ADİL DÜZEN 303
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 06 - 09 Mayıs 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 303. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 28
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنْ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّا وَاجْعَل لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَصِيرًا(75) الَّذِينَ آمَنُوا يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ الطَّاغُوتِ
فَقَاتِلُوا أَوْلِيَاءَ الشَّيْطَانِ إِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا(76)
وَمَا لَكُمْ (Va MAv LaKuM) “Sizin neyiniz var?”
Bu hitap mü’minleredir. Mü’minler mallarını ve canlarını Allah’a cennet karşılığı satmışlardır. Onlar İslâm düzenini kurmakla görevlenmişlerdir. İyi insan vardır, kötü insan vardır. Kötü insan bulunduğu topluluğu yıkmak ister. Tıpkı mikroplar gibidir. Oysa hasta ölür, ama hastayla beraber mikroplar da ölür. Onlar bindikleri gemiyi batırmaya çalışırlar, ama batan gemi ile birlikte kendileri de boğulurlar. İyi insanlar da ikiye ayrılırlar. Kimileri vardır ki, iyi düzende iyi insan olarak yaşar, ama iyi düzen kurmakla uğraşmazlar. Onlar düzen kuruculara teslim olmuşlardır. Birincilere ‘müslim’, ikincilere ‘mü’min’ deniyor.
Mü’min olmak farzı kifayedir. Birileri varsa, diğerlerinden farz sâkıt oluyor. Ama kimse barış düzenini kurmamışsa, şeriat düzenini kurmamışsa, o zaman herkese farz oluyor. Mü’min olduktan sonra söz verilmiştir, İslâm dizenini kurmakla görevlendirilmişlerdir. Geri dönemezler. Artık ben yapamam diyemezler. Çünkü taahhüt vecibeyi yüklenmedir. Çünkü nezir nafileyi farz yapar. Hele bu farzı kifaye ise bu vecibe kesinlik kazanır. Çünkü onlar yüklenmeseydi başkaları yüklenecekti. Artık herkes her şeyi sizden bekler. Şimdi insanlık İslâm düzeninin gelmesini Adil Düzencilerden beklemektedir. Artık onlar için rücu etme lüksü yoktur.
لَا تُقَاتِلُونَ (LAv TuQAvTıLUvNa) “Mukatele etmiyorsunuz.”
Allah insanlara savaşı değil, barışı emretti. Onun için bütün ilâhi dinlerin adı ‘İslâm’dır. Hz. Adem’den kıyamete kadar Allah dinine inanan herkes barış düzenine girmekle yükümlüdür. Barış düzenini tesis etmek insanların kendilerine bırakılmıştır. Oysa hayvanlarda düzen doğal olarak düzenlenmiştir. Barış düzeninin temeli, başkanı dinlemek, haksızlığa uğrandığı takdirde hakemlere gitmektir. Bu şeriattır. Hakemlerin kararlarına uymayanlara karşı savaşmak meşrudur. Bu savaş bütün müslimlere değil, askerlere farzdır, orduya farzdır.
Askerlik yapan herkese savaşmak farzdır. İnsan hakları maddeleri içinde savaşa teşvik suç sayılmıştır. Bu insanlığa karşı cinayettir. İnsan haklarını saymayanlar zaten yeraltı örgütü kurarak veya zulüm ordularını teşkil ederek savaşıyorlar. Bunlara karşı savaş kalktığı zaman dünya fesada döner, anarşiye döner, teröre döner.
Ayrıca; halkı zorla askere götürüp savaştırıyorlar. Onlar isteyince zorla da olsa askere gideceksin. Sen ise; barışı savunmak için savaşmaya farz diyemeyeceksin. Fesat için, zulüm için savaş ne kadar zulüm ise, ne kadar şenaat ise; zulmü defetmek için savaş da o kadar adil ve ulvidir. Bu ulvi cihadı yapmaktan sizi alıkoyanlar, sizi savaşmadan yutmak isteyenlerdir. Allah’a inanan insanları pasif hâle getirip savunma güçlerini yok etmek istiyorlar. Savaş Hak düzeni kurmak içinse, “Adil Düzen”i kurmak içinse, barış düzenini kurmak içinse; bu savaşta ölenler cennetin en yüksek yerlerindedirler ve en ulvi vazifeleri görmüşlerdir. Kimin haklı, kimin haksız olduğunu belirleyecek olan hakemlerden oluşan yargıdır. Savaş mukaddestir. Ordu yok demek, polis yok demek, devlet yok demektir. Devleti korku üzerinde kuramazsınız. Devlet sevgi ve saygı üzerinde kurulur.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (Fıy SaBıLı elLAHı) “Allah sebilinde.”
“Allah’ın sebili” demek, önce ülke içinde tesis edilecek maddi yollardır; deniz, kara, hava ve demir yoları, su yolları, kanalizasyon, elektrik hatları, gaz ve petrol boruları, telefon hatları… Ve manevi yolardır; basın ve yayın, öğrenim, sanat ilişkileri, hukuk düzeni, şeriat düzeni… Bunların hepsi Allah yolları, topluluğun yollarıdır. Yaratıcı Allah kendi hukukunu topluluğa devretmiştir. Topluluk yani kamu Allah’ın yeryüzündeki temsilcisidir. Yöneticileri kâfir ve zalim olsa da, devlet mukaddestir. Allah’ın temsilcisidir. Bu sebepledir ki, bir savaştan sonra orada hemen yeni bir düzen tesis edilir. Eski devletin hukuku da yenisi gelinceye kadar sürdürülür. Osmanlı Devleti’nin kanunları Cumhuriyet devrinde değiştirilinceye kadar geçerli sayılmıştır. Sovyet hukuku da, SSCB yıkıldıktan sonra sürdürülmüştür. Zalim olan devlet değil, yöneticilerdir. Bu sebepledir ki, devlet aleyhinde faaliyet haramdır. Bundan dolayı, devlete zarar vereceği için yöneticilerin zulmüne tahammül edilir. Burada kimi “Allah’ın sebili”ni Allah’ın zâtı olarak anlamak ister ve Allah için savaşı meşru görürler. Oysa, devletin varlığı için savaş meşru kılınmıştır. Bundan dolayı ‘Fillahi’ denmemiş, “Fî Sebilillahi” denmiştir.
وَالْمُسْتَضْعَفِينَ (Va eLMusTaWGaFIyNa) “Ve müstedaflar”
Bu âyet mü’minlerin ne ile görevli olduklarını açıkça ifade etmektedir.
“Müstedaf” demek, kendi kendilerini zayıf görenler demektir. Yani, savaşmayı göze almayan, ölmeye cesareti olmayanlar demektir. Zayıflar denmiyor, “müstedaf” deniyor. Gerçekte zayıf olanlar değil, kendilerini zayıf gören kimseler, yani mü’min olmayıp müslim olanlar demektir.
Onbeş yaşına gelen kimselere veya ülkemize ilk dahil olanlara sorarız; siz ‘müslim’ mi, yoksa ‘mü’min’ mi olmak istiyorsunuz deriz. Müslimiz derlerse, cizye verirler. Mü’miniz diyenler ise cesur olanlar yani kendilerini zayıflardan görmeyenlerdir. Onlar cizye alırlar ve müstedafları korumayı taahhüt ederler.
Artık bunlar cizye vermeyip cizye aldıklarına göre; bunlar için o zayıfları korumak amacıyla savaşmak artık farz olmaz mı? Siz ücret alın, sonra da görevi yerine getirmeyin; bu nasıl olur? Asker elbette askerlik görevini görmelidir. Polis elbette polislik görevini görmelidir. Çünkü ücretini almış ve taahhüt etmiştir.
Cesur kadınlar da mü’min olurlar. Onlar savaşa gitmezler ama savaşan kocalarına destek olurlar ve savaşan oğulları yetiştirirler. Onlar müstedaf değildirler. Kocalarını ve çocuklarını Allah yolunda, topluluğun güvenliği ve düzeni için seve seve gönderen eşler ve anneler mü’mindirler. Cephede ölen şehitler mertebesindedirler. Onların manevi desteği için savaşıyorlar ve onlar için ölüyorlar.
مِنْ الرِّجَالِ (MiNa elRıCAvLı) “Ricalden.”
Önce “rical”den bahsediyor. Çünkü müslimlerin yani zimmilerin ricali cizye vermekle yükümlüdürler. Oysa kadınlar ve çocuklar cizye vermemektedirler. Bu sebeple başta onları zikretti. Çünkü cizye alan mü’minler cizyeyi bunlardan almışlardır. “Rical”in başta gelmiş olması, müstedafların müslim olanlar yani bedenen savaşa katılamayan kimseler olduğu açıkça anlatılmaktadır. Kur’an’ın varsayımlarını kavrayamayanlar Kur’an’ın çoğunu müteşabih bulurlar. Ana varsayımlar doğru konursa tüm Kur’an çok açık bir şekilde düzeni ifade eder.
وَالنِّسَاءِ (Va elNıSAEı) “Ve kadınlar.”
Kadınlar cizye vermezler ama haraç verirler, yani vergi öderler. Dolayısıyla bunlar da vergi vererek mü’minlerden kamu hizmetleri istemektedirler. Yani, güvenlik sağlamayı mü’minler taahhüt etmişlerdir. Bu sözlerini yerine getirmek durumundadırlar. Buradaki kadınlar ergin kadınlardır.
وَالْوِلْدَانِ (Va elViLDANı) “Ve veledler.”
“Vildan” “Veled”in çoğuludur. Kız olsun, erkek olsun bütün çocukları içermektedir. Bunlar bir “Ellezine”de toplanmıştır ve bütün müslimleri içermektedirler. Bu müslimlerin arasına mü’minlerin eşleri ve çocukları da idhal edilir. Yani fiilen asker olanlar gibidir. Bugünkü ordular demek olur. “Rical ve Nisa” kırık çoğul olmakla beraber bir grubu oluşturur. “Vildan” ise müzekker kurallı çoğul olarak getirildi ve diyenler içine sokuldu. Bu baliğ olmayan çocukları içerdiği gibi, diğer küçükler de lisanı halleri ile bunu söylerler.
الَّذِينَ يَقُولُونَ (elLAÜIyNa YaQUvLuvNa) “Onlar şöyle demektedirler.”
Bunlardan her biri ayrı ayrı değil de, birlikte demektedirler; lisanı halleri ile demektedirler. Çünkü bunlar barış düzeni istemektedirler. Savaş olmasın, yağma olmasın, terör olmasın, zulüm düzeni olmasın, biz bu dünyada kendi işimize bakarak yaşayalım. Çalışalım, kazanalım, geçinelim. İyi insan olarak bu dünyadan ayrılalım. Çocuklarımız da huzur içinde olsun.
Bütün insanlar bunu istemiyor mu? Savaşa karşı olanlar bunu istemiyor mu? Savaş savaşla defedilir. Zalimler, müfsitler karşılarında devlet silahlı güçlerini bulunca artık saldırmaz, hakem kararlarına karşı çıkmazlar. Bu görevi yüklenen mü’minler bunu hakkıyla yapmakla yükümlüdürler. Bunu yapmalıdırlar.
رَبَّنَا (RabBaNav) “Rabbimiz.”
Kur’an’da bize dua etmemiz öğretilirken “Rabbimiz” diye dua etmemiz öğretilmektedir. Hâlik olarak dua etmemiz yanlış olur, çünkü hilkatte değişme yoktur. Değişmeyecek şeyleri istemiş olurduk.
“Rabvet” ise eğitimdir. İnsanın yetiştirilmesidir. İnsanın Rabbi’ne ihtiyacı rabvet esnasındadır. Onun için “Rabbimiz” diye dua ederiz. Bizi eksik yaratıp zamanla eksiğimizi tamamlamakta olduğumuzdan bize yardım et diyoruz. Sonra “Rabbimiz” diyerek Rab kim ise ona dua ediyoruz.
Herkes bilir ki; ben yaratıldım, yetiştirilmekteyim, beni bir var eden ve yetiştiren vardır. İşte O kim ise O’na dua ediyoruz. O hâlik olduğuna göre bizim sesimizi mutlaka duymaktadır. Biz O’nu bilmesek de, O’nun varlığını bilmekteyiz. Her dinde olan iyi insan Rabbi’ne dua edebilir. O buna niyet eder de Rabbi’ne dua ederse, o dua Allah’a ulaşır. Kişinin hata etmesi duayı şaşırtmaz. Zorda kalan her insan Rabbi’ne dua eder.
أَخْرِجْنَا (EaPrıCNAv) “Bizi ihraç et.”
Zalim ehli bu topraklardan çıkar diye dua etmez, tam tersine bizi bu zalim halktan ihraç et der.
İslâmiyet’te isyan yoktur. Halkı zalim olsa bile iç savaş yapmak yok, hicret vardır. İslâm demokrasisi budur. Bir ülkede eğer zulüm yönetimi varsa onu nasıl değiştireceksiniz? Tebliğ edersiniz, onu değiştirmeye çalışırsınız. Ama iktidarı indirip sonra zorla halkı değiştirmek yoktur. O topluluktan ayrılır, kendiniz “Adil Düzen”i tesis edersiniz. Kur’an’da bütün âyetler birbirine uyum içindedir. Bizim varsayımlarımız her âyette teyid edilmektedir. Hicret ederek kendi istediğimiz şeriata ve kendi istediğimiz yöneticilere kavuşuruz.
مِنْ هَذِهِ الْقَرْيَةِ (MıN HaÜıHı elQaRYatı) “Bu karyeden bizi ihraç et.”
“Karye” kelimesi, beldeden küçük meskun yerlerdir. Ancak belde, medine ve mısrın ortak adıdır. Yani, özel olarak beldeden küçük yerleri ama genel olarak bütün meskun yerleri gösterir. Bunlar müşterek kelime olarak kullanılır. Nitekim “Huve” zamiri erkeğe işaret eder ama genel olarak kadına da işaret eder.
O halde zalim olan topluluktan göç etmek gerekir. Orası terk edilecektir. Aşiret zalimse aşiretten, kabile zalimse kabileden, şa’b zalimse şab’den, kavim zalimse kavimden hicret edilecektir. Adil yer varsa oraya hicret edilir; yoksa yeni kabile, şa’b ve kavim tesis edilir.
الظَّالِمِ أَهْلُهَا (elJAvLıMı EaHLıHAv) “Ehli zalim olan bu karyeden bizi ihraç et.”
Hicret neden olacak? Hicretin sebebi “ehlinin zalim olması”dır. Mü’minler tebliğ yaparlar: Tebliğlerini tamamladıkları zaman hicret ederler. Müstedaflar yani cizye verip korunmalarını isteyenler ise onların hicret etmelerini beklerler. Günü gelince hicret ederler. Onlar da onlara tâbi olurlar. Zalim yönetimler bu hicrete de izin vermezler. İşte o zaman mü’minlere düşen vazife, kendilerinin çıkışına izin vermeyenler ile savaşmaktır.
Bu âyetin tarifine dayanarak ülkeleri üçe ayırıyoruz. 1) Dâru’l-İslâm, giriş ve çıkışın serbest olduğu ülkedir. 2) Dâru’l-terk, çıkış serbest, giriş vizeye tabi. O ülkelerle savaşmaz, kendi haline terk eder, onlarla dostluk kurmayız. Orası dâr-ı harb değildir, ama dâr-ı İslâm da değildir. 3) Daru’l-harb, çıkışa izin vermeyen, muhacerete de mâni olan kimselerdir. Bunlarla savaş meşrudur. Demek ki savaşın sebebi savunmadır. Kişilerin mallarını, canları, işlerini ve ırzlarını koruma hakları olduğu gibi, toplulukların da savunma haklar vardır.
Haklardan biri de, ülkeyi terk etmek istediği halde terke izin vermemesi de savaşı meşru kılar. Bu çıkacak kimselere dışarıda olan mü’minlerin de yardım etmeleri gerekir. Barış geneldir. Bütün insanlar için tek barış vardır. Barış düzenini korumak insanlığın işidir. Hakemlik sistemi uluslararası teşkilattır. Her İslâm devleti kendi topraklarının güvenini sağlamakla yükümlüdür. Birleşmiş Milletler ortak ordusu yoktur. Ama bütün barış devletlerinin orduları insanlık ordularıdır. Hükmeden ise hakemlerden oluşmuş tarafsız ve bağımsız yargıdır. Böyle olmasa bu sefer tek ordu zulmeder ve onu dengeleyecek bir şey bulamayız.
وَاجْعَل لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّا (Va ıCGaL LaNAv MıN LaDuNKa VaLıyYan)
“Ledunundan bize bir veli ca’let.”
Burada mü’minlerin başına, ordu komutanına, genel kurmay başkanına “Veli” denmektedir.
“Veli” demek, arka demek, koruyucu demektir. Aslında mukatele eden ordu olduğu halde, müfret olarak bir veliden söz etmektedir. Çünkü ordu tek kişi gibi kenetlenmiş, emir-komuta zinciri içinde oluşmuş bir birliktir. Askerlikte sorumluluk ortaktır. “Velayet” zaten bu demektir. Biri bir başarıya ulaşırsa, tüm ordunun başarısı olur. Biri bir suç işlerse, tüm ordu işlemiş olur. Bir asker suç işlediği zaman, eğer askeri garnizona girmişse artık onu sivil yargı takip etmez, o kişiye karşı dava açmaz, orduya açar, başkomutana açar. Kısasa izin verir veya diyet öder. Orduda borç ve alacaklar topluluğundur. Orduda hukuk düzeni yoktur. Bu sebeple “Evliya” denmemiş de “Veli” denmiştir.
Burada “Ledunundan” diyor. Yani biz seçmeyelim, sen gönder diyor. Bu da gösteriyor ki, müslimlerin siyasi hakları, seçme hakları, atama hakları yoktur. Onlar demokrasiyi, ocağını, bucağını, ilini ve ülkesini değiştirmekle yaşarlar. Mü’minler ise komutanlarını değiştirebilirler. Böylece sosyal gruplar içinde geçişle demokratik haklarını kullanırlar. Müslimler ise bulundukları yerin askeri gücüne tâbidirler. İslâmiyet’te ülkede, ilde, bucakta, ocakta halk başkanlarını seçerler. Mısırlarda, medinelerde, beldelerde, karyelerde atama ile komutanlar seçilir, ancak bunlar taşra yönetimine karışamazlar, hâdim değil hâkimdirler.
وَاجْعَل لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَصِيرًا(75) (Va EıcGaL LaNAv Mın LaDuNKa NaÜIyRan)
“Ve bize ledunundan nasîr ca’let.”
Askeri birliklerde bile ikmal birlikleri, taktik birlikleri vardır. “Va” harfi ile atfedilmiştir. Nekire olmuştur. Bugün Millî Savunma Bakanlığı vardır. Genel Kurmay Başkanlığı vardır.
Millî Savunma Bakanlığı ordunun ikmalini yapar. Genel Kurmay Başkanı savaşı yönetir. Bunların ayrı olması gerektiğini bu âyet bildirmektedir. Bugün dünyanın her yerinde Kur’an’ın bu hükmü uygulanmaktadır. Bu iki sebepten gereklidir. Eğer ordu ikmal ile uğraşırsa savaşmayı yapamaz. Sonra daima her şey çifttir. Hukuk düzeni ile askeri düzen de çifttir. Devletin bir başbakanı, bir de genel kurmay başkanı olacak; yani iki vezir olacaktır. Biri kalem, diğeri kılıç. Onların başı olacaktır. Osmanlıların sadrazamı vardır, şeyhülislâmı vardır.
“Veli” koruyucu, “Nasîr” yardım edicidir. Bunların çalışma metotları farklıdır. Dolayısıyla başkanları ve sorumluları da farklı olacaktır.
Kur’an 1400 sene önce neler söylemiş şimdi anlıyoruz. Bin sene sonra gelenler de bize ne kadar az anlamışlar diyecektir. Zaman geçtikçe Kur’an daha iyi anlaşılacak ve müteşabih âyetler muhkeme dönüşecektir.
الَّذِينَ آمَنُوا (EalLaÜIyNa EaMaNUv) “İman etmiş olan kimseler.”
“İnanmış olan kimseler.” Kur’an’da bu tabir müslimlere karşı getirilmektedir. Ayrıca Ehli Kitaba karşı da söylenmektedir. Ehli Kitab demek, şeriatı olanlar demektir. Devletlerden bir kısmı vardır ki, sadece kendi ülkelerinin güvenliğini sağlarlar. Devletleri vardır, ama dünya barışı için değil, sadece iç barışları için uğraşırlar. Oysa mü’minler insanlığın barış içinde olması için vardırlar. Sadece kendi devletlerinin güvenliğinden değil, insanlığın güvenliğinden de sorumludurlar. Hakemlerin kararlarına uymayan devletlere karşı diğer mü’min devletlerle birlikte hakem kararlarının geçerli sayılması için çalışırlar.
İslâm’da güvenlik konseyi vardır. Ne var ki, bu güvenlik konseyine her isteyen devlet katılabilir. Konsey karar organı değildir. Karar hakemlerden oluşan bağımsız mahkemeler tarafından alınır. Bir devletin veya ulusun veya beldenin tedibi sözkonusu ise buna hakemlerden oluşan yargı karar verir. Güvenlik konseyi bu yargı kararının infazını yapar. Bu infaz da savaştır. Gönüllülerden oluşan ordu o devleti tenkil eder. Artık o ülkeye savaş kuralları uygulanır.
يُقَاتِلُونَ (YuQAvTıLUvNa) “Mukatele ederler.”
Burada “katlederler” denmiyor, “mukatele ederler” deniyor. Yani saldırılara karşı mukabele ederler.
Hakem kararlarına teslim olana karşı savaş meşru olmadığı gibi, mukatelede bulunmayan kadın, çocuk, hasta, savaşa katılmayan zimmiler, barışçı din adamları katledilmezler. Mukatele sadece savunmak için ve güvenlik içindir. Savaş için hakem kararları gerektiği gibi; ulusal çıkarlar için de savaş meşru değildir.
ABD hem kendi çıkarları için savaş yapıyor, arkasından da ‘ben dünyaya demokrasi getireceğim’ diyor! Demokrasi silahla gelmez. Önce güven gelir, barış gelir. Kişiler muhaceret yoluyla kendi demokrasilerini kendileri kurarlar. Zulüm düzeni içinde kalmak isterlerse de kimse onlara karışamaz. Demokrasi zaten budur, insanın kendi istediği gibi yaşamasına imkan vermektir. İnsanın kendi iradesini kullanmasıdır. Allah zaten insanı bu amaçla yaratmıştır. İnsanın iradesine müdahale şirktir. Savunma hakkımız vardır, ama başkalarını yönetme hakkımız yoktur. Biz demokrasinin oluşması için ortam hazırlarız ama isteyen o ortamdan yararlanır. Biz onlara demokrasiyi dayatamayız. ABD bunları öğrense kendisi için iyi olur. Türkiye bunu onlara anlatmalı.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FIy SaBıLı elLAHı) “Allah’ın sebilinde.”
Savaşın meşruiyet şartı vardır, ‘Allah sebilinde’ olmalıdır. “Allah sebili” demek, şeriat düzeni için olması demektir. İslâm düzeni için olmalıdır. Adil Düzen için olmalıdır. Hak düzeni için olmalıdır. Lâtince deyimleri ile söylersek; demokrasi için, lâiklik için, liberallik için, sosyallik için olmalıdır. Yani bunların vasatı için olmalıdır. Bu sebeple “Fıy Sebilillahi” denmiş, “Fillahi” denmemiştir. “Fillahi” denseydi, biz insanları zorla demokratik ve lâik yapardık. Oysa, biz vasat hazırlarız, yollar açarız; sonra isteyen hidayete, isteyen dalâlete gider. Onları zorlama hakkımız ve yetkimiz yoktur.
“Sebilullah” geniş mânâda imar ve şeriattır. Biz yol yaparız, isteyen gelip geçer. Zorla kimseyi seyahat ettirme yetkimiz yoktur. “Sebil” kelimesinin kullanılması da buradan gelmektedir. Aslında şeriat ve din de sadece yol anlamındadır. Yol pasiftir, aktif değildir.
Bu vesileyle bir hususa daha işaret etmek gerekir. Allah insanı yeryüzüne halife olarak yaratmıştır. “Allah” kelimesi topluluğu ifade eder, ancak tüm insanlığı içeren insanı ifade eder. Ölmüş olanların ve doğacakların bu Allah Sebilinde hakları vardır. Ulusal devletler olacak ama insanlık içinde olacak. Bağımsız iller olacak ama devlet içinde olacak. Bucaklar olacak ama il içinde olacak. Ocaklar olacak ama bucak içinde olacak. Kişi bağımsız ve hür olacak ama ocak ve bucak içinde olacaktır. Mü’minlerin yüklendiği vazife insanlık içindir. Ama önce kendi yakınları ile yükümlüdürler.
وَالَّذِينَ كَفَرُوا (Va elLaÜIyNa KaFaRUv) “Ve küfretmiş olanlar.”
İnsan vücudunda mikroplar vardır, onlar vücudu yok etmek için faaliyettedirler. Buna karşı vücuttaki hücreler, bilhassa akyuvarlar savunmadadırlar. Diğer bütün hücreler akyuvarları desteklerler. Antitoksinler üretirler. Mikroplarla vücut hücreleri arasında sürekli savaş vardır. Vücut hücreleri yenilince insan ölür, ama ölen insanla birlikte o mikroplar da ölür. Aynı şekilde insanlık içinde, topluluk içinde de mikroplar vardır, o topluluğu ve insanlığı yok etmekle uğraşırlar. Bunların Kur’an’daki adı “küfreden kimseler”dir.
“Küfreden” demek, nankör olan demektir. Yaşadıkları insanlık ve topluluk onlara varlıklarını ve yaşamalarını sağlamla beraber, onlar nankörlük edip o topluluğu yıkmaya çalışırlar. Çünkü nankördürler. Nankör Farsçadır. Arapçası küfürdür. Şimdi küfrün mânâsı çok daha iyi ve güzel şekilde anlaşılır.
Türkiye Cumhuriyeti yıkılsa lâikler de yok olacaklardır. Mü’minler demek, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve insanlığı yaşatanlar demektir. Kâfirler de onu yıkmaya çalışanlardır. Türkiye’nin yıkılmasına izin verenler Türkiye dışına çıkmalıdırlar. İçinde yaşayıp nimetlerinden yararlandıkları devletlerine ihanet etmemelidirler.
İşte savaş bunlar arasındadır. Mikroplarla hayat hücreleri arasında savaş vardır. Savaş meşrudur ve kıyamete kadar devam edecektir. Ama savaş mü’min ve müslim devletler arasında değil, mü’minler ile kâfirler arasında, şükran-ı nimet sahipleri ile küfran-ı nimet sahipleri arasında olacaktır; hâlen de olmaktadır.
يُقَاتِلُونَ (YuQAvTıLUvNa) “Mukatele ederler.”
“Savaşırlar.” Nankörler bulundukları insanlığı, içinde yaşadıkları topluluklarını yok etmek için mukatele ederler. Savaş daima varolmuştur, bundan sonra da varolacaktır. Ancak eskiden savaş kabileler arasında, sonra beldeler arasında, sonra devletler arasında, sonra imparatorluklar arasında olmuştur. Dinler savaşı olmuştur. Kur’an bütün bunlara 1400 sene önce son vermiş ve savaşları sadece kötüler ile iyiler arasında meşru görmüştür. Herkes ben iyiyim der. Bunun ayıracı da hakemlerden oluşan yargıdır. Hakem kararlarına uyanlar, hakem kararlarının infazı için savaşanlar mü’min, hakem kararlarına uymayan ve o kararları yürürlükten uzak tutmak isteyenler kâfirdirler. Bu savaş kıyamete kadar sürecektir.
Mikroplarla vücut hücreleri arasında nasıl savaş kıyamete kadar sürecekse, mü’minler ile kâfirler arasındaki savaş da kıyamete kadar sürecektir. Böyle bir savaş insanlık için gereklidir, yararlıdır. Çünkü mü’minleri devamlı uyanık tutar, onların bozulmalarını, dejenere olmalarını önler. Bu arada dejenere olanlar olursa, onlar da ortadan kalkar. Bu sayede tekâmül olur. Sağlıklı düzen sürekli yaşar.
Kış olmadan yaz olmaz. Gece olmadan gündüz olmaz.
فِي سَبِيلِ الطَّاغُوتِ (FIy SaBiLi elOAĞUvTı) “Tağut sebilinde.”
“Tuğyan” demek, kaynayan kazanın köpürüp taşması demektir. Bir toplulukta birden kabarmaya başlar, taşar ve eğer köpüğü söndüren olmazsa boşalıp taşar.
Şimdi ordular teşkil edip mü’minlerle savaşanlar, zalim devletler veya ordular tuğyan yolunu açmak için savaşırlar. Kendileri tuğyancı görünmezler. ABD şimdi böyledir. Kendisi doğrudan anarşi yapmamaktadır, doğrudan terör üretmemektedir. Devlet olarak bundan uzaktır. Ama diğer taraftan tüm dünyayı terör düzeni içine boğmaktadır. İnsanlığı anarşi içine sürüklenmektedir. Bir gün gelecek, bu tuğyan ve bu kabarma insanlığı boğacaktır. Ama ne var ki, Nuhun gemisine binip kurtulanlar gibi Adil Düzenciler kurtulacak ve insanlık yeniden İslâm düzenine, barış düzenine erişecektir.
Tuğyan yolu nedir?
a) Faiz düzeni tuğyan düzenidir. Tekeller oluşmaktadır. Tekellerin çıkarları sebebiyle dünyanın sosyal ve ekonomik düzeni bozulmakta, çevre kirliliği ortaya çıkmaktadır. Faiz fiyat ve ücret anarşisini doğurur, enflasyonu ortaya çıkarır. Enflasyon işsizliği, işsizlik açlığı, açlık borcu, borç yolsuzluğu, yolsuzluk rüşveti, rüşvet baskıyı, baskı da terörü ortaya koyar. Faizli düzen için savaşanlar tagut için savaşırlar.
b) Zina düzeni tuğyan düzenidir. Zinanın serbest olduğu ülkede evlenme olmaz, aile çöker, hastalıklar ve tembellikler alıp yürür, insanlar yaşama sevincini kaybederler, inançlarını ve ümitlerini kaybederler. Psikolojik enerjilerini hırsızlıkta ve terörde gidermeye başlarlar. Aile sorumluluğunu ve dayanışmayı yüklenemeyen insan bir taraftan gariptir, diğer taraftan zalimdir.
c) Savaşı, cihadı hor görmek demek, teröre ve tağuta savaşan ordu hazırlamak demektir. Terör azacak ve onu def edecek güçler de olmayacak, böylece insanlık yok olacaktır. Sermaye, devletleri ortadan kaldırarak anarşistlerle dünyayı idare etmek istemektedir. Ben paramla istediğimi öldürür, ondan sonra katilleri de lüks otellerde (yani hapishanelerde) beslerim. Devletlere gerek kalmaz. Sermaye yanlış hesap yapıyor. Çünkü tagutun yolunu hazırlıyor, ama sonra o taguta kendisi hakim olamıyor. Olamaz, çünkü vasat başka şeydir, olay başka şeydir. Siz tuğyan alanı hazırlayabilirsiniz, ama tuğyanı disiplin altına alamazsınız, kazdığınız kuyuya kendiniz düşersiniz. ABD’nin savaşı işte budur.
d) Dinsizlik, ateizm tuğyan sahası demektir. Sermaye, beni dinlesinler, kendi şeriatlarına bağlı olmasınlar diye 500 senedir ateizm yapmaktadır. Türkiye’de hâlâ din düşmanı lâiklik revaçtadır. Oysa, dinler insanı tek Tanrı’ya götürmekte, Allah’ı âlemlerin rabbi olarak tanıtmakta, İslâm’ı yani barışı getirmekte, âhirete inandırmakta ve insanları fitneden uzak tutmaktadır.
İşte bunların hepsi “tagutun sebili”dir. Binlerce insan öldüreceksin ama seni idam edemeyecekler. Hapsedeceksin ana işkence yapmayacaksın. Savaşacaksın, karşıdakini öldürmeye hakkın var ama eziyet etmeye hakkın yok, esir etmeye hakkın yok. Bunların hepsi “tagut sebili”dir. ABD de tagut sebiline uşaklık etmektedir.
فَقَاتِلُوا أَوْلِيَاءَ الشَّيْطَانِ (Fa QAvTıLUv EavLıYAEa elŞaYOaVNı)
“Şeytanın velileri ile mukatele ediniz.”
Allah insanları yarattı, resulleri gönderdi, nebileri gönderdi, şeriatı öğretti. Bunlar görünenlerdir.
Bir de düzeni bozan insanlık düşmanı, topluluk düşmanı bir teşkilat vardır. Bunların merkezinde görünmez şeytan vardır. Cindendir. Onun yeryüzünde yeraltı örgütleri vardır. Onlar görünmez teşkilattır. Bu yeraltı faaliyetini destekleyen görünen evliyalar vardır. ABD de bunlardandır. Bir taraftan dünyada mafyayı desteklemektedir, diğer taraftan kendisi CIA gizli örgütü kurmuş, dünyayı fesada vermektedir.
Biz şeytan taifesi ile savaşamayız. Ama şeytanın evliyası ile savaşmak durumunda kalabiliriz. Biz ülkelerine gidip onların devletleriyle savaşamayız. O görev bize değil, Amerikan halkına düşer. Onlar bu işi yapacaklardır. Bizim Amerika halkına karşı bir düşmanlığımız yoktur, Amerika Birleşik Devletleri ile de bir düşmanlığımız yoktur. Çünkü onlar meşru devletlerdir. Bizim Amerika’daki mafya ile savaşımız olabilir, Amerika’daki gizli örgüt ile savaşımız olabilir. O da Türkiye’ye gelip bizim içimize karışır, bizim düzenimizi bozmak isterlerse, devletimiz ve ordumuz onlarla savaşa girmek zorunda kalırsa, bütün mü’minlere onlarla savaşmak farzdır. Ülkemizi şeytanın velilerine teslim edemeyiz.
ABD devletinin şeytan taifesinin velileri olup olmadığını bize saldırıp saldırmaması ile biliriz. Bize saldırdığı anda o şeytan taifesiyle savaş bize farzdır. Bu tavrımız yalnız ABD ile ilgili değildir.
AB de saldırabilir, Rusya da saldırabilir, Çin de saldırabilir, Hindistan da saldırabilir... Biz onlara saldırmadan onlar bize saldırabilir. Onlar şeytanın emrine girmiş olabilir. Bunlar komşularımızı ayarlar ve onlar bize saldırabilir. İşte o zaman bizim bunlarla savaşmamız farz olur. Ülkemizi kanımızın son damlasına kadar savunuruz. Hakemlerin kararlarına her zaman saygılı oluruz. Şeytanın evliyası bizi kendileri gibi saldırıya zorlayabilir. Bizim yapacağımız şey, asla onlara âlet olmamak olmalıdır. Olabilir ki, Türkiye devleti ve ordusu teslim olur, ülkeyi savunmayabilir. Bizim yapacağımız şey sabretmektir.
Osmanlıların yıkılmasına kadar nasıl sabrettikse sabredeceğiz. Mustafa Kemal’in dediği gibi; iktidarda olanlar gaflet ve dalâlet içinde Türkiye’yi düşmana teslim edebilirler. Biz iktidarda olanlarla mücadele etmeyiz. Biz orduya karşı gelmeyiz. Mustafa Kemal ve arkadaşları gibi bekleriz. Cumhuriyet yıkıldıktan sonra istiklâl savaşımızı yaparız. İkinci cumhuriyetimizi Adil Düzene göre kurarız. Türkiye ya “Adil Düzen”i kuracaktır, ya da akıbetini bekleyecektir. Zalim düzen hiçbir zaman payidar olamaz. Hep kış olmaz, hep gece olmaz. Biz Türk halkını uyarıyoruz, insanlığı uyarıyoruz. Bunlar Tevrat, İncil, Furkan ve Kur’an’da yazılanlardır. Bizim söylediğimiz sözler değildir. Orada yazılanlar daima doğru olmuştur.
إِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ (EınNa KaYDa elŞaYOaVNı) “Şeytanın keydi”
Bu açıklamalardan sonra çok büyük müjde verilmektedir. “Şeytanın keydi zayıftır” denmektedir.
Küfrün karargâhı şeytan ehlidir, gizli örgütlerdir. Çeşitli hile ve oyunlarla insanlar arasına savaşı sokarlar, fitne çıkarırlar. Başarıya ulaşacaklarını sanırlar. Oysa Hak galip gelir ve zafer kazanır.
Bugün yeryüzünde beş süper güç vardır: ABD, Çin, AB, Rusya ve Hindistan. Bunların içinde şeytan taifesi ile hak ehli arasında Türkiye’de olduğu gibi içten içe savaş vardır. Bakalım hangi güçler şeytana mağlup olacaktır, hangi güç iman ehlinin yanında olacaktır; Adil Düzencilerin yanında olacaktır? Asrımız bunun ortaya çıktığı asır olacaktır.
Asrın sonunda bütün dünya devletleri imanın etrafında toplanmış olacaklardır. Ya mevcut devletleri yıkılacak ve yeni “Adil Düzen” devletlerini kuracaklar, yahut yıkılmadan “Adil Düzen”e barış içinde geçeceklerdir. Bir asır sonra bu satırları okuyanlar bunu çok açık olarak göreceklerdir.
Hanedanların yönetimi 19. asırda bitti. 20. asır diktatörlerin asrı olmuştur. Şimdi parti başkanları yönetiyor. Asrın ortalarında artık şeriat düzeni gelecek, halk kendi kendini yönetecektir. Artık insanlara değil, Allah’a tapacaklardır.
كَانَ ضَعِيفًا(76) (KAvNa WaGIyFan) “Zayıf bulunmaktadır.”
Yani; yeraltı faaliyetleriyle, hileyle ve yalanla dünyayı idare edenler zayıftırlar, mağlup olacaklardır.
Gelecek dünyada devletlerin açık istihbaratı dışında gizli örgütlerin kurulması yasaklanacaktır. Mü’min devletler her türlü gizli örgütlere karşı savaş açacaklardır. İnsanlık için atom silahı tehlikeli değildir. Çünkü açık olan her şey denetim altına alınır. Ama gizli olanın denetim altına alınması mümkün değildir.
Hâlen CIA, ABD’nin kontrolünde midir, yoksa kendi başına, kısmen veya tamamen kendi başına mıdır? ABD bunu bilmiyor. Bu meşruiyetini kaybetmiş gizli örgütleri çökertmek sanıldığı kadar zor değildir. Onlar güçlü görünürler ama çok zayıftırlar. Çünkü kendi aralarında da birlikleri yoktur. Onlar açık etkinlik yapmak zorundadırlar. Hukuk düzeni içinde veya savaş düzeni içinde onları cezalandırdıkça veya tenkil ettikçe onlar siner kalırlar. Bu yeraltı faaliyetlerini besleyen tekel sermayedir. Haksız kazançlar ve kaçakçılıklar onları beslemektedir. Oysa şeriat düzeni geldiği zaman yeraltı faaliyetlerini besleyen tekel sermaye yok olduğu gibi, mafyayı besleyen kaçakçılık da ortadan kalkacaktır. Esrarın üretilmesi değil, içilmesi yasaklanacaktır. İçenler esrarkeşler sitelerine sürülecektir. Esrarın üretilmesi, alınması ve satılması devlet tarafından korunmayacak ama yasak da olmayacak. Vergi alınmayacak. Çok ucuzlayacak. Dolayısıyla mafyayı besleyemeyecek, ama içilmesi yasak olduğu için de kimse kullanmayacaktır.
Yarın ülkemize süper güçlerden biri saldırsa, hattâ hepsi birleşip saldırsa; bazı komşularımızı, hattâ bütün komşularımızı organize edip de saldırsa, hiç korkmayacağız. Onların zayıf olduklarını bileceğiz. Bizim korkacağımız şey, bizim şeytan ehlinden olup olmadığımız, mü’minlerden olup olmadığımız olacaktır.
Burada Mevlana’nın Mesnevi’sinden bir hikâyenin özetini vermek isterim. Mevlana bir Yahudi kralından hikâye ediyor, onun fettan bir veziri vardır. Hıristiyanların üstünlüğüne son vermek için kralına tavsiyede bulunuyor, kral da kabul ediyor. Fedakâr Yahudi vezire kral güya zulmediyor. Başını kesecekken kaçıyor ve Hıristiyan oluyor; muttaki bir Hıristiyan oluyor ve Hıristiyanları çevresinde topluyor. Onlar arasında aziz oluyor. Sonra halvete çekiliyor. Halk onu putlaştırıyor. Sonra kabile reislerini teker teker kabul ediyor. Her birine kendisinin Mesih’in vekilliğinin artık bitmekte olduğunu ve bir müddet sonra dünyadan gideceğini söylüyor ve her birini kendisine tek vekil olarak bıraktığını bildiriyor. Her birine ayrı ayrı şeriat kitaplarını veriyor. Öldükten sonra Mesihliğini ilan etmelerini söylüyor. Sonra ölüyor. Kabile reislerinden her biri kendi Mesihliğini ilân ediyor ve kendi şeriatını ortaya sürüyor. Savaşlar oluyor. Milyonlarca başlar ve cesetler yığılıyor. Böylece Hıristiyanları paramparça ediyor. Sonra Ahmed geliyor da tekrar Hıristiyanları Hz. İsa’nın etrafında birleştiriyor.
Mevlana’nın bu konudaki hikâyesi burada bitiyor. Acaba Mevlana Hıristiyanlar arasında çıkan savaşları yani I. ve II. Dünya Savaşlarını görseydi, ne söylerdi? Ahmed’den kastın “Adil Düzen” olduğunda şüphe eder miydi?
Evet, Hıristiyanlar Hıristiyan kalacak ama Kur’an şeriatını kabul edeceklerdir. Böylece Avrupa Birliği değil, Hıristiyan Birliği oluşacaktır. Bu hikâye Mesnevi’nin ilk hikâyesidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 303 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 133 İstanbul, 06 Mayıs 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
AİLE İŞLETMELERİ
İNSANLIK daima ‘AİLE’ye dayanarak evrimleşmiştir. Her devirde aile birinci derecede etkin olmuştur. Uygarlıkların değişmesi ile tip değişmiştir. İlk olarak işbölümünün olmadığı aile tipi dönemlerinden sonra, avcılık döneminde hem aile büyümüş, hem de işbölümü ortaya çıkmıştır. Çobanlık döneminde aile yapısında fazla değişiklik olmamıştır. Tarım döneminde aile daha da büyümüştür. Sanayileşme ve kentleşme dönemi olan günümüzde aile yeniden küçülmeye başlamıştır.
‘İSLÂMÎ AİLE’ tipi ‘çekirdek aile’ tipidir. Aile mülkiyeti yoktur, kişisel mülkiyet vardır.
Bununla beraber ‘MUFAVADA ŞİRKETİ İŞLETMELERİ’ vardır. Bunlar ‘AİLE İŞLETMELERİ’dir.
Bu şirkette yani ‘AİLE ŞİRKETİ’nde herkes çalışır ve yaşar. Ortaklıktan ayrılan kendi mallarını alıp gider. Şirket baba ocağı olarak devam eder. ‘AİLE İŞETMELERİ’nin çağımız ekonomisinde yer alması için bu işletmeleri besleyen ‘HİZMET ORTAKLIKLARI’ oluşturulmalıdır. Bunlar da Akevler’in geliştirdiği ‘HİZMET KOOPERATİFLERİ’dir.
Bugün burada bir aile bu hizmet kooperatifinden nasıl yararlanır, onları anlatmaya çalışacağız.
a) Bir ‘aile ortaklığı’ kurulması için ‘sözleşme’nin yapılması gerekir. Ortaklık kurmak isteyenler kooperatifin noter hizmetlerini gören ortalama on (10) hizmetlisinden biriyle anlaşır ve ona kendi istedikleri sözleşmeyi hazırlatır. Buna ‘tescil ortaklığı’ diyoruz. Çünkü burada sözleşme hazırlanmakta ve ilk kaydı yapılmaktadır. Üretecekleri malların sözleşmeleri de burada yapılır ve ilk tescil burada yapılır. Bütün bu hizmetler tamamen ücretsizdir.
b) Aile ortaklığı kurulduktan sonra ‘kayıt hizmetleri’ vardır. Aile reisi ailede yaşayanların adlarını evrak hizmetlisine bildirir. Evrak hizmetlisi herkese bir dosya açar. Bundan sonra o kişiye ait bütün gelen ve giden evrakı kaydeder ve dosyalar. Sağlık, tahsil, suç, ortaklık kayıtları hep orada yer alır. Bunlar karşılıksız tutulur.
c) ‘Aile işletmesinin sorumlusu’ erkek veya kadın birisi olur. Sorumlu ‘zimmet muhasebesi’ne gider ve ortaklığa bir hesap açtırır. Her ortağın orada hesabı vardır. Artık işletmenin bütün borç ve alacak hesabı burada tutulacaktır. Paylar burada bölüştürülecektir. Bu hizmetlerin hiçbirinden bir ücret istenmeyecektir.
d) Kooperatifin ‘kontrol hizmetleri’ni yürüten kontrolörleri vardır. Her aile ürettiği malları istediği kontrolöre kontrol ettirir ve damgalatır. Böylece artık o maldaki bütün sorumluluktan kurtulur. Bundan sonra mal bozuk çıkarsa onu kontrol edenler öder. Üretici artık sorumlu değildir. Bu çok önemlidir, çünkü aile senelerce sonra ortaya çıkan arızalardan sorumlu olursa güvence içinde olamaz.
e) Damgalatılmış mal ambara teslim edilir ve üretici ‘mal makbuzu’nu alır. Artık bundan sonra üretici malı değil de, bu makbuzu istediği kimseye istediği fiyatla satacaktır. Bu makbuz yerleri de değiştirilecektir. Bu hizmetlere de ‘ambar hizmetleri’ diyoruz.
f) Makbuzun satılabilmesi için kooperatif bir borsa kurar ve makbuzları alıp satar; kârsız alıp satar. Fiyatı yükseltir, düşürür. Stoku korur. Buna ‘kasa hizmetleri’ diyoruz. Aile işletmesine kredi açarız. Kasadan ham madde senedi alır ve ambara gider. Ham maddeyi çeker, işler ve sonra kontrol ettirip ambara teslim eder.
g) Mal ambarlara konur ve ‘ulaştırma hizmetleri’ bunların yerlerini değiştirir Ambardan ambara naklettiği gibi üreticinin işyerinden de alır ve ambara götürür; yahut ambardan alıp evlere götürür. Bunun için üreticiler ve tüketiciler bir ücret ödemezler. Bu taşınmazlar ‘envanter muhasebesi’ne bildirilir. Hangi malların nerelerde olduğu ve bulunduğu envanter muhasebesince bilinir. Hangi makbuz ve senetlerin yahut paraların nerelerde olduğu ise ‘zimmet muhasebesi’nce bilinir.
h) Bütün kayıtlar internet sitelerinde yayınlanır. Vatandaş her zaman siteye girerek nerede ne fiyatla ne kadar mal bulunduğunu öğrenir. Bu da ‘haberleşme sistemi ve hizmeti’dir. Bu hizmet de karşılıksızdır. Yarın yapılacak işler burada yayınlanır. Gece ne yapacağına karar veren kişi; internet ortamında alışını, satışını, tezgahını ve miktarını kapatır. Ertesi gün o işleri yapar.
i) İnternetin dışında günlük ve haftalık dergilerde kooperatifin yazıları çıkar, kitapları yayınlanır, kütüphaneler oluşturulur. Herkesin okuma veya yazma hakkı vardır. Yazma hakkını devredebilir.
j) Televizyon yayınlarında da kooperatif anlatılır, tanıtılır ve duyurulur.
k) Bu arada demirbaşların kaydedildiği yer vardır. Kiralayacağı şeyleri onlara verir. Kiralanacakları da onlardan kiralamış olur. Kiracı ve mal sahibi karşı karşıya gelmez.
l) Plan ve proje yaptırabilir.
m) Araçları bozulursa bedelsiz tamir ettirebilir.
n) Sağlığına bedelsiz bakılır.
o) Güvenlik kooperatif tarafından sağlanır. Çalınırsa veya kaybolursa kooperatif öder.
p) Taraflar arasında herhangi bir ihtilaf olursa, başkana başvururlar, o geçici olarak çözer.
q) Sonra soruşturmaya verilir. Soruşturma yapılarak durum tesbiti yapılır.
r) Hakemler ise kesin hükmü verirler. Tescil, tesbit, tahkik ve tahkim hizmetleri.
Bütün bu hizmetlerin hepsi karşılıksızdır. Bu hizmetlerin geliri ise üretimden bir pay olarak belirlenir. Üretici ürettiği malı teslim ettiği zaman, on (10) sayıda veya ölçüde teslim ederse, dokuz (9) sayıda ve ölçüde makbuz alır. Biri kooperatife kalır, bu ‘bir pay’ o hizmetleri görür. Sanayide bu pay beşte birdir.
İstanbul’da yaşayan aileleri bu şekilde organize edebilmemiz için önce ‘kooperatif’i kurup halktan mal almaya başlamalıyız. Yani, marketler zincirini oluşturmalıyız. ESNAF, MALA-MAL, KONSİNYE ve ELEKTRONİK MARKETLER zincirini kurduğumuz zaman İstanbul’u “ADİL DÜZEN”e geçirmiş oluruz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 303 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 133 İstanbul, 06 Mayıs 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
ÖZKÖK PAŞA KONUŞTU!
Tabiî ve sosyal kanunlar vardır. Bunlar iki yoldan öğrenilir; akıl ve nakil. Ben aklıma güvenmem, bana gelen nakle de güvenmem. Ama eğer aklımla bana gelen nakil birleşirse, ona inanırım; artık onu söylemede ve yapmada tereddüt etmem.
Bir devlet yönetilirken bir yıl içinde birçok olaylar geçer. Halk yeni olaylar karşısında tartışır ve görüşlerini beyan eder. Ama sonunda devlet politikasını öğrenmek ister. Yeni yılda o politika içinde düşünmeye ve yaşamaya çalışır. Artık geçmiş yılın olaylarını tartışmayı arkada bırakır. Yoksa yaşama ve yürüme mümkün olmaz. Halk, devletin yıl içinde belirlediği bu politikayı ‘yıllık konuşmalar’da öğrenir. Halkın ve devlet kurumlarının inanacağı bir ağızdan bu politikayı duymak ister. Türkiye’de böyle bir güç sadece ‘ordu’da vardır. Çünkü Türkiye her an saldırıyı bekleyen bir ülkedir. Meclis Başkanı’nın zaten uygulama yetkisi yoktur. Başbakan’a gelince; başbakan gelip geçicidir, devletin temel politikasını belirleyemez. Bu görev ‘Devlet Başkanı’na düşer. Ne yazık ki, bugünkü Devlet Başkanımız bu güce sahip değildir. Niçin? Çünkü Devlet Başkanı Meclis’e yapılan baskı sonunda seçilmiştir, Meclis’e dayanmamaktadır. Başkan iktidar partisine karşı tavır almıştır. Başörtüsü krizinde doğrudan Meclis’e karşı olmuştur. Ordu’nun adayı değildir. O’nu seçen partiler Millet tarafından tasfiye edilmiştir. Ancak, Devlet Başkanı olduğu için saygılıyız, ama namazda imama uymamız gibi saygılıyız. Onun milletten aldığı bir güç yoktur ki, söylediklerine kulak verip devletin yıllık politikasını ondan öğrenelim. Nitekim, devlet başkanının konuşması içte ve dışta yankı bulmuyor. Türkiye’yi tek temsil eden güç yalnız ve yalnız ‘ordu’dur. Onun etkinliği içte ve dışta bilinmektedir. Genelkurmay Başkanı mı konuştu? Herkes kulak kesilmektedir! Genelkurmay Başkanı konuşmak zorundadır. Konuşması hukuki değildir, sosyal kanunların gereğidir. Biz bunun böyle olduğunu devlet başkanı seçilmeden aylar önce yazdık; ‘devlet başkanı asker olmalıdır’ dedik. O dergi kapandı. Bizim sesimizi boğdular. Sonu ne oldu? Şimdi Özkök Paşa konuştu! O konuşmasa kim konuşacaktı? Asker devlet başkanı konuşacaktı.
Aynı hata 28 Şubat’ta oldu. Devlet Başkanı kurumlar arasında dengeyi korumakla görevli idi. Koruyamadı. Cumhurbaşkanı Demirel kendi eksiğini Erbakan’a yıktı ve beş sene ülkeye kan kusturdu. Ekonomide krizlerden krizlere gittik. AK Parti geldi ve her şey düzelmeye başladı. Suçlu kim? Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. Madem beceremeyecektin, neden devlet başkanı oldun?!.
Sonuç olarak; ya askeri devlet başkanı yapacağız, ya da asker konuşacak, müdahale de edecektir! Başka türlü devlet yaşayamaz. Devlet yıkılınca ne din kalır, ne demokrasi, ne de lâiklik.
Bu genel tesbiti yaptıktan sonra; önce, Özkök’ü konuşturan olay nedir?
Türkiye lâik devlet olarak varlığını sürdürebilir. Türkiye bir İslâm birliği içinde yer alırsa varlığını sürdüremez, çünkü İslâm ülkeleri henüz kendilerini savunacak durumda değildir. Ayrıca, İslâmiyet’e karşı bütün süper güçler işbirliği içindedir. ABD için İslâmiyet sorundur, çünkü ABD’yi Yahudi sermayesi yönetiyor. Onlar için İslâmiyet, hele Türkiye, büyük İsrail idealine engeldir. Avrupa Birliği için İslâmiyet sorundur. Çünkü Avrupa İslâmiyet ile burun burunadır; din olarak Avrupa her zaman ayılabilir. Çin’de %20 oranında Müslüman var; her zaman potansiyel tehlikedir. Rusya’da %50’lere varan İslâm nüfusu var. Hindistan zaten İslâm-Hindu çatışma merkezidir. Türkiye ne İslâm devletidir, ne de İslâm ülkesidir; lâiktir. Yani; bizim İslâm birliğini kurma gibi bir emelimiz ve gayemiz yoktur... Demeye getiriyor. Ama Türkiye %99 Müslümandır diyerek; ülkesi içinde hem İslâm devletidir, hem de İslâm ülkesidir. Diyor. Anlayana!..
Ben, Özkök’e cevap mahiyetinde olmak üzere;
“Türkiye Adil Düzene göre İslâm ülkesi midir, İslâm devleti midir?” sorusuna cevap vereceğim.
1- Türkiye’yi her şeyden önce iki yönüyle ele almamız gerekmektedir. Dünya siyasetinde yer alırken Türkiye tarafsızdır; tarafsız kalmak zorundadır. İslâm ülkeleri ile ve İslâm halkları ile herhangi bir yakınlığı yoktur. Adil Düzene göre bu böyledir. Çünkü bugünkü Müslümanlar İslâm dinini yaşamıyorlar, devletleri de İslâm devleti değildir. Bugünkü İslâm devletlerinin İslâmiyet’i, eski Demokratik Almanya’nın demokrasisi gibidir. Türkiye ise Adil Düzeni tesis etme azim ve kararındadır. Onların ne İslâm dinleri ile ne İslâm düzenleri ile uzaktan yakından bir akrabalığı yoktur. Bize göre; Suud’un İslâmlığı İsviçre’nin İslâmlığından on defa geridir. Ama biz onlarla Müslüman oldukları için değil; insan oldukları için, komşu oldukları için ilişki kurarız. Onlara diğer devletlerden ayırıcı özellik vermeyiz. O halde, Türkiye madem kendisini bir Hıristiyan ülkesiyle İslâm ülkesi arasında fark görmüyor, farklı davranmıyor; o halde İslâm ülkesi değildir. Biz Filistinlileri zulme uğradıkları için koruyoruz; yoksa bizim için İsrailliler ile Filistinliler arasında fark yoktur.
2- Biz İslâm devleti de değiliz. Çünkü o ülkeler İslâm ülkeleri olmadığı gibi; İslâm devletleri de değildir. O halde; biz dışarıdan bakıldığı zaman ne İslâm ülkesiyiz, ne de İslâm devletiyiz. Başka bir ifadeyle; ne Müslümanız, ne de devletimiz Müslümandır.
3- Şimdi içe dönelim. Biz Türkiye’de İslâm devletini, yani barış devletini kuracağız. Zaten bunu Mustafa Kemal başlatmıştır; “yurtta sulh cihanda sulh” demiştir. Devletimiz ‘barış ülkesi’dir. Din olarak da bütün semavi kitapları kabul eden İslâm dinine sahiptir. Biz devlet olarak lâik olacağız; ama gerçek lâik olacağız, halkımız hangi dini seçerse seçsin. İnananların örtülerine uzanan kolları kırmayacağız, keseceğiz. İsteyen açacak, isteyen örtecek. Anayasaya aykırı yorumlara asla izin vermeyeceğiz. Dinsizlerin bize zarar vermemek şartı ile elbette yaşama hakları olacaktır. Görüşlerini anlatmakta serbest olacaklardır. Ama hiçbir din ve mezhep diğer din ve mezhebe dayatma yapamayacağı gibi; dinsizlerin dayatması da olmayacaktır. Devleti yönetme imtiyazı dinsizlere ve ibadet yapmayanlara ait olamayacaktır. Devletimiz; gerçekten demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk devleti olacaktır. Aramızdaki hakem ‘müsbet ilim’ olacaktır. Müsbet ilmi ortaya koyan da hakemlerden oluşan yargı olacaktır. Ekseriyet ekalliyete tahakküm edemeyecek ama ekalliyet de ekseriyete tahakküm edemeyecek. Anayasa ekseriyetine ulaşmış parti yöneticileri dini inançlarını yaşayamamakta, anayasal haklarını kullanamamaktadır. Anayasa Mahkemesi gerekçeleri karar sayılıyor, karar kanun sayılıyor! Bu yutturmacalara elbette son verilecektir. İslâm devleti budur, barış devleti budur. Demokratik, lâik, adil devlet demek; müsbet ilmin üstünde bağlayıcı güç kabul etmemek demektir. Kur’an bağlayıcı değil, öğreticidir; müsbet ilmi ve adaleti öğreticidir. İnsanları doğmalara değil, reşad sebiline çağırır ve bütün semavi kitaplara inanmayı emreder.
4- Demek ki; Türkiye içte tamamen İslâm devletidir. Çünkü; hakimiyet kayıtsız şartsın milletindir. Milletin %99’u da Müslümandır. Demek ki; onlar, yani halk, yani Müslümanlar ne isterlerse o devletin düzeni o olacaktır. İki kere iki dört eder kadar kesin bir şekilde devletimiz fiilen İslâm devletidir. Bunun böyle olduğu Lozan’da da teyit edilmiştir. Evet, Türkiye lâiktir, çünkü İslâmiyet lâik bir düzendir. Başka türlü barış düzeni olmaz. Ama halkı da Müslüman olacaktır, barışçı olacaktır. Kendi isteğiyle zorlanmadan “Adil Düzen”i kabul edecek ve İslâm ülkesi olacaktır.
Net ve açık ifade ediyoruz: Türkiye dışarıdan bakıldığında ne İslâm ülkesidir, ne İslâm devletidir. Çünkü bizim İslâm anlayışımız çağın İslâm anlayışından farklıdır. Ve biz tüm insanlığı hakka dâvetle memuruz. Hepsinden eşit uzaklıktayız.
Ama içe döndüğümüzde; Kur’an anlayışı içinde hem İslâm ülkesiyiz, hem de İslâm devleti olacağız.
“Adil Düzen” bu demektir. “Adil Düzen”in görüşü budur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92