ADİL DÜZEN 297
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 25-28 Mart 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 297. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
* TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 22
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَعَنَهُمْ اللَّهُ وَمَنْ يَلْعَنْ اللَّهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ نَصِيرًا(52) أَمْ لَهُمْ نَصِيبٌ مِنْ الْمُلْكِ فَإِذًا لَا يُؤْتُونَ النَّاسَ نَقِيرًا(53) أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَى مَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ فَقَدْ آتَيْنَا آلَ إِبْرَاهِيمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَآتَيْنَاهُمْ مُلْكًا عَظِيمًا(54) فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ بِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ صَدَّ عَنْهُ وَكَفَى بِجَهَنَّمَ سَعِيرًا(55) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا سَوْفَ نُصْلِيهِمْ نَارًا كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُوا الْعَذَابَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَزِيزًا حَكِيمًا(56)
اُوْلَئِكَ (EuLAEıKa) “İşte onlar.”
Türkçede ‘o’ hem zamir, hem de işaret sıfatıdır. Yani ben, sen, o dendiği gibi; bu, şu, o da denir. ‘O’ müşterek kelimedir. Zamirden ayırmak için de başta ‘işte’ kelimesi getirilir. Getirilmeden tercüme daha fasihtir.
İşaret edilen kimseler kimlerdir? Kendilerine Kitap’tan nasib verildiği halde, alçıya ve azgınlığa îman eden kimselerden bahsetmektedir. İslâmiyet’te resim ve heykel yasak değildir. Ama onları takdis etmek, onlara saygı duruşunda bulunmak şirktir ve büyük günahtır. İşte Kur’an bunlardan bahsetmektedir.
İşaret sıfatları mübteda olabiliriler. ‘Bu geldi’ dediğiniz zaman fasih cümle söylersiniz. ‘Bu adam geldi’ dediğiniz zaman, adam üzerinde vurgu yapmış olursunuz.
“Ulâike” kelimesi “Zâlike”nin çoğuludur. “Zâ” yakına, “Zâke” Türkçedeki “Şu”da olduğu gibi ortada olana, “Zâlike” ise uzakta veya görünmeyende olana kullanılır. Konuşurken geçmiş sözlere işaret edilecekse “Zâlike” ile söylenir. Çünkü o görünmezdir.
الَّذِينَ لَعَنَهُمْ اللَّهُ (EalLaÜIyNa LaGaNaHuMu elLAHu) “Allah’ın lânet ettiği kimselerdir.”
Eğer mübteda ve haberin ikisi de marife ise hasr ifade eder. Bunun tercümesi şöyle olur. “Allah’ın lânet ettiği kimseler onlardır. Allah böylelerine lânet eder.”
“Lânet etmek” demek, dışlamak demektir.Bunlar münafıklardan farklıdır. Münafıklar inanmazlar ama inanmış gibi amel ederler. Cibse yani alçıya yani heykele tapanlar ise inanırlar ama amel etmezler. Allah bunları da dışlamıştır. Kâfirler bunları sevmez, çünkü inanmışlardır. Hanımlarının başları örtülüdür. Mü’minler de sevmez, çünkü bunlar îmana göre amel etmiyorlar. Böylece bunlar dışlanmış olurlar.
Demokrat Parti’nin başına gelenler mâlumdur. DP Türkiye’yi tarım döneminden sanayi dönemine geçirdi. Bundan dolayı DP Genel Başkanı ve Başbakan Menderes’i astılar. Halk Partisi zulmünden kurtulmak için halk onlara istemeye istemeye oy verdi, ama onları asla sevmedi. Allah’ın dışlaması topluluğun dışlamasıdır.
Aslında Türkiye’nin hâli de böyledir.
Türkiye ‘Batılılaşacağım’ derken İslâm âlemindeki sevgisini ve itibarını kaybetti. Türkler Müslüman oldukları için de Batı onları dışlamıştır. Bazen her iki taraf sempati duyacak gibi olur, biraz sonra iki taraf da cephe alır. Bizim Irak’a gitmemizi önce iki taraf da ister. Bir de bakarsınız ki, iki taraf birleşip ‘gelmeyin’ der!
Kitap’tan nasibi olanlar, cibs ve tağuta güvenmemelidirler.
Cibsciler heykelcilerdir, sosyalistlerdir. Onlar insanları tanrı yerine koydukları diktatörlere taptırıyorlar.
Tağut ise kapitalistlerdir. Onlar da insanları ahlâksızlığa, zinaya, faize inandırıyorlar.
Ne sosyalistlere, ne de kapitalistlere inanmayın anlamında bu âyet emrediyor.
Kendimizi bu iki zümreye dayandırmamalıyız.
Bugün ABD vardır, AB vardır. Allah Türkiye’yi korumaktadır. Dünya Türkiye’yi birilerine veremiyor. Onun için varız. Bir gün dünyaya bir tek güç hâkim olursa, bu gücün yapacağı tek iş vardır; İstanbul’u işgal edip Müslüman Türkleri soykırımına uğratmak. Bunu haklı çıkarmak için de şimdi Ermeni soykırımını deneyecekler. Sonra sıra Rum soykırımına gelecek. Kürtleri de azınlığa sokuyorlar. Onun dışındakilerin soyu kırılacaktır. Onlar dersim dağlarına sürülecek.
İşte bu Allah’ın lânetidir. Bu lânet Libya için de sözkonusudur, İran için de sözkonusudur.
Allah’ın kendilerine Kitab’dan nasib verilenlerden istediği “Adil Düzen”i öğrenip ülkelerinde tesis etmeleridir. Bu yalnız Kur’an ehline değil; Tevrat ehline, İncil ehline ve doğudaki Furkan ehline de farzdır.
وَمَنْ يَلْعَنْ اللَّهُ (Va Man YalGaNı elLAHu) “Allah kime lânet ederse.”
Allah kimi dışlarsa, demektir. Allah’ın lâneti, insanlığın onlara cephe almasıdır. Bugün ABD böylece dışlanıyor. Korkusundan yanında olanlar, onun borusunu çalıyorlar. Ama aslında herkes ABD’ye kin kusuyor.
Dışlanan aslında ABD halkı değildir, dışlanan sömürücü sermayedir, Amerika’daki 200 ailedir. Onlardan yalnız dünya nefret etmiyor, bizzat ABD halkı da nefret ediyor, İsrail halkı da nefret ediyor.
Diğer taraftan tarihte peygamberler gelmiş, Bediüzzaman gelmiş, Erbakan gelmiş… Herkes onlara cephe alır gibi olmuştur. Zulmün baskısı ile onları dışlamak istemişler, ama Allah insanlığa onları sevdirmiş, sonra güçlenmişler. Onların yanında olanlar da dünyada sevilir olmuşlardır. Bugün onların milyarlara varan izleyenleri vardır. İşte Allah’ın dışladıkları başkadır, basının dışladıkları başkadır.
Şimdi başörtülüler dışlanıyor. Ama başörtülülere olan saygı ve sevgi her tarafta artmaktadır. Başörtülülere düşman olanlar ise Allah tarafından lânetlenmektedir. Onlar kıyamete kadar mel’un olacaklardır.
فَلَنْ تَجِدَ لَهُ نَصِيرًا (FaLaN TaCıDa LaHUv NaWIyRan) “Ona sen bir nasîr bulamazsın.”
Allah’ın dışlamak istediği kimselere Allah öyle işler yaptırır ki, insanlar onları dışlarlar.
Sosyalizm aslında kapitalizmden çok ileri ve iyi bir düzendir. Sadece kendi çıkarlarını düşünen sermaye, kapitalizm yerine, devleti kendilerinin kabul eden bir diktatörün tekeli içinde halkı müreffeh yaşatmaktadır. Mısır Uygarlığında tek Firavun vardı. Sosyalizm orada uygulanıyordu. 2500 yıl varlığını sürdürdü. Sovyet sosyalizmi de daha asırlarca varlığını sürdürebilirdi. Ama Allah Sovyetlere öyle işler yaptırdı ki, sonunda Sovyetler 70 yılda yıkıldı. Ne yaptı da yıkıldı?
1) Marks’ın direktifleri ile önce aileye düşman oldu. Çocuklar kreşlere verilecek, anne babalarını bilmeyecek, ulusunu bilmeyecek, böylece insanlar melek olarak yetiştirilecekti. Tabii ki bu ütopya başarılamadı. Çünkü tabii ve sosyal kanunlara aykırı iddi.
2) Sonra insanların milliyetçiliklerini unutturacaktı. Görünürde ulusçuluğu reddediyordu ama Rus ulusçuluğu yapmak zorunda kalıyordu. Bunu da aslında Rus olmayan Gürcü Stalin yapıyordu.
3) Halkın elinden malları gasp ediyor, ticareti yasaklıyordu. Oysa devlet faizsiz kredi verirse kimse faizli işlem yapmaz. Devlet halkın ürettiği malları sosyalizmin adil kuralları içinde değeri ile alırsa ve halka kârsız satarsa, ticaret kendiliğinden kalkar. Çünkü tüccar daha ucuz alıp pahalı satamaz. Devlet gelirlerini ise kuracağı fabrika ve çiftliklerden alacağı kira ile temin edebilirdi. Sen işçiye tam ücret verirsen, özel sektör kendiliğinden devreden çıkar. Yani, ekonomik uygulamalarla hiç kimseyi incitmeden sosyalizmi gelirdi. Halkın mülkiyeti devam ederdi. Oysa Sovyetleri yönetenler öyle yapmadı. Halkın elinden malları zorla gasp edildi. Şimdi de o mallar Yahudi sermayesine peşkeş çekiyor.
4) Daha da kötüsü, dine savaş açmakla işe başladı. Oysa dinde zorlama dini kötüleştirir ama halkı daha dindar yapar. İşte yaptığı bu hatalardan dolayı lânetlendi ve bugün ortada yoktur.
Türkiye’de de buna benzer lânetlemeler olmuştur.
Bugün Yahudi sermayesi dünyaya kendisini sevdirebilir. Bunun için yapacağı şeyler çok basittir.
a) Faizli sömürü sistemine son vermelidir.
b) Devletlerin yönetimine karışmamalıdır.
c) İnsanlar arasında savaşlar çıkarıp ondan yararlanmamalıdır.
d) İsrail devletini, Tevrat’ta vaadedilen sınırları içinde silahtan tecrit edilmiş İsviçre modeli barış ülkesi hâline getirmelidir. Sınırları dünya devletleri ve komşuları tarafından garanti edilecek, iç işlerinde tamamen bağımsız olacak, ama kendisinin saldırı silahı olmayacak.
Filistinliler Yahudi sermayesi desteğinde İsrail’in dışında Arap Yarımadası çölünde bir ülke kurabilir. Onların topraklarını ve taşınmazlarını satın alabilir. Onlar da İsrail topraklarından göç ederler. Türkiye bu hususta onlara çok yardımcı olabilir. Onları bu muhacerete ikna eder. Kurulacak bu ülkeye Türkiye su verebilir. Ağaçlanıncaya kadar buna gerek vardır. Sonra orası bol yağmurlu ülke olur. Kendi kendine yeterli hâle gelebilir.
Ama böyle yapmıyor, lânetlenecek işler yapıyorlar.
Türkiye lâikçileri böyledir. Gerçek lâikliğe inansalar, başörtüsü serbestliğini savunurlar. Oysa onlar tersini savunuyor ve düşmanlık yapıyor, lânetleniyorlar.
İşte Kur’an, korkutarak dünyaya hâkim olacaklarını sananların mağlup olacaklarını söylüyor. Böyle bir güç ortaya çıksa, o güç yeryüzünün tanrısı olurdu. Allah ise yeryüzünü böyle bir puta teslim etmez.
Tarihte hiçbir bu hevese kapılanlar olmuştur. İngilizler, Sovyetler ve Hitler, yakın tarihimizde tanrılığa soyunan bu heveslilerinden olmuşlardı. Şimdi aynı işi ABD yapıyor. Eceli yakındır. Avrupa Birliği de Roma’yı diriltme sevdasındadır. Şimdi lânetlenmiyor. Ama böyle bir sevdanın peşine düşerse, o da lânetlenecektir. Fuhuş tellallığı yapan, polis düşmanlığı yapan bir zihniyet başarıya ulaşamaz.
أَمْ لَهُمْ نَصِيبٌ مِنْ الْمُلْكِ (EaM LaHuM NaÖIyBun MıNa eLMuLKi)
“Yoksa onların mülkten bir nasibi mi var?”
“Mülk” Türkçe’de servet anlamında kullanılmaktadır. Taşınmaz mallara ‘mülk’ denmektedir. Arapçada ‘mülk’ devlet demektir. Türkçedeki mülkün karşılığı ‘milk’dir. Bununla beraber Kur’an mülk kelimesini hem devlet, hem de milk anlamında kullanmaktadır. Çünkü devlet milke dayanmaktadır.
Bir kimse kendi taşınmazlarında oranın kralıdır. Kral nasıl ülkeye sahipse, o da kendi taşınmazlarına sahiptir. Kimsenin onun topraklarındaki padişahlığına dokunamaz. Ancak kişi o mülkü şeriata göre kullanacaktır. Kullanmazsa, hakemlerin kararı ile elinden alınır. Bundan sonra aşiret ve ocak gelmektedir. Aşiret başkanı aşireti adına kişilerin mülkiyeti dışında kalan yerleri yönetir. O da o toprakların kralıdır. Sonra bucak yönetimi de aşiretlerin ve kişilerin mülkiyeti dışında kalan toprakların kralıdır. İl yani şa’b başkanı da bucaklara ait olmayan toprakların kralıdır. Devlet illere ait olmayan toprakların kralıdır. İnsanlık da uluslara ait olmayan toprakların kralıdır.
Demek ki, devlet değişik yerlerin mâlikidir ama kişinin kendi evine ve toprağına mâlik olduğu gibi mâliktir. İşte kimse kişi olarak mâlik değildir. Sadece topluluğun yani Allah’ın görevlisi olarak onu şeriat içinde yönetir. Yoksa mülkün mâliki Allah’tır, yani topluluktur.
Bu âyet mülk ile milkin aynı anlama geldiğini çok açık bir şekilde ifade eder. Öyle olsaydı be kırıntı bile vermezlerdi diyor. Kimsenin mülkte bir payı yoktur. Çünkü mülk kimse tarafından var edilmedi. Allah’ın ikramı ve in’âmı ile verildi.
فَإِذًا لَا يُؤْتُونَ النَّاسَ نَقِيرًا (Fa EıÜan LAv YuETUvNa NaQIyRan)
“O zaman bir nakîr bile ita etmezlerdi.”
Kur’an’da kelimeler eş olarak kullanılır. “Nakîr” kelimesine eş “Fetîl” kelimesi vardır. Tüy demektir.
“Nakîr” kelimesi, bir boruya üflendiği zaman çıkan tükürük damlalarıdır. “Nakr etmek” demek, baş parmakla işaret parmağını birleştirerek aralarında üfürmek suretiyle ses çıkarmak demektir. Sonra bunun yerine boru konur, boruya üflenir, buna ‘borazan’ veya ‘kaval’ demekteyiz.
Bugün para en kıymetli bir şeydir. Ama aslında kıymeti sadece halkın ona rağbet göstermesindendir. Yoksa halk onu kabul etmezse ne işe yarayacaktır?
Arapçada veremezlerdi ile vermezlerdi aynı sığa ile söylenir. Türkçede bunun ayrı sığası vardır. Oysa Arapçada yoktur. Kelimelere manâ verirken yerinde o manâyı da verebiliriz.
Eğer mülk onların olsaydı, para onların olsaydı insanlara bir şeyi vermezlerdi. Kimse almazdı. Oysa şimdi İstanbul’da12 milyon insan vardır. Hiçbirisi kendi ektiğini yiyip de geçinmiyor. Bir şey üretiyor, onu satıyor, onun aldığı para ile de kendi ihtiyaçlarını karşılıyor. Bunu Sovyetlerde olduğu gibi devlet yapmıyor, kapitalistlerde olduğu gibi sermaye sahibi yapmıyor. Kim yapıyor? Topluluk kendi kendine yapıyor.
Para krizi oluyor. Kâğıt para bulunamıyor, ama 12 milyon insan birbirine borçlanarak hayatını sürdürüyor. İşte bu Allah’ın insanlara o duygu ve düşünceleri vermiş olmaları ile olmaktadır. Yoksa bir damla tükürüklerine bile müşteri bulamazlardı anlamı gelmektedir.
Herkes bilir ki, bu benim servetim ancak insanların ona değer vermesinden dolayı işe yarar. Yani, gelişmiş topluluklarda üretilen eşya kişinin hiçbir işine yaramamaktadır. Ancak onu sattığı takdirde bir işe yarar. Satın alma aracı da paradır. Parayı üreten de devlet değil, halktır. Halkın ona verdiği kıymet kadarıyla paradır. Enflasyon, halkın değeri düşürmesidir. İşte bu husus bilinerek halkın birbirine faizle para vermesi manâsızdır. Parayı halk ortaya çıkarmıştır. Eğer faiz alınacaksa devletin alması gerekir. Nitekim devlet altında kırkta bir senelik faiz almaktadır. Devletin fazla para çıkararak her yıl TL üzerinden enflasyon yapması da % 2,5 faiz alması demek olur. Devletin kendi bastığı parayı faizle halktan alamsı yani devlet tahvili çıkarması, akılla ve mantıkla izah edilecek bir şey değildir.
Amerika’da Merkez Bankası devletin değildir, 200 Yahudi zenginine aittir. Orada devletin tahvil çıkarması izah edilebilir. Çünkü kendisi basmıyor. Sonunda Merkez Bankası’ndan o kadar para çekiyor demektir. Ama Türkiye’de banka devletin kendi parasına faiz veriyor. Halk nerede bulacak da Merkez Bankası’na faizini ödeyecek, behey şaşkın maliyeci! Sonra, faizi ödeyerek birilerini zengin edeceğine, faiz kadar parayı baştan fazla basıp piyasaya sürsene. Faizsiz kredi ver, vergi gelsin. Memurlarına maaş öde, enflasyon yoluyla masrafsız vergi al. Bu kadar aptalca para politikasını ileride değerlendirirler ve bizi süper geri zekâlı olarak vasıflandırırlarsa, bunu yapanlar yanlış bir şey yapmış olmazlar.
أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ (EaM YaXSuDUvNa eLnNASa) “Nâsa haset mi ediyorlar?”
“Haset” çok görmek, kıskanmak demektir. “Haset” kelimesi “Hasat” kelimesi ile akrabadır. Hasat etmek demek, ekini biçmek demektir. Başkasının yaptıklarını yok etmeye çalışmak anlamındadır. Onun var, benim de olsun diye istemek de hayırda yarıştır. Rekabete neden olur. İnsanlar için, topluluk için yararlı olur.
Mesela, birinin 1000 YTL’si olsa. Bir başkasının da 500 YTL’si olsa, 500 YTL’si olan benim de 1000 liram olsun dese, buna göre çalışıp üretim yapsa, bunun herkese faydası vardır. Şimdi bu üretim nasıl artar? Önce yeni para basılmadan artırdığını farz edelim. BU parayı artıramaz. Çünkü yeni para kesmesi gerekir. Sadece 500 lirasını devrettirir, çalışır ve malı artırır. Eskiden tüccarda 1500 liralık mal vardı. Şimdi ise piyasada 2000 liralık mal vardır. Ne var ki, para yine 1500 lira olacaktır. Sonunda mallar %25 ucuzlayacaktır demektir. Üreticinin elindeki mal %25 ucuzlayacaktır. Ama para mal toplamını yaptığımız zaman kişinin mal varlığı çoğalmıştır. Eski bin lira sahibinin bin lirası da daha fazla mal aldığı için o da kâr etmiştir.
İşte bu şekilde, hayırda yarış emrolunmuş ama haset haram kılınmıştır.
“Nâsa haset etmek” demek, başkasının olmasın, benim olsun ki ben onlara hâkim olayım demektir. Bu şirktir. Benim olsun, ama başkasının da olsun demek, hayırdır, imandır. Burada “Nâs” kelimesini bunun için kullanıyor nâsa haset ediyor.
Yahudi sermayesi dünyaya hâkim olsun diye ABD’yi dünyaya hâkim yapıyor. Böylece Türkiye’de her on senede bir kriz çıkartılarak ekonomisi batırtılıyor. İşte haset olan budur.
Diğer taraftan Yahudilerin parası var, bizim yok, onların da olmasın diye istemek de hasettir. Onların var, biz de çalışalım bizim de olsun, hayırda yarıştır. Amerikan Doları karşısında Euro böyle ortaya çıktı. Doları batırmaya değil, korumaya çalışıyor. Bu haset değildir. Ne var ki, bu sadece bir Hıristiyan dayanışmasıdır. Diğer devletlerin parasını da etkisiz hâle getirmeye çalışıyorlar. Atom bombası bizim olsun ama İranlıların olmasın demek hasettir. Yalnız kendilerinde olacak, başkalarında olmayacaktır. Bu hasettir.
عَلَى مَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ (GaLAy MA EavTAyHuMu elLAHu MıN FaWŞLıHı)..
“Allah’ın kendi fadlinden nâsa verdiklerini de kıskanıyorlar.”
Nâsa verilenleri kıskanıyorlar. Nâsa ne verilmektedir? Eğer nâsa hizmet eden birileri çıkarsa, karşı taraf onları kıskanır. Geçmiş tarihimizde kıskanılmıştır. Adnan Menderes asılmıştır. Süleyman Demirel askeri darbelerle defalarca indirilmiştir. Necmettin Erbakan hapishanelere gönderilmiştir. R. Tayyip Erdoğan, iyi belediye başkanlığı yaptı diye atılmıştır Nâsa verilenlerden kıskanılmıştır. Şimdi de AK Parti halka hizmet ediyor diye kıskanılıyor. Adeta rahatsız olunuyor. Aynı kıskançlığı Saadet Partililer AK Parti’ye yapıyorlar. Adil Düzeni reddettikleri için Allah onların reylerini azalttı. Dökülen oyları topladı, İslâm düşmanlarının eline geçirtmedi. Buna dua etmeleri, şükretmeleri ve kendilerini düzeltmeleri gerekirken, AK Parti düşmanlığı yapıyorlar. AK Parti de bundan memnun, bu sefer dışa karşı ben değiştim belgeleniyor. Zannediyor ki, ‘ben değiştim’ derse Avrupalılar inanacaklar. Başörtüsü sizin değişmediğinizin belgesi.
Yahudi sermayesi 500 senedir bunun çıkar yolunu bulmuştur. İçki içeceksin, kumar oynayacaksın. açılıp saçılacaksın. Bu da yetmez: Eşini başkalarından kıskanmayacaksın. Dince yapılması istenen şeyleri yapmayacaksın, yapılması istenmeyen şeyleri yapacaksın. Ancak o zaman senin değiştiğini öğrenmiş olacaksın.
Oysa AK Parti’nin diyeceği şey çok açık. “Ben değişmedim, ben Müslümanım, şeriatçıyım ve Adil Düzenciyim. Ama “Adil Düzen” demek demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenidir.” Dese, o zaman onlar yine kıskanacaklar ama Allah onlara destek verecektir Hakem kararları olmadan saldıran zalimdir.
فَقَدْ آتَيْنَا آلَ إِبْرَاهِيمَ (FaQaD EaTaYNAv EaLa EıBRAHIyMa) “İbrahim’in âline îta ettik.”
“İbrahim”, İsmail gibi biri ‘ism’in hâlidir. Arapçada bütün kelimeler üçlü kökten türemiştir. İbrahim’in kökü “BRH”dir. Burhan kökünden gelir. Hz. İbrahim aleyhisselâmdan önce gelen peygamberler halka mucize gösterir, nâsı kendi mucizelerine çağırırlardı. Hz. İbrahim ise insanları akıl yoluyla Hakka çağırmıştır. Müsbet ilimle dâvet metodunu yeryüzüne getiren Hz. İbrahim’dir. Bunun için kendisine bu ad verilmiştir. Hz. İbrahim’den önceki peygamberler açık delillerle gelmişlerdir. Hz. İbrahim kitapla gelmiştir. Hz. İbrahim’e kadar kapalı çevrede dâvet vardı. Hz. İbrahim ile tüm insanlar bir Allah’a dâvet edildi.
Tek tanrılı dini İbraniler başlattı denmektedir. Bütün Hak dinler tek tanrılı dine sahiptir. Ne var ki, o dinlerin kitapları yoktur. Ancak sünnetleri vardır ve yazılı değildir. Peygamberleri de tüm insanlara değil, sadece kendi topluluklarına hitap ederdi. Hz. İbrahim ile dünyaya tek kitap ve tek peygamber sistemi getiriliyordu. Bunun için Allah Hz. İbrahim peygamberi seçmiş ve onun çocuklarına bu görevi vermişti. Ve bu görev Kur’an gelinceye kadar sürmüştür. Hz. İbrahim’in büyük oğlu Hz. İsmail Mekke’de yerleştirilmiştir. İkinci oğlu Hz. İshak da Filistin’de yerleştirilmiştir. Hz. İbrahim bundan sonra Katura isminde bir kadınla Sara’dan sonra evlenmiş ve altı oğlu olmuş, onlar da şarka gönderilmiş, onlar da orada İbrahimî dini kurmuşlardır. Brahman dini budur. Brahmaların içinde gelmiş olan Buda dinini tesis etmişlerdir. Budizm Çin’de yayılmış, Hindistan’da ise Brahmanizm’in yeni versiyonu Hindu dini olarak gelişmiştir. Bugünkü doğu dinleri, bu altı kardeşin tesis ettikleri dinlerin gelişmişidir.
“ÂL” kelimesi “EHL” kelimesinden gelir. Ehl ise yakınlığı olan topluluktur. Bu neseb birliği de olabilir, din birliği de olabilir. Hazreti İbrahim aleyhisselâmın neslinden gelenler peygamber olmuşlardır. Başka kavimlerdeki peygamberler yalnız kendi kavimleri ile ilgilidir. Ama tek dinli düzeni Hz. İbrahim’in zürriyeti tesis etmiştir. O da Hz. Nuh’un zürriyetindendir. Mezopotamya peygamberleri de Hz. Nuh’un töremesidir.
Hz. Yakup’un çocukları Mısır’a gittiler. Hz. Musa zamanında Mısır’dan çıkıp Filistin’de yerleştiler. Sonra esir edilip dünyaya sürüldüler. Hazreti İsa’nın Havarilerim de dağıldılar. Böylece insanlığı tek dine doğru yönelttiler.
İslâmiyet insanlığa Kur’an’ı getirdi. Son beşyüz yılda Hıristiyanlık ve Müslümanlık her tarafa o kadar çok yayıldı ki, artık eski putperestlik kalmadı. Bu Allah’ın bu soyağacına verdiği bir lütuftur. Bize zararlı değil, bize yararlı olmuştur. Şimdi bugün ben bilgisayarda yazıyorsam, bu İbrahimî medeniyetin bir sonucudur. İşte buna haset edilemez. Ama böyle bir topluluk kurulabilir ve bundan sonraki uygarlık gelişmesinde benzer başarılar elde edilebilir. Bu yeni Kur’an getirme anlamında değildir. O irtica olur.
Kur’an’ın yeniden uygulanması için bir birlik oluşturulması gerekmektedir. “Akevler” ve “Adil Düzen” bunu hedeflemiştir. Allah nasip etmişse, olabilir. Biz Hazreti İbrahim’in âlini kıskanmıyoruz. Tam tersine, o kervana katılarak onların yaptıkları inkılâbı tamamlamak istiyoruz.
Burada bir hususa işaret etmek isterim. Tahiyyatta otururken Kur’an’da olmayan bir dua okuyoruz; Allahumme Salli ve Bârik duâlarını okuyoruz. Burada, ‘Hz. İbrahim’i bereketlendirdiğin gibi Hz. Muhammed’i de bereketlendir’ diyoruz. Bu duada çelişki vardır. Bu mümkün değildir. Çünkü Hz. Muhammed’in bereketi Hz. İbrahim’in de bereketidir. Bunu şöyle tevil ederiz. Hz. İbrahim’in âli kendi nesli idi. Hz. Muhammed’in âli ise kendi mü’minleridir. Hz. İbrahim’in yaptığı Kur’an’a hazırlık yapmak idi. Hz. Muhammed’in âli ise tüm mü’minlerdir. O zaman türü farklı olunca artık bu gelenler Hz. İbrahim’in âli olurlar.
Bununla beraber Kur’an’da böyle bir ifade yoktur.. Kur’an diğer peygamberlerin âlinden bahsetmektedir. Firavun’un âlinden bahsetmektedir. Hazreti Muhammed sallallahualeyhivesellemin âlinden bahsetmemektedir. Hattâ Âl-i Nuh da denmemektedir. O halde Allahümme Salli ve Bârik duâlarındaki “Âli Muhammed” kelimesini isteyenler “Ehli Muhammed” şeklinde değiştirebilirler. O zaman çelişki de kalkar. “Muhammed’in ehlini de bereketli kıl” olur. Ehli kimdir? Kur’an ehlidir.
Kur’an’dan olmaya ifadeler bunun için beliğ değildir, fasih değildir. Allah peygambere salât ve selâm etmemizi emrediyor. Bu emri yerine getirmek üzere şöyle dua edebiliriz. “Allahümme salli alâ Muhammed’in ve alâ ehli Muhammed, kema selleyte alâ İbrahim’e ve alâ âli İbrahim’e…” “Allahümme bârik alâ Muhammed’in ve alâ ehli Muhammed, kema bârekte alâ İbrahim’e ve alâ âli İbrahim’e…” Bununla beraber, ben de şimdiye kadar hep klasik şekilde okudum. Hâlâ değişirmiş değilim. Belki bu âyetten sonra değiştireceğim. Namazda Kur’an’dan başka kelam söylenmez. Ancak son tahiyyatta teşehhüdden sonra artık namaz sona ermiştir, dua zamanıdır. Orası namazın içinde istisna makamıdır. Birinci tahiyyatta da böyledir. Derste teneffüs gibidir.
الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ (eLKiTABa Va eLXıKMaTa) “Kitab’ı ve hikmeti”
Allah -kendisine değil- İbrahim âline “Kitab’ı ve hikmeti” vermiştir. Âline kitapları verdim demiyor da, “Kitab’ı verdim” diyor. Buradaki Kitab’dan maksat şeriattır, Kitab’ın içinde yazılanlardır. Bir bütündür. Hepsi birbirini tamamlamaktadır. Tevrat, İncil, Kur’an ve Furkan birbirinin muhaymini ve musaddıkıdır.
Diğer kitaplar tahrif edilmiştir. Ona dikkat etmemiz gerekir. Ama o kitaplar sayesinde Kur’an’ı çok daha kolay anlar durumdayız. Adil Düzenciler Eski Ahitleri ve Yeni Ahitleri okuyacakları gibi, doğu dinlerinin kitaplarını da okuyacaklardır. Bunlar yetmez, “hikmeti” de öğreneceklerdir. “Hikmet” de bu ilâhi kitapların sahasında doğmuştur.
1) İlk hikmet Mezopotamya’da doğmuştur ki, Hz. Nuh’un, Hz. İbrahim’in ve Hz. Lut’un ülkeleridir. Birçok peygamberler orada gelmiştir 2) İkinci hikmet Yunanistan’da doğmuştur. Bunun başlangıcı da İyonya siteleridir. İyonya siteleri Tevrat’ın tefsir edildiği yerdir. Mezopotamyalıların gelip gittiği yerdir. 3) Üçüncü hikmet ise İslâm dünyasında doğmuş ve Batı’da gelişmiştir. Tamamen Kur’an’a dayanmaktadır.
İşte bu sebepledir ki Adil Düzenciler kitapla hikmeti birlikte götürmektedir. Bugün Batı’da hikmet ileridedir. Kitab ise bizdedir. Batı’nın hikmeti ile Kur’an yeniden yorumlayarak “III. Bin Yıl Medeniyeti”ni kurma yolculuğuna çıkmış bulunuyoruz. Türkiye bunu yapmakla görevlidir. Bizim katkılarımız Allah’ın takdiri kadardır. Haset edenler olabilir. Ama Allah’ın verdiğine kimsenin haset etme yetkisi ve hakkı yoktur.
وَآتَيْنَاهُمْ مُلْكًا عَظِيمًا (Va EaTaYNAHuM MuLKan GaJIyMan) “Biz onlara azîm mülkü verdik.”
Burada “onlara” denince, “Âl” anlaşılmaktadır. Cemaat isimleri müfred olarak da menfi olarak da adlandırılabilir. Tüzel kişiliği kastediliyorsa, o zaman bunlara çoğul zamiri gönderilir. Burada âlinden kasıt tüzel kişilikleridir. Bunlar İsrail oğullarıdır. Hazreti İsa da onlardandır. İslâmiyet de onun devamıdır. Budizm ve Brahmanizm başka bir koludur. Ama büyük imparatorluklar bugün dahi onlar tarafından kurulmuştur. Mısırlılar yoktur ortada, Yunalılar yoktur ortada, ama “onlar” vardır.
Burada “Mülk” kelimesi nekiredir. Hem iktidar anlamında, hem de servet anlamındadır.
Biz Almanya’daki Güney Amerika Katoliklerinin merkezine dâvet edildik. Bizden faizsiz sistemi anlatmamızı istediler. Biz, Hz. İbrahim’in âli ve Kur’an ehli olarak birleşip insanlığı “III. Bin Yıl Uygarlığı”na götürmeliyiz. Bugün üç-beş sömürücü kapitalistin yaptıkları, hahamları, papazları, âlimleri, ruhbanları bu yolculuktan alıkoymamalıdır. Allah “mülk-ü azîm”i bize vermiştir. Geçmişte bize verdi, gelecekte de bize verecektir. Roma Hıristiyanlığa karşı ne kadar dayanabildi?
Germenler galip geldiler ama Hıristiyanlığı kabul ettiler ve papalığın bin sene hüküm sürmesini sağladılar. Moğollar Abbasi halifelerini öldürdüler ama sonra Müslüman olup İslâm’ı yaşattılar. Yarın eski Sovyet halkı dindar olarak “III. Bin Yıl Uygarlığı”na büyük hizmet verenlerden olacaktır. Sermayenin bugün yaptıkları, ateist lâiklerin sesleri sinek vızıltısı bile değildir.
Bu “mülk-ü azîm”e gelen gelir, gelmeyen kendi kaderini kendisi çizer.
فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ بِه (Fa MıNHuM MaN EavMaNa BiHi) “Onlardan kimi onla emin oldu.”
Kimi azîm mülkten yararlandı, şeriatı kabul etti, şeriat sayesinde güce ve zenginliğe ulaştılar; kimi de o mülk-ü azîmden yararlanamadı. Buradaki “Hu” zamirini mülke gönderirsek bu manâ çıkar. Ama genel olarak kitab ve hikmete gitmesi daha uygundur. Bunun manâsı, kitab ve hikmete inandı, onun söylediklerini yaptı olur. Bu takdirde kitab ve hikmet tek olarak söylenmiş demektir. Yoksa “Minhumâ” derdi.
Kitapsız hikmet, hikmetsiz kitap olmaz. Bu anlayışla hareket ettiğimizde bütün lâikler kitapsızdırlar, dindarlar da hikmetsizdirler. Adil Düzenciler ise kitap ve hikmetlidirler. Gelecek bunlarındır. Mülk-ü azîm bunlara verilmiştir. Bu hikmetli kitabın öncüleri vardır. Muhammed İkbal, Hüseyni Cesri, Bediüzzaman, Mehmet Akif bunların öncüleri olmuşlardır. Muhammed Hamdi Yazır’da da buna göre yorumlar vardır. Fethullah Gülen bunun dini ekolünü kurmuştur. Necmettin Erbakan bunun siyasi örgütünü kurmuştur.
Akevler ise bunlarla her zaman işbirliği yapmış, uygulamadan çok denemeli öğrenme safhasına girmiştir. Bugün Akevler çalışmaları 25 000 sahifelere ulaşmaktadır. Yeni bir hareketin arifesindeyiz. Kur’an’ın bildirdiğine göre, bunları değerlendirecek bir örgüt ortaya çıkacaktır. Biz ilmî çalışmalarımıza devam etmeliyiz.
وَمِنْهُمْ مَنْ صَدَّ عَنْهُ (Va MınHuM MaN ÖadDa GaNHu) “Kimi de ondan seddetti.”
Mülk-ü azîmi kabul etmedi, yahut Kitab’ı ve hikmeti kabul etmedi. Yalnız Kitab’la yetindi, yalnız hikmetle yetindi; mülk-ü azîmi yani “Adil Düzen”i kabul etmedi. Burada, Kur’an’da “Adil Düzen”in adları da çıkmaktadır. Mülk-ü azîm demek, büyük devlet demektir. Yahut refah devleti demektir.
Sanayileşmeden önce insanlar kendileri üretip kendileri yiyorlardı. Artan kısımları satıyorlardı. Onun yerine cüzi olarak üretmedikleri malları satın alıyorlardı. Buna ‘tarım ekonomisi’ diyoruz. Toplayıcılık, avcılık ve çobanlığı da tarım ekonomisi içinde düşünürsek, asıl farklı olan ‘sanayi dönemi’ olmaktadır. Sanayi döneminde kimse kendi üretimini kendisi tüketmiyor. Herkes ürettiğini satmak zorundadır. İhtiyaçlarını da satın almak durumundadır. Dolayısıyla, ‘tarım dönemi hukuku’ artık ihtiyaçlara cevap vermemektedir. Bu sebeple insanlık krizler içindedir. Çevre Kirliliği, Mafya, Yok Edici Silahlar ve Neslin Dejenere Olması önlenemiyor.
Oysa “Adil Düzen”de Çevre Kirliliği ortadan kalkıyor, Mafya siliniyor, Yok Edici Silahlar denetleniyor ve Nesil sağlığa kavuşuyor. Hormonlu besinlerin yerini normal gıdalar alıyor. Bunlar teknik sorun değil hukuk sorunudur. Bu hukuku da yalnız Kur’an öğretiyor. Kur’an da ancak müsbet ilimle anlaşılıyor. “Adil Düzen”e dayanan devlet mülk-ü azîm oluyor. Tekzib edenler ise bu mülk-ü azîmden yararlanamıyor.
وَكَفَى بِجَهَنَّمَ سَعِيرًا (Va KAFAy Bı CaHanNaMa SaGıYRan)
“Cehennem ise sağıyr olarak kifayet eder.”
Böylece “Adil Düzen”i bile bile reddeden Kitab’dan nasibi olanların da cehennemlik olduğu açıkça ifade edilmektedir. Burada “Adil Düzen” dediğimiz zaman, bizim anladığımız “Adil Düzen”den bahsetmiyoruz. Herkes kendi anladığı anlamda “Adil Düzen”i benimseyecek ve onu uygulayacaktır.
‘“Adil Düzen” iyi ama ben şimdi onu yapmayacağım!’ diyenler için şunları söylemek isteriz. Şüphesiz şartlar hazırlanmadan hiçbir şey yapılamaz. ‘Ben şartları hazırlıyorum’ diyenler, gerçekten hazırlık yapmışlarsa onlar cennetliktirler. Genel olarak, demokrasi gelirse, ondan sonra “Adil Düzen” anlatılır, halk benimser ve “Adil Düzen” gelir şeklinde bir kanaat vardır. Oysa “Adil Düzen” gelmeden demokrasi gelemez. Çünkü “Adil Düzen” demokrasinin adıdır. Batı’da demokrasi yoktur. Demokrasinin sahtesi vardır. Hiç ekseriyet sisteminde demokrasi olur mu?!. Ekseriyet yalandır. Bunu herkes bilir ama, sömürü sermayesi dünyayı böylece uyutmaktadır. Nasılsa ben para kullanırım, yahut silah kullanırım ve ekseriyeti temin ederim, diyor. Sermayeye göre; hanedanlar ortadan kalkmalı, din ortadan kalkmalı, ilim de sermayenin emrine girmeli.
Hayır!
“Adil Düzen” gerçek demokrasi düzenidir. 1) Bir defa bunun ilk şartı ‘yerinden yönetim’dir. Her belde kendi hukuklarını kedisi oluşturmalıdır. 2) İkincisi çoklu sistem olmalıdır. Her sahada; siyasette, ekonomide, dinde ve ilimde. Ekseriyetin kararı yerine, ortak vekilin kararı uygulanacaktır. Bu ne demektir? Eğer biz anlaşamadıksa, o mesele karara bağlanmadan kalır. Kararın alınmasında anlaştık ama kararda anlaşamadıksa, o zaman ortak bir vekil seçeriz. Hepimiz karar vermek için ona vekâlet veririz. Onun verdiği karar bizim kararımız olur. Aramızda çıkan nizaları hakimlerin mahkemesi değil, hakemlerin mahkemesi çözer. Devlet ise hakem kararlarını uygular. İşte mülk-ü azîm budur.
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا (EınNA elLaÜIyNa KaFaRUv Bi EaYAvTıNAv)
“Âyetlerimizi tekfir eden kimseler”
“Âyetlerimizi tekfir eden kimseler” denmektedir. Allah’ın âyetleri nelerdir? “Adil Düzen”dir. Şeriattır. Neden âyet? Neden delil? Çünkü “Adil Düzen”i birisine anlattığınız zaman size cevap verip ‘bu olmaz’ diyemiyor; ‘bu ütopik’ diyor!.. Yüzüne karşı değil, arkandan konuşuyor!.. Dinlemeye bile sabırları yok!..
Kur’an’a göre bir şeyi bilmemek mazeret değildir. Bizim söylediklerimizi dinler, anlar, doğru-yanlış tarafını tartışır. Gerçekten aklı ermiyorsa onu kabul etmez. Her söylenen sözü kabul etmek olmaz. Ama öğrenmek istememek, dinlememek küfürdür. İşte bu sebepledir ki burada küfretmiş olan kimseler, Kitab’dan nasipleri olduğu halde ondan yararlanmayanlar, mülk-ü azîmden, Kitab ve hikmetten kaçanlar küfretmiş kimselerdir. Kesin olarak ispatlanmış Allah’ın âyetlerini reddeden kimselerdir.
Kur’an’da zannî hükümler de vardır. Onlarla amel edeceksin, ama kimseyi ona dâvet edemezsin.
Biz kimseyi bizim söylediklerimize dâvet etmiyoruz, “Adil Düzen”e dâvet ediyoruz.
Demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzenine dâvet ediyoruz.
Gelin, biz bildiklerimizi size anlatalım, siz de bildiklerinizi bize anlatın.
Anlaştığımız yanlarını birlikte uygulayalım. Aynı gemideyiz. Gemi batıyor...
Hayır!
Bize kulak vermeyip, tam da Kur’an’ın tâbiriyle dilsiz, sağır ve kör oluyorlar.
Burada atıf yapılmamıştır. Çünkü sağıyr olarak cehennem yeter cümlesi açıklanıyor.
سَوْفَ نُصْلِيهِمْ نَارًا (SaVFa NuSLiHiM NAvRan)
“İleride ateşe sılıy edileceklerdir. Âhirette ateşe atılacaklardır.”
Genel olarak Müslümanlarda şu anlayış var; namazımızı kılar, orucumuzu tutar, hacca gider, sık sık umre yaparsak biz cennete gideriz. Oysa, “Adil Düzen”i kabul etmeyen, sanayi döneminin sorunlarını çözecek gayreti göstermeyen, kurtuluşu Avrupa’nın çıkmaz sokaklarında arayanların da cehennemlik olacaklarını açıkça ifade ediyor. Siyasetle uğraşmıyor, parti kurmuyor, iktidar olmuyor, belediye başkanı olmuyor. Onlara denecek bir şey yoktur. Onlar sadece “Adil Düzen”i getirecek olanlara oy vereceklerdir. Samimi demokratlara oy vereceklerdir. Kime kanaatleri gelirse ona oy vereceklerdir. Onlara bir söz yok.
Sözümüz iktidara tâlip olanlaradır, kamuda yönetici olarak görev alanlaradır.
Bunlardan kimileri vardır ki, Kur’an henüz ona ulaşmamış, Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanmıyor. Sorunları Kur’an’ın çözeceğine inanmıyor. Ona inandırmak için tebliğ etmek bizim sorumluluğumuzdadır. O sorumlu değildir. Âhirete gittiği zaman mazereti olacak, ‘ben böyle bilmiyordum’ diyecek.
Oysa, Kitab’dan nasib verilenler, onun gereğini yerine getirmedikleri zaman Allah onlara soracak ve ateşe atacaktır. Çünkü, Ben sana bildirdim. Öğrendin ama yapmadın. Demek ki sen nasihatle uslanmadın. Öyleyse, gel bakalım cehenneme!..
كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ (KulLa MAv NaWıCaT CuLUvDuHuM) “Derileri nedc edince.”
“Nedc etmek” demek, bir şeyin olgunlaşması demektir. Yani, ömrünü doldurup sona yaklaşması demektir. Eskimesi, yıpranması demektir. Amorti edilip kayıt dışı çıkarılması demektir.
“Derileri olgunlaşınca” denerek, cehennemdeki hayatın da bizim hayatımız gibi olduğunu bildirmiş oluyor. Biz aslında devamlı deri değiştiriyoruz. Yaşlananları atıyor, yenilerini alıyoruz.
Yılan ise derisini atar, yeni deri gelir. Yılan derisini bizim gibi yavaş yavaş değiştiremez. Çünkü derinin üzerinde kaymaktadır. Onun için eskiyen derisini değiştirirken önce içte yeni deriyi oluşturur, o zamana kadar da eski deriyi kullanır, sonra yenisi oluştuğunda eskisini çıkarıp atar.
Cehennemde de böyle olacaktır.
Peki, nasıl olup da insan ateşe dayanacaktır? Molekül yapıları vardır, çekirdek yapıları vardır. Çekirdek yapıları ateşe dayanabilmektedir. Ateş mecazi de olabilir. Sıcak anlamına gelebilir.
بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا (BadDaLNAvHuM CuLUvDan ĞaYRaHAa)
“Derilerini başkalrıyla değiştirdik.”
Kimileri, âhirette bedeni hayat yoktur diyorlar. Oysa bedensiz hayat yoktur. Meleklerin ve cinlerin de bedenleri vardır. Kur’an bunları açıkça söylemektedir. “Ülü Ecniha” diyor, Zi Kuvva” diyor.
Burada derilerin yenileneceğini söylüyor. Bunun anlamı, âhirette hayat vardır ve o hayat da bu hayat gibi hücrelerden oluşmaktadır. Dünyada hücreler yenilenmektedir. Âhirette de öyle olacaktır. Hep aynı hücreler olmayacak, tazeleri gelecek, eskiler parçalanacaktır. Saç ve tırnağımız canlıdır ve bizim hücrelerimizdir. Acı duymuyoruz, çünkü oralarda sinir yoktur. Âhiretteki yenilenmeler acı duymadan olacaktır. Bunu yapmak Allah için kolaydır. Dünyada ağaçlarda sinir yoktur. Dolayısıyla acı duymuyorlar demektir. Ama ağaçların ve bitkilerin her türlü hayat olayları en mükemmel şekilde devam etmektedir.
لِيَذُوقُوا الْعَذَابَ (Lı YaÜUvQuv eLGaÜABa) “Azabı zevk alsınlar diye.”
Gerek “azab” gerekse “zevk” ikisi de hem iyi hisler için hem de kötü hisler için söylenir.
Cennettekiler deri değiştirdikleri zaman zevk alırlar, cehennemdekiler deri değiştirdikleri için acı duyarlar. Böylece suçlular eğitilmiş olurlar.
Bir şeyin makul olup olmadığı ayrı şeydir, neler olduğunu bilmek ayrı şeydir. Allah bize âhiretin nasıl olduğunu bildiriyor. Kimi çıkar da haddini bilmeden, Allah bunu yanlış yapıyor, öyle değil de böyle yapılmalı diye akıl verebilir. Sanki aklın o vermemiş. Ama başka bir şey yapamaz. Onu değiştirmeye gücü yoktur. Amerika’nın Irak’a uyguladığı bombalara benzemez. Orada mutlak acziyet vardır.
Batı’da İslâm Fıkhına özenerek akla dayalı bir hukuk oluşturmak istemişler ve buna ‘tabii hukuk’ demişler. Napolyon Mısır’da iken görmüş, o da özenmiş. Ama başaramamışlar. Sonunda şuna karar vermişler. Topluluk ne kanun yaparsa halk ona uymak zorundadır. Böylece hukukun makuliyetinden vazgeçmiş, kanunda ne yazılırsa o uygulanmalıdır demişlerdir. Utanmadan buna da ‘pozitif hukuk’ demişlerdir.
Allah dünyayı ve âhireti istediği gibi yaratmıştır. Elbette bizim O’na ‘bunu niçin böyle yaptın’ deme yetkimiz yoktur. Ama Allah bize hikmet ilimlerini öğretmiştir. Çoğunda hikmetleri açıklarız. Ama bazen bu hikmetleri bilmemiz imkânsız hâle gelir. O zaman da itaat ederiz.
إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَزِيزًا حَكِيمًا(56) (EinNa elLAHa KAvNa GaZIZan XaKIyMan)
“Allah azîz ve hakîm bulunmaktadır.”
“Azîz” söz geçiren demektir. İnsanların düşüncelerini bir anda değiştirir.
Meselâ, seçim esnasında insanlar ona göre oy verir ve iktidarı değiştirirler. Türkiye’mizde bunu ellilerde, altmışlarda, yetmişlerde, seksenlerde, doksanlarda ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde gördük. Anadolu sözleşmiş olarak hep aynı yönde oy kullanmıştır.
Bunları her seferinde aynı istikamette kim anlaştırdı?!.
O zamanki Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun dediği gibi; Türk halkı hep aynı ve iyi istikamette oy kullanmıştır. Ayrıca ihtilâllerde de öyle olur. Akşam birisi iktidarda iken, birden sabahleyin herkes bir başkasına itaat eder.
Irak Savaşı’nda da öyle oldu. ABD Birleşmiş Milletler’de tek söz sahibi güç iken, ne olduysa oldu, birdenbire Fransa ve Almanya karşı çıktı. Türkiye tezkereyi TBMM’den geçirmedi. Böylece birden ABD’nin süper güçlüğü bitti. Şimdi itibarını iade edebilmek için yine sağa sola saldırıyor. Oysa, artık o günler sona erdi. Kırılan şişe bir daha yapışmaz.
“Hakimdir.” Yani, istediği kimselerin kalblerini değiştirerek yeni düzeni kabul ettirir. İstediği kimseleri de inatlarında bırakır. Onlar bir türlü teslim olmazlar, sonunda helâk olurlar.
ABD şimdi Büyük Ortadoğu Projesi ile ortaya çıkmıştır.
Bu proje ABD’nin projesi değildir. İlâhi projedir.
Ben hacca gidecek kadar servet edinmiyorum. Hacca gitmiyorum. Çünkü bana göre Suudi Arabistan Krallığı yönetiminde Hac kabul olunmaz. Kendilerinin iktidara nasıl geldiği beni fazla ilgilendirmez. O Arapların ve hanedanın işidir. Onları oraya getirenlerin işidir. Bu yönetimin hattâ Medine’de bile uyguladığı sistem de beni ilgilendirmez. Ama Mekke bütün insanlığın ülkesidir. Oraya kim gelirse emin olur. Allah böyle diyor. Para ile namaz kılınan camide nasıl Cuma geçersizse, herkese açık olması şartsa, bunun gibi Mekke’nin de herkese açık olması gerekir. Vize isteyemez. Mekke şehrini otellerle dolduramaz. Mekke’de ticaret serbesttir. Yer bastı giderleri istenemez. O halde Suudi yönetimi burasını uluslararası bir örgüte teslim edecektir. Mekke ili bir devletin olmayacaktır.
Suriye demokrasiye doğru bir adım atmıştır. Başta devamlı seçilen birinin olması demokrasiye mâni değildir. Mâni olsaydı, İngiltere’de demokrasi olmazdı. İran belki Türkiye’den de ileri demokrasi içindedir. Belki bir eksiği vardır, henüz çok partili sistem kurulamamıştır. İran’daki Velayet-i Fakih demokrasiye mâni olsaydı, İngiltere’deki Lortlar Kamarası da demokrasiye mâni olurdu.
Bunların hepsinin eksiklikleri vardır. “Adil Düzen”i tesis etmelidirler. Bunun için rejim değişikliğine gerek yoktur. Devlet yönetimi adil olmalıdır. Demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk devleti olmalıdır. Mevcut olan yönetim bu düzeni kabul edecektir.
Allah işte bunu ABD’ye yaptırıyor.
ABD bu vesileyle kendi içinde de sömürü sermayesinden kurtulacaktır.
Kur’an; ‘Birr ve takvada yardımlaşın.’ diyor. (Mâide, 5/2)
Kur’an; ‘Kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.’ diyor. (Mâide, 5/2)
Türkiye gerek AB’ye, gerekse ABD’ye, yapacağı her iyi işte yardım etmeye hazırdır, hazır olmalıdır. Kötülükte ise asla onlarla beraber olmayacaktır. Neyin iyi ve neyin kötü olduğunu ise Türkiye kendisi için kendisi takdir eder.
Allah’ın insanlık için çizdiği bir kaderi vardır.
III. Bin Yılda da “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” uygulanacaktır.
Tav’an veya kerhen herkes buna itaat edecektir. Çünkü O hakîmdir. Allah nûrunu tamamlayacaktır.
Bundan 70 yıl önce herkes Marks’ın dediklerine inanıyordu. Onlara göre, artık dinler iflas etti. Bir daha yeniden dinî düzen gelmez. Lâikler, dinsiz bir dünyanın varolup gelişeceği kanaatindeydiler.
Mü’minler ise artık kıyameti bekliyorlardı!..
Ama şimdi ABD bile İslâm projesi ile meşguldür…
Avrupa Türkiye’yi Papa’dan izin alarak kabul etti…
Dinler yeniden bütün gücü ile ortaya çıkmaktadır…
Dinler müsbet ilme göre kendilerine çekidüzen verecekler ve dünyayı “III. Bin Yıl Medeniyeti”ne yani “Adil Düzen”e götüreceklerdir. Din ve îman olmadan hiçbir şey olmaz.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 297. SEMİNER Yorum-127 İstanbul, 25 Mart 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
“YAZIN!”
“Ey îman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın… Büyük veya küçük vâdesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin…” (Kur’an, Bakara, 2/282)
Kur’an nâzil olduğu zaman, ‘üşenmeyin, az olsun, çok olsun, yazın’ diye emrettiği zaman, Arabistan’da henüz kâğıt yoktu. Kur’an derilerin, kemiklerin, ağaçların üzerinde parça parça yazılıyordu. Nasıl olacaktı da o devirde yaşayan insanlar her borcu yazacaklardı?
O devirde alınan-verilen azdı. Sonra, bu âyetler son dönemlerde inmiş, bundan dolayı fazla sorun olmamıştı.
Müçtehitler devrinde bu âyetler üzerinde çok durulmuştur. Kimi nesh oldu demişlerdi. Oysa bunlar son nâzil olan âyetlerdendi, nasıl nesh olurdu? Nesh olsa bile, nesh eden âyet ne idi? Kimi, ‘bu emir değil, yazabilirsiniz’ manâsındadır dedi. Tabi ki bu yorumların hiçbirisi uymadı. ‘Müteşabih’ demenin ötesinde, o zaman yapılacak bir şey yoktu.
Sonra kâğıdın yaygınlaştığı dönem geldi. Yazma işi kolaylaştı. Ama yine de her şeyi yazmak mümkün olmamıştır. Bundan dolayı sanayi dönemine gelinceye kadar bu âyet müteşabih kaldı.
Günümüze gelinceye kadar her şeyi yazmaya gerek yoktu. Çünkü insanlar az muamele yapıyorlar ve az kişi ile görüşüyorlardı. Dolayısıyla, topluluğun beyninde her şey yazılıyordu ve bu da işlerin yürütülmesine yetiyordu. Oysa, bugün yazmazsak, bizim kendi işlerimizin tamamını kendimizin hatırlaması mümkün değildir. Hele başkalarının çoğunu tanımıyoruz. O halde bugün her şeyin yazılması gerekmektedir.
Bugün evimize aldığımız gıda ve temizlik ürünlerini bile yazmak zorundayız. Çünkü gelir-giderimizi bilmezsek, ayağımızı yorganımıza göre uzatmamış oluruz. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmadığımızda da, ay sonunu getiremeyiz. Dolayısıyla bugün yazma ihtiyacında olduğumuz ayan beyan ortada olduğu gibi, bugün yazma işi de o nisbette kolaylaşmıştır. Bilgisayarlara yazmak bir sorun teşkil etmediği gibi, yazılanları tasnif etmek ve çağırmak da sorun değildir.
İşte Kur’an’ın bu emri ancak bugün insanlığın ulaştığı teknolojik imkânlar sayesinde uygulanma durumuna gelmiştir. Namaz bize nasıl farz ise, oruç nasıl farz ise; aynı şekilde, az olsun çok olsun her şeyi yazmak da öyle farzdır. Bugün farz olduğu gibi artık bundan sonra kıyamete kadar da farz olmaya devam edecektir.
Kur’an’da ‘herkes yazsın’ denmiyor; ‘topluca yazın’ diyor. Yani, benim aldığımı ve verdiğimi herkes yazsın deniyor. Bunun uygulaması, ‘ortak bir yazıcınız olsun ve o yazsın’ demektir.
İşte İstanbul esnafı birleşecek, Kur’an’ın bu emrine uymak için kendilerine ortak muhasipler atayacak, onları finanse edecek, onlar yazacak. Yani, esnafın ortak muhasebeleri olacak. Bu muhasipler hem işletmelerin hesabını tutacaklar, hem de kişilerin hesaplarını tutacaklardır. Bunlar bu esnafın satışlarından bir pay alıp bölüşeceklerdir. Bu miktar cirodan beşyüzde bir kadardır. Piyasaya arz edilenin yüzde biri muhasiplere verilecektir.
Kişiler bütün ödemeleri kartla yaparlarsa bu yazışma son derece kolaylaşır. Bu kartı esnafın kuracağı kooperatif verecektir. Akbil gibi bir uygulama olabilir. Tuvalette girip çıkarken bile akbil basılacaktır. Kart üzerinde alan ve veren, alış ve veriş tarihleri yazılıdır. Böylece tüm borçlanmalar, az olsun çok olsun, yazılmış olur. Bunlar bilgisayara aktarılır. Sonra da programlanarak istenen bilgiler çağrılabilir.
Kooperatif ortakları arasındaki her türlü kayıtlar böylece gerçekleşir. Üçüncü şahıslara yapılacak ödeme veya tahsilat da dışarı hesabı üzerinden yürütülebilir. Yiyeceğe, giyeceğe, taşımaya, ulaşıma ödenenler ayrı ayrı hesaplarda toplanabilir. Her şeyi kendi akbil okuyucusuna okuturuz.
Türkiye’de kayıttan korkuluyor. Çünkü kayıtlar hep aleyhte delil yapılıyor ve kişinin başı derde girmiş oluyor. Bu sorunu şöyle çözüyoruz. Kooperatif muhasebe hesapları beyanlara dayanacaktır. Resmi muhasebe de ona uygun tutulacaktır. Ancak reel olmayan gelirlerin vergilerinden kişi korunacaktır. İşte kooperatif bu sorunları çözecektir.
Akevler Kooperatifi bunu çözmüştür. Hem her şeyi kaydetmiştir, hem de enflasyonist vergi sisteminde ortakları ezdirmemiştir. Şimdi ise bu iş çok daha kolaydır. Enflasyon yoktur. Olsa bile, enflasyon vergi dışı bırakılmıştır.
Biliyorum, esnafımız güvenmeyecek, muhasebesini bize tutturmayacaktır. Çünkü Türkiye’de hiçbir şey güven altında değildir. İktidara gelenlere CIA emir verir ve vakıfları kapattırır; emir verir ve KİT’leri kapattırır; emir verir ve kooperatifleri kapattırır, emir verir ve dernekleri kapattırır...
Akevler’in başına gelenler bunun tipik ispatıdır.
Ancak, bunun için biz esnaftan her şeyin hesabını bize tutturmalarını istemeyeceğiz. Bizim ortak mağazamız veya depomuz olacak, sadece oraya verdikleri malların muhasebesi gerçek muhasebe olacaktır. Bu mağaza eğer tutunursa, kabul görürse, yaygınlaşırsa, o zaman kendi öz mağazalarını da buraya çevirebilirler.
Allah böyle yapıyor. O kapatanlar kendileri kapatmıyor; Allah kapattırıyor. Adil Düzene göre işletmelerinizi kurunuz, muhasebenizi yapınız deniyor. O sebepledir ki Akevler kapanmamıştır. Akevler’dekiler uyumuştur.
Yeni hamle yapacak İstanbul esnafını bekliyoruz.
Mustafa Kemal “Hayat mücadeleden ibarettir, kim kazanırsa o yaşar.” diyor.
Evet, hayat cihattır. Cihattan kaçanlar kendilerini koruyamazlar.
Cihat cephede değildir; evindedir, işindedir, nefsindedir…
Artık İstanbul esnafının uyanma zamanı gelmedi mi?
Pisi pisine ölüme teslim olmak meşru mudur?
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 297. SEMİNER Yorum-127 İstanbul, 25 Mart 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
TERTİP
Yalova’nın Dağıstan diye bir köyü var. Burada Şeyh Şamil’in köylüleri oturur. Bu köye Şeyh muhtar olmuş. O köyde kötü bir gelenek varmış. Herkes hayvanını salıverir ve sahip çıkmazmış. Tarlalar ve bahçeler bu hayvanlar tarafından yenip süpürülürmüş. Muhtar yasak koymuş: Kimin tarlasına hayvan girerse o hayvan kesilecek! Ancak halk bu yasağa kulak vermemiş, hayvanlar tarlalarda ve bahçelerde dolaşmaya devam etmiş. Muhtar kardeşine ‘sen kendi ineğini serbest bırak’ demiş. O da serbest bırakmış ve kardeşinin ineğini zarar verdiği yerde kestirmiş. İşte ondan sonra artık o köyde başıboş bir hayvan görünmez olmuş. İşte bu tertiptir.
Bir tertibi de Türkiye’de çağımızın Ebu Leheb’inin karısı yaptı. Kimdir bu? Siz kim olduğunu bilirsiniz. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini istemeyen insanların vesavisi tertip yaptı. Kadınlar gününe ayarlı olarak İstanbul’da Troyka’yı ayarladı. Bayram değil, seyran değil, İstanbul’da neden troyka yapıldı?!. Yapılır ya! Sırdır! Halkın aklı ermez!.. Ne var ki, tertip iyi yapılamadı. Kadınlar gününden biraz evveline rastladı. Olsun! Kadınlar günü iki gün önceye alınamaz mı idi? Türkiye’de sol örgütler adı verilen örgütler harekete geçerek Türkiye’nin 150 yerinde kadınlar günü için kanunsuz eylem yapıldı; yaptırıldı... Bunlar sol falan değil, Kürt falan değil. Bunlar, vesvasi hannasın yani vesveseci ve sinsi şeytanın askerleri idi. Bu askerleri de hortumlanan bankalar finanse ediyordu. Türkiye’de devlet soyulur ve o para ile Türkiye’nin yıkılması için bir ordu beslenir. Sarı bayraklarla yola koyulurlar. Solu ve Kürtçülüğü istismar ederler.
Tertip devam eder. Polise, tam da göstericileri dağıtırken saldırılır. Bu vesvasi hannas her şeyi ayarlamıştır. Polise silah atılacak ama polis silah atamayacak!.. Polis öldürülebilecek ama polis kimseyi öldüremeyecek!.. Polise dayak atılacak ama polis dayak atamayacak!.. Dayak yiyen polis dayanamayıp da o da copla vurdu ise, tertiplenmiş ve de görev yerinde mevzilenmiş kameralar hazırdır. Polise yapılan saldırılar gösterilmez, ama polis yediği dayağın etkisiyle cop vurmuşsa, bunlar yirmi defa gösterilir!..
Tertipçilerin troyka sözcüleri de hazırdır! Türkiye’de kamera karşısına çıkar ve caka satarlar. Türk basını ve Avrupa basını hazırdır! Vaveyla kopar!.. Başbakan şaşırır! Çıkar ve ‘olayı büyütüyorsunuz’ der. Mehmet Ali Birant gibi büyük gazeteci ve gazetesi hazırdır! Başbakan ‘siz ihbar ettiniz’ der. Artık basın gerekli sinyali almıştır. Başbakan ‘siz ihbar ettiniz’ demiş. Siz büyüttünüz başka, siz ihbar ettiniz başka.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a, tâ başından beri ‘bizimle görüş’ diyoruz; görüşmüyor! Böyle zulme mâruz kalınca da biz üzülüyoruz. Kur’an okuyoruz, sıkıntımız geçmiyor… Ne yapalım, sabrediyoruz…
Tâ ilk günden beri Türkiye komadadır. İşsizlik, dış borç, bağımlı yargı ve dışa bağımlı sermaye güdümündeki basın. Basın için öneride bulunduk. Yayın için öneride bulunduk. Nafile! İlgilenen yok!
a) Basın ve yayın faaliyeti yapanlar kooperatif olacaklar. Okuyucular ortak olacak, yazarlar yönetici olacak. Tesisler özel sermayenin olabilir.
b) Basın yayın, matbaaları dahil vergiden muaf olacak, onun yerine beşte birer sahife ve vakitlerini devlet yani kamu dolduracak.
c) Yazarlar, siyasi partilerce aldıkları oy nisbetinde atanacaklar. Devlet bunlara faizsiz kredi verecek. Basın ve yayın organını bunlar çıkaracak. Yargı dışında bunlara kimse müdahale edemeyecek. Yazarlar bağımsız olacaklar.
d) Dağıtım PTT’ce yapılacak ve bedelsiz olacak. Kablolu TV de öyle. Kooperatiflere destek üyeleri nisbetinde olacak. Bir kişi ancak bir kooperatife üye olabilecek.
Görülüyor ki, meselenin çözümü çok kolay ve basittir. Bunu yapamayan iktidar şunu yapamaz mı?
Dört tane TRT kanalı vardır. Bunlar normal kanala dönüştürülür. Güçlü yayıncılar atanır, onlar bağımsız yapılır. Her partiden insanlar görevlendirilir. Onlardan böyle durumları değerlendirmelerini isteyebilir. Mesela, Mahir Kaynak’ın emrine bir televizyon kanalı verilemez mi?
Biz Akevler olarak bir TRT kanalına talibiz. Bize bir TV kanalı verin, devletimizi savunalım. Halkımız, o kanal ne diyor diye onu açsın ve onu dinlesin. Gelişmiş, modern, Hakka, halka, insanlığa, ulusa hizmetin nasıl olduğunu görün.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın söylediklerinin belki on misli söylenmeliydi. Ama bunu o değil, bunu bağımsız yazarlar, halkın inanacağı yazarlar söylemeli idi. Recep Tayyip Erdoğan’ın, Cemil Çiçek’in, Abdülkadir Aksu’nun söyleyecekleri açıktır. “Devlet var, suç işlenmişse savcıya ihbar edersiniz. Savcılar soruşturma yaparlar. Suçlu polis varsa, bizden izin isterler, uygun görürsek veririz, görmezsek vermeyiz. Millet onun takdirini size değil, bize vermiştir. Siz millete yani bize inanmak zorundasınız. Siz iktidar olduğunuzda biz size inanırız. Batı bahane arıyorsa, bizim yapabileceğimiz bir şey yoktur. Seçim bunun için vardır. İktidar değişir, o istediğini yapar. Biz polisimizi düşmanlar istiyor diye acziyete düşürmeyiz.” Demeli idiler.
İstişare etseler, akıllı adamlar yanlarında bulunsalar bunları yaparlar.
Ama yanlarında ajanları bulundururlarsa, olacak olan budur.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL