ADİL DÜZEN 298
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 01-04 Nisan 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 298. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
* TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 23
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا
لَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَنُدْخِلُهُمْ ظِلًّا ظَلِيلًا(57)
إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ
إِنَّ اللَّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا(58)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا(59)
وَ (Va) “Ve”
Kur’an’da ‘tefsir’ yapılırken karşılaşılan zorluklar vardır.
1) Bunlardan biri; ‘zamirler’in kimi gösterdiğini tesbittir. İlk önce bunları çözmek gerekir.
2) İkincisi ise; ‘harf-i tarifler’in nereye atfettiğidir. Bunu ikinci olarak çözmek gerekir.
3) Üçüncü olarak; ‘marife olan kelimeler’in neyi tarif ettiklerini ortaya koyacaksınız.
4) Dördüncü olarak; ‘mübteda ve haber’ ile ‘mef’ul ve sıfatlar’ın nere ile ilgili olduğunu tesbit edeceksiniz. Ondan sonra cümle anlaşılmış olur. Artık onun üzerine düşünmeye başlayacaksınız…
Buradaki “Va” harfi, bundan önceki âyette “İnnellezîne Keferû” ile başlamıştı, işte onlara atfetmektedir. Onlardan kimi iman etti, kimi de etmedi. “Saddetti/ Yüz çevirdi” ifadesini daha önceki âyette söyledikten sonra, harf-i atıf yapmadan onları izah etmeye başladı. Birincileri ateşte pişireceğini bildirdi. Şimdi de mü’minlerin akıbetlerini anlatmaktadır.
الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (EelLaÜIyNa EAvMaNUv Va GaMıLUv elWAvLıXAVTı)
“Îman etmiş ve sâlih ameller işlemiş olanlar.”
Yukarıda “âyetlerimize küfreden kimseler” denmişti, burada “âyetlerimize îman” denmemiş, sadece “îman etmiş olan kimseler” denmiştir. Îman yeterli sayılmamış, “amel-i sâlih”in de işlenmesi gerektiğini bildirmiştir. İman eden kimseler, dayanışma ortaklıklarını kuran kimselerdir. Yani, âkileyi kuran kimseler demektir.
1) Mü’minler ilk âkileyi Medine’ye göç edince kurdular, bu siyasi âkile idi. 2) Sonra medreseler ile ilmî âkileyi kurdular… 3) Sonra tekkeler ile dinî yani takva âkilesini kurdular. 4) Sonra âhi teşkilâtı ile de meslekî akileleri kurdular... Bugün bunların yerine; 1) Siyasi partiler vardır… 2) Okul ve üniversiteler vardır… 3) Cami ve dini mezhepler vardır… 4) Odalar ve sendikalar vardır...
Bunları kurmak yeterli değildir. Bir araya gelip ‘dayanışma ortaklıkları’nı kuranlar, sadece bununla yetinmeyip aynı zamanda amel-i sâlih işlemelidirler. Amel-i sâlih demek, birbirine uygun iş yapmaları demektir. Harf-i tarifle gelen kurallı dişi çoğuldur. Bu sistemi gösterir. Birbirine uygun işler yapmak demek, birinin yaptığını diğerinin bozmaması, tam tersine birinin yaptığını diğerinin tamamlaması demektir. Bu nasıl olacaktır? Bunun için amellerimiz şu özellikleri taşıyacaktır.
1. Amellerimiz kurallı olacaktır. O kurallar öyle düzenlenmelidir ki, herkesin yaptığı birbirini tamamlasın, birinin yaptığını diğeri bozmasın. Birinin yapmasına diğeri mâni olmasın. Buna ‘şeriat’ denmektedir. Şeriat, içtihat ve icmalarla oluşur. Başkanın istişare sonunda aldığı kararlarla ve hakemlerin soruşturmalardan sonra aldıkları kararlarla oluşur.
2. Üretim standartlara uygun olmalıdır. Standartlar alternatifli olacak ama standart olacaktır. Mesela, birinin yaptığı somun, diğerinin yaptığı cıvataya uyacak. Mesela, birinin yaptığı tekerlek, bir diğer üreticinin yaptığı arabaya uyacak.
3. Projeler yapılacak ve bu projelere uygun işler yapılacak. Herkes ayrı projeye uygun parçaları yapınca, sonra toplama makineyi veya binayı meydana getirmiş olacaklardır. Herkes evini öyle yapacaktır ki yollar tıkanmasın.
4. En son olarak da, çevre tahrip edilmeyecek, çevre kirliliği yaratmayacak, yani yapılan işler yalnız şimdi değil, ileride de zararlı olmayacak, yalnız bize değil, başkalarına da zarar vermeyecektir. Eğer bir yerin ormanını yok edersek, yeryüzünün oksijen üreten sahalarını ortadan kaldırmış ve dünyayı yaşanmaz hâle getirmiş oluruz.
İşte bu esaslara uyan amel ‘amel-i sâlih’tir. Sadece dayanışma ortaklığı kurmak yeterli değildir, aynı zamanda o dayanışma ortaklığı sâlih ameller yapacaktır.
سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ (Sa NuDPıLuHuM CanNAvTın) “Onları cennetlere idhal edeceğiz.”
Burada “cennet” nekiredir, çoğuldur, kurallı dişi çoğuldur. Burada vâdedilen cennetlerin âhiret cennetleri olması gerekir. Yukarıda kâfirlere vâdedilen azap âhiret azabı ise; yani derilerin kavrulmasından bahsedildiğine göre, bu nâr (ateş) âhiret nârıdır. Dünyevi azapta derilerin kavrulmasının ve tebdilinin sözkonusu olması uzak bir tevildir. Orada da ateş yani nâr nekire idi.
Bununla beraber, dayanışma ortaklıkları kurup da uygun işler yapanlar bu dünyada da cennetlere idhal edileceklerdir. Baştaki geleceği ifade eden “Se” harfi buna delâlet eder. En doğru yorum ise her iki hâli de içermesidir. Hem bu dünyada yakında cennete idhal edecektir, hem de âhirette. Yukarıda “Sevfe” gelmişti, yani ileride âhirette cehennemde idhal ederiz. Burada ise “Se” gelmiştir, yani bu dünyada cennetler veririz demektir.
تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ (TaCRIy MıN TaHTıHAv eLEaNHARu) “Tahtında nehirler cereyan eder.”
Arapçada ve Kur’an’ın üslubunda bir kural vardır. Bir cümlenin hakiki manâsını korumak istersek, yani bu mecazi mânâsında kullanılmıyor demek istersek, onu özel vasıf ile adlandırırız. Dört ayaklı aslan dediğimiz zaman, bu iki ayaklı insandan oluşan aslan değildir. İki kanatlı kuş dediğimiz zaman, gerçek kuş kastedilir.
Yukarıda ateşi ‘derileri kavurması’ şeklinde anlattı ve onun gerçek ateş olduğunu bildirdi. Burada da “altından ırmaklar akan” demekle, anlatılanın içinde ırmaklar akan gerçek bahçeler olduğunu bildirmiş olmaktadır. İster bu dünya cennetinden bahsedelim, ister âhiret cennetinden bahsedelim, hepsi gerçek bahçelerdir, yemişliklerdir. Mecazi mânâda değildir.
Bu arada dikkat edeceğimiz başka bir husus vardır. “Fîhâ el-Enhâr” denmemekte, “Tahtehâ el-Enhâr” denmektedir. Bugünkü sulama sistemi yanlıştır. Bugünkü sulama sisteminde yukarıdan su akıtılmaktadır. Bu şekilde hem israf olmakta, hem de sulama zorlukla yapılmaktadır. Âhirette veya bizim bu dünyada yapacağımız sulamalarda sular toprağın altındaki kanallardan akacak, üstteki bitkiler kökleri ile oradan sularını içecekler, diğer maddeleri emeceklerdir. Ancak bunlar yeraltı suları şeklinde olacak, devamlı akacak, suladıktan sonra çıkacak sular arındırılacak ve tekrar akacaktır. Yani, bugünkü denizlerin yaptığı işi suni arındırma sistemleri yapacaktır. Biz bu dünyada sulama tarımını böyle yapmalıyız. Bahçelerde toprağın altından geçen sular bir havuzda toplanmalıdır. Tuzları çökertilmelidir. Havalandırılmalı ve köklere öyle salınmalıdır.
خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا (PAvLIDIyNa FIyHAv EaBaDan) “Orada ebediyen hâliddirler.”
Yukarıda cehennemliklerden bahsederken “Hâlidîne Fîhâ Ebeden” kaydı getirilmemiştir. Bu sadece mü’minler için getirilmiştir. Bu ifade edilen ve kastedilen cennetlerin âhiret cennetleri olduğu anlaşılmaktadır. Mü’minlerin cennette ebediyen kalacakları ifade edilmektedir. Kâfirler için ise böyle bir kayıt getirilmemektedir.
Bununla beraber bu kayıt dünya cennetleri için de olabilir. Eğer mü’minler mü’min olarak kalır da amel-i sâlih işlerlerse, ebediyen yani kıyamete kadar bu bahçelerini kaybetmeyeceklerdir. Ama kâfirler geçici olarak cennetlere sahip olsalar bile, biraz sonra kaybederler. Bir de, kâfirler ölünce dünya cennetlerini kaybetmiş olurlar, oysa mü’minler ölünce dünya cennetlerinin devamı olan cennetlere kavuşurlar, dolayısıyla cennetlerde ebediyen hâliddirler. Burada ebedî kalmanın zaman ve mekânı kapsadığını göz önüne getirirsek, zamanın bitip yeni zamanın başlayacağı kıyamete kadar sahip olmak, ölümüne kadar sahip olmak ve ebedî kalmak demek olur. Âhirette de eğer zamanın sonu gelecekse, o zamana kadar ebediyen hâlid kalmak demek olur.
لَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ (LaHuM FıYHAv EaZVAyCun MuTahHaRaTun)
“Onlar için orada mutahhar ezvâc vardır.”
Eğer bu anlatılan dünya hayatında ise; îman edip amel-i sâlih işleyenlerden bahsediyorsa, o cennette evlilik vardır, herkesin eşi vardır ve bu eşler de temiz eşlerdir. Bunlar cinsel hastalıkları olan, mesela AİDS’li eşler değildir. Çünkü zinanın en büyük kötülüğü, zina yapanlarda ortaya çıkan hastalıklardır. Frengi, zührevi hastalıklar ve şimdi ortaya çıkan AİDS, eşlerin kadın olsun erkek olsun bedenlerini pisletmektedir.
Îmân edip amel-i sâlih işleyenler, yani evlenip yaşayanlar demektir, onlar mutahhar eşlere sahip olurlar. Âhirette cennete gidenlerin eşleri de böyledir.
Burada bazı sorular ortaya çıkmaktadır. Bunlar üzerinde durup cevaplamaya çalışalım.
1) Önce; orada yani âhirette çocuk yetiştirme olmadığına göre, evlenmelere ne gerek vardır. Bir gayeye yönelmeyen, bir iş yapmayan bir hayat, hayat değildir. Onun için âhirette de amel-i sâlih vardır. İnsanların oradaki mertebeleri yükselecektir. Orada amel-i seyyie (kötü amel) yoktur ve insanlar cezalanmayacaklardır. Amel-i sâlihte yine dayanışma ve yardımlaşmaya ihtiyaç vardır. Sonra, yaşlılar da eş olarak kaldıklarına göre, çocukları olmayanlar da karı-koca olarak kaldıklarına göre; demek ki ‘eşlik’ sadece çocuk yapmak için değildir.
2) İkinci husus ise; dünyada birden fazla eşi olanların durumu ne olacaktır? Dünyada bir dişinin iki eşi olmaması bütün canlılar içindir, çocuğun sağlıklı olması içindir. Bir erkek iki kadına eş olabilmektedir. Dünyada böyle bir engel yoktur. Âhirette bu engel kalkacağı için, bir kadın da dünyadaki kocası ile arkadaş olabilir.
3) Başka bir soru da şudur. Cinsel ilişki insanlara büyük zevk sağlamaktadır. Âhiretteki insanlar bunlardan mahrum mu olacaklardır? Âhiretin zevkleri, cennette olanlar için dünyadakinden daha ileridedir. Ancak bu zevkin ille de cinsi ilişkilerden alınması sözkonusu olmayabilir.
Hâsılı; âhiretteki eşlerle olan hukuk dünyadakinden farklı olacaktır. Çünkü orada çocuk yapma gibi bir sorun yoktur. Ama eş düzeni orada da devam edecektir. Oradaki hayat dünyadakinden çok daha zevkli olacaktır.
وَنُدْخِلُهُمْ ظِلًّا ظَلِيلًا (Va NuDPıLuHuM JılLan JaLIyLan)
“Gölgeleyen gölgeye idhal ederiz. Serinleten gölgelere idhal ederiz.”
Bitkilerin yaşayabilmesi için güneş ışığına ihtiyaç vardır. Bugün bu güneş ışığı güneşte yanan hidrojenle sağlanmakta ve helyum oluşmaktadır. Bunların yeryüzüne gelmesi gerekir. Ama aynı zamanda bu ışınların insanları kavurmaması için gölge de gerekmektedir.
Burada “İdhal” kelimesini tekrar etmektedir. Birinci idhal dünyadaki cennetler, ikinci idhal âhiret olabilir. Yahut, cennet dünyadaki bağlık ve bahçeliktir.
“Zalil” ise klimalı apartmanlar veya şehirlerdir. Bugün yeryüzünde büyük çöller vardır, insanlar buralarda yaşayamamaktadır. Buralarda açık şekilde sulama yapmak mümkün değildir. Çünkü çok su kaybı olur. Ama buralarda yeraltı sulaması yapılarak meyvelikler, mesela hurmalıklar oluşturulabilir. Buralarda açıkta evler yapılıp yaşanmaz, ama kapalı binalar yapılır ve bu binalara klima döşenip serinletme yapılabilir.
“Serinleten serinliklere idhal ederiz.” yahut “Serinlenen serinliklere idhal ederiz.” denmektedir.
“Zalil” kelimesi, suni serinliği ifade eder. Apartmanlar hep birlikte klimalandırılır. Yahut kent birden şeffaf kubbe içine alınır ve insanlar orada klima içinde yaşarlar. Hattâ bitkiler de böyle seralar içinde yetişmiş oluyor. Güneşten yararlanma imkânı doğuyor. Böyle bir teknoloji ile Ay’da da, uzay boşluğunda da yaşama imkânı sağlanabilir. Bu âyetin mânâsı 1000 sene sonra çok daha iyi anlaşılacaktır. Âhirette de durum böyle olacaktır. İnsanların yaşadığı köşkler klimalı olacaktır. Orada ne üşüme, ne de terleme olacaktır.
“Zalil” kelimesini biraz daha açıklayalım, “Zalla” gölge etti demektir. Bizde ‘gölge kararttı’ anlamında kullanılır. Oysa Arapçada ‘gölge serinletti, gölge rahatlattı’ demektir. Karartma “zalama” ile ifade edilir.
“Zalil” kelimesi sıfat-ı müşebbehedir. Hem ism-i fâil hem de ism-i mef’ul olarak gelir. Serinleten ve serinlenen anlamına gelir. Klima serinletendir. Yer ise serinlenen yerdir.
إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ (EınNa elLAHe YaEMuRuKuM) “Allah size emrediyor.”
“Emr” kelimesi “Merre”den oluşmuş kelimedir. Murur ettiren demektir. Sonradan sülasi olmuştur. Yani geçirten, iş yaptıran, söz dinleten demektir. “Emretmek” cebir yapmak demektir. Siz ‘yetkinize dayanarak böyle yapın’ dersiniz. Karşı taraf yapar veya yapmaz. Emreden zorlamaz. Sonra yapmayana ceza verilir.
“Allah emrediyor” ama zorlamıyor. Yapmazsa, belirlenen cezalar veriliyor. Allah’ın emrine uyarsak mükâfat göreceğiz; uymazsak, cezalandırılacağız. Dünyevi yönetimde de durum böyledir. Kanunlar çıkarılır. Yetkiler beyan edilir ve kişilere emredilmiş olur. Ama uymayanların cezasını emredenler vermeyecektir. Cezayı yargı verir, hakemlerden oluşmuş mahkemeler verir. İşte ‘hukuk devleti’ dediğimiz şey budur.
أَنْ تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا (EaN TuEadDuv eLEaMAvNATı EıLAy EaHLıHAv)
“Emaneti ehline eda ediniz. Emaneti ehline veriniz.”
“Eda etmek” demek, bir borcu yerine getirmek demektir. ‘Namazı eda etmek’ namazı kılmak demektir.
Bizde mevcut emanetler vardır, onları ehline eda etmemiz gerekir. Bakara Sûresi’nde ‘emanet edilen kimse emaneti eda etsin’ deniyor. Oradaki emanet, kişilerin kişilere verdiği emanettir. Halbuki burada “emanetlerdir” ve bu emanetler kurallı dişi çoğulla getirilmiştir. Yani, gelişigüzel emanetler değil, bir ‘emanetler sistemi’dir. Bu emanetler nelerdir? Bu emanetler göklerin ve yerin emanetidir. Hilafet emanetidir. Dünya’yı, hattâ Kâinat’ı yönetmek üzere Allah’ın bize verdiği emanettir. Bunlar kamu hizmetleridir, genel hizmetlerdir. Birincisi olan ‘kamu hizmeti’ dediğimiz zaman, son söz görevliye ait olan hizmettir. Diğeri ise ‘kıyam hizmeti’dir. Burada sön söz hizmet alana aittir. Önce halka emanet edilen hilafeti ifa etmek üzere dayanışma ortaklıkları sorumlularına eda edilecek. Yani, insan partisini, sendikasını, mabedini ve mektebini seçerken emanetini eda etmiş olur. Kim daha ehilse, size göre kim onu yapabilirse, ona biat edersiniz.
Sonra onlar ‘şûra’yı oluşturur. En çok ehil olan sıralama usûlü ile ‘başkan’ seçilir. Bu sıralamada da emanetin ehline tevdi edilmesi emrolunmaktadır. Kim en iyi başkanlık yapabilecekse, o başkan seçilmelidir.
Sonra ‘hükümet’ oluşturulurken, ‘genel müdürlükler’ oluşturulurken, başkanlar seçim yaparlar ve emaneti ehline verirler. Atanan görevliler, doktorlar, mühendisler de ehil kimseler olmalıdır. Halk kendi hizmetlisini seçerken, doktorunu ve hakemini seçerken, ehil kimseyi seçmelidir.
Hâsılı; burada emredilen yönetim oluşurken ehliyetli kimseler göreve getirilmelidir. Bunu da halk getirecektir. Çünkü bu emir halka emredilmiştir. Burada ‘ey îman etmiş olan kimseler’ de denmemiştir. Yani, demek ki müslimlerin de seçme hakları vardır, seçilme hakları yoktur. “Adil Düzen Anayasası”nda bu husus geçmemiştir, düzeltilip eklenmesi gerekir. Buradan şu sonuca varmış oluyoruz: Devamlı olarak Kur’an okuyup eksikliklerimizi tamamlamalıyız, yanlışlarımızı düzeltmeliyiz. Emir kime ise yetki de onadır. Emrolunanlar tüm müslim ve mü’minler olduğuna göre, yetkili olanlar da onlardır. İçtihatları emrolunanlar yaparlar. Bu da demokrasinin kendisidir. ‘İslâmiyet’te demokrasi yoktur!’ diyenlere bu âyet ibretle cevap vermektedir.
وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ (Va EÜAv XaKaMTuM BaYNa elnNAvSı)
“Nâs arasında hükmettiğinizde.”
Burada ‘emaneti ehline verdikten sonra’ ondan sonra da “İzâ” ile “Hakemliği” getirmektedir.
Burada “İn” değil de “İzâ” gelmesi, hakemlik yapmakla yükümlü olduğumuzu ortaya koyar.
Demek ki, ‘hakemlik’ ibadettir, hakemlik yapmamız gerekmektedir.
“Nâs arasında” denmekle, sadece kendi aramızda değil, diğer insanlar arasında da hakemlik yapılacaktır. Bu âyete dayanarak şunu istidlâl ederiz. Bir bucakta hakemlik yapacakların o bucaktan olmaları gerekmez. İlçede bulunan hakemlerden seçmeleri yeterlidir. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” öyle düzenlenmiştir. Mahkeme bucakta kurulur ama hakemler ilçeden seçilmişlerdir. Hakemlik emirden farklıdır.
YARGIDAKİ KURALLAR NELERDİR?
1. Dâvada ‘dâvacı’ var, ‘dâvalı’ var, ‘dâva konusu’ var; bir de ‘hakemler’ vardır. Bunlar olmadan ‘mahkeme’ oluşamaz.
2. Dâva, geçmişte cereyan eden bir olaydaki haksızlığı gidermek içindir. Gelecekte yapılacaklar için dâva açılamaz.
3. Dâva yalnız o olaya mahsus olup, dâvacı ve dâvalı dışında ve o olay dışında konular hakkında karar verilemez. Kanun hükmünde kararlar alınamadığı gibi, aynı kişiler benzer olayla karşılaşsalar bile o karar o olayı içermez.
4. Karar kesindir. Temyiz edilemez. İnfaz edilir. Karardan mağdur olan olursa, eski dâvalı veya dâvacıya değil, hakemlere veya soruşturmacılara karşı dâva açılabilir. Haksızlığa sebebiyet verenin âkilesi tazmin eder. İstirdat edilmez.
Buradaki ifade çoğul gelmiştir. Demek ki, hükmeden iki hakem değil de, çok hakem vardır. Biz bunu en az olan üç hakem olarak tesbit ediyoruz. Hakemleri taraflar seçiyor, baş hakemi de hakemler seçiyor.
Sonra, hakemler ehil olmalıdır. Bu ehliyeti topluluk veriyor. O halde hata yapmaları hâlinde, bunlara ehliyeti veren dayanışma ortakları tazmin etmelidir. Böylece ‘yargı’ ile ‘yönetim’ birbirinden ayrılmıştır. Bugün Türkiye’de eğer bu âyete göre hareket edilecekse, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinden partiler oyları nisbetinde, her %5 oy için birer hakemlik ehliyetli kimseler tesbit edecektir. Yüce Divan bunlardan seçilen üç hakemden oluşacaktır. Meclis bu hakemlere ehliyeti vermiş olur. Görevlendirme taraflarca yapılır.
أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ (EaN TaXKuMUv Bı eLGaDLı) “Adaletle hükmedin.”
Adaletle hükmedilmelidir. Zulüm yapılmamalıdır. “Adil olması” demek, kurala göre hükmetme demektir. Ceza kişiye değil, kişinin fiiline verilir. Fail kim olursa olsun, fiilde kasıt varsa, kişi ceza ehliyetine sahipse, başka herhangi cihete bakılmaksızın hükmolunur. HÜKMÜN DÖRT TANE ÖZELLİĞİ VARDIR:
1. Yargı ‘bağımsız’ olmalıdır. Hakemler kendi vicdanları ile hükmetmelidirler. Bu sebepledir ki, İslâmiyet’te Yargıtay müessesesi yoktur, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yoktur. Dâva bucaklarda görülür, orada hükme bağlanır ve verilen hüküm kesindir. Mağdur olan varsa, mağduriyetle ilgili olarak başka dâva açılır, kim mağduriyetine sebebiyet vermişse, onun âkilesi (dayanışma ortaklığı) öder.
2. Hakemlerden oluşan yargı ‘tarafsız’ olmalıdır. Bunun için hakemin birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçecek ve baş hakemi de seçilen iki hakem seçecektir. Böylece ‘tarafsız bir mahkeme’ oluşmuş olur. Hakem atandıktan sonra değiştirilemez.
3. Hakemler ‘saygın’ olmalıdır. Halk onların adaletinden emin olmalıdır. Bundan dolayı hakemlik yapmak için bilgi yetmez, hakemlerin aynı zamanda ‘tezkiye edilmeleri’ gerekir. Tezkiyeyi dinî âkile başkanları yaparlar. Hakemler veya soruşturmacılar tezkiye edilmiş olmalıdırlar.
4. Nihayet, hakemler ‘etkin’ olmalıdırlar. Hakemlerin verdikleri kararlar mutlaka infaz edilmeli ve yanlış da olsa ertelenmemelidir. Haksızlık sonra başka dâvada giderilmelidir. Meselâ, biri dâva açtı. Mahkeme haksız yere mahkum etti. Kişi haksız olarak dâvayı kazandı. Dâvalı onu öder. Bunun aleyhine bir dâva daha açılamaz. Mağdur olan hakemler aleyhinde dâva açar ve haklı çıkarsa, hakemlerin veya soruşturmacıların âkilesi öder. Haksız olduğu halde dâva kazanan kazanmış olur. Bu da yargının etkinliğini sağlar.
إِنَّ اللَّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ (EınNA elLAHa NIGImMAv YaGıJuKuM BıHı)
“Allah size ne yararlı şeyler vazediyor.”
Burada “Vaiz” kelimesini kullanıyor. Bununla şuna işaret ediyor. Hakemler adil olarak hükmetmeseler de cezalandırılamazlar. Onun için yukarıdan beri hep âkilesi tazmin eder, kendisi tazmin etmez. Bu uygulama da hakemlerin bağımsızlık garantisidir. Hakemler verdikleri kararda mutlak hâkim olmalıdırlar. Ne onların kararını bozacak bir yer olmalıdır, ne de onları karardan dolayı cezalandıracak bir yer olmalıdır. Haksızlık dayanışma içinde giderilmelidir. Dayanışma aynı zamanda sigortadır. Çağımızda artık sigortasız iş olmaz.
Batı dünyası saçmalıklar içindedir. Paralı olarak yargılama yapmaktadır. Mahkeme masrafları ödenmektedir. Mahkemeler avukatlarla yürütülmektedir. Hakemlerin tam tarafsız ve bağımsız olabilmeleri için de ücretlerinin taraflar tarafından değil, kamu tarafından ödenmesi gerekir.
إِنَّ اللَّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا (EınNA elLAHa KAvNa SaMIGan BaÖIyRan)
“Allah semi’ ve basîr bulunmaktadır.”
Yani, Allah yaptıklarınızı görmekte, söylediklerinizi de işitmektedir.
Buradaki iki kelime nekire gelmiştir. Demek ki, devlet yargılamayı tescil edecektir. Gerek soruşturma dosyaları, gerekse hakem kararları devletçe saklanacaktır. Soruşturmacılar soruşturma yapınca dosyaları hakemlere verirler. Onlar bunları tetkik ettikten sonra soruşturmalarını kabul veya reddederler. Hakemler kendileri soruşturma yapamazlar. Dosyaları soruşturmacıya iade ederler. Duruşmada soruşturma yapılmaz. Sadece beyanlar alınır. Soruşturma dosyaları gizlidir ve soruşturmacılarda kalır. Hakemler de saklamazlar.
Hakemlik dosyası açıktır. Soruşturmacıların şehadeti de açıktır.
İleride hakemler veya soruşturmacılar aleyhine dâva açılacaksa, soruşturmacılar dosyalarını o soruşturmacıya gösterirler. Böylece toplulukta gerek soruşturma, gerekse kararlar kayda alınmış olur.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHav elLaÜIyNa EaMaNUv) “Ey îman etmiş olanlar.”
Bundan önceki âyette emanetin ehline verilmesini ve hakemlik yaptığınızda hakemliği adaletle yapmamız emredilmiş ve oradaki emir sadece mü’minlere tahsis edilmemiştir. Çünkü bu emirler bize insan olduğumuzdan dolayı verilmiştir. Nerede olursak olalım, o kurallara uymamız gerekir. Emaneti ehline vereceğiz. Seçerken ve atarken ehlini seçecek ve atayacağız.
Bir de hakem olduğumuz zaman adaletle karar vereceğiz. Biz karar verdikten sonra onu tarafların kabul edip etmemesi bizi ilgilendirmez. Yani, hakemler sadece karar verirler. Kararlarını zorla uygulatma diye bir şey yoktur. Taraflar kendi rızaları ile uyarlar. Bu sebepledir ki, İslâmiyet’te kazai icra diye bir kurum yoktur.
Bundan sonra yargı kararlarına uyulmadığı zaman ne yapılacaktır?
İşte bunun için dayanışma ortaklıkları kurulacak ve silahlı güç oluşturulacaktır. Bu güç nöbetlerle oluşturulacaktır. Hakem kararlarına uymayanlara karşı savaşılacaktır. İşte bu sebepten dolayıdır ki burada “Ey Îman Edenler” diye başlıyor. Hakem kararlarını uygulatma görevi ve yetkisi îman edenlere yani mü’minlere verilmiştir. Müslimler ise sadece cizye verirler ve onlar silah da kullanamazlar.
أَطِيعُوا اللَّهَ (EaOIYGUv elLAHa) “Allah’a itaat ediniz.”
‘İttiba etmek’ demek, şeriatın hükümlerine riayet etmek demektir. ‘İttika etmek’ de şeriatın sınırları içinde kalmak demektir. İttibada ve ittikada mükellef kendi verdiği zaman ve kendi istediği gibi hareket eder.
“İtaat etmek” ise başkası tarafından verilen bir görevi yerine getirmek anlamındadır. Burada Allah’a itaat emredilmektedir. Kur’an’da, resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur deniyor. Ancak burada Allah’a itaat ile resule itaati ayırıyor. İttikadan da farklıdır. Yani, şeriata uymak anlamında değildir. O halde bu ‘itaat’ nedir?
Bu ‘itaat’ şûra kararlarına itaattir. Topluluğu temsil eden ‘meclis’ vardır. Meclis’in de temsilcisi olan ‘şûra’ vardır. Şûra, ‘dayanışma ortaklıkları başkanları’ndan oluşur. Başkan istişare ettikten sonra, eğer şûra ittifakla karar alırsa, bu şûra kararıdır. Bu karar hakkında halkın hakemlere gitme hakkı vardır. Ama aynı zamanda bu kararlara uyma zorunluluğu da vardır. Hakemler mağduriyeti giderirler. Kararı değiştiremezler. Başkanın azline hakemler karar alabilir. Başkan karar verirse ve şûra üyeleri hakemlere gitmezse, bu karar da şûra kararıdır.
وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ (Va EOIyGuv elRaSUvLa Va EUvLı elEMRı MıNKuM)
“Allah’ın resulüne ve sizden olan emir yetkililerine itaat ediniz.”
Burada “İtaat” kelimesi tekrar edilmiştir. Dolayısıyla ‘başkana itaat’ ile ‘emir sahiplerine itaat’ aynı itaattir. Oysa ‘şûraya itaat’ faklı itaattir. “Minküm/Sizden” kelimesi kullanılmıştır. ‘Minküm’ kelimesinden anlaşılıyor ki, emir sahipleri bizden olacak, yani mü’minlerden olacak, yani nöbetlilerden olacaktır. Müslimlerin seçme hakları vardır ama seçilme hakları yoktur. Çünkü onlar bedellidirler.
Buradaki emir yetkisine sahip olanlar, alt kuruluşlardaki görevlilerdir; ‘bucak’ta köylere atanan yöneticiler, ‘iller’de kazalara atanmış kaymakamlar, ‘ülke’de bölgelere atanmış bölge valileri ve ordu komutanları, ‘insanlık’ta kıtalara atanmış kıta yöneticileri emir sahibidirler. Bunlar başkan tarafından atanırlar ve azledilebilirler. Ne var ki, bunlar sadece atanmakla yetinilmez; Hazreti Ömer’in yaptığı gibi bunlara defter verilir ve mesela o bölge halkından olmayan atanmış general için bütün ülke halkından biat ister. Atandığı bölge dışındaki halk arasında %5 kadar asker bulursa, bölge yöneticiliği kesinleşmiştir. Dolayısıyla orduda olanlar tamamen askerlerin biat ettiği kimselerdir. İşte bu sebeple “Minküm/Sizden” denmektedir.
Burada çok önemli bir husus ortaya çıkıyor. Bölge valilerinin, yani ordu komutanlarının ilin iç işlerine müdahale etme yetkileri yoktur. İzinsiz giremezler. Çünkü onlardan değildir.
“Adil Düzen Anayasası”nda kabul edilmiş olan müesseseler Kur’an’ın bütün âyetlerine uygun olacak şekilde tanzim edilmeye çalışıldı. Temel kural şudur: Kimse kendisinin seçmediği veya atamadığı kimsenin kararına uymak zorunda değildir. Görevlilerle uyuşamazsa değiştirebilmelidir. Onun için ‘çoklu sistem’ esas alınmıştır. Bir ilçede on kadar doktor olmalı ki, kendisi istediği doktora gitsin. Parasını kamu verecek ama kendisine hizmet verecek olanı kendisi seçecektir. ‘Yerinden yönetim sistemi’ gelmeli ki kişi başkana veya köy yöneticisine itaat etmek istemiyorsa orasını terk edip başka yere gitsin. Demokrasi demek, bucak değiştirmeyi kolaylaştırmak demektir. Bucağı terk eden vatandaş taşınmazlarının değerini devletten hemen alabilmelidir.
فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ (FaEıN TaNAZAGTuM FıY ŞaYEın) “Bir şeyde nizaya düşerseniz.”
Herkes kendi içtihadı ile hareket edecektir. Görevliler de, başkanlar da kendi içtihatları ile hareket edecektir. Kimseye kimse emir vermeyecektir. Kişi emri kendi kendisinden alacaktır. Bu karardan mağdur olan olursa önce başkana başvuracaktır. Başkan haklı veya haksızı ayırmaktan çok, o anda işlerin aksamaması için karar verecektir. Acil değil ise doğrudan doğruya, acil ise başkana baş vurduktan sonra hakemlere gidecektir.
“Niza” geçmişte yapılan bir haksızlıkla ilgilidir. Sözleşmeler ise gelecekte olmasını istediklerimizdir.
فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ (Fa RudDUvHu EıLay elLAHI Va eLRaSUvLı)
“Onu Allah ve resulüne reddediniz.” Tartıştığınız şeyleri Allah ve resulüne reddediniz.
“Allah ve resulü” deyimi, ‘yargı’ anlamındadır. Yargı şöyle oluşmaktadır: Önce başkana baş vuruluyor. Başkan zilyedi tayin ediyor. Bu, bugünkü hukukta da böyledir. Başkan zilyedi tayin etmekle kimin mahkemeye gideceğini belirliyor demektir. Sonra mağdur olan kişi, soruşturmacılara başvurup soruşturma yaptırıyor. Ücret kamu tarafından ödeniyor. Hakemini atıyor. Hakem karşı taraftan hakemin atanmasını istiyor. İki hakem gerekirse baş hakemi atıyorlar. Hakemler soruşturmacıların tesbitlerine göre kararlarını veriyor. Bucak başkanı bu kararı uyguluyor. Halk kendi istekleri ile hakkı teslim ediyorlar. Başkanın icrasına karşı geleni başkan bucağından kovuyor. Hangi bucağa gitmişse hakkı ondan alıyor. Bu cinayetse diyete dönüşüyor.
İşte bütün bu olaylar yani ‘yargı’ “Allah ve resulü” içinde adlandırılmıştır.
إِنْ كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِر (EıN KuNTuM TuEMıNUNa BilLAHı Va eLYaVMı elEaPıRı)
“Eğer Allah’a ve âhiret yevmine îman ediyorsanız, böyle yapınız.”
Kur’an çıkan nizaların hakemler yoluyla çözülmesini çok şiddetli bir şekilde emretmektedir. Sorunları hakemlere çözdürmeyen, hakemlerin kararlarına uymayan kimseler, Allah’a ve âhirete inanmamış olurlar.
Ne kadar acıdır ki; Kur’an bu kadar açık bir şekilde ‘hakemlik sistemi’ni îmana bağladığı halde, hakem kararlarına uymamak için namaz kılan bu insanlar, dosyalardan hakemlik dosyasını çalabilmektedirler. Kesin olarak biliniz ki, Kur’an’ı okumadan ‘mü’minim’ diyenler ve olduklarını zannedenler sadece kendilerini kandırıyorlar.
Allah’a îman, âhirete îman; nizaları hakemlere reddetmeyi zorunlu kılar.
Hamd etmemiz gerekir ki, ülkemizde hakemlik müessesesi kanunidir. Baştan zorunlu değildir, ama sonra zorunludur. Taraflardan biri itiraz edemez. Mü’minler cemaatleşmelidirler, aralarında çıkan ihtilafları hakemlere havale etmelidirler. Hakemlik müessesesini çalıştırmalıdırlar. Allah o zaman onlara “Adil Düzen”i nasib eder.
ِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا (59)(ÜAvLıKA PaYRun Va EaXSaNu TaEViLan)
“Bu hayırdır ve tevil olarak da ahsendir.”
İnsanlar arasında çıkan nizaların tarafların seçecekleri ‘birer hakem’ ile, hakemlerin seçeceği ‘baş hakem’den oluşan ‘yargı’ tarafından çözülmesi “hayır”dır. ÇÜNKÜ BUGÜN YARGI TÜKENMİŞTİR:
1. Mahkemeler dâvaları bitirememektedirler. Çünkü dâvalar o kadar çoğalmış ve çeşitlenmiş durumdadır ki, hâkim bunlara vâkıf olup karar verememektedir. Günde otuz dâvaya bakan bir hâkim nasıl karar verebilecektir. Halbuki hakemler taraflarca seçilmektedir. Meşgaleleri azdır. Konuyu bilen kimselerdir. Adil kararı onlar verebilir.
2. Mahkemelerde dâvalar yıllarca sürmektedir. Oysa hakemler çok daha kolay ve kısa zamanda çözerler.
3. Mahkemeler uzun sürdüğü ve avukatlar geçimlerini dâvalardan kazandıkları için çok pahalıya mâl olmakta ve bu sebeple de birçok nizalar yargıya gitmeden çözülmeden kalmaktadır. Oysa, hakemlere gidildiği dâvalar zaman çok ucuz bir şekilde sona erer.
4. Mahkemeler insanlar arasında nefret ve düşmanlık sokmakta ve vatandaşlar da savaşa girişmektedirler. Verilen kararların âdil olmaması birtakım aracıları ve mafyaları ürettirmektedir. Oysa hakemler taraflarca seçildiği için onlar arasında sulhu tesise çalışırlar. Böylece hakemlik hayırdır.
“Tevil” ilk duruma getirme demektir. Yani, niza olmadan önceki duruma ulaşmak için hakemlik daha güzel bir yoldur. Böylece mahkemelerin yükleri azalacak, onlar da âdil yargılama imkânını bulacaklardır.
Bu derslere, Kur’an ve ilim seminerlerine, “Adil Düzen” derslerine devam eden herkes nizaları, hele aramızdaki nizaları, mutlaka hakemler yoluyla çözmelidirler. Sözleşmelerde ‘hakemlik maddesi’ni mutlaka koymalıdırlar. Hakemlik maddesini kabul etmeyenlerle kesin olarak ‘sözleşme’ yapmamalıdırlar. ‘Mü’min’ iseler böyle yapacaklardır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 298. SEMİNER Yorum-128 İstanbul, 01 Nisan 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
SU, HAVA, TOPRAK VE CANLI KİRLENİYOR;
DÜNYA ÖLÜYOR!..
“Dünyadaki kirlenme böyle devam ederse, 100 seneden sonra, 200 seneye varmaz, belki de bütün dünyada canlı hayat kalmayacaktır. Dünya ölüyor!..” (BİR ÇEVRE BİLİMİ PROFESÖRÜ)
Farz ediniz ki, Artvin’den 10 000’er YTL’si olan 100 genç İstanbul’a gelmiş, bir iş kurmak istiyor. 10 000 YTL ile İstanbul’da bir iş kurulamaz. Bunlar hep birlikte ‘ne yapalım?’ diyorlar. Onar bin liramızı birleştirelim, bir milyon YTL sermayemiz olur, bununla 100 kişiyi çalıştıran bir iş kurabiliriz, diyorlar. Misal olarak söylersek, bunun 500 bin lirası ile bir arsa alabilirler, 500 bin lira ile de doğrama makineleri ve taşıma araçları alırlar. Tek odalı, mutfaklı, banyo ve tuvaletli, 2000 dolara mal olan küçük ‘ahşap dinlenme evleri’ üretebilirler. Mesela, 100 kadar ev üretirler. Sonra bir dinlenme yeri ile anlaşır ve bu evleri orada kurabilirler. Böylece ‘ahşap dinlenme evleri işletmesi’ni kurarlar. Böyle bir işletme seri olarak çalıştığı zaman, 100 kişiyi çok kolaylıkla istihdam edebilirler.
Başka bir iş üzerinde de anlaşmış olabilirler. Mesela, hayvancılık yaparlar.
Her ne ise; bu 100 kişi ittifakla şuna karar verdi. Biz bu paralarımızı birleştirmezsek iş bulmamıza imkan yok. Birleştirirsek de işimiz yüzde seksen garantili. Yoksa geri dönmeleri de imkansızdır. Bu on biner liralar bir-iki sene içinde biter, sonra hepsi açlıktan ölürler!..
Şimdi bu sorun nasıl çözülsün? Bu sermayeyi bir araya nasıl getirelim?
İşte bunun üzerinde tartışmaya başlıyorlar. İkiye ayrılıyorlar; Adil Düzenciler ve lâikler.
Lâikler şöyle bir öneri getiriyor ve diyorlar ki; gelin ‘kumar’ oynayalım. Yazı tura atalım. Yahut tavla zarı kullanalım. Parası biten devreden çekilsin. Kim kumarda kazanırsa, en son bütün parayı kim toplarsa, o iş kursun ve bize iş versin. Bu teklif aslında makuldür. Ancak, ya parayı toplayan iş kurmazsa, yahut kurar ama bizi karın tokluğuna çalıştırırsa, hâlimiz ne olacak? Bunlar bu konuda ısrar ediyor ve ‘bundan başka çözüm yolu yoktur’ diyorlar.
Adil Düzenciler diyorlar ki; gelin ‘ortaklık’ kuralım. Aramızdan beş temsilci oluşturalım. Onlardan biri başkan olsun. Biz onar bin liralarımızı o ortaklığa yatıralım. Ortaklık iş kursun ve bize iş versin. Ayrıca, sermaye kârı da bizim olsun. Bunlar çok mâkul öneride bulunuyorlar. Diyorlar ki, eğer kumarda kazanana verirsek, biz her şeyimizi kaybetmiş oluruz. Oysa ortaklıkta kazanma şansımız var. Kumardaki zengin kişi başarıya veya başarısızlığa ulaştığı zaman bizim onu denetleme imkanımız yoktur. Ama ortaklıkta denetleme ve başarısız yöneticileri değiştirme şansımız vardır.
İşte bugünkü dünya ekonomisi bu görüşlerin çarpıştığı bir dünyadır.
Amerika’da 200 aile var. Dünyayı kumarhane hâline getirmiş, tüm insanlığı oynatıp sömürüyor. Sonunda dünyayı teslim alacak, tüm insanlar işçi olacaklardır. FAİZLİ EKONOMİ tamamen bir kumar oyunudur. Geliri sadece vergiye dayanan ekonomi tamamen bir kumar ekonomisidir. Karşılıksız paraya dayanan ekonomi sahte kumarhane ekonomisidir. Kumar ekonomisi olmasa da tekel ekonomisidir. Sonunda tüm insanları köle yapan ekonomidir.
Türkiye’de elli yıldır devamlı oluşturulan krizlerle ülkemiz bu ekonomiye doğru gitmektedir. Pakistan’da olsak, İran’da olsak, Arabistan’da olsak, Mısır’da olsak, fazla endişelenmemize gerek yoktur. Ama İSTANBUL’da olanlar üzerinde dünyanın oynadığı oyun, kumar oynatıp iflas ettirmek, sonra açlıkla soykırımına uğratmaktır. Çünkü İstanbul’u Türklerle paylaşamazlar.
İSTANBUL TÜCCARI VE ESNAFI ya kanser hastası gibi ‘kumar ekonomisi’ içinde ölümünü sancılar içinde bekleyecek, yahut “Adil Düzen”i kabul ederek sağlığa kavuşup yaşayacaktır. Bir başka çözüm yoktur.
Bir misal verelim. Çadırlarda yaşayan göçebe halkın tuvaleti yoktur, ihtiyacı da yoktur. Kırlarda yaşıyorlar. Ya çıkıp kırlarda işlerini görürler veya leğene yapar sonra atarlar. Ama İstanbul’da bunu sağlayamazsınız. Kanalizasyon yapmak zorundasınız. Bunu da tek başınıza yapamazsınız, birleşeceksiniz ve kanalizasyon şebekesini öyle yapacaksınız.
Bugün pislik yalnız insan ve hayvanlardan dışarıya atılmamaktadır. Onlardan çok daha kötü olarak ‘sanayi artıkları’ çevreyi kirletmektedir.
a) Sanayi tesisleri bacalarından havaya kötü gazlar atılmaktadır. Bunlar rüzgar vasıtasıyla her tarafa götürülmekte ve yağmurlarla yere inmekte, köklerden veya midelerden canlıların bedenlerine girmektedir. Hava o kadar bozuluyor ki, insanı bırakın, hayvanlar bile yaşayamaz duruma gelmektedir.
b) Sanayi sıvı artıkları sulara atılmaktadır. Sular başka bitkilerin kökleri ile canlılara girmekte, onları yiyenler de zehirlenmektedir. Denizlerde dahi havadan daha beter bir şekilde su kirlenmesi olmaktadır.
c) Naylon gibi lastik gibi çürümeyen maddeler toprağa atılmakta, ayrıca diğer katı atıklarla toprak da zehirlenmektedir. Havayı teneffüs eden bitkiler çürüyünce zehirlerini oraya akıtmaktadırlar.
d) Nihayet, canlılar suni gübre, ilaçlama, gen aktarma ve denemeleri, radyoaktif atıklar tüm canlıları zehirlemektedir.
Hâsılı, sanayileşmeden önce SU, HAVA, TOPRAK ve CANLI kirli değilken, şimdi bunların hepsi kirlenmektedir. Tüm canlı âlemi sağlığını kaybetmektedir. Bir Fransız çevre profesörü Almanya’da bize demiştir ki; “Bu kirlenme böyle devam ederse, 100 seneden sonra, 200 seneye varmaz, belki de dünyada canlı hayat kalmayacaktır. Sizin insanlığın bu sorununa bulabildiğiniz bir çare ve çözüm var mı?..”
Şimdi bunlara nasıl çare bulacağız?
Bunun için araştırma yapmak gerekir. Ortak yatırım gerekir. İnsanların eğitilmesi gerekir. Otokontrol gerekir.
Batı’da tekel ekonomisi vardır. Büyük firmalar vardır. Bunu onlar yapıyorlar. Konan zorlayıcı kanunlarla da orta ve küçük üreticileri devreden çıkarıyorlar. Onların sisteminde çevre kirliliğine tedbiri firmalar alacaktır. Türkiye’de de bunu yapmak istiyorlar.
Türkiye’de orta ve küçük esnaftan bunu istemek, onları iflas ettirmek demektir. Çünkü onlardan imkansız bir şey isteniyor. Şimdi, bu durumda “ADİL DÜZEN” diyor ki:
Gelin, İstanbul esnafı yaptığımızı cirodan %1’i çevre kirliliğine ayıralım. Biz küçük esnaf olarak, orta esnaf olarak kalalım, ama çevre kirliliğine karşı büyük firma gibi hareket edelim.
Hemen diyeceksiniz ki; para toplanır ve yenir! Bizdeki yöneticiler onu değerlendiremezler, üstelik hortumlarlar! Biz verdiğimizle kalırız.
İşte bunun için “ADİL DÜZEN” şunu önerir:
- Öyle bir ortaklık sözleşmesini size getirelim ki, çalmak isteyenler de çalamasınlar. Akevler bunu başarmıştır.
- İşe küçükten başlayacağız, kenardan başlayacağız. Başarılı olursak genişleteceğiz. Küçükten başlamak demek; ya az ortakla başlamak demektir, ya da yüzde bir değil de binde birle başlarız. Başardıkça genişletiriz veya büyürüz.
- Ortaklar temsilcilerini her zaman değiştirebilecekler. Temsilcileri aracılığı ile işletmeyi denetleyecekler. Yeter sayıda temsil ettiği ortak kalmayınca temsilciliği sona erecektir.
- Ortaklığa girme ve çıkma serbest olacaktır. Çok az katkıda bulunanlar katkılarını durdurabileceklerdir. Bu uygulama bu teşebbüslerin denetimi olacaktır. Böylece halkın desteğini çekmesiyle işletme de kapanır.
“Ya zarar edersek?” diyebilirsiniz. Zarar etmeyi göze almadan hiçbir iş yapılamaz. Zarar etmeyi araştırmaya sayacaksınız. Çünkü bu yeni bir denemedir ve ondan bir şeyler öğrenilebilir.
Bizim böyle çevre kirliliği sorunlarını çözecek tesbit ettiğimiz 25 GENEL HİZMET vardır.
BU HİZMETLERİ YAPACAK KOOPERATİFLER KURMAK ZORUNDASINIZ.
Yoksa helâk olacaksınız…
Bu 25 hizmetin adlarını sayalım:
- Organize sorumlusu KOOPERATİF BAŞKANI.
- EVRAK ve DEMİRBAŞ kayıtları, ZİMMET ve ENVANTER muhasebesi.
- İLMÎ, AHLÂKÎ, MESLEKİ ve SAVUNMA eğitimleri, Teminatlı Ehliyet.
- TAKİP, ARAŞTIRMA, AMBAR ve KASA hizmetleri.
- BASIN, YAYIN, ULAŞTIRMA ve HABERLEŞME hizmetleri.
- PLANLAMA, SAĞLIK, BAKIM ve GÜVENLİK hizmetleri
- NOTERLİK, KONTROL, SORUŞTURMA ve HAKEMLİK hizmetleri.
(Bunların nasıl olacağı ve ne şekilde yapılacağı ile ilgili olarak, her HİZMET için 10 (on) A4 sayfası bilgi, yani tam 250 (ikiyüzelli) sayfalık bilgi yazılmıştır. ASKON, MÜSİAD, İTO, TAHTAKALE ve EMİNÖNÜ ESNAFI başta olmak üzere, ilgilenen herkesle bu bilgi ve birikimlerimizi paylaşmaya hazırız.)
Bunları yapacak olan ortak bir KOOPERATİF kurup da büyük firma gibi olmadıkça, küçük ve orta ölçekli esnaf yaşayamaz.
-Ne oldu? Selahattin Bey ilgilenmiyor mu?
-Yoksa hep birlikte boğulmayı mı bekliyorlar?!.
-Bizim 40 (kırk) yıllık birikimimizi size karşılıksız aktarmak istiyoruz…
-Biz buradayız, çalışmaya devam ediyoruz… Yararlanma konusunda, siz bilirsiniz!..
Çevre kirliliği ‘bakım’ içinde yer alır. Bakımın belki de yarısını oluşturur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 298. SEMİNER Yorum-128 İstanbul, 01 Nisan 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ÇANAKKALE ZAFERİ VE…
Medeniyetlerin 1000 yıllık ömrü vardır.
İlk medeniyet Milattan Önce 3000 yıllarında Mezopotamya’da Sümer Medeniyeti olarak doğdu. İkinci medeniyet ise yine Mezopotamya’daki Babil Medeniyeti’dir. Üçüncü medeniyet İbrani Medeniyeti, dördüncü medeniyet Hıristiyan Medeniyeti ve beşinci medeniyet İslâm Medeniyeti’dir.
Bu medeniyetlerin hepsi ‘Ulu’l-Azm, azimet sahibi peygamberler’ tarafından kurulmuştur. Medeniyet kurulmadan birkaç asır önce peygamber gelir, hazırlık yapar, sonra medeniyet oluşur.
Mezopotamya Medeniyeti’nin hazırlığını yapan Hazreti Nuh peygamberdir, medeniyetten 300 yıl önce gelmiştir. İbrani Medeniyeti’nin hazırlığını Hazreti Musa yapmış, medeniyetten 200 yıl önce gelmiştir. Hıristiyan Medeniyeti’nin hazırlığını Hazreti Zekeriya ve Hazreti Yahya yapmıştır. Kur’an Medeniyeti’nin hazırlığını Hazreti Muhammed yapmış ve 400 sene önce gelmiştir.
Ayrıca, her medeniyet iki medeniyetin sentezi ile doğar. İbrani Medeniyeti, Mısır Medeniyeti ile Mezopotamya Medeniyeti’nin sentezi ile doğmuştur. Hıristiyan Medeniyeti ise Roma Medeniyeti ile İbrani Medeniyeti’nin sentezi ile doğmuştur. İslâm Medeniyeti, Kur’an’ın getirdikleri ile Yunan Medeniyeti’nin sentezi ile doğmuştur.
Şimdi ‘III. Bin Yıl Medeniyeti’nin başındayız. II. Kur’an Medeniyeti doğacaktır. Bu yeni medeniyet, altıncı İslâm Medeniyeti olacaktır. Batı Medeniyeti ile I. Kur’an Medeniyeti’nin sentezi ile oluşacaktır. Yeni kitap gelmeyecek, Kur’an müsbet ilimlerle tefsir edilerek medeniyet oluşturulacaktır. Yeni peygamber gelmeyecek, âlimler peygamberlerin vârisleri olacaklardır.
Bu yeni medeniyetin hazırlığını Türkler yapmıştır. Türkler iki asırdır Batı’yı öğrenmekte, bu arada İslâmiyet’i de yeniden değerlendirmektedirler. Tarihî tesbitler ve Kur’an’ın bildirdikleri ile öğreniyoruz ki; “III Bin Yıl Kur’an Medeniyeti”ni Türkler başlatacaklardır.
Türklerin istiklâl savaşları da I. Kur’an Uygarlığı’nın ilk savaşlarına benzemektedir.
a) Çanakkale Savaşı Fil Vakası savaşına benziyor. Türkler Çanakkale’de çok büyük kahramanlık gösterdiler. Ne var ki, bu savaşın tarihe etkisi olmamıştır. Çünkü bir müddet sonra düşman gemileri İstanbul’u işgal etmiştir. Yani, o savaşı kaybetseydik de fazla bir şey olmazdı. Ancak, şu da kabul edilmelidir ki, oradaki moralimiz olmasaydı, Anadolu’da ayaklanma ve İstiklâl Savaşı’nı başlatmakta zorluk çekerdik. Fil Vakası’nın İslâmiyet’e ne kadar etkisi varsa, Çanakkale’nin de II. Kur’an Medeniyeti’ne o kadar etkisi vardır.
b) I. İnönü Savaşı, Bedir Savaşı karşılığıdır. Büyük bir olaydır. I. Kur’an Medeniyeti’nin kaderi Bedir’de değişmeye başladı. Bedir, dönüm noktasıdır. II. Kur’an Medeniyeti’nin kaderi de I. İnönü’de değişmeye başladı. “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi” diyen şair, doğru söylemiştir.
c) II. İnönü Savaşı, Uhud Savaşı’na denk gelir.
d) Sakarya Muharebesi, Hendek Savaşı misalidir. Müşrikler Medine’ye kadar gelip saldırmışlardı. Ankara’da Sakarya’nın sesleri duyulmuştu.
e) Başkomutanlık Meydan Muharebesi, Mekke’nin Fethi misalidir. Ondan sonradır ki, Mekke müşriklerden tamamen arındırıldı. Anadolu da azınlıklardan arındırıldı.
f) Bundan sonraki Huneyn Savaşı da, Kürt isyanlarına tekabül eder.
Türk tarihinin dönüm noktaları vardır. Bunları tekrar hatırlayalım.
751 yılındaki Talas Meydan Muharebesi, Türklerin İslâmiyet’te ilk olarak yer aldıkları muharebedir. İslam Medeniyeti için de dönüm noktasıdır. Malazgirt Meydan Muharebesi büyük olaydır. İslâmiyet’in Hıristiyanlığa galip gelmeye başladığı tarihtir. İstanbul’un Fethi de çok önemli bir tarihtir. Bugünkü Batı Uygarlığı ondan sonra doğdu. Viyana bozgunu da bizim aleyhimizde olmakla beraber, Batı’nın Hıristiyan kalmasını sağladı ve bugünkü Batı Uygarlığı bu sayede varlığını sürdürdü. Ondan sonra da Sakarya Meydan Muharebesi çok önemli bir dönüm noktasıdır.
Bu yıl Çanakkale Savaşları üzerinde fazla duruldu. Talas, Malazgirt, İstanbul’un Fethi ve Sakarya’nın gölgede bırakılması gibi bir hava seziyorum. Hiçbir savaş unutulmamalı, en iyi şekilde anılmalı, ama aynı zamanda dikkatli olunmalıdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL