ADİL DÜZEN 295
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 11-14 Mart 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 295. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
* TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 20.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol, Lütfi Hocaoğlu ve ………..… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır.
Hedefimiz; bu “Seminer Notları”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. SÜLEYMAN KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 20
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا نَصِيبًا مِنْ الْكِتَابِ يَشْتَرُونَ الضَّلَالَةَ وَيُرِيدُونَ أَنْ تَضِلُّوا السَّبِيلَ(44) وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِأَعْدَائِكُمْ وَكَفَى بِاللَّهِ وَلِيًّا وَكَفَى بِاللَّهِ نَصِيرًا(45)
مِنْ الَّذِينَ هَادُوا يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ وَرَاعِنَا لَيًّا بِأَلْسِنَتِهِمْ وَطَعْنًا فِي الدِّينِ وَلَوْ أَنَّهُمْ قَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَاسْمَعْ وَانظُرْنَا لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَأَقْوَمَ وَلَكِنْ لَعَنَهُمْ اللَّهُ بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ إِلَّا قَلِيلًا(46)
أَلَمْ تَرَ (EaLaM TaRa) “Rey etmedin mi?”
“Raye” bayrak demektir. Ona bakanlar orasının kime ait olduğunu hemen görürler. Bundan dolayı “Rey” kelimesi ile akrabalığı vardır. Herkesin kolayca anlayıp kavradığı bilgiyi rey etmedin mi denir. Daha çok gözle görülen şey için denir. Bilmedin mi, zikretmedin mi gibi kelimelerle görülmeden bilinen bilgiler anlatılır. Sana bunun nebei (haberi) gelmedi mi gibi ifadeler kullanılır.
Allah bir anda herkesle ayrı ayrı konularda görüşme yapan kimsedir. Kur’an da Allah’ın kelamıdır. Herkese ve her topluluğa ayrı ayrı bir anda hitap eder. Yahut asırlar boyu farklı manâlar anlaşılır.
Burada müfret (tekil) olarak da hitap ediyor. Çünkü bu gerçekleri herkes kendisi kendi başına görebilir.
إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا نَصِيبًا مِنْ الْكِتَابِ (EiLay elLaÜIyNa EUvTUv NaWIyBan MıNa eLKıTABı)
“Kendilerine kitabdan nasib verilen kimselere bakmadın mı?”
Burada “Ellezîne” ile gelmiştir. Kendilerine “Kitab” verilen kimseler kimlerdir?
Hem Kitab bellidir, hem de Kitab verilen kimseler bellidir. Kimlerdir bunlar?
Bunlar herkes için değişir. Karşına çıkan böyle olan gruplardır. Hattâ yarın aynı kişiye başka gruplar çıkabilir. Çünkü Kur’an her an herkese onu okuduğu zaman yeniden nâzil olmaktadır. Dikkat edilirse, işte bu sebepten dolayı her secde âyetini okuduğumuzda o anda secde etmekle mükellefiz.
Demek ki, her okuyuşumuzda Allah bize yeniden emretmektedir. Eğer eskiden emredilen olsaydı, bir defa secde eder orada kalırdık. Hattâ bize secde etmek gerekmezdi. Çünkü emir bize değil, peygambere olurdu.
“Ellezîne” erkek kurallı çoğuldur, onların bu işleri örgütlenerek yaptıklarını bize bildirmektedir.
“Nasip” pay demektir. Nekire (yani belirsiz) gelmiştir. Çünkü Kitab’ın tamamını değil de, kısmen bir şeyler anlamışlardır. Nekire gelmesinden anlıyoruz ki, her topluluğa düşen pay farklıdır. Herkes Kitap’tan farklı kısımları anlar. Zaten bundan sonra gelen “Min” harfi de buna delâlet eder. Teb’iz içindir. Bir şey anlayanlar demektir.
“Kitab” marifedir (yani belirlidir). Cins isim olabilir. Karşı tarafın anladığı Kitab anlamına gelebilir. İnsanlar kendilerinin benimsediği Kitap’tan bir şey anlamışlarsa, onlar Kitap’tan nasibi olanlardır.
Bu manâda anlarsak, buna Marx’ın Kapital kitabı da girer, Mustafa Kemal’in Nutuk kitabı da girer, Anayasamız da girer; tabii ki Tevrat, İncil ve Furkan (Budistlerin kitabı) da girer.
Ancak Kur’an genel olarak kelimeleri kendi tanımladığı özel manâlarda kullanır.
Ehl-i Kitab, herhangi şeriatı olan topluluk demektir. Kitab aynı zamanda kanundur. Suhuf, bugün bizim kitab dediğimiz şeydir. Kendilerine kitab verilenler, Tevrat, Furkan, İncil ve Kur’an ehli olanlardır. Yani, tek tanrıya inanıp O’nun insanlara elçiler gönderdiğine inanan kimselerdir.
Kimilerinin kafasına göre sadece Hıristiyan ve Yahudiler kastedilmektedir şeklindedir. Böylece kendilerini muhatap almak istememişlerdir. Bize göre bugün Diyanet İşleri Başkanlığı’nda hizmet veren kimselerdir. Ehli tarikat olanlardır. Risale-i Nur şakirtleridir. Millî Görüşçülerdir. Bunlar Kitap’tan yani Kur’an’dan nasibi olan kimselerdir. İkinci derecede Yahudilere ve Hıristiyanlara hitap eder. Ondan sonra bütün her kitabı, kanunu, şeriatı olanlara hitap etmektedir.
يَشْتَرُونَ الضَّلَالَةَ (YaŞTaRUvNa elWaLALaTa) “Dalâleti iştira ediyorlar.”
Şaşkınlığı satın alıyorlar.
Kur’an’ın dışında her kitapta hata vardır. Çünkü diğer ilâhi kitapların asılları yoktur.
Kur’an’da da müteşabih âyetler vardır. Kendisi Allah’ın tahrif edilmemiş kitabı olduğu için kendisinde hata yoktur, ama bizim onu anlamada hata ve eksikliğimiz vardır. Ancak hemen hemen her kitapta, en saçma ve en kötü kitapta bile iyi yerler vardır. Onun için Allah bize her söze kulak vermemizi, ondan sonra o sözlerin içinden en iyisini bulup ona uyulmasını emretmektedir. Oysa insanlar kendi çıkarlarını öyle zannettiklerinden dolayı kitapların içinde yanlışları ve kötüleri seçip onunla amel ediyorlar. Kitaba uyma yerine, kitabı kendilerine uyduruyorlar. İşte Allah bunu “dalaletin iştira edildiği” ifadesiyle kullanıyor.
Oturursunuz ve anlatırsınız; okumuş mollalara ve ilâhiyat profesörlerine Kur’an’da bunun olmadığını çok açık şekilde gösterdiğiniz halde, buna akılları erdiği halde, onlar yine kendilerine uyan manâları seçip kimini kabul kimini reddederler. Ben bu konuda bana en yakın olan iki partiden bahsedeceğim. Diğerleri ile zaten baştan kan uyuşmazlığı içinde olduğum için onlara bir tavsiyede bulunmayı ümitsiz vaka kabul ederim.
Saadet Partisi ile AK Parti’ye hitap ediyorum.
Saadet Partililere “Adil Düzen”den kendilerine nasip verildi. Bunun Hak olduğunu biliyorlar ama dalâleti iştira edip başka sloganların peşinde koşuyorlar!..
AK Partililer de, öğrenirsek sonra biz de Erbakan gibi etki altında kalırız, o zaman da dalâlet çukurunda yürüyemeyiz diyorlar ve kulaklarına parmaklarını tıkıyorlar!..
Bu iki zümre de dalâleti iştira ettiler.
Saadet partilileri “Adil Düzen”e dâvet ediyorum...
AK Partilileri de “Adil Düzen”i öğrenmeye dâvet ediyorum...
Diğerleri ise bana göre zaten hidayet etmemişlerdir ki dalâleti iştira etsinler. Onun için bu âyet daha çok bizimkilere hitap eder.
وَيُرِيدُونَ أَنْ تَضِلُّوا السَّبِيلَ(44) (Va YuRIyWUvNa EaN TaWılLUv elSaBIyLa)
“Sebili tadlil etmenizi murad ediyorlar. Yolunuz şaşsın diye istiyorlar.”
Burada yolu kaybetme, izi kaybetme anlamındadır. Hani asker veya polis kovalar, kaçak kaçar ama iz bırakmak istemez, izini kaybettirmek ister. Mesela, suda yürürseniz izinizi kaybettirmiş olursunuz.
Buna daha çok AK Partililer muhataptır. İzlerini kaybediyorlar. “Biz Millî Görüşçü değiliz! Biz zaten Adil Düzenci değildik!” diyorlar. Ne var ki, böyle dediler ama kuyruklarını gizleyemediler. Eşlerinin başörtüleri hep kendilerine iz bıraktırmaktadır. Dikkat edilirse onlar kendilerinin yollarını şaşırıyorlar denmiyor da, sizin yolunuzu şaşırtmayı istiyorlar diyor. Baştan manâ verirken ‘yollarını şaşırıyor’ diye vermiştim. Sonra tahlil ederken “Tudillû”yu görünce yorumumu ve tercümesini düzelttim. Sonra da dedim ki, acaba “En Yudillû” kıraati var mıdır diye Alusi’ye baktım. “En Yadillû” ve “En Yudillû” kıraatlerinin de olduğu yazılıdır.
Yani, bunlar sizin yolunuzu şaşırmanızı istiyorlar. Yani, izinizi kaybedin, takiyye edin diyorlar. Yahut da kendi izlerini kaybetmeye çalışıyorlar demektir.
Burada yine ince bir ifade vardır. İzlerini kaybetmeye uğraşıyorlar ama kaybedemiyorlar demektir. Tam AK Parti’yi tasvir etmektedir. Çok yakınlığımız olan arkadaşlarımız olmakla beraber, bizimle görüşemiyorlar ki izleri belli olmasın. Şimdi Allah bize durumumuzu haber verdi. Bakalım bundan sonra ne yapmamızı isteyecek.
***
وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِأَعْدَائِكُم “Allah düşmanlarınızı daha iyi bilmektedir.”
Yani, size bir şeyi emretmişse, düşmanlarınızın size ne yapacağını da bilir. Çünkü onları size karşı düşman olarak koyan O’dur.
Amerika’yı heybetli düşman olarak göstermektedir. Bakalım siz Allah’a inanıyor musunuz, Allah’a güveniyor musunuz? İşte Irak tezkeresinde ne kadar korkuttular. Şişirilmiş, kendilerini büyük sanan gazetede, Müslümanların gazetesinde utanmadan ve korkmadan ‘Siz ABD’lileri geçirmezseniz tüm İslâm âlemi soykırımına uğrar!’ diye yazdı. Meclis’te korkanlar oldu. Ama korkmayanlar da oldu ve tezkere reddedildi. Dünyada itibarımız arttı. AB bu hareketimize dayanarak gün verdi. Çünkü aralarında Amerikan ajanı bir Türkiye’yi istemiyorlardı.
Halâ bizi tuzağa düşürmeye uğraşmaktadırlar. Genel Kurmay Başkanımız, bir gün bizden yardım isteme durumuna düşeceğinizden korkuyorum dedi. Daha ne olacağı tam olarak belli değildir.
Aslında Irak halkı Afgan halkı gibi cihad yapan halktır. Hükümet müstevlilerle birleşir. Halk ona da itaat eder. Kan akıtmaz ama o hükümet sadece zavallı bir sefir durumunda olur. Siz düşman zanneder ona cephe alırsınız, ama o düşmanınız olmaz; dost zannedersiniz ama o düşmanınız olabilir. Nitekim renksiz iktidarlara hep İran’ı hedef gösterdiler. CIA yapacağını yaptı; sonra ‘İran yaptı’ dediler. Bugün de halkımız ABD’yi düşman, AB veya İran’ı dost biliyor. Hiç belli olmaz, Avrupa’nın Katoliklik krizi, İran’ın da Şiilik krizi tutar. Allah bize, ‘Sizin düşmanınızın kim olduğuna karar vermeyin, Allah düşmanlarınızı daha iyi bilmektedir’ diyor.
Biz ne yapacağız? Öyle siyaset uygulayacağız ki o adil olsun, demokratik olsun, lâik olsun; başka bir tarifle söylersek, şeriat düzeni olsun, İslâm düzeni olsun. Ondan sonrası tamamen bu Kâinatı var eden, düzeni kuran Allah’a aittir. O düşmanımızı en iyi bilmektedir. Siz ne yapacaksınız? Şeriat ne diyorsa onu yapacaksınız.
Mesela, bizim İran ve Irak hakkındaki görüşümüz şudur.
Osmanlıların yıkılmasından sonra İslâm ülkelerinde ateist devletler kuruldu. Hedefleri Müslümanları dinsizleştirmekti. Arap ülkelerinde İslâm adına komünistlik rejimini tedvin etmek istediler. Hedefleri İslâm âlemini soykırımına uğratmaktı. Tevrat’ın karşısında Kur’an’dan başka bir kitap tutunamaz. İran’ı da krallıkla yani şah rejimi ile ateistleştirmeye çalıştılar. Ama şahlar memleketi kalkındırmaya kalkıştılar. Bunu gören sömürgeciler, Türkiye’deki Menderes örneğinde olduğu gibi Şah’ın defterini dürdüler. Şah’ın yerine komünistler gelecekti, ama Humeyni geldi. İşte bundan dolayı Humeyni’yi istemeyen Batılılar, onu yıkma taşeronluğunu Saddam’a verdiler. Saddam da dünyanın en büyük zalimlerinden biri oldu.
İşte Amerika bu Saddam’ın gitmesini istedi. Bu durumda ‘biz karışmayız’ demeliyiz. Pislerken bize sormadın, şimdi de kendi pisliğini kendin temizle demeliyiz. Şimdi güya bu pisliğini temizlemek için girdi, ama işin içinden çıkamıyor, battıkça batıyor...
Şimdi bu durumda bizim siyasetimiz ne olmalıdır?
Biz karışmayız. Onlar müstahaktı. Saddam helâk oldu. Siz de zalimsiniz. Çünkü Saddam’ın validisiniz. Tevbe ettiyseniz, derhal askerlerinizi çekiniz. Birleşmiş Milletler karar alsın. Irak’ta petrol hakkımız bize iade edilsin, biz orada demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk devletinin kurulmasında yardımcı olalım. ABD de yıktığı için ücreti istihkak etmiştir. Irak anlaşacağımız miktarda petrolü ABD’ye versin.
İşte şeriatın çözümü budur. Yoksa ABD’den korkma saçma bir şeydir. Allah’a inanmamak demektir.
وَكَفَى بِاللَّهِ وَلِيًّا (Va KaFAy Bı elLAHı VaLIyYan) “Allah veli olarak kifayet eder.”
“Kefa” kelimesinin faili “Bi” ile gelmektedir. “Kefallahu” denmiyor.
Allah ile olmak veli sahibi olmak için yeter demek olur. Bu bir deyimdir. “Bi” harfi burada zait değildir. ‘Evin içinde olmak ısınmak için yeter’ dediğimiz zaman, burada aslında fail olan olmak içide ile gelmiştir. Yani, fail bazen zarf olabilir, bazen hâl olabilir. Arapçada o zaman harfi cerle gelir.
“Küfüv” denk demektir, eş demektir. “Kifayet etmek” demek, yetmiş olmak demektir. Daha fazlasına gerek yok demektir.
“Veli” arka, sırt, bel demektir. Örgütlenmede kişinin kendi seçtiği ve istediği zaman da değiştirebileceği üstüne “veli” denir. Kendi atadığı için onun üstündedir. Ama artık onun emrine girdiği için de astındadır. Bu tür dayanışmaya “velayet” denmektedir. Bunların başlına, sorumlusuna da “veli” denmektedir. Ordu böyle oluşur. Ben senin emrine gireceğim ama sen de beni koru demektir. Bu koruma kişiden gelmemektedir. Bir velinin etrafında toplanan topluluk evliyedir. Dayanışma ortaklarıdır. Her biri başkanı olan veliye bağlanmışlardır.
Anlaşmalar yapmak hariç, onun dışında kimsenin himayesine girmeyin ve kimseyi de himayenize almaya çalışmayın. Allah yani O’nun halifesi olan insanlık size yeter.
Birleşmiş Milletler, çok nâkıs olmakla beraber, insanlığı temsil ediyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir mesele olduğunda Birleşmiş Milletler kararını aradı. Demek ki, ne AB ne de ABD bizim hedefimiz değildir. Bizim hedefimiz insanlıktır.
Oyumuzu kullanırken kim kazanacaksa ona verelim diyorlar. Oyu güçlünün yanında kullanıyorlar. İşte bu da Allah’tan başkasını veli edinmedir. Kim iyi program getirdi, kim uygulayacak durumda ise oyumuzu ona veririz. Ne var ki, iki türlü partiye ihtiyaç vardır. Biri, “Adil Düzen”e insanları getirebilen AK Parti’ye benzer bir partiye ihtiyacımız vardır. Diğeri de, “Adil Düzen”i uygulayan Saadet Partisi’ne ihtiyacımız vardır.
İktidar olunca AK Parti ne yapacaktı? Bakanlık sayılarını biraz daha artırıp Meclis dışında kalan partilere bakanlık verecekti. O ne yaptı? İşler yürümesin diye bakanlıkları birleştirdi! Oysa her büyük kötü, her küçük iyidir. Başkasının aklıyla gezerseniz işte böyle her istediklerini yaptırır, sonunda tekmelerler.
Velayet iç işlerinde yapılacak. Düzenlemelerde Allah’ın yeter olduğu ifade edilmektedir.
IMF ile yapılacak müzakereler hiçbir AK Partiliyi kurtaramayacaktır. Allah’la, yani Kur’an’la müzakere etmelidir. Faizsiz düzeni, adil düzeni nasıl kuracağını müzakere etmelidir. Yoksa ne AB ne de ABD faizli batağın içinde bir yardımda bulunamaz.
Halkımız da Allah yeter deyip iktidardan bir şey beklememelidir. Kendi Adil Düzen işletmelerini kurmalıdır. Allah’ın öğrettiklerini yapmalıdır. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı düzenlemelidir.
Allah’ı veli ittihaz etmek demek, Kur’an’ı veli ittihaz etmektir. Allah’ı veli yapmak demek, şeriatın içine, Allah’ın öğrettiği Adil Düzenin içine girmek demektir.
Bunları böyle anlamayıp da ‘Allah velimdir’ deyip de başkalarını şirk koşmak; yemek yiyorum, pilav yiyorum, pilav yiyorum, pilav yiyorum deyip karnını doyurmaya çalışmamak demektir.
وَكَفَى بِاللَّهِ نَصِيرًا(45) (VaKaFAy Bi elLAHı NaSIyRan)
“Ve nasîr olarak Allah yeterlidir.”
“Veli” iç hastalıklara çare olarak Allah yeterlidir demektir.
“Nasir” ise dış hastalıklara karşı Allah yeterlidir demektir.
Allah düşmanları en iyi bilmektedir. Allah size emretmektedir, ve onlar size saldırdıklarında O’nun yardımı size yetmektedir. Bu emir yalnız iktidara verilen emir değildir. Halka, bilhassa mü’min halka verilen bir haberdir. “Allah yeter” deyip şeriatın hükümlerini aramızda uygulamak zorundayız.
“Adil Düzen” çalışmaları budur. “Akevler” çalışmaları budur.
Burada “Ve Kefa Billahi”yı bir defa söyleyip “Veliyyen Ve Nasıran” diyebilirdi. Veya “Kefa BiHi Nasiran” denebilirdi. Zamirle söyleyebilirdi. Böyle yapmayıp tam cümleyi tekrar etmiştir.
Acaba bunu niçin yapmıştır?
Bir kelimeyi zamirle ifade etmeyip tekrar ettiğimiz zaman onun başka cihetini belirtmiş oluruz. “Ben Ahmet’i dövdüm de onu sevdim de” dersem, dövme işi ile sevme işini aynı olay için söylemiş oluruz. “Ben Ahmet’i dövdüm ve ben Ahmet’i sevdim” dersek, sevme ile dövme aynı olayda olmamış olur, yahut aynı cihetten olmamış olur.
“KeFa” kelimesi tekrar edildiğine göre, velayette kifayet başka şekildedir, nusrette kifayet başka şekildedir demektir. Bu da savaş düzeni ile barış (İslâm) düzeninin farklı olduğunu ifade eder. Savaşta kuvvetli kim ise haklı odur. Barışta ise haklı olan kuvvetlidir. Savaşta üste itaat edilir, barışta ise kurallara itaat edilir. Savaşta sonuçlardan sorumluluk vardır. Hukukta ise davranışlardan sorumluluk vardır. Savaşta sorumluluk ortaktır. Hukuk düzeninde ise sorumluluk şahsidir. O halde savaşta başka yollarla Allah’ın emirlerine uyulmuş olunur, hukuk düzeninde başka şekilde uyulur.
“Allah” kelimesi de tekrar edilmiştir.
Allah’ın halifesi olan örgüt farklıdır. Askeri teşkilat farklıdır, hukuki teşkilat farklıdır.
“Nâsır” ve “Veli” kelimeleri nekire olarak kullanılmıştır. Çünkü hâldir. Yoksa kifayet kelimesi ile başka nâsırın olmadığı da ifade edilmiş olmaktadır. Siz izinizi kaybetmeye yönelmeyin, takiyye yapmayın.
***
مِنْ الَّذِينَ هَادُوا (MiNa elLaÜINa HavDUv) “Huud eden kimselerden.”
“HVD” kökü “HDY” kökü ile akrabadır. Hediye, karşı tarafa dostluk işareti olarak önceden gönderilen armağandır. Şöyle ki, bir kabile reisi başka bir kabile reisini ziyaret etmek istediği zaman önce ona hediyeler göndererek iyi niyetini belirtir. Savaşmak amacıyla değil de dostluk amacıyla geldiğini bildirir. Buna “Hedy” denmektedir. Hacca gidecekler de önce oraya kurbanlıkları gönderirler. Mekke’ye barış amacı ile geldiklerini bildirirler. Müslüman olsun olmasın, hedy gönderenler emniyet içinde Mekke’ye dahil olurlar. Sonraları yol gösteren kimselere “Hâdi” denmiştir. Sosyal gidiş yoluna da “Hidayet” denmiştir. “Havd” ise yolda yavaş yavaş, ağır ağır ilerleyip yaklaşmak demektir. Birden değil de, temkinli ağır ağır ilerlemek demektir. Yakın olmak demektir. “Yahudi” kelimesi bu kökten gelir. Fiili muzari de geniş zamanı içerir. Yavaş yavaş yol alan kimseler demektir. Yakup aleyhisselâmdan beri onlar yavaş yavaş yol alarak bugünkü uygarlığa ulaştılar. “Hud” da denmektedir. Kur’an ehlinden bahsederken, “Ellezîne âmenû” denmektedir. Yahudiler ilimle insanlığa hidayeti getiriyorlar. Mü’minler ise askerlikleri ile dünyanın güvenini sağlıyorlar.
Yeryüzünün güvenliğini Müslümanlar sağladılar. Her yere barışı onlar getirdiler. Bugün bile bir yerde barış ordusu söz konusu ise Türkler çağrılıyor. “Nasâra” ise yardımcılardır. Gerek Yahudilere gerekse Müslümanlara yardım etmektedirler. Böylece insanlık uygarlık yolunda devam etmektedir. “Sabiler” ise Furkan ehli Çinlilerdir. Onların da insanlığa mistisizmde katkıları olmuştur.
Demek ki burada özel isim olarak Yahudilerden bahsetmektedir. Genel olarak mastar manâsı da verilebilir. Hedeflerine ağır ağır ilerleyenler demektir.
Kelimelerin manâlarını insanlar zaman içinde yavaş yavaş bozarlar. Ona işaret etmiş olabilir.
يُحَرِّفُونَ (YuXarRıFUvNa) “Değiştirirler”
“Harf” kelimesi harf kelimesi ile akrabadır. Ters çevirmek demektir, değiştirmek demektir.
“Harf” aslında şive anlamındadır. Yani, aynı dilin lehçeleri anlamına gelir.
‘Kur’an yedi lehçeyle nâzil olmuştur’ diyor Hazreti Peygamber alyhisselâm. Yani lehçe farklılıklarıyla kıraate izin vermiştir. Bugünkü yedi veya on kıraat da bu farklılıktan doğmuştur. Sonra bugün harf dediğimiz seslerden birini gösterene harf denmiştir. Bu daha çok Kur’an terimidir.
“Tahrif etmek” demek, değiştirmek, yavaş yavaş başkalaştırmaktır. Yaşarken kimse farkına varmaz, ama zamanla fark doğar. Bunu ancak birbirinden uzak yaşayan aynı dili konuşanların dillerinin farklılaşmasından anlıyoruz. Kırgızca ile Türkçe’nin aynı dil olduğu kesindir. Ama Kırgızlar bizim “Y”yi “C” olarak telaffuz ederler, Yakutlar ise “S” olarak telaffuz ederler. Dilin kendi tabiatında tahrif vardır. Ses olarak tahrif sözkonusu olduğu gibi manâ olarak da tahrif vardır. “İstanbul” sözü Osmanlılarda başka idi, bugünkü Türklerde başkadır. 50 sene evvel başka idi, bugün de başkadır. Kelime değişmez ama onun gösterdiği varlık her an değişir. Ahmet çocukken de Ahmet idi, yaşlanınca da Ahmet’tir. Oysa yaşlı çocuk değildir.
الْكَلِمَ (el KaLıMe) “Kelimeleri değiştirirler.”
“Kelime” dal demektir. “Teklim etmek” budamak demektir. Dildeki sözlere “Kelime” denmektedir. Manâsı olan ses grubu kelimedir. Kelimeler lafızlarını zamanla değiştirdikleri gibi manâlarını da zamanla değiştirirler. Allah’ın Sümercedeki karşılığı Enlil’dir. Zamanla Arapça’da Ellah olmuştur.
Bir kitap hangi asırda yazılmışsa o kitap o dil ile yazılmıştır. Zaman geçince kelimeler kendi manâlarını, hattâ söylenişlerini değiştirirler. Mesela, biz ‘glm’ye ‘elm’ diyoruz. Oysa manâsı bambaşkadır. Bu sorunun çözümü bugün başka kitaplarda mümkün değildir. Çünkü o kitapların asılları yoktur. Yazıtlarda bulunsa bile, o dillerin o gün ne manâ taşıdığı bilinmez durumdadır.
Nâzil olduğu devrin dili bilinen tek kitap Kur’an’dır. Bundan dolayı onun eşi yoktur. Allah’ın nasıl eşi yoksa, Kur’an’ın da eşi yoktur. Buradaki “Kelime” sözkonusu olduğunda, genel olarak Kur’an okuyanların aklına eski kitaplar ve oradaki tahrifler gelir. Oysa buradaki “Kelime” bugün konuştuğumuz cümleler için söylenmektedir. Zaman içinde kelimelerin doğal tahrifi normal bir olaydır, onun önüne geçemezsiniz. Ama bu anda kelimelerin yaşanılan toplulukta manâsı vardır. Siz o kelimeleri kullanarak konuşursunuz. Ama onlar o kelimelerin manâlarını değiştirirler. Sizin kastınızı aşan manâlar verirler ve size saldırırlar. Türk basını bunu büyük maharetle yapmaktadır.
Mesela, insanlar protesto için ışık söndürüp ışık yakıyorlardı. Basın bunu tahrif etti ve Şevket Kazan’ın Alevileri kastettiğini ileri sürdü. Oysa Kazan Susurluk olayında yanıp söndürülen lambaları kastetmişti.
Lâiklik, dinde baskı yoktur anlamında iken, onlar tahrif etmiş ve dine baskı şeklinde yorumlamışlardır. Bugün kullanılan kelimelerin büyük çoğunluğu tahrif edilmiştir. Doğu Almanya’nın adı Demokratik Almanya idi ama o Almanya aslında demokrasi düşmanı bir Almanya idi.
عَنْ مَوَاضِعِهِ (GaN MaVAWıGıHIy) “Mevzilerinden tahrif ediyorlar.”
Bugün Yahudiler kelimelere böyle çarpık manâlar vermektedirler. Mesela, ‘demokrasi’ halkın kendi kendisini yönetmesi olduğu halde, onlar ekseriyetin yönetmesi şeklinde tam tersi manâ vermektedirler. Lâikliği ateizm olarak takdim ediyorlar. Hakem karalarının üstünlüğünü, hakim kararlarının üstünlüğüne çeviriyorlar. Yazarın serbestliğini basın patronunun serbestliği hâline getiriyorlar. Hakim bağımsızlığını Yargıtay bağımsızlığına çeviriyorlar. Kelimelerin manâlarını uygulamada değiştirerek kendi isteklerine âlet ediyorlar.
Bu fitnenin temelinde Yahudilerin bir kısmı vardır. Onun için “Mine’l-lezîne” denmiştir. Yani bazı Yahudiler denmiştir. İncil’i tahrif edenler de Hıristiyan olmuş Yahudilerdir. Hazreti İsa’yı tanrılaştıranlar da yine onlardır. Sosyalizmi, kapitalizmi, ekseriyet demokrasisini getirenler de onlardır. Katoliklikten sonra Protestanlığı icat edenler de onlardır…
Kur’an burada gelecekten haber vermektedir.
“Harrifû” demiyor, “Yuharrifûne” diyor; yani gelecekte tahrif ederler diyor. Bununla beraber kelime manâsını verdiğimizde diğer yavaş yavaş tahrif edenler için de aynı şeyler söylenebilir.
Burada büyük bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz. O da tefsir ve tevil ile tahrif arasında ne fark vardır? Tefsir ve tevil edenler de sonunda Kur’an’a yeni manâlar yüklemiyorlar mı? Biz şimdi bu yorumları yaparken acaba tahrif etmiyor muyuz? İşte bu sebepledir ki Selefiye mezhebinde olanlar tefsiri yasaklar, sadece okunmasını isterler. Kur’an’dan çok sünnete önem verirler. Ne var ki, sünnet daha beter tahrif olunmaktadır. Orada lafız da değiştirilmektedir. Kur’an’da ise lafzın tağyiri yoktur. Buradan da anlaşılıyor ki, bu söz sadece Yahudilere değil, lafızları değişmediği halde manâsını tağyir eden Kur’an ehline de hitap etmektedir.
TAHRİFİ TEVİLDEN NASIL AYIRACAĞIZ?
a) Her şeyden önce Kur’an’ın nâzil olduğu zamanki cahiliye Arapçasını çok iyi bir şekilde bileceğiz. Etimolojik lügat bu demektir. Adil Düzen Çalışanlarının İstanbul’da ve İzmir’de bu lügat üzerinde çalışmaları vardır. Yorumlar ve teviller, Kur’an nâzil olduğu zaman Arapların konuştuğu Mekke diline dayandırılmalıdır; yahut Hicaz diline dayandırılmalıdır. Dil olarak o günkü dil esas alınmalıdır. Çünkü Kur’an o Arapça ile nâzil olmuştur. Başka bir ifade ile o Arapça Kur’an için hazırlanmıştır. Ondan sonraki dil Kur’an’ın yorumunda kullanılmamalıdır. Allah’ın kendilerinden razı olduğu ilk Arapça dilciler bunu yaptılar. Kur’an ve cahiliye dilini tesbit ettiler, bize hazineler bıraktılar. Böyle tesbit edilmiş başka bir dil yoktur. Hiçbir asrın dili, Arapça dahil böyle bir şerefe ulaşamamıştır, bundan sonra da ulaşması mümkün değildir. Kur’an’ın tek metin olması nedeniyle bu mümkün olmuştur. Sonra insanlar bunu Allah rızası için yaptıklarından dolayı bu mümkün olmuştur.
b) Kur’an’ın tahrif edilmeden tevil edilmesi için tefsir ve tevil usulünün sünnete dayandırılması gerekir. Hazreti Peygamber bunu nasıl anlamış, arkadaşları nasıl anlamış, yani onlara ne anlatmış? Böylece Kur’an’ın tevilinde ve tefsirinde sapma olmaz. Ne var ki, sünnet de tahrif edilmiştir. Sünnetin de dikkatlice ayıklanması gerekir. Yine Allah’ın onlardan razı olduğu muhaddisler titizlikle bunun üzerinde durmuşlar, tesbitler yapmışlardır. Hadisleri mütevatir, meşhur, vahid diye sınıflamışlardır. Sahih hadis kitaplarını oluşturmuşlardır. Biz yorumumuzu mütevatir hadislere dayandırmalıyız, mesela öğle namazını dört rekat kılmalıyız. Meşhurlardan yararlanırız. Vahitlerden yararlanabiliriz. Sahih olmayanlar bize delil olmaz.
c) Yine tevil ve tefsir yaparken icma ile sabit olan hükümlere muhalif manâlar vermemeliyiz. Hele sahabelerin kavlî ve fiilî icmalarını aşmamız, Kur’an’ı manâsıyla tahriftir. İslâmiyet’te Kur’an ne kadar önemli ise icma da o kadar önemlidir. Zaten biz Kur’an’ın kendisini icma ile biliyoruz. Sahabeler icma etmeseydi, şimdi elimizdeki tek kale gibi Kur’an olur muydu?
d) Çok önemli dördüncü kriter ise Kur’an’ı gönderen de, Kâinatı var eden de tek olan Allah’tır. Bize Kâinatı öğrenmek için aklımızı ihsan eden de Allah’tır. O halde tevil ve tefsirlerimiz müsbet ilimlere de dayanmalıdır, sosyal ilimlere de dayanmalıdır. Tabiî ve sosyal kanunlara uyan, onlara dayanan tevil ve tefsirlerimiz beyandır, tezekkürdür, tedebbürdür. Ama tabiî ve sosyal ilimlere aykırı yorumlar tahriftir.
Kur’an’ın diğer âyetleri ile bu âyet karşılaştırıldığı zaman, bu dört ayraç açıkça ortaya çıkar. İslâm fukahası, -Allah onlardan razı olsun- bu dört kriteri kitap, sünnet, icma ve kıyas şeklinde ortaya koymuştur.
وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا (VaYaQUvLUvNa SaMiGNAv VA GaWaYNAv)
“Ve işittik ve isyan ettik derler.”
Bunu kendi kendilerine söylerler. Bazen de ağızlarından kaçırırlar. Gerçekleri kendi çocuklarını bilir gibi biliyorlar ama ‘hayır’ diyorlar, öyle olsa da onlar yine biz bildiğimizi yapacağız derler.
Yayına bir şey götürüyorsun. Önce takdir ediyor, beğeniyor, yayınlamaya hazırlanıyor. Sonra, ya daha yayınlanmadan önce birileri kulak çekiyor ve artık yayınlamıyor; yahut bir defalık gözden kaçıyor ve yayınlıyor, ondan sonra gerisini yayınlamıyor ve sebebini sorduğunuzda görüşemiyor bile!.. Ne yazık ki biz bunu hem İslâm cihadını yapan kimselerde gördük, hem tarafsızlarda, hem İslâm’a karşı olanlarda.
Bile bile işitir ve isyan ederler. Bunlardan herkesin bildiği birkaç misal verelim:
a) Herkes bilir ki başörtüsü insanların doğal haklarıdır. Türkiye’de kadınlara başörtüsünü yasaklayan kanun yoktur. Yine herkes ve ana muhalefet partisi CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da bilir ki, kanunsuz yasak olmaz. Cumhurbaşkanı yüksek yargıçtır. Bunu bilemeyecek kadar bilgisiz olamaz. Anayasa Mahkemesi’nin kararları kanun değildir. Anayasa Mahkemesi kanunları iptal eder, ama kanun koyamaz. Olmayan kanunu nasıl iptal edecektir? Yasaklar dolaylı gelemez, doğrudan Meclis’ten çıkan kanun olmalıdır. Bunu hiçbir Meclis kabul etmemiştir. O halde bile bile isyan ediyorlar. Askerleri kandırıyorlar. Başörtüsü krizi tam bir isyandır; AK Parti iktidarına karşı isyandır.
b) Yine bütün hukukçular bilir ki, 163’üncü madde yürürlükten kalkmıştır. Devletin düzenini dine dayandırmak amacıyla hissiyata dayalı olarak propaganda yapmak yasak değildir. Ve yine herkes bilir ki, 312’inci madde ile o fiilleri cezalandırmak yasalara uymamaktadır. Ama yıllardır hapishaneler o yolla dolduruldu! Nihayet Yargıtay kararını değiştirdi. O da yanlıştır. Yargıtay bozmayacak. Adalet Bakanı böyle tahrifat yapmış hakimleri hapse atacak. Ama öyle bir mekanizma yok ki. Demek ki bunlar kanunları tahrif ediyorlar.
c) Benim bildiğim başka bir kanun vardır, o da orman kanunudur. 1945 veya 1944’ten beri sahifelik kanun yapılmış, ormanlar devletleştirilmiş. Kimseye bir kuruş ödenmemiş. Bunun zulüm olduğu sonradan anlaşıldığı için günümüze kadar o kanunlar hep değiştirilmiş. Ama uygulanamamış. Çünkü uygulayıcılar ve yargıçlar zulüm kanunlarını bile bile uygulamış. O kanun da ormanların bedellerinin ödenmesini içermiş, ama müracaatta müruru zaman ile bir şey ödenmemiş. Bu anayasaya ve tüm hukuk anlayışına aykırıdır. Bunu herkes bilir ama işittik ve isyan ettik derler. Hâlâ bu isyan, kanunları çiğneme isyanı sürüp gitmektedir. Hiçbir kanun müruru zamanla halkın elindeki mal alınamaz. Müruru zaman hakkın sübutu için geçerlidir. İspat edemediğiniz takdirde beş sene iddia edemezsiniz. Yahut cezanın sübutu için geçerlidir. Artık cezalandırılmaz. Yoksa bu kadar zaman geçti, adam öldürmediğinizi ispat edemediniz diye adamı mahkum edemezsiniz. Oturduğuz evin size ait olduğu kanıtlanamadı, o halde sizin değildir diyemezsiniz. Müruru zaman hakkın, iddianın sübutu içindir.
d) Yine herkes bilir ki, dokunulmazlığı kaldırılmayan bir milletvekili muhakeme edilemez. Suçüstü yakalansa bile, yine dokunulmazlığının kaldırılması için başvurulur. Kaldırılmazsa tutukluluğu sona erer. Yine herkes bilir ki, savunma hakkını kullanmayan bir sanık mahkum edilemez. Ama ne yaptılar, Millî Görüşçüleri savunmaları alınmadan mahkum ettiler, yine dokunulmazlıklarını kaldırmadan milletvekilliklerine son verdiler. Avrupa mahkemeleri de üç kağıtçılık yaptılar. İtirazları dava dosyalarına bakmayarak verdiler. Güya işittiler ama isyan ettiler. Önce partinin kapatılmasına karar verdiler. Sonra da zulme uğramış milletvekillerinin dosyalarına bakmaya gerek görmediler! Oysa her dava kendi içinde çözülür. Her mağdur için ayrı karar alınır. Hele cezada bu usul kesindir.
وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ (Va iSMaG ĞaYRa MuSMaGın) “İşit, işitmez olasın.”
Bu Türkçedeki ‘gözün kör olsun’ anlamındadır. Kulağın sağır olsun denmektedir.
Müfret olarak kullanılan bir deyimdir. Bir bedduadır. Gözleriniz kör olsun demeyiz. Çok kimselere de ‘gözü kör olası’ deriz. Yahut birilerine ‘işit ama duymamış ol, bil ama sakın uygulama’ deriz. Birbirleri ile konuştukları için böyle derler. Sen doğrusunu bil ama onlara uygularken, onlar sözkonusu iken uygulama!
Avrupa Adalet Divanı bunları bilmez değildi. Ama tarihe ibret olsun, Adalet Divanı’nın zalimlik mertebesi ortaya konsun diye Allah bunlara böyle izin verdi, böyle yaptırdı.
وَرَاعِنَا لَيًّا بِأَلْسِنَتِهِمْ (Va RaGıNAy LayYan Bi ELSiNeTiHiM)
“Liva” kelimesinin “Vela” kelimesi ile akrabalığı vardır. “Liva” vilâyet anlamına gelmektedir. “Vela” ise sırt sırta olmak demektir. “Levy” bitişik, yaklaşık demektir. Bir dalı eğip bir yere bağlamak levydir. Eğmek anlamına gelir. “Leviye” kelimesi de, kayanın altına demir sokup bastırmak demektir, eğerek kayayı kaldırmak demektir. Dişleri ile levliyerek, eğerek “râinâ” diyorlar. Bunu “semi’nâ ve asaynâ” demeleri için de söylemişlerdir, “işittik ve isyan ettik” demişlerdir.
Kendileri grup kurup direnirler, ondan sonra da her şeyi iktidardan isterler. ‘Bunu neden yapmıyor? Bu neden böyledir?’ derler. İktidarı kötülemekle kendilerini yani isyanlarını haklı çıkarırlar. Halk isyan etmektedir. Şeriatın hükümlerine uymamaktadır. İktidardan da düzenin tesisini istemektedirler. Yani, kendileri riayet etmeyecek, ama başkalarından gelen zararlara karşı da iktidar tarafından korunacaklardır. Dillerinde iktidarı zayıflatmak için durmadan levliyerek, eğerek konuşurlar.
İslâm topluluğunda herkes şeriata uyar, şeriatta olması için birbirlerine destek verirler, şeriatın dışında olanlar halkın şehadeti ile hakemlerce mahkum edilir. Mahkum olan kimseler kendi isteklerine dayanarak hakem kararlarına uymazlar. Uymayan olursa işte ona karşı iktidar gücünü kullanır. Yani iktidar yargının emrindedir. Kendisi sadece infaz görevlisidir. Oysa eğer halk Müslim değilse yani şeriata teslim olmamışsa, kanunlara kendi isteği ile uymuyorsa, o toplulukta halk doğru şahitlik yapmıyorsa, o zaman adil yargı sistemi doğamaz. O zaman ne yapılacaktır? Artık polis rejimi doğacaktır. Karakol dayağı lazımdır. Örfi idare lazımdır. Böyle isyan neden? Anarşist olan halk aynı zamanda dikta rejimine taliptir. Başka türlü bir yol bulunamaz.
وَطَعْنًا فِي الدِّينِ (VaOaGNan Fıy eLDıYNı) “Dinde ta’n ederler.”
“Dinde ta’n etmek” demek, dinde şişlemek demektir. “Ta’n” mızrak, süngü gibi şişleme aracıdır.
Bu dini şişleyerek yani düzene karşı gelerek yapılacaktır. Bu da dayaksız soruşturmalarla, mahkeme kararları ile olmaz. Yani düzenle, şeriatla olmaz. Bu iş ancak dayakla, ra’yetmekle olur. Halk güdülecektir. Hukuk düzeni, insan hakları, demokrasi, lâiklik gibi sözler bir işe yaramamaktadır. Ancak silah zoru ile topluluklar korunurlar. Devletin görevi halkını uslandırmak, iç güveni sağlamak, saldıran olursa savunmaktır. Hattâ siz eğer süper güç iseniz, dünyanın güveni sizden sorulur, herkesi ra’yedeceksiniz. Halk kendi kendini güdemez. Zorba devletlerin işi budur. Önce isyan ettirirler. ‘İşit ama sakın kurallara uyma, isyan et!’ derler. İsyan ettikten sonra da artık düzen bozulmuştur. ‘Bu bozulmanın sebebi dindir, düzendir, şeriattır!’ derler. ‘O halde hukuk yönetimini kaldırıp yerine polis rejimi getirelim!’ derler. ‘Bizi güt’ diye halkı söylemeye zorlarlar.
Demek ki bu âyet zulüm düzenini tanımlamaktadır.
Bugünlerde kapkaççılar çoğaldı diye vaveyla koparıyorlar. Polis dayak atmayacak, silah kullanmayacak; ama çoğalan kapkaççıları yakalayacak!.. Vuranı polis vuramayacak, hakimler ölüme karar veremeyecek, hırsızın elini kesemeyecek; ama öldürmeye mâni olacak, hırsızlığa mâni olacak!..
Buradan ne yapmak istiyorlar? Sen bu işi yapamadın diye AK Parti’yi iktidardan indirme hazırlıklarını yapıyorlar. Kapkaççılar çoğalmadı, basın onları çoğalttı. Her tarafa böylece korku salıyor, AK Parti’ye ve “Adil Düzen”e karşı cephe alıyorlar. AK Parti’nin düzeni adil düzen değildir ama adil olmayı isteyen düzendir.
İşte AK Parti’nin ve Saadet Partisi’nin hataları bunlardır. Zulüm düzeninde adalet olmaz. Zulüm topluluklarında adalet olmaz. Onun için ne yapılacaktır?
Yerinden yönetim ilkesi getirilecektir. 3 000 ile 10 000 arasında nüfusları olan bucaklar kendi düzenlerini kendileri kuracaklardır. Bucaklar arası göç serbest olacaktır. Başkanların da tehcir hakları olacaktır. “Adil Düzen Bucakları” oluşacaktır. Bunlar başarıya ulaşınca zalim düzen bucakları kendiliğinden ortadan kalkacak, oradan göçle yok olacaklardır. Zalim düzen heveslileri de orada kalacaklardır.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” bütün sorunlara cevap vermektedir.
Çünkü o Kur’an’dan istidlâl edilmiştir.
Evet, gerektiğinde kişi kendisini savunurken silahını kullanacak ve karşıki tarafı yaralayacak, hattâ öldürebilecektir. Ama sonra diyetini ödeyecektir. Saldıran veya hırsız ise eğer savunana zarar verirse kısasa tâbi tutulacak, kısas yapılamazsa iki misli diyet ödeyecektir. Polis de aynı kurallara tâbidir. Halkın veya kendisinin savunmasını yaparken karşı tarafı öldürebilir ama devlet diyetini ödeyecektir. Karşı taraf polisi öldürse kısasa tâbi tutulacaktır. Polis karakolda dayak atacaktır. Yaptığı işkencenin diyetini devlet ödeyecektir. Diyelim ki, işkence yaptık ve adama cinayetin silahını buldurduk. Böylece cinayeti ortaya çıkardık. Devlet attığı dayağın, yaptığı işkencenin diyetini ödeyecektir. Eğer cinayet aydınlanmamışsa iki misli diyet ödeyecektir. Faili meçhul cinayetler de kasame yoluyla diyetlendirilecektir. Onun için dayağa da çok kere gerek kalmayacaktır.
وَلَوْ أَنَّهُمْ قَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا (VaLaV EanNaHuM QAvLUv SaMıGNAv Va EOaGNAv)
“Onlar sem’ ettik ve itaat ettik demeliydiler.”
Yani, anladık ve itaat ettik demeliydiler. Herkes şeriata uymak zorundadır. Bu ittibadır. Yetkililerin verdikleri emirlere de itaat etmek gerekir. O esnada itaat edecektir. Sonra hakkını hakemler nezdine arayacaktır.
Yukarıda ve burada geçen “Semi’nâ” kelimesinde sadece duymak anlamı yoktur. Duyduk, anladık anlamı vardır. İşiten olmadan tâbiri bunu ifade eder. Olgunlaşmış meyvenin kolay koparılması anlamındadır. Emre kişinin kendi isteğiyle uymasıdır.
Amirlerin zorlama yetkileri yoktur. İtaat etmeyenlerin bir cezası varsa onu hakemler cezalandırır. Emirde icbar yoktur. Sadece etkili kılınan yerde o işe mahsus olmak üzere kural koymak demektir. İçtihat yapma demektir. Onun emri de şeriatın bir kuralıdır. Sadece o olaya ve emredilene mahsus bir şeriat hükmüdür.
Yine de kişi içtihat eder, eğer emredeni yetkisi dışında görürse ona itaat etmez. Sonra emreden veya ilgililer hakemlere giderler, haksızsa onlar mahkum ederler. İsyan yoktur. Hicret vardır, isyan yoktur.
Hicretin kolaylaşması için kaza çevresi bucak seviyesinde tutulmuştur. Her muhakeme kabile içinde olur. Hakemler de belde içinden seçilir. Dolayısıyla her belde bir kaza çevresidir. Her bucak da bir kaza merkezidir. Kaza çevresidir, çünkü soruşturmacılar ve hakemler oradan atanırlar.
وَاسْمَعْ “Sem’ et.”
Yani, herkes birbirine sem’ et, anla ve uygula der. Halk kendi örf ve âdetine sahip çıkar. Herkes şeriata, yetkililerin emirlerine, hakemlerin kararlarına uyar ve birbirlerine uymayı emreder.
Burada “Sem’” kelimesini kullanmış olmasının sebebi, herkesin şeriatı bilmesi gerekmektedir. Onun için beş vakit namazlara devam edecek, beşikten mezara kadar görevlerini öğrenmeye çalışacak ve itaat edecektir. “İsme’” “İsme’ gayra müsmein”in karşılığıdır. Asyanaınkarşııt eten işsme gayre müsmenin karşılığı isme dir. isme müsemin dmedir.
وَانظُرْنَا (VaNJuRNAv) “Bize nezaret et.”
“Ra’yetmek” karşılığı “Nezaret et” İslâmiyet’i bütün veçhesiyle ortaya koyan bir âyettir.
Bir dokuma tezgahı düşünelim. Daha insanlar ilk yaratıldığı günden beri ağaç ve otların liflerinden dokuma yapmışlar. Giyim ve yatak yorgan yapmışlar, bohça yapmışlardır. Tezgahlarda üretmişlerdir. Ne var ki tezgahta bizzat çalışmış, tezgahtaki her hareketi kendileri yapmışlardır. İşte bu “Ra’y”dır, çobanın sürüsünü gütmesidir. Oysa bugün dokuma tezgahları vardır. İplikler takılır, deliklerden geçirilir. Ondan sonra da motorun düğmesine basılır ve tezgah kendi kendine dokur. İşçi ise sadece nezaret eder. Bir aksaklık olursa, mesela ip koparsa, yahut motor durursa onlara müdahale eder ve tekrar çalıştırır.
İşte Allah topluluğun yönetilmesini değil, gözetilmesini emreder. Herkes kendi içtihatlarına göre görevini yapar. Kamu görevlileri onlara sadece nezaret ederler. Eğer bir aksaklık olursa müdahale ederler. Tekrar kendi başlarına iş yapmaya götürürler. Kurallar sözleşmelerle konur. Bu icma müessesesidir. Herkes kendi içtihadıyla amel eder. İşte bu insanın hür olmasıdır. Kamu görevlileri ise nezaret ederler. Bir takılma olursa ona müdahale eder, yardımcı olurlar. Kendileri gütmezler. Bu demokrasinin temel kuralıdır. Bu hukuk düzeninin temel yapısıdır. “İslâm düzeni” bunun adıdır.
Bu düzene ulaşabilmemiz için halkın şeriatı benimsemesi gerekir. Dışarıdan zorlama ile getirilen kanunlar bunun için halk tarafından benimsenmez ve dolayısıyla uygulanmaz. Batı kanunlarını Türkiye’ye aktarma furyası Osmanlılar zamanında başlamıştır. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde bu uygulama üst seviyelere çıkmıştır. Son kanun aktarma furyası, hem de hayasızca, okumadan Meclis’ten geçirme, iktidarı ve muhalefeti ile geçirme, AK Parti zamanında olmuştur.
Bu kanunların hiçbirisi Türkiye’de herhangi bir etki yapmamıştır. Çünkü Türkiye hukuk devleti değildir. Kanun yazılır; sadece Allah’ı ve mü’minleri kandırmak için! Sovyetlerde de böyle kanunlar vardı. Halk ve devlet görevlileri onları kamufle etmek için özel ilim ve metotlar geliştirmişlerdir.
“Nezaret” dönemine geçebilmemiz için “Adil Düzen”in benimsenmesi gerekir. Devletten fazla bir şey istemiyoruz. Bucaklara adli bağımsızlık verilecektir. Kendi hukuklarını kendileri yapacaklar ve kendi düzenlerini kendileri sağlayacaklardır. Yaklaşık on bin civarında bağımsız bucaklar oluşacaktır. Bunlar ilk öğrenimlerini de kendi dilleri ile yapacaklardır. Bunlar ilçelerde çalışabileceklerdir. Ama sosyal yapıları kendi bucaklarında istedikleri gibi olacaktır. Beğenmeyen başka bucağa hicret edecektir.
لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ (LaKAvNa PaYRan LaHuM) “Onlar için hayır olurdu.”
“Hayr” etkili kimse demektir. Toplulukta sözü geçen kimse demektir. “İhtiyar” da yaşlı demektir. Sonra her beğenilen şey hayır olmuştur. İşe yarayan ve faydalı olanlar hayırdır. Hâsılı, bizim istediğimiz yaşama şekli hayırdır.
Eğer ra’yetme sistemini bırakıp da nezaret sistemine geçebilseler, onlar için istediklerine daha yakın olur demektir. Şeriatın bütün istediği, insanın istediği gibi yaşamasını sağlamaktır. Kişiler arasındaki istekler arasında denge kurmak. Devletin görevi de budur. Devlet insanların hak ve hürriyetlerini koruyan bir müessesedir. Bu sebepledir ki günümüzün anayasaları önce hak ve hürriyetlerden bahsederler. Herkesin hak ve hürriyetlerinin sınırı, başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırıdır. 1924 Anayasasında bu yazılı idi. Bunu kanun tayin eder cümlesi de vardır. Biz bunu biraz daha açıyoruz ve diyoruz ki, bu sınırı hakemler belirler. Devlet güçleri de bekçilik yaparlar. Adil Düzende zalimlerin de istedikleri gibi yaşama hakları vardır. Zalim düzen bucağı kurabilirler. Orada yaşamak isteyenler zulüm içinde yaşarlar. Nasıl kumar oynayanlar istedikleri gibi kaybederlerse, zalim düzende olanlar da kim yenerse diğerini ezsin diye kuralı kabul ederler ve orada yaşarlar.
Sovyetlerin mantığı budur. Kâinatta adalet yoktur. Kim kuvvetli ise onun karşı tarafı ezme hakkı vardır. İşçiler kuvvetlidir, muhalif olanları ezip yok etsin. Bu mantıkla Sovyetlerde kırk milyon insan öldü. İşte “Adil Düzen”de bunlara da yer vardır, bu mantığa da yer vardır; ama bucaklarında kendi istekleriyle orada kalırlar.
وَأَقْوَمَ (Va EaQVaMa) “Akvamdır”
“Adil Düzen” hem hayırlıdır, hem de akvamdır. Tarihte büyük devletler binlerce sene adil olduklarından dolayı yaşadılar. “El-Adlü Esasü’l-Mülk/ Adalet devletin temelidir” sözü bunun için yazıldı.
İlk bakışta herkes kendi içtihadı ile hareket edince, yerinden yönetim olunca, suçta kesin ispatlar istenince devlet zayıf düşer ve yıkılır gibidir. Oysa tam tersidir. Halk kendi istediği gibi yaşamaya başlayınca, yerinden yönetim olunca, dayanışma olunca halk devletini sever ve onun kanunlarına isteyerek uyar. Böylece doğru şehadet yapılır, doğru kararlar alınır ve devlet de hakem kararlarına uyarsa, orada güçlü devlet veya topluluk oluşur.
ABD silah zoruyla saldırmaktadır. Dünyayı hükmü altına almak istemektedir. Oysa AB adaletle insanlığa yaklaşmaktadır. Ordusu olmadığı halde güçlü parası vardır. Herkes ABD’den kurtulmak için mücadele verirken, AB’ye girmek için eşikler aşındırmaktadır.
Şimdi Irak’la şöyle bir anlaşma yapsak. Siz Türkiye’den gelen göçleri kabul edeceksiniz, biz de sizden gelen göçleri kabul edeceğiz. Beş sene karşılıklı göçler olacak. Sonunda bizden size göç fazla ise biz size onların hissesi kadar toprak vereceğiz, sizden bize gelen olursa siz bize onların hissesine düşeni vereceksiniz. Diğerleri takas olacak dense, ne olur? Beş sene sonra Irak’ın yarısı bizim olur. Neden? Onda bir kadar da olsa, onlardan daha adil davrandığımız için.
Kur’an “Akvam” kelimesi ile bunu bildiriyor. Bu ifade aynı zamanda kuvvetli olmamız gerektiğini de bildirir. Haklı olmak yetmez, kuvvetli olmak gerekir.
وَلَكِنْ لَعَنَهُمْ اللَّهُ (Va LavKıN LaGaNaHuMu elLAHu) “Lâkin Allah onları lânetlemiştir.”
Allah onları dışlamıştır. Bir türlü itaat ettik, bize nezaret et diyemezler. “Adil Düzen”i kabul edemezler. Şeriatın söylediklerini yapmaya yönelemezler. Onlar Allah’tan değil, insanlardan korkuyorlar. Allah da onlara “Adil Düzen”e gelmelerini yasaklamıştır.
AK Partilileri, Saadet Partilileri “Adil Düzen”e çağırıyoruz. Hiç kulak vermiyorlar. Diğerlerinden bahsetmiyorum. Diğerleri zaten baştan reddetmişleridir. Onun için Allah onları iktidardan uzaklaştırdı. İşte sizin elinize iktidarı verdi.
Ne oldu da dün Adil Düzenci idiniz, bugün vazgeçtiniz! “Adil Düzen”in neresini beğenmediniz, neresi yanlıştı? Zulüm düzeni sizi süründürmedi mi? Hapishanelerde gezdirmedi mi? Şimdi Allah sizi iktidar etmedi mi? Neden “Adil Düzen”in değil de, zulüm düzeninin kanunlarını dolduruyor ve zinacı AB’nin peşinde koşuyorsunuz?!. Neden Allah’ın arkasından gitmiyorsunuz?!.
İşte bunun cevabını Allah vermektedir.
بِكُفْرِهِمْ “Küfürleri sebebiyle.”
“Adil Düzen”i reddetmek küfürdür. Reddetmeleri küfürleri sebebiyledir, birlikte küfrettiklerinden dolayıdır. Çünkü onların küfrü demektir.
Bile bile bir şeyi reddederseniz kâfir olursunuz. “Adil Düzen”i duymamış olanlar kâfir değildir.
Ama düzeni öğrenmek istemeyen de kâfirdir. Öğrendikten sonra doğru olduğunu gördüğü halde terk eden de kâfirdir. Ama onun doğruluğuna kanaat getirmemiş olduğundan inanmamış ise kâfir değildir. Dolayısıyla yanlış anlaşılmasın, “Adil Düzen”de olmayanlar kâfirdir demiyoruz; “Adil Düzen”i bilmek istemiş veya bilmiş, doğru olduğuna da kani olmuş ama sonra onu terk edip ona karşı olan kâfirdir.
İşte Allah bunları bu sebeple dışlamıştır.
فَلَا يُؤْمِنُونَ إِلَّا قَلِيلًا(46) (Fa LAv YuEMıNUvNa EilLAV QaLıYLan)
“Azı dışında iman etmeyecekler.”
Buradaki “azı” dendiği zaman kişilerin azı, inanmayanların azı demek olur. O takdirde çoğu devre dışı kalacaktır. “Adil Düzen” iktidar olunca müslim olacaklar ama mü’min olamayacaklar. Direnenler ise helâk olacaktır. Onları Adil Düzenciler helâk etmeyecektir, Allah helâk edecektir.
Bu helak tabiî ve beşerî âfet ile olabilir. O gaybî haberdir, biz bilemeyiz.
Ama “Adil Düzen”in geleceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Allah nûrunu tamamlayacaktır.
“Kalîl” yani azın diğer manâsı da, “Adil Düzen”in hükümlerinin çoğuna inanmayacak, parça parça alıp gizli saklı uygulama yapacaklar.
AK Parti’nin bugün yaptığı budur, ama başaramayacaktır. Çünkü bir düzen bütünü ile gelir, parça parça gelmez. Dizel motora bujiyi takamazsınız.
Bu âyetler bize ‘hukuk düzeni’ ile ‘polis düzeni’ arasındaki farkı anlattı. Polis düzeni isteyenlerin hallerini bildirdi.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 295. SEMİNER Yorum-125 İstanbul, 11 Mart 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
KAPKAÇI ÖNLEMEK
Biz bu yazılarımızda devletin ne yapacağını değil, halkın kendi kendine ne yapabileceğini anlatmaya çalışıyoruz. İstiklâl Savaşı yıllarında olduğu gibi bir gün devletsiz kalabiliriz. Bugünkü yönetim şekliyle böyle bir duruma doğru süratle gidiyoruz. Freni patlamış araba misalidir hâlimiz. Biz şoför makamında olmadığımız için de arabaya müdahale etme imkanımız yoktur. Bu hususta söylediklerimize kimse kulak vermiyor.
Çalışanlara kredi yoluyla işçiliği kaldıralım, diyoruz...
Dış borcu faizsiz olarak iç borca çevirelim ve dış borçtan kurtulalım, diyoruz...
Hakemlik sistemini getirelim ve bu sayede saygın yargı sistemini oluşturalım, diyoruz...
Basın Yayın Kooperatifleri kuralım ve bu medyadan kurtulup basını millîleştirelim diyoruz...
Duyan yoktur!
Bu durumda elimizde bir şey kalıyor. Araba parçalandığı zaman kendimizi en az hasarla sahil-i selâmete çıkaralım diyoruz... Kazadan önce emniyet kemeri takalım diyoruz... Sonra da yeni arabanın tedarikine bakalım diyoruz... Yeniden İstiklâl Savaşını yapabilmenin hazırlığı içinde olalım diyoruz...
Bir an için devletsiz olduğumuzu veya devletsiz kaldığımızı düşünelim.
KENDİ GÜVENLİĞİMİZİ SAVUNMA İŞİ KENDİMİZE KALSA NE YAPABİLİRİZ?
a) Evvela kendimize bir mahalle seçeriz ve oraya taşınırız. Evimiz varsa satar, orada yeni ev alırız. Yoksa, orada kiralarız. Bir araya gelerek kendimizi korumanın yollarını ararız.
b) Sonra “Dayanışma Kooperatifi” kurarız. Mahallemizin giriş ve çıkışını kontrol altına alırız. Mahallenin giriş ve çıkış yerlerinde açılır kapı yaparız. Açılan kapı gölgemizle değil, akbille çalışır. Akbil bastığımız zaman kapı açılır, girdiğimizde de kapanır. Ancak akbil para ile çalışmaz, sadece parmak izi ile çalışır. Parmak izinden okuyarak akbil numarasını verir. Böylece bu kapıdan kimin hangi saatte geçtiği kayda alınır. Hata CD kamera koyarız. Gelen geçenin fotoğraflarını da alabilir.
c) Kooperatif sitenin içinde bir “nöbet sistemi” geliştirir. Sitede isteyenler nöbete girerler, isteyenler koruma nöbetleri tutarlar. Bunlar giriş ve çıkışı denetlerler. Ayrıca herkesten bir şey istenir. Eğer bir olayla karşılaşmış iseniz, olayı nöbetçilere telefonla bildiriniz. Alarma basılarak bütün kapılar açılmaz olur. Eşyası çalınan veya kapan kimse aranır. Eşyası ile veya parmak iziyle yakalanır.
d) Halkın bu suçlara verebileceği ceza yoktur. Çünkü kooperatif cezalandırma yetkisinde değildir. Ama bu kimse site dışına atılır ve bunun akbili iptal edilir. Yani kapı bu numarayı okuyunca açmaz. Suçluların girişini önlemekle kendimizi savunmuş oluruz.
Zorla saldıran olursa polise, devletimiz varsa devletimize haber veririz. O gelip bizi kurtarır. Polis ağırdan alır veya eşkıyalarla işbirliği hâlinde olursa, biz bunu daha yükseklere şikayet ederiz. Bunu ancak kooperatif yönetimi yapar. Halk yapamaz çünkü halk kendisini savunamaz. Halkın o gücü yoktur. Oysa kooperatif güçlüdür, kendisini savunabilir.
Eğer devlet yıkılmışsa, o zaman biz kendi halkımızı silahlandırırız. Bize saldıranları kendimiz def ederiz. Bunu kapkaççılar bileceği için sitemize kolay kolay girip de eylem yapamayacaklardır.
Diğer savunma şeklimiz kasamedir. Eğer sitemizde bir kapkaç olayı veya cinayet olmuşsa ve faili meçhul kalmışsa, site halkı aralarında dayanışma ile mağduriyeti giderirler.. Bu olay halkı birleştirir, onlarla hep birlikte mücadele ederler. Mağduriyet giderilmiş olur.
Bu tür savunma mekanizmaları devlet aşamaları öncesinde vardı. Güçlü devletler oluşunca bunlara ihtiyaç kalmadı. Ama bugünlerde yeniden böyle bir teşkilatlanmaya ileri derecede ihtiyaç vardır.
Bu öneri birçok kimselere ütopik gelebilir. Benim bunlara vereceğim cevap basittir. Ay’a gitmek ütopikti, ama şimdi değil. AK Parti’nin iktidar olması ütopikti, ama şimdi iktidardır.
Önerdiğimin zor tarafı nedir? Evinizi değiştirin diyorum. Ondan sonrası ise zamanla kendiliğinden çözülür. Hiçbir şey yapamazsanız, evleriniz arasında bir alarm koyarsınız. Bir gece sizi basan olursa zile basarsınız. Tanışlarınız evinize gelirler, saldırıyı hafif atlatırsınız.
Evet, insanlar kör, dilsiz ve sağırdırlar.
Akıbetlerini beklerler ama ihtida edenler de dünya ve âhirette kurtulurlar.
“Adil Düzen” iktidarda olsa bunu kanunla zorla insanlara yaptırmaya başlasa başarabilir mi? Şüphesiz başaramaz ama muhacereti desteklemek ve meşru kılmak suretiyle böyle yerlerin oluşmasına imkan sağlar.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 295. SEMİNER Yorum-125 İstanbul, 11 Mart 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
BANKALARI TASFİYE
Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak isteyen sömürü sermayesi Türkiye’de yatırımlar yaptı ve yerli sanayiyi iflas ettirdi. Faizle borç verdi ve devleti borçlandırdı. Devlet borcunu ödeyemez hâle gelince ihracat mallarına el kondu. Duyun-u Umumiye kuruldu. Reji teşkilatı oluşturuldu. Sonunda Sevr dayatıldı. İmparatorluk dağıldı.
Cumhuriyet hükümetleri devletin siyasi istiklâli yanında ekonomik istiklâlinin de onun kadar önemli odluğunu müdrik idiler. Hattâ bugün Japonya ve Almanya örneği ile anlaşıldı ki; ekonomik istiklâl siyasi istiklâlden de önemlidir.
Eski CHP iktidarı dış borçları tasfiye etti ve yabancı sermayeyi millîleştirdi. Ülke tam ekonomik istiklâlini de kazanmış iken, sömürü sermayesi Halk Partisi iktidarına son verdi ve yerine Demokrat Parti’yi getirdi. CHP’ye de dinsizlik yaptırdı. CHP’nin bu tavrı karşısında denize düşen halk yılana sarıldı. Türkiye borçlanmaya başladı. Fakat aynı zamanda kalkınmaya da başladı. CIA 1960 ihtilaline zorladı ve Menderes’i astırdı; kendilerinin sadık adamlarını astırdı!
CHP ‘devletçiliği’ getirerek ‘bankacılık’ gibi halkın yapamayacağı işleri devlete yaptırmaya başladı. Sümerbank ve Etibank gibi kurumları oluşturdu. Bu kurumlar sayesinde Türkiye bugünkü hâle geldi. Hazreti Davut aleyhisselâmdan beri Allah’ın insanlığa öğrettiği devletçiliği Cumhuriyet hükümetleri yeryüzünde ilk defa Türkiye’de uyguladılar ve başardılar. KİT’ler ne yaptı?
a) Türkiye’ye Batı’dan Teknoloji transfer etti. b) Köylüleri kentlere taşıdı. Kentleşme oldu. c) Ülkeyi iç ve dış sermaye tekelinden korudu, fiyatları dengeledi. d) Teknik eleman yetiştirdi.
KİT’ler zarar etmiştir. Nedenleri ise çok açıktır.
a) KİT’ler sadece ekonomik faaliyette bulunmadı. Ağır kamu hizmeti gördü. Millî Eğitim Bakanlığı’na, orduya harcama yapıyoruz. Onlar kâr ediyor mu? b) Ülkede vergi kaçakçılığı vardır, diğer firmalar böyle kazandılar. KİT’ler vergilerin altında ezildiler. c) KİT’lerin yönetimlerine siyasiler karıştılar, fiyatlara ve istihdama müdahale ettiler. Yolsuzluklara göz yumdular. d) Rüşvet oraya da girdi. Özel firmalar kazansın diye kasten zarar ettirildiler.
KİT’lerin görevleri bitmemiştir.
a) Artık kendi teknolojimizi kendimiz üretmeliyiz. Muasır medeniyetin fevkine öyle çıkabiliriz. Bunu kim yapacak? Elbette KİT’ler yapacaktır. b) Artık taşraya altyapı gitmelidir. Tarımı sanayileştirmemiz gerekmektedir. Sanayiyi kıra yani taşraya götürmemiz gerekir. Bunu KİT’ler yapacaktır. c) Bankacılık, yollar, elektrik dağıtımı gibi işleri halk yapamaz. Bu gibi işleri KİT’ler yapacaktır. Böylece çökmekte olan tekelin yerini KİT’ler alacaktır. d) KİT’ler halkı ileri teknoloji alanında eğitmeye devam edecektir.
Kur’an; faiz mahveder, zekât (vergi) çoğaltır diyor. Faizli sistem Batı dünyası için yararlıdır, çünkü faiz sayesinde dünyayı sömürüyor. Batı alacaklıdır. Türkiye ise borçludur. Faizli sistem Türkiye’yi yıkar.
Devlet hiçbir emeği olmayan kağıdı yani ‘kâğıt para’yı faizsiz olarak halka verecektir. Halk bununla iş yapacak ve devlet vergisini alacaktır. Devlet halka yeteri kadar ‘faizsiz kredi’ verince kimse kimseden faizli kredi almaz. Dolayısıyla bankalar iflas eder. Bu sebepledir ki, bankacılık sektörü özel sektör olamaz. Banka devletin gücü ile oluşmuş ‘kâğıt para’yı halka dağıtır. Eğer faiz alınacaksa devlet alır. Devletin parasını başkası nasıl faize verecektir? Allah bir şeyi diyorsa o doğrudur, çünkü O her şeyi bilmektedir.
Suni olarak zarar ettirilen KİT’ler özel sektöre devredildi. Hortumlandıktan sonra da geri alındı. Devlet korkunç derecede zarara girdi. Devleti yıkacak kadar yük ile yüklendi. Bu yük de AK Parti’nin üzerinde kaldı.
Türkiye 1950’de borçlanmaya başladı ve on senede 30 milyar dolar borçlandı, ama bu dönem Türkiye’yi tarım döneminden sanayi dönemine geçirdi. Ondan sonra 1997’ye kadar 50 milyar dolar daha borçlanılarak elli senede borç 80 milyar dolar oldu. 1997’den 2003’e kadar bir tek çivi bile çakılmadan 5 senede Ecevit Hükümetleri 70 milyar dolar borçlandılar. Yani hiçbir iş yapmadan Türkiye’yi iki kat daha borçlandırdılar. Banka hortumlama miktarı da 50 milyar dolardır. Tüm devletin yolsuzlukları kadar batık banka yolsuzluğu vardır.
Şimdi bir kurum faaliyettedir. Adını öğrenemediğim için yazamıyorum. Bu 50 milyar dolar kadar olan batan bankaların borcunu devlet ödeyecektir. Bu bankaların çoğu faaliyette olsalardı belki de hiç olmazsa yarısını öderlerdi. Ama devlet el koydu. Bir kuruş ödeyecek halleri yoktur. Devletleştirilenlerin borçları 50 milyar, mal varlıkları 17 milyar dolar; bunun 7 milyarı da davada. 10 milyar satışa çıkarıldığı zaman yarı bedellerle satılıyor. Demek ki bu kurul 10 senede 50 milyarın 5 milyarını tahsil edecektir. Bunun 1 milyarı avukatlara ve bilirkişilere gidecek. 1 milyarı da tasfiye kuruluna ve işçilere 10 senede harcanacak. Demek ki 3 milyar dolar gelecektir! Yani, yirmide biri!..
İşte Allah’ın sözlerini dinlemez de faizli iş yaparsanız, böyle batarsınız.
BU DURUMDA NE YAPILMALIDIR?
a) Yalnız bankaların değil, bütün vatandaşların ve işletmelerin borç ve alacaklarını devlet yüklenmelidir. Önce devlet tüm borçlarını TL ile herkese ödemelidir. Alacaklıları da altın değere bağlayıp faizsiz hâle getirmelidir. Devlet halkın üzerine yürümemelidir. ‘Devlet bu parayı nerede bulacaktır?’ sorusu aptalları bile güldürür. Halk parayı ne yapacak? Sabahleyin çekecek ve birine verecek. Akşamleyin o götürüp yatıracaktır. Yeni paraya gerek yok. Olsa bile devletin elinde para makinesi var, basar verir.
b) Özelleştirmeler derhal durdurulmalıdır. KİT’ler özerkleştirilmelidir. İşletme yapacak ekibe üretimden pay olmak üzere kiraya verilmelidir. Kârdan değil, sabit kira da değil; ü-re-tim-den pay. Üretim belli miktarın altına düştüğünde kira akdini feshetmelidir. Ayrıca mübayaa ettiği mal karşılığını faizsiz olarak kredilendirmelidir. Emekçinin bedelini borçlandırarak ödemelidir. Piyasaya çıkan para kadar mal da arz edilmiş olacağından dolayı enflasyon yapmaz. Yapsa bile bir defa yapar, ekonomi canlanınca kendiliğinden dengeli hâle gelir.
c) Borçlarını ödeyemeyenlerin üzerine gidilmemelidir. Mallarına el konmamalıdır. Sadece onlardan borçlanma ehliyeti alınmalıdır. Borçlarını ödediklerinde itibarları iade edilmelidir. Böylece ekonomik sirkülasyon durmaz. Borçlular borçlarını ödemek için yarışa geçerler. Ödemezlerse bile devlet o kadar fazla para sürmüş olur. Hafif enflasyona sebep olur. Ama bu kadar enflasyon yararlıdır. %5’den az olan enflasyon ekonomiye canlılık getirir.
d) Kamu bankaları faizli işlem yapmayacaktır. Faiz yerine ‘kredileşme sistemi’ni uygulayacaktır. Devlete para kullandıranlar ona denk aynı miktarda parayı yani devletin parasını kullanırlar. Özel bankalar ise şirketlere kredi tanıyacaklar. Onlar da firmalarla kredileşme yoluyla para kullandıracaklardır. Üretimden banka hizmet karşılığı bir yüzde alacaktır. Böylece bankalar giderlerini karşılayacaklardır.
Adını bilmediğim (Özelleştirme İdaresi) bu tasfiye kuruluna bir önerim vardır:
Uhdenize geçmiş bulunan bir televizyon kanalını biz ‘Akevler’e eksper değeri ile satın. Hem de 10 sene ödemeli değil, 2 (iki) sene ödemeli satın. İki sene televizyonu biz işletelim. Siz kâr ve zarara katılmayın. Biz bir halk şirketini kuralım; “Yayın Kooperatifi” kuralım. Yayıncıları ve seyircileri ortak edelim. Payları satalım ve borcumuzu ödeyelim. Yayın kuruluşu Kooperatifin olsun. Siz de tam değerini almış olun. Eğer ödeyemezsek size iade edelim. Ödediğimiz miktarı bize iade edin. Tek zararınız, iki yıl geç satmış olursunuz. Nasılsa satamıyorsunuz. Bunu da göze alın.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92