ADİL DÜZEN 304
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 13 - 16 Mayıs 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 304. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*TEFSİR SEMİNERİ [Cuma Üsküdar (19.00-21.00); Cumartesi Yenibosna (17.00-21.00); Pazartesi Ümraniye (19.00)]
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Lütfi Hocaoğlu, Reşat Nuri Erol ve …………… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Üsküdar ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol tarafından; diğer yerlerde ilgili ve sorumlular tarafından anlatılacaktır...
Hedefimiz; bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul’da 200, Türkiye’de 1000 yerde okunmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE
NİSÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 29
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ قِيلَ لَهُمْ كُفُّوا أَيْدِيَكُمْ وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمْ الْقِتَالُ إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللَّهِ أَوْ أَشَدَّ خَشْيَةً وَقَالُوا رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَ لَوْلَا أَخَّرْتَنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَلِيلٌ وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنْ اتَّقَى وَلَا تُظْلَمُونَ فَتِيلًا(77)
أَيْنَمَا تَكُونُوا يُدْرِكُّمْ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍ وَإِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَإِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِكَ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ فَمَالِ هَؤُلَاءِ الْقَوْمِ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا(78) مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنْ اللَّهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ وَأَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولًا وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا(79)
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ قِيلَ لَهُمْ (ELaM TaRa EıLAy elLaÜIyNa QIyLa LaHUM)
“Kendilerine kavledilmiş kimseleri re’yetmedin mi?”
Burada söylenenler bellidir. Söylenen sözler de bellidir.
Allah mü’minlere savaşı emretmiştir. Bunun için şartlar vardır.
a) Savaşa girmek için önce onları yenecek kadar güçlü olmak gerekir. Savaş ya kazanılır, ya yok olunur. Kaybetme, yok olma demektir. Önce yenecek şartlar hazırlanmalı, ondan sonra savaşa girişilmelidir.
b) İkincisi; hicret edilmeli, cepheler ayrılmalıdır. Karışık iken, çoluk çocuk bir arada iken kesinlikle savaş yapılmamalıdır; yapılması meşru değildir. Bu sebepledir ki, isyanın hiçbir türlüsü meşru değildir.
c) Savaşın meşru sebepleri olmalıdır. Bunlar da meşru müdafaadır. Düşman canına, malına, işine veya ırzına saldırırsa, o zaman meşru müdafaa hakkı ortaya çıkar. Hiçbir zaman ganimet için, çıkar için savaş yapılamaz. Savaş, celbi menfaat için yapılamaz. Savaş def’i mazarrat için yapılabilir. Ganimet ancak harb tazminatı olarak helaldir.
d) Savaş barışın tesisi içindir. Devlet demek, haklıyı kuvvetli kılan kuruluş demektir. Savaşın hükümlerini savaşın dışına çıkarmamak gerekir.
كُفُّوا أَيْدِيَكُمْ (KufFUv EaYDıYaKuM) “Yedlerinizi küfvedin.”
El kaldırmayın, isyan etmeyin. Size saldırsalar bile, kıtal durumuna geçmeyin, sabredin. Cihadın en büyüğü budur; o size saldıracak, siz ise karşılık vermeyeceksiniz.
Türk halkı belki seksen yıldır hep bu sabrı göstermektedir. Onlara her türlü zulüm yapılmıştır.
Bugün de bu zulümler başörtüsü zulmü, Kur’an okuma yasağı zulmü, işsizlik zulmü, rüşvet zulmü, faiz zulmü olarak devam etmektedir. Ama Türk milleti seksen yıldır sabretmekte, ellerini küfvetmiş bulunmaktadır. Türk milleti bu emre itaat etmiştir. Sonuç ne olmuştur? Bugün güçlü 70 milyonluk Müslüman ülke ortaya çıkmıştır. Anayasa ekseriyetine ulaşmıştır. Ya böyle yapmayıp kıyama kalkışsaydı, ne olurdu? Ne olurdu bilir misiniz? Bugünkü Rum ve Ermenilerin durumuna düşer, Müslümanlar Türkiye’de azınlık durumuna düşerdi. Bu sebepledir ki, içte isyan yoktur. Yöneticilerin zulmüne sabredeceksiniz. Öldürürlerse, şehit olursunuz.
وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ (Va EQIyMUv elÖaLAvTa) “Salâtı ikame edeceksiniz.”
Peki, biz ihtilal yapıp iktidar olmayacağız. İktidar olsak bile, iç savaş çıkarmayacağız. Germeyeceğiz.
O halde bize emredilen nedir? İşte “salâtı ikame ediniz” yani toplantılar yapınız demektir.
“Salât” vakit vakit toplanmaktır. Cemaatler oluşturup Kur’an okumaya devam etmektir.
“Salât” burada marifedir ve müfrettir. Oysa emir cemdir. Yani, hepimiz bir araya gelerek namazımızı ikame edeceğiz. Mü’minlere ilk emredilen budur. Mü’minler evlerini bir araya getirerek evlerde veya edindikleri özel mescitlerde toplanıp birlikte namaz kılmaya başlamalıdırlar.
Namazı sekiz yüzlüde gösterelim. Bir toplantının yapılabilmesi için;
a) Toplantıya çağrılır (Ezan), toplantı açılır (Kamet), gündem takip edilir (Tekbir) ve kapanır (Selam);
b) Çağrıda toplantının yeri (Mescit), toplantı zamanı (Vakit), toplantı kıyafeti (Setr), katılma şartı (Taharet);
c) Katılma beyanı (Niyet), oturma yeri (Saf), divan tarafı (Kıble), başkan (İmam);
d) Hareketsiz durma (Kıyam), eğilme (Rüku), oturma (Kade), kapanma (Secde);
e) Konuşma (Kıraat), dinleme (Kunut), anlama (Zikir), dua (Salât);
f) İbra (Tesbih), seçim (Huşu), talep (İstiğfar), temenni (Tahmid).
Harfi tarifle ifade edilen “salât” işte budur. Fıkıh kitaplarının en uzun konusudur. Çünkü “namaz” toplulukların kalbidir. Nasıl kalbi duran kimse ölmüş ise, kalbi çalışmayan topluluk da yok mesabesindedir.
Toplantı en az günde bir defa yapılmalıdır. Bu beş vakte kadar çıkar. Bu her aşirette yapılmalıdır. Haftada bir de her kabilede yapılır. Yıllık kongreler daha geniş katılımla gerçekleştirilir.
İnsanlara emredilen bu iken, onlar bunları yapmadan savaş istemişlerdir. Başarısızlığın sırrı budur.
وَآتُوا الزَّكَاةَ (Va EAvTUv elZzeKAvTa) “Zekâtı ita ediniz.”
İnsanın dışındaki hayvanlar ya ayrı ayrı yaşarlar, ya da birlikte yaşarlar. Birlikte yaşadıkları zaman tam komün hayat sürerler. Fertlerin ayrı mal varlıkları yoktur. Ayrı ayrı yaşayanların ise ortak mal varlıkları yoktur. Tam liberaldirler. Sadece insanlar bir taraftan kendi kişiliklerini korurlar, ayrı mal varlıkları vardır; diğer taraftan da ortak mülkleri vardır. Nitekim ortak yaşamada kişilerin evleri var, işyerleri var, kendi hayatlarını ayrı ayrı yaşarlar. Sadece namaz zamanlarında bir araya gelip “ortak vakitlerini” birleştirirler. Herkesin malı mülkü vardır. Özel mülkiyet vardır. Ancak bir kısım mallarını bir araya getirerek “ortak mal varlıklarını” oluştururlar. Yani, mü’minler siyasi güç elde etmeden önce, sosyal ve ekonomik birlik temin etmelidirler.
“Zekât”ın da çeşitli beraberliği vardır.
فَلَمَّا (Fa LamMAv)
Yani; mü’minler önce topluluklar oluşturacak, toplantılar yapacak, eğitimlerini tamamlayacaklardır.
TOPLANTILARIN YARARI NEDİR?
a) Toplantılar ortak sözleşmelerin oluşmasını sağlar. Bu sayede topluluğun bir hukuku oluşur, kendi hukuku oluşur. Başkalarından kopya edilen hukuk başka topluluğa yaramaz. Bu hukuk genellikle kabilelerde yani bucaklarda oluşur. İl, devlet ve merkez bucağının hukuku da bucak toplantılarında oluşur. Ne var ki bunlar taşra halkının temsilcileridir.
b) Oluşan mevzuat bu toplantılarda öğrenilir. İster içerde oluşmuş hukuk, ister dışarıdan aktarılmış hukukun hayata geçirilmesi gerekir. Bütün bunlar ancak toplantılarda öğrenilir. Bütün çalışma ve yaşama kuralları buralarda öğrenilir.
c) Toplantılarda devirli olarak bir araya gelindiği için ikili ilişkilerde kolaylık sağlanır. Herkes ikili görüşmelerini o vakitlerde en az zaman kaybı içinde yapar.
d) Yöneticilerin kararları orada alınır ve halka duyurulur. Bugün televizyonda veya radyoda duyurulabilir, ancak bunlar güvenceli değildir. Yüz yüze gelmek şarttır.
Tarihte büyük uygarlıklar hep bu toplantılarla oluşmuştur.
Mezopotamya’da ve Mısır’da din adamları şekil yazısını icat etmiş ve bunu tedris etmişlerdir. İbranilerde ve Yunanlılarda harf yazısı kullanılmış Tevrat ve felsefe okunmuştur. Hıristiyanlar İncil’i okudular, hukuku okudular. Müslümanlar medreselerde fıkhı tedvin ettiler. Batılılar üniversitelerde müsbet ilimleri tedris ettiler. Uygarlıklar böyle doğdu. Bunları devlet organize etmedi. Halk kendi kendine organize oldu.
Bugün kurslar, tekkeler, medreseler Türkiye’de uygarlık doğmasın ve gelişmesin diye yasaklanıyor.
كُتِبَ عَلَيْهِمْ (KuTıBa GaLaYHıM) “Onlara kitabet olundu.”
“Kitabet etmek” demek, vacip kılmak, yapmalarını gerekli kılmak; yapmadıkları takdirde cezayı hak etmek, yaptıklarında ücreti istihkak etmektir. Kur’an’da bu anlamlarda; farz etmek, vasiyet etmek, emretmek kelimeleri getirilmektedir. Emir, bir defaya mahsus verilen emirdir. Kuralı ifade etmez. Ancak şarta bağlı emirler, şart tahakkuk ettiğinde o âyet o zaman nâzil oluyormuş gibidir. Bir defaya mahsustur. Sadece şart tekerrür edince emir tekerrür eder. Usulde bu önemlidir.
الْقِتَالُ (elQıTAvLu) “Kıtal”
“Kıtal” mukatele bâbındandır, yani karşılıklı katletmektir. “Katl” tek taraflıdır.
Bu ifadeden açıkça anlaşılmaktadır ki, farz kılınan savunma kıtalidir, saldırı kıtali değildir, yahut dinî kıtal değildir. Sadece o size saldırıyor, siz de savunmaya geçiyorsunuz. Savaş ancak burada meşrudur.
Bütün müslimler dayanışma içindedirler. Tek kişiye saldıran bütün insanlığa saldırmış olur. O kişinin korunması tüm insanların korunmasıdır. Hakem kararı varsa onunla savaş meşru olur.
إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ (EıÜAv TaRIyQun MıNHuM) “O zaman onlardan bir fırka.”
Buradaki “İza” “İzen” mânâsındadır. “Lemmâ”dan sonra gelmiştir. Onların hepsi değil, onlardan bir fırka korkmaya başladı. Savaşmak onlara zor geldi. Mü’minler Allah’a inanırlar, âhirete inanırlar. Hak uğruna mallarını ve canlarını verirler.
“Adil Düzen”de insanlar savaşa zorlanamazlar. İnsanlar kendi istekleri ile mü’min veya müslim olurlar. Müslimler cizye verirler. Mü’minler ise bedenen savaşmayı taahhüt ederler. Onlar ölmeyi göze almışlardır. Er yahut geç öleceklerdir. Bazı mü’minler baştan savaşmayı istedikleri halde, sonra savaştan korkmaya başlarlar.
يَخْشَوْنَ النَّاسَ (YaPŞaVNa elNAvSa) “Nâstan haşyet ederler.”
Türk milleti bugün ABD’den haşyet etmektedir. Bu haşyet savaşta ölmekten korkmaktan ziyade; onları korumamak, onlardan çekinmektir. Haşyetin havfdan farkı, havf biyolojik korkudur, haşyet ise daha çok sosyolojik korkudur. Türk milleti Irak’ta savaşa girmemiştir. Ama bu Irak’taki savaştan ve orada ölmekten korktuğu için değildir. Aksine, Allah’a duyulan haşyettir. Savaşa katılmak isteyenlerinki ise ABD’den duydukları haşyetti. Allah ihsan etti ve savaşa girmedik. Mü’minler insanları memnun etmek için savaşmazlar, Allah’ın rızasını kazanmak içim savaşırlar. Savaşan kimse ölümü göze almıştır. Ben yaşarsam böyle yaşayacağım, yoksa ölmeyi tercih ediyorum demektedir.
كَخَشْيَةِ اللَّهِ (Ka PaŞYaTı elLAHı) “Allah’a haşyet gibi insanlara haşyet ederler.”
“Allah’a duydukları saygı gibi insanlara saygı duyarlar.” Nâs, yaşayan insanlardan oluşmuş kalabalıktır. Allah ise Kâinatı var eden, ebed ve ezel olan hâliktır. O kendisine insanlığı yeryüzünde halife yapmıştır. Geçmiş insanları da, gelecek insanları da içerir. Nâs, kişilerin söylentileridir. Allah ise haktır.
Bir şeyi yaparken ‘elâlem ne der’ demeyeceksin; ‘Allah ne der’ diyecek ve ona göre hareket edeceksin.
İnsanların kimi devletten çekinmezler ama, halkın dedikodusundan ürkerler. Kendi aleyhlerine bir dedikodu çıkmasın diye Allah’ın yasaklarını yaparlar. Söylentilerden, dedikodulardan korkarlar. Oysa müminler; “Allah ne diyor, Kur’an ne diyor?” diye düşünürler. Böyle düşünenler müminlerden bir fırkadır.
أَوْ أَشَدَّ خَشْيَةً (EaV EaŞadDe PaŞYeTen) “Haşyette eşedd olarak.”
Burada ‘haşyeten’ ve ‘haşyetin’ şeklinde okunabilir. Yani, Allah’tan korktukları gibi nâstan korkarlar. Hattâ, daha da fazla korkarlar. Bir hakim görev görürken kanunlara göre karar verirse, devlete saygısı vardır demektir. Ama, ‘ben böyle yaparsam basının diline düşerim’ diye korkarsa, nâstan korkmuş olur.
Mü’minler bu derecelerini aşmışlardır. Onlar ölmeyi göze almışlardır. Mü’min demek, Hak uğruna ölmeyi göze alan kimse demektir. Medyanın dedikodusundan korkmadan adilane karar veren hakim, buna şehadet eden şahitler, savaştaki zaferden daha yüce zafer kazanmışlardır. Bunlar bu adil davranışlarından dolayı öldürülmüş olabilirler. O zaman şehittirler; hem de savaşta ölenlerden daha büyük şehittirler. Çünkü savaşta öldürme ile savunma hakkı da verilmiştir. Oysa burada o sizi öldürebiliyor, ama sen onu öldüremiyorsun.
وَقَالُوا (Va QAvLUv) “Ve onlar kavlettiler.”
Başta savaş meşru değilken savaşmayı savundular! Savaştan sonra ‘insan hakları’ diyerek savaşmaktan çekindiler, savaşmayı yadırgadılar! Bu sefer savaşa büsbütün karşı çıktılar, savaşı meşru görmediler!..
Bazen her türlü savaşı meşru sayarak kahramanlık olarak tanıdılar. Sonra da bütün savaşları, hattâ meşru müdafaayı da gayrimeşru saymaya başladılar!..
Nitekim kölelik konusu da böyledir. Önceleri, savaşsız zencileri köleleştirdiler, insan haklarından mahrum ettiler. Şimdi de savaş esirlerinin eğitilmesi amacıyla köleleştirme müessesesini de ortadan kaldırdılar. Ne yapmak istiyorlar?!. İdam cezalarını kaldırdılar. Maksatları; insanları uyutmak, böylece kendileri dünyayı eşkıyalarla yönetecek!.. Siz savaşacaksınız, ganimeti almayacaksınız, ganimet onların olacak!.. Savaşta esir de almayacaksınız, çünkü bir defa daha savaşmanız gerekecek!..
رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَ (RabBaNAv LıMa KaTaBTa GaLaYNAv eLQıTALa)
“Rabbimiz kıtali bize niçin ketbettin?”
Bunları söyleyenler kâfirler değildir, mü’minlerdir. Savaşa karşı çıkmakta, savaşı meşru kılan söylemleri kınamaktadırlar. Siz namuslu insanlar silah taşımayacaksınız, kendinizi savunamayacaksınız; ama namussuzlar, nasılsa kanun şeriat tanımayacakları için onlar silahlanıp rahatlıkla sizi öldürecekler! Atom bombası size yasak; ama onlar yapacaklar! Kendilerinin yaptığı ve sizin yapamayacağınız silahlar serbest; ama sizin yapabileceğiniz biyolojik silahlar yasak! Mü’minlerden bir fırka da savaşmak istemiyor! Zalim güce teslim olalım, onlar ne söylerseler biz onu yapalım, savaşmayalım diyor! ABD’nin stratejik ortağıdırlar! Avrupa Birliği’ne girecekler! Bize silah ne gerek, bize ordu ne gerek diyen mü’minler vardır!
Ne var ki, ABD kendimizi savunmak için silah yapmamızı istemiyor; ama onun istediği ülkeye saldırmak için bize silah veriyor! Bizi yoksul bırakıp bize asker ihraç etmeyi öneriyor! Biziz tetikçi olarak kullanma hayasızlığını gösteriyor! Ama bizimkiler hâlâ onların strateji ve savaş ortağıdırlar.
Allah dünyada bütün canlıları diğer canlılara yem yapmıştır. Hayvanlar diğer canlıları yok ederek yaşarlar. Doğal denge böyle oluşmuştur. Ölümlü dünyada canlılar birbirini yok etmeseydi, şimdi dünya sadece leş yığınlarından ibaret olurdu. Allah insanlar arasında da savaşı meşru kıldı. İyiler ile kötüler arasındaki savaş kıyamete kadar devam edecektir. Böylece doğal seleksiyon olacak ve insanlık evrimleşecektir. Ne var ki, bu seleksiyon iyilerin iyilerle savaşı değil, kötüler ile iyiler arasında olacaktır. Nasıl kuzular birbirlerinin etlerini yemezlerse, iyi insanlar da aralarında savaşmazlar. İyilerin aralarında savaş ne kadar kötü ise kötülerle savaşmak da o kadar iyidir. Kimler iyidir? Hakem kararlarına uyanlar iyidir, hakem kararlarına uymayanlar kötüdür.
لَوْلَا أَخَّرْتَنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ (LaVLAv EapPaRTaNav EıLAv EaCaLın QaRIyBın)
“Bizi yakın ecele dek tehir etmeliydin.”
Savaşsız bir dünyayı yaratmalıydın! Biz kendi ecelimizle ölmeliydik! Zaten bize çok kısa bir ömür verdin! Bir de arada savaşla genç yaşımızda ölüme gidiyoruz! Kendilerine göre, Allah’ın yaratmasını uygun bulmuyor, O’ndan değiştirmesini istemektedirler!.. Kimi zaman da, insanların zevkine neden mâni olunduğunu ileri sürer ve zinayı serbest yaparlar! Aynı sefihler ve akılsızlar, diğer taraftan çok eşliliği cinayet sayarlar! Bütün bunları da ‘Avrupa müktesebatı’ diye insanlığa yuttururlar!..
Avrupa müktesebatına inanmak şirkin tâ kendisidir. Müsbet ilmin verileri, ilâhi kanunlardır. Tevrat, İncil, Furkan ve Kur’an ilâhi kitaplardır. İlmî ve ilâhî kitapları beğenmeyip, kendi cüce akılları ile Allah’ın yaptırdıklarını düzeltmeye kalkışanlar, işte bunlar tanrıcılık oynayan zavallılardır. Bunlara uyanlar da müşriklerin tâ kendileridir…
Müsbet ilmin ortaya koyduğu sosyal ve tabiî kanunları beğenmeyenler neye dayanarak kendi müktesebatlarını bize ve Avrupa halklarına dayatacaklar?!. Faizi serbest kılacak!.. Zinayı serbest kılacak!.. Savaşı gayrimeşru sayacak!.. Kısası yasaklayacak!.. Sonra çıkmaz batağa batacak. Savaşın gayri meşruluğu kısasın gayri meşruluğuna dayanmaktadır. Şaşkın akıl. Dalâlette olanlardan başka bir şey mi beklenecektir?!.
قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَلِيلٌ (QuL MaTAGu eLdDuNYAv QaLIyLun)
“Düyna metaı kalildir diye kavlet.”
Allah bir düzeni var etmiştir. Bizim ‘niçin böyle yaptın?’ diye sormamız mümkün değildir. Çünkü o soruyu sorduran yine O’dur. Bizim işimiz dünyanın ve âhiretin nasıl yaratıldığını bilmemizdir. Bizim bu düzende yerimizin ne olduğunu öğrenmemizdir. Neyi bilmemiz ve yapmamız gerekiyorsa onu yapmamız görevimizdir. Beğenmiyorsak, yapacağımız iş terk etmektir.
Allah bize böyle bir seçenek vermemiştir. Ölsek bile, biz kendi kendimizi yok etme gücüne sahip değiliz. Teslim olma dışında yapacağımız bir şey yoktur. Allah dünya hayatını belli kazançlar elde etmek için yaratmıştır. Dünyada çok yaşamalıyız, çünkü çok kazanmamız gerekir. Ama savaşta ölmek ise kazançların en büyüğüdür. Ona eklenecek bir sevap daha yoktur. Yoktur; yeter ki savaş barış için olsun, adil bir düzenin kurulması için olsun, şeriat kurallarına göre olsun. İç savaş olmasın, isyan şeklinde olmasın.
وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنْ اتَّقَى (Va eLEAvPıRatu PaYRun LıMaNı itTaQAy)
“İttika eden kimse için âhiret daha hayırlıdır.”
Bu dünya zaten âhiret içindir. Tohum çürümeden fidan yetişmez. Patates çürür, bitki olur, patates olur.
Bu dünya hayatı yok olmadan âhiret hayatı var olamaz. Ölüm bunun içindir. Kıyamet bunun içindir. Ölüm, daha iyinin oluşması içindir. Âhiretin en açık delili budur. Bugün ilmen ispatlanmıştır ki, nasıl insan yaşlanıyorsa ve ölecekse, aynı şekilde Kâinat da yaşlanıyor ve ölecektir. İnsan yerine gelecek nesillere yer açsın diye ölüyor. Daha ileri hayat oluşsun diye ölüyor. Kıyamet olacak ki, daha ileri hayata imkân versin.
Eğer öldükten sonra dirilmemiz olmasaydı, bizim hayatımız abes olurdu. Dirildikten sonra cennet olmasaydı, dünyada çektiklerimiz zulüm olurdu. Cehennem olmasaydı adalet olmazdı. O halde Allah’ın yaptıkları hep doğrudur ve iyidir. Müsbet düşünce başka türlü bir düzeni kabul edemez.
“Adil Düzen” içinde yaşamak ‘ittika etmek” demektir. Müslimler bunu yaparlar. “Adil Düzen”in tesisi ve korunması ise mü’minlere farz kılınmıştır. Dereceleri yüksektir. “Adil Düzen”i kurmak farz-ı kifayedir. Mü’minler bu görevi yüklendiklerine göre, müslimlerden de sakıt olmuştur. “Adil Düzen”in nasıl kurulacağı yukarıda anlatılmıştır. Namazlar kılınacak, zekâtlar verilecek, sosyal ve ekonomik hayat “Adil Düzen”e göre tesis edilecektir. Türkiye’de buna izin verilecekse, mü’minler Türkiye’de bunu yapacaklardır. İzin verilmiyorsa; hicret edecekler ve orada “Adil Düzen” sitesini kuracaklar.
Şimdilik Türkiye’de bunu önleyen bir güç ve zihniyet yoktur. Türkiye lâik, demokratik, liberal ve sosyal bir hukuk devletidir. Anayasa ekseriyeti ile iktidar oluyorsunuz. Mü’minlerin böyle bir sorunu yoktur.
Mü’minlerin sorunu, içlerindeki bir fırkanın korkaklığıdır. Bugün iktidarda olanlar onlardır.
Bir gün cesurlar iktidarda olacaklardır. Bunun için şunlar olabilir:
a) Adil Düzenciler, namazları ve zekâtları ile “Adil Düzen sitelerini oluştururlar. Sonra Adil Düzen Partisi’ni kurarlar. Millî mutabakat içinde “Adil Düzen”i ülkeye getirirler. Bu en az muhtemel olandır, ama arzu edilen budur.
b) Adil Düzenciler, kendi aralarında Adil Düzen sitesini kurarlar. Adil Düzen Partisi’ni kurdurmazlar, Adil Düzen sitesini dağıtırlar. O zaman mü’minler hicret ederler gittikleri ülkede aynı şeyi yaparlar. Türkiye “Adil Düzen”i reddettiği için düşmanlar buraları istila ederler. Dışarıda oluşan Adil Düzen devleti bu ülkenin Adil Düzencilerini destekleyerek İstiklâl Savaşı’nda olduğu gibi bu ülke kurtulur. İkinci cumhuriyet kurulur.
c) Türkiye “Adil Düzen”i kabul etmediği gibi “Adil Düzen”e düşmanlığını sürdürür. Dışarıda kurulmuş Adil Düzen sitesine, onu koruyan devlete saldırır. Mekkeliler böyle yaptılar. İşte kıtal o zaman farz olur. Adil Düzenciler saldırıya karşı koyarlar. Mekke fethedildiği gibi Türkiye de fethedilir. Bu istenmeyen bir şıktır. Ama en çok muhtemel olan bir şıktır. Adil Düzenciler hicreti ve savunma savaşını göze almalıdırlar. Yoksa Adil Düzenci olamazlar.
d) Dördüncü ihtimal ise; “Adil Düzen” Türkiye dışında kurulur, Türkiye de dışarıda kurulan “Adil Düzen”e saldırmaz. Türkiye ‘zalim düzen’ içinde yaşadığı kadar yaşar. Bu en az muhtemeldir. Çünkü komşuları rahat bırakmazlar. Savaşın kuralı vardır; ya bizdensin, ya onlardan. Zalimlerin durumu budur. Ancak Adil Düzendir ki, savaşmayanlar savaşa zorlamazlar.
وَلَا تُظْلَمُونَ فَتِيلًا (Va LAv TuJLaMUvNa FaTIyLan) “Bir fitil kadar zulmolunmazlar.”
“Fitil” bitkilerin liflerine ait bir tüydür. Pamuk tüyü gibi bir tüydür.
Türkçede fitil, gaz lambasını yakmak için kullanılan bitki tüylerinden yapılmış bir sırımdır. Bir taraftan yağı veya gaz yağını uca kadar getirir, yağ yanarken o da çok hafif şekilde yanmaya devam eder. Hayvanların kılları bu yanmayı sağlamadıkları için onlar fitil görevini görmezler. Bu sebeple bu yanan kısma fitil denmiştir.
“Onlara fitil kadar haksızlık yapılmaz” denmektedir. Bu dünyada adalet tam olarak gerçekleşmez. Adalet için çalışanlar ile zulme hizmet edenler aynı kanunlara tâbidir. İyilerle kötüler arasında dünyadaki kanunlarda fark yoktur. Yoksa imtihan adil olmazdı. Allah adaleti imtihanı kazananları mükafatlandırmak ve kimseye de bir fitil kadar zulmetmemek üzere âhirette gerçekleştirecektir.
Bu sahife üçe bölünmüştür.
Sahifenin kalanı gelecek derse bırakılmıştır.
Bu sahifede mü’minlerin savaştan önce salâtı ikame etmeleri, zekâtı ita etmeleri gerektiği anlatılmaktadır. Yani, siyasi iktidara talip olunmamalıdır.
Oysa, müslümanlar önce iktidara talip oldular. Biz bu hatayı işledik. İktidar olduk ama “Adil Düzen”i uygulayamadık. Çünkü bilmiyorduk, kendi arkadaşlarımızı eğitmemiştik.
Daha “Adil Düzen” anlatılırken, tahrif edilerek anlatılmaya çalışılmıştır. Çünkü nâstan korkuldu.
Şimdi de “Adil Düzen” adına ne önerirsen;
-Bizim okuyucumuz bunu kaldıramaz!..
-Bizim seyircimiz bunu kaldıramaz!..
-Bizim çevremiz bunu istemez!..
gibi sözler söyleyerek nâstan, insanlardan haşyet etmektedirler.
Allah’tan haşyet etmelerinden daha çok nâstan haşyet etmektedirler.
İster Saadet, ister AK Parti olsun; şimdi bunun cezasını çekmektedirler.
Siz Adil Düzenciler; Allah’a dua edin de bunların durumuna sizi düşürmesin.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 304 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 134 İstanbul, 13 Mayıs 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI
(Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
İNSANLIK HAKLARI HUKUK BÜROSU
Batılıların bir tekerlemesi vardır, “Hak verilmez, alınır!” Demek istiyorlar ki; biz size hakkınızı vermeyeceğiz, gücünüz varsa alın! Bu söz doğru değildir. Müslimler hakkı verirler. Zalimler hakkı vermezler. Onlardan zorla almak zorundayız. Türkiye’deki demokrasi hep dışarıdan yapılan baskılarla devlet tarafından verilmiştir, ama hiçbir zaman halk onu almamıştır. Seçimlere girmiş ve hep partileri değiştirmiştir, ama halka dayanmayan partiler iktidar olunca orada kalabilmek için sömürücü güçlerle işbirliği içinde olmuşlardır. Demokrasi yalnız Türkiye’ye değil, dünyaya da gelmiş değildir.
-İnsanlıkta ‘demokrasi düzeni’ kurulacak mıdır? Kurulacaksa, nasıl kurulacaktır?
-Evet, insanlık demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devletlerine kısa zamanda kavuşacaktır.
İşte “Adil Düzen” budur. Bunun böyle olacağını bize Kur’an bildirmektedir, tarih bildirmektedir.
‘Nasıl kavuşacaktır?’ sorusunun cevabi ise “Adil Düzen”de verilmiştir. İşe insanlığa hukuku öğretmekle başlamalıyız.
İnsanlık bugün hukuku bilmemektedir. İnsanlar akıllarına gelenleri ‘kanun’ deyip yazmakla hukuk olacağını sanmaktadırlar. Acaba yazdıkları metinlerin mânâsını bilmekte midirler?!. Batılılaşma adına ne kadar kanunlar Meclis’ten okunmadan gelip geçti! Adalet Bakanı bile bir defa olsun okumadı! Batı bunu alkışladı, ‘aferin’ dedi! Batı neye ‘aferin’ dediğini biliyor mu?!. Çelişkili mevzuat raflarda kalır; halk ise cahiliye döneminde olduğu gibi şeriatsız, yani kanunsuz yaşamaya devam eder!.. Ne var ki, o zamanlar yeryüzünde yüz binlerle ifade edilen nüfus vardı, şimdi on milyarlara varan nüfus vardır. O yöntemlerle artık hayat mümkün olmaz.
‘Hukuk devleti’nin oluşması için İstanbul esnafı “ORTAK HUKUK BÜROSU” kurmalı, cirosundan binde bir ile bu büroyu finanse etmelidir. Bu büro günlük paralı davalara bakmayacaktır. İnsanlığa çağımızın ihtiyaçları ile oluşan ‘hukuk sistemi’ni hediye edecektir. Önce halka, sonra diğer avukatlara, sonra da hakimlere -bilhassa yüksek hakimlere- hukuku öğretecektir. Önce kendisi öğrenecek, sonra öğretecektir. Bunun nasıl olacağını bir örnek ile izah edelim.
Mustafa Kemal tarikatları kapatmış; on sene sonra yeniden açılacağını da beyan etmiştir. Dikkat edilsin; ‘kapatmıştır’ diyorum, ‘yasaklamıştır’ demiyorum. Nasıl Kenan Evren partileri kapattı ama yasaklamadı, yenileri kuruldu ise; tarikatlar da yasaklanmadı, ‘yeniden kurulması’ istendi. Bu böyle olmakla beraber; seksen senedir tarikat kurmak yasakmış gibi insanlar takip ediliyor. Anayasada ‘her türlü ayinler serbesttir’ deniyor; ondan sonra zikir yapan şeyh ve dervişler hapse atılıyor! Çünkü istismarcıların ‘zulüm büroları’ vardır, ama halkımızın ‘HUKUK BÜROLARI’ yoktur. Halkımız da cahil olduğu için; Türk düşmanları devletine halkı hukuk dışı ezdirmekte, halkı da devlete karşı kışkırtmaktadır!.. Türkiye’de zikir yapmak yasaklanıyor, ama rüşvet meşru sayılıyor!.. Yetkili ağızlar “Memurum işini bilir!” diyor!.. Memura az maaş veriliyor ki rüşvet almadan çalış(a)masın!..
Tarikatlar ve Mason locaları niçin kapatıldı? Sonra Mason locaları açıldı da, tarikatlar niçin açılmadı?
Çünkü Masonların hukuk büroları vardır. Oysa halkın hukuk büroları yoktur.
Tarikatlar bugüne kadar camiler, Kur’an kursları, okullar inşa edeceklerine; eğer ‘hukuk büroları’ kursalardı, şimdi çoktan yeryüzünde hukuk devletleri tesis edilmiş olacaktı. Medeniyeti ‘binalar’ değil, ‘beyinler’ oluşturur.
Tarikat ve Mason localarının kapatılmasında dört etki vardır:
a) Tarikatların yazılı bir sözleşmeleri yoktu. Şeyhlerin uygulamaları ile oluşmuş gelenekleri vardı. Bundan dolayı devlet için karanlık bir kuruluştu. Ne yaptıkları bilinmeyen, hedeflerinin ne olduğu belli olmayan kuruluşlardı. Bunlar kapatılacak, yerine -Kur’an’ın emrettiği gibi- yazılı kurallarla yönetilen çağdaş bir örgüt olarak tarikatlar kurulacaktır.
b) Tarikatlar ve Mason locaları gizli faaliyet yapmaktadırlar. Bu da devletin içinde birtakım gizli yıkıcı örgütlenmelere imkân vermektedir. Localar ve tarikatlar açık faaliyet göstermelidirler. Meşruluk ve gayri meşruluğun dayanağı açıklıktır. Açıklık hukukun temelidir. Hırsızlık ve zina gizli olduğu için suç oluşturur. Fıkıhta gasp suç oluşturmaz. Fıkıhta evlilik için aleniyet yeterlidir. O halde tarikatlar, sözleşmelerine göre her türlü açık ayinler yapmakta serbesttirler. Fiilleri herkes için suç olanları içermemelidir. Özel olarak tarikatlar için bir yasak konamaz. Her türlü müzik serbest; zikir yasak, ilâhi yasak! Bu nasıl mantıktır?!.
c) O günkü tarikatlar o günkü iktidarla yani saltanatla bütünleşmişlerdi. Saltanat yıkılmış ve Cumhuriyet kurulmuştu. Tarikatlar hâlâ saltanatın birer organı gibi faaliyet gösteriyorlardı. Onları kapatmak elbette yeni devletin hakkı idi. Yeni tarikatlar Cumhuriyet ile bütünleşecekler, Cumhuriyet’in birer uzvu olacaklardır. Nitekim Nurcular ve bazı tarikatlar cumhuriyetçi oldukları için illegal olarak faaliyetlerini sürdürüyorlar.
d) Tarikatlar şeriat düşmanlığı yapıyorlardı. Gerileme dönemlerinde tarikatlar, medreselerin geliştirdiği müsbet ilme cephe almışlar, astronomi ve matematik ilmini okumayı kaldırmışlar, böylece medreseler de tarikatlaşmıştır. Oysa, tarikatlar insanların ahlâkını ve imanını yüceltir. Medreseler ise insanların aklını ve ilmini geliştirir.
Medreseler tarikatlaşmıştı!.. Tarikatlar da şirkleşmişti!..
Medrese tarikatın, tarikat da medresenin sahalarına girmemeli; bir bütünlük oluşturmalıdırlar. Bu sorun çözülememiş, tarikatlar kapanmıştır. Oysa, “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda bu sorun çözülmüştür.
İşte İstanbul esnafının kuracağı “İNSANLIK HAKLARI HUKUK BÜROSU” sayesinde bu tür sorunlar hukuk yoluyla çözülecektir. Doğruları önce hukuk bürosu öğrenecek; sonra halk öğrenecek; sonra avukatlar öğrenecek; sonra da devlet öğrenecektir... Öğrendikten sonra yapmayan olursa, onun hesabını Allah görecektir. Adil Düzencilerin savaşmalarına gerek olmayacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ - 304 ADİL DÜZEN DERSLERİ - 134 İstanbul, 13 Mayıs 2005
CUMA GÜNLERİ YAPILAN ÜSKÜDAR PROGRAMI (Selahattin Öztürk ve Reşat Nuri Erol Üsküdar’da değerlendirecektir.)
BAŞBAKAN İSRAİL’DE…
‘Türkiye bir İslâm ülkesi değildir, Türkiye bir İslâm devleti değildir.’ ifadesi yadırganmıştır.
Ancak, bu söz yurt içi düzenlemede ne kadar yanlış ise; yurt dışı ilişkilerde de o kadar doğrudur.
Türkiye’nin nüfusu ile %99 Müslüman ise; bu durumda Türkiye hem ‘İslâm ülkesi’dir, hem de ‘İslâm devleti’dir. Türkiye’de ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.’
Türkiye demokratik ve lâik bir devlettir. Halk ne isterse o şekilde yönetilir. Halkın %99’u Müslüman ise elbette yönetim de İslâmîdir. Aksini iddia etmek mümkün değildir. Ama Türkiye ulusal devlettir, dinî devlet değildir. Öyleyse, Türkiye bir dinî devlet olmadığı için aynı zamanda Türkiye bir İslâm devleti de değildir. Türkiye ulusal devlettir, İslâm ülkelerin parçası olan bir devlet değildir. Böyle olunca da, Türkiye için Filistin ile İsrail arasında fark yoktur. Türkiye her iki devletten eşit uzaklıktadır. Nitekim Erbakan bile D-8’leri kurarken İslâm devletler birliği olarak ortaya koymadı, Avrupa Birliği gibi bir birlik şeklinde ortaya koydu. Avrupa Birliği Hıristiyan devletlerden oluşmaktadır ama birlik Hıristiyanlık birliği değildir. Bunun gibi, D-8’ler İslâm devletlerinden oluşuyordu ama İslâm birliği değildir. Avrupalılar için meşru olan Müslümanlar için meşru sayılmıyordu. Oysa, bir Avrupa Birliği oluşacaksa, bir Ortadoğu Birliği oluşacak, bunlar arasındaki uzlaşma dünyayı bin yıl barış içinde yaşatacaktır. Bu arada ABD merkez olmayacaktır. İşte bu mülahazalarla Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail ve Filistin ziyaretinde bir mahzur yoktur. Ne var ki, oraya gidildiği zaman ne için gidildiği bilinmelidir. İsrail ve Filistin için görüşümüz ve siyasetimiz belli olmalıdır.
a) Tevrat’ta Allah’ın İsrail oğullarına vaadettiği topraklar vardır. Bugünkü İsrail devletinin topraklarıdır. Batı Şeria ve Gazze onların toprağıdır. İsrail bununla yetinmelidir. Nil ile Fırat arasındaki topraklar İsrail oğullarına değil, İbrahim oğullarına vaadedilmiştir. Bugünkü durum da zaten böyledir. Ortadoğu ülkeleri bu sınırları teminat altına almalıdır. İsrail de atom ve benzeri silahlardan arınmalıdır. İsrail Ortadoğu’yu sömürmek isteyen saldırgan ülkelerin yanında yer almamalıdır.
b) Arz-ı mev’ud içindeki güvenlikten İsrailliler sorumludur. Filistinliler orada yaşayacaklarsa, devlete cizye vererek yaşayacaklar, İsrail’de hükümranlık haklarından vazgeçeceklerdir. İntihar olayları gibi direnmeler asla tecviz edilemez. Yani, İsrail Devleti kendi iç işlerinde tam istiklâle sahip olacaktır. Dışa karşı savunmasını ise Türkiye, İran, Mısır gibi Ortadoğu ülkeleri sağlamalı ve güvence vermelidirler. İsrail, ABD gibi başka bir devletin himayesinde varlığını sürdürmemelidir.
c) İsrail’de yaşamak istemeyen Filistinliler Sina çölünde yerleştirilecek ve orası mamur hâle getirilecektir. Filistinlilerden başka diğer zulme uğrayan ülkelerden göç eden Müslümanlar da orada yerleştirilecektir. Çeçenler için, Doğu Türkistanlılar için, Kosovalılar için, diğer zulüm gören Müslümanlar için, Müslüman devletler bir yurt hazırlamalıdırlar. Orada Filistinlilerin hakimiyeti baştan tesis edilmiş olacaktır. Türkiye bu hususta dünya devletlerinde aracı olacaktır. Böyle bir devlete dünyadaki bütün güçler destek çıkacaklardır. Çünkü kendi güvenliklerini korumuş olmaktadırlar. Rusya Çeçen probleminden kurtulmak için bunu canı gönülden isteyecektir.
d) İslâm devletlerinin toprakları pek fazladır; nüfusları ise azdır. Dünyadan göç edecek insanlar Orta Asya’nın boş topraklarına yerleştirilebileceği gibi; Arabistan çöllerinde de insanlara vatan bulunabilir. Kuzey Afrika toprakları da bomboş durumdadır.
Dolayısıyla, Türkiye’nin tüm dünya Müslümanları için takip edeceği siyaset şudur.
Türkiye ‘barış ülkesi’dir. İç isyanlara asla cevaz vermez. Yapılacak iş, İslâm ülkelerinin bağımsız olmaları ve sınırlarının belirli hâle gelmesidir. Ondan sonra da İslâmî olmayan ülkelerden göçe yardımcı olmalarıdır. Hattâ; eğer Türkiye, Türkiye’de Müslüman halk istemiyorsa, dinsiz Türk halkının olmasını istiyorsa, böyle bir vatanı hazırlamalıdır. Türkiye dinsiz devlet olacak; kamusal alanda, sokakta, caddede, ve sair yerlerde dindar insanı görmek istemiyorum diyecek!.. Dindar yaşamak isteyenler, işte size Orta Asya’da hazırladığımız İslâm yurdu; isteyen oraya göç etsin, orada istediği gibi yaşasın! Taşınmazları biz devlet olarak satın alıyoruz, demelidir. O zaman isteyen oraya göç edip orada ‘Adil Düzen’ içinde yaşar; isteyen de Türkiye’de ‘zulüm düzeni’ içinde kalır. Böyle bir şey gerçekleşse ne olur? Türkiye boşalır.Türk ordusu artık Türkiye’yi savunamaz hâle gelir ve dağıtılır. Bomboş kalan Türkiye’yi Batılılar işgal eder!.. Yalnız, onların da bir sorunları olacak; Türkiye’ye kimleri getirip yerleştirecekler? Çünkü onların da nüfusları yok; varolan nüfusları da azalıyor!..
Görülüyor ki, bunlar ham hayallerdir. Türkiye için tek çıkış yol vardır; ‘zalim düzen’i terk edip ‘Adil Düzen’e geçmek... Faizsiz, enflasyonsuz, rüşvetsiz, yolsuzluktan arınmış, ‘zina’ değil ‘iffet’ üzerine kurulu Türkiye’yi istemekten başka çaresi yoktur.
Filistin ve İsrail arasında ise tehcir dışında bir çözüm yoktur.
Biz İstiklâl Savaşı’ndan sonra mübadele ve muhaceret ile bunu yaptık.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92