savunma hakkı vardır. Bu hak hakemler kararı ile sabit olmalıdır. Saldıran mağdur olursa tazminat alır. Savunan cezalandırılmaz. Savunan mağdur olursa o da tazminat alır. Ayrıca saldıran cezalandırılır. Bu iki kural kabul edilmedikçe demokratik bir yönetim dengesi oluşturulamaz.
Bu konularda herkesle tartışmaya hazırız. Ama tartışmazlar. Çünkü bunun böyle olduğunu onlar da bilir ama söyleyebilecek cesaretleri yoktur.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92