ADİL DÜZEN 302
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 29 Nisan – 02 Mayıs 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 302. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 27
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا خُذُوا حِذْرَكُمْ فَانفِرُوا ثُبَاتٍ أَوْ انفِرُوا جَمِيعًا(71) وَإِنَّ مِنْكُمْ لَمَنْ لَيُبَطِّئَنَّ فَإِنْ أَصَابَتْكُمْ مُصِيبَةٌ قَالَ قَدْ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيَّ إِذْ لَمْ أَكُنْ مَعَهُمْ شَهِيدًا(72) وَلَئِنْ أَصَابَكُمْ فَضْلٌ مِنَ اللَّهِ لَيَقُولَنَّ كَأَنْ لَمْ تَكُنْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُ مَوَدَّةٌ يَالَيْتَنِي كُنتُ مَعَهُمْ فَأَفُوزَ فَوْزًا عَظِيمًا(73)
فَلْيُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ الَّذِينَ يَشْرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالْآخِرَةِ وَمَنْ يُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَيُقْتَلْ أَوْ يَغْلِبْ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا(74)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHAv elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
Bu sûrede 4 adet “Ey insanlar”, 1 adet “Ey kitap verilenler” ve 9 adet “Ey iman edenler” geçmektedir; bu beşincidir. Bundan önce Allah’a ve resule ve emir sahiplerine itaat edin denmiştir.
O emir savaş hâlini ifade etmektedir. Savaş külfeti de yalnız mü’minlere yüklenmiştir. Bu âyette savaştaki durum ele alınmaktadır.
Müslimlere olan emirler “Ey nâs” olarak;
Mü’minlere olan emirler “Ey iman edenler” olarak geçmektedir.
خُذُوا حِذْرَكُمْ (PuÜuV PıÜRaKuM) “Hızrınızı ahz ediniz.”
“Hızr” savunma araçlarıdır. “Hazer et” demek, sakın demektir. Diken ve çakıl gibi batan şeylerden kendini koruma anlamındadır. Zırh gibi giysiler veya zırhlı araçlar hızr olduğu gibi; kılıç ve tüfek gibi savunma araçları da zırhtır.
Müslümanlar savunma savaşları yaparlar. Saldırı orduları değil de, savunma ordularını bulundururlar.
Bugün iki türlü ordu hazırlanmaktadır. Biri, düşman topraklarına girerek orada hakimiyeti tesis eden ordular; diğeri de, kendi bulunduğu toprakları savunan ordular. Savunma ordularının özelliği savunma araçlarına sahip olmalarıdır. Bugün radarlar, zırhlı birlikler, uçaksavarlar, füzesavarlar bu savunma araçlarındandır.
Siper kazmak, hızrı ahzetmek demektir.
Allah’ın bize emrettiği savaşlar savunma savaşlarıdır. Bunu hızrınızı ahzediniz, yani savunmanızı yapınız, savunma araçları ile savunmanızı yapınız demek suretiyle emretmektedir. Düşman topraklarına savunmak aracı ile; düşmanın bir daha saldırı yapmaması amacı ile girilir. Barışı tesis ettikten sonra oradan ayrılınır. Barışı tesis bazen tüm kent halkını esir etmek ile olur. Bu hususu takdir yetkisi komutana verilmiştir.
Burada “sizin hızrınızı alın” demek; kendi silahınızı kendiniz üretin, başkalarının silahları ile savaşmayın demektir. Böylece uluslararası silah sektörünün oluşması da önlenmiş olmaktadır.
Silah sektörü dünyayı kana boyuyor ve yeryüzünü fesada veriyor. Bu sebepledir ki, “Uluslararası Silah Vakfı”nın kurulmasını öneriyoruz. “Adil Düzen Anayasası”nda bu vakıf mevcuttur.
Silah üretmek serbesttir; ancak üretilen silahlar silah vakfına satılacaktır. Silah vakfı da dünyanın bütün ordularına taleplerine göre silah dağıtacaktır. Yani, uluslar silah vakfına ortak olacaklardır. Böylece yine kendi silahlarını kendileri üretmiş olacaklardır.
فَانفِرُوا ثُبَاتٍ (Fa ıNFıRUv ÇuBAvTın) “Sübaten firar edin.”
Süvari takımına “süb” denmektedir. Eyer kayışı, askeri birlik demektir. Gruplandırdığınız birliklere manga, takım, bölük, tabur, alay, tugay, tümen, ordu gibi “sübbe” denmektedir. Sübbe, kurallı dişi çoğuldur. Örgütlenmiş askeri birlik anlamındadır.
Savaşta önemli iki husus vardır. Biri, düşmanın hava ve top saldırılarına karşı az zayiat vermek için dağınık olunursa, düşman için isabet ve tahrip dereceleri o nisbette azalır. Bugün şehirler onun için çok tehlikelidir. Yeraltı sığınakları yapılmakta ise de, meydana gelen çevre kirliliği, kimyasal ve biyolojik silahlar, tahrip edici silahlar, bombalar orasını yaşanmaz hâle getirmektedir. Bu sebeple gerek yaşama, gerekse üretim dağınık olmalıdır. Elbette hepten dağınık değil, gruplar hâlinde olmalıdır. Savaşta da askeri birlikler bir yerde toplu olarak bulundurulmaz, arazide dağınık olarak gruplar hâlinde bulunur. Hava, top ve füze saldırılarına karşı en müessir korunma aracı budur. Bu husus toplu hareket etmekten de önemlidir. Bu sebeple sübaten veya cemian firar edin denmektedir. Kur’an nâzil olduğu zaman böyle bir tehlike ve böyle bir savunma aracı yoktu.
أَوْ انفِرُوا جَمِيعًا(71) (EaV EıNFıRUv CaMıGan) “Yahut cemian infirar edin.”
Savaşın diğer kuralı birlikte olmaktır. Düşman sizi parça parça bulursa, ayrı ayrı kolayca yutar, yok eder. Oysa, toplu halde iseniz güç oluşturur ve düşmana karşı kendinizi korumuş olursunuz. İşte bu iki durum birbirine zıttır. Uzaktan saldırılarda dağınık olmak, yakından saldırılarda ise birlikte olmak gerekmektedir. Bunu sağlamak için saldırı yokken uzaklarda olmak, ama düşman içimize girdiğinde kolayca bir araya gelmek mümkün olmalıdır. Çünkü düşman kuvvetleri de aramızda olduğu için artık hava saldırısını yapamazlar. Çünkü birliklerini de yok etmiş olurlar. O zaman da süratle bir araya gelmek icap etmektedir. Askeri birlikler öyle düzenlenmelidir ki, gerektiğinde süratle toplanabilmeli, gerektiğinde süratle dağılabilmelidir. Bunun için pratik küçük haberleşme ve taşıma araçları geliştirilmelidir.
Bu yalnız savaş durumu için böyle değildir. Barışta da, gerek mesken bakımından, gerekse işyerleri bakımından birlikte bulunmak, üretim ve ucuzluk için iyidir. Sağlık ve güvenlik için ise dağınık olma iyidir.
Biz bunları şöyle birleştiriyoruz. Ahşap Dinlenme Evleri tesis ediyoruz. İnsanların kentlerde evleri ve işyerleri vardır. Normal zamanda ucuzluk içinde yaşamaktadırlar. Savaş veya zelzele için de her ailenin dağınık dinlenme evleri vardır. Bunlar arasında ulaşım ve haberleşme çok ucuz şekilde sağlanmıştır. Böylece hem ucuzluk, hem de sağlık ve güvenlik sağlanmıştır.
Akevler’de geliştirmekte olduğumuz Ahşap Dinlenme Evleri bu model içinde değerlendirilmelidir.
İstanbul bugün yığın hâlindedir. Daha subat olmamıştır. İstanbul kooperatifler içinde örgütlenmelidir. Sivil halk, askeri birlikler gibi manga, takım, bölük, tabur, alay, tugay, tümen, ordu olarak organize olmalıdır. Zelzele veya düşman saldırısı geldiğinde, halk askeri emir ve komuta zinciri içinde subaten veya cemaat olarak firar etmeli, yani gidecekleri yerlere gitmelidir.
Âyeti eskiden okuduğumuz zaman ‘savaşa gidin’ anlamını çıkarıyorduk. Oysa, burada savaş dahil her durumda hedeften uzaklaşma, hedeften ayrılma anlamındadır. Savunma yerlerinize çekilin demektir. Öyle plan yaparız ki, bir gecede İstanbul’u boşaltabiliriz. Bunun için herkesi bir araç bulundurmaya mecbur ederiz. Tek taraflı akış trafiğini ayarlarız. Bir gecede İstanbul’u boşaltabiliriz. Yahut, aynı araçları ve yolları kullanarak bir hafta içinde boşaltırız. Bu plan ve programlar şart ve imkanlara göre önceden yapılacak. Zelzele olunca o gün bunu başarmamız gerekecektir. Kişiler yağmalanmasın diye evlerini terk etmemektedirler. Bunun için herkesin evdeki zati eşyası sigortalanmalıdır. Bunun için bu eşyalar değerleri ile ortak muhasebede yer almalıdır.
Bu emri yerine getirmek ancak “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” ile mümkündür.
***
وَإِنَّ مِنْكُمْ لَمَنْ لَيُبَطِّئَنَّ (Va EınNa MıNKuM LeMen LaYuBaoOıEunNa)
“Sizden bateden kimseler vardır.”
“Bat” ördek demektir. Ördeğe benzer paytak paytak yürümekten yavaş davranma anlamına geldiği gibi; ördeğin suya dalıp çıkması anlamında bir görünüp bir kaybolması anlamına da gelir.
Sizin içinizde iyilik olduğu zaman mü’min, sıkıntı olduğunda da münkir olanlar vardır, tereddütlü davrananlar vardır. Bunlar başaramazlar deyip arkadan gelen, gözetleye gözetleye gelenler vardır. Buradaki birinci “Le” cümlenin başına gelmiştir. Mutlaka öyleleri vardır ki, bunlar mutlaka gevşek davranır. İkincisi “Men”in sılasına gelmiştir. “Le Ahmede Le Yedrib/ Ahmet elbette döver”; “İnne Ahmede Le Yedrib” gibidir.
فَإِنْ أَصَابَتْكُمْ مُصِيبَةٌ (Fa EıN EaÖAvBaTKuM MuÖIyBatun) “Size bir musibet isabet ederse.”
“Sayyıb” sağanak halinde yağan yağmur demektir. Okların hedefe ulaşmasına “isabet” denmektedir. Yağan yağmura benzetilmiş. Okun hedefinden şaşması da hata olarak adlandırılmıştır.
“Musibet” isabet eden şey demektir. İnsanların doluya tutulması, musibetin isabet etmesidir. Kötülüklerin doğması, krizlerin çıkması demektir.
Çağımızda değişik musibetler görülür. Doğal musibetlerden zelzele, sel, yangın, bulaşıcı hastalıklar bunlardandır. Beşeri musibetler ise savaşlar, terör, ekonomik darlık, siyasi istikrarsızlık...
Siz mü’minlere bunlar çarparsa onlar dışarıda kalırlar. İşte bir gelip bir kaybolan kimseler, kendilerini emniyete alıp bu musibetlerden uzak kalmaya çalışırlar. Mü’minlere neden musibet isabet eder?
a) Mü’minler cihat için eğitilirler. Musibetlere uğramazlarsa hakkı tebliğ etmiş olmazlar. Mü’minler hakkı tebliğ ile görevlidirler. Kâfirleri dâvet, ancak onlardan gelecek zulme mukavemetle olur.
b) Musibet mü’minleri imtihan eder. Gerçekten mü’min olanlar kalır, mü’min olmayanlar ayıklanıp gider.
c) Mü’minlerin günahları olur, günahlar haseneye çevrilsin diye dünyada cezalanırlar, böylece âhiret azabından kurtulmuş olurlar.
d) Musibetlere sabretmek suretiyle Allah’ın indinde derecelerini yükseltmiş olurlar.
Burada musibet nekiredir. Yukarıda sayılan musibetlerden biri isabet etmiş olabilir. Hattâ, beklenmedik, bilinmeyen bir yerden musibet gelebilir.
قَدْ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيَّ قَالَ (QAvLa QaD EaNGaMa EalLAHu GaLayYa) “Allah bana in’am etti diye kavletti.”
“Allah bana iyilik etti dedi.” Dünyadaki sıkıntılara girmeyenler, kendi rahatlıklarını Allah’ın onlara iltiması olarak değerlendirirler. Böylece kendilerine musibet isabet eden kimseleri aşağı görürler. Mesela, bazı kardeşlerimiz ekonomik bakımdan sıkıntı çekmediler, ama hapislere girdiler. Oysa biz hapislere girmedik. Bu durumda biz diyebiliriz ki; Allah bize iyilik etti de onun için hapse girmedik. Böyle olduğunu zannedebiliriz.
Oysa Allah bizi o belalardan imtihan etmedi. Vize vermedi, imtihanlara giremedik, bu sebeple de daha aşağı seviyelerde kaldık. Derecemiz aşağı oldu. Aynı şekilde onlar da, maddi bakımdan başarılarını kendileri için hayır sanırlar. Bizim ekonomik başarısızlığımızın yanında, kendilerinin Allah nezdinde daha makbul olduklarını sanırlar. Oysa, onlar da burada imtihana alınmamış olurlar. O halde musibet isabet etmediği zaman sıkılmalıyız; imtihan olunmadık, derecemizi yükseltemedik diye üzülmeliyiz.
إِذْ لَمْ أَكُنْ مَعَهُمْ شَهِيدًا(72) (EıÜ LaM EaKuN MaGaHuM ŞaHIyDan)
“Hani onlarla beraber şehit değilim.”
Yani; biz onlarla beraber değildik, o zaman Allah bize in’am etti derler. Oysa, Allah onları devre dışı bırakmakla onlara in’am etmedi. Onlar imtihana alınmadılar ve doğrudan sınıfta kaldılar. Biz de imtihan olunmadığımız yerlerde sevinç duymamalıyız. Sadece Allah’a hamd edip daha fazla gayret göstermeliyiz.
“Şehit” kelimesi, ben onlarla beraber bulunmadım anlamında olduğu gibi; ben onlarla beraber ölmedim anlamına da gelir. Savaşta ölmeyenler; Allah bize in’am etti, hayatta kaldık derler. Oysa onlar şehadet mertebesine ulaşamamakla ziyan içindedirler.
***
وَلَئِنْ أَصَابَكُمْ (Va LaEıN EaÖAvBaKuM) “Size isabet ederse”
“İn”in başına “Le” gelmiştir. “İn” şartının başına “Le”nin gelmesi, şart cümlesine cevapla birlikte etkidir. Yoksa şartın tekidi değildir. Size isabet ederse, burada iyi şey isabet ederse demek olur.
“Sayyıb” gökten yağan bol yağmurdur. O yağan yağmurdan bize iyilik de dokunabilir, kötülük de. “Musibet” kelimesi daha çok kötü isabet için kullanılır. Ama “İsabet” hem iyi hem de kötü isabet için kullanılır.
فَضْلٌ مِنَ اللَّهِ (FaWLun MıNa elLAHı) “Allah’tan bir fadl isabet edecek olursa.”
“Fadl” “Fasl” benzeridir. “Fasl” herhangi bir kopukluktur. “Fadl” ise gerek olmadığında veya yetmediğinde ayrılan kısımdır. Bir kabı doldurduktan sonra, eski kapta artan suya ‘fadl’ denmektedir.
“Fadl” verim demektir. Yani; bir iş yaparsınız, girdiler olur, çıktılar olur. Çıktılar girdilerden daha fazla değerde olur. Bu fazlalık fadldır. Verim demektir. Toplulukta oluşan fadl vardır.
Sirkeci’deki 1 metrekarenin değeri ile Sapanca’da yayladaki 1 metrekarenin değeri arasında milyonlarla ifade edilemeyecek kadar farklar vardır. Bu fark nereden gelmiştir? Bu değer emeksiz oluşmuştur. Bu değeri oluşturan da topluluktur, yani Allah’tır. İşte insanlıkta oluşmuş bu âtıl değerler yüzen değerlerdir. Bir yere akar. Bu sayede sermaye birikimi olur. Ekonomik ve sosyal bağlar oluşur.
Bu fadl eğer eşit şekilde bölüşülmezse yine bir şeye yaramaz. Çünkü üretim sağlanamaz. Şimdi ise kimi zengin olduğu için ticaret yapmakta, yahut iş kurmakta, böylece ekonomik dolaşım olmaktadır. Oysa, o zaman ne işyeri olacaktı, ne de ticaret yapılacaktı. Bu sebepledir ki Allah bu fadlı, kimsenin olmayan emeği, değişik grup veya kişilere isabet ettirecektir. Onlar da bunu sermaye yapıp iş veya ticaret yapacaklar. Eğer böyle yapmaz da yığar, hapsederlerse, kızdırılarak cehennemde dağlanırlar. Oysa mü’minler böyle yapmazlar.
لَيَقُولَنَّ (La YaQuLunNa) “Şöyle der.”
İki tekit gelmiş; birincisi baştaki “Le”, ikincisi de buradaki “Le”dir. Kimileri; ‘keşke ben de o partiye girseydim de ben de iktidarın nimetinden yararlansaydım’ der. Yahut; ‘keşke ben de onların şirketinden olsaydım da yararlansaydım’ der. Yarın Adil Düzenciler arasından zenginler ortaya çıkınca onlar; ‘keşke ben de katılsaydım da ben de onlar gibi zengin olsaydım’ demeye başlarlar. Şu bilinmelidir ki; İslâmiyet’te hiçbir zaman zenginlikte eşitlik yoktur. Ne var ki, herkesin iş ve aşı olmalıdır. Kimse yoksul ve işsiz olmamalıdır. İşinde de köle gibi çalıştırılmamalıdır. Ama zenginler de olmalı ve onlar da işveren olmalıdır. Aralarında serbest rekabet olunca, tekel oluşmayınca sömürü de olmaz. En az kârla bölüşüm ideal bir şekilde sağlanmış olur.
كَأَنْ لَمْ تَكُنْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُ مَوَدَّةٌ (KaEaN LaM TaKuN BayNaKuM Va BayNaHUv MaVadDatun)
“Sanki aranızda meveddet yokmuş gibi.”
“Meveddet” kelimesi, rahmet kelimesi karşılığıdır. Rahmet, annenin çocuğuna duyduğu hislerdir. Vedud, babanın çocuğa duyduğu hislerdir. Annenin görevi, çocuğu doğurup büyütmedir. Babanın görevi, çocuğun nafakasını sağlamak ve korumaktır. Aramızda bir zengin olur ve bir iş kurarsa, bize iş vermiş olur ve bize babanın çocuğa karşı olan görevini yapmış olur. Bunu yapmak zorundadır da. Sermayeyi yığıp hapsedemez. Ürettiğimiz malları bizden alıp başka yere götürüp satmazsa; biz hiçbir şey satamaz, paramız olsa bile, alacak ekmek bulamadığımız için ölmüş olurduk. O halde zenginler sayesinde, onların ekonomik faaliyetleriyle hayat süreriz. Hattâ onların verdikleri vergilerle ordumuzu güçlendirir ve canımızı, malımızı, vatanımızı koruruz.
İşte, sanki aranızda meveddet yokmuş gibi kıskanır, haset eder. Oysa, İslâm düzeninde halk zenginleri sever. Çünkü daha çok zekât verirler, devlet daha güçlü olur, zekât payı da fazla olur. Eğer zenginler az olur veya sermayeleri az olursa, hem yoksul ve fakirlere düşen paylar, hem de borçlulara düşen paylar azalır. Bu ifade zenginlerin nasıl çalışacaklarını bildiriyor. “Onlar ki zekât vermek için çalışırlar.” (Mü’minûn;23/4)
يَالَيْتَنِي كُنتُ مَعَهُمْ (YAv LaYTaNIy KuNTu MaGaHuM) “Keşke onlarla beraber olsaydım.”
Keşke onlara katılsaydım; keşke ben de zengin olsaydım.
Yahut; keşke onlara katılsaydım; keşke ben de iktidarda olsaydım.
Oysa, iktidar halka hizmet içindir, hükmetmek için değildir. Zenginlik de halka zekât vermek içindir.
Günümüzde hükmetmek ve israf içinde yaşamak içindir. Yani, şimdi iktidarda olanlar ve zengin olanlar kendilerine hizmet ediyorlar. Oysa o zaman hizmetçi yani halka hizmet eden olacaklardı.
فَأَفُوزَ فَوْزًا عَظِيمًا(73) (Fa EaFUvZa FaVZan GaJIyMan) “Azim fevz ile fevz etseydim.”
“Fevz” Türkçedeki faiz kökündedir. Bir de fad ile faud vardır. Feyazan, sel yani ırmakların ve nehirlerin bıraktıkları alüvyonlardır. Bundan dolayı faiz denmiştir. Yani, emeksiz kazanma demektir.
Ticaret emeksiz kazanmadır. Zenginlik ancak ticaretle olur. Emekle zengin olunmaz. Ne var ki, ticarette riziko vardır. Rizikoyu göze alamayan zengin olamaz. Siyaset de böyledir. İktidar savunma gücüyle elde edilir.
Savaşmak istemeyenler, zarar etmek istemeyenler kenarda dururlar. Sonra da; “Ah, keşke biz de katılsaydık!” derler. Buradan şu görülüyor ki, mü’minlerin siyasi hakları vardır, ekonomiden de payları vardır.
***
فَلْيُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ (Fa eLYuQAvTıL FIy SaBıLı elLAHı) “Allah’ın sebilinde mukatele etsin.”
Allah’ın sebilinde mukatele etmek demek; Allah’ın şeriatı için mukatele etmek, topluluğun düzeni için mukatele etmek demektir. “Sebil” şebeke, yol demektir. Ağ şeklinde olan yol demektir. İnsanlar arasında yollar, kurallar vardır. Biz birbirimizle kurallarla görüşür ve kurallarla ilişkilerde bulunuruz.
Demek ki, “sebilullah” demek, şeriat demektir, kanunlar demektir. Sayıca her türlü ulaşım araçları sebilullahtır. Sıvı, gaz, katı ve enerji taşıma araçları, insanları götüren kara, deniz, hava ve demiryolları sebilullahtır. Basın ve yayın da sebilullahtır. İşte bu düzenin tesis ve korunması iç mukatele etsinler.
Burada önemli olan husus “Felyektul” denmiyor; “Felyukatil” deniyor. Yani, öldürmek yok, saldırana karşı savunma vardır. Madem ki onlarla sizin aranızda meveddet vardır. Onlar çalışıyor, cizye ödüyor; siz de artık Allah sebilinde, yani güvenin korunmasında mukatele edin.
Burada yine bir şeye dikkat etmemiz gerekmektedir. Kur’an “Fillahi” demiyor, “Fiy Sebilillahi” diyor. Yani, savaş din adına değildir, düzen adınadır. O’nun şeriatının hükümlerinin çıkması içindir, O’nun hükümran olması için değildir. O’nun bizim savaşımıza ihtiyacı yoktur. O kendisi çok kolay onların hakkından gelir.
Bu inceliklere dikkat etmeyenler Kur’an’da çelişki görürler.
Oysa Kur’an’da son derece mantıklı ve ince bir düzen oluşturulmuştur.
الَّذِينَ يَشْرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالْآخِرَةِ (EalLaÜIyNa YaŞRUvNa elXaYAvte eldDuNYAy Bi eL EaPıRatı)
“Dünya hayatını âhiret hayatı ile satmışlardır.”
Bu cümleyi biz söyleseydik şöyle derdik: “Yeşterûne el-Âhirete Bi el-Dünya” derdik.
“İştira” kelimesi “Şıra” kelimesi ile değiştirilmiş ve dolayısıyla “Bi” harfi de değişmiştir. Bir malı elden çıkarmak için böyle söylersin, çünkü gaye para elde etmek değil, işe yaramayan bir malı elden çıkarmaktır.
“İştira” kelimesi kullanıldığı takdirde gayemiz mal elde etmek olacaktır. Burada dünyadan kurtulmak isteyen ifade var. Bir kimse bir ton pamuk yetiştirse, ancak o pamuk ona para getirse, onun için bir değeri vardır. Yoksa ne işe yarar? Sadece yük olur. Dünyanın da âhireti kazandırdığı için değeri vardır. Yoksa, âhireti kazandırmayacaksa dünyadaki sıkıntıların ne değeri vardır?
Kur’an’ın başka yerindeki “Allah mü’minlerden malları ve canları karşılığı cenneti satın almıştır” (Tevbe;9/111) ifadesi burada başka şekilde ifade edilmiştir. O halde burada hitap edilen müslimler değil, mü’minlerdir. Kıtal onlara farzdır.
وَمَنْ يُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ (Va MaN YuQAvTıL FIy SaBıLı elLAHı)
“Allah’ın sebilinde kim mukatele ederse.”
Buradaki “Men” men-i umumidir. Kim olursa olsun, mü’min olma şartı getirilmemiştir. “Vehuve mu’minun” denmemiştir. Bize, bizim çok önemli bir sorumuza cevap vermektedir. Asker olmak, cihada katılmak için Kur’an şeriatında olmak şart mıdır? Yoksa Hıristiyan, Yahudi, hattâ Mecusi olsa da askere alınır mı?
Buradaki “Men” ile onların da alınacağını ifade etmiş oluyor. Şimdiye kadar ‘alınır’ diyor ama, Kur’an’da nass bulamıyor, kıyasla, istihsanla öyle diyordum. Bu âyet bize açıkça alınabileceğini beyan etmiştir.
“Allah” kelimesi “devlet” anlamına geldiğinde, halk yaşadığı devlete ya cizye verecek, yahut askere gidip kıtal edecektir, kendi devletini koruyacaktır. Karşısındaki kendi dinine mensup kimse ise o orduya katılmayacak, kendi dininden olmayan ordunun karşısına çıkacaktır. Bir Rum vatandaşını İzmir’de, bir Ermeni vatandaşını Erzurum’da, bir Şiiyi Van’da, bir Sünniyi Diyarbakır veya Konya’da asker yapmayacaksın.
فَيُقْتَلْ أَوْ يَغْلِبْ (Fa YuQTaL EaV YaĞLıBu) “Katl olunur veya mugalebe ederse.”
İşte mü’min olan budur. İki yolu vardır; öldürülür veya galip gelirse. Ya ölüm, ya istiklâl budur. Düzeni korumada ölümü göze alacaktır. İşte bu askerler için, polis için büyük bir müjdedir. İnsanlığın güvenliği için ölmeyi göze alan, yenilmeyi düşünmeyen kimse şehittir. Yalnız şehit olmanın şartı hakem kararlarıdır. Hakemler karar verdikten sonra, savaşır galip gelirse veya ölürse, yüksek ücretlere müstahak olur. Çin’de de Çin devletinin ayakta kalması, gadre uğramaması için savaşan Çinli, Budist olsa da şehittir. Bu âyetten çıkan mânâ budur. Çünkü yukarıda zikredilen “Men” umumidir. Bunun diğer pratik sonucu ise; bir kimse anarşik harekette bulunursa, terörist olursa, velev ki bu küfür devleti içinde olsun kâfirdir. Ecri azimden nasibi yoktur.
فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا(74) (Fa SaVFa NuETıHı EaCRan GaJIyMan) “İleride azim ecir verilecektir.”
Burada “Fa” harfi getirilmiştir; Fa-i sebebiyedir. Yani, kıtal yapıp ölür veya galip gelirse, ileride yani âhirette ona ecri azim verilecektir. “Savfa” kelimesi ile anlaşılıyor ki, bu ecir âhiretteki ecirdir.
Bu da gösteriyor ki, âhiret yalnız Kur’an mü’minlerine mahsus bir yurt değildir.
Çok önemli bir husus burada ortaya çıkıyor. Dünyada kim olursa olsun, bütün devletler güvenlikleri korumaları içindir. Hakem kararlarının uygulanmasıdır. Ordular hakem kararlarının bekçileri olacaklardır. Böylece dünya barışa yani İslâmiyet’e gelmiş olacaktır.
“Ecren Kesiran” denmemiş; “Ecren Aziman” denmiş. Çünkü verilecek ücret para değildir. Cennettir.
Buradan da anlıyoruz ki, bu ücret dünyevi ücret değildir. Nekire gelmesinden de ecrin değişik şekillerinin olacağını anlıyoruz. Bunun yanında, dünyada da ücretlerin nakit olarak değil, mal olarak ödenmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Bir üretimde çalışanlara verilecek ücret, ‘üretimden pay’ olmalıdır. Hattâ, yetimlere ve emeklilere verilen şey ‘işletme senedi’ yani gelen zekâttan mal olarak pay şeklinde olmalıdır.
Bu nasıl olacaktır?
Bucak yönetimi bucak tüccarına ‘bucak işletme senedi’ni kredi olarak verecektir. 9 senet verecek, 10 senet isteyecektir. Tüccar işletmelerden malı alınca onda bir daha ucuz alacak ve mal olarak ambara konacaktır. Bucak kasası ile bu yoksullara ve diğer müstahaklara dağıtılacaktır. Bunlar istedikleri malları piyasa değeri ile alacaklardır. Sadece kendi bucaklarında üretilen değil, piyasaya satılıp alınan malları da alabileceklerdir.
Kırmızı çizgiler malı, maviler senedi, siyahlar parayı gösterir.
Halka mal senedi dağıttığımız için malı dağıtmış oluruz. Kesir ecir değil de, azim ecir olmuş olur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 302 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 132 İstanbul, 29 Nisan 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
İBADETLER -NAMAZ, ZEKÂT, ORUÇ, HAC- VE AKEVLER…
İbadetler İslâm düzeninin tesisi için emredilmiştir. Düzeni düzenlemek için vardır. Düzeni bozmak için emredilmemiştir. Şöyle ki;
a) NAMAZLAR saatlerin, çalışma ve yaşama saatlerinin tanzimi için konmuştur. Sabahın ilk ezanı okunur, halk uyanır, kalkar, vitrini kılar, kahvaltısını yapar ve mescide gider. Sabah toplantısını yaptıktan sonra birlikte işyerlerine giderler. Öğle olunca tekrar toplanır, öğle görüşmesini yapar ve öğle istirahatına çekilirler. Sonra ikindi için toplanıp bir araya gelir ve ondan sonra hep birlikte akşam mesaisine başlarlar. Akşam olunca akşam toplantısını yapar, evlere gider, yemeklerini yedikten sonra gece toplantısına gelirler.Gece eğitimini aldıktan sonra yatsıyı kılar ve dağılırlar. Haftada bir defa kabilede haftalık toplantı yaparlar. Bayramlarda kongrelerini yaparlar. Yani; namazlarla insanların vakitlerin nasıl kullanılacağı tanzim edilmektedir. Şimdi tam tersine namaz vakitleri ile mesai vakitleri birbirine uymadığı için namazlar düzenleme değil, düzeni bozma durumuna getirilmiştir.
b) ZEKÂT ortak bütçenin karşılanması içindir. Kırkta birler bucakların, onda birler illerin, beşte birler devletlerin gelirleridir. Zekât verenlere faizsiz kredi sağlanarak zekâtla mükellefler zengin edilmekte, halk da sosyal güvenliğe kavuşturulmaktadır. Şimdi ise vergi yoluyla mükellefler ezilmektedir. Zekât ayrıca onlar üzerinde yük olduğu için inanmış insanların yoksullaşmalarına sebep olmaktadır.
c) ORUÇ insanların haram yememelerini sağlamak için vazolunmuştur. Bu fonksiyonunu kısmen de olsa yerine getirmektedir.
d) HAC, tüm insanlar bir araya gelsin, birbirleri ile alışveriş yapsınlar diye tedvin edilmiştir. Oysa günümüzde alışveriş yasaklanmakta, vizeler konmaktadır. Harem yerleri ve haram aylar, insanlar rahat seyahat etsinler diye teşri edilmiştir. Şimdi ise hac yıllık kongre olmaktan çıkmış, sadece birer dua anlamını taşır hâle gelmiştir.
Bu durumdan çıkardığımız sonuç nedir?
Müslümanlar, ibadetleri yaparak dünya ve âhiretlerini kazanmaları gerekirken, dünyalarını ibadetlerle yıkmış oluyorlar. Âhiretlerine yarayıp yarayamayacağını da şimdiden kesin olarak bilmemiz mümkün değildir.
MÜ’MİNLERE DÜŞEN VAZİFE NEDİR?
Önce, bir apartmanda toplanarak kendi aşiretlerini kurmak. Günlük yaşamlarını Kur’an’ın emrettikleri doğrultuda düzenlemeleri gerekir. Apartmanın tapusu kooperatif üzerinde olacaktır. Şeriata göre düzenlenmiş ve kendilerinin kararlaştırdığı günlük yaşama hayatına uymayanlar hakemler kararı ile kooperatiften çıkarılabilmelidir.
İkinci olarak, mü’minler bir mahallede toplanarak, yahut kendilerine bir mahalle kurarak, İslâmî bucak yönetimi içinde bir belde oluşturmalıdırlar. Tüm yapıların tapuları kooperatif üzerinde olacağı için beldelerinde şeriata göre amel etmeyenleri hakemler kararı ile ortaklıktan çıkarmalıdırlar. Böylece beldede şeriat düzeni kurulmuş olacaktır. O zaman hayatlarını ibadetlerine göre düzenlerler. Hayatları ile ibadetleri birbirine uyumlu hâle gelir.
Siteleşmeyen mü’minler bu birbirleriyle çelişen ibadet ve hayat ilişkilerine devam ederlerse ne olur?
-Ya sosyal ve ekonomik krizlere girer ve çöküp giderler, silinirler.
-Ya da dinerlini tahrip ederler.
Bir örnek verelim.
Genç yaşta olan bir insanın günde sekiz saat uykuya ihtiyacı vardır. Bu genç ya sabah namazına kalkmamalıdır, Allah’ın emrini yerine tam getirmeyip saat sekizde kalkıp kılmalıdır. Bu takdirde dininde tahribat yapmış olur. Yahut sabah namazına vaktinde kalkmalı, eksik olan uykusunu öğle tatilinde geçirmelidir. Bugün bunu yapamamaktadır. Yapamayınca, bir taraftan sağlığından olmaktadır, diğer taraftan işlerindeki verimden düşmektedir. Bu böyle devam edemez. İslâmiyet işkence aracı olamaz.
İşte AKEVLER denemeleri bu amaçla başlatılmıştır.
Ne var ki, biz ortaklarınıza bunları anlatmadan işe başladık. Sonra şeytan araya girdi…
Ve tapuları vermek zorunda kaldık… Şeriat düzenini kuramadık…
Kimi zanneder ki; bu işteki başarısızlık derin devlet, ordu veya başkalarının tesiridir. Bu sebeplerle başarısız olduk. Hayır! Bunlardan hiçbiri değil. Başarısızlık sadece ve sadece bizim bilgisizliğimiz ve eksiklerimiz sebebiyle olmuştur. Biz şimdi deneyimlerimiz ve yeni bilgilerimiz içinde;
İstanbul’da böyle şeriat sitesini kurma önerisinde bulunuyoruz.
İstanbullulara bildiklerimizi sunmaya hazırız.
Kulak vermezseniz, akıbetinizi bekleyiniz!..
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 302 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 132 İstanbul, 29 Nisan 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
KATIRHAN ESNAF MARKETİ
1. Sirkeci Katırcıoğulları Hanı’nda faaliyet gösteren …. esnaf, hanı “ESNAF MARKETİ”ne çevirmek amacıyla “KATIRHAN KOOPERATİFİ”ni kurmuştur.
2. Kooperatif bankada ‘Ortak Hesap’ açtıracaktır. Ortaklar TL, döviz, bono ve çekleri bu banka hesabına yatıracaklardır. Bankadan aldıkları makbuzları ile handaki kooperatif kasasına gelerek kooperatiften karşılığında kooperatifin çeklerini alacaklardır. Tüm ödemeleri kooperatif çekleri ile yapacaklardır.
3. Handaki esnaf ile handaki esnafla alışveriş yapan İstanbul veya taşradaki esnaf tüm borç ve alacaklarında Kooperatif ile muhatap olacaklardır. Kooperatif ortaklara geliştireceği bir sistem ile kredi açacak; ortaklar arasında ‘faizsiz kredileşme’yi sağlayacaktır.
4. Kooperatif hanı sahiplerinden bütün olarak kiralayacaktır ve Kooperatif kiracılara ciro üzerinden kiraya verecektir. Böylece çok ciro yapan esnaf az ciro yapan esnafı desteklemiş olacaktır. Yarın kendisi de aynı duruma düşerse, o da desteklenmiş olacaktır. Refah zamanında gelen kiralar, kooperatifin bankadaki ortak hesabında korunacak ve kredileşmede destek olacaktır. Kriz zamanında bu fondan eksilmiş kiralar karşılanmış olacaktır.
5. Han içine giren kimse girişte parasını ve kooperatifin çekini yatırarak ‘Kooperatif Kartı’nı alacak, han içindeki tüm alışverişi kartla yapacaktır. Çıkarken isterse artan parayı geri alabilecektir. İsterse almayacak, hanın sermaye payına iştirak edecektir. Han içinde para ile alışveriş yasaklanacaktır. Alışveriş tamamen serbest olacak, fiyatlara müdahale edilmeyecek, fatura ve makbuzları firma kendisi kesecek ve muhasebesini kendisi tutacaktır. Kooperatif sadece karttaki miktarda firmanın yaptığı ciroyu kontrol etmiş olacak ve kooperatif kendi payını böylece ortağın hesabından düşecektir.
6. Günlük Sermaye; hanın esnafında bulunan raflarında veya depolarında bulunan mallar ile kooperatifin kasasında ve banka hesabında bulunan paradır. Borç ve alacaklar günlük sermayeye ithal edilmez. Günlük kâr ise o gün tüm handaki esnafın dışarıya sattığı mallara konan %1 veya 5 gibi bir miktardır. Böylece ortak kartlarına böylece hesaplanan artmalar eklenir. O nisbette tenzilatı istihkak eder. Böylece karttaki paraları çekmeyip kooperatif hesabında tutanlar tenzilatı istihkak ederler. Bu amaçla sermayelerini kooperatif hesabında tutmayı tercih ederler. Bu suretle toplanan meblağları kooperatif ortaklarına faizsiz kredileşme sistemi ile dağıtır. Böylece faizsiz sermaye ile ucuza mal ederler. Hanın cirosu artar ve çok daha kârlı duruma gelirler.
7. Modeller, bugün olduğu gibi tamamen serbest olacaktır. Ayrıca kooperatifin geliştirdiği sınırlı sayıda modeller olacaktır. Ortaklar bunları ortaklık işletmesi usulleri ile üretip kooperatif ambarlarına teslim edeceklerdir. Ortak esnaf da bunları buradan alıp pazarlayacaktır. Bu mallar Katırhan Kooperatifi markası olup dünyaya ihraç edilecektir.
8. Kooperatif 25 Genel Hizmeti yapacak Hizmet Ortaklıkları kuracak, cirodan aldığı paylarla ortaklarına karşılıksız hizmet verecek; Araştırma Merkezi kurmuş olacaktır.
9. Kooperatife GİRMEK ve ÇIKMAK serbest olacaktır.
10. Çıkacak her türlü ihtilaflar ‘HAKEMLER’ yoluyla çözülecektir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92