ADİL DÜZEN 294
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 04-07 Mart 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 294. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
* TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 20.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol, Lütfi Hocaoğlu ve ………..… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır.
Hedefimiz; bu “Seminer Notları”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. SÜLEYMAN KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 19
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلَاءِ شَهِيدًا(41)
يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَعَصَوْا الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمْ الْأَرْضُ وَلَا يَكْتُمُونَ اللَّهَ حَدِيثًا(42)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلَاةَ وَأَنْتُمْ سُكَارَى حَتَّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا إِلَّا عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّى تَغْتَسِلُوا وَإِنْ كُنتُمْ مَرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْ الْغَائِطِ
أَوْ لَامَسْتُمْ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ
إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا(43)
فَكَيْفَ (Fa KaYFa) “Nasıl”
Allah hilekâr olup öğünen kimseyi sevmez dedikten sonra, onların buhl ettiklerini, hayır yapanların da gösteriş için yaptığını söylemiş, haram yememeleri gerektiğini belirtmiş, sonra hiçbir hasenenin karşılıksız kalmayacağını bildirmiştir. Böylece gösteriş için harcayanların iyiliklerinin hiç olmazsa bu dünyada karşılanacağını belirtmiştir. Yani, hasenat gösteriş için de olsa karşılıksız bırakılmayacaktır denmiştir.
Bundan sonra “Fa” harfi ile durumlarını açıklamaktadır. Âhirette ise dünyadaki amellerle değil, dünyadaki niyetlerle hesaba çekileceklerdir. Dünyada ameller niyetlere göre karşılık görmez, amellerle görür. Dünyada senin niyetin okunmaz. Âhirette ise niyet ve kasıtlardan hesaba çekilmiş olacağız. İyi niyetle bir şey yapmışsak, o kötü olsa da mükafat göreceğiz. Kötü niyetle, riya ile bir şey yapmışsak, o da kötü karşılık almamıza sebep olacaktır.
إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ “Her ümmetten bir şehid ile ciet edeceğiz.”
Allah hiçbir topluluğu dalâlet içinde bırakmaz. Mutlaka o toplulukları uyaran, onları hakka dâvet eden bir uyarıcı gönderir. Bu Kur’an’dan önce böyle olmuştur; Kur’an’dan sonra da böyle olmaktadır. Her mü’minin vazifesi bundan dolayı tebliğdir. Onun için biz fırsat buldukça insanları dâvet ediyoruz.
Neye dâvet ediyoruz? “Adil Düzen”e dâvet ediyoruz.
Şimdi kimseye gidip ‘Allah îman et’ demiyoruz. Çünkü kimse karşımıza çıkıp ‘Ben îman etmiyorum’ demiyor. Biz insanlara diyoruz ki; gelin, ‘Adil Düzen’ ne ise onu yapalım. ‘Hayır! Biz zalim düzen istiyoruz!’ dedikleri için onlar kâfir oluyorlar ve cehenneme gitmeyi hak ediyorlar. Bize deseler ki; ‘Biz de Adil Düzen istiyoruz, ama biz sizden daha iyi bir adil düzen getirdik’, biz onlara uyacağız. Kur’an bize böyle emrediyor.
Hayır, onu diyemiyorlar. Bizim söylediklerimizi akıl ve ilimle değerlendirmiyor, susturmak veya alay etmekle karşılık veriyorlar. Biz âhirete şehid olarak varmak istiyoruz. Çünkü varmazsak Allah bize diyecektir ki; “Niye söylemediniz?”
İşte bizim çabamız bu olduğu gibi sizin çabanız da bu olmalıdır; öğrenmek ve duyurmak. Âhirette şehidler arasında haşr olmak. Onun içindir ki bu yazılanları internete geçirmemiz gerekmektedir. Mail ile belli yerlere ve kimselere ulaştırmalıyız. Onlar belki okumayacaklar ama biz bu gönderme görevini yerine getirmiş olmamız sebebiyle âhirette sorumluluktan kurtuluruz. Onlara aktarmış olmalıyız. Yoksa bu görevi yerine getirmediğimizde sorumluluktan kurtulamayız.
وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلَاءِ شَهِيدًا (V eCıENAv BiKa HAvEuLAEı ŞaHIyDan)
“Seni de bunlara şehid olarak getirdik.”
“Şehid” demek, onlarla beraber yaşayan, onlarla beraber bulunan demektir. “Âlimu’l-gaybi ve’ş-şehadet” olan yalnız Allah’tır. Ölmüş olan bir insan şimdi bugünkülere şehid olamaz. Nitekim Hazreti İsa; beni vefat ettirdikten sonra her şeye sen şehitsin demektedir.
Bu âyeti sadece Hazreti Muhammed aleyhisselâm zamanına irca edemeyiz. O zaman bugünkü kâfirlere hitap etmemiş olur. O halde buradaki “seni de bunlara olarak şehid getirdik”deki “sen” her mü’mindir. Onların imamlarıdır. Kur’an’ı okuyup anlayan herkes, artık onu tebliğ etmekle mükelleftir.
Biz Adil Düzenciler, bu devrin şehidleriyiz. Cemaat olup tebliğ görevini yerine getirmemiz gerekir. Nitekim Erbakan Hocamızın riyasetinde “Adil Düzen”i dünyaya tebliğ ettik. Asrımızda insanlığı uyardık. Türkiye’de, İslâm âleminde, Avrupa’da, Sovyetlerde tebliğimizi yaptık. Kırgızistan’da 500 sahifeden fazla Adil Düzen yazılarım yayınlanmıştır. İzvestiya ve sanıyorum Moskova gazetesi bizden bahsetmiştir.
Bizim dönemimiz sona ermiştir. Şimdi sizin döneminiz başlamıştır. “Adil Düzen”i daha da ilerleterek tebliğ etme görevi ile mükellefiz. Bunu da uygulayarak göstermek zorundayız.
Adil Düzene göre bir işletme kurmalıyız…
Adil Düzene göre bir site oluşturmalıyız...
İşte “Adil Düzen” budur diye göstermeliyiz. Madem ki Allah “Adil Düzen”i bize bildirdi, o halde biz sorumluyuz. Allah verdiği nimetlerin şükrünü istemektedir.
***
يَوْمَئِذٍ (YaVMaEıÜın) “Ol yevm.”
Yani, her ümmete tanık getirildiği gün… Âhiret günü...
Yukarıda gösteriş için hayır yapanların bile hasenelerinin zayi olmayacağını belirttikten sonra, şimdi âhiret gününden bahsedilmektedir. Orada neden sorulacağı bildirilmektedir.
يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا (YaVadDu elLaÜINa KaFaRUv)
“Küfretmiş olanlar meveddet edeceklerdir.”
Demek ki âhirette hesap verilecek hususlar, riyaen yapılan infak değildir. Evet, böyle bir infakın hayrı olmayacaktır ama zararı da olmayacaktır. Asıl sorguya çekilecekleri husus küfürleridir, yani bile bile hakikati gizlemeleridir. Yalan söylemeleri, bildikleri gerçekleri söyleyenleri tekzib etmeleridir.
Türkiye’de “Adil Düzen”in iyi bir şey olduğunu herkes bilmektedir. Ne var ki, müslim ve gayrimüslim ittifak etmiş, “Adil Düzen”e düşman olmuşlardır.
“Adil Düzen”e müslimlerden düşman olanların düşmanlığı hasetlerindendir. Neden Allah bunları kendilerine değil de başkalarına bildirdi, bunu çekemiyorlar. Hazreti Muhammed aleyhisselâma muasır olan Yahudi ve Hıristiyanlar da bu sebeple iman etmiyorlardı ve kâfirlerdi. Müşrikler ise hakikatin kendi saltanatlarını yıkacağını ve hortumlarını keseceğini anladıkları için bile bile hakikati gizliyorlardı.
Türkiye’de birini bulun ki ‘Ben Adil Düzenin şurasını beğenmedim’ desin ve seninle tartışsın. Bize söz atar ve meclisten hemen kaçar! Bu kadar müslim ve gayrimüslim gazete ve dergi var, televizyon ve radyo var. Biri çıkıp da tartışabiliyor mu? Ne haddine! Onlar bunun gerçekliğini kendi çocukları kadar bilmektedirler. Ama küfretmektedirler. İşte bunlar bir de resule isyan ederlerse, o zaman âhirette tesviye edileceklerdir.
وَعَصَوْا الرَّسُولَ (Vas GaÖaVuv elRaSUvLa) “Ve resule isyan ettiler.”
Resule, başkana isyan ettiler.
Onlar Erbakan’ı Başbakan yaptılar. Sonra da ona isyan edip indirdiler. İndirenler çok iyi biliyorlardı ki, Erbakan doğru söylüyordu, haklı idi. Bunu askeri de biliyordu, sivili de biliyordu. Ama Amerikan sermayesi öyle emretti diye Erbakan’ı indirip isyan ettiler.
İşte âhirette sorulacak ve denecek ki; Menderes’i neden indirdiniz, neden astınız? Size ne kötülük yaptı? Onu yapan askerlere ve sivillere teker teker soracak. Bu Menderes’in veya Erbakan’ın masum olduğu manâsında değildir. Hataları olmasaydı onlar o işleri yapamazlardı. Ama onlar bunun hesabından kurtulamazlar.
Mü’min dünyada hata yapar ve cezasını burada çeker. Âhirette cennete gider. Erbakan böyledir.
Kâfir ise dünyada hata yapar. Bazen cezalanmaz ama âhirete gittiği zaman da cehenneme gider.
Burada “resul” mutlaktır. Başkan anlamındadır. Halkın resulü halkın seçtiği kimsedir. Halkın onu kendisine başkan kıldığı kimsedir. Bu ne kadar kötü olursa olsun isyan edilmez. Hicret olunur.
İsyan edip fitne çıkaranlar bir de kâfir iseler işte onlar tecziye edileceklerdir.
Burada “Ev/Veya” değil “Ve” gelmesi, ikisinin birden işlenmesi hâlinde cezalandırılması gerekir. Yalnız küfür, yalnız isyan buradaki cezalandırmada yoktur.
لَوْ تُسَوَّى بِهِمْ الْأَرْضُ (Lav TuSavVAy BiHiMu eLEaRWu) “Yer onları tesviye etse.”
Yani ölseler, toprağa karışsalar da kemikleri bile bulunamazsa. O kadar sıkıntıya girerler. Ama Allah yarattığı insanı yok etmez. Onu ıslah eder. Onu sıkıntı içinde bırakacaktır, ama yok etmeyecektir.
وَلَا يَكْتُمُونَ اللَّهَ حَدِيثًا (Va LAy YaKTuMUvNa elLAHa XaDIyÇan)
“Allah’tan bir hadisi gizleyemezler.”
“Hadis” söz anlamına geldiği gibi olayın hikâyesi de hadistir. İçini dışını bilecektir. Kimseye zulmedilmeyecek, kimsenin yaptığı kırıntı kadar haksızlık yapılmayacaktır.
Şimdi, Erbakan’ı başbakanlıktan indiren insanları düşünün.
Önce müşterek suçlarda şu kural vardır. Her suçlu ayrı ayrı suç işleselerdi ne ile cezalandırılırlarsa, birlikte işledikleri için o ceza daha da artar. O halde Erbakan’ın başbakanlıktan gitmesini isteyenler, onun temsil ettiği İslâmiyet’e düşmanlıkları nedeniyle gitmesini isteyenler suçludurlar. Sonra ne oldu? Onlara rey veren 50 milyon insan ıstırap çekmiştir, üzülmüştür. Ondan sonra gelen kriz yıllarına sebep olmuşlardır.
Şimdi bunlara verilen sıkıntının toplamı kadar bir sıkıntıyı bir adama yükleyin, işte siz de olsanız yerle bir olmayı istersiniz. Çünkü önünüzde bulunan asırları değil, milyonları üzen olay milyonlarca yıllarla ancak karşılanabilir. Kim böyle bir ıstıraba dayanabilir.
Sonunda insanları küfür ve isyandan korumuştur. Türkiye’nin başına gelen zalim de olsa Allah onu getirmiştir, ona isyan etmeyeceğiz. Beğenmiyorsak ülkeyi terk edip gideceğiz.
Biz bunu Ak Parti iktidarda iken söylemedik; Evren iktidarda iken, Ecevit iktidarda iken söyledik.
Biz her zaman hakkı söyleriz. Kâfir değiliz. İşimize göre konuşmayız, doğru ne ise onu konuşuruz.
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (Yav EayYuHAv elLaÜIyNa EaMaNUv) “Ey îman etmiş olanlar.”
Bu sûre “Ey Nâs” diye başlamıştı. Miras ahkâmından bahsedilmişti. Yetimlerin hukukundan bahsedilmişti. Ondan sonra evlenmelerle ilgili hükümlere geçilmiş ve “Ey îman edenler”le başlamıştı. Sonra ikinci “Ey îman edenler”le, aranızda malları butlan ile yemeyin denmişti. Bu bahiste buhl edenler veya riyaen harcayanlardan bahsettikten sonra, şimdi namaz bahsine gelmiştir.
Burada emredilen toplantıların yapılmasıdır. Daha genel olarak vaktin değerlendirilmesidir. Birinci bölümde çalışmayan kimselerin hukuku anlatılmıştır. İkinci bölümde aile hukuku ortaya konmuştur. Üçüncü bölümde çalışanların hukuku anlatılmıştır. Yani konu hep fert olmuştur. Ferdin korunması olmuştur.
Şimdi de ortak yaşamla ilgili hukuk ortaya konmaktadır. Bu da temizliktir. Bütün fıkıh kitapları başta önce tahareti anlatırlar. İlk nâzil olan sûrelerde ‘elbiseni temizle’ emri verilmiştir. Toplu yaşamanın ana şartı temizliktir. İnsanlar birbirine yaklaştıkça aynı derecede temizliğe riayet etmek zorundadırlar. Yoksa yaşayamazlar. Temizlikten evvel de sarhoş olmamaktır.
لَا تَقْرَبُوا الصَّلَاةَ (LAv TaQRaBUv elöÖAvLAvta) “Salâta takarrub etmeyin.”
Arapların etlerini güneşte pişirmek için kullandıkları kayadaki çukur yere “sılıy” denmektedir. Sonra ateşte pişirme anlamına gelmektedir. Daha sonra binek atlara “salva” denmektedir. “Y” “V”ye dönüşmüştür. Atın üzerine baştan binemezsiniz. Ehlileştirdikten sonra ona eğitim verirsiniz, ondan sonra binebilirsiniz. Çifte koşulan öküzler de hamlıktan çıkarılır. Daha sonraları insanları eğitmek de “salât”ın ismi olmuştur.
“Salât” ilk insanla başlamıştır. İlk farz olan namaz akşam namazıdır.
a) Meyve toplama döneminde herkes sabahleyin işe gider, meyve toplar, akşam namazında meydana gelir, orada akşam namazını kılar ve dağılırlardı. Bu arada değişik meyveleri toplayanlar bunları birbirleriyle değiştirirlerdi. Toplayamayanlara ihsan veya ikraz edilirdi.
b) Avcılık dönemine geçtiklerinde sabah namazı da farz oldu. Sabahleyin toplanır, avcı grupları oluşturur ve değişik semtlere giderlerdi. Akşam üstü geldiklerinde etleri taksim ederlerdi.
c) Çobanlık döneminde öğle vakitlerinde hayvanları suya getirir, birlikte sularlardı. O arada kuyularda suyun birikmesini beklerlerdi. Yahut sulama esnasında kova ile su çekmede yardımlaşırlardı.
d) Tarım döneminde ikindiye kadar meyve toplanır, ikindide meyveler cenderelerde sıkılırdı. Böylece sıkma namazı anlamına ikindi namazı farz oldu.
e) Kentleşmeye geçilip de yazı icat edildikten sonra yatsı namazı da farz olmuştur. Çünkü artık toplu yaşanmaya başlanmıştır. Topluluğu yöneten kanunların birlikte öğrenilmesi gerekmektedir. Yatsı kılınır ve yatılırdı. Daha çobanlık döneminde mağarada dersler yapılıyordu. Ancak bu dersler daha çok çocuklara ve gençlere veriliyordu. Oysa kentleşme döneminde kadın erkek, büyük küçük akşamdan sonra mabede geliyor ve yatsıyı kılıncaya kadar sohbet ediliyordu.
İşte bu zamandan itibaren toplantıya gelmek için belli şartlar geliştirilmiştir. Bunlar namazın şartlarında anlatılmaktadır.
وَأَنْتُمْ سُكَارَى (Va EaNTuM SuKAvRAv) “Siz sekirde iken salâta takarrub etmeyin.”
Siz sarhoş iken toplantıya kalmayın demek olur. Yaklaşmayın demek, toplantının mahalline bile gelmeyin anlamını taşır. Burada “salât” marife olduğu için beş vakit namazdan bahsetmektedir. Yahut da cins isimdir, herhangi bir salâta yaklaşmamak gerekir. Bu ifadede mefhumu muhalefetle başka zaman sarhoş olabilirsiniz anlamı çıkar gibi görünür. Oysa Hanefiler mefhumu muhalefeti kabul etmediğinden, sarhoş eden içki içmenin haram olduğu hükmü çıkaramayız. Dolayısıyla nesh yoktur. Ne sebeple olduğunu ayrıca zikretmiştir. Çünkü burada yaklaşmayınız emrini vermekle bunu da çoğul sığası ile getirmiştir.
O halde sarhoş geleni mescitten uzaklaştırırız. Eğer uzaklaşmak istemezse dayak atarız demektir.
Kur’an’da sarhoşa dayak atılabileceği söylenmiyor. Dolayısıyla evinde içki içene biz karışmayız. Kırda tek başına ormanların içinde içki içene biz karışmayız. Meyhanelerde de içki içene karışmayız. Ama toplu yerde sarhoş olup sarkıntılık yapana dayak atarız.
حَتَّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ (XatTAy TaGLaMUv MAv TaQUvLuNa)
“Ta ki kavlettiğinizi ilmedesiniz.”
Kavlettiğinizi ilmedinceye kadar sarhoş iken salâta yaklaşmayın.
Bu bize akıl hastalarının da namaza getirilmeyeceği ve toplantıya iştirak ettirilmeyeceğini gösterir. Bu bize baygının ve uykuda olanın kıldığı namazın geçerli olmayacağını bildirir. Söylenen sözü anlayamayacak kadar veya söyleyemeyecek kadar sarhoş olan kimse toplantıya katılamaz. Bunun derecesini bugün alkolmetre ile ölçüyorlar. Kur’an’ın ölçü içkisi şaraptır. 500 gram şarabın yaptığı sarhoşluk standart sarhoşluktur. O derece akıl hastası olan mescide getirilmez. Kur’an’ı kıyasla anladığımız zaman onda her şey vardır diyebiliriz.
Hangi derecedeki uykunun namazı veya abdesti bozacağını tesbit için şaraptaki sarhoş etme derecesine bakmamız gerekecektir. Ayrıca zeka testi yapılabilir. Söyleneni anlayıp anlamadığını belirleyen test hazırlanır. Oradan sarhoşluk derecesi için şarabın miktarı da tesbit olunur.
وَلَا جُنُبًا (VaLAv CuNuBan)
“Cenb” yan demektir. “Cunubun” yana atmak manâsına gelir. Erkekte meni gelmesi cünüplük için yeterlidir. Kadının hayız görmesi de böyledir. Cünüp iken namaza yaklaşılmaması, dolayısıyla mescide de gelinmemesi emredilmiş olmaktadır. Hayızlı kadınlara namazın farzının sâkıt olması buradan sabit olmaktadır. Hadislerdeki rivayet öyledir. Bu hususta icma vardır.
“Cunub” kelimesine cinsi ilişki de dahil edilmiştir. Meni gelmese de organın başı ile kapanması yıkanmak için gerekli sebep kabul edilmiştir. Böyle bir durumda ilk boşalma olmaktadır.
إِلَّا عَابِرِي سَبِيلٍ (EılLAv GavBIyRIy SeBıYLın) “Ancak sebilin abiri iken böyle değildir.”
Yani yürür halde iken. Misafir cünüp olursa bekleyip su aramak, bulup yıkanmak durumunda değildir. Teyemmüm eder ve yolculuğa devam eder, konakladığında yıkanır.
“Ubur” etmek, denizin bir yakasından diğer yakasına geçmek demektir.
“Âbiri Sebîl” demek, yola devam ederken demek, konaklama yapmamışken demektir.
Konaklama yerlerinde su bulunmalıdır. Bu istisna yapılmıştır. “Lâ Takrabu/Yaklaşmayın”a istisna getirilerek bundan sonra “Hattâ/Tâ ki” getirilmiştir. Yol üzerinde iseniz, uçakta, arabada iseniz, cünüp olsanız, su da olsa yıkanmanız gerekmez. Teyemmümle yetinirsiniz.
Burada “Âbiri Sebîl”i genel olarak istisna etti. Halbuki bundan sonra seferden ayrıca bahsedecektir. Eskiden kervan yürürken insanların kimseyi bekletmemeleri gerekirdi. Yıkanma dahil, bütün ihtiyaçlar konaklamalarda yapılacaktır.
Şimdi de araçlarda durum böyledir. Kur’an kişilerin her ne sebeple olursa olsun cemaati bekletmemeleri gerektiğini ifade etmektedir. Yola veya işe başlandığında hep birlikte zamanında gelinmesi gerekir. Bu sebepledir ki cemaat için kimse beklenmez. Zamanı gelince biri imam olur ve namaz kılınır.
حَتَّى تَغْتَسِلُوا (XatTAy TaĞTaSiLUv) “Tâ ki gasledesiniz.”
“Gasledince salâta yaklaşırsınız.” denmiş olur. Cünüplükten kurtulma yolu gasldır.
“Gasl” bütün vücuda suyun akıtılmasıdır. İnsan cünüp olduğu zaman yalnız bir yerinde kirlenmiş olmaz. Vücuttan çıkan ter ile bütün vücut kirlenmiş olduğu gibi hormonların boşalması ile tüm bedenin içi de kirlenmiştir. Bedenin dışarıdan yıkanması sadece derinin üzerindeki kirleri almakla kalmaz, derideki gözenekleri de açar. Bir de soğuk su ile yıkanırsanız kan içe çekilir ve içte basınç yükselir. Sonra giyinince içteki kan deriye doğru gelir ve böylece kan hareketinin değişik basınçla çalkalandırması suretiyle bedenin içi ve dışı yıkanılmış olur. Cünüplükten doğan kirlilik içten ve dıştan atılmış olur.
Aslında yıkanma haftada bir gün farzdır, ancak sonra yeri cünüplüğe bağlanmıştır. Nasıl hayız olmayanlar üç ay iddet beklemekte iseler, cünüp olmayanlar da haftada bir yıkanmalıdırlar.
Şimdi cünüp olanlar seferde ne yapmalıdırlar?
وَإِنْ كُنتُمْ مَرْضَى (Va EiN KuNTuM MaRWAy) “Merid iseniz.”
Gasl etme emrini verdikten sonra, mazeret olduğu zaman ne yapılacaktır?
İki ana mazeret kabul edilmiştir. Biri seferdir, biri de marazdır.
“Maraz” bizim elimizde olmayan sebeplerle oluşan mazeretlerdir. Namaz için yıkanma da mazerettir. Böyle kişilerin kendi istekleriyle oluşmamış mazeretler örnek verilmektedir. Bütün durumlarda mazeret buna kıyas edilecektir. İztirar (yani zaruret) hâlinde domuz eti yiyebilirsin denmekte ama iztirarın derecesi belirtilmemektedir. Oysa burada somut örnek verilmektedir. Suyu kullanamayacak kadar hasta olmaktır.
Bunun derecesi nedir? Buna karar verecek olan kişinin kendisidir. Doktorlarla istişare eder. Ondan sonra da kendisi suyun kendisine zarar vereceğini hisseder. İşte o zaman teyemmüm eder.
Bu sebepledir ki biz öyle iş hayatı getiriyoruz ki, kişinin kendisinin ben hastayım veya sağlamım demesi gerekir. Doktor raporu yeterli değildir. Doktor sadece müşavirdir. Önce tedavi vakıflarca karşılıksız yapılır. İnsanlar prim yatırmadan tedavi olur. İşe gidemediği için de kendisine bir ödeme yapılır. Bu ödeme kişinin yeryüzünde olan payına karşılıktır. Kendisine düşen işyerinin kirasıdır. Madem çalışamamaktadır, kira alma hakkı vardır. Çalışıyorsa, o zaman da kira ödeyecektir. Herkese ‘çalışma kredisi’ni veriyoruz. Çalışırsa onu alır ve üründen kira payını verir. Çalışmıyorsa, kira payını alır. Çalışıp çalışmama kararını kişi kendisi verir.
İşte yıkanıp yıkanmamaya da bu şekilde kendisi karar verir.
أَوْ عَلَى سَفَرٍ (EaV GaLAy SaFaRın) “Yahut sefer üzerinde iseniz.”
Burada “Sâfertum” demeyip “Alâ Seferin” olarak ifade etmiştir.
“Sefer” fecirdeki ilk ağarmadır. Yani karanlıktan aydınlığa çıkmadır. Yolculuk da dışarıda yatıp sabah olmayı seyretmedir. Gece dışarıda yatarken rahatsız olursun, üşürsün. Sabahı beklersin Ufuk aydınlanmaya başlayınca hem bedenen hem ruhen büyük ferahlık duyarsın. İşte bu “Alâ” kelimesine dayanarak diyoruz ki, bu herhangi bir yolculuk değil, geceyi dışarıda geçirecek kadar uzak yolculuktur.
Nebi yolculuk yapmış ve belli mesafelerde sefer etmiştir. Başka bir açıklaması yoktur. Müçtehitler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Kimi bir konak mesafe demiş; iki konak, üç konak diyenler de vardır.
Biz bugün misafirliği mesafe ile değil de, yönetimle belirliyoruz. Kişi ilinin dışına çıkacaksa misafir olur. Bucağının dışına çıktıktan sonra sefer başlar. Niyeti ilin dışına çıkmak olmalıdır. Çünkü seferin illeti meşakkat değildir, seferin illeti yabancılıktır. Her bucağın kendi kamu hukuku vardır. Her ilin de bir güvenlik teşkilatı vardır. Yabancı bir ilde bulunan kimseye uygulanacak hukuk farklıdır. Artık misafir hükmündedir.
Burada işaret edilen önemli bir husus vardır. İbadetler iş hayatına veya seyahatlere mâni olmamalıdır. Kimse sefere çıkarsam ne yapacağım diye düşünmemelidir. Belki su bulamam diye dağlara ve ovalara gitmekten kaçınmamalıdır. Mazerettir ve teyemmüm edilerek namazlar kılınır. Bu yalnız namaz için değil; her türlü davranışlarda, her şey kendi içinde çözümlenmelidir. Başka şeylere engel olmamalıdır.
Sefer istekle üretilen mazerettir. O da geçerlidir.
أَوْ (EaV) “Veya”
Burada aslında “Va/Ve” demesi gerekirken, “Ev/Veya” demiştir.
“İçinizden biri heladan gelirse” denmektedir. Burada şuna işaret etmektedir. Sarhoşken namaza yaklaşmayın, cünüpken de veya biriniz heladan gelirse namaza yaklaşmasın. Abdesti bozan hükümlere işaret etmiştir. O zaman bu cümleyi mu’terize olur.
“Ev/Veya” getirilmesinin başka bir sebebi de, hastalıktan sonra yıkanılmalıdır.
Seferden dönünce yıkanılmalıdır.
جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْ الْغَائِطِ “İçinizden biri heladan gelirse”
Hastalık veya yolculuk sebebiyle yıkanamazsanız veya heladan gelirseniz veya kadınlara mes ederseniz diyerek şunu ifade etmektedir. Her ne şekilde olursa olsun, eğer verilen bir görevi yerine getiremiyorsanız, onun yerine remzi bir ameli ikame ediniz, halefini ikame ediniz. Bu görevi yapmak istediğinizi ama imkansızlıktan dolayı yapamadığınızı gösterecektir. Tek başınıza olunuz veya topluca yapınız, değişmez. Tek tip bir halef koyarsınız. Burada “Ev/Veya” kullanmıştır. Sefer ve maraz bir sayılmış, ciet ile lems de bir sayılmıştır.
Şöyle denebilir. Eğer teyemmüm gusül yerine geçiyorsa, abdest yerine evleviyetle geçerdi. Burada bu ifadeyi kullanmada yarar olmazdı. Demek ki bir kimse cünüp olunca abdesti bozulmaz. Bunun pratik manâsı meni pis değildir. Meni sebebiyle abdest bozulmamış olur. Hazreti Peygamber aleyhisselâmdan benzer rivayet vardır. Fıkıhlarda ihtilaflıdır. Bize göre de pis değildir. Çamaşırı yıkamadan namaz kılınır. Hazreti Peygamber silmek suretiyle namazı kılmıştır. Diğerlerinde hep toplu ifade kullanmıştır. Cünüp olursanız denmiştir. Seferde olursanız denmiştir. Bundan sonra da eşlerinizle lems ederseniz denmiştir. Sadece ‘gaitten gelirseniz’ denmemiş de, ‘içinizden biri gaitten gelirse’ denmiştir. Çünkü hela işi sosyal bir olay değildir. Kişiye aittir. Oysa cinsi ilişkiler sosyal olaydır. Toplulukça düzenlenmektedir. Ayrıca her evin kendisine has tuvaleti olması gerektiğine de işaret etmektedir. Bugünkü evlerin inşası bu esasa dayanmaktadır.
Burada önemli bir hususa da işaret etmektedir. Atıklar havaya verilmemeli, suya verilmemeli, toprağa verilmemeli, çukur kazılıp gömülmelidir. Çevre kirliliği ancak böyle önlenebilir. Bugün tuvalet atıkları akarsulara, denizlere ve göllere verilmektedir. Bu hatadır. Demek ki en sağlıklı olan fosseptiktir. Nükleer atıklar ve sanayi atıkları da gömülmelidir. Derinliği gereği kadar olmalıdır.
Görülüyor ki Kur’an’da bir kelime büyük bir düzeni ifade eder.
النِّسَاء أَوْ لَامَسْتُمْ (Ev LaMaSTuMu elNıSAEa) “Yahut da nislarınıza mülamese ederseniz.”
Bu ifadede büyük ihtilaf olmuştur. “Lems” “Mes”den farklıdır. “Lebese”ye benzer, giymek demektir. Aynı zamanda “lems etmek” batırmak anlamındadır. Karşılıklı olması gerekmektedir.
O halde bu ifade Hanefilere göre kadına dokunma değildir. Cinsi ilişkidir. Duhuldür.
Şafiiler ise bunu “Mes” manâsında anlamış ve dokunmayı abdestin bozulması için yeterli görmüşlerdir.
Hanefiler bunlara karşı, mecaz ifade artık hakikate delâlet etmez. Eğer bunu hakikat olarak anlarsak, meni gelmeden yapılan ilişkiler için yıkanmanın gerekmemesi gerekir. Bizim görüşümüz de Hanefilerin görüşü gibidir. Zaten mufaale bâbı ve lems kelimesinin çoğul olarak kullanılması buna delâlet eder.
Sığada mugayeret mevzuda da mugayereti gerektirir. Ehadından tüme geçmiş olması, farklı konudan bahsedilmesi demektir. Biri abdest ise diğeri gusüldür. Her ikisinin yerine aynı teyemmüm geçmektedir.
“Evlere giriniz” derseniz, herkes kendi evine girsin demek olur. “Eve girin” derseniz, ortak bir eve girin demek olur. Arapçada bir de “Udhulu’l-buyûte lekum/ Size ait evlere girin” şeklinde ifade vardır. Bu takdirde bütün evler ve muhataplar ortak olur. Burada herkesin kendi eşi ile lems etmesi sözkonusudur.
فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً (FaLaM TaCıDUv MAEan) “Maı vecd edemezseniz.”
Buradaki “Fa” şartın cevabı olan “Fa” değildir. Ona atfedilen “Fa”dır. Şartları açıklamaktadır.
Hangi şartla olursa olsun, ister sizin iradeniz olmadan bir mazeret çıkarsa, ister sizin iradenizle mazeretli durum olursa, ister abdestsiz olduğunuz için, ister cünüp olduğunuz için olsun, yıkanmanız gerekirse bu şartlar altında suya da gücünüz yetmezse, teyemmüm edeceksiniz.
Burada “su yoksa” denmemiş de, “suyu vecd edemezseniz” diyor.
Arapçada “bulmak” anlamında olan “vecd” kelimesi aynı zamanda “gücü yetmek” manâsını da taşır. Güç “Vucd” olarak ifade ediliyor. Büyük bir nehir aksa, siz onu görseniz ama ona ulaşamazsanız, vecd etmiş olmazsınız. İnsan yolda suyu vecd edemez. Ancak ona varabildiği, onu kullandığı zaman vecd edebilir.
Suyun mevcut olması yeterli değildir. İçme suyu olan kimse onu abdest için kullanamayacağına göre vecd etmiş değildir. Acaba para ile aldığı su ile yıkanma zorunluluğu var mıdır? Yoksa teyemmüm mü etmelidir? Normal su parasının dışında fahiş bir bedel verme, mesela içme suyu alıp da yıkanma durumu yoktur.
فَتَيَمَّمُوا (Fa TaYamMaMUv) “Teyemmüm ediniz.”
Buradaki “Fa” “İn”in yani şartiyenin cevabıdır. Abdest almak veya gusül yapmak yerine teyemmüm ediniz. “Yememe” imadan oluşmuş bir kelimedir. “Îmâ” işaret etmek demektir. “Ememe” de işaret anlamındadır, “Yememe” de. Fiilin yerine onu hatırlatan bir şey konmaktadır. Abdest veya gusül yerine geçecek bir yakın hareket geçmektedir.
Burada çok önemli bir kaide getirilmiştir. Eğer yapılacak şeyi yerine getiremiyorsanız, onun yerine geçen halefini koyarsınız. Halef bazen aslının fonksiyonunu yapmamış olur, ama siz yine de onu yaparsınız.
Bunun yararı nedir? Bunun yararı, siz fiilen yapamadınız ama kalben yaptınız demektir. Secdeye varamadığınız zaman sadece eğilmek de secde yerine geçer.
Mesela, kadınlar başlarını baskıdan dolayı örtemiyorlarsa ne yapacaklar? Boyunlarına eşarp takıp başı açık olarak gidecekleri yere katılacaklardır. Bu onların başlarını fiilen örtemedikleri halde kalben örttüklerini ifade edecektir.
Vize ve başka engellerden dolayı Kâbe’ye gidemiyorsak, sınıra kadar gideceğiz. Bir yerden vize almadan gideceğiz. Bizi sınırdan geçirmeyecekler. O zaman hasr olunmuş oluyoruz, gidişimiz engellenmiştir. Kurbanı gönderebilirsek göndereceğiz. Kurbanın kesilmesi gününe kadar bekleyeceğiz. Orada kurban kesildiğinde, bulunduğumuz yerde vakfe yapacak, ileri geri giderek Kâbe’yi dolaşıyormuş gibi niyet edip geri döneceğiz. Vize uygulanan bir ülkede yapılan Hacılık kabul olmaz. Bütün İslâm âlemi böyle yapacaktır. Böyle yaparsak, sonunda Suud Krallığı Mekke’ye geleceklere vize uygulamaktan vazgeçer.
Kimileri ahkâm kesip diyebilir ki; -Vize uygulamadan düzensizlik olmaz mı? Orası ne duruma düşer.
O zaman Allah bilmiyormuş da âyete “Biİzni Emiri Mekke” cümlesini ekleyememiş demektir!..
Fıkıhta hikmetle hükümler konamaz. Kur’an ne söylüyorsa onun üzerinde içtihat yapılır. Hikmetle değil, illetle içtihat yapılıp hükümler konur.
Bize göre, Mekke’nin çevresinde bugün çöl olan yerlerde dünyadaki yüze yakın ülke için birer ilçe kuracak yerler verilir. Hacılar önce oraya gelip yerleşirler. Arafe günü Arafat’a gidilir. Burada bir sınırlama yoktur. Nasıl namazda cemaat ne kadar büyürse büyüsün saf kopmadıkça geçerlidir. Vakfede duruş kopma olmamak şartı ile istenildiği kadar büyür. O halde Arafat’a herkes kolayca sığar. Tavafta farz ve vacip olan Kâbe’nin çevresinde dolaşmadır. Araçla dolaşılabilir. İnsanlar kuyruğa girer ve tavafa devam ederler. Tavaf için son vakit yoktur, ömrünün sonuna kadar tavaf edilebilir.
O halde her ne olursa olsun, Kâbe’ye gelen eman yani güven içinde olur. Orada silah taşımak yasaklanabilir. Mikat’tan geçerken silah kontrolünü elektronik cihazlar yapar ve girerler. Orada oranın zaptiyeleri bile silah taşımazlar. Zaten her cemaat kendi kafilesinin güvenliğini kendileri taşıyacaktır. Oranın sahibi herhangi bir hükümet değildir.
Demek ki asıl olmadığı zaman halef yerine geçer.
صَعِيدًا طَيِّبًا (ÖaGıDan OayYıBan) “Tayyib said teyemmüm edin.”
“Saud” yokuş demektir. Yağmur suyunun yıkadığı temiz toprağa “Saud” denmektedir.
Toprak temiz olacaktır. Burada su yerine toprak ikame edilmiştir. Toprağın da temizleme özelliği vardır. Bugün bulaşık ve çamaşır suları said ve tayyibdir. Organik toprak olmamalıdır. Genel olarak bunda sıkıntı çekilebilir. O takdirde elbise tozu da saiden tayyiben yerine geçebilir.
Ama asıl istenen böyle organik olmayan temiz toprak ile eli ve yüzü sıvazlamaktır. Bu bize toprakla temizlemenin de meşruiyetini ortaya koyuyor.
Suya olan ihtiyaç ise suyun soğutma özelliği vardır. Toprakta bu yoktur. Yerdeki pislikleri toprak alabilir. Çamur banyolarının sağlık için önemli olduğu bilinmektedir. Bu durum bize halefiyet müessesesinin nasıl çalışacağını da öğretmektedir. Hep teyemmüme ve toprağa benzetmemiz gerekir.
فَامْسَحُوا (FaMSaXUv) “Meshediniz.”
Buradaki “Fa” tafsiliye fasıdır. Teyemmümü tanımlamaktadır. “Gasl”, suyu döküp üzerinden akıtmadır. “Mesh” ise el ile üzerinde dolaştırmadır. Sadece dokunmak değildir. Abdestteki mesh ile buradaki mesh aynı şekilde kullanılmıştır. Başınızı elinizle meshedin diyeceğine, başınızla meshedin denmiştir. Onun için Hanefiler ve Şafiiler başın tamamını mesh etmeye gerek görmezler. Şafiiler elle dokunmayı yeterli sayarlar. Hanefiler el ayası kadar yer yeterlidir derler. Malikiler ise başın tamamını meshederler. Biz orada şöyle tefsir ediyoruz.
Eğer baş açık ise bütün baş meshedilmelidir. Baş örtülü ise o zaman Şafiilerin meshini yeterli görüyoruz. Ön tarafı açıksa, o zaman Hanefi mezhebinin görüşünü uygun buluyoruz.
Acaba teyemmümdeki mesh nasıldır?
وَأَيْدِيكُمْ بِوُجُوهِكُم (Bi VuCUvHıKuM Va EYDıYKum)
“Vecihlerinizle ve yedlerinizle meshedin.”
“Vecih” başta bulunan tüysüz kısımdır. Bunun devamlı açık olması gerekir. Dolayısıyla buraların günde beş defa yıkanması gerekir. Abdest uzuvlarının yıkanılmasının illeti açıklıktır. Devamlı toz toprakla karşı karşıyadır. Burada “Bi Vucuhiküm” kullanılmasını başın meshine kıyas ederek izah edebiliriz.
Eğer temiz iyi toprak bulunmuş ise bütün yüzün mesh edilmesinde yarar vardır. Ama eğer temiz toprağı bulamadıksa, sadece elbise benzeri yerlerin tozu ile yetiniyorsak, bunun istiabında bir yarar olmadığı için o zaman sadece işaret yeterlidir. Bir de buradaki “Bi” hem veche hem de yede (yani ele) gitmektedir. Eller yalnız dirseklere kadar mesh edileceği için “Bi” getirilmiştir. Yoksa omuzlara kadar mesh etmemiz gerekir.
Yıkanırken kulaklar da yıkanacak yahut mesh edilecektir. Çünkü tüysüzdür. Oysa teyemmümde kulaklar mesh edilmeyecektir. Onun için Hanefiler başa meshten burasını ayrı istiab gerekir derler.
Hanefilerin buna başka gerekçeleri de vardır. O da her tahfif yarılama sistemi ile olur. Burada dört uzuvdan yalnız ikisinin meshi istenmiştir. Böylece tahfif yapılmıştır. Bir daha onu sadece dokunmaya indirdiğimiz zaman yarılama sistemi bozulmuş olur.
Bu istidlallerine tamamen katılmakla beraber, “Bi” harfinin izahı bununla yapılamaz. Biz “Bi” harfinin izahını yüzde kulakların istisnası ile yapıyoruz. Ellerde ise dirseklere kadarla yetiniyoruz. Çünkü “İle’l-Merafiki” kelimesi burada yoktur. Böylece Hanefilerin yarılama usulünü de Kur’an bozmamış olur.
إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا(43) (EınNa elLAHa KavNa GaFuvVan ĞaFUvRan)
“Afvetmek” demek, suçu ortadan kaldırmak, işlenmemiş kabul etmek demektir.
“Gafur” ise suçu kapatmak, cezasını vermemek demektir. Ama sicilinde durmaktadır.
Bu tür halefiyette halef aslın yerine geçecek midir, yoksa asla geçici vekalet mi edecektir? Yani afv mı olacak, istiğfar mı olacaktır? Hem afv hem de istiğfar mı olacaktır? Şöyle ki, teyemmümle kılınan namazlar, abdestle kılınan namazlar gibi olacaktır. Bu yönüyle asıl halefin aynısıdır. Burada afv vardır. Ama abdest aldıktan veya guslettikten sonra su bulunursa artık teyemmüm abdesti bozulmuş olacaktır. Geçersiz olacaktır. Yıkanma da öyledir. Dolayısıyla burada gafur olma durumu vardır.
“Afv” ve “Gafur”un nekire gelmesi, hükümlerin genel olarak alınmasıdır. Yani bütün halefiyetlerle ilgili olup, devlet uygulamasında da aynı şekilde yapılacağını bize bildirmektedir.
Devlet vakıfları ile vatandaşını tedavi etmekle yükümlüdür. Bunu hastanın evine doktoru göndererek yapacaktır. Ancak evde tedavisi mümkün olmadığı zaman, masrafları devlete ait olmak üzere hastaneye alabilir. Burada devlet bu mükellefiyeti yerine getirmemekle afv edilmiştir. Ancak eğer hasta evde tedavi edilecek duruma gelirse o zaman evine götürülmelidir. Tedavisini orada yapmalıdır. Nasılsa geldi, artık kalsın diyemez. İşte burada topluluk doktoru hem affetmekte, hem de mağfiret etmektedir.
***
Görülüyor ki, biz Kur’an’dan hükümler istidlâl ederken ne sünnete, ne de icmalara dayanarak istidlâl yapmıyoruz. Sünnet ve icmalara dayanılarak oluşturulmuş Arapçanın kurallarını fıkıh içinde kullanarak istidlâl yapıyoruz. Fıkhı okuyanlar, Kur’an’ı okuyanlar, fıkıhta Kur’an’da olmayan pek çok şey olduğunu sanırlar. Ama Kur’an’ı tefsir ederken görürler ki, sünnette, icmada ve fıkıhta olan bütün çözümler Kur’an’da vardır. Çoğu doğrudur. Bu neyi gösterir. Kur’an’ın Allah sözü olduğunu gösterir. Sünnet ve icmaların da ilâhi delil olduğunu gösterir. En önemlisi, fıkıh usûlü ilminin de ilâhi talimle oluştuğunu gösterir.
Bizi daha da teyid eden şey, müsbet ilmin verilerinin de bu şeriatı teyid etmesidir.
İşte müstakim sırât budur. Ve bu tek sırâttır. Başka bir yol yoktur. Mezhepler o yol içinde birer şerittir.
Bu şeridin içine Tevrat, İncil, Zebur ve Budistlerin Furkan’ı da dahildir.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 294. SEMİNER Yorum-124 İstanbul, 04 Mart 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
“DEMOKRASİ” yani “ŞERİAT”
Demokrasi, halkın kendi kendilerini yönetmesidir. Yönetme iktidara dayanır. Eğer gücünüz yoksa yönetemezsiniz. Halkın kendi kendisini yönetmesi için güçlü olması gerekir. Başkasının gücü ile iktidar olunamaz. Kimin gücü ile iktidar olursanız, siz değil o iktidar olmuş olur. Böyle olunca dünyada demokrasi yoktur. ABD’de sermayenin gücü vardır. Sovyetler’de sermayenin desteklediği komünist partinin gücü vardı. Türkiye’de ise ordunun gücü ile demokrasi gelmiştir.
Bu durumda demek ki Türkiye’de demokrasi yoktur, olamaz. Çünkü iktidar halkta değil, ordudadır. Bugün ülkeyi AK Parti yönetiyor, çünkü ordu destekliyor. Ordu desteğini çekse, üç gün sonra AK Parti yoktur.
Önce şunu belirtelim ki, “demokrasi” Avrupa dillerinde “şeriat” anlamındadır.
Önce şeriatı tarif edelim. Şeriat, halkın kendi içtihat ve icmaları ile yaşaması demektir. Halk sözleşmelere dayalı olarak yaşayacak. Ama sözleşmeleri kendisi yorumlayıp uygulayacak. Kimse müdahale etmeyecek, kimseden izin alınmayacak. İhtilaflar hakemlerden oluşan yargıda çözülecek. Halk ‘dayanışma ortaklıkları’ olan akileleri kuracak ve güvenliğini bunlar sağlayacak, orduları bunlar oluşturacaktır. Demokrasi teorisi olmamakla beraber, tanımı halkın kendi kendilerini yönetmesi demektir. “Demos” halk demektir. “Krasi” kreate yapmak yani yaratmak anlamındadır. Halkın kendi içtihatları ile hareket etmesi demektir. Halkın kendi içtihatları ile amel etmesi anlamındadır. Şeriatın taşıdığı benzer manâyı taşır.
“İslam şeriatı” demek, “barış demokrasisi” demektir. Böyle bir yönetimin, yani şeriatın tesis edilebilmesi için halkın güçlü olması gerekir. Peki, halk nasıl güçlü olacaktır?
a) Her şeyden önce halk kendi geçimini kendisi temin etmelidir. Tam liberal ekonomi olmalıdır. Kimse kimsenin işçisi olmak durumunda olmamalıdır. İşte bunun içindir ki şeriatı istiyorsak, demokrasiyi istiyorsak, İstanbul esnafı bağımsız bir ekonomiye ulaşmalıdırır.
b) Kişiler bağımsız olduktan sonra örgütlenmelidirler. Kendi istekleri ve arzuları ile teşkilatlanmalıdırlar. Bu teşkilat nedir? Önce ortaklıklar kurmalıdırlar; küçük küçük ortaklıklar kurmalıdırlar. Çünkü büyük ortaklık bu sefer halkın elinden yönetimi alır. İnsanlar ortaklıklara kolayca girmelidirler, kolayca çıkmalıdırlar. Ekseriyet demokrasisi yerine “hicret demokrasisi”ni getirmeliyiz. Yani, vatandaş oyunu o topluluktan ayrılıp diğer topluluğa katılmak şeklinde kullanmalı ve sorunu böyle çözmelidir.
c) Sosyal dayanışma içine girmeliyiz. Sosyal Sigortalar Kurumu’na kendimiz bağlandığımızda, demokrasiden ve şeriattan o zaman vazgeçmiş oluruz. Çünkü hayatımız merkezî yönetime teslim edilmiş olur. Bu sistemin tam tersine, biz kendi aramızda “dayanışma ortaklıkları”nı kurup malımızı, canımızı, işimizi ve hukukumuzu sigorta etmeliyiz. Şeriat veya demokrasi böyle gelebilir.
d) “Genel Hizmet Kooperatifleri” kurmalıyız. Ortak işlerimizi o kooperatiflere yaptırmalıyız. Onlar da tek ve büyük olmamalı; çok sayıda ve küçük olmalıdır. Halk ve işletmeler istediklerinde hizmetlilerini değiştirmelidir. Bu kooperatiflerde kendimizi eğitmeliyiz.
Biz güçlendikten sonradır ki ordumuzu biz destekleriz. Ordu IMF borçlanması ile silah almak zorunda olmaz. O zaman ordumuz Türk Halkının güven kaynağı olur, demokrasi yani şeriat ülkemize gelir. Dünyada olmayan bir şeyi yaparız. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının istediği yere ulaşırız; muasır medeniyetin fevkine çıkarız.
Adil Düzen Çalışmalarına katılan Selahattin ve Yaşar beylerden artık harekete geçmelerini bekliyorum. Bilsinler ki, onlar çok, çok güçlüdürler. Çünkü onların arkasında Allah vardır. Allah’tan daha güçlü kimse yoktur. Kendilerine değil, imanlarına güvensinler. “İnanıyorsanız üstünsünüz.”
Demokrasiyi, yani şeriatı getirmek fantezi bir şey değildir. Yeryüzünde demokrasiyi, şeriatı, bizim deyimimizle “Adil Düzen”i getiren topluluklar var olacaklar, diğerleri helâk olup gideceklerdir.
Bunu getirmek için çalışanlar kurtulacak, diğerleri helâk olacaklardır. Allah yolunda çalışanlar için Allah çalışır. Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.
Bunlar Kur’an’ın sözlerindendir. Göreceksiniz, siz birer adım atın, Allah size onar adım attıracaktır.
Artık İstanbul esnafının örgütlenmesine katkıda bulunun…
Allah bize ilim verdi... Size de iş yapma imkanı verdi…
Allah yolunda bunları birleştirmek zorundayız…
Allah bu yolda yâr ve yardımcımız olsun…
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 294. SEMİNER Yorum-124 İstanbul, 04 Mart 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
Dünya ABD’den neden nefret ediyor?
Tarihte büyük imparatorluklar kurulmuştur. At ve deveden başka ulaşım imkanının olmadığı, haberleşmenin posta tatarları ile yapıldığı bir dünyada şaşılacak şekilde büyük imparatorluklar kurulmuştur. Bunların bir kısmı ömürlerini bin yıllara kadar götürmüşlerdir. Bu imparatorlukların dayandığı temel ilke şudur. Girdikleri ülkelere güven getirirler, adalet getirirler. Buna karşı halktan verebilecekleri makul vergi alırlar. Halk güçlü ve adil bir yönetimden memnun olur, kendi dünyasını yaşardı. Bazen hakim olan imparatorluk kendini halkına kabul ettirir ve şöyle yapardı. Eğer halkın içinde bir din yayılmışsa devlet de onu destekler ve artık halk onun dinini kabul eder. Cermenler Roma’yı yıktılar ama Hıristiyan oldular. Moğollar Abbasileri yıktılar ama sonra Müslüman oldular. Kuzey Afrika halkı zorlanmadan Müslüman oldu.
Bundan 500 sene önce yeryüzünün tek kutuplu süper devleti vardı, o da Osmanlı İmparatorluğu idi. Son iki üç asırda Osmanlılara karşı Avusturya İmparatorluğu ortaya çıktı, Rusya ortaya çıktı, İngiltere ortaya çıktı. 19. asırda devleti muazzama adı altında Fransa ve Almanya da katıldı. 20. yüzyılda ise Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği kısa zamanda hakim oldular.
Bugün dünyada dört büyük güç vardır. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Çin, Rusya (ve henüz devreye girmeyen beşinci güç Hindistan). Fransa ve Almanya’nın uzlaşması ile Avrupa Birliği süper güç olmaya devam etmektedir. Bunların içinden dünyada sevilen tek topluluk Avrupa Birliği’dir. Ustalıkla yaptığı siyaset sayesinde dünya Avrupa Birliği’ne girmek istemektedir. Dünya Avrupa Birliği’ne karşı iyi hislerle doludur.
Dünyada en sevilmeyen güç, kendisini tek kutuplu süper güç ilan eden ABD’dir. Dünya halkları ABD’yi sevmiyor. Nefret ediyor. Biz İslâm âlemi içinde yaşıyoruz ve ABD yönetiminden nefret ediyoruz. Eski Sovyet halklarının en nefret ettiği yönetim ABD yönetimidir. ABD Almanya ve Avrupa’da da sevilmiyor. Ne acayiptir ki, basın hep ABD’yi tuttuğu halde, yine de sevmiyor. Oysa ABD kendisini rahatlıkla sevdirebilir.
ABD NİÇİN SEVİLMİYOR?
a) ABD, CIA teşkilatını kurmuş, dünya ülkelerindeki yerli gizli istihbarat örgütleri ile işbirliği yaparak devletlere kendi halklarını ezdiriyor. Ezilen halk kendi devletlerine düşman olmuyor da, kendi devletini o hâle sokan ABD’den nefret ediyor. Oysa ABD bunu yaparken devletleri ile halklarını birbirlerine düşman etmek için dunları yaptırıyordu.
b) ABD, CIA’yı dengelemek için MAFYA teşkilatı kurmuş ve bu teşkilatı ulusal mafyalarla işbirliği içinde dünyayı esrarkeş yapmaktadır. Rüşvetçi yapmakta, uyuşturucu müptelası yapmakta, bütün dünyada terör estirmektedir. Dünya halkları bunları bilmektedir. Dolayısıyla, bu yaptıkları sebebiyle ABD’den nefret ediyor.
c) ABD dolar ile dünyayı haraca bağlamıştır. Faiz belasıyla dünyayı ekonomik krizler içinde yaşatmaktadır. IMF dayatmaları sonunda dünyada oluşan krizleri ve felaketleri dünya ülkeleri ABD’den bilmekte ve bundan dolayı ondan nefret etmektedir.
d) ABD silah ticareti yapmak için zaman zaman savaşlar çıkarmakta, hiç acımadan dünyayı kana boyamakta ve milyonlarca insanın ölmesine, yaralanmasına, sakat kalmasına ve çeşitli sıkıntılar çekmesine sebebiyet vermektedir. Savaşların müsebbibi olduğu için insanlar ABD’den nefret etmektedir.
Artık bütün dünya öğrenmiştir ki, 500 yıldan beri sürüp gelen dine, ırka, rejimlere, sömürmeye dayanan çatışmaların ana kaynağı dünyaya hakim olan Yahudi sermayesidir ve bu sermaye ABD’de yuvalanmış bulunmaktadır. Bugün iki yüz kadar aileden oluşan bu süper patronlar, yalnız Müslümanlara veya Hıristiyanlara zulmetmiyorlar, dünyadaki bütün insanlarla beraber, İsrail’deki Yahudileri de ateş içinde yaşatıyorlar. Irak’ta yalnız Iraklılar ölmüyor; aynı zamanda ABD askerleri de ölüyor… Afganistan’da yalnız Afganistanlılar ölmüyor; aynı zamanda ABD askerleri de ölüyor…
Gelişen dünyada ulaşım, haberleşme, eğitim ve ekonomik ilişkiler insanların gözlerini açmakta ve gerçekleri görmelerini sağlamaktadır. Bütün bunların, bütün bu savaş ve çatışmaların, görülen veya görülmeyen bütün kötülüklerin sömürü sermayesinin şenaati olduğunu artık bilmeyen kalmadı…
Dolayısıyla ABD müsterih olsun. Artık insanlar ABD halkından nefret etmiyor, İsrail oğullarından nefret etmiyor, Yahudi olanlardan nefret etmiyor. Ama sadece dünyaya değil, bu saydıklarıma da zulmeden bir avuç sermayenin zulmünden nefret ediyor. Ömürleri dolmuştur. Hakimiyetlerini bir gecede kaybedeceklerdir. Elbet ABD yönetimi de bir gün bu gidişata yani onlara ‘dur’ diyecek ve ABD halkı da bu zulümden kurtulacaktır.
ABD halkının geçmişinde çok kötü lekeler vardır; Kızılderili soykırımı, zenci esareti, köle savaşları ve son yıllarda dünyada çıkardığı savaşlar. ABD’nin dünyaya büyük hizmetleri vardır. Çağımız dünyasına ilk olarak gerçek demokrasi ve lâikliği getiren ülke ABD’dir. Fransa ve Avrupa’da din düşmanlığına dayanan bir demokrasi getirilmek istenmiştir. Oysa ABD’de dine dayalı demokrasi, yani gerçek demokrasi gelmiştir. İlmî buluşlarda fazla etkileri olmasa da, büyük teknoloji yeryüzüne ABD’den yayılmıştır. Uzay ABD tarafından fethedilmiştir. Bilgisayar teknolojisine ABD sayesinde ulaşılmıştır. Müstemlekeciliğe ABD son vermiş ve dünya tek pazar olmuştur. “BM/Birleşmiş Milletler” kavramını ABD geliştirmiş ve kendi çapında uygulamıştır.
Uygarlık tarihinde büyük etkileri olan ABD için duamız; sömürü sermayenin organı olmaktan çıkmasıdır.
Sermaye için de duamız; sömürü sermayesi ve faizli karşılıksız para ekonomisinden vazgeçip, barış içinde insanlığa ekonomi ve ilimde müsbet yönde hizmet etmeye devam etmesidir. Dünyaya korkutarak değil, sevdirerek hizmet edip yönetsinler.
Yoksa, ‘ABD aleyhtarı neşriyatı susturun’ talimatı, yarayı kaşımaktan başka bir şey değildir.
Türkiye’de milyonları aşan tiraja sahip gazetelerden, tirajı on bini bulmayan gazetelere kadar ABD aleyhinde yazı bulursunuz. Onun dışında bütün medya ABD lehine neşriyat yapmaktadır. Yapmayan da hapishanelere gitmekte veya iflas etmektedir. Ama bütün bu taraflı yayınlar ABD’yi sevdirmiyor, nefret ettiriyor; hattâ halk o medyaları çok iyi tanıdığı için daha çok nefret ettiriyor.
İşte ABD’nin sonunu bu tehditler getirecektir.
Korkutma savaşta olur. Ondan sonar biter. Hele Türk milleti tehditlere hiç pabuç bırakmaz, asla tehdit edilmeye gelmez. Israrla tehdit edilirse, varolan sevgi ve dostluğu da, nefret ve düşmanlığa dönüşür. Biz Yunanlıları yendik. Ondan sonra hiç onları korkuttuğumuz oldu mu? O zamandan beri barış içinde yaşıyoruz. Hiç İstanbul’daki Rumları rahatsız ettik mi? Yunalıların Batı Trakya’da, Ege adalarında, 12 adada, Kıbrıs’ta yaptıklarına karşılık, Türk halkı Yunanlılara saldırdı mı? Hayır. Çünkü biz büyük devlet ve milletiz. On milyonu ya da bir İstanbul’u bile bulmayan Yunanistan yönetiminin yöneticileri çocukça veya aptalca iş yapabilirler ama biz büyüklüğümüzü koruruz. ABD de haddini bilsin, biraz bizden, Türklerden, Türkiye’den ve imparatorluğumuzun bize verdiği mirastan ders alsın. Aksi halde, bize zarar vermekle beraber, asıl büyük zararı kendisi görür.
Dünya tarihinde Türklerin nefretini kazanan hiçbir güç bunun yararını görmemiştir. Ama Türklerin sevgi ve saygısını kazananlar daima bunu yararını görmüşlerdir. ABD’yi yönetenler, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada yaygınlaşan nefretin sebeplerini karşı taraftan ziyade kendilerinde arasınlar.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92